“
...
A.
Mahkememizin Başvuru Yetkisinin Olup Olmadığı
3.
Anayasa’nın 152. ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama
Usulleri Hakkında Kanun’un 40. maddelerine göre, mahkemeler, bakmakta oldukları
davalarda uygulayacakları kanun ya da kanun hükmünde kararname kurallarını
Anayasa’ya aykırı görürler veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık
iddiasının ciddi olduğu kanısına varırlarsa, o hükmün iptali için Anayasa
Mahkemesine başvurmaya yetkilidirler. Ancak, bu kurallar uyarınca bir
mahkemenin Anayasa Mahkemesine başvurabilmesi için elinde yöntemince açılmış ve
mahkemenin görevine giren bir davanın bulunması ve iptali istenen kuralların da
o davada uygulanacak olması gerekmektedir. Uygulanacak yasa kuralları, davanın
değişik evrelerinde ortaya çıkan sorunların çözümünde veya davayı sonuçlandırmada
olumlu ya da olumsuz yönde etki yapacak nitelikte bulunan kurallardır.
4.
Mahkememizde görülen davada, sanığın, eylemine uyan TCK’nın 299. maddesi
uyarınca cezalandırılması istendiğinden, iptali istenen hükmün, Mahkememizde
görülen davada doğrudan uygulanacak olan hüküm olduğu, Anayasa Mahkemesinin
vereceği kararın, dava sonucuna etkisinin olduğu, bu nedenle Mahkememizin söz
konusu hükme yönelik olarak itiraz yoluyla iptal başvurusunda bulunma yetkisine
haiz olduğu kanaatine varılmıştır.
B.
Anayasa’nın 2. Maddesinde Yer Alan Hukuk Devleti İlkesine Aykırılık
5.
Anayasa Mahkemesinin pek çok kararında işaret ettiği gibi; “Anayasa’nın 2.
maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan
haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda
adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı
durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini
bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir.”
6.
Anayasa Mahkemesinin 2015/43 Esas ve 2015/101 Karar sayılı hükmünde de
açıklandığı üzere; “Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirlerine ilişkin
kurallar, ceza hukukunun temel ilkeleri ile Anayasa’nın konuya ilişkin
kurallarına aykırı olmamak kaydıyla, ülkenin sosyal, kültürel yapısı, ahlaki
değerleri ve ekonomik hayatın gereksinimleri göz önüne alınarak saptanacak ceza
politikasına göre belirlenir. Kanun koyucu, cezalandırma yetkisini kullanırken
toplumda hangi eylemlerin suç sayılacağı, bunun hangi tür ve ölçüdeki ceza
yaptırımı ile karşılanacağı, nelerin ağırlaştırıcı veya hafifletici sebep
olarak kabul edilebileceği konularında takdir yetkisine sahip olmakla birlikte,
bu yetkisini kullanırken suç ve ceza arasındaki adil dengenin korunmasını da
dikkate almak zorundadır. Ancak, suçun sadece failin eylemlerini esas alarak ve
bu eylemler için öngörülen ceza miktarlarını kıyaslayarak suç ve ceza arasında
adil denge bulunup bulunmadığı konusunda bir karar vermek sorunu tek yönlü ya
da eksik olarak ele almak anlamına gelir. Suç ve ceza arasında adalete uygun
bir oranın bulunup bulunmadığının saptanmasında herhangi bir suç için konulmuş
ceza ile yapılacak bir kıyaslamanın değil, ceza siyaseti yanında o suçun
toplumda yarattığı etkinin de dikkate alınması gerekir. Cezanın belirlenmesinde
suçtan zarar görenin kişiliği ve ona verilen zararın azlığı veya çokluğu da
etkilidir.”
7.
İzlenen suç ve ceza siyasetinin gereği olarak, hangi davranış normuna
aykırılığın suç olarak belirleneceği, suç olarak belirlenen davranış normu için
cezanın alt ve üst sınırlarını belirleme yetkisi kanun koyucuya yani yasama
yetkisini kullanan Türkiye Büyük Millet Meclisine aittir.
8.
Hukuk Devleti ilkesinin gereği olarak; konulan ve uygulanan yasaların, kamu
yararına dayanması, herkes için konulması, adalet ve hakkaniyet ölçülerine
uygun olması gerekir. Suç ve cezayı belirleme yetkisine haiz olan kanun koyucu,
bu yönde düzenlemeler yaparken, hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan
ölçülülük ilkesiyle bağlıdır. Bu ilke ise “elverişlilik”, “gereklilik” ve “orantılılık”
olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. “Elverişlilik”, başvurulan önlemin
ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, “gereklilik” başvurulan önlemin
ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını, “orantılılık” ise
başvurulan önlem ve ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade
etmektedir. Bir kurala uyulmaması nedeniyle kanun koyucu tarafından öngörülen
yaptırım ile ulaşılmak istenen amaç arasında da “ölçülülük ilkesi” gereğince
makul bir dengenin bulunması zorunludur.
9.
Kanun koyucu, bir eylemi suç olarak belirlerken ve suç olarak belirlediği eylem
için yaptırım tespit ederken, sahip olduğu takdir hakkını; evrensel normlara,
hukukun temel ilkelerine, Anayasanın ortaya koyduğu genel ilkelere uygun olarak
kullanmalıdır. Kısaca söylemek gerekir ise, hukuk devletinin olduğu yerde
“adaletli bir hukuk düzeni” kurulmuş olmalıdır. Aksi yaklaşım hukuk devlet
ilkesinin fiilen ortadan kaldırılması anlamına gelir.
10.
Bu genel açıklamalardan sonra, başvuru konusu hüküm ile hukuk devleti ilkesi
arasındaki ilişkiyi irdelemek gereklidir.
Kişilere
karşı hakaret suçunu düzenleyen TCK’nın 125/1 maddesi uyarınca, hakaret suçunu
işleyen faile, üç aydan iki yıla kadar hapis cezası veya aynı sürelerde adli
para cezası verilmekte, suçun alenen işlenmesi halinde belirlenen ceza altıda
bir oranında arttırılmaktadır.
Aynı
Kanunun 125/3-a maddesi uyarınca; hakaret suçunun, kamu görevlisine karşı,
görevinden dolayı işlenmesi halinde, faile verilecek ceza, bir yıldan iki yıla
kadar hapis cezası veya aynı sürede adli para cezası olup, suçun alenen
işlenmesi halinde, belirlenen ceza yine altıda bir oranında arttırılmaktadır.
Oysa
TCK’nın “Devletin Egemenlik Alametlerine ve Organlarının Saygınlığına Karşı
Suçlar” bölümünde, özel bir hakaret suçu olarak yer alan Cumhurbaşkanına
hakaret suçunu düzenleyen 299. maddesinde, cumhurbaşkanına hakaret suçunu
işleyen failin cezası bir yıldan dört yıla kadar hapis cezası olarak
belirlenmiş, adli para cezası seçeneğine yer verilmemiş, suçun alenen işlenmesi
halinde, belirlenen cezanın altıda bir oranında arttırılması öngörülmüştür.
Aynı maddenin üçüncü fıkrası uyarınca, bu suça ilişkin kovuşturma yapılması
Adalet Bakanının iznine bağlanmıştır.
Görüldüğü
gibi; hakaret suçunun cumhurbaşkanına karşı işlenmesi halinde, suçun,
cumhurbaşkanının görevi nedeniyle işlenmesi gerekmediği gibi, faile verilecek
ceza bir başka kamu görevlisine (örneğin başbakana) hakaret eden kişiye göre
iki kat daha ağırdır. Cumhurbaşkanına yönelik suç bakımından bu denli farklı
bir düzenleme getirilmesi, yukarıda açıklanan hukuk devleti ilkesi ile bu
ilkenin ceza hukukuna, suç ve cezaların belirlenmesine ilişkin yansımalarına
aykırılık teşkil ettiği düşünülmektedir.
11.
TCK’nın 299. maddesinde, hakaret suçuna ilişkin genel bir belirleme olmadığı
gibi, hakaret suçlarını genel olarak düzenleyen TCK’nın 125 ve devamı
maddelerine atıf da yoktur. Bu nedenle Cumhurbaşkanına hakaret suçlarında,
hakaret suçuna ilişkin genel ilkelerin, gıyapta hakaret suçunun oluşumu için
gerekli olan “ihtilat unsurunun” bu suç bakımından da gerekli olup olmadığı,
TCK’nın 128. maddesinde yer alan “iddia ve savunma dokunulmazlığı” hükümleri
ile aynı Kanunun 129. maddesinde yer alan hükümlerin uygulanıp uygulanmayacağı
tartışmalıdır.
12.
Hukuk devleti ilkesinin ceza hukukuna yansımalarından birisi de “suç ve cezanın
belirli olması” ilkesidir. Hangi eylemin suç olduğu, cezasının ne olduğu,
yasada açık şekilde ortaya konulmuş olmalıdır.
13.
TCK’nın 299. maddesinde düzenlenen suçun, genel hakaret ve kamu görevlisine
hakaret suçlarında yer alan ve yukarıda açıklanan ayrıksı durumları içerip
içermediği yasada açıkça düzenlenmemiş, bu yönde bir yollama yapılmamış olması
da hukuk devletine aykırılık teşkil etmektedir.
14.
Tüm bu nedenlerle; itiraz konusu yapılan TCK’nın 299. maddesinin, Anayasa’nın
2. maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu düşünülmektedir.
C.
Anayasa’nın 10. Maddesine Aykırılık
15.
Anayasa’nın “Kanun önünde eşitlik” kenar başlığını taşıyan 10. maddesi
uyarınca; herkes kanun önünde eşittir. Hiçbir kimseye imtiyaz tanınamaz. Bu
maddede belirtilen “kanun önünde eşitlik ilkesi” hukuksal durumları aynı
olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik
öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin kanunlar
karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayrım yapılmasını ve
ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve
topluluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun karşısında eşitliğin ihlâli
yasaklanmıştır. Kanun önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı
tutulacağı anlamına gelmez. Durumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da
topluluklar için değişik kuralları ve uygulamaları gerektirebilir. Aynı
hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa
Anayasa’da öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez.
16.
TCK’nın 125/3-a maddesi uyarınca; kamu görevlisine hakaret etmek suç teşkil
etmektedir. Bu hüküm uyarınca, atanmış veya seçilmiş, tüm kamu görevlileri
suçun mağduru olabilecek durumdadır. Nitekim, başbakanlar, Bakanlar Kurulu
üyeleri, millet vekilleri, kamu idarelerinde ve yargı organlarında görevli
kişiler hakaret suçunun mağduru olduklarında ve suç, bu kişilerin yerine
getirdikleri görev nedeniyle işlendiğinde, faile verilecek ceza TCK’nın 125/3-a
maddesinde yer alan ceza olacaktır.
17.
Cumhurbaşkanının; başbakandan, bakanlar kurulu üyelerinden,
milletvekillerinden, idari merciler ve yargı organlarında görev yapan kamu
görevlilerinden farklı şekilde değerlendirilmesinin ve ayrı bir suç normunun
korumasına tabi tutulmasının Anayasa’nın eşitlik ilkesine uygun olup
olmadığının tartışılması gereklidir.
18.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, ifade özgürlüğü ve hakaret iddialarına ilişkin
olarak gördüğü davalarda, kamu görevlileri ile devlet yöneticilerine yönelik
hakaret fiillerinin, diğer vatandaşlara yönelik hakaret fiillerine göre ayrı
bir değerlendirmeye tabi tutulup tutulamayacağını ele almıştır.
19.
AİHM. Colombani/Fransa davasında; Fas Kralı’na hakaret ettiği için
cezalandırılan başvurucunun davasını incelemiştir. Mahkeme, yabancı devlet
başkanlarına yönelik hakaret fiilleri bakımından, ayrı bir düzenleme
yapılmasını ve bu fiiller bakımından daha ağır ceza belirlenmesini, Sözleşmeye
aykırı bulmuştur. AİHM. söz konusu kararında; yabanca ülke devlet başkanlarına
yönelik suç bakımından kabul edilen ayrıcalıklı hükmün, devletin başka
devletlerle dostça ilişkiler sürdürme konusundaki çıkarı nedeniyle zaruri ve
gerekli olduğuna ilişkin savunmayı yerinde bulmamış, yabancı devlet başkanı
hakarete uğradığını iddia ediyorsa, herkes için olağan başvuru yollarını
kullanabileceğini vurgulamıştır. AİHM’nin verdiği bu karar sonrasında, davalı
durumundaki Fransa, karara konu olayda uygulanan yasa hükmünü yürürlükten
kaldırmıştır.
20.
AİHM. Artun ve Güvener/Türkiye davasında verdiği kararda; o tarihte yürürlükte
olan 765 sayılı TCK’nın 158. maddesine göre yargılanan ve ceza alan
başvurucunun başvurusunu haklı bulmuştur. Mahkeme, söz konusu kararında,
başvuruda bulunanın beyanlarının hakaret oluşturup oluşturmayacağına ilişkin
değerlendirmelerin yanı sıra, verilen hapis cezasını Sözleşme’nin 10. maddesine
aykırı bulmuş, Cumhurbaşkanının konumu gereği ayrıcalıklı bir korumaya tabi
tutulmasını yerinde görmemiş, kişilerin sahip olduğu ifade özgürlüğü bakımından
devlet başkanlarının özel ve ayrıcalıklı statüde olamayacağını benimsemiştir.
21.
AİHM. Pakdemirli/Türkiye davasında da konuyu tartışmıştır. Kendisi de bir
siyasetçi olan başvuruda bulunanın, sarf ettiği sözler nedeniyle T.C.
Cumhurbaşkanı olan Süleyman Demirel’e tazminat ödemesine ilişkin dava
hakkındaki başvuruyu inceleyen AİHM., yerel mahkemede görülen tazminat
davasında, davacının Cumhurbaşkanı olması nedeniyle daha fazla tazminata
hükmedilmiş olmasını Sözleşmeye aykırılık olarak görmüştür. Söz konusu kararda;
bir kişinin, hakaret davasında salt devlet başkanı olduğu için diğer
vatandaşlardan daha fazla koruma göremeyeceği vurgulanmıştır.
22.
AİHM’nin konuyu tartıştığı bir başka kararı ise Otegi Mondragon/İspanya
kararıdır. Söz konusu kararda, cumhuriyetçi rejimlerde devlet başkanlarının
statülerinin aşırı korunmasının Sözleşmenin ruhuna aykırı bulunmuştur. Devletin
tarafsızlığını temsil eden İspanya Kralı’nın diğer insanlardan ayrıcalıklı bir
hakaret hükmüyle korunmasının meşru olup olmadığını tartışan AİHM, Kral’ın bile
ayrıcalıklı bir korumadan yararlanamayacağına karar vermiştir. Kral’ın politik
tartışmalarda tarafsız bir hakem ve devlet simgesi konumunda olmasının, onun,
resmi görevlerinin ifasıyla ilgili veya devletin temsilcisi olarak, bu
devletin, monarşi rejimi dâhil, anayasal yapısına meşru yollarla itiraz eden
kişiler başta gelmek üzere, başkaları tarafından eleştirilemeyeceği anlamına
gelmeyeceğini özellikle vurgulamıştır.
23.
AİHM’nin içtihatlarından da anlaşıldığı üzere; özellikle cumhuriyetçi
rejimlerde ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine taraf olan monarşilerde,
hakaret suçları bakımından kamu görevlilerinin korunması hususunda bir ayrım
yapılması benimsenmemektedir. Cumhurbaşkanlarının, devlet başkanlarının,
monarşilerde kralın, kendisine karşı yapılan hakaret suçları bakımından, diğer
kamu görevlilerine göre daha ayrıcalıklı durumda olmaları ve bu kişilere karşı
işlenen suçlar bakımından daha ağır ceza yaptırımının benimsenmesi Sözleşmenin
benimsediği eşitlik ilkesine ve Sözleşmenin ruhuna aykırı görülmektedir.
24.
Bu içtihatların yorumundan çıkan özet; demokratik, eşitlikçi, insan haklarına
saygılı ve bunları koruyup geliştirmekle yükümlendirilmiş bir hukuk devletinde,
egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu hukuk düzeninde, hiçbir makama
özel bir suç tipi oluşturulmamasının gerekli olduğudur.
25.
AİHS ve Sözleşme hükümlerini yorumlayan AİHM’nin genel uygulaması, siyasi
kişilerin, kendilerine yönelik eleştirilere tahammül sınırının daha yüksek
olması gerektiğidir. Oysa TCK’nın 299. maddesinde düzenlenen suç,
Cumhurbaşkanına yönelik hakaret fiillerini, diğer kamu görevlilerine göre daha
ağır şekilde cezalandırmaktadır.
26.
TCK’nın 299. maddesinde düzenlenen suçun Anayasa’ya aykırı görülmesi ve iptali
halinde, Cumhurbaşkanına yönelik hakaret fiillerinin yaptırımsız kalması gibi
bir durum söz konusu olmayacaktır. Zira söz konusu hüküm iptal edildiğinde veya
yürürlükten kaldırıldığında, cumhurbaşkanlarına yönelik hakaret fiilleri
TCK’nın 125/3-a maddesinde düzenlenen kamu görevlilerine hakaret suçu
kapsamında ceza yaptırımına tabi tutulacaktır. Böyle bir düzenleme veya iptal,
cumhurbaşkanlarının, diğer kamu görevlilerine (örneğin başbakana) göre daha
ayrıcalıklı ve özel koruma altında olmaması sonucunu doğuracaktır.
27.
Tüm bu nedenlerle; TCK’nın 299. maddesinin, Anayasanın 10. maddesine aykırı
olduğu düşünülmektedir.
D.
Anayasa’nın 39. Maddesine Aykırılık
28.
Anayasa’nın 39. maddesi uyarınca; “kamu görev ve hizmetlerinde bulunanlara
karşı, bu görev ve hizmetlerin yerine getirilmesiyle ilgili olarak yapılan
isnatlardan dolayı açılan hakaret davalarında, sanık, isnadın doğruluğunu ispat
hakkına sahiptir”. Bu hükmün, TCK bakımından karşılığı, 129. maddede yer
almaktadır.
29.
TCK’nın 299. maddesinde yer alan suç bakımından, Anayasa’nın 39. ve TCK’nın
129. maddesinin uygulanıp uygulanmayacağı yolunda bir belirleme
bulunmamaktadır. Cumhurbaşkanına yönelik hakaret suçu bakımından, Anayasa’da
istisnasız olarak kabul edilen “ispat hakkının” düzenlenmemiş olması nedeniyle
TCK’nın 299. maddesinde düzenlenen suçun, Anayasa’nın 39. maddesine de aykırı
olduğu kanaati hasıl olmuştur.
SONUÇ
VE İSTEM : Yukarıda açıklanan gerekçe ve nedenlerle;
5237
sayılı Türk Ceza Kanununun 299. maddesinin, 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti
Anayasasının 2., 10. ve 39. maddelerine aykırı olduğu kanaatine varıldığından,
söz konusu hükmün iptaline karar verilmesi hususu takdirlerinize arz olunur.”
“…
a-) Genel Olarak Kamu Görevlisine
Hakaret Suçları:
Mülga 765 sayılı Türk Ceza
Kanununun 279. maddesinde genel olarak kamu görevlileri tanımlanmış, kanunun
266. maddesinde ise kamu görevlilerine yönelik hakaret suçlarında, suç
mağdurlarının yürüttükleri göreve göre failllerin farklı yaptırımlara tabi
tutulmaları öngörülmüştür. Ayrıca mülga kanunda, Cumhurbaşkanına hakaret
halinde failin kanunun 158. maddesi gereğince cezalandırılması da
öngörülmüştür.
5237 sayılı halen yürürlükte
olan Türk Ceza Kanununda ise, hakaret suçunun muhatabı olan kişinin kamu görevlisi
olup olmamasına göre farklı yaptırımlara yer verilmekle birlikte,
Cumhurbaşkanına yönelik hakaret suçları bakımından ayrı bir maddede düzenleme
yapılmasına ilişkin önceki tercih muhafaza olunmuştur.
b-) Hakaret Suçunun Mağduru Olarak
Cumhurbaşkanının Mevcut Mevzuattaki Konumu:
Anayasanın yukarıda içeriği
aktarılan 101-102 maddelerinde belirlenen usule göre halk tarafından seçilen
Cumhurbaşkanı, Anayasanın 104. maddesi uyarınca “Devletin Başı olan kişidir.
Dolayısıyla 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 6/1-c maddesinde tanımlandığı
biçimde “kamusal faaliyetin yürütülmesine seçilme yoluyla süreli olarak katılan”
en üst düzeyde kamu kamu görevlisidir.
Türk Ceza Kanununun yukarıda
içeriği aktarılan 125/3-a maddesinde kamu görevlilerine karşı görevlerinden
dolayı işlenen suçlarda yaptırım uygulanmasını öngören yasal düzenlemeye yer
verilmiştir. Dolayısıyla Anayasanın 104. maddesi uyarınca “Devleti Başı” olan
Cumhurbaşkanına görevinden dolayı hakaret edilmesi halinde Türk Ceza Kanunun
299. maddesindeki özel nitelikli düzenleme bulunmasa dahi, suç failinin TCK.nın
125/3-a maddesi gereğince, hakaretin görevden dolayı olmaması halinde ise,
TCK.nın 125/1-2 maddeleri uyarınca cezalandırma cihetine gidilebilecektir.
Ancak 5237 sayılı TCK.nın 299.
maddesinde kamu görevlileri ile ilgili düzenlemeyle yetinilmeyerek, daha fazla
koruma sağlayan ve daha ağır yaptırımlar içeren ayrı bir yasal düzenleme
yapılmış, ayrıca yasa koyucu Cumhurbaşkanına karşı işlenen hakaret suçlarının “görevden
dolayı” veya “görev harici” olup olmadığına bakılmaksızın suç faili hakkında
aynı yaptırım uygulanmasını öngörmüştür.
c-) İfade Özgürlüğü İle İlgili
AİHM ve AYM Kararları Kapsamında Değerlendirme:
Bilindiği üzere; temel insan
haklarından olan düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü, Anayasa’nın 26. maddesi
ile güvence altına alınmıştır.
Anayasa’nın “Düşünceyi açıklama
ve yayma hürriyeti” kenar başlıklı 26. maddesi
şöyledir:
“Herkes, düşünce ve
kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak
açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın
haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. ...
Bu hürriyetlerin kullanılması,
milli güvenlik, kamu düzeni, kamu güvenliği, Cumhuriyetin temel nitelikleri ve
Devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünün korunması, suçların
önlenmesi, suçluların cezalandırılması, Devlet sırrı olarak usulünce belirtilmiş
bilgilerin açıklanmaması, başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının
yahut kanunun öngördüğü meslek sırlarının korunması veya yargılama görevinin gereğine
uygun olarak yerine getirilmesi amaçlarıyla sınırlanabilir.
Haber ve düşünceleri yayma
araçlarının kullanılmasına ilişkin düzenleyici hükümler, bunların yayımını
engellememek kaydıyla, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin sınırlanması
sayılmaz.
Düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyetinin kullanılmasında uygulanacak şekil, şart ve usuller kanunla
düzenlenir.”
Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’nın
26/2. maddesinde, başkalarının şöhret veya haklarının korunması amacıyla söz
konusu özgürlüğün sınırlanabileceği öngörülmüş; TBMM tarafından onaylanarak
Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca iç hukuk kuralı haline gelmiş olan İnsan
Hakları ve Temel Özgürlüklerin Korumasına İlişkili Avrupa Sözleşmesi’nin ifade özgürlüğünü
düzenleyen 10. maddesinin ikinci fıkralarında da, benzer şekilde, birinci
fıkrada
yer alan görüş açıklama ve
anlatım özgürlüğünün başkalarının şöhret ve haklarının korunması için yasayla
öngörülen sınırlamalara ve yaptırıma bağlanabileceği kabul edilmiştir. Hakaret suçunu
genel olarak yaptırıma bağlayan Türk Ceza Kanununun 125. maddesinin
gerekçesinde, fiillin cezalandırılmasıyla korunan hukukî değerin, kişilerin
şeref, haysiyet ve namusu, toplum içindeki itibarı, diğer fertler nezdindeki
saygınlığı olduğu belirtilmiştir. Kişilere yönelik eleştiri, düşünceyi açıklama
ve yayma özgürlüğü kapsamında fikri açıklayan kişiler bakımından bir hak olmakla
birlikte, başkalarının şöhret ve haklarının ihlali sonucunu doğurması halinde
hakkın kullanılmasının sağladığı korumadan yararlanmak mümkün olmayacaktır.
Anayasa Mahkemesinin 2014/3986
sayılı ve 02/04/2014 tarihli kararlarımda;
“Paragraf-33- İfade özgürlüğü,
sadece “düşünce ve kanaate sahip olma özgürlüğünü değil aynı zamanda sahip
olunan “düşünce ve kanaati (görüşü) açıklama ve yayma”, buna bağlı olarak “haber
veya görüş alma ve verme” özgürlüklerini de kapsamaktadır. Bu çerçevede ifade
özgürlüğü bireylerin serbestçe haber ve bilgilere, başkalarının fikirlerine
ulaşabilmesi, edindiği düşünce ve kanaatlerden dolayı kınanamaması ve bunları
tek başına veya başkalarıyla birlikte çeşitli yollarla serbestçe ifade
edebilmesi, anlatabilmesi, savunabilmesi, başkalarına aktarabilmesi ve
yayabilmesi anlamına gelir (B.No:2013/2602,23/1/2014, §40).
Paragraf-34. İfade özgürlüğü,
demokratik toplumun temellerinden biri olup toplumun gelişmesi ve bireyin
kendini geliştirmesi ve gerçekleştirmesi için vazgeçilmez koşullar arasında yer
alır. Hakikat ışığı fikirlerin çarpışmasından doğar. Bu bağlamda toplumsal ve
siyasal çoğulculuğu sağlamak, her türlü düşüncenin barışçıl bir şekilde ve
serbestçe ifadesine bağlıdır. Aynı şekilde birey özgün kişiliğini düşüncelerini
serbestçe ifade edebildiği ve tartışabildiği bir ortamda gerçekleştirebilir.
İfade özgürlüğü, kendimizi ve başkalarını tanımlamada, anlamada ve algılamada,
bu çerçevede başkalarıyla ilişkilerimizi belirlemede ihtiyaç duyduğumuz bir
değerdir (B.No:2013/2602,23/1/2014, §41).
Paragraf-35. İfade
özgürlüğünün, toplumsal ve bireysel işlevini yerine getirebilmesi için AİHM’nin
de ifade özgürlüğüne ilişkin kararlarında sıkça belirttiği gibi, sadece
toplumun ve devletin olumlu, doğru ya da zararsız gördüğü “haber” ve “düşüncelerin”
değil, devletin veya halkın bir bölümünün olumsuz ya da yanlış bulduğu, onları
rahatsız eden haber ve düşüncelerin de serbestçe ifade edilebilmesi ve
bireylerin bu ifadeler nedeniyle herhangi bir yaptırıma tabi tutulmayacağından
emin olmaları gerekir. İfade özgürlüğü, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık
fikirliliğin temeli olup bu özgürlük olmaksızın “demokratik toplumdan”
bahsedilemez (Handyside/Birleşik Krallık,B.No: 5493/72, 7/12/1976, §49).
Paragraf-36. Anayasa’da sadece
düşünce ve kanaatler değil, ifadenin tarzları, biçimleri ve araçları da güvence
altına alınmıştır. Anayasa’nın 26. maddesinde düşünceyi açıklama ve yayma
özgürlüğünün kullanımında başvurulabilecek araçlar “söz, yazı, resim veya başka
yollar” olarak ifade edilmiş ve “başka yollar” ifadesiyle her türlü ifade
aracının anayasal koruma altında olduğu gösterilmiştir (B.No:2013/2602,23/1/2014,
§43).
Paragraf-37. Bu bağlamda ifade
özgürlüğü, Anayasa’da güvence altına alman diğer hak ve özgürlüklerin önemli
bir kısmı ile doğrudan ilişkilidir. Görsel ve yazılı medya araçları yoluyla
fikir, düşünce ve haberlerin yayılmasını güvence altına alan basın özgürlüğü de
düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünün kullanılma araçlarından biridir. Basın
özgürlüğü, AİHS’de ifade özgürlüğüne ilişkin 10. Madde kapsamında koruma altına
alınmışken, Anayasamın 28 ilâ 32. maddelerinde özel olarak düzenlenmiştir
(B.No:2013/2602, 23/1/2014,
Paragraf-38. Demokratik bir
sistemde, kamu gücünü elinde bulunduranların yetkilerini hukuki sınırlar içinde
kullanmalarını sağlamak açısından basın ve kamuoyu denetimi en az idari ve
yargısal denetim kadar etkili bir rol oynamakta ve önem taşımaktadır. Halk
adına kamunun gözcülüğü işlevini gören basının işlevini yerine getirebilmesi
özgür olmasına bağlı olduğundan basın özgürlüğü, herkes için geçerli ve
yaşamsal bir özgürlüktür, (bkz. AYM, E. 1997/19, K. 1997/66, K.T. 23/10/1997),(benzer
yöndeki AİHM kararları için bkz. Lingens/Avusturya, B. No: 9815/82, 8/7/1986, §
41; Özgür radyo-Ses Radyo Televizyon Yapım ve Tanıtım AŞ/Türkiye, B.No:
64178/00, 64179/00, 64181/00, 64183/00, 64184/00, 30/j/2006 § 78: Erdoğdu ve İnce/Türkiye, B. No: 25067/94,
25068/94, 8/7/1999, § 48; Jersild/Danimarka, B.No: 15890/89, 23/9/1994, §31).
Paragraf-39. İnternet modem
demokrasilerde başta ifade özgürlüğü olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin
kullanılması bakımından önemli bir araçsal değere sahip bulunmaktadır.
İnternetin sağladığı sosyal medya zemini kişilerin bilgi ve düşüncelerini
açıklama, karşılıklı paylaşma ve yaymaları için vazgeçilmez niteliktedir. Bu
nedenle düşünceyi açıklamanın günümüzde en etkili ve yaygın yöntemlerinden biri
haline gelen internet ve sosyal medya araçları konusunda yapılacak düzenleme ve
uygulamalarda devletin ve idari makamların çok hassas davranmaları gerektiği
açıktır”
Şeklinde tespit ve
değerlendirmelere yer verilerek ifade özgürlüğünün kapsamı ve sınırlarına
işaret edilmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
ifade özgürlüğünü düzenleyen 10. maddesi ile ilgili olarak Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesinin (AİHM) Lingens/1986 ve Jerusalem-Avusturya/2001,
Handyside-Birleşik Krallık/1976, Dilipak ve Karakaya-Türkiye/2014, Eon v.
Fransa/2013 kararlarında mahkeme, bir politikacı aleyhinde kabul edilebilir
eleştirinin, bu nitelikte amaçlanan sınırlarının, sıradan bir şahıs aleyhinde
yapılan eleştirilere göre daha geniş olduğunu hatırlatmakta, daha çok gazeteciler
tarafından olduğu kadar halk kitlesi tarafından da bu kişilerin eylemlerinin ve
hareketlerinin kaçınılmaz ve bilinçli şekilde dikkatli bir denetime tabi
olabileceği, dolayısıyla politikacıların daha geniş bir hoşgörü göstermelerinin
gerekeceği, bu kabul ve uygulamanın sadece politikacılar bakımından geçerli
olmayıp, kamuya mal olmuş, yani kamuoyunda eylemleriyle veya konumları
dolayısıyla tanınmış herkes için uygulanmasının gerekeceği de belirtilmektedir.
d-) Devlet Başkanlarına Yönelik Hakaret Suçları İle İlgili AİHM
Kararları:
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi,
Otegi Mondragon/İspanya (2034/07-15.03.2011) davasında; ulusal mahkemelerin
başvuru sahibini mahkûm ederken, Devletin başına kendisiyle ilgili bilgilerin
ya da görüşlerin açıklanmasına ilişkin olarak başka insanlardan (hakaret
konusunda sıradan yasa ile korunan) ya da kurumlardan (örneğin Hükümet ve
Parlamento) daha fazla koruma sağlayan ve hakaretamiz beyanlar için daha ağır
cezalar öngören İspanya Ceza Yasasının dayanaklarına dikkat çekerek ( §.55), bu
bağlamda, hakaret konusunda Devletin başına özel bir yasayla daha fazla koruma
sağlamanın kural olarak Sözleşmenin ruhuna uygun olmadığını, böylesi bir
düzenlemenin, mahkeme tarafından “çağdaş uygulamalar ve politik kavramlar” ile
bağdaşır görülmediğini, bir Devletin kendi Devlet başkanının saygınlığını
korumadaki çıkarının, Devlet başkanına ayrıcalıklı bir statü ya da özel koruma
vermenin gerekçesi olamayacağını, kurulu düzene saldıran, şoke eden ya da
reddeden fikirlerin aktarılmasına gelindiğinde, ifade özgürlüğünün korunmasının
daha da önemli olduğunu ( §.56), özellikle politik konuşma alanında hapis
cezalarıyla ilgili Bakanlar Komitesi ve Avrupa Konseyi Parlamento Meclisimin
materyallerindeki rehber ilkelerin referans olarak alınması gerektiğini
belirtmiştir.
AİHM, benzer içerikli,
(Colombani/Fransa-51279/99, 25.06.2002 §§.68-69) Fas Kralına hakaret ettiği
iddiasıyla başvurucunun Fransız Basın Özgürlüğü Yasasına göre cezalandırılmasıyla
sonuçlanan davada, yabancı Devlet başkanlarının böyle bir ayrıcalığa sahip olmalarının
modern uygulama ve siyasi kavramlarla bağdaştırılmayacağını, bir devletin başka
devletlerle dostça ilişkiler sürdürme konusundaki çıkarı ne olursa olsun, böyle
bir ayrıcalığın ulaşılmak istenen amaç için zorunluluk niteliğini taşımadığını,
yabancı bir Devlet başkanı hakarete uğradığını iddia ediyorsa, herkes için
sağlanan olağan başvuru yollarını kullanabileceğini, ama ayrıcalıklı bir
korumadan yararlanamayacağını belirtmiştir.
Artun/Güvener/Türkiye
(75510/01-26.06.2007- §.31) davasında da mahkeme, Colombani ve Diğerleri-Fransa
kararında yabancı devlet başkanlarına ilişkin olarak verilen kararın, daha
ziyade bir devletin kendi başkanının itibarını koruma hususundaki menfaati ile ilgili
olduğunu, daha önceden tespit edilen ilkelerin bir ülkenin kendi Devlet
başkanını korumaya yönelik cezai düzenlemeler açısından da geçerli olduğunu,
aksini düşünmenin, bugünkü siyasi uygulama ve kavramlarla bağdaşmayacağını
belirterek Colombani ve diğerleri- Fransa ile Pakdemirli/Türkiye davalarına
atıfta bulunmuştur.
Yukarıda içeriklerinden
alıntılar aktarılan kararlarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Sözleşmenin 10.
maddesinin ihlal edildiğine işaret etmiştir.
e-) Anayasanın “Hukuk Devleti”
İlkesine İlişkin 2. Maddesi Kapsamında Değerlendirme:
2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti
Anayasasının “Cumhuriyetin Nitelikleri” başlıklı 2. maddesinde, “Türkiye
Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan
haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel
ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” şeklinde
düzenlemeye yer verilmiş, Anayasanın 4 ncü maddesinde ise, Anayasanın 1 inci
maddesindeki Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile, 2 nci
maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 üncü maddesi hükümlerinin
değiştirilemeyeceği ve değiştirilmesinin de teklif edilemeyeceği
belirtilmiştir.
Anayasanın 2. maddesinde yer
alan “Hukuk Devleti” ilkesi ile, Devletin tüm faaliyetlerinin hukuk normlarına
ve temel hukuk ilkelerine uygunluğunun sağlanması, Devlet yönetiminin ve Devlet
gücünün bireylerin temel hak ve özgürlükleri doğrultusunda sınırlanması,
böylece her türlü keyfiliğin engellenmesi amaçlanmaktadır.
Hukukun Devletinde, milli
egemenlik yetkisi hukukla sınırlanmakta, kamusal yetkilerin kaynağı, dayanağı
ve sınırı Devletin esas yapılanma kanunu olan Anayasa ve temel evrensel hukuk
ilkeleri ile belirlenmektedir. Dolayısıyla hukuk devleti; bireylerin temel hak
ve özgürlüklerinin, devleti yönetenlere ve devlet gücünü kullananlara karşı
korunduğu devlet düzenidir.
Anayasa Mahkemesi, 1963 yılında
vermiş olduğu bir kararda “hukuk devleti” kavramının tanımına ilk kez değinmiş
ve “Hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren ve bu haklan koruyucu, âdil
bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu sayan ve bütün
faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan bir devlettir” şeklinde bir
tanımlamaya yer vermiştir. (AYM; E. 1963/124, K. 1963/243, KT: 11.10.1963.)
Anayasa Mahkemesi aynı kararında “Hukuk devletinde kanun koyucu organ da dâhil
olmak üzere, devletin bütün organları üstünde hukukun mutlak bir hâkimiyeti
haiz olması, kanun koyucunun yasama faaliyetlerinde kendisini her zaman Anayasa
ve hukukun üstün kuralları ile bağlı tutması lâzımdır. Zira kanunun da üstünde
kanun koyucunun bozamıyacağı temel hukuk prensipleri ve Anayasa vardır ve kanun
koyucu bunlardan uzaklaştığı takdirde meşru olmayan bir tasarrufta bulunmuş
olur. Hukukun ana prensiplerine dayanmayan, devletin amacı ve varlığı sebebiyle
bağdaşmayan ve sadece belli bir anda hâsıl olan geçici bir çoğunluğun sağladığı
kuvvete dayanılarak çıkarılan kanunlar toplum vicdanında olumsuz tepkiler
yaratır. Böyle bir kanun hukukun yüceliğini temsil etmez. Böyle bir kanunun
kabulünü ve uygulanmasını hukuk devleti tasarrufu niteliğinde saymak da mümkün
değildir.” şeklinde tespit ve değerlendirmelere yer vermiştir.
Yüksek Mahkeme 01.07.1998
tarihli (E. 1996/74 , K. 1998/45) bir başka kararında ise “Anayasa’nın 2.
maddesine göre, Cumhuriyetin temel ilkeleri arasında sayılan hukuk Devleti,
insan haklarına saygılı ve bu haklan koruyan, adaletli bir hukuk düzeni kuran
ve bunu sürdürmekle kendini yükümlü sayan, bütün işlem ve eylemleri yargı
denetimine bağlı olan Devlettir. Böyle bir düzenin kurulması, yasama, yürütme
ve yargı alanına giren tüm işlem ve eylemlerin hukuk kuralları içinde kalması,
temel hak ve özgürlüklerin, Anayasal güvenceye bağlanmasıyla olanaklıdır”
şeklinde değerlendirmede bulunarak hukuk devletinin “olması gereken” esaslı
ilkelerini göstermiştir.
Anayasa Mahkemesi 24.6.1993
tarihli diğer bir kararında, hukuk devletine ilişkin olumsuz (olmaması gereken)
koşulları gösteren değerlendirmede bulunarak “Yasal düzenlemelerin Cumhuriyetin
temel niteliklerinden birisi olan ‘Hukuk Devleti’ ilkesine uygun olması
kaçınılmaz bir zorunluluktur. Yönetilenlere, en güçlü, en etkin ve en kapsamlı
biçimde hukuksal güvenceyi sağlayan ‘Hukuk Devleti’, tüm devlet organlarının
eylem ve işlemlerinin hukuka uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayarak insan
haklan, temel haklar ve özgürlükler yönünden anayasal ilkeler düzeyine ulaşmış
kurallara dayanır. Hukukun üstünlüğünü, toplumsal barış ve ulusal dayanışmayı
amaçlayan, Anayasanın öncelik ve bağlayıcılığını gözetmeyen, hukukun evrensel
kurallarına saygılı olmayan, adaletli bir düzeni gerçekleştirmeyen, kişilere
değer vermeyen, çağdaş kurum ve kurallarla uyum sağlamayan Devletin, ‘Hukuk
Devleti’ olduğundan söz edilemez.” demek suretiyle hukuk devletinde kabul
edilemez nitelikte uygulamaların neler olabileceğini örnekleme yoluyla
açıklamayı tercih etmiştir.(E. 1992/29, K. 1993/23)
Öte yandan Yüksek Mahkeme bir
kararında, “Anayasa’nın yasa önünde eşitlik ilkesini düzenleyen 10.
maddesindeki kurala aykırı düşen bir yasa hükmü, Cumhuriyetin niteliklerini belirleyen
Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti kavramı karşısında geçerliliğini
sürdüremez. Çünkü, Anayasa Mahkemesi’nin yerleşik kararlarında sık sık
vurgulandığı gibi, hukuk devleti, her eylem ve işlemi hukuka uygun, insan
haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her
alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya
aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı
sayıp yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da
bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğu bilincinden
uzaklaştığında geçersiz kalacağını bilen devlettir.” şeklinde değerlendirmeye
yer vererek Anayasanın “eşitlik” ve “hukuk devleti” ilkeleri arasındaki
ilişkiye açıklık getirmiştir. (31.10.1991, E. 1991/24, K. 1991/40)
Hukuk Devletinde esas alınan “normlar
hiyerarşisi” ilkesine göre, evrensel hukuk ilkeleri ile insan hak ve
özgürlükleri başta olmak üzere anayasa, yasa, tüzük, yönetmelik gibi Devletin
faaliyet alanını düzenleyen kuralların alt norm ve üst norm şeklinde
düzenlenmesi, alt normun her hal ve koşulda üst norma uygun olması zorunluluk
arz etmektedir. Bu ilkeye göre her norm, kendi üstündeki normlara uygun olduğu
ölçüde geçerlidir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının
90/5. maddesinde “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmaların
kanun hükmünde olduğu, bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa
Mahkemesine başvurulamayacağı, usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve
özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı
hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma
hükümlerinin esas alınacağı” hükme bağlanmıştır.
Hukuk Devleti ilkesi gereğince
geçerli olan “normlar hiyerarşisi kuralı” dikkate alındığında, Anayasanın 90.
maddesinde yer alan bu düzenleme karşısında, temel hak ve özgürlüklere ilişkin
milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi
nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda “milletlerarası andlaşma hükümlerinin üst
norm olarak gözetilip uygulanması gerekecektir.
Anayasanın 90. maddesi hükmüne
göre, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, TBBM tarafından kabul edilmekle üstün
bir iç hukuk normu haline gelmiştir. Mahkememizce; Devlet başkanlarına özel
himaye sağlayan yasaların varlığını sözleşmenin ihlali niteliğinde gören ve yukarıda
içeriklerinden bahsedilen AİHM kararlarının sözleşme kapsamında bağlayıcılığı dikkate
alındığında, TCK.nın 299. maddesinin Anayasanın “Hukuk Devleti ilkesi ile bağdaşmadığı
ve bu yönüyle de anayasaya aykırı olduğu kanaatine varılmıştır.
f-) Anayasanın “Eşitlik”
İlkesine İlişkin 10. Maddesi Kapsamında Değerlendirme:
Türkiye Cumhuriyeti
Anayasasının 101-102. maddelerinin 5678 sayılı kanun ile değişikliğe uğraması
ile birlikte, Cumhurbaşkanının “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri içinden
yirmi milletvekilinin yazılı teklifi ile ve ayrıca en son yapılan milletvekili
genel seçimlerinde geçerli oylar toplamı birlikte hesaplandığında yüzde onu
geçen siyasi partiler tarafından ortak aday gösterilebilmeleri” mümkün hale
gelmiştir. Ortaya çıkan yeni duruma göre, siyasi partilerin bir veya bir
kaçının desteğini alarak seçilen Cumhurbaşkanının siyasi bir kişilik olması
kaçınılmaz bir sonuçtur. Cumhurbaşkanının Anayasa gereğince tarafsızlık yemini
etmesi, bir takım anayasal görevleri üstlenmesi ve Devletin Başı olarak Türkiye
Cumhuriyeti Devletini temsil etmesi onun siyasi bir aktör olması gerçeğini
değiştirmeyecektir.
Cumhurbaşkanının 5237 sayılı
Türk Ceza Kanununun 6/1-c maddesinde tanımlandığı biçimde “kamusal faaliyetin
yürütülmesine seçilme yoluyla süreli olarak katılan” en üst düzeyde kamu
görevlisi olması dikkate alındığında, tüm kamu görevlilerine yönelik hakaret
suçları bakımından tek bir yasal düzenleme olması gerekirken, TBMM Başkan ve
üyeleri, Başbakan ve Bakanlar gibi siyasi kişilikler de dahil tüm siyasi
kişiliklere ayrı himaye sağlayan yasal düzenlemeler bulunmadığı halde, Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası’nın 101-102. maddelerinin 5678 sayılı kanun ile
değişikliğe uğraması sonucu, siyasi bir kişilik hüviyetini taşımakla birlikte,
süreli olarak kamu görevini yürüten Cumhurbaşkanına yönelik hakaret suçları
bakımından farklı yasal düzenlemenin bulunması, Anayasanın 10. maddesinde
yazılı eşitlik ilkesinin ihlali niteliğinde görülmüştür.
SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda tartışılıp izah olunan nedenlerle;
Mahkememizde yargılanan
sanıkların suçlarının sübutu halinde, mahkememizce kurulacak hükümde 5237
sayılı Türk Ceza Kanununun 299. maddesinin tatbiki ihtimal dahilinde olup,
Yüksek Mahkemeye müracaatla Anayasaya aykırılığın tespit ve iptalini istemek
zarureti doğmakla,
Mahkememizce 5237 sayılı Türk
Ceza Kanununun 299. maddesinin, 2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının “Hukuk
Devleti” İlkesini düzenleyen “Cumhuriyetin Nitelikleri” başlıklı 2. maddesine
ve “Kanun Önünde Eşitlik” başlıklı 10. maddesine aykırı düzenleme içerdiği
kanaatine varıldığından,
Yüksek Mahkemece, mahkememiz
başvurusunun itiraz olarak kabul edilerek, 5237sayılı Türk Ceza Kanununun 299.
maddesinin İPTALİNE karar verilmesi,
2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti
Anayasasının 152. maddesi gereğince arz ve talep olunur.”