“...
10 Ağustos 2016 Tarihli ve 6740 Sayılı “Bireysel Emeklilik Tasarruf
ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 1. Maddesi
ile 4632 Sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununa eklenen
Ek Madde 2’nin Birinci Fıkrasında Yer Alan “Türk vatandaşı
veya 29/5/2009 tarihli ve 5901 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanununun 28
inci maddesi kapsamında olup kırk beş yaşını doldurmamış olanlardan 31/5/2006
tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 4
üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) ve (c) bentlerine göre çalışmaya
başlayanlar, işverenin bu Kanun hükümlerine göre düzenlediği bir emeklilik
sözleşmesiyle emeklilik planına dâhil edilir.” cümlesinin Anayasa’ya
Aykırılığı
10 Ağustos 2016 Tarihli ve 6740 Sayılı “Bireysel Emeklilik Tasarruf
ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 1. Maddesi
ile 4632 Sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununa eklenen
Ek Madde 2’nin birinci fıkrasında yer alan “Türk vatandaşı
veya 29/5/2009 tarihli ve 5901 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanununun 28
inci maddesi kapsamında olup kırk beş yaşını doldurmamış olanlardan 31/5/2006
tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 4
üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) ve (c) bentlerine göre çalışmaya
başlayanlar, işverenin bu Kanun hükümlerine göre düzenlediği bir emeklilik
sözleşmesiyle emeklilik planına dâhil edilir.” cümlesi ile halihazırda ücretli
veya maaşlı olarak çalışan yurttaşlarımız, kamusal sosyal güvenlik sistemine ek
olarak bu yasa ile özel emeklilik şirketlerine de prim ödeme yükümlüsü haline
getirilmişlerdir.
Her ne kadar gerekçesinde Yasanın amacının ülke içindeki tasarrufları
arttırmak olduğu belirtil olsa da esas olarak bu yasa, zorunlu bir şekilde yurttaşları
emeklilik riskine karşı gelir desteği sağlamayı hedeflemesi nedeniyle bir
sosyal güvenlik düzenlemesidir. Hukuki düzenlemelerin mahiyeti yasa koyucunun
nitelendirmesinden bağımsızdır. Bir başka deyişle yasa koyucu “tasarruf”
nitelendirmesi yapmış olsa da düzenleme işlevi bakımından sosyal güvenlik
düzenlemesidir. Bu sebeple yapılacak hukuki değerlendirmeler yasa koyucunun
nitelendirmesinden bağımsız olarak düzenlemenin işlevine ve mahiyetine göre
yapılmalıdır.
Sosyal
hakların birincisi çalışma hakkı ve özgürlüğü, ikincisi ise sosyal güvenlik
hakkıdır. Bu haklar kişinin yaşamını doğrudan sürdürebilmesi için vazgeçilmez
niteliktedir. Sosyal güvenlik, sosyal güvenliğin konusu olan risklerin
sonuçlarına karşı kişilere gelir güvenliği sağlanması anlamına gelmektedir.
Sosyal
güvenliğin konusu olan risklerin önlenmesi dar anlamda sosyal güvenliğin konusu
ve amacı değildir. Sosyal güvenliğin konusu, gelir azalması, gelir kesilmesi
veya gider artışı doğurabilecek belirli risklerin sonuçlarına karşı güvenlik
sağlamaktır.
Sosyal
güvenlik hakkı, sosyal adalet ilkesi ile ilintilidir. Anayasa Mahkemesi’nin
1982 Anayasasından önceki dönemdeki içtihatlarında da kolaylıkla bu bağlantı tespit
edilebilmektedir. Yüksek Mahkeme’ye göre, Anayasa’da tanımı yapılmamış olsa da,
sosyal adalet ilkesi, Anayasa’nın ilkeleri gözetilerek anlamlandırılmalıdır.
Sosyal adalet ilkesi belirlenirken, konu yalnızca işçilerin hakları bakımından
değil, işçinin yanında işveren ve toplumun diğer fertlerini de göz önüne
alınmalıdır (Yusuf Şevki Hakyemez, Hukuk ve Siyaset Ekseninde Anayasa
Mahkemesinin Yargısal Aktivizmi ve İnsan Hakları Anlayışı, Ankara, 2009, s.297).
Sosyal
adalet ilkesi ve dolayısıyla sosyal güvenliik hakkı Türkiye Cumhuriyeti’nin
sosyal hukuk devleti olması ile ilgilidir. Gerek 1961 Anayasasında gerek 1982
Anayasasında “sosyal bir hukuk devleti” olgusu, Türkiye Cumhuriyeti’nin temel
bir niteliği olarak belirtilmiştir. Genel olarak sosyal devlet, herkesin
mutluluğu ve toplumun refahı amacıyla, vatandaşların sosyal durumlarıyla
ilgilenen ve onlara asgari bir yaşam düzeyi sağlama görevi olan, bunu sosyal
adalet ilkelerine göre yerine getirmesi beklenen devleti anlatmaktadır (Ergun
Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, 6. Bası, Ankara, 2000, s.123 )
Anayasa
Mahkemesi kurulduğu 1962 yılından bu yana pek çok kararında sosyal devleti
açıklamış ve niteliklerini belirtmiştir. Yüksek Mahkeme’nin 1961 Anayasası
döneminde ortaya koyduğu sosyal devlet, insan hak ve hürriyetlerine saygı
gösteren, bireyin huzur ve refahını gerçekleştiren ve teminat altına alan, kişi
ile toplum arasında denge kuran, emek ve sermaye ilişkilerini dengeli olarak
düzenleyen, özel teşebbüsün güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayan,
çalışanların insanca yaşaması ve çalışma hayatının kararlılık içinde gelişmesi
için sosyal, iktisadî ve malî tedbirler alarak çalışanları koruyan, işsizliği
önleyici ve millî gelirin, adalete uygun biçimde dağılmasını sağlayıcı
tedbirler alan devlettir (Anayasa Mahkemesi Kararı 26-27.9.1967, E.1963/336,
K.1967/29 ayrıca aynı yöndeki kararlar 19-20.10.1967, E.1963/337, K.1967/31;
23-25.10.1969, E.1967/41, K.1969/57; 23.5.1972, E.1972/2, K.1972/28; 17/10/1972, E.1972/16, K.1972/49; 18/3/1976, E.1975/198,
K.1976/18).
Anayasa Mahkemesi, 1982 Anayasası döneminde verdiği bazı kararlarında
da bu unsurlara yer vermiştir. “Sosyal hukuk
devleti, insan haklarına dayanan, kişilerin huzur, refah ve mutluluk içinde
yaşamalarını güvence altına alan, kişi hak ve özgürlükleriyle kamu yararı
arasında adil bir denge kurabilen, çalışma hayatını geliştirmek ve ekonomik
önlemler alarak çalışanlarını koruyan, onların insan onuruna uygun hayat
sürdürmelerini sağlayan, milli gelirin adalete uygun biçimde dağıtılması için
gereken önlemleri alan, sosyal güvenlik hakkını yaşama geçirebilen, güçsüzleri
güçlüler karşısında koruyarak sosyal adaleti ve toplumsal dengeleri gözeten
devlettir. Çağdaş devlet anlayışı, sosyal hukuk devletinin tüm kurum ve
kurallarıyla Anayasa’nın özüne ve ruhuna uygun biçimde kurularak işletilmesini,
bu yolla bireylerin refah, huzur ve mutluluğunun sağlanmasını gerekli kılar.
(Anayasa Mahkemesi Kararı 31.10.2008, E.2007/64, K.2008/154)
Dolayısıyla Anayasa Mahkemesi Türkiye Cumhuriyeti’nin temel
niteliklerinden olan “sosyal hukuk devleti”nin özünü temelde aynı görmektedir.
Sonuç olarak Anayasa Mahkemesi çok eski kararlarında da yeni
kararlarında da “sosyal devlet” ilkesini yasaların Anayasaya uygunluğunun
denetlenmesinde ölçü normlarından biri olarak değerlendirmiştir. Anayasa
Mahkemesi 1963/138 esas ve 1964/71 sayılı kararında, bu ilkenin yasamayı “Anayasaya
uygun düzenleme” açısından bağladığını ortaya koymuştur. Anayasa Mahkemesi yeni
tarihli kararlarında da bu yaklaşımını sürdürmüştür.
Anayasanın “insan haklarına saygılı sosyal bir hukuk devleti” ilkesi
konumuz açısından özellikle önemlidir. Anayasa
Mahkemesi 2015/67 Esas ve 2016/21 sayılı kararında sosyal devlet ilkesinin
geniş bir yorumunu yaparak bu yönde devletin sosyal hakları geliştirme
yükümlülüğü olduğunu vurgulamıştır. Kararda sosyal hukuk devleti “…insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren”, kişi hak ve özgürlükleriyle kamu yararı arasında adil bir denge
kurabilen, çalışma hayatını geliştirmek ve ekonomik önlemler alarak
çalışanlarını koruyan, onların insan onuruna uygun hayat sürdürmelerini
sağlayan…” “güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak sosyal adaleti ve
toplumsal dengeleri gözeten” olarak tanımlanmıştır.
Yasama organı, yasama faaliyetinde Anayasa’da
düzenlenen”sosyal devlet” ilkesini sosyal haklarla ilgili yasal düzenlemeler
yaparken de esas almak zorundadır.
6740 sayılı Kanunun 1. maddesinin 1.
fıkrasında zorunlu özel emekllik sigortası 5510 Sayılı Kanunun 4(a) ve 4(c)
kapsamındaki sigortalılarla sınırlı olarak düzenlemiştir. Sosyal hukuk
devletinin özellikleri arasında sosyal adaleti sağlamak da bulunmaktadır.
Öncelikle bu kesimler Anayasa’nın 60. Maddesinde kaynağı bulunan ve 5510 Sayılı
Yasanın 81. Maddesi çerçevesinde gelirlerinden yüzde 20 oranında emeklilik
sigortası primi ödemektedirler. Bunun yanında diğer riskler için de ayrıca
primler ödemektedirler. Toplamda ücret ve maaşlardan kesilen primlerin toplamı ücretliler
için brüt ücretlerinin % 33,5 oranındadır. Bu kadar yüksek bir prim kesinti
oranında prim ödeyen bu kesimlere ek bir prim yükü getirilmesi, sosyal güvenlik
hakkı kapsamında çalışma hayatında aktif olarak ücret ve maaş geliri elde
edenler açısından ikinci bir prim kesintisi anlamına gelir. Bu da zorunlu prim
olması nedeniyle tıpkı “çifte vergiledirme”nin Anayasa’ya aykırı olması gibi
aynı faaliyet için ikinci bir prim ödeme zorunluluğu anlamına gelmektedir. Öte
yandan 6740 sayılı Yasanın kapsamına gelir düzeyi yüksek olan kesimler dahil
edilmemiştir. Bir diğer deyişle işverenler ve kendi hesabına çalışanlar yasanın
kapsamına alınmamıştır. Ücretiyle yaşayanların kapsama alındığı bu düzenleme
gelir dağılımını olumlu yönde düzenleyici bir yasal düzenleme değildir. Ücret
ve maaşıyla yaşayanların aylık gelirlerinden % 3 oranında ek bir prim kesintisi
yapılırken işverenlere ve kendi hesabına çalışanlara yönelik böyle bir
yükümlülüğün getirilmemesi de sosyal adalet ilkesine aykırılık teşkil
etmektedir. Devletin görevi toplumun gelir düzeyi yüksek kesimlerinden gelir
düzeyi düşük kesimlerine yönelik gelir dağılımını düzenleyici sosyal adalet
ilkesini hayata geçirecek düzenlemeleri hayata geçirmektedir. Oysa burada
yapılan sadece farklı sosyal kesimler arasında olumsuz gelir transferi
sağlanması değildir. Aynı zamanda bu zorunlu bireysel özel emeklilik sistemi,
özünde geciktirilmiş bir ücret olmasına rağmen işverenlere herhangi bir
sorumluluk getirilmeyerek işverenlerin yükümlülüğü ortadan kaldırılmıştır. Yine
bu sistem ile ücretli ve maaşlı kesimler arasında da olumsuz yönde gelir
transferi mekanizmaları düzenlenmiştir. Sisteme devlet katkısı tanımlanırken
ikili bir devlet katkısı düzenlenmiştir. Buna göre zorunlu bireysel özel
emeklilik sigortası kapsamında olanlara sisteme katıldıkları yıl sonunda bir
defaya mahsus 1,000 TL. verilecektir. Yine 4632 Sayılı Yasanın ek birinci
maddesindeki usul ve esaslarla sigortalının sistemde kalma süresine göre
(zorunlu bireysel özel emeklilik sigortasında zorunlu olarak 10 yıl) primlerin
% 25’i oranında bir katkı belirlenmiştir. Bu katkının üst sınırı olarak da
yıllık asgari ücretin tavanını aşamayacağı düzenlenmiştir. İkinci katkı ise on
yıl sonunda emeklilik hesabında biriken toplam meblağın tümünün üzerinden % 5
oranında bir katkı tanımlanmıştır. Bu devlet katkısı sistemi bir çok açıdan
sosyal adalete aykırıdır. Her şeyden önce kamusal sosyal güvenlik sisteminde bu
yönde bir devlet katkısı bulunmamasına rağmen bireysel özel emeklilik sistemine
bu devlet katkısının verilmesi vergi ödeyen düşük gelirli yurttaşların
vergilerinin yüksek gelirli kesimlere aktarılması anlamına gelmektedir. Yine
sistem içerisine alınan düşük gelirli (asgari ücretlilere) ödenecek devlet
katkısı ile yüksek gelirlilere ödenecek devlet katkısı arasında yüksek
gelirliler lehine ayrım yapılmıştır. Bu da sosyal adaleti tersinden uygulamak
anlamına gelmektedir.
Yine bu zorunlu bireysel özel emeklilik
sigortasında nimet külfet esası terkedilmiş ve sosyal sigortacılık mantığı yok
edilmiştir. Sosyal sigortacılık mantığına göre fayda ve maliyet esası
sigortalıların belli bir dönem prim ödeyerek gelir yoksunluğuna uğradıkları
dönem için yaşamlarını idame ettirebilecekleri sürekli bir gelir elde
etmeleridir. Devletin emeklilik riskine karşı uygulaması gereken sistemde
asgari bir prim ödeme süresi saptanarak bu sürenin sonunda kişiye aylık bir
gelir bağlanması söz konusu olur. Ödenen aylık gelirin bir süre sınırı
bulunmaz. Ancak 6740 Sayılı Yasa ile getirilen bu sistemde sigortalıya sadece
iki hak tanınmıştır. Bunlardan ilki toptan ödeme almaktır. Bir diğeri ise
sigorta fonundaki bireysel birikiminin miktarı kadar aylığa bölüp ortaya çıkan
süre boyunca bu aylığı ödemektir. Dolayısıyla sistem bir sosyal güvenlik
sistemi olarak tanımlanmamış, tabiri caizse sadece devlet zoruyla özel bir
tasarruf fonu sistemi kurulmuştur. Bu da sosyal hukuk devleti ilkesini ve
sosyal adaleti zedeleyici bir düzenlemedir.
Son olarak bu düzenleme ücret ve maaş
gelirlerinden kesilen bu primleri ve birikimi korumamaktadır. Bu güvencesizlik
iki boyutludur. Birincisi işverenlerin ücretlilerin bu primlerini yatırmaması
halinde öngörülen cezada adaletsizliktir. Bunun tespiti halinde işverene sadece
prim ve olması gereken faizi ödeme yükümlüğü getirilmektedir. Ayrıca her bir
çalışan için de 100 TL. idari para cezası öngörülmüştür. Faiz oranlarının
yüksek olduğu bir ortamda işverenler açısından bu cezaların suçu önleyici bir
caydırıcılığı bulunmamaktadır. Aynı şekilde eğer işveren iflas ederse veya
ödeme acziyetine düşerse ne olacağı belirtilmemiştir. Bir başka deyişle bu tür
durumlarda devlet garantisi bulunmamaktadır. Kişinin kendi iradesi dışında
böyle bir sisteme kanun aracılığıyla dahil edilmesine rağmen kişinin
birikiminin korunmaması sosyal hukuk devleti ilkesine açık aykırılık teşkil
etmektedir. İkinci olarak sosyal sigorta mantığı primli rejimde özellikle
emeklilik sigortasında kişinin gelirden yoksun kaldığı ihtiyarlık veya yaşlılık
döneminde kişiye yaşamını idame ettirecek sürekli bir gelir bağlanarak yaşlılık
riskine karşı yurttaşı korumayı amaçlar. Bu çerçevede kişinin birikimlerinden
bağımsız olarak sosyal güvenlik sistemi aktif sigortalılardan toplanan primleri
pasif sigortalılara aktarır. Bu sistemde toplanılan primlerin ekonomik
risklerden uzak tutulması esastır. Ekonomik kriz dönemleri veya olağanüstü
ekonomik çalkantılarda sermaye piyasaları gibi spekülatif para hareketlerinden
etkilenmeyecek korunaklı yatırım araçlarında bu primler değerlendirilir. Sosyal
hukuk devletinin görevi yurttaşlarının bu birikimlerini korumak ve
yurttaşlarına gelir güvencesi sağlamaktır. Gönüllülüğe dayalı özel emeklilik
sigortalarında sözleşme hürriyeti kapsamında yapılan bir irade beyanına dayalı
bir sözleşme ile sisteme girildiğinden bu tür ekonomik risklerin sonuçları kişi
açısından ve şirket açısından önceden iradelerinin beyanı ile öngörülmüştür. Bu
durum sözleşme hürriyeti kapsamındadır. Bu çerçevede yatırılan primlerin
ekonomik riskler karşısında erimesi, hatta yok olması bile bu hürriyet
kapsamında her iki tarafça imzalanmış sözleşme şartları çerçevesinde ele
alınır. Oysa 6740 Sayılı Kanun ile getirilen zorunlu özel bireysel emeklilik
sigortasında sigortalı olarak tanımlanan taraf kendi irade beyanı ile bu sözleşmeyi
imzalamadığı gibi işverenince imzalanmış bir sözleşmeye tabi kılınmaktadır.
Dolayısıyla bu düzenlemeyi sözleşme hürriyeti kapsamında ele almak mümkün
olmadığı gibi bu sözleşmenin sonuçları açısından da sigortalıyı sorumlu tutmak
sosyal hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz.
Yukarıda belirtilen nedenlerle 10
Ağustos 2016 Tarihli ve 6740 Sayılı “Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım
Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 1. Maddesi ile 4632
Sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununa eklenen Ek Madde
2’nin Birinci Fıkrasında Yer Alan “Türk vatandaşı
veya 29/5/2009 tarihli ve 5901 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanununun 28
inci maddesi kapsamında olup kırk beş yaşını doldurmamış olanlardan 31/5/2006
tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 4
üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) ve (c) bentlerine göre çalışmaya
başlayanlar, işverenin bu Kanun hükümlerine göre düzenlediği bir emeklilik
sözleşmesiyle emeklilik planına dâhil edilir.” cümlesi
sosyal hukuk devleti ilkesine aykırı olması ve sosyal adaleti bozucu sonuçlara
yolaçtığı için Anayasanın 2. maddesinde yer alan sosyal hukuk devleti ilkesine
aykırıdır, iptali gerekir.
Birleşmiş Milletler Genel
Kurulu'nun 10 Aralık 1948 tarihinde kabul ettiği İnsan Hakları Evrensel
Bildirisin’in 22. maddesi, “Herkesin, toplumun bir üyesi olarak, sosyal
güvenliğe hakkı vardır. Ulusal çabalarla ve uluslararası işbirliği yoluyla ve
her devletin örgütlenmesine ve kaynaklarına göre, herkes onur ve kişiliğinin serbestçe
gelişim için gerekli olan ekonomik, sosyal ve kültürel haklarının
gerçekleştirilmesi hakkına sahiptir.” denilmektedir. 22. Madde Bildirinin 23. Maddesi
ile beraber yorumlandığında bireylerin sahip olduğu ekonomik, sosyal ve
kültürel haklar bağlamında sosyal güvenliğe daha geniş bir bakış açısı kazandırılmaktadır.
Böylece sosyal güvenlik kişiye sadece ekonomik güvence sağlamakla yetinmeyip,
insan onurunun korunması ve kişiliğinin geliştirilmesi fonksiyonunu da
üstlenmiştir. Bildirinin 25. maddesi sosyal güvenlik hakkının özlü bir
ifadesini vermektedir: “1. Herkesin kendisinin ve ailesinin sağlık ve refahı
için beslenme, giyim, konut ve tıbbi bakım hakkı vardır. Herkes, işsizlik,
hastalık, sakatlık, dulluk, yaşlılık ve kendi iradesi dışındaki koşullardan
doğan geçim sıkıntısı durumunda güvenlik hakkına sahiptir. /2. Anaların ve
çocukların özel bakım ve yardım görme hakları vardır. Bütün çocuklar, evlilik
içi veya evlilik dışı doğmuş olsunlar, aynı sosyal güvenceden yararlanırlar”. Aynı
zamanda Bildirinin bu maddesi, kişiye hem yeterli bir yaşam düzeyine sahip olma
hakkını, hem de bazı risklere karşı özel bir koruma isteme hakkını
tanımaktadır.
28.06.1952 tarihinde kabul edilen
102 sayılı “Sosyal Güvenliğin Asgari Normları Hakkında Sözleşme”[1], sosyal sigortalarla
sosyal yardımların genel esaslarını düzenlemiş ve sosyal güvenlik sisteminin
kapsamına alınacak riskleri, hastalıkta tıbbi yardım, hastalıkta parasal
yardım, işsizlik, yaşlılık, iş kazası ve meslek hastalığı, analık, sakatlık
(malullük), ölüm ve aile yardımları olarak belirtmiştir. Sözleşmeyi
onaylayacak devletin bu risklerden en az üçüne karşı güvence vermesi aranmış;
iş kazası ve meslek hastalığı, işsizlik, yaşlılık, sakatlık ve ölüm
risklerinden en az birisinin güvence verilecek üç sosyal risk arasında
bulunması zorunlu tutulmuştur.
Söz konusu uluslararası
sözleşmelerden sonra kamusal sosyal güvenlik sistemleri bütün dünyada gelişmeye
başlamış ve kapsamlı kamu sosyal güvenlik rejimleri ortaya çıkmış, 1980’li
yılların başından itibaren kamu sosyal güvenlik sistemlerinde yaşanan değişimle
bazı ülkelerde kamu sosyal güvenlik sistemlerinin yerine özel emeklilik
sigortaları hayata geçirilmiştir.
Bireysel emeklilik, kamu sosyal güvenlik sistemini
tamamlayıcı nitelikte, zorunlu kamu sosyal güvenlik rejimleri yanında ve onlara
ek olarak bireylerin gönüllü katılımı ve belirlenmiş katkı esaslarına dayanan
özel sigorta tekniğinin dahil edilme yöntemi olmaktadır. Bireysel Emeklilik
Sistemi'nin amacı, bireylerin emekliliğe yönelik tasarruflarının yatırıma
yönlendirilmesiyle emeklilik döneminde ek bir gelir sağlanarak refah
düzeylerinin yükseltilmesi, ekonomiye uzun vadeli kaynak yaratarak istihdamın
artırılması ve ekonomik kalkınmaya katkıda bulunulmasıdır.
Model, özü itibariyle, yaşlılık sosyal riskine karşı
güvenceyi, bireyin kendi sorumluluk alanına bırakmaktadır. Söz konusu güvence
ise, bireyin yapacağı tasarruflarla sağlanacaktır. Bu tasarrufların, sosyal yön
ve amacı dışında, oluşan fonların, sermaye birikimi ve bunun yatırımlara
yönlendirilmesi nedeniyle çok önemli bir ekonomik boyutu da vardır. Bireysel
tasarrufların oluşturduğu fonların, bir yandan sosyal güvence (emekli aylığı)
sağlama, öbür yandan ekonomik ve mali işlevlerini yerine getirebilmesi, sosyal
sigortadan kesin çizgilerle ayrılan özel sigorta tekniğinin benimsenmesine
bağlıdır. Böylece, sosyal güvenlik alanında, sosyal sigorta ve özel sigorta
teknikleri birlikte uygulanmaktadır.
Ülkemizde de 28.3.2001 tarih ve
4632 sayılı kanunla yürürlüğe konulan “Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım
Sistemi”, Türkiye sosyal güvenlik sistemine, bireysel tasarrufa ve özel sigorta
tekniğine dayalı, emeklilik fon sistemi hayata geçirilmiştir. Bireysel Emeklilik
Fon Sistemi, diğer ülkelerde olduğu gibi, sistemin ikinci basamağını
karşılamaktadır. Bu sistemle ilgili kanunun amacı kamu sosyal güvenlik
sisteminin tamamlayıcısı olarak, bireylerin emekliliğe yönelik tasarruflarının
yatırıma yönlendirilmesi ile emeklilik döneminde ek bir gelir sağlanarak refah
düzeylerinin yükseltilmesi ekonomiye uzun vadeli kaynak yaratarak istihdamın
artırılması ve ekonomik kalkınmaya katkıda bulunulmasını sağlaması için
gönüllü katılıma dayalı ve belirlenmiş katkı esasına göre oluşturulan bireysel
emeklilik sisteminin düzenlenmesi ve denetlenmesidir. Bir başka deyişle, ülkemizde
hayata geçirilen özel emeklilik sisteminde “Önceden belirlenmiş katkı (prim)”
modeli belirlenmiştir. Bağlanacak aylıkların miktarı konusunda, önceden herhangi
bir yükümlülük altına girilmemektedir. Sisteme dahil olanlar, gönüllü olarak
sisteme dahil oldukları için fonların değer yitirme riskini önceden kabul
etmişlerdir. 2012
yılında sisteme 6327 Sayılı Yasanın 29. Maddesi ile devlet katkısı
getirilmiştir. Ancak bu değişiklik de, sisteme daha fazla prim ödeyebilme
kabileyetinde olan üst ve orta üst gelir gruplarının çıkarına işlediğinden
dolayı negatif gelir transferi olarak tanımlanmış ve sosyal adalet ölçütünü
zedeleyici bir unsur olarak karşımıza çıkmıştır.
6740 sayılı yasa ile getirilen
sistem zorunluluk temelinde oluşturulmuştur. Yasa ile zorunlu bireysel emeklilik
sisteminin kişiler açısından kapsamı 45 yaş altı bütün ücretli ve maaşlı
sigortalılar olarak tanımlanmış ve Türkiye’de ilk defa olarak zorunlu özel
emeklilik sigortası sisteminin Yasanın yürürlüğe gireceği 01.01.2017 tarihinden
itibaren bu yasa çerçevesinde hayata geçirilmesine olanak sağlanmıştır. BES bir
emeklilik programı değil uzun vadeli bir bireysel tasarruf sistemidir.
6740 Sayılı Yasanın 1. maddesi ile 4632 Sayılı Bireysel Emeklilik
Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununa eklenen Ek Madde 2’nin birinci fıkrasında
yer alan “Türk vatandaşı veya 29/5/2009 tarihli ve 5901 sayılı Türk
Vatandaşlığı Kanununun 28 inci maddesi kapsamında olup kırk beş yaşını
doldurmamış olanlardan 31/5/2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve
Genel Sağlık Sigortası Kanununun 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) ve
(c) bentlerine göre çalışmaya başlayanlar, işverenin bu Kanun hükümlerine göre
düzenlediği bir emeklilik sözleşmesiyle emeklilik planına dâhil edilir.”
cümlesi Anayasanın 60. maddesinde yer alan sosyal sosyal güvenlik hakkı ile
çelişmektedir.
Yukarıda da ayrıntılı olarak açıklandığı üzere, sosyal güvenlik hakkı,
ikinci kuşak insan haklarındandır. Sosyal güvenlik hakkı, niteliği itibarı ile
ekonomik ve sosyal haklar arasında yer alan bir haktır. Sosyal güvenlik hakkı,
insan haklarına dair bütün milletlerarası belgelerde kabul edilen bir insan
hakkıdır.
Ekonomik ve sosyal bir hak olarak sosyal güvenlik hakkı devlete bu
hakkı hayata geçirmek için gereken tedbirleri almak ve teşkilatı kurmak gibi
bir yükümlülük yükler. Sosyal güvenlik hakkı bu anlamda pozitif statü hakları
arasında yer alır. Devlete sosyal güvenliği sağlama gibi bir görev yükler.
Sosyal güvenlik bu anlamda insanlar için bir hak, devletler için ise bir ödev,
bir yükümlülüktür. Sosyal güvenlik hakkı kişilere devletten sosyal güvenliğini
sağlamak için gereken yapmayı talep etme hakkı verir.
1982 Anaysasının 60. maddesi Sosyal Güvenlik Hakkı Anayasamızın 60.
Maddesinde düzenlenmiştir, bu düzenlemeye göre herkes, sosyal güvenlik hakkına
sahiptir. Devletin, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alması ve
teşkilatı kurması gerekir. Bir başka deyişle, Devlet sosyal güvenlik hakkını
hayata geçirmek üzere kanuni düzenlemeleri yapmak, kanunların uygulama
esaslarını tüzük ve yönetmelikler çıkararak düzenlemekle ve herkesin sosyal
güvenliğini sağlayacak tedbirleri almakla yükümlüdür.
Bu yükümlülük Anayasa Mahkemesi’nin içtihatlarında da
tanımlanmıştır. “Anayasa'nın 60. maddesinde, herkesin, sosyal güvenlik
hakkına sahip olduğu, Devletin, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri
alacağı ve örgütü kuracağı kurala bağlanmıştır. Bu maddeye göre, sosyal
güvenlik herkes için bir hak ve bunu gerçekleştirmek ise Devlet için bir
görevdir. Sosyal güvenlik hakkı, sosyal sigorta kuruluşlarınca kendi
kuralları çerçevesinde yerine getirilir. Sosyal güvenliğin ve sigortanın varlık
nedeni sosyal risklerin karşılanmasıdır. Devletin Anayasa'da güvence altına
alınan sosyal güvenlik haklarının yaşama geçirilmesi için gerekli önlemleri alması,
sosyal güvenlik politikalarını bilimsel verilere göre belirlemesi ve bunun için
gerekli yasal düzenlemeleri yapması doğaldır. Nesnel ve sürekli kurallarla
sağlam ve sağlıklı temellere oturtulmayan bir sosyal güvenlik sisteminin
sürdürülebilir olması düşünülemez. Bu düzenin korunması Anayasa'nın 60.
maddesinde yer alan sosyal güvenlik hakkının güvenceye alınması için de
zorunludur.” (Anayasa Mahkemesi Kararı E: 2011/42, K: 2013/60; E. 2006/111, K: 2006/112, 30.12.2006/26392 5. Mükerrer)
Bu çerçevede 6740 Sayılı
Yasanın 1. maddesi ile 4632 Sayılı Kanununa eklenen Ek Madde 2 ile getirilen ve
45 yaşın altında ilk defa sigortalı olarak çalışmaya başlayanlar ile halen
sigortalı olarak çalışan ve 45 yaşın altında olan ücretli ve maaşlı
çalışanların çalıştıkları işverenlerce oluşturulaak işyeri bazlı bireysel
emeklilik sistemine dahil edilmesi ve bu kesimlerin ücret ve maaşlarından 01.01.2017
tarihinden itibaren %3 oranında prim kesintisi yapılması ve asgari 10 yıl
boyunca kesilecek primlerinin de 4632 Sayılı Yasa kapsamında kurulan özel
emeklilik sigorta şirketlerince oluşturulacak bireysel emeklilik hesaplarında
değerlendirileceği yeni bir sistem yürürlüğe konulacaktır. Bu yeni sistem özel
hukuk kurallarına bağlı bir sistem olarak düzenlenmiştir. Bu sistem yukarıda
belirtilen kesimler için zorunlu olarak katılımı düzenlenmiş bir sistemdir. Bu
sistem devletin koruyucu ve garantörü olduğu bir sistem değildir. Bu şirketler
tarafından değerlendirilecek olan primlere ilişkin bir garanti bulunmamaktadır.
Özünde özel emeklilik sistemi olarak tanımlanmış bu sistemin ana kuralı olan
gönüllülük esası terkedilerek, devlete olumlu edim yükümlülüğü getirilmiş olan
sosyal güvenlik sistemine ek bir sistem olarak tasarlanmıştır. Bu sistem özünde
sosyal güvenlik sisteminin bir parçası değildir. Sosyal güvenlik açısından
yapılan düzenlemelerde çalışanların korunması için oluşturulan primli
rejimlerde çalışanın, işverenin ve devletin de katkısının da bulunması
gerekirken bu oluşturulan sistemde hem işverenler çalışanları açısından prim
ödeme yükümlüsü olarak tanımlanmamışlar, hem de bir toplumsal kesim olarak bu
sistemin dışında tutulmuşlardır. Bu çerçevede Anayasa’nın 60. Maddesiyle
düzenlenmiş olan devlet yükümlülüğünde ve uhdesinde olması gereken zorunlu kamu
sosyal güvenlik sisteminin yerine geçecek bir model ihdas edilerek ücretli
çalışanlardan zorunlu olarak ikinci bir prim kesintisi de yaplan bir model
kurulmuştur. Bu bakımdan yapılan düzenleme Anayasa’nın 60. Maddesine aykırılık
teşkil etmektedir.
Anayasamızın 60. Maddesi
ile getirilmiş olan bu olumlu edim yükümlülüğünün sınırı olarak özel hukuk
kurallarına göre sosyal güvenlik kurumlarının da devletin gözetim ve
denetiminde faaliyet gösterebileceği belirtilebilir. Nitekim bu sınırın da Anayasa'nın
65. maddesinde, belirtildiği vurgulanabilir. Söz konusu madde’de Devlet'in,
sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin
amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek, mali kaynaklarının yeterliliği
ölçüsünde yerine getireceği belirtilmiştir. Ancak, bu kural Devlet'e, Anayasa
Mahkemesi kararlarında da vurgulandığı gibi, yurttaşlar için hak, kendisi için
ödev olan sosyal güvenliği sağlama görevini yerine getirirken, sosyal
sigortacılığın teknik gereklerine uygun kimi sınırlamalar yapma hakkı
tanımakta, sosyal güvenlik hakkını kullanılamayacak duruma getiren önlemler
alma yetkisi vermemektedir. Bir başka deyişle yapılan düzenleme bireylerin
hakkının özüne dokunan nitelikte bir düzenlemedir. Yapılan düzenleme
neticesinde bireyler sosyal güvenlik hakkından etkin yararlanamayacak ve hatta
sosyal güvenlik hakkını kullanmaz hale geleceklerdir.
Yukarıda belirtilen nedenlerle 10
Ağustos 2016 Tarihli ve 6740 Sayılı “Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım
Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 1. Maddesi ile 4632
Sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununa eklenen Ek Madde
2’nin Birinci Fıkrasında Yer Alan “Türk vatandaşı
veya 29/5/2009 tarihli ve 5901 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanununun 28
inci maddesi kapsamında olup kırk beş yaşını doldurmamış olanlardan 31/5/2006
tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 4
üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) ve (c) bentlerine göre çalışmaya
başlayanlar, işverenin bu Kanun hükümlerine göre düzenlediği bir emeklilik
sözleşmesiyle emeklilik planına dâhil edilir.” cümlesi
Zorunlu Özel Emeklilik Sigortası aracılığıyla gönüllü olması gereken özel
emeklilik sigortası zorunlu bir sosyal güvenlik rejimi haline dönüştürdüğünden
devletin olumlu edim yükümlülüğü çerçevesinde sosyal güvenlik rejiminin kamusal
olması zorunluluğuna aykırı bir yasal düzenleme olduğu için Anayasının 60.
maddesinde yer alan sosyal güvenlik hakkı ve yükümlülüğüne aykırıdır, iptali
gerekir.
6740 sayılı Kanun 1. maddesi
ile 4632 Sayılı Kanuna eklenen Ek Madde 2’nin 1. fıkrasında düzenlenen zorunlu
özel bireysel emeklilik sigortası Anayasanın eşitlik ve ayrımcılık yasağı
ilkesini de ihlal etmektedir. Anayasa'nın 10.
maddesinde, herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasal düşünce, felsefi inanç,
din, mezhep ve benzeri nedenlerle ayırım gözetilmeksizin yasa önünde eşit
olduğu belirtilmiştir.
Anayasa Mahkemesi'nin
birçok kararında da açıklandığı gibi, yasa önünde eşitlik, hukuksal durumları
aynı olanlar için söz konusudur. Eşitlik ilkesi ile eylemli değil, hukuksal
eşitlik öngörülmektedir.
Eşitlik
ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalarca aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak ve
kişilere yasa karşısında ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu
ilkeyle, aynı durumda bulunan kişi ve topluluklara ayrı kurallar
uygulanarak yasa karşısında eşitliğin
zedelenmesi önlenmiştir. Anayasa'da öngörülen
eşitlik ilkesi gereğince,
nitelikleri ve durumları özdeş olanlar için değişik kurallar konulamaz.
Anayasa
Mahkemesi'nin 06.01.2005 günlü, E.2001/479, K.2005/1 sayılı kararında belirtildiği gibi,
Anayasa'nın 2. ve 60. maddeleri uyarınca, Devlet'çe, sosyal güvenliğin ve sosyal adaletin
sağlanmasına elverişli ortamın yaratılması ve bu anlamda sosyal güvenlik alanında getirilecek bir haktan,
aynı sosyal güvenlik kurumu içinde yer
alan ve temelde birbirine yakın konumda bulunan tüm sigortalıların ”dengeli ve makûl” ölçüler içinde yararlanmalarını
öngören düzenlemelerin gerçekleştirilmesi
gerekmektedir.
Yine bu
kararda, aynı sosyal güvenlik sistemi içinde bulunan, aynı sosyal risklere karşı asgari ölçüde güvence
altına alınan ve aynı kurallara bağlanan sigortalıların
aynı hukuksal statü içinde özdeş durumda bulunan kişiler olduğu, aynı durumdaki kişilerin, yasanın öngördüğü haklardan
aynı esaslara göre yararlandırılmalarının ise eşitlik ilkesinin
gereği bulunduğu açıklanmıştır.
6740 Sayılı Yasa ile
yapılan düzenleme ise bu ilkeyle bağdaşmayacak birden çok hüküm ve durum
içermektedir. Bunlar sırasıyla şu şekildedir:
1. 6740 Sayılı Yasa ile
yapılan düzenlemede sadece 5510 Sayılı Yasanın 4(a) ve 4(c) maddelerine göre
sigortalı sayılanlar için zorunlu özel bireysel emeklilik sigortasına tabiyet
söz konusu edilmiştir. Oysa 5510 Sayılı Kanunun 4(b) kapsamındaki işverenler ve
kendi hesabına çalışanlar herhangi bir gerekçe gösterilmeden yasal olarak aynı
statüde olmalarına ve aynı yasa kapsamında bulunmlarına rağmen zorunlu özel
bireysel emeklilik sigortasının kapsamı dışında bırakılmışlardır. Yine Yasa
tasarısının gerekçesinde ifade edildiği üzere bu yurttaşların tasarruf
etmelerini teşvik etme amacı taşıyorsa bu durumda kapsamdışı bırakılan kesimin
toplum geliir düzeyi yüksek olan kesimi olması, bir diğer deyişle bu düzenleme
kapsamında olması gereken tasarruf yapabilecek gelir düzeyinde olmalarına
rağmen yasa kapsamı dışında tutulmaları da kanun önünde eşitlik ilkesini
zedelediği gibi Anayasa’nın 10. Maddesinde yer alan “hiçbir kişiye,
aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz” kuralının da ihlal edildiğini
göstermektedir.
2. Yine 6740 Sayılı Yasa ile getirilen bu yeni
zorunlu özel bireysel emeklilik sigortası kapsam açısından Anayasa’nın 10. maddesinde
tanımlanan eşitlik ilkesiyle çelişmektedir. 6740 Sayılı Yasanın 1. maddesinin
birinci fıkrasında 5901 Sayılı Kanuna göre Türk Vatandaşı olan ve Yasanın yürürlüğe
girdiği tarihten itibaren 45 yaşını doldurmamış olan ücretli ve maaşlı olarak
çalışmaya başlayanlar veya bir başka deyişle ilk defa 5510 Sayılı Yasanın 4(a)
veya 4(c) kapsamında sigortalı olanlar bu yasa kapsamına alınmışlardır. Yine
6740 Sayılı Yasanın 2. Maddesi ile de Yasanın yürürlüğe girdiği tarih
itibariyle 45 yaşını doldurmamış ve halen 5510 Sayılı Yasanın 4(a) veya 4(c)
kapsamında sigortalı olarak çalışanlar da bu zorunlu özel bireysel emeklilik
sigortası kapsamına alınmışlardır.
Kanun önünde eşitlik ilkesi çerçevesinde aynı hukuki
statüde olan kişilere yönelik olarak farklı bir düzenleme yapılamayacağı
aşikardır. Burada hukuki statü 5510 Sayılı Yasa kapsamında olmak olarak
anlaşılmalıdır. Bu statüde olan kişiler arasında yaş koşuluna bağlı bir ayrım
yapılarak 45 yaşını doldurmuş kişilerin yapılan düzenlemenin dışında tutulması
bu kanun önüne eşitlik ilkesiyle uyuşmamaktadır. Özellikle 5510 Sayılı Yasa’da
2008 yılında yapılan değişiklikle emekliliğe hak kazanma açısından getirilen
yaş koşulunun 65 olduğu düşünülürse ücretli veya maaşlı çalışanların da bu yaş
haddine kadar çalışma zorunluluğu bulunmaktadır. Bu yaş koşulu da azami bir üst
sınır değildir. Dolayısyla kişi bu yaştan sonra da çalışmaya devam
edebilecektir. Nitekim, 2547 Sayılı Yüksek Öğrenim Kanunu çerçevesinde görev
yapan öğretim üyeleri için buyaş koşulu 75 yaşa kadar çıkabilmektedir. Bu
nedenle Bu yasanın yürürlüğe girdiği tarihten itibaren sigortalı olarak
çalışmaya başlayacaklar için 45 yaş koşulunun hiçbir bilimsel ve hukuki
altyapısının olduğu söylenemez. Nitekim Anayasa Mahkemesi çeşitli kararlarında
Kanun önünde eşitlik ilkesinden anlaşılması gerekeni ifade etmiştir.
“Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin
yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım
yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir” (AMK (2006), 15.12.2006 T.,
2006/ 111 E., 2006/ 112 K., ( RG, 30.12.2006, 26392)).
“Yasa önünde eşitlik ilkesi
hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur... Yasa önünde eşitlik,
herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez.
Durumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik
kuralları ve uygulamaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı
hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasada öngörülen eşitlik
ilkesi zedelenmez (AMK, 28.4. 2011 T., 2009/93 E., 2011 / 73 K. (RG, 15.10.2011, 28085)).
Bu kararlardan da görüleceği üzere 6740 Sayılı Yasa
ile getirilen bu yaş koşulu açıkça aynı hukuksal durumda olan kişiler açısından
bir ayrım yapmaktadır. Bu nedenle belirtilen gerekçelerle 6740 sayılı Kanunun
1. Maddesi ile 4632 Sayılı Kanuna eklenen Ek Madde 2’nin birinci fıkrasındaki
getirilen yaş koşulu Anayasanın 10. maddesine aykırıdır, iptali gerekir.
1982 Anayasası’nın mülkiyet
hakkını düzenleyen 35. maddesi “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir.
Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet
hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.” şeklindedir. Görüldüğü
üzere maddenin ilk fıkrası mülkiyet hakkını, ikinci fıkrası ise mülkiyet
hakkının sınırlanmasını düzenlemektedir.
Anayasa’nın benimsediği sosyal
devlet anlayışında ise, başlangıçta kişinin eşya üzerinde mutlak bir egemenliği
demek olan ve kutsal olarak kabul edilen mülkiyet hakkı, bu niteliğini
yitirmiş, mutlak ve sübjektif olarak düşünülen bu hak, mutlak olmayan bir
duruma dönüşmüş ve sosyal işlevleriyle sınırlanmıştır. Modern (karma) mülkiyet
anlayışı olarak da nitelendirilen sosyal mülkiyet anlayışında mülkiyet hakkının
iki temel yönü bulunmaktadır. Bunlardan birincisi mülkiyetin kişiye sağladığı
haklar, diğer ise kişiye yüklediği ödevlerdir. Hemen belirtmek gerekir ki
sosyal (karma=modern) mülkiyet anlayışında da özel mülkiyet kural, ödev ve sınırlandırma
ise istisnadır. Hakkın ödev yönü; bir yandan devlete mülkiyet hakkını kamu
yararı amacıyla sınırlandırma hakkı sağlar, diğer yandan ise malike hakkını
toplum yararına uygun olarak ve başkasına zarar vermeksizin kullanma
yükümlülüğü yükler.
Söz konusu mülkiyet hakkı,
dinamik bir unsur olarak, toplumun yapısından önemli ölçüde etkilendiği ve
devletten/devlete ya da aynı toplumda farklı dönemlerde büyük farklılıklar
gösterebildiği için hakkın, malike haklar sağlamakta ve ödevler yüklemektedir.
Mülkiyet hakkının malike sağladığı yetkilerin geniş, sınırlandırmaların ve
ödevlerin ise dar ve katı şekilde yorumlanması gerekmektedir.
Anayasa Mahkemesi, mülkiyet
hakkının malike tanıdığı haklar konusunda Roma hukukunun kabul ettiği yaklaşımı
benimseyerek mülkiyet hakkının, kişiye mülkü üzerinde kullanma, ondan
yararlanma ve onun hakkında tasarrufta bulunma imkanı verdiğini ifade
etmektedir.
35. madde ile mülkiyet hakkına
getirilen koruma sadece devletin müdahalelerini değil, günümüzün modern ve
karmaşık sosyal hayatının getirdiği diğer sosyal güçlerin (baskı ve menfaat
gruplarının, dernek ve şirketlerin) ve üçüncü kişilerin müdahalelerini de
kapsamaktadır. Bir başka ifadeyle, mülkiyet hakkına kamu idareleri dışındaki
kişilerce yapılan müdahaleler de 35. madde kapsamında korunur. Üstelik devlet
üçüncü kişilerin haksız müdahalelerine karşı mülkiyet hakkını korumakla
yükümlüdür. Bu anlamda devlet, bir taraftan kendi organları vasıtasıyla özel
mülkiyete haksız müdahalede bulunmamakla, diğer taraftan da üçüncü kişilerin
haksız müdahalelerini önlemekle yükümlüdür.
Sigortalılık statüsü de bir
mülkiyet hakkı doğurucu statüdür. Dolayısıyla kişilerin prim ödeme
yükümlülüğünü yerine getirdikleri takdirde parayla ölçülebilir bir değer olarak
bir mülkiyetten bahsedilebilir. Bu nedenle bu statünün sağlamış olduğu mülkiyet
hakkından yararlanmaları bir zorunluluktur.
6740 Sayılı Yasa ile getirilen
düzenleme sigortalılık statüsünün oluşmasında üçüncü bir kişi olarak işverene
verilen kurucu irade yetkisi ile sözleşmenin karşı tarafı olan sigorta
şirketlerinin bir kamu kurumu tarafından objektif kriterlerden yoksun serbest
olmayan bir biçimde seçilmesi olguları ile bu seçim sürecinde kişiye herhangi
bir kurucu iradenin tanınmamış olması kişinin mülkiyet hakkını kısıtlayıcı
niteliktedir ve Anayasa’nın 35. Maddesinde belirtilen kısıtlama ölçütlerine de
aykırılık taşımaktadır.
Yukarıda belirtilen nedenlerle
6740 Sayılı Yasanın 1. Maddesiyle getirilen ve ücretli ve maaşlı olarak çalışan
kesimlerin zorunlu olarak dahil edildiği zorunlu özel bireysel emeklilik
sistemi Anayasanın 35. Maddesine aykırıdır ve iptali gerekir.
6740
sayılı Kanunun 1. maddesinin 1. fıkrası ile ihdas edilen “zorunlu özel bireysel
emeklilik sigortasına” ücretli ve maaşlı olarak çalışan toplumsal kesimlerin
kendi iradeleri dışında dahil edilmesine ilişkin hüküm, Anayasanın 48. maddesinde
yer alan çalışma ve sözleşme özgürlüğü ve 38. maddesinde güvence altına alınan
mülkiyet hakkını ihlal eder niteliktedir.
Anayasanın
48. maddesi, “Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine
sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak serbesttir. Devlet, özel teşebbüslerin
millî ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürümesini,
güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır.” hükmünü
içermektedir.
10 Ağustos 2016 Tarihli ve 6740 Sayılı “ Bireysel Emeklilik
Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 1.
Maddesi ile 4632 Sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununa
eklenen Ek Madde 2’nin Birinci Fıkrasında Yer Alan “Türk vatandaşı
veya 29/5/2009 tarihli ve 5901 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanununun 28
inci maddesi kapsamında olup kırk beş yaşını doldurmamış olanlardan 31/5/2006
tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 4
üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) ve (c) bentlerine göre çalışmaya
başlayanlar, işverenin bu Kanun hükümlerine göre düzenlediği bir emeklilik
sözleşmesiyle emeklilik planına dâhil edilir.” Cümlesi ile halhazırda ücretli
veya maaşlı olarak çalışan yurttaşlarımız, kamusal sosyal güvenlik sistemine ek
olarak bu yasa ile özel emeklilik şirketlerine de prim ödeme yükümlüsü haline
getirilmişlerdir. Bu düzenleme ile ücretli veya maaşlı olarak çalışan
yurttaşlarımız kendi iradeleri dışında, başka bir irade tarafından imzalanmış
bir sözleşmenin öznesi haline getirilmişlerdir. Bu durum Anayasanın 48. maddesinde öngörülen serbestlik ilkesine aykırıdır.
Kanun koyucu, özünde iş sözleşmesinin yükümlülükleri dışında olan bir alan olan
sosyal güvenlik alanında iş ilişkisinin taraflarından biri olan işvereni,
zrunlu bireysel emeklilik sözleşmesinin tarafı olmamasına rağmen sözzleşmenin kurucu
öğesi olarak tanımlamış, ancak herhangi bir yükümlülük veya sorumluluk
yüklememiştir. Bireysel emeklilik sözleşmesinin tarafı olan işçi veya kamu
görevlisi, sözleşmenin tarafı olmasına ve sözleşmenin taraf olarak
yükümlülüklerini yerine getirmesine rağmen bireysel emeklilik şirketini seçme
hakkına, bu şirket ile yapılan sözleşmeyi sonlandırma hakkına sahip değildir.
Sözleşmenin tarafı olmayan bir üçüncü gerçek veya tüzel kşiye verilen bu özel
bir yetki sözleşme özgürlüğü ilişkisinin zedelendiğini göstermektedir. Yasa ile
işverenin sözleşme serbestisi iş hukukunun temel ilkesine aykırı bir biçimde
genişletilirken, işçinin sözleşme özgürlüğü fiilen sınırlanmaktadır. Bu
bakımdan anılan düzenleme Anayasanın 48. maddesine aykırıdır.
Yukarıda belirtilen gerekçelerle 10 Ağustos 2016 Tarihli ve 6740
Sayılı “Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un 1. Maddesi ile 4632 Sayılı Bireysel Emeklilik
Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununa eklenen Ek Madde 2’nin Birinci Fıkrasında
Yer Alan “Türk vatandaşı veya 29/5/2009 tarihli ve 5901 sayılı Türk
Vatandaşlığı Kanununun 28 inci maddesi kapsamında olup kırk beş yaşını
doldurmamış olanlardan 31/5/2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve
Genel Sağlık Sigortası Kanununun 4 üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) ve
(c) bentlerine göre çalışmaya başlayanlar, işverenin bu Kanun hükümlerine göre
düzenlediği bir emeklilik sözleşmesiyle emeklilik planına dâhil edilir.”
cümlesi Anayasanın 2., 10., 35., 48. ve 60. maddelerine aykırılık taşımaktadır,
iptali gerekmektedir.
3. 10 Ağustos 2016 Tarihli ve 6740 Sayılı “Bireysel Emeklilik Tasarruf
ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 1. Maddesi
ile 4632 Sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununa eklenen
Ek Madde 2’nin Birinci Fıkrasında Yer Alan “Müsteşarlıkça uygun görülen”
İbaresinin Anayasaya Aykırılığı
6740 sayılı Kanun 1. Maddesi ile 4632 Sayılı Kanuna eklenen Ek Madde
2’nin 1. fıkrasında düzenlenen “Müsteşarlıkça uygun görülen” ibaresi,
Anayasanın eşitlik ve ayrımcılık yasağı ilkesini de ihlal etmektedir.
Anayasa'nın 10. maddesinde, herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasal düşünce,
felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri nedenlerle ayırım gözetilmeksizin yasa
önünde eşit olduğu belirtilmiştir.
Anayasa Mahkemesi'nin birçok kararında da açıklandığı gibi, yasa
önünde eşitlik, hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Eşitlik
ilkesi ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmektedir.
Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalarca aynı
işleme bağlı tutulmalarını sağlamak ve kişilere yasa karşısında ayırım
yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda
bulunan kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında
eşitliğin zedelenmesi önlenmiştir. Anayasa'da öngörülen eşitlik ilkesi
gereğince, nitelikleri ve durumları özdeş olanlar için değişik kurallar
konulamaz.
6740 Sayılı Yasa ile yapılan düzenleme ise bu ilkeyle bağdaşmayacak
hüküm ve durum içermektedir. 6740 Sayılı Yasa ile yapılan düzenlemede sadece müsteşarlıkça
uygun görülen bireysel emeklilik sigortası şirketlerine zorunlu özel bireysel
emeklilik fonlarını işletme hakkı verilmiştir. Bu şirketlerin hangi kriterlere
göre belirleneceği ise Müsteşarlığın yetkisine bırakılmıştır. Ancak, 4632
Sayılı Yasanın 8. Maddesinde bu şirketlerin kuruluş koşulları belirtilmiş,
burada Bakanlığa ve müsteşarlığa bu koşulları karşılayıp karşılamadığını
incelemeye ve gözetim yapmaya ilişkin çeşitli yetkiler verilmiştir. Yine 9.
Maddesinde bu şirketlerin emeklilik sigorta şirketi olarak faaliyet
gösterebilmesi için yetkilendirme süreci ve ruhsat yükümlülüğü getirilmiştir.
Hal böyle iken 4632 Sayılı Yasanın 8. Maddesine göre kurulmuş ve 9. Maddesine
göre faaliyet ruhsatı almış bütün şirketlere eşit işlem yapılması gerekirken
bazı şirketlerin “zorunlu bireysel emeklilik sisteminden” dışlanması kanun
önünde eşitlik ilkesiyle uyuşmamaktadır. Çünkü bu şirketlerin kanuni olarak
bütün statüleri aynı olmasına rağman yasa kapsamı dışında tutulmaları da kanun
önünde eşitlik ilkesini zedelediği gibi Anayasa’nın 10. Maddesinde yer alan “hiçbir
kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz” kuralının da ihlal
edildiğini göstermektedir. Bu nedenle iptali gerekir.
6740 ilgili ibarede bazı sigorta şirketlerin Yasanın kapsamı dışında
bırakılması ile bazı şirketlerin seçilmesi işleminde yetki kullanacak olan kamu
idaresi ve iradesinin Hazine Müsteşarlığı olarak tanımlanması da sözleşme
hürriyetini kısıtlayıcı bir nitelik taşımaktadır. Burada denetimi yapacak makam
olarak tanımlanan Hazine müsteşarlığı emeklilik sigortası çerçevesinde
imzalanacak olan sözleşmelerin kuruluş iradesini açıkça belirleyebilmektedir.
Bir anlamda sözleşmenin taraflarından birisi olan sigorta şirketlerinin bu
sözleşme yapabilme ehliyetleri olmasına rağmen bu süreçten dışlayarak, bir
kısmına imtiyaz tanımaktadır. Dolayısıyla sözleşme kurma iradesini gözetim ve
denetim yapan kamu idaresi kullanabilir hale gelecektir. Bu da sözleşme
hürriyetini kısıtlayıcı bir niteliktedir. Sözleşme hakkının kısıtanmasına
ilişkin bir başka hususta bu kıstlamanın sınırı ve ölçüsünün de bulunmayışıdır.
Bir başka deyişle bir çok şirket arasında herhangi bir kriter olmadan şirket
seçme hakkının yasa koyucu tarafından verilmiş bir yetki olarak tanımlanması
halinde bile bu yetkinin ölçüsü ve belirli olması gerekirken bu ölçü ve
belirlilik bu düzenlemede bulunmamaktadır. Bu nedenle sözleşme hürriyetiyle
bağdaşmadığı için Anayasanın 48. maddesine aykırıdır.
Yukarıda belirtilen gerekçelerle 6740 Sayılı Kanunun Birinci fıkrası
ile 4632 Sayılı Yasaya eklenen Ek Madde 2’nin birinci fıkrasındaki “Müsteşarlıkça
uygun görülen” ibaresi Anayasanın 10 ve 48. maddelerine aykırılık taşımaktadır,
iptali gerekmektedir.
4. 10/08/2016 Tarih ve 6740 Sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve
Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 1 inci Maddesiyle
28/3/2001 Tarihli ve 4632 Sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi
Kanununa Eklenen Ek 2 nci Maddenin Birinci Fıkrasındaki “Bakanlar Kurulu, bu
madde uyarınca emeklilik planına dâhil edilecek işyerleri ile çalışanları ve bu
kapsamdaki uygulama esaslarını belirlemeye yetkilidir.” cümlesinin Anayasaya
Aykırılığı
6740 sayılı Kanun’un 1. maddesiyle 4632 Sayılı Bireysel Emeklilik
Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanunu’na eklenen ek 2. maddeyle 5901 sayılı Türk
Vatandaşlığı Kanununun 28. maddesi kapsamında olup, kırkbeş yaşını doldurmamış
olan ve ücret karşılığında istihdam edilen tüm bağımlı çalışanların otomatik
katılım adı altında rızaları aranmaksızın ücretleri üzerinden belirlenen
oranlarda prim ödemeleri suretiyle bireysel emeklilik sistemine işverenler
aracılığıyla dahil olması zorunlu hale getirilmiştir. Maddenin birinci
fıkrasının son cümlesiyle uygulama kapsamına alınacak işyerleri ile çalışanları
ve bu kapsamdaki uygulamaya ilişkin esasları belirleme yetkisi Bakanlar
Kuruluna bırakılmıştır.
Yürütme organına, öngörülemeyen, keyfi belirleme yapılması sonucunu
doğuracak şekilde düzenleme yapma yetkisi verilmesi Anayasa’nın 2. maddesine
aykırıdır. Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti
olduğu belirtilmiştir. Hukuk Devletinde, yürütmenin hiçbir sınır olmaksızın keyfi
kararlar alabilmesi mümkün değildir. Çünkü hukuk devleti, eylem ve işlemleri
hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda âdil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren,
Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla
kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devletinin
temel ilkelerinden biri de belirlilik ilkesidir. Bu ilkeye göre, yasal
düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve
kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması
ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi
gerekir. Belirli ve öngörülebilir kurallara bağlanmaksızın, yürütme organına yetki
verilmesine ilişkin düzenlemeler hukuki güvenlik sağlayamayacağı için
Anayasa’nın hukuk devleti ilkesine aykırılık oluşturur.
İptali talep edilen hükümle Bakanlar Kuruluna düzenleme yapma yetkisi
verilmiş ancak bu yetkinin sınırları ile temel ilkeleri Kanunla belirlenmemiş
ve bu sayede yürütme organına keyfi ve adaletsiz uygulamalara neden olabilecek
düzenlemelerde bulunma olanağı tanınmıştır. Bu yetkiyle Bakanlar Kurulunca
hiçbir ilke, ölçüt veya sınır gözetilmeksizin istenildiği zaman ve şekilde istenilen
işyerlerinin veya çalışanların uygulamaya dahil edilmesine karar verilebileceği
gibi istenilen diğer bazılarının ise uygulama dışında bırakılması söz konusu
olabilecektir. Bu yetkinin kullanılması durumu bir yana bu ihtimalin var olması
bile bireyler ve işletmeler bakımından hukuki bakımdan belirsizliklere yol
açacak, Devlete ve hukuk düzenine olan güvenin sarsılmasına, toplum
yaşantısında endişe ve kaygılara neden olacaktır. Bu nedenlerle itiraz konusu
hüküm hukuk devletinin temel ilkelerinden olan belirlilik ilkesini ihlal
ettiğinden Anayasa’nın hukuk devleti ilkesine aykırıdır.
Anayasa’nın 7. maddesinde, yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet
Meclisine ait olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği hüküm altına alınmıştır.
Yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının Anayasa’nın 7.
maddesine uygun olabilmesi için temel kuralları koyması, çerçeveyi çizmesi,
sınırsız ve belirsiz bir alanı yönetimin düzenlenmesine bırakmaması gerekir.
Yapılan düzenlemeler yasamanın yetkisini yürütmeye devri niteliği taşıyamaz.
Kanunla düzenleme ilkesi, düzenlenen alanda temel ilkelerin kanunla
konulmasını ve çerçevenin kanunla çizilmesini ifade etmektedir. Yürütmenin
düzenleme yetkisi, sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yürütme
organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının Anayasa’nın 7. maddesine
uygun olabilmesi için temel ilkelerin konulması, çerçevenin çizilmesi,
sınırsız, belirsiz, geniş bir alanı yürütmenin düzenlemesine bırakılmaması
gerekir. Anayasa Mahkemesi’ne göre, kanunla düzenleme ilkesi, düzenlenen
konudan yalnız kavram, ad ve kurum olarak söz edilmesi değil, bunların kanun
metninde kurallaştırılmasıdır. Kurallaştırma ise düzenlenen alanda temel
ilkelerin konulmasını ve çerçevenin çizilmiş olmasını ifade eder. Ancak bu
koşulla uzmanlık ve teknik konulara ilişkin ayrıntıların belirlenmesi yürütme
organının takdirine bırakılabilir.
Nitekim Anayasa Mahkemesinin 2010/69 Esas, 2011/116 Karar sayılı ve
07.07.2011 tarihli içtihadında, “Anayasa’nın 7 nci maddesinde, ‘Yasama yetkisi
Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.’
denilmektedir. Buna göre, Anayasa’da yasa ile düzenlenmesi öngörülen konularda
yürütme organına genel ve sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi
mümkün değildir. Yürütmenin düzenleme yetkisi, sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı
bir yetkidir. Bu nedenle, Anayasa’da öngörülen istisnai haller dışında, yürütme
organına yasalarla düzenlenmemiş bir alanda genel nitelikte kural koyma yetkisi
verilemez. Ayrıca, yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının
Anayasa’nın 7 nci maddesine uygun olabilmesi için temel ilkelerin konulması,
çerçevenin çizilmesi, sınırsız, belirsiz, geniş bir alanın bırakılmaması
gerekir.” denilmiştir.
İtiraz konusu kuralla Bakanlar Kuruluna, sınırları ve temel ilkeleri
Kanunla belirlenmeksizin, yasama yetkisi kapsamında olması gereken temel
konularda düzenleme yapma olanağı tanınarak adeta yasa yapma yetkisi verilmiş,
konu hakkında sınırsız, belirsiz ve keyfi düzenleme yapılmasını mümkün kılacak şekilde
geniş bir yetki alanı bırakılmıştır. Bu nedenlerle, yasama yetkisinin yürütme
organına devredilmesi sonucuna yol açan itiraz konusu kural Anayasa’nın kanunla
düzenleme ilkesine aykırıdır.
Bu nedenlerle söz konusu düzenleme Anayasa’nın 2. ve 7. maddelerine
aykırı olduğundan iptali gerekir.
5. 10/08/2016 Tarih ve 6740 Sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve
Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 1 inci Maddesiyle
28/3/2001 Tarihli ve 4632 Sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi
Kanununa Eklenen Ek 2 nci maddenin beşinci fıkrasındaki “Bu verilerden kişisel
nitelikte olanlar, veri sahibinin açık rızasının alınmasına gerek olmaksızın
ilgili kuruluşlar arasında paylaşılabilir ve veri paylaşımı, kişisel verilerin
korunmasına ilişkin mevzuat hükümlerine aykırılık teşkil etmez.” cümlesinin
Anayasaya Aykırılığı
4632 sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununa
eklenen ek 2 nci maddenin beşinci fıkrasında, bankalar, Sosyal Güvenlik Kurumu
ve ilgili diğer kamu kurumlarının, çalışan katkı payının takip ve tahsili ile
Devlet katkısının hesaplanması için ihtiyaç duyulan verileri, Hazine
Müsteşarlığınca belirlenen usul ve esaslara göre emeklilik gözetim merkezi ile
takip ve tahsil sorumluluğu ile yetkilendirilecek kuruluşa aktaracağı,
emeklilik gözetim merkezi ile yetkilendirilecek kuruluşun ise bu verileri
emeklilik şirketleri ile paylaşabileceği belirtildikten sonra bu verilerden
kişisel nitelikte olanların ilgili kuruluşlar arasında paylaşılabileceği ve bu
verilerin paylaşımında veri sahibinin açık rızasının alınmasına gerek olmadığı
ve bu şekildeki veri paylaşımının kişisel verilerin korunmasına ilişkin mevzuat
hükümlerine aykırılık teşkil etmeyeceği hüküm altına alınmıştır.
Anayasa’nın 20. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin özel hayatına
ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahip olduğu, özel hayatın
ve aile hayatının gizliliğine dokunulamayacağı belirtilmiş; üçüncü fıkrasında
da “Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına
sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında
bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini
talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de
kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık
rızasıyla işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usuller
kanunla düzenlenir.” denilerek kişisel verilerin korunması hakkı, özel hayatın
gizliliğinin korunması kapsamında anayasal güvenceye kavuşturulmuş ve kişisel
verilerin korunmasına ilişkin usul ve esasların ancak kanunla düzenleneceği
belirtilmiştir.
Kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sağlanan anayasal
güvencenin yaşama geçirilebilmesi için, bu hakkı ilgilendiren yasal
düzenlemelerin, açık, anlaşılabilir ve kişilerin söz konusu haklarını
kullanabilmelerine elverişli olması gerekir. Ancak böyle bir düzenleme ile
kişilerin özel hayatlarını ilgilendiren veri, bilgi ve belgelerin resmi
makamların keyfi müdahalelerine karşı korunması olanaklı hâle getirilebilir
(Anayasa Mahkemesi Kararı : 2014/149 E., 2014/151 K., 2.10.2014 tarih, R.G.
Tarih-Sayı : 1.1.2015-29223). Nitekim aksi yöndeki düzenlemelerin tamamı
kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına ve özel yaşama saygının
kullanımını engellemekte, hakkın özüne dokunan bir ihlal niteliği taşımaktadır.
Kişisel verilerin korunması, bir özgürlük sorunudur. Kişinin maddi ve
manevi varlığını geliştirmesi, ancak ve ancak, faaliyetlerini özgürce
gerçekleştirmesi ile mümkündür. Bireylere hayatlarını diledikleri gibi
düzenleme fırsatı sunan bir alan yaratma imkânı tanıyan özel yaşamın gizliliği
hakkı, kişinin özerk bir birey olması açısından son derece önemlidir. Bu hak,
başkaları ve devlet tarafından ihlal edilmemesi, saygı gösterilmesi gereken bir
çeşit onursal duvar yaratmaktadır. Haklı bir gerekçeye dayanmayan istisnalar
özel yaşamın gizliliğine doğrudan bir müdahale olduğu kadar kişinin maddi ve
manevi varlığının korunmasına ve geliştirilmesine de müdahale niteliğindedir.
Düzenlemeyle; bankalar, Sosyal Güvenlik Kurumu ve ilgili diğer kamu
kurumlarının sahip oldukları verileri kamu kurumu niteliğinde olmayan üçüncü
kişilerle paylaşmasına veri sahibi kişilerin rızası aranmaksızın izin verilmesi
öngörüldüğü gibi, bu kapsamda paylaşılacak verilerin, kapsamı, niteliği,
paylaşım ve işlenme amacının sınırları ile bu süreçlerin denetimi konuları açık
ve anlaşılır şekilde belirlenmemiş, paylaşılan verilerin denetiminin sağlanması
bakımından ilgili kişinin bilgilendirilmesine ilişkin olarak da hiçbir kural
getirilmemiştir. Dolayısıyla yasama organı bu düzenlemeyle, özel hayatın
gizliliği ve kişisel verilerin korunması hakkının kullanımı bakımından gerekli
hukuki kuralları açık ve net biçimde belirlemeyerek kişilerin anayasal güvence
altındaki haklarını kullanabilmelerinin engellenmesine neden olmuştur. Bu
durum, getirilen kuralın, hedeflenen amacın ötesinde özel hayatın ve kişisel
bilgilerin gizliliğinin keyfi şekilde ihlal edilmesi sonucunu doğurabilecek bir
araca dönüşmesi anlamına gelmektedir.
Özel hayatın gizliliğinin korunması bakımından kişisel verilerin
işlenmesinde veri paylaşımının kapsamı, paylaşılacak verilerin niteliği,
paylaşım ve işleme amacının sınırları ile bu unsurların denetimi bakımından
ilgili kişinin bilgilendirilmesinin sağlanması konuları açık ve net şekilde kanunla
belirlenmelidir. Kişisel verilerin güvenliğinin dolayısıyla özel hayatın
gizliliği hakkının kullanımı ve korunması, konu bakımından gerekli bütün
unsurların yasal düzenlemelerde açık ve net olarak belirlenmesiyle mümkün
olabilir. Bu koşulları taşımayan düzenlemeler özel hayatın gizliliği ve kişisel
verilerin korunması haklarını ihlal etmiş sayılır.
Diğer yandan temel hak ve özgürlükler ancak Anayasa’nın 13. maddesi
uyarınca kısıtlanabilir. Anayasa’nın 13. maddesinde, temel hak ve
hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili
maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla
sınırlanabileceği, bu sınırlamaların Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik
toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı
olamayacağı belirtilmiştir. Çağdaş demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en
geniş ölçüde sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Temel hak ve
özgürlükleri büyük ölçüde kısıtlayan ve kullanılamaz hâle getiren sınırlamalar
hakkın özüne dokunur. Temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamaların yalnız
ölçüsü değil, koşulları, nedeni, yöntemi, kısıtlamaya karşı öngörülen kanun
yolları gibi güvenceler hep demokratik toplum düzeni kavramı içinde
değerlendirilmelidir. Bu nedenle, temel hak ve özgürlükler, istisnai olarak ve
ancak özüne dokunmamak koşuluyla demokratik toplum düzeninin gerekleri için
zorunlu olduğu ölçüde ve ancak kanunla sınırlandırılabilirler. Bu sınırlama
kısıtlılıkları, kişilerin temel hak ve özgürlüklerinin güvenceleri olup bireyleri
keyfi tutumlara karşı koruma amacı taşımaktadır.
Diğer yandan uluslararası insan hakları hukukunda verilerin korunması
ayrıntılı şekilde düzenlenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin de
bileşenlerinden biri olduğu Avrupa Konseyi direktifleri, sözleşmeleri ve
kararları, kişisel veriler konusundaki ulusal yasalara, 1982 Anayasası’nın 90/5
düzenlemesi uyarınca yön gösterici niteliktedir.
Türkiye’nin de taraf olduğu 1981 tarihli ve 108 sayılı Kişisel
Verilerin Otomatik İşleme Tabi Tutulması Karşısında Kişilerin Korunmasına Dair
Avrupa Konseyi Sözleşmesi’nin 9. maddesinde sadece devlet güvenliği, kamu
güvenliği, devletin ekonomik menfaatlerinin korunması ve suçlarla mücadele
edilmesi, ilgilinin veya üçüncü kişilerin hak ve özgürlüklerinin korunması ile
verilerin istatistiki veya bilimsel amaçlarla kullanılması durumlarında kişisel
verilerin korunmasına sınırlamalar getirilebileceği öngörülmüştür.
İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin 12. Maddesi “Hiç kimse özel
hayatı, ailesi, konutu veya yazışması konusunda, keyfî karışmalara, şeref ve
şöhretine karşı saldırılara maruz bırakılamaz. Herkesin bu saldırı ve
karışmalara karşı yasa ile korunmaya hakkı vardır.” şeklindedir. Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’nin 8. Maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes özel hayatına
ve aile hayatına…saygı gösterilmesi hakkına sahiptir” denilmiştir. Maddenin
ikinci fıkrasında; “Bu hakkın kullanılmasında bir kamu otoritesi tarafından
müdahale, demokratik bir toplumda ancak ulusal güvenlik, kamu güvenliği,
ülkenin ekonomik refahı, dirlik ve düzenliğin korunması, suç işlenmesinin
önlenmesi, sağlığın ve ahlâkın veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin
korunması için zorunlu olan ölçüde ve yasayla öngörülmüş olmak koşuluyla söz
konusu olabilir.” denilerek özel yaşamın dokunulmazlığı güvence altına
alınmıştır.
AİHM kararlarında da belirtildiği üzere, özel hayat bütün
unsurlarıyla tanımlanamayacak kadar geniş bir kavram olup devletin yetkili
temsilcileri tarafından ilgililer hakkında rızası olmaksızın bilgi toplamasının
her zaman söz konusu kişinin özel hayatını ilgilendireceği kuşkusuzdur. Ancak
rızanın aranmasına ilişkin şartlar, iptali talep edilen kuraldaki gibi ortadan
kaldırıldığında, doğrudan özel hayata müdahale “kanuni” nitelik kazanmaktadır.
Kişisel verilerin rızaları aranmadan işlenmesi bireylerin bu “kanunilik”
karşısında hiçbir güvencesinin kalmaması anlamına gelmektedir. Kişilerin özel
hayatlarını ilgilendiren verilerinin herhangi bir kişi tarafından alınması,
özel hayatın gizliliği hakkının sınırlanması sonucunu doğurmaktadır. Bu
sınırlamanın Anayasa’ya uygun olabilmesi için Anayasa’nın 13. maddesinde
öngörülen temel hakların sınırlandırılmasına ilişkin ilkelere aykırı olmaması
ve bu bağlamda kamu yararı ile özel hayatın gizliliği hakkı arasında adil bir
denge kurması gerekir (Anayasa Mahkemesi Kararı : 2014/74 E., 2014/201K.,
25.12.2014 tarih, R.G. Tarih-Sayı : 23.5.2015-29364).
İtiraz konusu kural kamu yararı içeren haklı hiçbir gerekçeye
dayanmaksızın açık rızayı ortadan kaldırarak özel yaşamın gizliliğinin ve
kişisel verilerin korunmasının doğrudan ihlaline sebebiyet vermiştir. Zorunlu
kılan koşullar ile nedenlerinin açık ve net şekilde belirtilmeksizin kanunla,
özel hayatın gizliliği ile kişisel verilerin korunması hakları
sınırlandırılmıştır. Bireylerin açık rızasına getirilen bu kısıtlama haklı
hiçbir gerekçeye dayanmamakta olup bireylerin özel yaşamına yapılan keyfi bir
müdahale niteliğindedir. Gerekli diğer şartları göz ardı ederken sadece kanunla
yapılmış olması düzenlemenin hukuka aykırı olma niteliğini ortadan kaldırmamaktadır.
Bu nedenle iptali talep edilen düzenlemeyle getirilen kısıtlama Anayasa’nın
sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine
ve ölçülülük ilkesine aykırıdır.
Anayasa’nın 90’ıncı maddesinin beşinci fıkrasında “Usulüne göre
yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar
hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.
Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin
milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi
nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas
alınır.” hükmüne yer verilmiştir.
Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti, insan haklarına saygı
gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka
uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup, bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı
sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasanın ve yasa koyucunun da
uyması gereken temel hukuk ilkelerinin bulunduğunun bilincinde olan Devlettir.
İnsan haklarına duyulan saygı en basit tanımlamasıyla Devletin negatif ve
pozitif yükümlülüklerine işaret eden bir kavramdır. Bir başka deyişle, insan
haklarına saygılı Devlet, insan haklarına müdahalelerde bulunmaktan kaçınan ve
bireyler arasındaki ilişkiler alanında tedbirler alan devlettir. Kişi ve
kuruluşların devlete güven duymaları, maddi ve manevi varlıklarını korkusuzca
geliştirebilmeleri, temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri ancak hukuk
güvenliği ve üstünlüğü sağlandığı bir hukuk devleti düzeninde
gerçekleştirilebilir. Hukuk güvenliği ilkesi ise, herkesin bağlı olacağı hukuk
kurallarını önceden bilmesi, tutum ve davranışlarını buna göre düzene
sokabilmesidir. Hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir ve
tutarlı olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven
duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici
tutumlardan kaçınmasını gerektirir.
Kişilerin açık rızası aranmaksızın kişisel verilerin üçüncü kişilerle
paylaşılmasını öngören itiraz konusu düzenleme ülkemizin tarafı olduğu ve
uymakla yükümlü bulunduğu uluslararası düzenlemeler çerçevesinde geçerli ve
haklı sayılabilecek bir gerekçeden yoksundur. Bu durum hem tarafı olduğumuz ve
yön gösterici nitelikteki uluslararası düzenlemeler ile ulusal düzenlemeler
arasında tutarsızlık yaratılmasına hem de bireylerin devlete olan güven
duygusunun zedelenmesine yol açarak Anayasa’nın hukuk devleti ilkesinin
ihlaline neden olmuştur.
Bu nedenlerle söz konusu düzenleme Anayasa’nın 2., 13., 20. ve 90.
maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir.
6. 10 Ağustos 2016 Tarihli ve 6740 Sayılı “Bireysel Emeklilik
Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 2.
Maddesi ile 4632 Sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununa
eklenen Geçici Madde 2’nin Anayasaya Aykırılığı
6740 sayılı Kanun 2. Maddesi ile 4632 Sayılı
Kanuna eklenen Geçici Madde 2’sinde düzenlenen zorunlu özel bireysel emeklilik
sigortasına halen çalışmakta olan ve 45 yaşını doldurmamış olan 5510 Sayılı
Yasanın 4(a) veya 4(b) fıkaraları kapsamında sigortalı olanların da dahil
edilmesi, Anayasanın sosyal hukuk devleti ilkesi, sosyal güvenlik hakkı ile
Anayasanın eşitlik ve ayrımcılık yasağı ilkesini de ihlal etmektedir.
6740 Sayılı Kanunun 2. maddesi 45 yaş altında olan çalışanların da 1.
madde ile hayata geçirilen zorunlu özel bireysel emeklilik sistemine dahil
etmiştir. Bu düzenleme toplumumuzun önemli bir kısmı olan ve yaklaşık sayısı 13
milyon kişinin ekonomik ve sosyal haklarını ilgilendiren bir düzenlemedir.
Sosyal haklarla ilgili düzenlemeler, sosyal devlet ilkesine aykırı
olamaz. Sosyal devlet ilkesi kişiler açısından öznel bir hak getirmemesine
rağmen, yasamayı hukuki yönden bağlayıcı bir değere sahip olmanın ötesinde,
devlet için olumlu yükümlülükleri gerekli kılmaktadır. Anayasa
Mahkemesi 2015/67 Esas ve 2016/21 sayılı kararında sosyal devlet ilkesinin
geniş bir yorumunu yaparak bu yönde devletin sosyal hakları geliştirme
yükümlülüğü olduğu vurgulamıştır. Kararda sosyal hukuk devleti “sosyal hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve
özgürlükleri koruyup güçlendiren”, kişi hak ve özgürlükleriyle kamu yararı
arasında adil bir denge kurabilen, çalışma hayatını geliştirmek ve ekonomik
önlemler alarak çalışanlarını koruyan, onların insan onuruna uygun hayat
sürdürmelerini sağlayan” “güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak sosyal
adaleti ve toplumsal dengeleri gözeten” olarak tanımlanmıştır.
Anayasa Mahkemesi çok eski kararlarında da yeni kararlarında da “sosyal
devlet” ilkesini yasaların Anayasaya uygunluğunun denetlenmesinde ölçü normlarından
biri olarak değerlendirmiştir. Anayasa Mahkemesi 1963/138 esas ve 1964/71
sayılı kararında, bu ilkenin yasamayı “Anayasaya uygun düzenleme” açısından
bağladığını ortaya koymuştur. Anayasa Mahkemesi yeni tarihli kararlarında da bu
yaklaşımını sürdürmüştür.
Yüksek Mahkeme 2015/67 Esas ve 2016/21 sayılı kararında sosyal hukuk
devleti ilkesini ve bu ilkenin devlete getirdiği yükümlülükleri şöyle
tanımlamaktadır: “Anayasa’nın 2. maddesinde nitelikleri belirtilen sosyal hukuk
devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren,
kişilerin huzur, refah ve mutluluk içinde yaşamalarını güvence altına alan,
kişi hak ve özgürlükleriyle kamu yararı arasında adil bir denge kurabilen,
çalışma hayatını geliştirmek ve ekonomik önlemler alarak çalışanlarını koruyan,
onların insan onuruna uygun hayat sürdürmelerini sağlayan, milli gelirin
adalete uygun biçimde dağıtılması için gereken önlemleri alan, sosyal güvenlik
hakkını yaşama geçirebilen, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak sosyal
adaleti ve toplumsal dengeleri gözeten devlettir. Çağdaş devlet anlayışı,
sosyal hukuk devletinin tüm kurum ve kurallarıyla Anayasa’nın özüne ve ruhuna
uygun biçimde kurularak işletilmesini, bu yolla bireylerin refah, huzur ve
mutluluğunun sağlanmasını gerekli kılar.”
Hukuk üstünlüğünün egemen olduğu bir
devlette hukuk güvenliğinin sağlanması hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz
koşuludur. Yasama organı, yasama faaliyetinde “sosyal devlet” ilkesini sosyal
haklarla ilgili yasal düzenlemeler yaparken esas almak zorundadır. Buna uygun
düzenlemeler yapılması bir yükümlülüktür. Ancak topluma karşı olan bu
yükümlülük, salt olası ekonomik saikler veya yurtiçi tasarruf hadlerinin
arttırılması gibi bir gerekçe ile ortadan kaldırılamaz. Yurtiçi tasarruf
düzeyinin düşük kalması, toplumsal kesimlere ek ekonomik ve mali yükler
getirilerek aşılamaz. Devlet öncelikle bu alanda kendi sorumluluklarını yerine
getirmelidir. Kaldı ki, ülkemizde yüksek reel faiz oranlarına rağmen yatırım
kararlarının gerçek ve tüzel kişilerce alınmamasının nedenleri ekonomik ve
siysal istikrarsızlık ortamından veya güven duygusunun azalmasından
kaynaklanabileceği gibi uluslararası işbölümündeki değişimlerin ve gelişmelerin
de etkisi nedeniyle de olabilir. Bunun çözümü sadece toplumun sabit gelirle
yaşayan kesimlerine yönelik düzenlemelerle de sağlanamayabilir. Sermaye
sahiplerinin tasarruflarını yurtdşında değerlendirebilmesine ilişkin
düzenlemeler oldukça esnek ve özgür bırakılmışken 32 Sayılı Kararname ile
sermaye transferleri serbest bırakılmışken bu tasarruf eksikliğinin giderilmesi
için sadece çaışanların sabit gelirlerine göz dikilmiş olması sosyal hukuk
devleti ilkesiyl bağdaşmaz.
Nitekim, 6740 sayılı Kanunun 1. maddesinin
1. fıkrasıyla yürürlüğe konulan zorunlu özel emeklilik sigortası, Yasanın
yürürlüğe girdiği tarihten sonra çalışmaya başlayacak çalışanlar ile 2. maddesiyle
de fiilen çalışmakta olan 5510 Sayılı Kanunun 4(a) ve 4(c) kapsamındaki
sigortalıları da dahil etmiştir. Sosyal hukuk devletinin özellikleri arasında
sosyal adaleti sağlamak da bulunmaktadır. Öncelikle bu kesimler Anayasa’nın 60.
maddesinde kaynağı bulunan ve 5510 Sayılı Yasanın 81. Maddesi çerçevesinde
gelirlerinden yüzde 20 oranında emeklilik sigortası primi ödemektedirler. Bunun
yanında diğer risker için de ayrıca primler ödemektedirler. Toplamda ücret ve
maaşlardan kesilen primlerin toplamı ücretliler için brüt ücretlerinin % 33,5
oranındadır. Bu kadar yüksek bir prim kesinti oranında prim ödeyen bu kesimlere
ek bir prim yükü getirilmesi, sosyal güvenlik hakkı kapsamında çalışma
hayatında aktif olarak ücret ve maaş geliri elde edenler açısından ikinci bir
prim kesintisi anlamına gelir. Bu da zorunlu prim olması nedeniyle tıpkı “çifte
vergiledirme”nin Anayasa’ya aykırı olması gibi aynı faaliyet için ikinci bir
prim ödeme zorunluluğu anlamına gelmektedir.
Öte yandan 6740 Sayılı Yasanın birinci
fıkrasında açıkça yasa kapsamında olan çalışanlar tarif edilmişken 2.
Maddesindeki 45 yaşını doldurmamış olan çalışanlar” ibaresi kapsamı belirsiz
bir ibareye dönüştürmüştür. Ayrıca 45 yaşını doldurmuş kişiler ile doldurmamış
kişiler arasında eşitsiz bir durum yaratılmıştır. Yine benzer bir çelişki Yasanın
1. Maddesi ile 5510 Sayılı Kanunun 4(a) ve 4(b) kapsamında olan sigortalılar kapsama
alınmışken ve gelir düzeyi yüksek olan kesimler dahil edilmemişken Geçici Madde
düzenlemesinde işverenler ve kendi hesabına çalışanlar yasanın kapsamına alınmasında
da bulunmaktadır. Çalışanlar ibaresi toplumda çalışma yaşamında bulunan bütün
kesimleri veya bir başka deyişle bütün sigortalıları kapsamaktadır. Bu nedenle
ortaya eşitsiz bir durum çıkmaktadır. Ancak, Yasa koyucunun niyetinin ücretli
ve maaşlı çalışanları da yasa kapsamına dahil etmek olduğunu söyleyebiliriz. Bu
çelişkinin giderilmesi bir zorunluluktur. Bu çerçevede Anayasanın kanun önünde
eşitlik ilkesi de zedelenmektedir.
Esasa dönüldüğünde ücretiyle yaşayanların
kapsama alındığı bu düzenleme gelir dağılımını olumlu yönde düzenleyici bir
yasal düzenleme değildir. Ücret ve maaşıyla yaşayanların aylık gelirlerinden
yüzde 3 oranında ek bir prim kesintisi yapılırken işverenlere ve kendi hesabına
çalışanlara yönelik böyle bir yükümlülüğün getirilmemesi de hem sosyal adalet
ilkesine hem de eşitlik ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Devletin görevi
toplumun gelir düzeyi yüksek kesimlerinden gelir düzeyi düşük kesimlerine
yönelik gelir dağılımını düzenleyici sosyal adalet ilkesini hayata geçirecek
düzenlemeleri hayata geçirmektedir. Oysa burada yapılan sadece farklı sosyal
kesimler arasında olmusuz gelir transferi sağlanması değildir. Aynı zamanda bu zorunlu
bireysel özel emeklilik sistemi, özünde geciktirilmiş bir ücret olmasına rağmen
işverenlere herhangi bir sorumluluk getirilmeyerek işverenlerin yükümlülüğü
ortadan kaldırılmaktadır. Ancak işverenlere yükümlülük veya katkı zorunluluğu
getirmeyen bu düzenleme ile işverenlere sözleşme yapma hakkı getirilerek
imtiyaz tanınmaktadır.
Yine bu sistem ile ücretli ve maaşlı
kesimler arasında da olumsuz yönde gelir transferi mekanizmaları
düzenlenmiştir. Sisteme devlet katkısı tanımlanırken ikili bir devlet katkısı
tanımlanmıştır. Buna göre zorunlu bireysel özel emeklilik sigortası kapsamında
olanlara sisteme katıldıkları yıl sonunda bir defaya mahsus 1,000 Türk lirası
verilecektir. Yine 4632 Sayılı Yasanın ek birinci maddesindeki usul ve esaslarla
sigortalının sistemde kalma süresine göre (zorunlu bireysel özel emeklilik
sigortasında zorunlu olarak 10 yıl) primlerin % 25’i oranında bir katkı
belirlenmiştir. Bu katkının üst sınırı olarak da yıllık asgari ücretin tavanını
aşamayacağı düzenlenmiştir. İkinci katkı ise on yıl sonunda emeklilik hesabında
biriken toplam meblağın tümünün üzerinden % 5 oranında bir katkı
tanımlanmıştır. Bu devlet katkısı sistemi bir çok açıdan sosyal adalete
aykırıdır. Her şeyden önce kamusal sosyal güvenlik sisteminde bu yönde bir
devlet katkısı bulunmamasına rağmen bireysel özel emeklilik sistemine bu devlet
katkısının verilmesi vergi ödeyen düşük gelirli yurttaşların vergilerinin
yüksek gelirli kesimlere aktarılması anlamına gelmektedir. Yine sistem
içerisine alınan düşük gelirli (asgari ücretlilere) ödenecek devlet katkısı ile
yüksek gelirlilere ödenecek devlet katkısı arasında yüksek gelirliler lehine
ayrım yapılmıştır. Bu da sosyal adaleti tersinden uygulamak anlamına
gelmektedir. Bu nedenle söz konusu düzenleme Anayasanın 2. Maddesinde
düzenlenen sosyal hukuk devleti ilkesiyle ve sosyal adalet ilkesiyle ve 10.
Maddesinde düzenlenen kanun önünde eşitlik ilkesiyle uyuşmamaktadır.
Yukarıda 1. Maddenin 1 nolu fıkrasındaki “Zorunlu
Bireysel Özel Emeklilik Sigortaları”na ilişkin iptal taleplerimize ilişkin
olarak sosyal güvenlik hakkı kavramı ve bunun sınırlandırılması ilkeleri
belirtildiğinden burada ayrıca tanımlanmayacaktır. Yüce mahkemenizin önüne
gelen 6740 Sayılı Yasanın 2. Maddesindeki düzenleme sosyal hukuk devleti
ilkesine aykırı oladuğu gibi aynı zamanda sosyal güvenlik hakkının özünü
zedeleyici bir düzenlemedir.
Nitekim Anayasa Mahkemesi 1999/42 E.,
2001/41 K. Sayılı Kararında “Yaşlılık gerçekleşmesi yönünden diğer sosyal
risklerden ayrı özelliğe sahiptir. Yasalarda emeklilik yaşının kesin olası
nedeniyle sigortalı yarınını bu güvenlik içinde planlamaktadır. Sosyal devlet,
sosyal adaletin, refahın ve güvenliğin gerçekleşmesini sağlayan devlettir.
Sosyal güvenlik kuruluşları, çalışanların geleceğine ilişkin güvenini sağlamak
durumundadır. Bu sağlanmadığı takdirde sosyal güvenlik kavrmaından da
bahsedilemez. Bu nedenle sosyal güvenlik sisteminde yapılan değişikliklerin
hukuk devletinde olması gereken hukuk güvenliğini zedelemeyecek biçimde adil,
makul ve ölçülü olması zorunludur” diyerek yapılacak emeklilik sigortaları ile
ilgili yapılacak düzenlemelr için bir ölçüt getirmiştir.
Özünde bir emeklilik sigortası düzenlemesi
olan bu yeni sistem, sigortalıların devlete ilişkin güvenlik algısını
zedeleyecek biçimde düzenlenmiştir. Adil, makul ve ölçülü olmaktan uzak bir
düzenlemedir.
6740 Sayılı Yasa ile yürürlüğe girecek olan
zorunlu bireysel özel emeklilik sigortasında nimet külfet esası terkedilmiş ve
soyal sigortacılık mantığı yok edilmiştir. Sosyal sigortacılık mantığına göre
nimet ve külfet esası sigortalıların belli bir dönem süresiyle prim ödeyerek
gelir yoksunluğuna uğradıkları dönem için yaşamlarını idame ettirebilecekleri
sürekli bir gelir elde etmeleridir. Devletin emeklilik riskine karşı uygulaması
gereken sistemde asgari bir prim ödeme süresi saptanarak bu sürenin sonunda
kişiye aylık bir gelir bağlanması söz konusu olur. Bu aylık ödenmesi süresinin
bir sınırı bulunmaz. Acak 6740 Sayılı Yasa ile getirilen bu sistemde
sigortalıya sadece iki hak tanınmıştır. Bunlardan ilki toptan ödeme almaktır.
Bir diğeri ise sigorta fonundaki bireysel birikiminin miktarı kadar aylığa
bölüp ortaya çıkan süre boyunca bu aylığı ödemektir. dolayısıyla sistem bir
sosyal güvenlik sistemi olarak tanımlanmamış, tabiri caizse sadece devlet
zoruyla özel bir tasarruf fonu sistemi kurulmuştur. Bu da sosyal hukuk devleti
ilkesini ve sosyal adaleti zedeleyici bir düzenlemedir.
Son olarak bu düzenleme ücret ve maaş gelirlerinden
kesilen bu primleri ve birikimi korumamaktadır. Bu güvencesizlik iki
boyutludur. Birincisi işvernelerin ücretlilerin bu primlerini yatırmaması
halinde öngörülen cezanın adaletsizliğidir. Bunun tespiti halinde işverene
sadece prim ve olması gereken faizi ödeme yükümlüğü getirilmektedir. Ayrıca her
bir çalışan için de 100 Türk lirası idari para cezası öngörülmüştür. Faiz
oranlarının yüksek olduğu bir ortamda işverenler açısından bu cezaların suçu
önleyici bir caydırıcılığı bulunmamaktadır. Aynı şekilde eğer işveren iflas
ederse veya ödeme aciziyetine düşerse ne olacağı belirtilmemiştir. Bir başka
deyişle bu tür durumlarda devlet garantısı bulunmamaktadır. Kişinin kendi
iradesi dışında böyle bir sisteme kanun aracılığıyla dahil edilmesine rağmen
kişinin birikiminin korunmaması sosyal hukuk devleti ilkesine açık aykırılık
teşkil etmektedir. İkinci olarak sosyal sigorta mantığı primli rejimde
özellikle emeklilik sigortasında kişinin gelirden yoksun kaldığı ihtiyarlık
veya yaşlılık döneminde kişiye yaşamını idame ettirecek sürekli bir gelir
bağlanarak yaşlılık riskine karşı yurttaşı korumayı amaçlar. Bu çerçevede
kişinin birikimlerinden bağımsız olarak sosyal güvenlik sistemi aktif
sigortalılardan toplanan primleri pasif sigortalılara aktarır. Bu sistemde
toplanılan primlerin ekonomik risklerden uzak tutulması esastır. Ekonomik kriz
dönemleri veya olağanüstü ekonomik çalkantılarda sermaye piyasları gibi
spekülatif para hareketlerinden etkilenmeyecek korunaklı yatırım araçlarında bu
primler değerlendirilir. Sosyal Hukuk Devletinin görevi yurttaşlarının bu
birikimlerini korumak ve yurttaşlarına gelir güvencesi sağlamaktır.
Gönüllülüğe dayalı özel emeklilik
sigortalarında sözleşme hürriyeti kapsamında yapılan bir irade beyanına dayalı
bir sözleşme ile sisteme girildiğinden bu tür ekonomik risklerin sonuçları kişi
açısından ve şirket açısından önceden iradelerinin beyanı ile öngörülmüştür. Bu
durum sözeşme hürriyeti kapsamındadır. Bu çerçevede yatırılan primlerin
ekonomik risker karşısında erimesi, hatta yok olması bile bu hürriyet
kapsamında her iki tarafça imzalanmış sözleşme şartları çerçeesinde ele alınır.
Oysa 6740 Sayılı Kanun ile getirilen zorunlu özel bireysel emeklilik
sigortasında ise bu sigortalı olarak tanımlanan taraf kendi irade beyanı ile bu
sözleşmeyi imzalmadığı gibi işverenince imzalanmış bir sözleşmeye devlet
tarafından tabi kılınmaktadır. Dolayısıyla bu düzenlemeyi sözleşme hürriyeti
kapsamında ele almak mümkün olmadığı gibi bu sözleşmenin sonuçları açısından da
sigortalıyı sorumlu tutmak sosyal hukuk devlet ilkesiyle bağdaşmaz. Zorunlu
özel bireysel emeklilik sisteminde gerçekleşmesi muhtemel zararlar da dikkate
alındığında önemli olan faktörün devletin yükümlülüğü olduğu açıktır. Bir başka
deyişle yasama organının iradesiyle oluşturulan sosyal güvenlik sisteminde
yurttaşı korumak ana ilkelerdendir. Ancak bu bu şirketlerin emeklilik fonlarına
ilişkin herhangi bir devlet garantisi de yasada öngörülmemiştir. Bu nedenle
sosyal güvenlik hakkını zedeleyici bir durumla karşı karşıya bulunmaktayız.
Yukarıda belirtilen nedenlerle 10
Ağustos 2016 Tarihli ve 6740 Sayılı “Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım
Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 2. Maddesi ile 4632
Sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununa eklenen Geçici
Madde 2, hukuk devleti ilkesine aykırı olması ve
sosyal adaleti bozucu sonuçlara yolaçtığı için Anayasanın 2. maddesinde yer
alan sosyal hukuk devleti ilkesine ve 10. Maddesinde belirtilen Kanun önünde
eşitlik ilkesi ile 60. Maddesinde belirtilen sosyal güvenlik hakkına aykırıdır,
iptali gerekir.
III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN
GEREKÇESİ:
1) 6740 sayılı Kanun’nun iptali istenen hükümleri, Anayasa’nın ekonomik
ve sosyal haklarla doğrudan ilişkili olduğu maddelerine (48 ve 60) aykırı
olduğu gibi, Anayasanın 2, 7, 10, 13, 20, 35 ve 90. maddelerine de aykırıdır.
Tümü birlikte değerlendirdiğinde, Anayasaya aykırılık taşıyan düzenlemelerin “çok
yönlü” ve “açık aykırılık” nedeniyle iptali gereklidir. İptali talep edilen
hükümlerinin hayata geçmesi, çalışma barışı tehdit edeceğinden, çalışma
hayatını kaosa sokacağından ve çalışanların gelir seviyelerini doğrudan
etkileyeceğinden sonradan telafisi imkansız sonuçlara yol açacaktır. İptal
davası karara bağlanıncaya kadar işverenler emeklilik şirketleri ile emeklilik
sigortası sözleşmeleri imzalayacaktır. Özel Hukuk hükümlerine göre imzalanmış
sözleşmelerin uygulanmasını talep hakkı ortaya çıkabilecek ve emeklilik sigorta
şirketleri ile işverenler arasında hukuki uyuşmazlıklar başlayacaktır.
2) Yine imzalanan bu sözleşmeler gereğince işçilerin ve memurların
ücret ve maaşlarından % 3 oranında kesinti yapmaya başlayacaklarından işçilerin
ücretleri doğrudan bu düzenlemeden kaynaklı olarak azalacaktır. Bu kesinti
nedeniyle 193 Sayılı Gelir Vergisi Kanunu ve 488 Sayılı Damga Vergisi Kanunu
gereğince kesintilerin yapılacağı toplam brüt ücret ve maaş matrahları ile 5510
Sayılı Yasa ile 4447 Sayılı İşsizlik Sigortası kanununda belirtilen primine
esas matrahta değişiklikler olacaktır. Bu değişiklikler nedeniyle
sigortalıların ödeyeceği sigorta primleri ve vergiler değişecektir. Bu nedenle işçilerin
ileride telafisi olmayan maddi zararları ortaya çıkacaktır.
Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya aykırı
olan ve iptali istenen hükümlerin iptal davası sonuçlanıncaya kadar
yürürlüklerinin de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır.
IV. SONUÇ VE İSTEM:
25 Ağustos 2016 tarihli ve 29812 sayılı Resmi Gazetede
yayımlanan, 10/08/2016 tarihli ve 6740 sayılı “Bireysel Emeklilik Tasarruf ve
Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”nun,
1) 1. maddesi ile 4632 Sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım
Sistemi Kanununa eklenen Ek Madde 2’nin birinci fıkrasının birinci cümlesinin
Anayasa’nın 2., 10., 35., 48., ve 60. maddelerine,
2) 1. maddesi ile 4632 Sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım
Sistemi Kanununa eklenen Ek Madde 2’nin birinci fıkrasının ikinci cümlesinde
yer alan “Müsteşarlıkça uygun görülen” ibaresinin Anayasa’nın 10., 35. ve 48.
maddelerine,
3) 1. maddesi ile 4632 Sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım
Sistemi Kanununa eklenen Ek Madde 2’nin birinci fıkrasının son cümlesinin
Anayasa’nın 2. ve 7. maddelerine,
4) 1. maddesi ile 4632 Sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım
Sistemi Kanununa eklenen Ek Madde 2’nin beşinci fıkrasının son cümlesinin
Anayasa’nın 2., 13., 20. ve 90. maddelerine,
5) 2. maddesi ile 4632 Sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım
Sistemi Kanununa eklenen Geçici Madde 2’ Anayasa’nın 2., 10. ve 60.
maddelerine,
aykırı olduklarından iptallerine ve iptal davası sonuçlanıncaya kadar
yürürlüklerinin durdurulmasına Karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile
arz ederiz.”