ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı : 2012/100
Karar Sayısı : 2013/84
Karar Günü : 4.7.2013
R.G. Tarih-Sayı :
02.08.2013-28726
İPTAL DAVASINI AÇANLAR : Türkiye Büyük Millet
Meclisi üyeleri Emine Ülker TARHAN ve Dilek AKAGÜN YILMAZ ile birlikte 123
milletvekili
DAVANIN KONUSU : 2.7.2012 günlü, 6352 sayılı
Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik
Yapılması ve Basın Yayın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların
Ertelenmesi Hakkında Kanun'un:
1- 1. maddesiyle 9.6.1932 günlü, 2004
sayılı İcra ve İflas Kanunu'nun başlığı ile birlikte değiştirilen
1. maddesinin beşinci fıkrasının,
2- 3. maddesiyle 2004 sayılı Kanun'a eklenen 8/a maddesinin
ikinci fıkrasının,
3- 21. maddesiyle değiştirilen 2004 sayılı Kanun'un 106.
maddesinin birinci fıkrasının,
4- 22. maddesiyle değiştirilen 2004 sayılı Kanun'un 110.
maddesinin birinci fıkrasının,
5- 24. maddesiyle 2004 sayılı Kanun'un 114. maddesine eklenen
dördüncü fıkranın 'Açık artırmaya elektronik ortamdan teklif verme yoluyla
başlanır.' biçimindeki birinci cümlesinin,
6- 25. maddesiyle 2004 sayılı Kanun'un başlığı ile birlikte
değiştirilen 115. maddesinin,
7- 28. maddesiyle değiştirilen 2004 sayılı Kanun'un 124.
maddesinin üçüncü fıkrasının,
8- 29. maddesiyle 2004 sayılı Kanun'un başlığı ile birlikte
değiştirilen 126. maddesinin dördüncü fıkrasının,
9- 31. maddesiyle değiştirilen 2004 sayılı Kanun'un 129.
maddesinin,
10- 44. maddesiyle 6.1.1982 günlü, 2575
sayılı Danıştay Kanunu'nun 8. maddesinin;
a- (1) numaralı fıkrasının,
aa- (d) bendine eklenen 'Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel
Sekreterliği,' ibaresinin,
ab- (e) bendine eklenen 'ile düzenleyici ve denetleyici
kurumların başkanlıkları,' ibaresinin,
ac- Değiştirilen (g) bendinin,
b- (3) numaralı fıkrasındaki değiştirilen 'onbeş yıl' ibaresinin,
11- 45. maddesiyle değiştirilen 2575 sayılı Kanun'un 24.
maddesinin (1) numaralı fıkrasının (c) bendinin,
12- 46. maddesiyle değiştirilen 2575 sayılı Kanun'un 60.
maddesinin (1) numaralı fıkrasının,
13- 47. maddesiyle değiştirilen 2575 sayılı Kanun'un 61. maddesinin
(1) ve (3) numaralı fıkralarının,
14- 57. maddesiyle;
a- 6.1.1982 günlü, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun
27. maddesinin değiştirilen (2) numaralı fıkrasının,
b- 2577 sayılı Kanun'un 27. maddesine eklenen (3) ve (10)
numaralı fıkraların,
15- 58. maddesiyle değiştirilen 2577 sayılı Kanun'un 28.
maddesinin (2) ve (6) numaralı fıkralarının,
16- 72. maddesiyle 24.2.1983 günlü, 2802 sayılı Hâkimler ve
Savcılar Kanunu'nun 37. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (c) bendinin,
17- 74. maddesiyle 12.4.1991 günlü, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun
2. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan 've örgüt mensupları gibi
cezalandırılırlar' ibaresinin madde metninden çıkarılmasının,
18- 75. maddesiyle 3713 sayılı Kanun'un başlığı ile birlikte
değiştirilen 10. maddesinin,
19- 77. maddesiyle 9.6.2004 günlü, 5187
sayılı Basın Kanunu'nun 26. maddesinin birinci ve altıncı fıkralarında yapılan
değişikliklerin,
20- 85. maddesiyle değiştirilen 26.9.2004
günlü, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 220. maddesinin (6) ve (7) numaralı
fıkralarının,
21- 90. maddesiyle 5237 sayılı
Kanun'un başlığı ile birlikte değiştirilen 277. maddesinin,
22- 92. maddesiyle değiştirilen 5237
sayılı Kanun'un 285. maddesinin,
23- 93. maddesiyle değiştirilen 5237
sayılı Kanun'un 288. maddesinin,
24- 95. maddesiyle 4.12.2004 günlü,
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'na eklenen 38/A maddesinin,
25- 105. maddesinin,
26- Geçici 1. maddesinin,
27- Geçici 2. maddesinin (4), (5), (6) ve
(7) numaralı fıkralarının,
28- Geçici 3. maddesinin,
Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 2., 4., 5., 6., 7., 8., 9., 10., 11.,
12., 13.,17., 20., 36., 37., 38., 40., 87., 90., 125., 128., 138., 139., 140.
ve 153. maddelerine aykırılığı ileri sürülerek iptallerine ve yürürlüklerinin
durdurulmasına karar verilmesi istemidir.
II- YASA METİNLERİ
A- İptali İstenilen Yasa Kuralları
2.7.2012 günlü, 6352 sayılı Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi
Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yayın Yoluyla İşlenen
Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi Hakkında Kanun'un:
1- 1. maddesiyle değiştirilen 9.6.1932 günlü, 2004 sayılı İcra ve
İflas Kanunu'nun iptali istenen kuralın da yer aldığı 'İcra daireleri' başlıklı 1.
maddesi şöyledir:
'Her asliye mahkemesinin yargı çevresinde yeteri kadar icra
dairesi bulunur.
Her icra dairesinde Adalet Bakanlığı tarafından atanacak bir icra
müdürü, yeteri kadar icra müdür yardımcısı, icra katibi ile adli yargı ilk
derece mahkemesi adalet komisyonları tarafından görevlendirilecek mübaşir ve
hizmetli bulunur.
İcra müdür ve icra müdür yardımcıları, Adalet Bakanlığı tarafından
yaptırılacak yazılı sınav ve Adalet Bakanlığı tarafından yapılacak sözlü sınav
sonucuna göre atanırlar. İcra katipleri arasından Adalet Bakanlığı tarafından
yaptırılacak yazılı sınav ve Adalet Bakanlığı tarafından yapılacak sözlü sınav
sonucuna göre de icra müdür veya icra müdür yardımcılığı kadrolarına atama
yapılabilir.
İcra katipliğine ilk defa atanacaklar, kamu görevlerine ilk defa
atanacaklar için yapılacak merkezî sınavda başarılı olanlar arasından Adalet
Bakanlığının bu konuda yetki vereceği adli yargı ilk derece mahkemesi adalet
komisyonları tarafından yapılacak uygulama ve sözlü sınav sonucuna göre; unvan
değişikliği suretiyle atanacaklar ise uygulama ve sözlü sınav sonucuna göre
atanırlar. Unvan değişikliği suretiyle icra katipliğine atanacaklar tahsis
edilen kadronun yüzde ellisini geçemez.
İcra müdür ve icra müdür yardımcıları ile icra katiplerinin,
yazılı sınav, sözlü sınav, görevlendirme, nakil, unvan değişikliği, görevde
yükselme ve diğer hususları yönetmelikle düzenlenir.
İcra dairelerinde, gerektiğinde, Adalet Bakanlığı tarafından
belirlenecek esaslar çerçevesinde, adli yargı ilk derece mahkemesi adalet
komisyonu tarafından zabıt katibi, mübaşir ve hizmetli görevlendirilir.
İcra müdürü, icra müdür yardımcısı veya icra katibinin herhangi
bir nedenden dolayı yokluğu halinde görev ve yetkileri, adli yargı ilk derece
mahkemesi adalet komisyonu tarafından görevlendirilecek yazı işleri müdürü veya
zabıt katibi tarafından yerine getirilir.
Adalet Bakanlığı, icra dairelerini bir arada bulundurmaya ve aynı
icra mahkemesine bağlamaya yetkilidir.'
2- 3. maddesiyle, 2004 sayılı Kanun'a eklenen ve iptali istenen
kuralın da yer aldığı'Elektronik işlemler' başlıklı 8/a maddesi
şöyledir:
'İcra ve iflas dairelerince yapılacak her türlü icra ve iflas
iş ve işlemlerinde Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi kullanılır; her türlü veri,
bilgi, belge ve karar, Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi vasıtasıyla işlenir,
kaydedilir ve saklanır.
Usulüne göre güvenli elektronik imza ile oluşturulan elektronik
veriler senet hükmündedir. Güvenli elektronik imza, elle atılan imza ile aynı
ispat gücünü haizdir. Güvenli elektronik imza, kanunlarda güvenli elektronik
imza ile yapılamayacağı açıkça belirtilmiş olan işlemler dışında, elle atılan
imza yerine kullanılabilir. Güvenli elektronik imzayla oluşturulan belge ve
kararlarda, kanunlarda birden fazla nüshanın düzenlenmesi ve mühürleme işlemini
öngören hükümler uygulanmaz.
Zorunlu nedenlerden dolayı fiziki olarak düzenlenen belge veya
kararlar, yetkili kişilerce güvenli elektronik imzayla imzalanarak Ulusal Yargı
Ağı Bilişim Sistemine aktarılır ve gerektiğinde Ulusal Yargı Ağı Bilişim
Sistemi vasıtasıyla ilgili birimlere iletilir. Bu şekilde elektronik ortama
aktarılarak ilgili birimlere iletilen belge ve kararların asılları, gönderen
icra ve iflas dairesinde saklanır, ayrıca fiziki olarak gönderilmez. Ancak,
belge veya kararın aslının incelenmesinin zorunlu olduğu hâller saklıdır.
Elektronik ortamdan fiziki örnek çıkartılması gereken hâllerde,
icra müdürü veya görevlendirdiği personel tarafından belgenin aslının aynı
olduğu belirtilerek, imzalanır ve mühürlenir.
Elektronik ortamda yapılan işlemlerde süre gün sonunda biter.
Elektronik işlemlerin Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemi vasıtasıyla
yapılmasına dair usul ve esaslar, Adalet Bakanlığı tarafından çıkarılan
yönetmelikle düzenlenir.'
3- 21. maddesiyle değiştirilen 2004 sayılı Kanun'un iptali istenen
kuralın da yer aldığı 'Talep için müddetler' başlıklı 106. maddesi
şöyledir:
'Alacaklı, haczolunan mal taşınır ise hacizden itibaren altı
ay, taşınmaz ise hacizden itibaren bir yıl içinde satılmasını isteyebilir.
Borçlunun üçüncü şahıslardaki alacağı taşınır hükmündedir.'
4- 22. maddesiyle değiştirilen 2004 sayılı Kanun'un iptali istenen
kuralların da yer aldığı 'Haczin kalkması' başlıklı 110.
maddesi şöyledir:
'Bir malın satılması kanuni müddet içinde istenmez veya icra müdürü
tarafından verilecek karar gereği gerekli gider onbeş gün içinde depo edilmezse
veya talep geri alınıp da kanuni müddet içinde yenilenmezse o mal üzerindeki
haciz kalkar. Hacizli malın satılması yönündeki talep bir defa geri alınabilir.
Haczedilen resmi sicile kayıtlı malların, icra dairesiyle
yapılacak yazışmalar sonucunda haczinin kalktığının tespit edilmesi hâlinde,
sicili tutan idare tarafından haciz şerhi terkin edilir ve işlem ilgili icra
dairesine bildirilir.
Birinci fıkra gereğince haczin kalkmasına sebebiyet veren alacaklı
o mala yönelik olarak, haczin konulması ve muhafazası gibi tüm giderlerden
sorumlu olur. '
5- 24. maddesiyle değiştirilen 2004 sayılı Kanun'un iptali istenen
kuralın da yer aldığı 'Arttırma hazırlık tedbirleri' başlıklı 114.
maddesi şöyledir:
'(Değişik birinci fıkra: 17/7/2003-4949/27 md.) Satış açık
artırma ile yapılır. Birinci ve ikinci artırmanın yapılacağı yer, gün ve saat
daha önceden ilân edilir.
İlanın şekli, artırmanın tarzı, yer ve günü ve gazete ile yapılıp
yapılmıyacağı icra memurluğunca alakadarların menfaatlerine en muvafık geleni
nazarı dikkate alınarak tayin olunur. (Ek cümle: 17/7/2003-4949/27 md.) İlânın
yurt düzeyinde yayımlanan bir gazete ile yapılmasına karar verilmesi hâlinde bu
ilân satış talebi tarihinde tirajı ellibinin (50.000) üzerinde olan ve yurt
düzeyinde dağıtımı yapılan gazetelerden biriyle yapılır.
(Ek: 18/2/1965'538/57 md.) Gazete ile yapılacak ilanlara satış
şartnamesi eklentisiyle geçirilmeyip, satılacak şeyin cinsi, mahiyeti, önemli
vasıfları, muhammen kıymeti, bulunduğu yer ve ikinci artırmanın gün ve saati,
satış şartnamesinin vesair bilginin nereden ve ne suretle öğrenilebileceği,
talep halinde ve ilanda gösterilen masrafı verilmek şartiyle şartnamenin bir
örneğinin gönderilebileceği hususları yazılmakla iktifa olunur. İcra dairesince
yapılması zaruri ilanlar dışında, taraflar şartnamenin tamamını, masrafı kendilerine
ait olmak üzere, diledikleri vasıtalarla ilan edebilirler. Ancak hususi
mahiyetteki bu ilan resmi muameleye tesir etmez. (Ek cümle:
2/7/2012'6352/24 md.) Satış ilanı elektronik ortamda da yapılır.
(Ek 2/7/2012'6352/24 md.)Açık artırmaya elektronik ortamda
teklif verme yoluyla başlanır. Elektronik ortamda teklif verme,
birinci ihale tarihinden on gün önce başlar, ihalenin tamamlanacağı günden
önceki gün sonunda sona erer; ikinci ihalede ise elektronik ortamda teklif
verme birinci ihaleden sonraki beşinci gün başlar, en az on gün sonrası için
belirlenecek ikinci ihalenin tamamlanacağı günden önceki gün sonunda sona erer.
Elektronik ortamda verilecek teklifler haczedilen malın tahmin edilen
kıymetinin yüzde ellisinden az olamaz; teklif vermeden önce, haczedilen malın
tahmin edilen kıymetinin yüzde yirmisi nispetinde teminat gösterilmesi
zorunludur.
(Ek 2/7/2012'6352/24 md.)Satışa çıkarılan taşınır üzerinde hakkı
olan alacaklının alacağı yukarıdaki fıkrada yazılı oranda ise artırmaya
iştiraki halinde ayrıca pey akçesi ve teminat aranmaz.'
6- 25. maddesiyle değiştirilen 2004 sayılı Kanun'un 'İhalenin
yapılması:' başlıklı 115. maddesi şöyledir:
(Değişik: 2/7/2012'6352/25 md.) Birinci
ve ikinci ihale icra memuru tarafından, ilanda belirlenen yer, gün ve saatte,
elektronik ortamda verilen en yüksek teklif üzerinden başlatılır. Satışa
çıkarılan mal üç defa bağırıldıktan sonra, elektronik ortamda verilen en yüksek
teklif de değerlendirilerek, en çok artırana ihale edilir. Şu kadar ki, artırma
bedelinin malın tahmin edilen bedelinin yüzde ellisini bulması ve satış
isteyenin alacağına rüçhanı olan diğer alacaklar o malla temin edilmişse bu
suretle rüçhanı olan alacakların mecmuundan fazla olması ve bundan başka paraya
çevirme ve paraların paylaştırılması masraflarını aşması gerekir.
Birinci ihalede, alıcı çıkmazsa veya bu maddede yazılı miktara
ulaşılmazsa satış icra memuru tarafından geri bırakılır.
İkinci ihalede, alıcı çıkmazsa veya bu maddede yazılı şartlar
gerçekleşmezse satış talebi düşer.'
7- 28. maddesiyle değiştirilen 2004 sayılı Kanun'un iptali istenen
kuralın da yer aldığı '1- Şartnamenin açık bulundurulması' başlıklı
124. maddesi şöyledir:
'İcra dairesi taşınmazların bulunduğu yerin adetlerine göre en
elverişli tarzda artırma şartlarını tesbit eder.
Bunları ihtiva eden şartname artırmadan evvel en az on gün
müddetle icra dairesinde herkesin görmesi için açık bulundurulur.
(Değişik: 2/7/2012'6352/28 md.) Şartnameye, artırmaya iştirak
edeceklerin taşınmazın tahmin edilen kıymetinin yüzde yirmisi nispetinde pey
akçesi veya milli bir bankanın teminat mektubunu tevdi etmeleri, elektronik
ortamda teklif vererek artırmaya katılacakların teminat göstermeleri gerektiği
ve elektronik ortamda teklif vermeye ilişkin hususlar yazılır.
Satılığa çıkarılan taşınmaz üzerinde hakkı olan alacaklının
alacağı yukarki fıkrada yazılı nispet raddesinde ise artırmaya iştiraki halinde
ayrıca pey akçesi ve teminat aranmaz.'
8- 29. maddesiyle değiştirilen 2004 sayılı Kanun'un iptali istenen
kuralın da yer aldığı 'Artırma ilanı, artırma hazırlıkları ve ilgililere
ihtar' başlıklı 126. maddesi şöyledir:
'Satış, açık artırma ile yapılır. Birinci ve ikinci ihalenin
yapılacağı yer, gün ve saat önceden ilan edilir.
İlan, birinci ihale tarihinden en az bir ay önce yapılır. İlan
edilen metnin esasa müessir olmayan maddi hatalar nedeniyle tekrarlanması
gerektiğinde, ihale tarihi değiştirilmeksizin hata ilanen düzeltilir. Ancak bu
düzeltme ilanının tarihi ile ihale tarihi arasında yedi günden az zaman kalmış
ise daha önce ilan edilen günden yedi iş günü sonrası için tespit edilecek
günde satış yapılacağı düzeltme ilanında belirtilir. Bu düzeltme ilanı
ilgililere ayrıca tebliğ edilmez.
Yapılacak ilana, satılacak şeyin cinsi, mahiyeti, önemli
vasıfları, tahmin edilen kıymeti, bulunduğu yer; birinci ve ikinci ihalenin
yapılacağı yer, gün ve saat; artırmaya iştirak edeceklerin haczedilen malın
tahmin edilen kıymetinin yüzde yirmisi nispetinde pey akçesi veya milli bir
bankanın teminat mektubunu tevdi etmeleri gerektiği; diğer bilgilerin nereden
ve ne suretle öğrenilebileceği hususları yazılır. Ayrıca, ipotek sahibi
alacaklılarla diğer ilgililerin taşınmaz üzerindeki haklarını, hususiyle faiz ve
masrafa dair olan iddialarını evrakı müsbiteleri ile onbeş gün içinde icra
dairesine bildirmeleri gerektiği yazılır; aksi halde, hakları tapu siciliyle
sabit olmadıkça, satış bedelinin paylaşmasından hariç kalacakları da ilave
edilir. Bu ihtar irtifak hakkı sahiplerine de yapılır.
Açık artırmaya elektronik ortamda teklif verme yoluyla başlanır.
Elektronik ortamda teklif verme, birinci ihale tarihinden yirmi gün önce
başlar, ihalenin tamamlanacağı günden önceki gün sonunda sona erer; ikinci
ihalede ise elektronik ortamda teklif verme birinci ihaleden sonraki beşinci
gün başlar, en az yirmi gün sonrası için belirlenecek ikinci ihalenin
tamamlanacağı günden önceki gün sonunda sona erer. Elektronik ortamda verilecek
teklifler haczedilen malın tahmin edilen kıymetinin yüzde ellisinden az olamaz;
teklif vermeden önce, haczedilen malın tahmin edilen kıymetinin yüzde yirmisi
nispetinde teminat gösterilmesi zorunludur.
Satışa çıkarılan taşınmaz üzerinde hakkı olan alacaklının alacağı
yukarıdaki fıkrada yazılı oranda ise artırmaya iştiraki halinde ayrıca pey
akçesi ve teminat aranmaz.
114 üncü maddenin ikinci ve üçüncü fıkraları taşınmazın satış
ilanı hakkında da uygulanır.'
9- 31. maddesiyle değiştirilen 2004 Sayılı Kanun'un 'İhale' başlıklı 129.
maddesi şöyledir:
'(Değişik 2/7/2012'6352/28 md.) Birinci
ve ikinci ihale icra memuru tarafından, ilanda belirlenen yer, gün ve saatte,
elektronik ortamda verilen en yüksek teklif üzerinden başlatılır. Taşınmaz üç
defa bağırıldıktan sonra, elektronik ortamda verilen en yüksek teklif de
değerlendirilerek, en çok artırana ihale edilir. Şu kadar ki, artırma bedelinin
malın tahmin edilen bedelinin yüzde ellisini bulması ve satış isteyenin
alacağına rüçhanı olan diğer alacaklar o malla temin edilmişse bu suretle
rüçhanı olan alacakların mecmuundan fazla olması ve bundan başka paraya çevirme
ve paraların paylaştırılması masraflarını aşması gerekir.
Birinci ihalede, alıcı çıkmazsa veya bu maddede yazılı miktara
ulaşılmazsa satış icra memuru tarafından geri bırakılır.
İkinci ihalede, alıcı çıkmazsa veya bu maddede yazılı şartlar
gerçekleşmezse satış talebi düşer.'
10- 44. maddesiyle değiştirilen 6.1.1982 günlü, 2575 sayılı Danıştay
Kanunu'nun iptali istenen kuralların da yer aldığı 'Danıştay üyelerinin
nitelikleri ' başlıklı 8 maddesi şöyledir:
'1. Danıştay üyeleri:
a) İdari yargı hakim ve savcılığı,
b) Bakanlık, müsteşarlık, müsteşar yardımcılığı, elçilik, valilik,
c) Generallik, amirallik,
d)Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, Türkiye Büyük
Millet Meclisi Genel Sekreterliği,
e) Genel ve katma bütçeli dairelerde veya kamu kuruluşlarında
genel müdürlük veya en az bu derecedeki tetkik ve teftiş kurul
başkanlıkları, ile düzenleyici ve denetleyici kurumların başkanlıkları,
f) Yükseköğrenim kurumlarında hukuk, iktisat, maliye, kamu
yönetimi profesörlüğü,
g) (Değişik: 2/7/2012-6352/44 md.) Kamu kurum ve
kuruluşlarının başhukuk müşavirliği, birinci hukuk müşavirliği, hukuk
hizmetleri başkanlığı ve hukuk işleri müdürlüğü,
Görevlerini yapanlar arasından seçilir.
2. İdari yargı hakim ve savcılarının Danıştay üyeliğine
seçilebilmeleri için birinci sınıfa ayrıldıktan sonra en az üç yıl bu
görevlerde başarı ile çalışmış olmaları ve birinci sınıfa ayrılma niteliğini
kaybetmemeleri gereklidir.
3. İdari görevlerden Danıştay üyeliğine seçileceklerin
yükseköğrenimlerini tamamladıktan sonra Devlet hizmetlerinde onbeş yıl (')
çalışmış bulunmaları, birinci derece aylığını kazanılmış hak olarak almaları ve
hakimliğin gerektirdiği ahlak ve seciyeye sahip olmaları şarttır.'
11- 45. maddesiyle değiştirilen 2575 sayılı
Kanun'un ipali istenen kuralın da yer aldığı 'İlk derece mahkemesi olarak
Danıştayda görülecek davalar' başlıklı 24. maddesi şöyledir:
'1. Danıştay ilk derece mahkemesi olarak:
a) Bakanlar Kurulu kararlarına,
b) (Değişik : 2/6/2004 - 5183/4 md.)Başbakanlık, bakanlıklar ve
diğer kamu kurum ve kuruluşlarının müsteşarlarıyla ilgili müşterek
kararnamelere,
c) (Değişik: 2/7/2012-6352/45 md.) Bakanlıklar ile kamu
kuruluşları veya kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarınca çıkarılan ve
ülke çapında uygulanacak düzenleyici işlemlere,
d) Danıştay İdari Dairesince veya İdari İşler Kurulunca verilen
kararlar üzerine uygulanan eylem ve işlemlere,
e) Birden çok idare veya vergi mahkemesinin yetki alanına giren
işlere,
f) Danıştay Yüksek Disiplin Kurulu kararları ile bu Kurulun görev
alanı ile ilgili Danıştay Başkanlığı işlemlerine,
Karşı açılacak iptal ve tam yargı davaları ile tahkim yolu
öngörülmeyen kamu hizmetleri ile ilgili imtiyaz şartlaşma ve sözleşmelerinden
doğan idari davaları karara bağlar.
2. Danıştay, belediyeler ile il özel idarelerinin seçimle gelen
organlarının organlık sıfatlarını kaybetmeleri hakkındaki istemleri inceler ve
karara bağlar.'
12- 46. maddesiyle değiştirilen 2575 sayılı
Kanun'un ipali istenen kuralın da yer aldığı 'Danıştay Başsavcısının
görevleri' başlıklı 60. maddesi şöyledir:
'1. (Değişik birinci cümle: 2/7/2012-6352/46 md.) Başsavcı,
ilk derece mahkemesi sıfatıyla Danıştayda görülen dava dosyalarını, esas
hakkındaki düşüncelerini bildirmek üzere, uygun göreceği görev ayırımına göre
savcılara havale eder. Düşüncelerinin vaktinde bildirilmesini ve savcılar ile
Başsavcılıkta görevli diğer memurların devamlarını ve intizamla çalışmalarını
sağlar, gelen dosyaların kaydı ve saklanması ile işi bitenlerin ilgili yerlere
geciktirilmeden gönderilmesi için gerekli tedbirleri alır.
2. Başsavcı, incelediği dava dosyaları hakkında düşüncelerini
bildirir ve kanunlarla kendisine verilen diğer görevleri yapar.
3. Başsavcı her takvim yılı sonunda, işlerin durumu ve bunların
yürütülmesinde aksaklık varsa sebepleri hakkında Danıştay Başkanlığına bir
rapor verir ve alınmasını lüzumlu gördüğü idari tedbirleri bildirir.
4.Başsavcı, savcılardan birini, idari işlerde kendisine yardım
etmekte görevlendirebilir'
13- 47. maddesiyle değiştirilen 2575 sayılı
Kanun'un 61. maddesinin iptali istenen kuralların da yer aldığı 'Savcıların
görevleri' başlıklı 61. maddesi şöyledir:
'1. (Değişik: 2/7/2012-6352/47 md.) Savcılar, ilk derece
mahkemesi sıfatıyla Danıştayda görülen dava dosyalarından kendilerine havale
olunanları Başsavcı adına incelerler ve esas hakkındaki düşüncelerini, bir ay
içinde gerekçeli ve yazılı olarak verirler. Bu süreler geçirilirse durumu
sebepleriyle birlikte Başsavcıya bildirirler. Danıştay
Başkanının ve Başsavcısının vereceği diğer görevleri yerine getirir; çalışma
düzeninin korunması ve iş veriminin artırılması için Başsavcının alacağı
tedbirlere uyarlar.
2. Savcılar, ilgili yerlerden Danıştay Başkanlığı aracılığı ile
her türlü bilgileri isteyebilecekleri gibi işlem dosyalarını da
getirtebilirler.
3. (Değişik: 2/7/2012-6352/47 md.) Dava dairelerince gerekli
görüldüğü takdirde, Danıştay savcıları, önceden haber verilmek suretiyle,
düşüncelerini sözlü olarak da açıklarlar.'
14- 57. maddesiyle değiştirilen 6.1.1982
günlü, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun iptali istenen kuralların
da yer aldığı 'Yürütmenin durdurulması' başlıklı 27. maddesi şöyledir:
'1. Danıştayda veya idari mahkemelerde dava açılması dava
edilen idari işlemin yürütülmesini durdurmaz.
2. (Değişik: 2/7/2012 - 6352/57 md.) Danıştay veya idari
mahkemeler, idari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkânsız
zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının
birlikte gerçekleşmesi durumunda, davalı idarenin savunması alındıktan veya
savunma süresi geçtikten sonra gerekçe göstererek yürütmenin durdurulmasına
karar verebilirler. Uygulanmakla etkisi tükenecek olan idari işlemlerin
yürütülmesi, savunma alındıktan sonra yeniden karar verilmek üzere, idarenin
savunması alınmaksızın da durdurulabilir. Yürütmenin durdurulması kararlarında
idari işlemin hangi gerekçelerle hukuka açıkça aykırı olduğu ve işlemin
uygulanması halinde doğacak telafisi güç veya imkânsız zararların neler
olduğunun belirtilmesi zorunludur. Sadece ilgili kanun hükmünün iptali istemiyle
Anayasa Mahkemesine başvurulduğu gerekçesiyle yürütmenin durdurulması kararı
verilemez.
3. (Ek: 2/7/2012 - 6352/57 md.) Dava
dilekçesi ve eklerinden yürütmenin durdurulması isteminin yerinde olmadığı
anlaşılırsa, davalı idarenin savunması alınmaksızın istem reddedilebilir.
4. Vergi mahkemelerinde, vergi uyuşmazlıklarından doğan davaların
açılması, tarh edilen vergi, resim ve harçlar ile benzeri mali yükümlerin ve
bunların zam ve cezalarının dava konusu edilen bölümünün tahsil işlemlerini
durdurur. Ancak, 26 ncı maddenin 3 üncü fıkrasına göre işlemden kaldırılan
vergi davası dosyalarında tahsil işlemi devam eder. Bu şekilde işlemden
kaldırılan dosyanın yeniden işleme konulması ile ihtirazi kayıtla verilen
beyannameler üzerine yapılan işlemlerle tahsilat işlemlerinden dolayı açılan
davalar, tahsil işlemini durdurmaz. Bunlar hakkında yürütmenin durdurulması
istenebilir.
5. Yürütmenin durdurulması istemli davalarda 16 ncı maddede yazılı
süreler kısaltılabileceği gibi, tebliğin memur eliyle yapılmasına da karar
verilebilir.
6. Yürütmenin durdurulması kararları teminat karşılığında verilir;
ancak, durumun gereklerine göre teminat aranmayabilir. Taraflar arasında
teminata ilişkin olarak çıkan anlaşmazlıklar, yürütmenin durdurulması hakkında
karar veren daire, mahkeme veya hakim tarafından çözümlenir. İdareden ve adli
yardımdan faydalanan kimselerden teminat alınmaz.
7. Yürütmenin durdurulması istemleri hakkında verilen kararlar;
Danıştay dava dairelerince verilmişse konusuna göre İdari veya Vergi Dava
Daireleri Kurullarına, bölge idare mahkemesi kararlarına karşı en yakın bölge
idare mahkemesine, idare ve vergi mahkemeleri ile tek hakim tarafından verilen
kararlara karşı bölge idare mahkemesine, çalışmaya ara verme süresi içinde ise
idare ve vergi mahkemeleri tarafından verilen kararlara en yakın nöbetçi
mahkemeye veya kararı veren hakimin katılmadığı nöbetçi mahkemeye, kararın
tebliğini izleyen günden itibaren yedi gün içinde bir defaya mahsus olmak üzere
itiraz edilebilir. İtiraz edilen merciler, dosyanın kendisine gelişinden
itibaren yedi gün içinde karar vermek zorundadır. İtiraz üzerine verilen
kararlar kesindir.
8. Yürütmenin durdurulması kararı verilen dava dosyaları öncelikle
incelenir ve karara bağlanır.
9. (Ek: 2/7/2012 - 6352/57 md.) Yürütmenin
durdurulmasına dair verilen kararlar onbeş gün içinde yazılır ve imzalanır.
10. (Ek: 2/7/2012 - 6352/57 md.) Aynı sebeplere dayanılarak ikinci
kez yürütmenin durdurulması isteminde bulunulamaz.'
15- 58. maddesiyle değiştirilen 2577 sayılı
Kanun'un iptali istenen kuralların da yer aldığı 'Kararların sonuçları'
başlıklı 28. maddesi şöyledir:
'1.(Değişik:10/6/1994-4001/13 md.) Danıştay, bölge idare
mahkemeleri, idare ve vergi mahkemelerinin esasa ve yürütmenin durdurulmasına
ilişkin kararlarının icaplarına göre idare, gecikmeksizin işlem tesis etmeye
veya eylemde bulunmaya mecburdur. Bu süre hiçbir şekilde kararın idareye
tebliğinden başlayarak otuz günü geçemez. Ancak, haciz veya ihtiyati haciz
uygulamaları ile ilgili davalarda verilen kararlar hakkında, bu kararların
kesinleşmesinden sonra idarece işlem tesis edilir.
2. (Değişik: 2/7/2012 - 6352/58 md.)Konusu belli bir miktar
paranın ödenmesini gerektiren davalarda hükmedilen miktar ile her türlü
davalarda hükmedilen vekalet ücreti ve yargılama giderleri, davacının veya
vekilinin davalı idareye yazılı şekilde bildireceği banka hesap numarasına, bu
bildirim tarihinden itibaren, birinci fıkrada belirtilen usul ve esaslar
çerçevesinde yatırılır. Birinci fıkrada belirtilen süreler içinde ödeme
yapılmaması halinde, genel hükümler dairesinde infaz ve icra olunur.
3. Danıştay, bölge idare mahkemeleri, idare ve vergi mahkemeleri
kararlarına göre işlem tesis edilmeyen veya eylemde bulunulmayan hallerde idare
aleyhine Danıştay ve ilgili idari mahkemede maddi ve manevi tazminat davası
açılabilir.
4. Mahkeme kararlarının (otuz) (1) gün içinde
kamu görevlilerince kasten yerine getirilmemesi halinde ilgili, idare aleyhine
dava açabileceği gibi,kararı yerine getirmeyen kamu görevlisi aleyhine de
tazminat davası açılabilir.
5. Vergi uyuşmazlıklarına ilişkin mahkeme kararlarının idareye
tebliğinden sonra bu kararlara göre tespit edilecek vergi, resim, harçlar ve
benzeri mali yükümler ile zam ve cezaların miktarı ilgili idarece mükellefe
bildirilir.
6. (Değişik: 2/7/2012 - 6352/58 md.) Tazminat
ve vergi davalarında idarece, mahkeme kararının tebliğ tarihi ile ödeme tarihi
arasındaki süreye 21/7/1953 tarihli ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil
Usulü Hakkında Kanunun 48 inci maddesine göre belirlenen tecil faizi oranında
hesaplanacak faiz ödenir. Ancak mahkeme kararının davacıya tebliği ile banka
hesap numarasının idareye bildirildiği tarih arasında geçecek süre için faiz
işlemez.'
16- 72. maddesiyle değiştirilen 24.2.1983
günlü, 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanunu'nun iptali istenen kuralın da
yer aldığı 'Adalet Bakanlığı merkez kuruluşuna atama şartları ve şekli '
başlıklı 37. maddesi şöyledir:
'Adalet Bakanlığı merkez kuruluşunda:
a) Bakanlık tetkik hâkimliğine, hâkimlik ve savcılık mesleğinde
fiilen en az beş yıl görev yapmış ve üstün başarısı ile Bakanlık hizmetlerinde
yararlı olacağı anlaşılmış bulunanlar arasından muvafakatları ile Adalet Bakanı
tarafından atama yapılır.
b) 1. Adalet müfettişliğine, hâkimlik ve savcılık mesleğinde
fiilen en az beş yıl görev yapmış ve üstün başarısı ile adalet müfettişliği
hizmetinde yararlı olacağı anlaşılmış bulunanlar arasından muvafakatları
alınarak,
2. Adalet Bakanlığı Müsteşarlığına, yüksek müşavirliklerine,
müsteşar yardımcılıklarına, Teftiş Kurulu Başkanlığına, genel müdürlüklerine,
Araştırma, Plânlama ve Koordinasyon Kurulu Başkanlığına, Teftiş Kurulu başkan
yardımcılıklarına, Yargıtay ve Danıştay üyeliğine seçilme hakkını kaybetmemiş
bulunan birinci sınıf; müstakil daire başkanlıklarına, genel müdür
yardımcılıklarına ve İşyurtları Kurumu Daire Başkanlığına ise birinci sınıfa
ayrılmış hâkim ve savcılar arasından,
Bakan, Başbakan ve Cumhurbaşkanının imzasını taşıyan müşterek
karar ile atama yapılır.
c) (Ek: 2/7/2012-6352/72 md.) Bakanlık iç denetçiliğine,
10/12/2003 tarihli ve 5018 sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanunundaki
atama şartlarına tabi olmaksızın, hâkimlik ve savcılık mesleğinde fiilen en az
altı yıl görev yapmış ve üstün başarısı ile iç denetim hizmetlerinde yararlı
olacağı anlaşılmış bulunanlar arasından, muvafakatları alınarak, Müsteşarın
teklifi üzerine Bakan tarafından atama yapılır. Bu şekilde atananlar İç Denetim
Koordinasyon Kurulu tarafından en az iki aylık eğitime tabi tutulur ve eğitim
sonunda bunlara kendi idarelerinde geçerli Kamu İç Denetçi Sertifikası verilir.
Genel müdürlük daire başkanlıkları ile Araştırma, Plânlama
ve Koordinasyon Kurulu üyeliklerine ise meslekte fiilen en az sekiz yıl
çalışmış ve ikinci dereceye yükselmiş bulunan hâkim ve savcılar arasından Bakan
onayı ile atama yapılır.
Bakanlık müşavirliklerine yapılacak atamalar Bakan onayı ile
gerçekleştirilir.
Bakanlık merkez teşkilâtında olmayıp, yargı görevinden bu
görevlere atanacakların muvafakati alınır.
(Ek fıkra: 8/8/2011-KHK-650/18 md.) Bakanlıkta görev
yapan hâkim ve savcıların diğer kanunlar uyarınca Bakanlık dışındaki bir göreve
atanabilmeleri Bakanın muvafakatine bağlıdır.'
17- 74. maddesiyle 12.4.1991 günlü, 3713
sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun 'Terör suçlusu' başlıklı 2.
maddesinin ikinci fıkrasında yer alan ve iptale konu 've örgüt mensupları
gibi cezalandırılırlar' ibaresinin madde metninden çıkarılmış hâli
şöyledir:
'Birinci maddede belirlenen amaçlara ulaşmak için meydana
getirilmiş örgütlerin mensubu olup da, bu amaçlar doğrultusunda diğerleri ile
beraber veya tek başına suç işleyen veya amaçlanan suçu işlemese dahi
örgütlerin mensubu olan kişi terör suçlusudur.
Terör örgütüne mensup olmasa dahi örgüt adına suç işleyenler de
terör suçlusu sayılır (').'
18- 75. maddesiyle değiştirilen ve iptali
istenen 3713 sayılı Kanun'un 'Görev ve yargı çevresinin belirlenmesi,
soruşturma ve kovuşturma usulü' başlıklı 10. maddesi şöyledir:
'Bu Kanun kapsamına giren suçlar dolayısıyla açılan davalar;
Adalet Bakanlığının teklifi üzerine Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca yargı
çevresi birden çok ili kapsayabilecek şekilde belirlenecek illerde
görevlendirilecek ağır ceza mahkemelerinde görülür. Bu mahkemelerin başkan ve
üyeleri adlî yargı adalet komisyonunca, bu mahkemelerden başka mahkemelerde
veya işlerde görevlendirilemez.
Anayasa Mahkemesi ve Yargıtayın yargılayacağı kişilere ilişkin
hükümler ile askerî mahkemelerin görevlerine ilişkin hükümler saklıdır.
Bu Kanun kapsamına giren suçlarla ilgili olarak;
a) Soruşturma, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca bu suçların
soruşturma ve kovuşturmasında görevlendirilen Cumhuriyet savcılarınca bizzat
yapılır. Bu Cumhuriyet savcıları, Cumhuriyet başsavcılığınca başka mahkemelerde
veya işlerde görevlendirilemez.
b) Türk Ceza Kanununun 302, 309, 311, 312, 313, 314, 315 ve 316
ncı maddelerinde düzenlenen suçlar hakkında, görev sırasında veya görevinden
dolayı işlenmiş olsa bile Cumhuriyet savcılarınca doğrudan soruşturma yapılır.
1/11/1983 tarihli ve 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli
İstihbarat Teşkilatı Kanununun 26 ncı maddesi hükmü saklıdır.
c) Yürütülen soruşturmalarda hâkim tarafından verilmesi gerekli
kararları almak, bu kararlara karşı yapılan itirazları incelemek ve sadece bu
işlere bakmak üzere yeteri kadar hâkim görevlendirilir.
ç) Ceza Muhakemesi Kanununun 91 inci maddesinin birinci
fıkrasındaki yirmidört saat olan gözaltı süresi kırksekiz saat olarak
uygulanır.
d) Soruşturmanın amacı tehlikeye düşebilecek ise yakalanan veya
gözaltına alınan veya gözaltı süresi uzatılan kişinin durumu hakkında
Cumhuriyet savcısının emriyle sadece bir yakınına bilgi verilir.
e) Gözaltındaki şüphelinin müdafi ile görüşme hakkı, Cumhuriyet
savcısının istemi üzerine, hâkim kararıyla yirmidört saat süre ile kısıtlanabilir;
bu zaman zarfında ifade alınamaz.
f) Kolluk tarafından düzenlenen tutanaklara, ilgili görevlilerin
açık kimlikleri yerine sadece sicil numaraları yazılır. Kolluk görevlilerinin
ifadesine başvurulması gerektiği hallerde çıkarılan davetiye veya çağrı kâğıdı,
kolluk görevlisinin iş adresine tebliğ edilir. Bu kişilere ait ifade ve duruşma
tutanaklarında adres olarak iş yeri adresleri gösterilir.
g) Güvenliğin sağlanması bakımından duruşmanın başka bir yerde
yapılmasına karar verilebilir.
ğ) Açılan davalara adli tatilde de bakılır.
h) Ceza Muhakemesi Kanununun 135 inci maddesinin altıncı
fıkrasının (a) bendinin (8) numaralı alt bendindeki, 139 uncu maddesinin
yedinci fıkrasının (a) bendinin (2) numaralı alt bendindeki ve 140 ıncı
maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinin (5) numaralı alt bendindeki
istisnalar uygulanmaz.
Türk Ceza Kanununda yer alan;
a) Örgüt faaliyeti çerçevesinde işlenen uyuşturucu ve uyarıcı
madde imâl ve ticareti suçu veya suçtan kaynaklanan malvarlığı değerini aklama
suçu,
b) Haksız ekonomik çıkar sağlamak amacıyla kurulmuş bir örgütün
faaliyeti çerçevesinde cebir ve tehdit uygulanarak işlenen suçlar,
c) İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört, Beş, Altı ve Yedinci
Bölümünde tanımlanan suçlar (305, 318, 319, 323, 324, 325 ve 332 nci maddeler
hariç),
dolayısıyla açılan davalar, birinci fıkra hükmüne göre
görevlendirilen mahkemelerde görülür. Üçüncü fıkranın (d), (e), (f) ve (h)
bentleri hariç olmak üzere, bu madde hükümleri, bu suçlardan dolayı yapılan
soruşturma ve kovuşturmalarda da uygulanır.
Türk Ceza Kanununun 305, 318, 319, 323, 324, 325 ve 332 nci
maddeleri hariç olmak üzere, İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört, Beş, Altı ve
Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlarda, Ceza Muhakemesi Kanununda öngörülen
tutuklama süresi iki kat olarak uygulanır.
Çocuklar, bu madde hükümleri uyarınca kurulan mahkemelerde
yargılanamaz; bu mahkemelere özgü soruşturma ve kovuşturma hükümleri çocuklar
bakımından uygulanmaz.'
19- 77. maddesiyle değişik 9.6.2004
günlü, 5187 sayılı Basın Kanunu'nun iptali istenen kuralların da yer aldığı
'Dava süreleri' başlıklı 26. maddesi şöyledir:
'Basılmış eserler yoluyla işlenen veya bu Kanunda öngörülen
diğer suçlarla ilgili ceza davalarının bir muhakeme şartı olarak,
günlük süreli yayınlar yönünden dört ay, diğer basılmış eserler
yönünden altı ay içinde açılması zorunludur.
Bu süreler basılmış eserlerin Cumhuriyet Başsavcılığına teslim
edildiği tarihten başlar. Basılmış eserlerin Cumhuriyet Başsavcılığına teslim
edilmemesi halinde yukarıdaki sürelerin başlama tarihi, suçu oluşturan fiilin Cumhuriyet
Başsavcılığı tarafından öğrenildiği tarihtir. Ancak bu süreler, Türk Ceza
Kanununun dava zamanaşımına ilişkin maddesinde öngörülen süreleri aşamaz.
Sorumlu müdürün ve sorumlu müdürün bağlı olduğu yetkilinin karşı
çıkmasına rağmen yayımlatıldığı iddia edilen eserden dolayı yayımlatan aleyhine
açılacak dava yönünden süre, sorumlu müdür ve sorumlu müdürün bağlı olduğu
yetkili hakkında verilecek beraat kararının kesinleşmesinden itibaren başlar.
Sorumlu müdürün yayımlanan eserin sahibini bildirmesi durumunda,
eser sahibi aleyhine açılacak davada süre, bildirim tarihinden itibaren başlar.
Kovuşturulması şikâyete bağlı suçlarda dava açma süreleri, suç
için kanunun öngördüğü dava zamanaşımı süresini aşmamak şartıyla, suçun
işlendiğinin öğrenildiği tarihten başlar.
Kamu davasının açılması izin veya karar alınmasına bağlı olan
suçlarda, izin veya karar için gerekli başvurunun yapılmasıyla dava açma süresi
durur. Durma süresi dört ayı geçemez.'
20- 85. maddesiyle değiştirilen 26.9.2004
günlü, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun iptali istenen kuralların da yer aldığı
'Suç işlemek amacıyla örgüt kurma' başlıklı 220. maddesi şöyledir:
'(1) Kanunun suç saydığı fiilleri işlemek amacıyla örgüt
kuranlar veya yönetenler, örgütün yapısı, sahip bulunduğu üye sayısı ile araç
ve gereç bakımından amaç suçları işlemeye elverişli olması halinde, iki yıldan
altı yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Ancak, örgütün varlığı için
üye sayısının en az üç kişi olması gerekir.
(2) Suç işlemek amacıyla kurulmuş olan örgüte üye olanlar, bir
yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(3) Örgütün silahlı olması halinde, yukarıdaki fıkralara göre
verilecek ceza dörtte birinden yarısına kadar artırılır.
(4) Örgütün faaliyeti çerçevesinde suç işlenmesi halinde, ayrıca
bu suçlardan dolayı da cezaya hükmolunur.
(5) Örgüt yöneticileri, örgütün faaliyeti çerçevesinde işlenen
bütün suçlardan dolayı ayrıca fail olarak cezalandırılır.
(6) Örgüte üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen kişi,
ayrıca örgüte üye olmak suçundan da cezalandırılır. Örgüte üye olmak suçundan
dolayı verilecek ceza yarısına kadar indirilebilir. (Ek
cümle 6459 S.K. 11. madde) Bu fıkra hükmü sadece silahlı
örgütler hakkında uygulanır.
(7) Örgüt içindeki hiyerarşik yapıya dahil olmamakla birlikte,
örgüte bilerek ve isteyerek yardım eden kişi, örgüt üyesi olarak
cezalandırılır. Örgüt üyeliğinden dolayı verilecek ceza, yapılan yardımın
niteliğine göre üçte birine kadar indirilebilir.
(8) (6459 S.K. 11. maddesi ile değişik) Örgütün cebir,
şiddet veya tehdit içeren yöntemlerini meşru gösterecek veya övecek ya da bu
yöntemlere başvurmayı teşvik edecek şekilde propagandasını yapan kişi, bir
yıldan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu suçun basın ve yayın
yolu ile işlenmesi halinde, verilecek ceza yarı oranında artırılır.'
21- 90. maddesiyle değişik 5237 sayılı
Kanun'un iptali istenen 'Yargı görevi yapanı, bilirkişiyi veya tanığı
etkilemeye teşebbüs' başlıklı 277. maddesi şöyledir:
'(1) Görülmekte olan bir davada veya yapılmakta olan bir
soruşturmada, gerçeğin ortaya çıkmasını engellemek veya bir haksızlık
oluşturmak amacıyla, davanın taraflarından birinin, şüpheli veya sanığın,
katılanın veya mağdurun lehine veya aleyhine sonuç doğuracak bir karar vermesi
veya bir işlem tesis etmesi ya da beyanda bulunması için, yargı görevi yapanı,
bilirkişiyi veya tanığı hukuka aykırı olarak etkilemeye teşebbüs eden kişi, iki
yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.
(2) Birinci fıkradaki suçu oluşturan fiilin başka bir suçu da
oluşturması halinde, fikri içtima hükümlerine göre verilecek ceza yarısına
kadar artırılır.'
22- 92. maddesiyle değişik 5237 sayılı
Kanun'un iptali istenen'Gizliliğin ihlali' başlıklı 285. maddesi
şöyledir:
'(1) Soruşturmanın gizliliğini alenen ihlal eden kişi, bir
yıldan üç yıla kadar hapis veya adli para cezası ile cezalandırılır. Bu suçun
oluşabilmesi için;
a) Soruşturma evresinde yapılan işlemin içeriğinin açıklanması
suretiyle, suçlu sayılmama karinesinden yararlanma hakkının veya haberleşmenin
gizliliğinin ya da özel hayatın gizliliğinin ihlal edilmesi,
b) Soruşturma evresinde yapılan işlemin içeriğine ilişkin olarak
yapılan açıklamanın maddi gerçeğin ortaya çıkmasını engellemeye elverişli
olması,
gerekir.
(2) Soruşturma evresinde alınan ve soruşturmanın tarafı olan
kişilere karşı gizli tutulması gereken kararların ve bunların gereği olarak
yapılan işlemlerin gizliliğini ihlal eden kişi, bir yıldan üç yıla kadar hapis
veya adli para cezası ile cezalandırılır.
(3) Kanuna göre kapalı yapılması gereken veya kapalı yapılmasına
karar verilen duruşmadaki açıklama veya görüntülerin gizliliğini alenen ihlal
eden kişi, birinci fıkra hükmüne göre cezalandırılır. Ancak, bu suçun oluşması
için, tanığın korunmasına ilişkin olarak alınan gizlilik kararına aykırılık
açısından aleniyetin gerçekleşmesi aranmaz.
(4) Yukarıdaki fıkralarda tanımlanan suçların kamu görevlisi
tarafından görevinin sağladığı kolaylıktan yararlanılarak işlenmesi halinde,
ceza yarısına kadar artırılır.
(5) Soruşturma ve kovuşturma evresinde kişilerin suçlu olarak
algılanmalarına yol açacak şekilde görüntülerinin yayınlanması halinde, altı
aydan iki yıla kadar hapis cezasına hükmolunur.
(6) Soruşturma ve kovuşturma işlemlerinin haber verme sınırları
aşılmaksızın haber konusu yapılması suç oluşturmaz.'
23- 93. maddesiyle değişik 5237 sayılı
Kanun'un iptali istenen 'Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs' başlıklı
288. maddesi şöyledir:
'(1) Görülmekte olan bir davada veya yapılmakta olan bir
soruşturmada, hukuka aykırı bir karar vermesi veya bir işlem tesis etmesi ya da
gerçeğe aykırı beyanda bulunması için, yargı görevi yapanı, bilirkişiyi veya
tanığı hukuka aykırı olarak etkilemek amacıyla alenen sözlü veya yazılı beyanda
bulunan kişi, elli günden az olmamak üzere adli para cezası ile cezalandırılır.'
24- 95. maddesiyle 4.12.2004
günlü, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'na eklenen 'Elektronik
işlemler' başlıklı iptali istenen 38/A maddesi şöyledir:
'(1) Her türlü ceza muhakemesi işlemlerinde Ulusal Yargı Ağı
Bilişim Sistemi (UYAP) kullanılır. Bu işlemlere ilişkin her türlü veri, bilgi,
belge ve karar, UYAP vasıtasıyla işlenir, kaydedilir ve saklanır.
(2) Kanunlarda gösterilen istisnalar hariç olmak üzere, dosyalar
güvenli elektronik imza kullanılarak UYAP'tan incelenebilir ve her türlü ceza
muhakemesi işlemi yapılabilir.
(3) Bu Kanun kapsamında fiziki olarak hazırlanması öngörülen her
türlü belge ve karar elektronik ortamda düzenlenebilir, işlenebilir,
saklanabilir ve güvenli elektronik imza ile imzalanabilir.
(4) Güvenli elektronik imza ile imzalanan belge ve kararlar diğer
kişi veya kurumlara elektronik ortamda gönderilir. Güvenli elektronik imza ile
imzalanarak gönderilen belge veya kararlar, gerekmedikçe fiziki olarak ayrıca
düzenlenmez ve ilgili kurum ve kişilere gönderilmez.
(5) Elektronik imzalı belgenin elle atılan imzalı belgeyle
çelişmesi halinde UYAP'ta kayıtlı olan güvenli elektronik imzalı belge geçerli
kabul edilir.
(6) Güvenli elektronik imza ile imzalanan belge ve kararlarda,
mühürleme işlemi ile kanunlarda birden fazla nüshanın düzenlenmesini öngören
hükümler uygulanmaz.
(7) Zorunlu nedenlerle fiziki olarak düzenlenmiş belge veya
kararlar, yetkili kişilerce taranarak UYAP'a aktarılır ve gerektiğinde ilgili
birimlere elektronik ortamda gönderilir.
(8) Elektronik ortamdan fiziki örnek çıkartılması gereken hallerde
tutanak veya belgenin aslının aynı olduğu belirtilerek hâkim, Cumhuriyet
savcısı veya görevlendirilen yetkili kişi tarafından imzalanır ve mühürlenir.
(9) Elektronik ortamda yapılan işlemlerde süre gün sonunda biter.
(10) Yargı birimlerinin ihtiyaç duyduğu nüfus, tapu, adlî sicil
kaydı gibi dış bilişim sistemlerinden UYAP vasıtasıyla temin edilen bilgi,
belge ve kayıtlar, zorunlu olmadıkça ayrıca fiziki olarak istenilmez. UYAP'tan
dış bilişim sistemlerine gönderilen bilgi ve belgeler ayrıca zorunlu olmadıkça
fiziki ortamda gönderilmez.
(11) Ceza muhakemesi işlemlerinin UYAP'ta yapılmasına dair usul ve
esaslar, Adalet Bakanlığı tarafından çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir.'
25- İptali istenen 105.
maddesi şöyledir:
'Aşağıdaki hükümler yürürlükten kaldırılmıştır:
1) 9/6/1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 12 nci
ve 116 ncı maddeleri,
2) 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun;
a) 6 ncı maddesinin beşinci fıkrası,
b) 9 ve 13 üncü maddeleri,
3) 4/12/2003 tarihli ve 5015 sayılı Petrol Piyasası Kanununun 19
uncu maddesinin yedinci fıkrası,
4) 9/6/2004 tarihli ve 5187 sayılı Basın Kanununun 19 uncu
maddesi,
5) 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun;
a) 141 inci maddesinin ikinci fıkrası,
b) 257 nci maddesinin üçüncü fıkrası,
6) 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 250,
251 ve 252 nci maddeleri,
7) 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanununun 128 inci
maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesi,
8) 5/11/2008 tarihli ve 5809 sayılı Elektronik Haberleşme
Kanununun 61 inci maddesinin birinci fıkrasının üçüncü cümlesi.'
26- 'Dava ve cezaların
ertelenmesi' başlıklı geçici 1. maddesi şöyledir:
'(1) 31/12/2011 tarihine kadar, basın ve yayın yoluyla ya da
sair düşünce ve kanaat açıklama yöntemleriyle işlenmiş olup; temel şekli
itibarıyla adlî para cezasını ya da üst sınırı beş yıldan fazla olmayan hapis
cezasını gerektiren bir suçtan dolayı;
a) Soruşturma evresinde, 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun 171 inci maddesindeki şartlar aranmaksızın kamu davasının
açılmasının ertelenmesine,
b) Kovuşturma evresinde, kovuşturmanın ertelenmesine,
c) Kesinleşmiş olan mahkûmiyet hükmünün infazının ertelenmesine,
karar verilir.
(2) Hakkında kamu davasının açılmasının veya kovuşturmanın
ertelenmesi kararı verilen kişinin, erteleme kararının verildiği tarihten
itibaren üç yıl içinde birinci fıkra kapsamına giren yeni bir suç işlememesi
hâlinde, kovuşturmaya yer olmadığı veya düşme kararı verilir. Bu süre zarfında
birinci fıkra kapsamına giren yeni bir suç işlenmesi hâlinde, bu suçtan dolayı
kesinleşmiş hükümle cezaya mahkûm olunduğu takdirde, ertelenen soruşturma veya
kovuşturmaya devam olunur.
(3) Mahkûmiyet hükmünün infazı ertelenen kişi hakkında bu
mahkûmiyete bağlı olarak herhangi bir hak yoksunluğu doğmaz. Ancak bu kişinin,
erteleme kararının verildiği tarihten itibaren üç yıl içinde birinci fıkra
kapsamına giren yeni bir suç işlemesi hâlinde, bu suçtan dolayı kesinleşmiş
hükümle cezaya mahkûm olunduğu takdirde, ertelenen mahkûmiyet hükmüne bağlı
hukuki sonuçlar kişi üzerinde doğar ve ceza infaz olunur.
(4) Bu madde hükümlerine göre cezanın infazının ertelenmesi
hâlinde erteleme süresince ceza zamanaşımı durur; kamu davasının açılmasının
veya kovuşturmanın ertelenmesi hâlinde, erteleme süresince dava zamanaşımı ve
dava süreleri durur.
(5) Birinci fıkra kapsamına giren suçlardan dolayı hükmün
açıklanmasının geri bırakılması kararının verilmiş olması hâlinde dahi, bu
madde hükümleri uygulanır.
(6) Birinci fıkra kapsamına giren suçlardan dolayı verilmiş
mahkûmiyet hükmünün infazının tamamlanmış olması hâlinde bu mahkûmiyet hükmüne
bağlı yasaklanmış hakların 25/5/2005 tarihli ve 5352 sayılı Adlî Sicil
Kanununun 13/A maddesindeki şartlar aranmaksızın geri verilmesine karar
verilir.
(7) Bu madde hükümlerine göre verilen kamu davasının açılmasının,
kovuşturmanın veya cezanın infazının ertelenmesi kararları adlî sicilde bunlara
mahsus bir sisteme kaydedilir. Bu kayıtlar, ancak bir soruşturma veya
kovuşturmayla bağlantılı olarak Cumhuriyet savcısı, hâkim veya mahkeme
tarafından istenmesi hâlinde, bu maddede belirtilen amaç için kullanılabilir.
(8) Bu madde hükümlerine göre kamu davasının açılmasının,
kovuşturmanın veya cezanın infazının ertelenmesi kararlarının verildiği
hâllerde, bu suçlar 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun
erteleme ve tekerrüre ilişkin hükümlerinin uygulanmasında göz önünde
bulundurulmaz.'
27- İptali istenen kuralların da yer aldığı
geçici 2. maddesi şöyledir:
'(1) Bu Kanunda yapılan değişiklikler karşısında; ilgili
suçlardan dolayı açılan ve temyiz aşamasında bulunan dava dosyalarından
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığında bulunanlar, Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığınca; Yargıtay ilgili dairesinde bulunan dosyalar ise bu dairece,
hükmü veren mahkemeye gönderilir.
(2) Abonelik esasına göre yararlanılabilen elektrik enerjisinin,
suyun ve doğal gazın sahibinin rızası olmaksızın ve tüketim miktarının
belirlenmesini engelleyecek şekilde tüketilmesi dolayısıyla bu Kanunun
yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla hakkında hırsızlık suçundan dolayı
kovuşturma yapılan veya kesinleşmiş olup olmadığına bakılmaksızın hakkında
hüküm verilen kişinin, bu Kanun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren altı ay
içinde, zararı tamamen tazmin etmesi hâlinde, hakkında cezaya hükmolunmaz,
verilen ceza tüm sonuçlarıyla ortadan kalkar.
(3) Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla koşullu
salıverilmelerine bir yıldan az süre kalan ve açık ceza infaz kurumunda bulunan
iyi hallî hükümlülerin talepleri hâlinde, cezalarının koşullu salıverilme
tarihine kadar olan kısmının denetimli serbestlik tedbiri uygulanmak suretiyle
infazına karar verilebilir.
(4) Ceza Muhakemesi Kanununun yürürlükten kaldırılan 250 nci
maddesinin birinci fıkrasına göre görevlendirilen mahkemelerde açılmış olan
davalara, kesin hükümle sonuçlandırılıncaya kadar bu mahkemelerce bakmaya devam
olunur. Bu davalarda, yetkisizlik veya görevsizlik kararı verilemez. 12/4/1991
tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun 10 uncu maddesinin
kovuşturmaya ilişkin hükümleri bu davalarda da uygulanır.
(5) Ceza Muhakemesi Kanununun 251 inci maddesinin birinci
fıkrasına göre görevlendirilen Cumhuriyet savcıları yürütmekte oldukları
soruşturmalara, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunca Terörle Mücadele
Kanununun 10 uncu maddesi uyarınca görevlendirilen Cumhuriyet savcıları göreve
başlayıncaya kadar devam ederler.
(6) Terörle Mücadele Kanununun 10 uncu maddesi kapsamına giren
suçlarla ilgili olarak bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla açılmış
olan davalarda, sanığın taşıdığı kamu görevlisi sıfatı dolayısıyla hakkında
soruşturma yapılabilmesi için izin veya karar alınması gerektiğinden bahisle
durma veya düşme kararı verilemez.
(7) Mevzuatta Ceza Muhakemesi Kanununun 250 nci maddesinin birinci
fıkrasına göre kurulan ağır ceza mahkemelerine yapılmış olan atıflar, Terörle
Mücadele Kanununun 10 uncu maddesinin birinci fıkrasında belirtilen ağır ceza
mahkemelerine yapılmış sayılır.'
28- İptali istenen Geçici
3. maddesi şöyledir:
'(1) 12 Eylül 1980 tarihinden önce işlenmiş olan suçlardan
dolayı lehe Kanun, 1/3/1926 tarihli ve 765 sayılı Türk Ceza Kanununun cezaların
içtimaına ilişkin hükümleri uygulandıktan sonra ortaya çıkan sonuç ceza göz
önünde bulundurularak belirlenir. Belirlenen bu ceza infaz bakımından lehe
hükümler içeren kanuna göre infaz edilir.
(2) Terör suçları, örgüt faaliyeti kapsamında işlenen suçlar ile
cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlar hariç olmak üzere;
a) Kasıtlı suçlardan toplam üç yıl veya daha az hapis cezasına
mahkûm olanların,
b) Taksirli suçlardan toplam beş yıl veya daha az süreyle hapis
cezasına mahkûm olanların,
c) Adli para cezasının infazı sürecinde tazyik hapsine tabi
tutulanların,
cezaları doğrudan açık ceza infaz kurumlarında yerine getirilir.
Bu fıkra hükümleri 3l/l2/2017 tarihine kadar uygulanır.'
B- Dayanılan Anayasa Kuralları
Dava dilekçesinde, Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 2., 4., 5.,
6., 7., 8., 9., 10., 11., 12., 13., 17., 20., 36., 37., 38., 40., 87., 90.,
125., 128., 138., 139., 140. ve 153. maddelerine dayanılmıştır.
III- İLK İNCELEME
Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü hükümleri uyarınca, Haşim KILIÇ, Serruh
KALELİ, Alparslan ALTAN, Fulya KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, Serdar ÖZGÜLDÜR,
Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Zehra Ayla PERKTAŞ, Recep KÖMÜRCÜ, Burhan ÜSTÜN, Engin
YILDIRIM, Nuri NECİPOĞLU, Hicabi DURSUN, Celal Mümtaz AKINCI, Erdal TERCAN ve
Muammer TOPAL'ın katılmalarıyla 8.11.2012 günü yapılan ilk inceleme
toplantısında öncelikle dava konusu kuralların bazılarına yönelik olarak
iptal davasının açılmış sayılıp sayılmayacağı ile şekil yönünden Anayasa'ya
aykırılığı ileri sürülen Kanun'un geçici 3. maddesine yönelik iptal
başvurusunun süresinde yapılıp yapılmadığı sorunu görüşülmüştür.
6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri
Hakkında Kanun'un 38. maddesinin (6) numaralı fıkrasında, 'İptal
davalarında, Anayasaya aykırılıkları ileri sürülen hükümlerin Anayasanın hangi
maddelerine aykırı olduğunun ve gerekçelerinin belirtilmiş olması zorunludur.'
kuralına yer verilmiş, Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün 45. maddesinde ise 'Anayasaya
aykırılıkları ileri sürülen hükümlerin her birinin Anayasanın hangi
maddelerine, hangi nedenlerle aykırı olduğunun ayrı ayrı ve gerekçeleriyle
birlikte açıkça gösterilmesi' ve 'Yürürlüğü durdurma talebi varsa
yürürlüğün durdurulmaması durumundu doğacak telafisi imkânsız zararların
açıklanması' iptal davası başvuru dilekçesinde yer alması gereken
hususlar arasında sayılmıştır.
6216 sayılı Kanun'un 39. maddesi ile İçtüzüğün 49. maddesinde,
dava dilekçesinde eksikliklerin bulunması hâlinde, bu hususun kararla
saptanarak onbeş günden az olmamak üzere verilecek süre içinde tamamlatılması
için ilgililere tebliğ olunacağı ve
belirtilen süre içinde eksikliklerin tamamlanmaması hâlinde Genel Kurulca iptal
davasının açılmamış sayılmasına karar verileceği hükme
bağlanmıştır.
Dava dilekçesinde, iptali istenen kuralların bir kısmına yönelik
olarak Anayasa'ya aykırılık gerekçelerine ve yürürlüğün durdurulmaması
durumundu doğacak telafisi imkânsız zararların açıklanmasına ilişkin
gerekçelere yer verilmediği anlaşıldığından, 6216 sayılı Kanun'un
39. maddesinin (1) numaralı fıkrası ile İçtüzüğün 49. maddesi uyarınca Ankara
Milletvekili Emine Ülker TARHAN ileUşak Milletvekili Dilek AKAGÜN YILMAZ'a
bildirimde bulunulmasına ve söz konusu eksikliklerin giderilmesi için kararın
tebliğinden başlayarak 15 (onbeş) gün süre verilmesine karar verilmiştir.
İlgililer tarafından kararda belirlenen süre içinde 23.10.2012 gününde verilen
dilekçede yürürlüğün durdurulmasına ilişkin gerekçe eksikliği giderilmiş ancak
kuralların Anayasa'ya aykırılık gerekçesine ilişkin eksiklik giderilmemiş
olduğundan, söz konusu kurallara yönelik iptal davasının açılmamış sayılmasına
karar vermek gerekmiştir.
Diğer taraftan, dava dilekçesinde 6352 sayılı Kanun'un geçici 3.
maddesinin Anayasa'ya esas bakımından aykırı olduğunun ileri sürülmesinin
yanında, düzenlemenin özel af yasası niteliği taşıdığı ve Anayasa'nın 87.
maddesinin birinci fıkrası uyarınca nitelikli çoğunlukla kabul edilmesi
gerektiği yönünden şekil bakımından da Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülmüştür.
Anayasa'nın 148. maddesinin ikinci
fıkrası ile 6216 sayılı Kanun'un 37. maddesinin (1) numaralı fıkrasında, kanunların, Resmî
Gazete'de yayımlanmalarından başlayarak on gün geçtikten sonra bunların şekil
yönünden Anayasa'ya aykırılıkları iddiası ile iptal davası açılamayacağı
belirtilmiştir.
6352 sayılı Kanun, 5.7.2012 günlü, 28344 sayılı Resmî Gazete'de
yayımlanmış, iptal davası ise 3.9.2012 gününde açılmıştır. Bu durumda, bu
maddenin şekil bakımından Anayasa'ya aykırı olduğuna ilişkin başvuru, süresi
içinde yapılmadığından, bu maddenin şekil bakımından Anayasa'ya aykırılığına
ilişkin iptal isteminin reddedilmesi gerekmiştir.
Açıklanan nedenlerle, 2.7.2012 günlü, 6352 sayılı Yargı
Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
ve Basın Yayın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi
Hakkında Kanun'un:
A) 1- 28. maddesiyle değiştirilen, 9.6.1932 günlü,
2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu'nun 124. maddesinin üçüncü
fıkrasının, ''elektronik ortamda teklif vererek artırmaya katılacakların
teminat göstermeleri gerektiği ve elektronik ortamda teklif vermeye ilişkin
hususlar yazılır.' ibaresi dışında kalan bölümüne,
2- 47. maddesiyle değiştirilen, 6.1.1982 günlü, 2575 sayılı
Danıştay Kanunu'nun 61. maddesinin (1) numaralı fıkrasının üçüncü cümlesine,
3- 57. maddesiyle, 6.1.1982 günlü, 2577 sayılı İdari Yargılama
Usulü Kanunu'nun 27. maddesinin değiştirilen (2) numaralı fıkrasının birinci
cümlesinin ''davalı idarenin savunması alındıktan veya savunma
süresi geçtikten sonra'' ibaresi dışında kalan bölümü ile üçüncü ve
dördüncü cümlelerine,
4- 58. maddesiyle değiştirilen, 2577 sayılı Kanun'un 28.
maddesinin (6) numaralı fıkrasının birinci cümlesine,
5- 72. maddesiyle, 24.2.1983 günlü, 2802 sayılı Hâkimler ve
Savcılar Kanunu'nun 37. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (c) bendinin ''üstün
başarısı ile iç denetim hizmetlerinde yararlı olacağı anlaşılmış bulunanlar
arasından'Müsteşarın teklifi üzerine Bakan tarafından atama yapılır.'
ibareleri dışında kalan bölümüne,
6- 74. maddesiyle, 12.4.1991 günlü, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun
2. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan 've örgüt mensupları gibi
cezalandırılırlar' ibaresinin madde metninden çıkarılmasına,
7- 92. maddesiyle değiştirilen, 26.9.2004 günlü, 5237 sayılı Türk
Ceza Kanunu'nun 285. maddesinin (3) ve (4) numaralı
fıkralarına,
8- 105. maddesinin, (2) numaralı fıkrasının (b) bendinde yer alan
''13 üncü'' ibaresi dışında kalan maddenin tümüne,
9- Geçici 2. maddesinin (5) ve (7) numaralı fıkralarına,
10- Geçici 3. maddesinin (2) numaralı fıkrasına,
ilişkin iptal davasının, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu
ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 39. maddesinin (3) numaralı fıkrası
uyarınca AÇILMAMIŞ SAYILMASINA,
B) Geçici 3. maddesinin şekil bakımından Anayasa'ya aykırı
olduğuna ve bu yönden iptaline ilişkin başvurunun süre aşımı nedeniyle REDDİNE,
C) 1- 1. maddesiyle, 9.6.1932 günlü,
2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu'nun başlığı ile birliktedeğiştirilen
1. maddesinin beşinci fıkrasının,
2- 3. maddesiyle, 2004 sayılı Kanun'a eklenen 8/a maddesinin
ikinci fıkrasının,
3- 21. maddesiyle değiştirilen 2004 sayılı Kanun'un 106.
maddesinin birinci fıkrasının,
4- 22. maddesiyle değiştirilen 2004 sayılı Kanun'un 110.
maddesinin birinci fıkrasının,
5- 24. maddesiyle, 2004 sayılı Kanun'un 114. maddesine eklenen
dördüncü fıkranın 'Açık artırmaya elektronik ortamdan teklif verme yoluyla
başlanır.' biçimindeki birinci cümlesinin,
6- 25. maddesiyle 2004 sayılı Kanun'un başlığı ile birlikte
değiştirilen 115. maddesinin,
7- 28. maddesiyle değiştirilen 2004 sayılı Kanun'un 124.
maddesinin üçüncü fıkrasının, ''elektronik ortamda teklif vererek artırmaya
katılacakların teminat göstermeleri gerektiği ve elektronik ortamda teklif
vermeye ilişkin hususlar yazılır.' ibaresinin,
8- 29. maddesiyle 2004 sayılı Kanun'un başlığı ile birlikte
değiştirilen 126. maddesinin dördüncü fıkrasının,
9- 31. maddesiyle değiştirilen 2004 sayılı Kanun'un 129.
maddesinin,
10- 44. maddesiyle, 6.1.1982 günlü, 2575 sayılı Danıştay
Kanunu'nun 8. maddesinin;
1- (1) numaralı fıkrasının,
a- (d) bendine eklenen 'Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel
Sekreterliği,' ibaresinin,
b- (e) bendine eklenen 'ile düzenleyici ve denetleyici
kurumların başkanlıkları,' ibaresinin,
c- Değiştirilen (g) bendinin,
2- (3) numaralı fıkrasındaki değiştirilen 'onbeş yıl'
ibaresinin,
11- 45. maddesiyle değiştirilen 2575 sayılı Kanun'un 24.
maddesinin (1) numaralı fıkrasının (c) bendinin,
12- 46. maddesiyle değiştirilen 2575 sayılı Kanun'un 60.
maddesinin (1) numaralı fıkrasının,
13- 47. maddesiyle değiştirilen 2575 sayılı Kanun'un 61.
maddesinin, (1) numaralı fıkrasının birinci ve ikinci cümleleri ile (3)
numaralı fıkrasının,
14- 57. maddesiyle;
a- 2577 sayılı Kanun'un 27. maddesinin değiştirilen (2) numaralı
fıkrasının, birinci cümlesinde yer alan ''davalı idarenin
savunması alındıktan veya savunma süresi geçtikten sonra'' ibaresi ile
ikinci cümlesinin,
b- 2577 sayılı Kanun'un 27. maddesine eklenen (3) ve (10) numaralı
fıkraların,
15- 58. maddesiyle değiştirilen 2577 sayılı Kanun'un 28.
maddesinin (2) numaralı fıkrası ile (6) numaralı fıkrasının ikinci cümlesinin,
16- 72. maddesiyle 2802 sayılı Kanun'un 37. maddesinin birinci fıkrasına
eklenen (c) bendinde yer alan '' üstün başarısı ile iç denetim
hizmetlerinde yararlı olacağı anlaşılmış bulunanlar arasından'Müsteşarın
teklifi üzerine Bakan tarafından atama yapılır.' ibarelerinin,
17- 75. maddesiyle 3713 sayılı Kanun'un başlığı ile birlikte
değiştirilen 10. maddesinin,
18- 77. maddesiyle, 9.6.2004 günlü, 5187 sayılı Basın
Kanunu'nun 26. maddesinin birinci ve altıncı fıkralarında yapılan
değişikliklerin,
19- 85. maddesiyle değiştirilen, 26.9.2004 günlü, 5237 sayılı Türk
Ceza Kanunu'nun 220. maddesinin (6) ve (7) numaralı fıkralarının,
20- 90. maddesiyle 5237 sayılı Kanun'un başlığı
ile birlikte değiştirilen 277. maddesinin,
21- 92. maddesiyle değiştirilen 5237 sayılı Kanun'un 285.
maddesinin (1), (2), (5) ve (6) numaralı fıkralarının,
22- 93. maddesiyle değiştirilen 5237 sayılı
Kanun'un 288. maddesinin,
23- 95. maddesiyle, 4.12.2004 günlü, 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanunu'na eklenen 38/A maddesinin,
24- 105. maddesinin (2) numaralı fıkrasının (b) bendinde yer alan
''13 üncü'' ibaresinin,
25- Geçici 1. maddesinin,
26- Geçici 2. maddesinin (4) ve (6) numaralı fıkralarının,
27- Geçici 3. maddesinin (1) numaralı fıkrasının,
dosyada eksiklik bulmadığından esasının incelenmesine, yürürlüklerinin durdurulması isteminin esas inceleme aşamasında
karara bağlanmasına, OYBİRLİĞİYLE karar verilmiştir.
IV- ESASIN İNCELENMESİ
Dava dilekçesi ve ekleri, Raportör Hamit YELKEN tarafından
hazırlanan işin esasına ilişkin rapor, dava konusu yasa kuralları,
dayanılan ve ilgili görülen Anayasa kuralları ve bunların gerekçeleri ile diğer
yasama belgeleri okunup incelendikten sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
A) Kanun'un 1. Maddesiyle Değiştirilen 2004 Sayılı Kanun'un 1.
Maddesinin Beşinci Fıkrasının İncelenmesi
Dava dilekçesinde, Anayasa'nın 128. maddesinin ikinci fıkrası
uyarınca memurların özlük haklarının kanunla düzenlenmesi gerektiği hâlde memur
olan icra müdür ve icra müdür yardımcıları ile icra kâtiplerinin özlük
haklarının düzenlenmesinin dava konusu kuralla yönetmeliğe bırakıldığı
belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 128. maddesine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
Dava konusu kuralda, icra müdür ve icra müdür
yardımcıları ile icra kâtiplerine ilişkin yazılı sınav, sözlü sınav,
görevlendirme, nakil, unvan değişikliği, görevde yükselme ve diğer hususların
yönetmelikle düzenleneceği belirtilmiştir.
Anayasa'nın 128. maddesinin ikinci fıkrasına göre, memurların ve
diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları
ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işlerinin kanunla
düzenlenmesi gerekmektedir. Kanun ile düzenlenmesi öngörülen konularda, yürütme
organına, genel, sınırsız, esasları ve çerçevesi belirsiz bir düzenleme yetkisi
verilmez. Ancak kanunda temel esasların belirlenerek çerçevesinin çizilmiş
olması koşuluyla uzmanlık ve teknik konulara ilişkin hususların düzenlenmesinin
yürütme organına bırakılması, Anayasa'nın 128. maddesine aykırılık oluşturmaz.
Dava dilekçesinde de belirtildiği gibi memur olan icra müdürü
ve icra müdür yardımcıları ile icra kâtipleri esasen 657 sayılı Devlet
Memurları Kanunu'na tabi olduklarından, bunlar açısından da kanunla düzenlenme
şartı, anılan Kanun'da ve memurlara ilişkin diğer yasal düzenlemelerde
ayrıntılı olarak yerine getirilmiş durumdadır.
Diğer taraftan, dava konusu fıkrada yönetmelikle düzenleneceği
belirtilen yazılı ve sözlü sınavın esasları, 2004 sayılı Kanun'un 1. maddesinin
üçüncü ve dördüncü fıkralarında; görevlendirme, nakil, unvan değişikliği ve
görevde yükselmeye ilişkin esaslar ise bu madde yanında 657 sayılı Kanun'da
belirlenmiş bulunmaktadır.
Dava konusu kural ise, 2004 sayılı Kanun'un 1. maddesi ve 657
sayılı Kanun'un ilgili maddeleri ile esasları belirlenerek yasal çerçevesi
çizilmiş bulunan hususlarda yönetmelikle düzenleme yapılmasını öngörmektedir.
Kanun koyucunun dava konusu kuralla düzenlenmesi yönetmeliğe
bırakılan hususlarda belirtilen kanun hükümleri ile temel
kuralları belirleyip yasal çerçeveyi çizdikten sonra, bu çerçevenin içinde
kalacak ve değişen koşullara göre farklılık gösterebilecek uzmanlık ve idare
tekniğine ilişkin ayrıntıların düzenlenmesini yürütmeye bırakmasında,
Anayasa'nın 128. maddelerine aykırı bir yön bulunmamaktadır. İptal isteminin
reddi gerekir.
Mehmet ERTEN ile Zehra Ayla PERKTAŞ bu görüşe
katılmamışlardır.
B- Kanun'un 3. Maddesiyle 2004 Sayılı Kanun'a Eklenen 8/a
Maddesinin İkinci Fıkrasının İncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralla güvenli elektronik imza ile
oluşturulan elektronik verilerin senet hükmünde kabul edildiği ve elektronik
imzanın elle atılan imza ile aynı ispat gücünü haiz kılındığı belirtilerek,
elektronik ortamdaki bazı bilgilerin kötü niyetli kişiler tarafından elde
edilebileceği ve kullanılabileceği, ıslak imzanın ise bir başkası tarafından
atılmasının mümkün olmadığı, bu nedenle elektronik imza ve verilere bu kadar
büyük bir işlev yükleyen söz konusu kuralın, Anayasa'nın 20. maddesinin üçüncü
fıkrasında yer alan kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına aykırılık
teşkil ettiği ileri sürülmüştür.
Dava konusu kuralda, usulüne göre güvenli elektronik imza ile
oluşturulan elektronik verilerin senet hükmünde olacağı, güvenli elektronik
imzanın elle atılan imza ile aynı ispat gücünü haiz olacağı, güvenli elektronik
imzanın kanunlarda güvenli elektronik imza ile yapılamayacağı açıkça
belirtilmiş olan işlemler dışında elle atılan imza yerine kullanılabileceği ve
güvenli elektronik imzayla oluşturulan belge ve kararlarda, kanunlarda birden
fazla nüshanın düzenlenmesi ve mühürleme işlemini öngören hükümlerin
uygulanmayacağı düzenlenmektedir.
Anayasa'nın 20. maddesinin üçüncü fıkrasının birinci cümlesinde 'Herkes,
kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir.'
hükmüne yer verilerek kişisel verilerin korunması hakkı anayasal güvenceye
bağlanmıştır.
Dava konusu kuralda, elektronik imzanın hukuki bağlayıcılığı
düzenlenerek ve bu yöntemle işlem yapılması ile bağdaşmayan bazı hükümler
kaldırılarak, ulusal yargı ağı projesiyle (UYAP) tüm yargı birimlerinde
uygulanmaya başlanan elektronik ortamda işlem yapma kolaylığının, icra iflas
işlemlerinde de uygulanması amaçlanmaktadır.
Elektronik imza yönteminde, izin verilmeyen kişilerin belgeye
ulaşabilmesini engelleyen 'erişim kontrolü fonksiyonu'nun bulunması
nedeniyle, kişisel veri niteliği bulunabilecek elektronik imzalı belgelere
başkalarının erişmesi önlenebilmektedir. Dolayısıyla, kuralın, Anayasa'nın 20.
maddesinde belirtilen kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına
aykırılık oluşturacak bir müdahaleye zemin hazırlaması ya da bu hakkı
sınırlandırması söz konusu değildir.
Diğer taraftan, Anayasa'nın 7. maddesi uyarınca, Anayasa'da
belirtilen istisnalar dışında ve Anayasa'ya aykırı olmamak kaydıyla yasama
organı istediği alanda ve istediği içerikte kanun çıkarma yetkisine sahiptir.
Anayasa'da, dava konusu kuralla getirilen elektronik imzaya ilişkin
düzenlemeleri yasaklayan ya da sınırlandıran bir hüküm bulunmamaktadır. Bu
durumda, kanun koyucunun yasamanın genelliği ilkesi uyarınca iptali istenen
kuralla getirdiği elektronik imzaya ilişkin düzenlemelerin, Anayasa'nın 20.
maddesine aykırı bir yönünün bulunmadığı açıktır.
Kuralın elektronik ortamda icra iflas işlemlerinin
yapılabilmesi kolaylığını sağlamasına karşın elektronik imzanın kötü
niyetli kişiler tarafından ele geçirilebileceği ve kullanılabileceği, oysa
ıslak imzanın başkası tarafından atılmasının veya kötüye kullanılmasının mümkün
olmadığı ve bu yönüyle elektronik imzayla yapılan işlemlerin fiziki ortamda
yapılan işlemlere nazaran daha güvensiz olduğu da söylenemez. Zira, bilimsel
çevrelerde elektronik imzanın, ıslak imzanın işlevini aynen icra etmenin
yanında hukuki işlemlerde güvenlik ve istikrarı korumak üzere daha üstün
özelliklere sahip olduğu kabul edilmektedir.
Esasen güvenlik problemlerinin varlığı hem fiziki ortam hem de
elektronik ortamda gerçekleştirilen işlemler için her zaman mümkün olup hangi
ortamdaki işlemlerin daha güvenli olacağı hususu sübjektif ve teknik bir
değerlendirmeyi gerektirmekte, elektronik ortamdaki işlemlere hukuki geçerlilik
sağlamanın doğru olup olmayacağı, bu tür konularda mevcut seçenekler arasında
hangisinin tercih edileceği ve hangi tercihin daha güvenli ve yararlı sonuçlar
doğuracağı hususu ise kanun koyucunun takdirinde kalmaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 20. maddesine
aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
C- Kanun'un 21. Maddesiyle Değiştirilen 2004 Sayılı Kanun'un 106.
Maddesinin Birinci Fıkrasının İncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralla, hacizli mallara ilişkin
satış talebinde bulunma süresinin kısaltıldığı belirtilerek, bu süreler içinde
satış işlemlerinin yapılmasının mümkün olmadığı, bu haliyle alacaklıların
haklarına kavuşmasını engelleyecek ve gereksiz yere masraf yapılmasına neden
olabilecek kuralın, Anayasa'nın 36. maddesinde belirtilen hak arama özgürlüğü
ve 40. maddesinde belirtilen temel hak ve hürriyetlerin korunması ilkelerine
aykırılık teşkil ettiği ileri sürülmüştür.
Dava konusu kuralda, icra takiplerinde hacizli malların satışı
için alacaklıya tanınan satış talebinde bulunma süresi yeniden düzenlenmekte ve
taşınır mallar için bir yıl olarak belirlenen süre altı aya ve taşınmaz mallar
için iki yıl olarak belirlenen süre bir yıla düşürülmektedir.
Anayasa'nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, 'Herkes, meşru
vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve
davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.'
hükmüne yer verilmiştir. Maddeyle güvence altına alınan hak arama özgürlüğü ve
adil yargılanma hakkı, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının yanında,
diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların
korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir.
Dava konusu kuralla hacizli malların satışı için alacaklıya
tanınan satış talebinde bulunma süreleri yarıya indirilerek borçlunun malı
üzerindeki tasarruf yetkisinin uzun süre sürüncemede kalması önlenmekte ve icra
dairelerinin daha hızlı ve etkin bir şekilde çalışması imkânı getirilerek
alacağın daha kısa sürede tahsil edilmesi amaçlanmaktadır.
Kural uyarınca hacizli bir malın satışı için gerekli olan
şartların hazırlanmamış olması satış talebinde bulunmayı önlememekte ve bir
kere satış talebinde bulunulduktan sonra malın satışı için gerekli şartların
tamamlanması veya satışın gerçekleşmesi, kuralda belirtilen sürelere tabi
olmamaktadır. Dolayısıyla, dava dilekçesinde ileri sürüldüğü üzere, satış için
gerekli hazırlıkların tamamlanamamasının satış talebinde bulunmaya herhangi bir
etkisi bulunmadığı gibi bu sebeple satış talebinde bulunma süresinin
geçirilmesi de söz konusu değildir. Bu nedenle kuralla kişilerin hak arama
özgürlüklerinin sınırlandırıldığından söz edilemez.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural, Anayasa'nın 36.
maddesine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın Anayasa'nın 40. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
Ç- Kanun'un 22. Maddesiyle Değiştirilen 2004 Sayılı Kanun'un 110.
Maddesinin Birinci Fıkrasının İncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralla yapılan düzenlemenin sulh
ve anlaşmaları engelleyici nitelikte olduğu ve alacaklının alacağını alamaması
sonucunu doğurabileceği belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 36. ve 40.
maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kuralda, mal üzerindeki haczin kaldırılmasını
gerektiren hâller ile satış talebinin geri alınmasının hüküm ve
sonuçları düzenlenmektedir.
Borçlunun malı üzerindeki mülkiyet ve tasarruf hakkını sınırlayan
ve alacaklının alacağına kavuşmasına yönelik haciz işleminin süresiz olarak
devam etmesi hukuki belirlilik ve istikrar ilkelerinin temeli olan hukuk
devletinde kabul edilemez. Bu nedenle, borçlunun malı üzerindeki tasarruf
yetkisini sınırlayan tüm işlemler gibi haciz işleminin de hangi koşullarda
uygulanabileceğinin, bu işlemin nasıl gerçekleştirileceğinin ve bu işlemin
hangi şartlarda kalkacağının herhangi bir duraksamaya yer verilmeksizin açık
bir şekilde önceden kurala bağlanması gerekir. Ancak, mal üzerine haciz
konulması ve haczin devam etmesi için belirlenen şartlar alacaklı tarafından
yerine getirilmesi mümkün olmayan ya da alacaklıdan ifa etmesi beklenemeyecek
derecede ağır şartlar ise o zaman söz konusu şartların hak arama özgürlüğünü
sınırladığından bahsedilebilir.
Dava konusu kuralda, mal üzerindeki haczin hangi şartlarda
kalkacağı açık bir şekilde belirtilmiştir. Buna göre, kanunda belirtilen süre
içerisinde satış talebinde bulunulmaması veya satış talebinde bulunulduğu halde
bu talepten itibaren onbeş gün içinde satış masraflarının yatırılmaması ya da
satış talebinin geri alınıp bu talebin yenilenmemesi hâllerinde mal üzerindeki
haciz kalkacaktır. Anlaşılacağı üzere bu şartların hiçbiri alacaklı tarafından
yerine getirilmesi mümkün olmayan veya alacaklıdan ifa etmesi beklenemeyecek
derecede ağır şartlar değildir. Dolayısıyla, mal üzerindeki haczin
kaldırılmasını düzenleyen bu şartların hak arama özgürlüğünü sınırlayan bir
yönünün bulunduğu söylenemez.
Öte yandan, kuralda, alacaklının satış talebini ancak bir kez geri
alabileceği hükmüne yer verilmiştir. Bu hüküm, hiçbir şekilde alacaklının
satıştan vazgeçme hakkını ortadan kaldırmamakta, ancak alacaklının yeniden
satış isteme hakkını yitirmeksizin sadece bir kez satış talebini geri
alabileceğini düzenlemektedir. Diğer bir ifadeyle, kuralla bir kez satış
talebinde bulunduktan sonra satış talebini geri alan ve yeniden satış talebinde
bulunan alacaklının satıştan tekrar vazgeçmesi değil, sadece yeniden satış
talebinde bulunması yasaklanmaktadır. Dolayısıyla, dava dilekçesinde
belirtildiğinin aksine bu hükmün alacaklının satış talebinden vazgeçmesi
yönündeki iradesine rağmen hacizli malın satışını zorunlu hâle getirmesi ve
alacaklı ile borçlu arasında meydana gelebilecek olası anlaşmayı önlemesi söz
konusu değildir.
Esas itibariyle kuralla bir taraftan satış talebinin geri alınması
hakkı tanınarak anlaşma ve benzeri sebeplerle alacaklıya hacizli malların
satışını önleme yetkisi verilirken, diğer taraftan bu yetkinin kullanılması bir
defa ile sınırlandırılarak bu hakkın kötüye kullanılmasının ve icra dairelerinin
gereksiz yere işlerinin artırılmasının önlenmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural, Anayasa'nın 36.
maddesine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın, Anayasa'nın 40. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
D- Kanun'un 24. Maddesiyle 2004 Sayılı Kanun'un 114. Maddesine
Eklenen Dördüncü Fıkranın 'Açık artırmaya elektronik ortamdan teklif
verme yoluyla başlanır.' Biçimindeki Birinci Cümlesinin, 25.
Maddesiyle 2004 Sayılı Kanun'un Başlığı İle Birlikte Değiştirilen 115.
Maddesinin, 28. Maddesiyle Değiştirilen 2004 Sayılı Kanun'un 124. Maddesinin
Üçüncü Fıkrasında Yer Alan ''elektronik ortamda teklif vererek
artırmaya katılacakların teminat göstermeleri gerektiği ve elektronik ortamda
teklif vermeye ilişkin hususlar yazılır.' İbaresinin, 29. Maddesiyle
2004 Sayılı Kanun'un Başlığı ile Birlikte Değiştirilen 126. Maddesinin Dördüncü
Fıkrasının ve 31. Maddesiyle Değiştirilen 2004 Sayılı Kanun'un 129. Maddesinin
İncelenmesi
Dava dilekçesinde, elektronik ortamda ihaleye katılma imkânını
tanıyan dava konusu kuralların, ihalenin herkesin tatmin olacağı bir şekilde
hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak koşullarda aleni ve açık şekilde yapılması
ilkelerini zedeleyebileceği gibi adalete olan güveni sarsabileceği ve ihaleye
fesat karıştırma iddialarını artırabileceği, öte yandan elektronik ortamdaki
verilerin her zaman bozulabileceği ya da bunlara dışarıdan müdahale
edilebileceği, ayrıca ihale yapılırken hem ilk satış hem de ikinci satış
sırasında hacizli malın tahmin edilen bedelinin asgari olarak yüzde ellisi
üzerinden ihale edilmesini öngören hükümlerin, ikinci satışı işlevsiz hale
getireceği ve zaman kaybına yol açabileceği belirtilerek kuralların,
Anayasa'nın 36. ve 40. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kurallar, taşınır ve taşınmaz malların cebri icra
yoluyla satılması sürecinde, elektronik ortamda ihaleye katılabilme imkânını ve
bu imkânla birlikte değişen ihale sürecini düzenlemektedir.
Dava konusu kurallarla hacizli malların satışının sınırlı bir
alıcı çevresinden kurtarılarak fiziki ortam yanında ilgili elektronik ortam
kullanıcılarının katılımına açık hale getirilmesi sağlanmakta, böylece
rekabetçi ve yaygın katılımcı bir ortamda malın gerçek değerinde satılmasına
imkân tanınmasının amaçlandığı anlaşılmaktadır. Bu durum, hem alacaklının hem
de borçlunun menfaatlerini koruyan ve icra takibinin amacına uygun şekilde
sonuçlanmasına hizmet eden bir sisteme işlerlik kazandırılmaktadır.
İhalenin sadece fiziki ortamdaki teklifler üzerinden değil,
elektronik ortamdaki teklifler üzerinden de yapılabilecek olması, ihalenin icra
dairesi görevlileri dışındaki ilgililerin giremeyeceği ve denetleyemeyeceği
kapalı bir elektronik ortamda yapılması anlamına da gelmeyip, bu tüm
ilgililerin rahatlıkla girebildiği ve yapılan işlemleri izleyebildiği, denetime
açık bir ortam sağlamaktadır.
Dolayısıyla, dava konusu kurallarla getirilen elektronik ortamda
satışa katılma imkânının, ihalenin aleniliği ve açıklığı ilkelerini zedeleyen
bir yönü olmadığı gibi alacaklı ile borçlunun menfaatlerinin daha iyi
korunmasını sağlayan bir mekanizmaya işlerlik kazandırdığı açıktır.
Ayrıca, elektronik ortamda satışa katılmanın ancak elektronik imza
kullanılmak suretiyle mümkün olabilmesi ve günümüzde elektronik imzanın güvenli
işlem yapma konusunda ulaştığı başarı dikkate alındığında bu yöntemle
oluşturulan verilerin fiziki ortamdaki verilere nazaran daha güvensiz olduğu
söylenemez.
Öte yandan, dava konusu kurallarla ihale yapılırken hem ilk hem de
ikinci ihale sırasında hacizli malın tahmin edilen değerinin en az yüzde ellisi
üzerinden ihale edilebileceğini öngören hükümlerin, ikinci satışı işlevsiz hale
getireceği ve zaman kaybına yol açacağı, dolayısıyla tarafların hak arama
özgürlüğünü sınırlayacağından da söz edilemez. Zira, dava konusu kurallardan
önce ikinci ihalede malın tahmin edilen değerinin en az yüzde kırkı oranında
satılmasına imkân tanınması sebebiyle, alıcılar özellikle birinci ihalede
yüksek teklifler vermeyerek malın ikinci ihalede daha ucuza alınmasını sağlama
yoluna gidebilmekte, malın ucuza satılması ise hem alacaklının hem borçlunun
menfaatlerine aykırı sonuçlar doğurmaktaydı. Esasen malın ikinci ihalede daha
ucuza alınabileceği beklentisi, birinci ihalede malın satılmasında önleyici bir
rol oynamaktaydı. Dava konusu düzenlemelerle ikinci ihalenin de malın tahmin
edilen bedelinin en az yüzde ellisi üzerinden ihale edilebilmesi sağlanarak bu
önleyici rolün bertaraf edilmesi yoluna gidildiği anlaşılmaktadır.
Açıklanan nedenlerle dava konusu kurallar, Anayasa'nın 36.
maddesine aykırı değildir. İptal istemlerinin reddi gerekir.
Kuralların, Anayasa'nın 40. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
E- Kanun'un 44. Maddesiyle 2575 Sayılı Kanun'un 8. Maddesinin (1)
Numaralı Fıkrasının (d) Bendine Eklenen 'Türkiye Büyük Millet Meclisi
Genel Sekreterliği,' İbaresinin, (e) Bendine Eklenen 'ile
düzenleyici ve denetleyici kurumların başkanlıkları,' İbaresinin,
Değiştirilen (g) Bendinin ve (3) Numaralı Fıkrasında Yer Alan 'yirmi
yıl' İbaresinin 'onbeş yıl' Şeklinde
Değiştirilmesinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, Danıştay üyeliğine hâkimlik mesleği
dışından idareden üye seçilmesi uygulamasının, bu kaynaktan gelenlerin
idareden edindikleri bilgi birikimi ve deneyimlerini Danıştaya aktarmaları
amacıyla düzenlendiği, dava konusu kurallarla, Danıştaya üye seçiminde
yararlanılacak idari kaynağa Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel
Sekreterliği, düzenleyici ve denetleyici kurumların başkanlıkları gibi yeni
statüler eklendiği ve idari kaynaktan gelenler yönünden söz konusu göreve
seçilebilmek için kamu hizmetinde geçirilmesi gereken sürenin hâkimlik
mesleğinden gelenlere nazaran daha az bir süreye tekabül edecek şekilde yirmi
yıldan onbeş yıla düşürüldüğü, böylece yeterli tecrübeye sahip
olunmadan bu göreve atanmanın mümkün hale getirildiği ve anılan
amacın yerine getirilmesinin önlendiği belirtilerek kuralların, Anayasa'nın
2., 6., 8., 9., 10., 11., 138., 139., 140. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
Dava konusu kurallarda, Danıştayda boşalan her dört üyelikten
biri için, Cumhurbaşkanı tarafından hâkimlik mesleği dışından seçilecek kamu
görevlisi kaynağına, Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel Sekreterliği, düzenleyici
ve denetleyici kurum başkanlıkları, kamu kurum ve kuruluşlarının başhukuk
müşavirliği, birinci hukuk müşavirliği, hukuk hizmetleri başkanlığı ve hukuk
işleri müdürlüğü statüleri eklenmekte, ayrıca söz konusu göreve seçilmek için
aranan şartlardan biri olan devlet hizmetinde çalışmış olma süresi yirmi yıldan
on beş yıla düşürülmektedir.
6216 sayılı Kanun'un 43. maddesi uyarınca, iptali istenen kurallar
ilgisi nedeniyle, Anayasa'nın 155. maddesi yönünden de incelenmiştir.
Anayasa'nın 155. maddesinin üçüncü fıkrasında 'Danıştay
üyelerinin dörtte üçü, birinci sınıf idari yargı hâkim ve savcıları ile bu
meslekten sayılanlar arasından Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu; dörtte biri,
nitelikleri kanunda belirtilen görevliler arasından Cumhurbaşkanı; tarafından
seçilir.' hükmüne yer verilmiş, son fıkrasında ise 'Danıştayın,
kuruluşu, işleyişi, Başkan, Başsavcı, başkanvekilleri, daire başkanları ile
üyelerinin nitelikleri ve seçim usulleri, idari yargının özelliği, mahkemelerin
bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre kanunla düzenlenir.' denilmek
suretiyle, kanun koyucunun idari yargının özelliği, mahkemelerin bağımsızlığı
ve hakimlik teminatı esaslarını gözetmek koşuluyla, Danıştaya seçilecek
üyelerin niteliklerini ve söz konusu üyeliğe seçilme usullerini belirleme
konusunda takdir yetkisine sahip olduğu belirtilmiştir.
Bu çerçevede kanun koyucunun Anayasa'nın 155. maddesinde
belirtilen Danıştaya seçilecek üyelerin niteliklerini ve seçilme usullerini
belirleme konusundaki takdir yetkisini kullanmak suretiyle düzenlediği dava
konusu kuralların, mahkemelerin bağımsızlığı, hâkimlik teminatı ve idari
yargının özellikleriyle bağdaşmayan bir yönü bulunmamaktadır.
Öte yandan, Anayasa'nın 10. maddesinde yer verilen eşitlik ilkesi
hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil,
hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan
kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayrım
yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda
bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun karşısında
eşitliğin ihlali yasaklanmıştır. Kanun önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı
kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durumlarındaki özellikler, kimi
kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları ve uygulamaları
gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı
kurallara bağlı tutulursa Anayasa'da öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez.
Bu ilke çerçevesinde dava konusu kural incelendiğinde, Danıştay
üyeliğine atanabilmek için hâkimlik mesleği dışından seçilen kişiler
yönünden kamu hizmetinde geçirilmesi gereken sürenin yirmi yıldan onbeş
yıla düşürülmesiyle, hâkimlik mesleğinden gelen kişiler aleyhine bir eşitsizlik
yaratıldığı söylenemez. Zira, Anayasa'ya göre Danıştay üyesi kadrosunun dörtte
üçünü hâkimlik mesleğinden, dörtte birlik kısmını ise hâkimlik mesleği dışında
nitelikleri kanunda belirtilen görevliler arasından seçilen kişiler oluşturmaktadır.
Anayasa koyucu, Danıştayın bu şekilde farklı kariyerlerden gelenlerce
oluşturulmasını takdir etmiş, buna göre de Danıştayın oluşumunda belli bir
oranı esas alarak iki ayrı kategori belirlemiştir. Bu iki ayrı kategorideki
kişilerin hukuksal durumları aynı olmadığından, eşitlik ilkesi gereği bu iki
ayrı kategorinin tümüyle aynı kurallara tabi tutulması gerekmemektedir.
Açıklanan nedenlerle dava konusu kurallar, Anayasa'nın 10. ve 155.
maddelerine aykırı değildir. İptal istemlerinin reddi gerekir.
Zehra Ayla PERKTAŞ maddenin (3) numaralı fıkrasında yapılan
değişiklik yönünden bu görüşe katılmamıştır.
Kuralların, Anayasa'nın 2., 6., 8., 9., 11., 138., 139. ve 140.
maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
F- Kanun'un 45. Maddesiyle Değiştirilen 2575 Sayılı Kanun'un
24. Maddesinin (1) Numaralı Fıkrasının (c) Bendinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralın Bakanlıkların ülke
çapında uygulanacak düzenleyici işlemlerine karşı Danıştayda, diğer işlemlerine
karşı ise konularına göre idare ve vergi mahkemelerinde dava açılmasını
düzenleyerek Danıştayın görev alanını daralttığı, Bakanlıkların belli bir
coğrafyada uygulanacak düzenleyici işlemlerinin (Kültür ve Turizm
Bakanlığınca yapılan planlar gibi) çoğu kez bazı kişi veya gruplara rant
sağlayacak niteliğinin bulunduğu, bu sebeple söz konusu düzenleyici işlemlere
karşı açılacak davalara bakma görevinin Danıştayın siyasi müdahaleye
olanak vermeyecek göreceli güçlü yapısı dikkate alındığında idare ve vergi
mahkemelerine verilmesinin uygun olmadığı, ülke çapında uygulanacak düzenleyici
işlem ile yerel düzenleyici işlem arasında ayrım yapmanın zor olduğu ve bunun
mahkemeler arasında görev uyuşmazlığına sahip olabileceği, ayrıca genel ve
yerel düzenleyici işlemlere karşı açılacak davalara farklı mahkemelerce
bakılmasının içtihat birliğini bozacağı belirtilerek kuralın, Anayasa'nın
2., 6., 8., 9., 10., 11., 138., 139., 140. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
Dava konusu kuralda, Danıştayın ilk derece mahkeme sıfatıyla
bakanlıklar ile kamu kuruluşları veya kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşlarınca çıkarılan ve ülke çapında uygulanacak düzenleyici işlemlere
karşı açılacak davalara bakma yönündeki görevi düzenlenmektedir.Buna göre, dava
konusu kuraldan önce bakanlıkların tüm düzenleyici işlemlerine
karşı açılan davalar Danıştayda görülmekteyken, dava konusu kural ile sadece
ülke çapında uygulanacak düzenleyici işlemlere karşı açılacak davaların
Danıştayda görülmesi esası benimsenmiştir.
Anayasa'nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti
olduğu; 9. maddesinde, yargı yetkisinin, Türk Milleti adına bağımsız
mahkemelerce kullanılacağı; 138. maddesinin birinci fıkrasında, hâkimlerin
görevlerinde bağımsız oldukları ve Anayasa'ya, kanuna ve hukuka uygun olarak
vicdanî kanaatlerine göre hüküm verecekleri, ikinci fıkrasında ise hiçbir
organ, makam, merci veya kişinin, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere
ve hâkimlere emir ve talimat veremeyeceği, genelge gönderemeyeceği, tavsiye ve
telkinde bulunamayacağı belirtilerek hukuk devleti olmanın zorunlu bir gereği
olan mahkemelerin bağımsızlığı teminat altına alınmıştır.
Anayasa'nın 142. maddesinde, 'Mahkemelerin kuruluşu, görev ve
yetkileri, işleyişi ve yargılama usulleri kanunla düzenlenir.' denilmek
suretiyle, kanun koyucunun genel olarak mahkemelerin görev ve yetkilerine
ilişkin düzenlemeler yapma hususunda takdir yetkisine sahip olduğu
belirtilmiş, Anayasa'nın 155. maddesinin birinci fıkrasında ise 'Danıştay,
idari mahkemelerce verilen ve kanunun başka bir idari yargı merciine
bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme merciidir. Kanunla gösterilen
belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakar.' denilmek
suretiyle Danıştayın hangi davalara ilk ve son derece mahkemesi sıfatıyla
bakacağının kanun koyucu tarafından belirleneceği açıkça vurgulanmıştır.
Bu çerçevede, kanun koyucunun mahkemelerin görev alanına ilişkin
düzenleme yapma hususundaki takdir yetkisini kullanarak dava konusu kuralla
bakanlıkların ülke çapında uygulanmayacak düzenleyici işlemlerine karşı
açılacak davalar konusunda, Danıştayın ilk derece mahkemesi sıfatıyla bu
davalara bakma yönündeki görevini kaldırarak bu hususta idare ve vergi
mahkemelerini görevlendirmesinde, hukuk devleti ilkesine aykırı bir yön bulunmamaktadır.
Öte yandan, hukuk devleti olmanın yargı bağımsızlığını sağlamayı
bir ön şart olarak gerektirdiği gözetildiğinde, bu şartın hem yüksek mahkemeler
hem de ilk derece mahkemeleri yönünden aynı oranda geçerli olduğu kuşkusuzdur.
Mahkemelere verilen görev ve yetkileri kullanan hâkimlerin tarafsızlığı,
bağımsızlığı, Anayasa ve kanunlara bağlılıkları açısından aralarında bir
farklılığın bulunduğu kabul edilemez. Bu çerçevede idare ve vergi
mahkemelerinin Danıştaya nazaran siyasi etkilere daha açık olduğu, dolayısıyla
bu mahkemelerin yetkilerinin genişletilmesinin mahkemelerin bağımsızlığına
müdahale sonucunu doğuracağı iddiasının hukuki bir dayanağı bulunmamaktadır.
Dava dilekçesinde, düzenlemenin mahkemeler arasında görev
uyuşmazlığına ve içtihat farklılığına neden olabileceği gerekçesiyle Anayasa'ya
aykırı olduğu ileri sürülmüş ise de herhangi bir düzenlemenin mahkemeler
arasında görev veya içtihat uyuşmazlıklarına neden olması yargılama hukukunun
doğası gereği her zaman mümkün olup bu durumun anayasal bir sorun oluşturması
söz konusu değildir. Kaldı ki hukuk sistemi içerisinde mahkemeler arasındaki
görev ve içtihat uyuşmazlıklarını çözecek hukuki yollara yer verilmiştir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 2., 9. ve 138.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Osman Alifeyyaz PAKSÜT ile Zehra Ayla PERKTAŞ bu görüşe
katılmamışlardır.
Kuralın, Anayasa'nın 6., 8., 10., 11., 139. ve 140. maddeleriyle
ilgisi görülmemiştir.
G- Kanun'un 46. ve 47. Maddeleriyle Değiştirilen 2575 Sayılı
Kanun'un 60. Maddesinin (1) Numaralı Fıkrasının Birinci Cümlesi ile 61.
Maddesinin (1) Numaralı Fıkrasının Birinci ve İkinci Cümleleri ile (3) Numaralı
Fıkrasının İncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kurallarla Danıştay
savcılarının yürütmenin durdurulması talepleriyle ilgili tüm dava
dosyaları ile temyiz ve karar düzeltme incelemesi için Danıştayda bulunan
dosyalar hakkında görüş bildirmeleri usulünden vazgeçildiği, bunun
Kanun gerekçesinde belirtildiği gibi yargıyı hızlandırma amacına hizmet
etmeyeceği, Danıştay savcılarının temyiz ve karar düzeltme istemli dosyalar
yönünden görüş bildirmesinin davayla ilgili belge ve bilgilerin farklı bir
gözle incelenmesini sağladığı ve böylece adil yargılamanın gerçekleşmesine
yardımcı olduğu, ayrıca Danıştay savcılarının içtihadın gelişmesini izleyerek
ülkede hukuk birliğinin ve kanun önünde eşitlik ilkesinin gerçekleşmesine,
dolayısıyla hukukun gelişmesine katkıda bulundukları, bunun yanında ilk derece
mahkemelerde görevli idari yargıçların, çoğunlukla kıdem ve deneyim yönünden
Danıştay meslek mensuplarının gerisinde olduğu, bu sebeple bu mahkemelerde
verilen kararların bir kez de Danıştay savcılarınca incelenip
değerlendirilmesinde fayda bulunduğu belirtilerek kuralların, Anayasa'nın 2.,
6., 9., 138. ve 139. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
6216 sayılı Kanun'un 43. maddesi uyarınca, iptali istenen kurallar
ilgisi nedeniyle, Anayasa'nın 36. maddesi yönünden de incelenmiştir.
Dava konusu kurallarla, Danıştayda görülen tüm davaların esası ve
yürütmenin durdurulması istemleri hakkında Danıştay savcılarının görüş
bildirmeleri usulünden vazgeçilmekte ve sadece Danıştayda ilk derece mahkeme
sıfatıyla görülen davalarda esas hakkında görüş bildirmeleri usulü
benimsenmektedir.
Hukuk devletinde, kanun koyucu, yargılama hukukuna ilişkin
kurallar belirleme ve bu çerçevede mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri,
işleyişi, yargılama usulleri ve yapısı hakkında Anayasa kurallarına bağlı olmak
koşuluyla ihtiyaç duyduğu düzenlemeyi yapma konusunda takdir yetkisine sahip
bulunmaktadır. Nitekim Anayasa'nın 142. maddesinde, 'Mahkemelerin kuruluşu, görev
ve yetkileri, işleyişi ve yargılama usulleri kanunla düzenlenir.' denilmek
suretiyle bu husus hüküm altına alınmıştır.
Danıştay savcılarının dava dosyalarıyla ilgili görüş belirtip
belirtmeyeceği hususu da mahkemelerin işleyişi ve yargılama usulüne ilişkin
olup bu hususta kanun koyucunun takdir yetkisine dayanarak ihtiyaç duyduğu
düzenlemeyi yapmasında hukuk devleti ilkesine aykırı bir yön bulunmamaktadır.
Diğer taraftan, dava konusu kuralların, Kanun'un gerekçesinde
belirtilen yargıyı hızlandırma amacını yerine getirmeye elverişli olmaması
iddiası anayasallık denetimi açısından sınırlı bir işleve sahiptir. Anayasa'nın
açıkça amaç öngörmediği durumlarda Anayasa'nın 2. maddesindeki 'hukuk
devleti' ilkesi gereğince, yasama işlemlerinin kişisel yararları değil kamu
yararını gerçekleştirmek amacıyla yapılması zorunludur. Kamu yararının
sübjektif niteliği dolayısıyla bir yasanın kamu yararı dışında bir amaç güttüğü
ancak açıkça görülebilen durumlarda Anayasa'ya aykırılık nedeni olarak
görülebilir. Amaç yönünden Anayasa'ya aykırılıktan söz edilebilmesi için kamu
yararı dışında özel bir çıkarın gözetildiğinin tespiti gerekir.
Kanun koyucunun kamu yararı amacıyla hareket
edip etmediği ise ancak ilgili yasama belgelerinin incelenmesinden ve kuralın
objektif anlamından çıkarılabilir. Kanun'un genel ve
ilgili madde gerekçelerinde dava konusu kuralların yargıyı hızlandırmak
amacıyla düzenlendiği belirtilmiştir. Kuralların objektif anlamı da dikkate
alındığında söz konusu kuralların kamu yararı dışında, yani yargıyı
hızlandırmaktan başka özel bir çıkar amacıyla düzenlendiğine ilişkin bir sonuca
varmanın mümkün olmadığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, dava konusu kuralların
amaç yönüyle de Anayasa'ya aykırı bir yönü bulunmamaktadır.
Öte yandan, Anayasa'nın 'Hak arama hürriyeti' başlıklı
36. maddesinin birinci fıkrasında, 'Herkes, meşru vasıta ve yollardan
faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve
savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir' denilerek yargı organlarına
davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddia,
savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır.
Anayasa'nın 9. maddesinde 'Yargı yetkisi, Türk Milleti
adına bağımsız mahkemelerce kullanılır'; 142. maddesinde 'Mahkemelerin
kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi ve yargılama usulleri kanunla
düzenlenir' denilmekte; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 'Adil
yargılanma hakkı' başlıklı 6. maddesinin birinci fıkrasında da herkesin
kanuni, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının dinlenilmesini
isteme hakkı olduğu ifade edilmektedir.
Yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız mahkemeler, adil yargılanma
hakkının temelidir. Anayasa'da ve uluslararası sözleşmelerde 'mahkeme' kavramı
için belirli bir şekil şartı aranmamakta; yasayla kurulmuş, bağımsız, tarafsız
ve yargılama usulü güvencesine sahip yargı yeri, mahkeme olarak kabul
edilmektedir. Bu ilkelere aykırı olmamak şartı ile kanun koyucunun mahkemelerin
oluşum, kuruluş, çalışma ve yargılama usullerini serbestçe belirlemesi
mümkündür. Dolayısıyla bazı tür davalar ve kararlar yönünden savcılıktan görüş
alınmasından vazgeçilmesinin, adil yargılanma hakkı ilkesiyle çelişen bir yönü
bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kurallar, Anayasa'nın 2. ve 36.
maddelerine aykırı değildir. İptal istemlerinin reddi gerekir.
Osman Alifeyyaz PAKSÜT bu görüşe katılmamıştır.
Kuralların, Anayasa'nın 6., 9., 138. ve 139. maddeleriyle ilgisi
görülmemiştir.
Ğ- Kanun'un 46. Maddesiyle Değiştirilen 2575
Sayılı Kanun'un 60. Maddesinin (1) Numaralı Fıkrasının İkinci Cümlesinin
İncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralla ilgili olarak herhangi bir
gerekçe belirtilmeden kuralın, Anayasa'nın 2., 6., 9., 138. ve 139.
maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kuralda, Danıştay Başsavcılığında görevli savcılar ile
diğer memurların çalışma düzenlerinin sağlanması ile Danıştaya gelen dosyaların
işlem görmesi, muhafazası ve ilgili yerlere gönderilmesiyle ilgili alınması
gereken tedbirlere ilişkin Danıştay Başsavcısı'nın görevleri düzenlenmektedir.
Anayasa'nın 151. maddesinde, 'Anayasa Mahkemesinde doğrudan
doğruya iptal davası açma hakkı, iptali istenen kanun, kanun hükmünde kararname
veya içtüzüğün Resmi Gazetede yayımlanmasından başlayarak altmış gün sonra
düşer.' denilmiş; 6216 sayılı Kanun'un 37. maddesinin (1) numaralı
fıkrasında ise 'Anayasa değişiklikleri ile kanunların şekil yönünden
Anayasaya aykırılıkları iddiası ile doğrudan doğruya iptal davası açma hakkı,
bunların Resmî Gazetede yayımlanmalarından başlayarak on gün; kanun hükmünde
kararnamelerle Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün veya bunların belli
madde ve hükümlerinin şekil ve esas, kanunların ise sadece esas yönlerinden
Anayasaya aykırılıkları iddiasıyla doğrudan doğruya iptal davası açma hakkı,
bunların Resmî Gazetede yayımlanmalarından başlayarak altmış gün sonra düşer.'
hükmüne yer verilmiştir. Buna göre, kanunların esas yönünden Anayasa'ya
aykırılıkları iddiasına dayalı iptal davalarının bunların Resmi Gazete'de
yayınlanmasından itibaren altmış gün içinde açılması gerekmektedir.
Dava konusu kural, 20.1.1982 günlü, 17580 sayılı Resmî Gazete'de
yayımlanarak yürürlüğe girmiş olup, söz konusu tarihten bu yana kuralda her
hangi bir değişiklik yapılmamıştır. Kurala ilişkin dava ise 3.9.2012 gününde
açılmıştır.
Kuralın Resmi Gazete'de yayımlandığı tarihten itibaren altmış
günlük dava açma süresi geçirilmiş olduğundan bu kurala yönelik iptal isteminin
süre yönünden reddi gerekir.
H- Kanun'un 57. Maddesiyle 2577 Sayılı Kanun'un 27. Maddesinin
Değiştirilen (2) Numaralı Fıkrasının Birinci Cümlesinde Yer Alan ''davalı
idarenin savunması alındıktan veya savunma süresi geçtikten sonra'' İbaresi
ile İkinci Cümlesinin ve Aynı Maddeyle 2577 Sayılı Kanun'un 27. Maddesine
Eklenen (3) ve (10) Numaralı Fıkraların İncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralların idari yargıda açık
hukuka aykırılık hâllerinde davalı idarenin savunmasının alınmaksızın
yürütmenin durdurulmasına karar verilmesi imkânını ortadan kaldırdığı, bunun
ise yürütmenin durdurulması kararı verilmesi için Anayasa'da belirtilen
şartlara yeni bir şart eklemek anlamına geldiği ve yürütmenin durdurulması
kurumunu işlevsiz hale getirip bireylerin idare karşısında haklarının korunmasını
önlediği, aynı sebeplere dayanılarak ikinci kez yürütmenin durdurulması
isteminde bulunulamayacağı yolundaki düzenlemenin, yargılama makamının kararını
gözden geçirme olanağını ortadan kaldırdığı ve bu yönüyle yargılama ve hukuk
güvenliği ilkesine aykırılık teşkil ettiği, söz konusu kuralların idarenin
savunma verebilmesi için gerekli zaman dilimini araya koymak suretiyle
yürütülmesi derhal durdurulması gereken idari işlemlerin bir süre daha
uygulanmasına olanak sağlamak amacıyla düzenlendiği, kurallarda yürütmenin
durdurulması yönünden uygulanmakla etkisi tükenecek işlemler ve uygulanmakla
etkisi tükenmeyecek işlemler şeklinde iki ayrı kategori oluşturulduğu, oysa
bunların birbirinden ayırt edilmesinin zor olması nedeniyle içtihat
farklılıklarının oluşabileceği ve bu durumun kanun önünde eşitlik ilkesine
aykırı sonuçlar doğuracağı, ayrıca söz konusu kurallarda yer alan, dava
dilekçesi ve eklerinden talebin reddedilmesi gerektiğinin anlaşıldığı hâllerde
idarenin savunmasının beklenmeyebileceği yönündeki düzenlemenin idare lehine
çifte standart yaratması niteliğiyle eşitlik ilkesine ve silahların eşitliği
ilkesine aykırı olduğu, zira bunun idare lehine bir karar verildiğinde
yargılamanın hızlanması, ama birey lehine bir karar verilmesi hâlinde yargının
yavaş işlemesi sonucunu doğuracağı belirtilerek kuralların, Anayasa'nın
2., 10., 36. ve 125. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu 2577 sayılı Kanun'un 27. maddesinin (2) numaralı
fıkrasında, yürütmenin durdurulması kararlarının kural olarak idarenin
savunması alındıktan veya savunma süresi geçtikten sonra verilebileceği ve
uygulanmakla etkisi tükenecek olan idari işlemlerin yürütülmesinin savunma
alındıktan sonra yeniden karar verilmek üzere, idarenin savunması alınmaksızın
da durdurulabileceği; (3) numaralı fıkrasında, dava dilekçesi ve eklerinden
yürütmenin durdurulması isteminin yerinde olmadığının anlaşılması halinde
davalı idarenin savunması alınmaksızın da istemin reddedilebileceği; (10)
numaralı fıkrasında ise aynı sebeplere dayanılarak ikinci kez yürütmenin
durdurulması isteminde bulunulamayacağı düzenlenmektedir.
Anayasa'nın 142. maddesi uyarınca mahkemelerin
kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi ve yargılama usullerinin belirlenmesi
kanun koyucunun takdirindedir. Mahkemelerin hukuka aykırılık hallerinde
kişilerin telafisi zor veya imkânsız zararlarla karşılaşmasını önlemek amacıyla
ve ileride verecekleri nihai kararların uygulanabilirliğini ve geçerliliğini
sağlamak üzere alacakları önlemler yargılama usulü kuralları arasındadır.
Yürütmenin durdurulması ile ilgili kurallar da diğer yargılama usulü kuralları
gibi kanun koyucu tarafından serbestçe düzenlenebilir. Ancak,
kanun koyucunun bu yetkisini kullanırken belirleyeceği kuralların Anayasa'nın
125. maddesinde belirtilen şartlara ve diğer Anayasa kurallarına aykırı
olmaması gerekir.
Anayasa'nın 125. maddesinin beşinci fıkrasında, 'İdari işlemin
uygulanması halinde telafisi güç veya imkânsız zararların doğması ve idari
işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi
durumunda gerekçe gösterilerek yürütmenin durdurulmasına karar verilebilir.'
hükmüne yer verilmiştir.
Dava konusu kurallarda, yürütmenin durdurulması kararı verilmeden
önce idarenin savunmasının alınmasının öngörüldüğü, ancak bunun tüm idari
işlemler yönünden mutlak olarak aranmayıp sadece 'uygulanmakla etkisi
tükenmeyecek idari işlemler' yönünden arandığı, diğer işlemler yönünden ise
mahkemelere idarenin savunması alındıktan sonra yeniden karar verilmek üzere
savunma alınmaksızın da yürütmenin durdurulması kararı verme yetkisinin
tanındığı görülmektedir. Dolayısıyla kurallarda mahkemelerin yürütmenin durdurulması
kararı vermeden önce sadece 'uygulanmakla etkisi tükenmeyecek idari işlemler'
yönünden savunma alma zorunluluğu getirilmiş olup diğer işlemler yönünden
savunma almaksızın karar verme imkânı kaldırılmamıştır.
Kurallarda 'uygulanmakla etkisi tükenmeyecek idari işlemler'
yönünden idarenin savunmasının alınmasının öngörülmesi ise Anayasa'nın 125.
maddesinde belirtilen koşulları değiştiren veya bu koşullara aykırılık teşkil
eden bir düzenleme olmayıp idareye yöneltilen iddia karşısında kendisini savunabilme
imkânı sağlamaktadır. Bu yönüyle kuralların Anayasa'nın 125. maddesine aykırı
bir yönü bulunmamaktadır.
Anayasa'nın hak arama hürriyetini düzenleyen 36. maddesinin
birinci fıkrasında, kişilerin hak arama özgürlükleri güvence altına alınmıştır.
Hak arama özgürlüğü, toplumsal barışı güçlendiren dayanaklardan biri olmasının
yanında bireyin adaleti bulma, hakkı olanı elde etme ve haksızlığı giderme
yoludur. İnsan varlığını soyut ve somut değerleriyle koruyup geliştirmek
amacıyla hukuksal olanakları kapsamlı biçimde sağlama, bu konuda tüm yollardan
yararlanma hakkını içeren hak arama özgürlüğü, hukuk devletinin ve çağdaş
demokrasinin vazgeçilmez koşullarından biridir.
İdari işlemin uygulanmasıyla telafisi güç veya imkânsız zararların
doğacağı durumlarda, yürütmenin durdurulması kararı
verilebilmesi, kişilerin hak arama özgürlüklerini etkili biçimde
kullanabilmelerini sağlayan önemli bir imkân olup bu imkânı ortadan kaldıran
veya etkisiz hale getiren bir düzenleme, Anayasa'nın 36. maddesinde yer alan
hak arama özgürlüğüne aykırılık teşkil edecektir.
Bu çerçevede dava konusu kurallar ele alındığında, kurallarda, uygulandığı
anda telafisi güç veya imkânsız zararların doğması ihtimali bulunan 'uygulanmakla
etkisi tükenecek idari işlemler' yönünden, idarenin savunması alınmaksızın
yürütmenin durdurulması kararının verilebilmesine imkân tanındığı, böylece
idarenin savunmasının alınması sebebiyle oluşabilecek gecikmeye izin
verilmeyerek bu tür idari işlemler yönünden telafisi güç veya imkânsız
zararların doğması ihtimalinin bertaraf edildiği görülmektedir.
Kurallarda, sadece uygulandığı anda telafisi güç veya imkânsız zararlar
doğurması ihtimali bulunmayan ancak belli bir süre uygulanmakla telafisi güç
veya imkânsız zararlar doğurma ihtimali olan 'uygulanmakla etkisi
tükenmeyecek idari işlemler' yönünden idarenin savunmasının alınması
şartının getirildiği, fakat bu tür idari işlemlerin niteliği sebebiyle bunlar
yönünden idarenin savunmasının alınması nedeniyle meydana gelecek gecikmenin,
kişilerin telafisi güç veya imkânsız zararlarla karşılaşması sonucunu
doğurmayacağı, dolayısıyla bu yönden de kuralların hak arama özgürlüğünü
sınırlayan bir yönünün bulunmadığı görülmektedir.
2577
sayılı Kanun'un 27. maddesinin dava konusu (10) numaralı fıkrasında aynı
sebeplere dayanılarak ikinci kez yürütmenin durdurulması isteminde
bulunulamayacağı kuralına yer verilmiştir. Hukuk devletinde, herkesin etkili
bir şekilde hakkını arama ve iddiasına ilişkin olarak adil bir yargılanma
yapılmasını isteme hakkı bulunmakla birlikte, bu haklar aynı mahkemenin daha
önce karar verdiği hususta bir kez daha inceleme yapıp karar vermesini gerektirmemektedir.
Mahkemenin daha önce karar verdiği aynı hususu bir kez daha inceleyip
incelemeyeceği konusu, yargılama usulüne ilişkin olup bu konuda ne tür bir
düzenleme yapılacağı kanun koyucunun takdirinde bulunmaktadır.
Kaldı ki, yürütmenin durdurulması istemine ilişkin kararın bir kez
daha gözden geçirilmesi ihtiyacı, istemin daha üst bir mercide
değerlendirilmesini sağlayacak mekanizmalar oluşturulması suretiyle çok daha
etkili bir şekilde karşılanmaktadır. Bu çerçevede kuralın yargılama
makamının kararını gözden geçirme olanağını ortadan kaldırdığı ve bu yönüyle
yargılama ve hukuk güvenliği ilkesine aykırılık teşkil ettiği yönündeki
iddianın hukuki bir dayanağı bulunmamaktadır.
Diğer taraftan, söz konusu kuralların idarenin savunma verebilmesi
için gerekli zaman dilimini araya koymak suretiyle, yürütmesi derhal
durdurulması gereken idari işlemlerin bir süre daha uygulanmasına olanak
sağlamak amacıyla düzenlendiği ve bu kuralların bu nedenle Anayasa'ya aykırı
olduğu yönündeki iddianın da haklı bir temeli bulunmamaktadır. Zira bir
düzenlemenin amaç yönünden Anayasa'ya aykırı olduğunun söylenebilmesi için
düzenlemenin kamu yararı dışında özel bir amaçla yapıldığının tespit edilmesi
gerekir. Oysa dava konusu kuralların genel ve madde gerekçeleri ile
kuralların objektif anlamı dikkate alındığında, bunların idareye savunma hakkı
tanımak, böylece adil bir karar verilebilmesini sağlamak amacıyla düzenlendiği
anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, bu kuralların kamu yararı dışında bir amaçla, bu
çerçevede yürütmesi derhal durdurulması gereken idari işlemlerin bir süre
daha uygulanmasına olanak sağlamak amacıyla düzenlendiği söylenemez.
Dava konusu kurallarda, uygulanmakla etkisi tükenecek işlemler ve
uygulanmakla etkisi tükenmeyecek işlemler şeklinde iki ayrı kategori oluşturulmasının
içtihat birliğini bozacağı ve bunun kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı
sonuçlar doğuracağını söylemek de mümkün değildir. Zira bir düzenlemenin
mahkemeler tarafından farklı yorumlanması her zaman mümkün olup yargı sistemi
içerisinde bu yorumlardan hangisinin nihai olarak bağlayıcı olacağını
belirleyecek ve söz konusu yorum farklılıklarını gidererek uygulama birliğini
sağlayacak hukuki yollar bulunmaktadır. Dolayısıyla, herhangi bir düzenlemenin
mahkemeler arasında içtihat farklılığına neden olması yargılama hukukunun
doğası gereği her zaman mümkün olup bu durumun anayasal bir sorun oluşturması
veya kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı sonuçlar doğurması söz konusu
değildir.
Anayasa'nın hak arama hürriyetini düzenleyen 36. maddesine 2001 değişiklikleriyle
eklenen 'adil yargılanma' ibaresine ilişkin gerekçede, taraf olduğumuz
uluslararası sözleşmelerce de güvence altına alınan adil yargılama hakkının
madde metnine dâhil edildiği vurgulanmıştır. Bu sözleşmelerden Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi uygulamasındaki adil
yargılama ölçütleri içerisinde çekişmeli yargılama, gerekçeli karar, duruşmada
hazır bulunma, susma hakkı ve diğer sanık hakları yanında 'silahların
eşitliği' ilkesi de bulunmaktadır.
'Adil yargılanma hakkı'nın ulusal üstü düzeyde
genel kabul görmüş ölçütleri arasında önemli bir yer tutan 'silahların
eşitliği' ilkesi, davanın tarafları arasında yargılama sırasında usul
hükümleri yönünden eşit konumda bulunma, taraflardan birine dezavantaj diğerine
avantaj sağlayacak kurallara yer vermeme esasını içermekte, diğer bir deyişle
davanın tarafları arasında hakkaniyete uygun bir dengenin varlığını gerekli
kılmaktadır.
Dava konusu kurallar arasında yer alan dava dilekçesi ve
eklerinden talebin reddedilmesi gerektiğinin anlaşıldığı hallerde idarenin
savunmasının beklenmeyebileceği yönündeki kural, savunma alınmadan dahi
yürütmenin durdurulması isteminin yerinde olmadığının anlaşılabildiği hâllerde
ayrıca idarenin savunmasının alınması zorunluluğunu ortadan kaldırarak söz
konusu kararın verilmesine etkisi olmayacak bir işlem sebebiyle kararın
gecikmesinin önlenmesini sağlamaktadır. Bu çerçevede söz konusu kuralın idare
lehine bir çifte standart yaratması veya kanun önünde eşitlik veya silahların eşitliği
ilkelerine aykırı bir durum yaratması söz konusu değildir. Zira, silahların
eşitliği ilkesine aykırı davranıldığının kabul edilebilmesi için davanın
tarafları arasında yargılama sırasında usul hükümleri yönünden bir eşitsizlik
yaratılması ve taraflardan birine avantaj sağlayacak kurallara yer verilmiş
olması gerekir. Oysa dava konusu kuralda, davacı tarafın iddiasına
karşı davalı idarenin savunmada bulunma hakkından vazgeçilmesi
düzenlenmektedir. Dolayısıyla kuralda davacı tarafın 'iddia silahına' karşı
davalı idarenin belli bir kararla sınırlı da olsa 'savunma silahından'
vazgeçilmesi söz konusudur. Burada idare aleyhine dezavantajlı bir durumun
yaratılmasından bahsedilebilirse de idarenin savunmasının alınmasından, idare
lehine vazgeçildiği; başka bir ifadeyle söz konusu savunma alınmaksızın da
talebin reddedilmesi gerektiği dava evrakından anlaşıldığı ve bunun idare
aleyhine bir durum yaratması mümkün olmadığı için idare açısından da silahların
eşitliği ilkesinin ihlali sonucu doğmaz.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kurallar, Anayasa'nın 2., 10.,
36. ve 125. maddelerine aykırı değildir. İptal istemlerinin reddi gerekir.
Mehmet ERTEN, Osman Alifeyyaz PAKSÜT ile Zehra Ayla PERKTAŞ
maddenin (2) numaralı fıkrasının birinci cümlesinde yer alan ''davalı
idarenin savunması alındıktan veya savunma süresi geçtikten sonra'' ibaresi
yönünden bu görüşe katılmamışlardır.
Kuralın Anayasa'nın 153. maddesi ile ilgisi görülmemiştir.
I- Kanun'un 58. Maddesiyle Değiştirilen 2577 Sayılı Kanun'un 28.
Maddesinin (2) Numaralı Fıkrası ile (6) Numaralı Fıkrasının İkinci Cümlesinin
İncelenmesi:
Dava dilekçesinde, dava konusu
kurallarla, borcun alacaklının konutunda ödeneceği yönündeki genel kurala idare
lehine istisna getirildiği, Kanun'da mahkeme kararının yerine getirilmesi için
düzenlenen otuz günlük sürenin fiilen uzatıldığı ve idarenin temyizi
aşamasındaki 'yürütmenin durdurulması' kararlarının uygulanmasına
ilişkin olarak idareye ek süre kazandırıldığı, öte yandan, 2577 sayılı Kanun'un
28. maddesinin (1) numaralı fıkrasında mahkeme kararlarının yerine getirilmesi
için belirlenen sürenin, iptal ve yürütmenin durdurulması
kararları için geçerli olduğu, dolayısıyla belli bir paranın ödenmesine ilişkin
davalarda bu sürenin beklenmeksizin idare tarafından ödenmesi gerektiği, oysa
dava konusu kuralların bu tür davalar yönünden de otuz günlük süreyi
öngördüğü belirtilerek kuralların, Anayasa'nın
2., 36. ve 125. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kurallar, 2577 sayılı Kanun'un 28.
maddesinin (2) ve (6) numaralı fıkralarındaki değişiklikleri
kapsamaktadır. 2577 sayılı Kanun'un 28. maddesinin (1) numaralı fıkrasının
birinci cümlesinde, Danıştay, bölge idare mahkemeleri, idare ve vergi
mahkemelerinin esasa ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlarının
icaplarına göre idarenin, gecikmeksizin işlem tesis etmeye veya eylemde
bulunmaya mecbur olduğu belirtilmiş, ikinci cümlesinde ise bu sürenin hiçbir
şekilde kararın idareye tebliğinden başlayarak otuz günü geçemeyeceği
düzenlenmek suretiyle idareye, yargı kararının gereğini, tebliğ tarihinden
itibaren en geç otuz gün içinde yerine getirme yükümlülüğü yüklenmiştir.
Dava konusu (2) numaralı fıkrada ise konusu belli bir miktar paranın
ödenmesini gerektiren davalarda hükmedilen miktar ile her türlü davalarda
hükmedilen vekâlet ücreti ve yargılama giderleri yönünden bu kurala bir istisna
getirilmiştir. Buna göre, konusu belli bir miktar paranın ödenmesini gerektiren
davalarda hükmedilen miktar ile her türlü davalarda hükmedilen vekâlet ücreti
ve yargılama giderleri, davacının veya vekilinin davalı idareye yazılı şekilde
bildireceği banka hesap numarasına, bu bildirim tarihinden itibaren, birinci
fıkrada belirtilen usul ve esaslar çerçevesinde yatırılacaktır. Dolayısıyla,
konusu belli bir miktar paranın idare tarafından davacıya ödenmesini öngören
ilamların icrası, kararın tebliğ tarihinden değil, davacı veya vekilinin banka
hesap numarasını idareye bildirdiği tarihten itibaren en geç otuz gün içinde
yerine getirilecektir. İdarece, banka hesap numarasının bildirildiği tarihten
itibaren otuz gün içinde ödeme yapılmaması durumunda kararın icrası genel
hükümler çerçevesinde gerçekleştirilecektir.
Ayrıca, aynı maddenin (6) numaralı fıkrasının birinci cümlesinde,
tazminat ve vergi davalarında idarece, mahkeme kararının tebliğ tarihi ile
ödeme tarihi arasındaki süreye 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü
Hakkında Kanunu'nun 48. maddesine göre belirlenen tecil faizi oranında
hesaplanacak faizin ödeneceği belirtilmiş, dava konusu ikinci cümlesinde ise
mahkeme kararının davacıya tebliği ile banka hesap numarasının idareye
bildirildiği tarih arasında geçecek süre için faiz işlemeyeceği kuralına yer verilmiştir.
Hukuk devletinde, kanun koyucunun, yargılama hukukuna ilişkin
kuralları belirleme ve bu çerçevede mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri,
işleyişi ve yargılama usulleri hakkında Anayasa kurallarına bağlı olmak
koşuluyla ihtiyaç duyduğu düzenlemeyi yapma yetkisi bulunduğu gibi mahkeme
ilamlarının nasıl icra edileceğine ilişkin kurallar belirleme hususunda da
takdir yetkisi bulunmaktadır.
Dava konusu kurallar mahkeme ilamlarının nasıl icra edileceğine
ilişkin olup kanun koyucunun bu hususta takdir yetkisine dayanarak düzenlemeler
yapmasında Anayasa'nın 2. maddesine aykırı bir yön bulunmamaktadır.
Diğer taraftan, Kanun'un 28. maddesinin dava konusu (2)
numaralı fıkrasıyla, mahkeme kararlarının en geç otuz gün içinde yerine
getirilmesi yönündeki sürenin başlangıcının, konusu belli bir miktar paranın
ödenmesini gerektiren davalarda hükmedilen miktar ile her türlü davalarda
hükmedilen vekâlet ücreti ve yargılama giderleri yönünden değiştirildiği açık
ise de davacının hesap numarasını idareye zamanında bildirmesi hâlinde bunun
mahkeme kararlarının yerine getirilme süresi üzerinde bir etki yaratması mümkün
değildir. Zira, alacağın tahsili yönündeki ilamların mahkeme tarafından idareye
tebliğinden önce veya aynı sırada davacının idareye başvurarak hesap numarasını
bildirmesi ve söz konusu süreyi mahkeme kararının tebliğinden itibaren
başlatması mümkündür.
Davacının hesap numarasını idareye bildirmesi gereği ise, idarenin
paranın yatırılacağı davacıya ait hesabı bilemeyeceği ve bu nedenle alacağın
tahsilinin gecikmesinden sorumlu tutulmayacağı gerçeği karşısında makul ve
ölçülü bir külfettir.
Aynı durum 28. maddenin altıncı fıkrasındaki dava konusu kural
yönünden de geçerli olup, tazminat ve vergi davasına ilişkin ilamın mahkeme
tarafından idareye tebliğinden önce veya aynı sırada davacının idareye
başvurarak hesap numarasını bildirmesi ve tecil faizinin işlemesine ilişkin
süreyi mahkeme kararının tebliğinden itibaren başlatması mümkündür.
Bu nedenlerle, dava konusu kuralların Kanun'da otuz gün olarak
belirlenen mahkeme kararının yerine getirilme süresini davacının bu husustaki
bildirim yükümlülüğünü zamanında yerine getirmesine rağmen fiilen uzatması ve
temyiz aşamasındaki yürütmenin durdurulması kararlarının uygulanmasına ilişkin
olarak idareye ek süre kazandırması mümkün değildir. Dolayısıyla, kuralların
hak arama özgürlüğünü sınırladığından veya yürütmenin durdurulması kararlarının
uygulanmasını geciktirdiğinden söz edilemez.
Öte yandan, 2577 sayılı Kanun'un 28. maddesinin (1) numaralı
fıkrasında mahkeme kararlarının yerine getirilmesi için belirlenen süre, hiçbir
ayırım yapılmaksızın tüm idari yargı kararları için geçerli olup, bu konuda
Kanun'da belli bir paranın ödenmesine ilişkin ilamlarda söz konusu sürenin
uygulanmayacağını düzenleyen bir hüküm bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kurallar Anayasa'nın 2.,
36. ve 125. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Mehmet ERTEN bu görüşe katılmamıştır.
İ- Kanun'un 72. Maddesiyle 2802 Sayılı Kanun'un 37. Maddesinin
Birinci Fıkrasına Eklenen (c) Bendinin Birinci Cümlesinde Yer Alan ''üstün
başarısı ile iç denetim hizmetlerinde yararlı olacağı anlaşılmış bulunanlar
arasından' Müsteşarın teklifi üzerine Bakan tarafından atama yapılır.' İbarelerinin
İncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralda yer alan, iç denetçilerin 'üstün
başarısı ile iç denetim hizmetlerinde yararlı olacağı anlaşılmış bulunanlar
arasından' seçilmesi biçimindeki kriterinbelirsiz olduğu ve bu
kavramla kimlerin hangi ölçütlere göre atanacağı hususunda idareye geniş bir
takdir hakkı tanındığı belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 2. ve 138. maddelerine
aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu ibarenin de yer aldığı 2802 sayılı Kanun'un 37.
maddesinin (c) bendinde, Adalet Bakanlığı iç denetçiliğine atanma usul ve
şartları düzenlenmektedir. Söz konusu bendin dava konusu olmayan bölümlerinde,
Adalet Bakanlığı iç denetçiliğine ancak hâkimlik ve savcılık mesleğinde fiilen
en az altı yıl görev yapmış kişilerin, muvafakatleri alınmak suretiyle ve 5018
sayılı Kanun'daki atama şartlarına tabi olmaksızın atanacağı kurala bağlanmış,
dava konusu ibarede ise söz konusu göreve atanacakların üstün başarısı ile iç
denetim hizmetlerinde yararlı olacağı anlaşılmış bulunanlar arasından, Adalet
Bakanlığı Müsteşarının teklifi üzerine Adalet Bakanı tarafından atanacağı
hükmüne yer verilmiştir.
Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin temel
ilkelerinden biri 'belirlilikilkesi'dir. Bu ilkeye göre, yasal
düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve
kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması,
ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi
gerekir. Ancak gelişen koşul ve durumlara göre sık sık değişik önlemler alma,
bunları kaldırma ve süratli biçimde hareket etme zorunluluğunun bulunduğu
alanlarda, yasama organının temel kuralları saptadıktan sonra, uzmanlık ve
idare tekniğine ilişkin hususları yürütmeye bırakmasında ve yürütme organının
yasama organı tarafından çerçevesi çizilmiş alanda genel nitelikte hukuksal
tasarruflarda bulunmasında, hukuk devletinin belirlilik ilkesine aykırılık
oluşmaz.
2802 sayılı Kanun'un 27. maddesinin (c) bendinde, Adalet Bakanlığı
iç denetçiliğine sadece hâkim ve savcıların atanabileceği belirtilmek suretiyle
kimlerin atanabileceği, atanacak hâkim ve savcıların meslekte fiilen en az altı
yıl görev yapmış olmaları gerektiği belirtilerek, hangi nitelikleri taşıyan
hâkim ve savcıların atanabileceği, bu kişilerin Müsteşarın teklifi üzerine
Bakan tarafından atanacağı ve bu atama sırasında 5018 sayılı Kanun'daki atama
şartlarına tabi olunmayacağı belirtilmek suretiyle de bu kişilerin hangi usulle
atanacağı yönündeki temel kuralların ve yasal çerçevenin hem kişiler hem de
idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık,
net, anlaşılır ve uygulanabilir şekilde belirlendiği görülmektedir.
Söz konusu bentte iç denetçiliğe atanmak için yukarıda belirtilen
şartlara ilave olarak, göreve atanacak hâkim ve savcıların daha önce
gösterdikleri üstün başarısı ile iç denetim hizmetlerinde yararlı olacağı
anlaşılanlar arasından seçileceği şartına da yer verilmiştir. Ancak, kuralda iç
denetim hizmetinde yararlı olmayı sağlayacak üstün başarının ne olduğu
tanımlanmamıştır.
Kanunda bu tanıma yer verilmemesi kuralın belirsizlik taşıdığı
anlamına gelmemektedir. Zira yukarıda açıklandığı üzere kanun koyucu tarafından
söz konusu göreve seçilmek için bulunması gereken temel şartlar zaten
belirlenmiştir. 'Üstün başarı' kavramının ne olduğu ise
özellikle sabit bir tanıma bağlanmayarak, iç denetim hizmetinin değişebilecek
koşul ve durumlarına göre idareye farklı nitelikler belirleyebilme
imkânı sağlanmıştır. Ancak, bu imkân tanınırken yine de idareye sınırsız bir
tasarruf alanı bırakılmamış, idarenin söz konusu nitelikleri belirlerken içinde
hareket edeceği yasal çerçeve belirlenmiştir. Bu yasal çerçeve 'iç denetim
hizmetinde yararlı olmayı sağlayacak üstün başarı' çerçevesidir. Bu çerçeve
uyarınca idarenin belirleyeceği niteliklerin iç denetim hizmetiyle ilgisiz
başka bir niteliği içermesi mümkün değildir. İdarenin bu yasal çerçeve
içerisinde hareket edip etmediği ise idari yargı tarafından her zaman denetlenebilecektir.
Öte yandan, kural uyarınca Adalet Bakanlığı bünyesinde görev
yapacak ve Bakanlığın işlem ve faaliyetleri ile adalet hizmetlerini idari
yönden denetleyecek iç denetçilerin, hâkim ve savcılık mesleğinde bulunanlar
arasından muvafakatleri alınmak suretiyle Adalet Bakanı tarafından atanmasında
yargı bağımsızlığı ilkesine de aykırı bir yön bulunmamaktadır. Zira iç
denetçiler tarafından ifa edilecek görev yargısal değil idari bir görevdir.
Kaldı ki, hâkim ve savcıların rızaları hilafına bu göreve atanmaları da mümkün
değildir. Esasen bu görevi yapacak kişilerin hâkimlik ve savcılık mesleğinden
olması ve bunların Adalet Bakanı tarafından atanması, Anayasa'nın 159.
maddesinin onikinci fıkrasındaki Anayasal hükmün kanunlaştırılmasından başka
bir şey değildir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural, Anayasa'nın 2. ve 138.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
J- Kanun'un 75. Maddesiyle 3713 Sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun
Başlığı İle Birlikte Değiştirilen 10. Maddesinin İncelenmesi
a- Maddenin Beşinci Fıkrası
aa- Anlam ve Kapsam
Dava konusu kuralda, 3713 sayılı Kanun'un 10. maddesiyle görevli
ağır ceza mahkemelerinin görev alanına giren bazı suçlarda uygulanacak azami
tutuklama süresi düzenlenmektedir.
Anayasa'nın 19. maddesinde kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkını
sınırlayan bir tedbir olarak tutuklama kurumuna, bu kurumun uygulanma
koşullarına ve sebeplerine yer verilmiş, ancak tutuklama yönünden uygulanması
gereken somut bir azami süre belirlenmemiştir. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanunu'nun 102. maddesinde, azami tutuklama süreleri düzenlenmiş, böylece
tutuklama süresine yasal düzeyde bir üst sınır getirilmiştir.
5271 sayılı Kanun'un 102. maddesinin (1) numaralı fıkrasında, 'Ağır
ceza mahkemesinin görevine girmeyen işlerde tutukluluk süresi en çok bir
yıldır. Ancak bu süre, zorunlu hallerde gerekçeleri gösterilerek altı ay daha
uzatılabilir.' denilmek suretiyle ağır ceza mahkemesinin görevine girmeyen
işlerde tutukluluk süresinin en çok bir yıl altı ay olarak uygulanacağı
belirtilmiş; (2) numaralı fıkrasında ise 'Ağır ceza mahkemesinin görevine
giren işlerde, tutukluluk süresi en çok iki yıldır. Bu süre, zorunlu hallerde,
gerekçesi gösterilerek uzatılabilir; uzatma süresi toplam üç yılı geçemez.'
denilmek suretiyle ağır ceza mahkemesinin görevine giren işlerde bu sürenin en
fazla beş yıl olarak uygulanacağı kuralına yer verilmiştir.
Dava konusu 10. maddenin beşinci fıkrasında ise genel hüküm
niteliği bulunan 5271 sayılı Kanun'un 102. maddesine bir istisna getirilmiş ve
5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört, Beş, Altı
ve Yedinci Bölümünde tanımlanan, devletin güvenliğine, anayasal düzene ve bu
düzenin işleyişine, milli savunmaya ve devletin sırlarına karşı
işlenen ve Kanun'un 305.,318., 319., 323., 324., 325. ve 332. maddeler hariç
olmak üzere 302. maddesi ile 339. maddesi arasında yer alan suçlarda, 5271
sayılı Kanun'da öngörülen tutuklama sürelerinin iki kat olarak uygulanacağı
hüküm altına alınmıştır. Buna göre ağır cezalık suçlarda beş yıl olan azami
tutukluluk süresi, dava konusu kuralda sayılan suçlar yönünden on yıl olarak
uygulanacaktır.
ab- Anayasa'ya Aykırılık Sorunu
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralın sanıkların temel hak ve
özgürlüklerini Anayasa'nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin
gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olarak sınırlandırdığı belirtilerek
kuralın Anayasa'nın 2. ve 13. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
6216 sayılı Kanun'un 43. maddesine göre, iptali istenen kural ilgisi
nedeniyle, Anayasa'nın 19. maddesi yönünden de incelenmiştir.
Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti, eylem ve
işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku
tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan,
yargı denetimine açık olan devlettir.
Anayasa'nın 19. maddesinin birinci fıkrasında herkesin kişi
özgürlüğü ve güvenliği hakkına sahip olduğu ilke olarak belirtildikten sonra,
ikinci ve üçüncü fıkralarında şekil ve şartları kanunda gösterilmek kaydıyla
kişilerin özgürlüğünden mahrum bırakılabileceği durumlar sınırlı olarak
sayılmıştır. Dolayısıyla kişilerin özgürlük ve güvenlik hakkının
sınırlandırılması, ancak Anayasa'nın anılan maddesi kapsamında belirlenen
durumlardan herhangi birinin varlığı hâlinde söz konusu olabilir.
Maddenin üçüncü fıkrasında kişilerin özgürlüklerinden mahrum
bırakılabileceği durumlar arasında, kişilerin mahkeme kararına dayalı
olarak tutuklanması da sayılmış, böylece tutuklama tedbirine özgürlük ve
güvenlik hakkını sınırlayabilen bir istisna niteliği tanınmıştır. Aynı
fıkrada bu tedbire hangi koşullarda ve hangi sebeplerle başvurulabileceği
de açıklanmıştır. Buna göre, tutuklama ancak suçluluğu hakkında kuvvetli
belirti bulunan kişinin kaçmasının veya delilleri karartmasının önlenmesi veya
bunlar gibi tutuklamayı zorunlu kılan ve kanunda gösterilen diğer sebeplerin
gerçekleşmesi hâlinde hâkim kararıyla uygulanabilecektir.
Öte yandan, özgürlük ve güvenlik hakkının sınırlandırılabilmesi
için Anayasa'nın 19. maddesinde belirtilen koşulların yanısıra temel hak ve
hürriyetlerin sınırlandırılması rejimini belirleyen Anayasa'nın 13. maddesine
de uyulması gerekmektedir. Anayasa'nın 13. maddesi uyarınca kişi hürriyeti ve
güvenliği hakkı, Anayasa'nın 19. maddesinde belirtilen nedenlere bağlı olarak,
kanunla ve demokratik bir toplumda gerekli olduğu ölçüde sınırlanabilir. Ancak
getirilen bu sınırlamalar hakkın özüne dokunamayacağı gibi, Anayasa'nın sözüne
ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine de
aykırı olamaz.
Ölçülülük ilkesi, amaç ve araç arasında hakkaniyete uygun bir
dengenin bulunması gereğini ifade eder. Ölçülülük, aynı zamanda yasal önlemin
sınırlama amacına ulaşmaya elverişli olmasını, amaç ve aracın ölçülü bir oranı
kapsamasını ve sınırlayıcı önlemin zorunluluk taşımasını da içerir.
Suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişilerin, belirtilen
koşullara ve sebeplere uygun olarak tutuklanabilmesi, adil ve etkili bir
yargılamanın sağlanması amacıyla demokratik toplum düzeni bakımından alınması
gereken zorunlu tedbirlerdendir. Nitekim tüm çağdaş demokratik devletlerin
mevzuatında ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nde bu tedbire özgürlük ve
güvenlik hakkını sınırlayan bir istisna olarak yer verilmiştir. Ancak tutuklama
tedbirinin demokratik toplumda gerekli olması yeterli olmayıp ölçülü de olması
gerekir. Bu çerçevede adil ve etkili bir yargılamanın sağlanması şeklindeki
kamu yararı ile kişilerin özgürlük ve güvenlik hakkı arasında makul bir
dengenin kurulması ve tutuklama tedbirinin kişi yönünden bir cezaya dönüşecek
şekilde orantısız olarak uygulanmasına izin verilmemesi gerekir.
Anayasa'nın 19. maddesinin yedinci fıkrasının birinci cümlesinde
de 'Tutuklanan kişilerin, makul süre içinde yargılanmayı ve soruşturma veya
kovuşturma sırasında serbest bırakılmayı isteme hakları vardır.' denilmek
suretiyle, kişilerin 'makul süre içinde yargılanma' ve 'makul süreyi
aşan sürelerle tutuklu kalmama' hakları anayasal güvenceye bağlanmıştır. Bu
çerçevede tutuklama tedbirinin ölçülü olması Anayasa'nın 13. maddesinin olduğu
kadar 19. maddesinin de zorunlu bir gereğidir.
Dava konusu kuralda, Türk Ceza Kanunu'nun 305., 318., 319., 323.,
324., 325. ve 332. maddeleri hariç olmak üzere, İkinci Kitap Dördüncü Kısmın
Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar yönünden zorunlu
sebeplerin bulunması halinde bir kimsenin on yıla kadar tutuklu kalabilmesine
izin verilmekte, böylece suçluluğu henüz sabit olmamış kişilerin on yıl gibi
uzun bir süre boyunca özgürlüklerinden mahrum bırakılabilmesine imkân
tanınmaktadır.
Ceza hukukunun, toplumun kültür ve uygarlık düzeyi, sosyal ve
ekonomik yaşantısıyla ilgili bulunması nedeniyle suç ve suçlulukla mücadele
amacıyla ceza ve ceza muhakemesi alanında sistem tercihinde bulunulması
devletin ceza siyaseti ile ilgilidir. Bu bağlamda hukuk devletinde,
ceza hukukuna ilişkin düzenlemeler bakımından kanun koyucu Anayasa'nın temel
ilkelerine ve ceza hukukunun ana kurallarına bağlı kalmak koşuluyla, toplumda
belli eylemlerin suç sayılıp sayılmaması, suç sayıldıkları takdirde hangi çeşit
ve ölçülerdeki ceza yaptırımlarıyla karşılanmaları gerektiği, hangi hal ve
hareketlerin ağırlaştırıcı ya da hafifletici öğe olarak kabul edileceği gibi
konularda takdir yetkisine sahip olduğu gibi ceza
yargılamasına ilişkin kurallar belirleme ve bu çerçevede mahkemelerin kuruluşu,
görev ve yetkileri, işleyişi, yargılama usulleri ve yapısı hakkında da Anayasa
kurallarına bağlı olmak koşuluyla ihtiyaç duyduğu düzenlemeyi yapma yetkisine
sahiptir.
Ceza yargılamasına ilişkin kuralları
ve bu kapsamda suç türlerine göre tutukluluk sürelerini belirlemekkanun
koyucunun takdir yetkisi kapsamında bulunmakla birlikte, gerek ulusal mevzuatta
ve uygulamada gerekse de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi kararlarında, ilk derece mahkemelerince sanığın suçlu
bulunarak mahkûm edilmesinden sonraki sürecin tutukluluk olarak
değerlendirilmediği de nazara alındığında, dava konusu kuralda düzenlenen azami
tutukluluk süresinin demokratik bir hukuk devletinde kabul edilemeyecek kadar
uzun olduğu, bu yönüyle kuralda tutuklamanın adeta bir ceza olarak
uygulanabilmesine imkân tanınarak, tutuklama tedbiriyle ulaşılmak istenen
hukuki yarar ile kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı arasındaki makul dengenin
kişi özgürlüğü ve güvenliği hakkı aleyhine bozulmasına neden olunduğu
görülmektedir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 2., 13. ve 19.
maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.
b- Maddenin Kalan Bölümü
ba- Anlam ve Kapsam
Dava konusu kuralları içeren 3713 sayılı Kanun'un 'Görev ve
yargı çevresinin belirlenmesi, soruşturma ve kovuşturma usulü' başlıklı 10.
maddesinde, bazı suçlara mahsus kovuşturma yapmakla görevlendirilen ağır ceza
mahkemeleri ile bunların görev alanları ve görev alanına giren suçlarda
uygulanacak özel soruşturma ve kovuşturma usulleri düzenlenmektedir.
Maddenin birinci fıkrası ve üçüncü fıkrasının (a) bendi uyarınca,
bu mahkemeler yargı çevresi birden fazla ili kapsayacak şekilde kurulmuş olup
anılan mahkemelerde görevli hâkimlerin ve söz konusu mahkemelerin görevine
giren suçları soruşturmakla görevli savcıların, başka mahkemelerde veya işlerde
görevlendirilmeleri yasaklanmıştır.
Maddenin birinci fıkrası gereği, esas itibariyle bu mahkemelerin
görev alanını 3713 sayılı Kanun kapsamına giren suçlar oluşturmaktadır. Bu
suçlar 3713 sayılı Kanun'un 2. ve 3. maddelerinde sayılan terör ve terör amacı
ile işlenen suçlardır.
Maddenin dördüncü fıkrasında ayrıca;
-Örgüt faaliyeti çerçevesinde 5237 sayılı Kanun'un 188. maddesinde
düzenlenen uyuşturucu ve uyarıcı madde imâl ve ticareti ile 282. maddesinde
düzenlenen suçtan kaynaklanan malvarlığı değerini aklama suçları,
-Haksız ekonomik çıkar sağlamak amacıyla kurulmuş bir örgütün
faaliyeti çerçevesinde cebir ve tehdit uygulanarak işlenen suçlar,
-5237 sayılı Kanun'un 305., 318., 319., 323., 324.,
325. ve 332. maddeler hariç olmak üzere İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört, Beş,
Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlar,
dolayısıyla açılan davaların da bu mahkemelerde görülmesi kuralına
yer verilmiş, ancak terör suçları yönünden bu maddede öngörülen özel soruşturma
ve kovuşturma usullerinin bir kısmının bu suçlara ilişkin davalarda
uygulanmaması esası benimsenmiştir.
Maddenin birinci ve dördüncü fıkralarında, anılan suçların
kovuşturulmasının bu madde uyarınca görevlendirilecek ağır ceza mahkemelerince
yürütüleceği belirtildikten sonra, ikinci fıkrasında bu kuralın istisnalarına
yer verilmiştir. Buna göre Anayasa Mahkemesinin, Yargıtayın ve askeri mahkemelerin
yargılayacağı kişilere ilişkin görev alanlarındaki suçlarda 3713 sayılı
Kanun'un 10. maddesi uyarınca görevli mahkemeler değil, anılan mahkemeler
kovuşturma yapacaktır.
Maddenin üçüncü fıkrasının (b) bendinde, sadece Türk Ceza
Kanunu'nun 302, 309, 311, 312, 313, 314, 315 ve 316. maddelerinde düzenlenen ve
görev sırasında veya görevinden dolayı işlenen suçlar hakkında Cumhuriyet
savcılarınca doğrudan soruşturma yapılması kuralı benimsenmiş, bu suçlar
dışında kalanlar yönünden ise savcıların doğrudan soruşturma yapma yetkisi
kaldırılmıştır.
Doğrudan soruşturma yapılabilecek suçlara yönelik olarak yapılan
düzenlemede, 1.11.1983 tarihli ve 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri
ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu'nun 26. maddesi saklı tutulmuştur. Bu
çerçevede söz konusu suçların Milli İstihbarat Teşkilatı mensupları veya
belirli bir görevi ifa etmek üzere kamu görevlileri arasından Başbakan
tarafından görevlendirilenler tarafından görev sırasında işlenmesi hâlinde,
bunlar yönünden doğrudan soruşturma yapılamayacağı kuralına yer verilmiştir.
Maddede düzenlenen bir başka husus, yakalanan, gözaltına alınan
veya gözaltı süresi uzatılan kişilerin yakınlarına haber verilmesi hakkıyla
ilgilidir. Anayasa'nın 19. maddesinde kişinin yakalanması veya tutuklanması
halinde bunun derhal yakınlarına bildirilmesi gerektiği kuralına yer
verilmiştir. 5271 sayılı Kanun'un 95. maddesinin (1) numaralı fıkrasında ise 'Şüpheli
veya sanık yakalandığında, gözaltına alındığında veya gözaltı süresi
uzatıldığında, Cumhuriyet savcısının emriyle bir yakınına veya belirlediği bir
kişiye gecikmeksizin haber verilir.' denilmek suretiyle Anayasa'da belirtilen
bu hakkın ötesine geçilmiş ve kişinin yakını yerine kendisinin belirlediği
herhangi bir kişiye de haber verilebilmesi imkânı getirilmiştir. Maddenin dava
konusu üçüncü fıkrasının (d) bendinde ise sadece terör suçları yönünden 5271
sayılı Kanun'dan ayrılan özel bir düzenlemeye yer verilmiş ve kişinin
belirlediği herhangi bir kişiye haber verilmesinin soruşturmanın amacını
tehlikeye düşürebileceği hallerde sadece bir yakınına bilgi verilmesi esası
benimsenmiştir. Böylece 5271 sayılı Kanun'la tanınan kişinin yakını dışında
kendisinin belirlediği kişiye haber verilmesi terör suçları yönünden ve
soruşturmanın amacının tehlikeye düşeceği durumlarda sadece yakınına haber
verilmesiyle sınırlandırılmıştır.
Maddenin üçüncü fıkrasının (h) bendinde ise Türk Ceza Kanunu'nun
220. maddesi kapsamındaki iletişimin dinlenilmesi, kayda alınması ve
sinyal bilgilerinin değerlendirilmesi ile gizli soruşturmacı
görevlendirilmesi ve teknik araçlarla izleme yapılabilecek suç kataloğuna dâhil
bulunmayan bazı suçların terör suçu olması halinde bahsi geçen yöntemlerle
takip edilebileceği kuralına yer verilmiştir.
Kural olarak, 5271 sayılı Kanun'un 135., 139. ve 140. maddeleri
uyarınca bir şüpheli hakkında iletişimin dinlenmesi, kayda alınması ve sinyal
bilgilerinin değerlendirilmesi ile gizli soruşturmacı görevlendirilmesi ve
teknik araçlarla izleme yapılması kararı verilebilmesi için, işlendiği iddia
olunan suçun söz konusu maddelerde sınırlı sayıda belirtilen katalog suçlardan
olması gerekmektedir. Bu katalogda yer alan suçlardan birini de 5237 sayılı
Kanun'un 220. maddesinde genel olarak düzenlenen ve bünyesinde birçok suçu
barındıran 'suç işlemek amacıyla örgüt kurulması' suçu oluşturmaktadır.
Ancak bahsi geçen iletişimin dinlenmesi, kayda alınması ve sinyal bilgilerinin
değerlendirilmesi ile gizli soruşturmacı görevlendirilmesi ve teknik araçlarla
izleme yapılması kararları, yasa gereği 220. maddede düzenlenen tüm suçlar için
verilememekte sadece örgüt kurmak, örgüt yönetmek ve örgüt adına suç işlemek
suçları yönünden verilebilmektedir. Bir başka deyişle, 220. maddede düzenlenen
örgüte üye olma, örgüte yardım etme ve örgüt propagandasını yapma suçları, sözü
geçen maddelerde belirtilen katalogda bulunmamaktadır. Ancak dava konusu 10.
maddenin üçüncü fıkrasının (h) bendinde, suçun terör suçu olması hâlinde 5237
sayılı Kanun'un 220. maddesinde yer alan örgüte üye olma, örgüte yardım etme ve
örgüt propagandasını yapma suçları yönünden de söz konusu kararların
alınabilmesine imkân tanınmış, böylelikle terör suçları yönünden iletişimin
dinlenilmesi, gizli soruşturmacı görevlendirilmesi ve teknik araçlarla izleme
yapılması kararı verilebilecek suç kataloğu genişletilmiştir.
Yukarıda belirtilen kurallar dışında maddenin üçüncü fıkrasının;
- (c) bendinde, 3713 sayılı Kanun'un 10. maddesiyle görevli
mahkemelerin görev alanına ilişkin olarak yürütülen soruşturmalarda, hâkim
tarafından verilmesi gereken tüm kararların Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu
tarafından sadece bu işle görevlendirilen hâkimler tarafından verileceği,
- (ç) bendinde, 3713 sayılı Kanun'un 10. maddesiyle görevli
mahkemelerin görev alanına giren suçlar yönünden, 5271
sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 91. maddesinin birinci fıkrasındaki yirmidört
saat olan gözaltı süresinin kırksekiz saat olarak uygulanacağı,
- (e) bendinde, sadece terör suçları yönünden gözaltındaki
şüphelinin müdafi ile görüşme hakkının, Cumhuriyet savcısının istemi üzerine,
hâkim kararıyla yirmidört saat süreyle kısıtlanabileceği,
- (f) bendinde, 3713 sayılı Kanun'un 2. ve 3. maddesinde
belirtilen terör suçları soruşturmalarında görev alan kolluk görevlileri
tarafından düzenlenen tutanaklarda, ilgili görevlilerin açık kimlikleri yerine
sadece sicil numaralarının yazılacağı, ayrıca anılan kolluk görevlilerinin
ifadesine başvurulması gerektiği hallerde çıkarılan çağrı kâğıtlarının, kolluk
görevlisinin iş adresine tebliğ edileceği ve bu kişilere ait ifade ve duruşma
tutanaklarında adres olarak yine iş yeri adreslerinin gösterileceği,
- (g) bendinde, 3713 sayılı Kanun'un 10. maddesiyle görevli
mahkemelerin görev alanına giren suçların yargılamasına ilişkin olarak güvenlik
sorunları söz konusu olduğunda, yargılamayı yapacak mahkemenin güvenliğin
sağlanması bakımından duruşmanın başka bir yerde yapılmasına karar
verilebileceği,
- (ğ) bendinde, 3713 sayılı Kanun'un 10. maddesiyle görevli
mahkemelerin görev alanındaki suçlara ilişkin davaların adli tatile tabi
olmayacağı ve adli tatilde de bu davalara bakılmaya devam edileceği,
düzenlenmiştir.
Son olarak maddenin altınca fıkrasında, çocuklara ilişkin bir
hükme yer verilmiş ve çocukların bu madde hükümleri uyarınca kurulan
mahkemelerde yargılanamayacağı ve bu mahkemelere özgü soruşturma ve kovuşturma
hükümlerinin çocuklar bakımından uygulanmayacağı belirtilmiştir.
bb- Anayasa'nın 6., 7. ve 11. Maddeleri Yönünden İnceleme
Dava dilekçesinde 7.5.2004 günlü, 5170 sayılı Kanun'un 9. maddesi
uyarınca Anayasa'nın 143. maddesinde yapılan değişiklikle, Devlet Güvenlik
Mahkemelerinin kaldırıldığı, bu değişiklikten sonra Anayasa'da özel yetkili
mahkemelerin kurulmasına imkân tanıyacak anayasal bir dayanağın kalmadığı,
dolayısıyla dava konusu kurallarla özel yetkili mahkemelerin kurulmasının,
Anayasa'nın bağlayıcılığı ve üstünlüğünü düzenleyen 11. maddesine aykırı olduğu
ileri sürülmüştür.
6216 sayılı Kanun'un 43. maddesine göre, iptali istenen kurallar
ilgisi nedeniyle, Anayasa'nın 6. ve 7. maddeleri yönünden incelenmiştir.
Anayasa'nın 6. maddesinde hiçbir kimse veya organın kaynağını
Anayasa'dan almayan bir devlet yetkisi kullanamayacağı belirtilmiş, 7.
maddesinde ise yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet
Meclisi'nce kullanılacağı hüküm altına alınmıştır.
Dava konusu kurallarda, belli bazı suçlara bakmak üzere bir
ihtisas mahkemesi ve savcılığının görevlendirilmesi ve bunların yargılama
usulleri düzenlenmekte olup bu şekilde bir düzenleme yapılabilmesi için
Anayasa'da kanun koyucuya yetki veren özel bir hükmün bulunması
gerekmemektedir. Zira Anayasa'nın 7. maddesi Anayasa'ya aykırı olmamak
koşuluyla bu düzenlemeleri de kapsayacak şekilde her türlü düzenlemeyi yapma
konusunda kanun koyucuya gerekli yetkiyi vermektedir.
Kaldı ki düzenleme mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri,
işleyişi ve yargılama usullerine ilişkin olup, Anayasa'nın 142. maddesinde
kanun koyucunun söz konusu konularda düzenleme yapma yetkisinin bulunduğu
açıkça belirtilmiştir.
Açıklanan nedenlerle dava konusu kurallar, Anayasa'nın 6. ve 7.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralların Anayasa'nın 11. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
bc-Anayasa'nın 2., 13., 17., 19., 20., 22., ve 36. Maddeleri Yönünden
İnceleme
Dava dilekçesinde, dava konusu kurallarla özel yetkili mahkemelere
ve bu mahkemelerin görevleri ile uygulayacağı özel yargılama usullerine yer
verildiği, söz konusu kurallarda belirlenen usullerin yargılama makamının
yetkilerini artırırken sanıkların temel hak ve özgürlüklerini Anayasa'nın
sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine
aykırı olarak sınırlandırdığı, öte yandan, gözaltındaki şüphelinin müdafi
ile görüşme hakkının, yirmidört saat süre ile kısıtlanabileceğini düzenleyen
kuralın savunma hakkını kısıtladığı ve bu durumun adil yargılanma hakkı
ilkesine aykırı olduğu, ayrıca söz konusu kuralda bu sınırlamayı haklı kılacak
bir gereklilik ve aciliyet ölçütüne yer verilmediği, görüşmenin ne zaman
engelleneceği ve birden fazla uygulanıp uygulanmayacağının belli olmadığı,
dolayısıyla düzenlemenin aynı zamanda kötü muamele yasağına da aykırı olduğu
belirtilerek kuralların, Anayasa'nın 2., 13., 17. ve 36. maddelerine aykırı
olduğu ileri sürülmüştür.
6216 sayılı Kanun'un 43. maddesi uyarınca, iptali istenen kurallar
ilgisi nedeniyle, Anayasa'nın 19., 20. ve 22. maddeleri yönünden de
incelenmiştir.
Anayasa'nın 13. maddesinde temel hak ve hürriyetlerin uluslararası
sözleşmelerde ve uygulamalarda kabul edildiği üzere mutlak ve sınırsız olmadığı
ve bunların çeşitli şartlar altında sınırlandırılabileceği kabul edilmiştir.
Ancak bu hak ve özgürlükler sınırlandırılırken sınırlamanın, Anayasa'nın ilgili
maddelerinde belirtilen nedenlere bağlı olarak kanunla yapılması ve hakların özüne
dokunmaması, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin
gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olmaması gerekir.
Bir sınırlamanın hakkın özüne dokunmadığının ve demokratik toplum
düzeninin gereklerine uygun olduğunun kabulü için temel hakların kullanılmasını
ciddi surette güçleştirip, amacına ulaşmasına engel olmaması ve etkisini
ortadan kaldırıcı bir nitelik taşımaması gerekir.
Sınırlamanın ölçülülük ilkesine uygun olduğunun kabulü için ise amaç
ve araç arasında hakkaniyete uygun bir denge kurması gerekir. Ölçülülük, aynı
zamanda yasal önlemin sınırlama amacına ulaşmaya elverişli olmasını, amaç ve
aracın ölçülü bir oranı kapsamasını ve sınırlayıcı önlemin zorunluluk
taşımasını da içerir.
Öte yandan, temel hak ve özgürlükler ancak Anayasa'nın ilgili
maddelerinde belirtilen nedenlere bağlı olarak sınırlandırılabilir. Ancak bu,
düzenlendiği maddede hiçbir sınırlama nedenine yer verilmeyen hakların
tamamının mutlak olduğunu ve bu hakların hiçbir şekilde sınırlandırılamayacağı
anlamını taşımamaktadır. Anayasa Mahkemesinin önceki kararlarında da
belirtildiği gibi temel hak ve hürriyetlerin doğasından kaynaklanan bazı
sınırları bulunduğu gibi Anayasa'nın başka maddelerinde yer alan kurallar da
temel hak ve hürriyetlerin doğal sınırını oluşturur. Bir başka deyişle, temel
hak ve özgürlüklerin kapsamının ve objektif uygulama alanının her bir norm
yönünden bağımsız olarak değil Anayasa'nın bütünü içerisindeki anlama göre
belirlenmesi gerekir.
Dava konusu kurallarla genel olarak adil ve etkili bir yargılama
yapılmasını sağlamak ve böylece suç mağdurlarının hakları ile toplumun huzur ve
güvenliğini korumak amacıyla devletin güvenliğine, anayasal düzene ve bu
düzenin işleyişine, milli savunmaya ve devletin sırlarına karşı
işlenen suçlar ile terör ve örgütlü suçları kovuşturmak üzere ihtisas
mahkemeleri ve bu mahkemelerin soruşturmalarını yürütecek savcılıkların
kurulduğu ve söz konusu mahkemelerin görev alanına giren suçlara ilişkin olarak
bazı hususlarda genel mahkemelerdeki yargılama usullerinden ayrılan usullerin
benimsendiği anlaşılmaktadır.
Bu çerçevede maddede;
- Genel mahkemelerde uygulanan yirmidört saatlik gözaltı
süresinin, bu mahkemelerin görev alanına tabi suçlarda kırksekiz saat olarak
uygulanabileceği,
- Soruşturmanın amacının tehlikeye düşebilecek olması durumunda ve
sadece terör suçlarında uygulanmak üzere yakalanan veya gözaltına alınan veya
gözaltı süresi uzatılan kişinin durumu hakkında Cumhuriyet savcısının emriyle
sadece bir yakınına bilgi verilebileceği,
- Sadece terör suçlarında geçerli olmak üzere, gözaltındaki
şüphelinin müdafi ile görüşme hakkının, Cumhuriyet savcısının istemi üzerine,
hâkim kararıyla yirmidört saat süre ile kısıtlanabileceği,
- Bu mahkemelerin görev alanına tabi suçlarda güvenliğin
sağlanması bakımından duruşmanın başka bir yerde yapılmasına karar
verilebileceği,
- Türk Ceza Kanunu'nun 220. maddesi kapsamındaki iletişimin
dinlenmesi, kayda alınması ve sinyal bilgilerinin değerlendirilmesi ile gizli
soruşturmacı görevlendirilmesi ve teknik araçlarla izleme yapılabilecek suç
kataloğuna dâhil bulunmayan bazı suçların da terör suçu olması halinde bu
yöntemlerle takip edilebileceği,
kurala bağlanmıştır.
Bu düzenlemeler arasında bulunan ve maddenin üçüncü fıkrasının (ç)
bendinde yer alan gözaltı süresine ilişkin düzenleme, Anayasa'nın 19.
maddesinde düzenlenen kişi hürriyeti ve güvenliği hakkına ilişkindir.
Anayasa'nın 19. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin kişi
özgürlüğü ve güvenliği hakkına sahip olduğu ilke olarak belirlenmiş, ikinci ve
üçüncü fıkralarında, maddede belirtilen nedenlerle kişilerin yakalanabileceği
belirtilmek suretiyle gözaltı tedbirine özgürlük ve güvenlik hakkını
sınırlayabilen bir istisna niteliği tanınmıştır. Maddenin beşinci fıkrasında
ise kişinin bireysel suçlarda en fazla kırksekiz saat, toplu suçlarda ise en
fazla dört güne kadar gözaltında tutulabileceği belirtilerek, bizzat Anayasa
hükmü tarafından kişinin özgürlük ve güvenlik hakkının bireysel suçlarda en
fazla ne kadar süreyle sınırlandırılabileceği hüküm altına alınmıştır.
Dava konusu kuralın üçüncü fıkrasının (ç) bendinde de azami
gözaltı süresi Anayasa'nın 19. maddesinde düzenlendiği şekilde kırksekiz saat
olarak belirlenmiştir. Buna göre kuralla düzenlenen gözaltı süresi Anayasa ile
uyumludur.
Dava konusu kuralın üçüncü fıkrasının (d) bendi, 'Kişinin
yakalandığı ve tutuklandığının yakınlarına haber verilmesi hakkı'na
ilişkindir. Bu hak, Anayasa'nın 19. maddesinin altıncı fıkrasında'Kişinin
yakalandığı veya tutuklandığı, yakınlarına derhal bildirilir.' şeklinde
düzenlenmiştir.
Dava konusu kuralın üçüncü fıkrasının (d) bendinde yer alan 'Soruşturmanın
amacı tehlikeye düşebilecek ise yakalanan veya gözaltına alınan veya gözaltı
süresi uzatılan kişinin durumu hakkında Cumhuriyet savcısının emriyle sadece
bir yakınına bilgi verilir.' şeklindeki hüküm, Anayasa'nın anılan hükmüyle
paralellik arzetmektedir. Anayasa'da haber verilecek yakın sayısına ilişkin
herhangi bir düzenlemeye yer verilmediğinden, dava konusu kuralda haber
verilecek yakın sayısının bir kişi olarak belirlenmesi hakkın düzenlenmesi
niteliğindedir. Genel mahkemelerin görev alanına giren suçlarda kişinin bu
hakkını yakınları dışında, yakını olmayan herhangi bir kimse için de
kullanmasının mümkün olması, ilgili Anayasa maddesindeki hakkın da bu şekilde
yorumlanmasını gerektirmemektedir.
Dava konusu kuralın üçüncü fıkrasının (e) bendinde yer alan
gözaltındaki şüphelinin müdafi ile görüşme hakkının, Cumhuriyet savcısının
istemi üzerine, hâkim kararıyla yirmidört saat süre ile
sınırlandırılabileceğine ilişkin hüküm, 'müdafi yardımından
yararlanma hakkı'na ilişkindir.
Anayasa'nın 'Hak arama hürriyeti' başlığını taşıyan 36.
maddesine 3.10.2001 günlü, 4709 sayılı Kanun ile 'adil yargılanma'
ibaresinin eklenmesine ilişkin gerekçede, taraf olduğumuz uluslararası
sözleşmelerce de güvence altına alınan adil yargılanma hakkının madde metnine
dâhil edildiği vurgulanmıştır. Anılan sözleşmelerden Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi ile bunun uygulanmasına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
içtihatlarında, adil yargılanma hakkı kapsamında suç isnat edilen kişinin 'müdafi
yardımından yararlanma hakkı' da yer almaktadır. Dolayısıyla suç
isnadı altındaki kişinin müdafi yardımından yararlanma hakkının, Anayasa'nın
36. maddesi kapsamında korunan bir hak olduğu kuşkusuzdur.
Bu aşamada çözümlenmesi gereken sorun, Anayasa'nın 36.
maddesi kapsamında korunan 'müdafi yardımından yararlanma hakkı'nın
maddede herhangi bir sınırlandırma nedenine yer verilmemiş olması nedeniyle
sınırlandırılıp sınırlandırılamayacağıdır.
Daha önce de belirtildiği üzere, hakkın düzenlendiği ilgili
Anayasa maddesinde herhangi bir sınırlama nedenine yer verilmemesi bu maddedeki
hakkın sınırsız olduğunu göstermemekte ve söz konusu hak, doğasından
kaynaklanan sınırlar veya Anayasa'nın başka maddelerinde yer alan kurallar
nedeniyle sınırlandırılabilmektedir.
Anayasa'nın 36. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının,
müdafi yardımından yararlanma hakkını güvence altına alırken, etkin bir
soruşturma ve kovuşturma yapılarak suç mağdurlarının haklarının korunması
gereğini dışladığı söylenemez. Bu nedenle etkin bir soruşturma ve kovuşturma
yapılarak suç mağdurlarının haklarının korunması için kimi düzenlemeler
yapılması mümkündür. Dolayısıyla kuralın Anayasa'nın 13. maddesinde belirtilen
'ilgili Anayasa maddesindeki sınırlama sebebine dayanma zorunluluğu'
ölçütüne aykırı bir yönü bulunmamaktadır.
Öte yandan, kuralla bazı suçlar yönünden müdafi yardımından
yararlanma hakkına bir sınırlama getirilmekle birlikte, getirilen sınırlamanın
söz konusu suçların niteliğinden kaynaklanan bir zorunluluğa dayandığı
anlaşılmaktadır. Zira, söz konusu suçlar terör suçları olup, bu suçların kişi
hak ve özgürlükleri ile demokratik toplum düzeni ve güvenliği yönünden ortaya
çıkardığı tehdidin ağırlığı ile çok failli, organize ve karmaşık yapıları
nedeniyle bu suçlara ilişkin delillerin ele geçirilmesi ve bu delillerin
karartılmaması ayrı bir önem arz etmekte ve bu durum gözaltına alınan kişilerin
belli bir süreyle dış dünyayla olan iletişimlerinin kesilmesini zorunlu
kılabilmektedir.
Ancak bu zorunluluğun varlığı tek başına müdafi yardımından
yararlanma hakkının sınırlandırılması için yeterli olmamakta, bu
sınırlandırmanın hakkın özüne dokunmaması, demokratik toplum düzeni gereklerine
ve ölçülülük ilkesine uygun olması için kanunda gerekli önlemlere yer verilmiş
olması da gerekmektedir.
Dava konusu kuralda, gözaltına alınan kişinin yirmidört saat
süreyle müdafiiyle görüşme hakkı sınırlandırılırken aynı zamanda bu süre
boyunca şüpheli veya sanığın savunmasının alınmasının da yasaklandığı, böylece
bu kişilerin müdafilerinden hukuki yardım almaksızın savunma yapmalarının
önlendiği görülmektedir.
Müdafi ile görüşülemeyen süre boyunca savunma alınmasının
yasaklanmış olması, yapılan sınırlamanın soruşturmanın amacının tehlikeye
düşmesini önlemeyi ve maddi gerçeğin ortaya çıkarılmasını amaçladığını
göstermekte ve sınırlama aracının sanık veya şüpheli üzerinde baskı unsuru
olarak amacı dışında keyfi biçimde kullanılmasını engellemektedir.
Kural gereği gözaltındaki kişinin yirmidört saat süreyle
müdafiiyle görüşmesinin yasaklanması ancak hâkim kararıyla mümkün olabilmektedir.
Bu durum ise hem gözaltındaki kişinin yirmidört saat süreyle müdafiiyle
görüştürülmemesini haklı kılacak olguların varlığını gerektirmekte, hem de söz
konusu yasaklamanın gereksiz yere birden fazla kullanılmasını önlemektedir.
Dava konusu kuralda demokratik toplum düzeni bakımından alınması
gereken zorunlu tedbir kapsamında bir taraftan müdafi yardımından yararlanma
hakkı kısıtlanırken, diğer taraftan belirtilen önlemlerle bu sınırlamanın
hakkın özüne zarar vermesi ve keyfi uygulamalara yol açması engellenmiş, aynı
zamanda sınırlamanın demokratik toplum düzeni gereklerine ve ölçülülük ilkesine
uygun olması da sağlanmıştır.
Dava konusu maddenin üçüncü fıkrasının (g) bendinde, 'Güvenliğin
sağlanması bakımından duruşmanın başka bir yerde yapılmasına karar verilebilir.'
kuralına yer verilmiştir. Bu kuralda düzenlenen husus bağımsız olarak temel bir
hakkın konusu olmayıp, Anayasa'da duruşmanın mutlaka belli bir yerde icra
edilmesi zorunluluğunu gerektiren bir hüküm bulunmamaktadır.
Kişinin suç işlemesi halinde yargılanacağı mahkemenin önceden
belli olması ve kişinin suç işledikten sonra yargılanacağı mahkemenin
değiştirilmemesi hususu ise kanuni hâkim güvencesi ile ilgili olup, dava konusu
kuralın bu güvenceyle ilgisi bulunmamaktadır. Zira dava konusu kuralda, suçun
kovuşturmasını yapacak hâkimlerin değişmesi öngörülmemekte, sadece güvenlik
nedeniyle duruşmanın yapılacağı yerin değişmesi düzenlenmektedir.
Dava konusu kuralın üçüncü fıkrasının (h) bendinde ise iletişimin
dinlenmesi, kayda alınması ve sinyal bilgilerinin değerlendirilmesi ile gizli
soruşturmacı görevlendirme ve teknik araçlarla izleme yapılabilecek suç
kataloğuna dâhil bulunmayan örgüt üyesi olma, örgüte bilerek yardım etme ve
örgüt propagandası yapma suçlarının terör suçu kapsamında işlenmesi hâlinde,
anılan yöntemlerle takip edilebilmesine imkân tanıyan hüküm yer almaktadır. Bu
kural ile 'özel hayatın gizliliği' ve 'haberleşme hürriyeti'ne
yönelik sınırlandırmalar yapılmaktadır.
Anayasa'nın 22. maddesinin birinci fıkrasında, 'haberleşme
hürriyeti'ne, ikinci fıkrasında ise bu hakkın sınırlandırılması sebeplerine
yer verilmiş ve bunlar arasında 'kamu düzeninin korunması ve suç
işlenmesinin önlenmesi' de sayılmıştır.
Anayasa'nın 20. maddesinde ise özel hayatın gizliliği hakkına yer
verilmiş ve bu hakkın 22. maddede öngörüldüğü gibi 'kamu düzeninin korunması
ve suç işlenmesinin önlenmesi' sebepleriyle sınırlandırılabileceği
belirtilmiştir. Ancak maddede bu sınırlandırmanın 'arama' tedbirine özgü
olarak yapılabileceği belirtildiğinden, bu sebeplerin dava konusu kural
yönünden meşru bir sınırlandırma nedeni olarak kabul edilmesi mümkün
görülmemektedir. Buna karşılık, özel hayatın düzenlendiği maddede dava konusu
kuralda belirtilen ceza muhakemesi işlemleri yönünden özel sınırlama
sebeplerine yer verilmediğinin kabulü halinde bile bu hakkın Anayasa'nın 36.
maddesi kapsamındaki etkin ve adil bir yargılanma yapılması gerekçesiyle
sınırlandırılması mümkün olup kuralda da söz konusu hakkın sınırlandırılma
amacının bu olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla kuralın Anayasa'nın 13.
maddesinde belirtilen 'ilgili Anayasa maddesindeki sınırlama sebebine
dayanma zorunluluğu' ölçütüne aykırı bir yönü bulunmamaktadır.
Diğer taraftan, kuralla bazı suçlar yönünden özel hayatın
gizliliği hakkına ve haberleşme hürriyetine bir sınırlama getirilmekle birlikte
getirilen sınırlama söz konusu suçların niteliğinden kaynaklanan bir
zorunluluğa dayanmaktadır. Zira, söz konusu suçlar örgütlü terör suçları olup,
bu suçların kişi hak ve özgürlükleri ile demokratik toplum düzeni ve güvenliği
yönünden ortaya çıkardığı tehdidin ağırlığı nedeniyle bu suçlara ilişkin
delillerin ele geçirilmesi ve bu delillerin karartılmaması ayrı bir önem arz
etmekte ve bu durum kuralda belirtilen suç soruşturmalarında, bazı
hallerde iletişimin dinlenmesi, kayda alınması veya sinyal bilgilerinin
değerlendirilmesi ile gizli soruşturmacı görevlendirilmesi ve teknik takip
tedbirine başvurulması zorunluluğunu ortaya çıkarmaktadır.
Ancak bu zorunluluğun varlığı tek başına özel hayatın gizliliği
hakkının ve haberleşme hürriyetinin sınırlandırılması için yeterli olmamakta,
bu sınırlamanın hakkın özüne dokunmaması, demokratik toplum düzeni gereklerine
ve ölçülülük ilkesine uygun olması için kanunda gerekli önlemlere yer verilmiş
olması da gerekmektedir.
Dava konusu kural ve 5271 sayılı Kanun'un 135., 139., ve 140.
maddeleri incelendiğinde söz konusu güvencelere ayrıntılı bir şekilde yer
verildiği böylece kuralda, demokratik toplum düzeni bakımından alınması
gereken zorunlu tedbirler kapsamında bir taraftan özel hayatın gizliliği hakkı
ve haberleşme hürriyeti sınırlandırılırken, diğer taraftan yasada belirtilen
önlemlerle sınırlandırmaların hakların özüne dokunmaması ve ölçülü olmasının
sağlandığı görülmektedir.
Açıklanan nedenlerle dava konusu kurallar, Anayasa'nın 2.,
13.,19., 20., 22. ve 36. maddelerine aykırı değildir. İptal istemlerinin reddi
gerekir.
Maddenin üçüncü fıkrasının (e) bendi yönünden, Mehmet ERTEN,
Osman Alifeyyaz PAKSÜT ve Zehra Ayla PERKTAŞ bu görüşe katılmamışlarıdır.
Kuralların, Anayasa'nın 17. maddesi ile ilgisi görülmemiştir.
bd- Anayasa'nın 10. Maddesi Yönünden İnceleme
Dava dilekçesinde, dava konusu kurallarla bazı suçlar yönünden
kişilerin hak ve özgürlüklerinin genel mahkemelerdeki yargılama kurallarına
göre daha fazla daraltıldığı belirtilerek kuralların, Anayasa'nın 10. maddesine
aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kurallarda, 3713 sayılı Kanun'un 10. maddesiyle
görevli mahkemelerin görev alanına giren suçların failleriyle diğer suç
failleri arasında bu kişilere uygulanacak ceza yargılaması usullerinde ayrıma
gidildiği açık ise de bunun kanun önünde eşitlik ilkesine aykırılık oluşturduğu
söylenemez. Zira her iki kategorideki kişilerin hukuksal konumları farklı olup,
durumlarındaki farklılık nedeniyle haklarında farklı kurallar uygulanmaktadır.
Açıklanan nedenle dava konusu kuralların, Anayasa'nın 10.
maddesine aykırı bir yönü bulunmamaktadır. İptal isteminin reddi gerekir.
be- Anayasa'nın 2., 4. ve 6. Maddeleri Yönünden İnceleme
(Maddenin Üçüncü Fıkrasının (b) Bendinin Son Cümlesi Uyarınca 2937 Sayılı
Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu Yönünden
Getirilen İstisna Yönünden)
Dava dilekçesinde, 3713 sayılı Kanun'un 10. maddesinin üçüncü
fıkrasının (b) bendinde yer alan dava konusu kuralla, 2937 sayılı Devlet
İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu yönünden getirilen
istisnanın, devletin bazı işlem ve faaliyetlerinin yargının denetimi dışına
çıkarılması ve bir keyfilik ve sorumsuzluk alanı yaratılması sonucunu
doğurduğu, bunun ise Anayasa'nın 2. maddesinde güvence altına alınan hukuk
devleti ilkesine aykırı olduğu, ayrıca kuralla devletin belli bir alana ilişkin
egemenlik yetkisi kullanımının belli kişi, zümre veya sınıfa bırakıldığı ve
bazı kişi, zümre veya sınıflara kaynağını Anayasa'dan almayan devlet
yetkilerini kullanma yetkisinin verildiği, bunun ise Anayasa'nın
değiştirilemeyecek hükümlerini düzenleyen 4. maddesine ve egemenliği düzenleyen
6. maddesine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kuralda, Türk Ceza Kanunu'nun 302., 309., 311.,
312., 313., 314., 315. ve 316. maddelerinde düzenlenen suçlara ilişkin olarak
görev sırasında veya görevinden dolayı işlenmiş olsa bile Cumhuriyet
savcılarınca doğrudan soruşturma yapılacağı hükmüne yer verilmiş, ancak kuralda
1.11.1983 tarihli ve 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli
İstihbarat Teşkilatı Kanunu'nun 26. maddesi saklı tutulmuştur.
2937 sayılı Kanun'un 'Soruşturma İzni' başlıklı 26.
maddesinde, MİT mensuplarının veya belirli bir görevi ifa etmek üzere kamu
görevlileri arasından Başbakan tarafından görevlendirilenlerin görevlerini
yerine getirirken, görevin niteliğinden doğan veya görevin ifası sırasında işledikleri
iddia olunan suçlardan dolayı ya da 5271 sayılı Kanun'un 250. maddesinin (1)
numaralı fıkrasına göre kurulan ağır ceza mahkemelerinin görev alanına giren
suçları işledikleri iddiasıyla haklarında soruşturma yapılmasının Başbakan'ın
iznine bağlı olduğu hükme bağlanmıştır.
2937 sayılı Kanun'un 26. maddesinin yürürlüğe girmesinden sonra
6352 sayılı Kanun yürürlüğe girmiş ve 105. maddesinin (6) numaralı fıkrası ile
5271 sayılı Kanun'un 250. maddesi yürürlükten kaldırılmıştır. Ancak, anılan
Kanun'un geçici 2. maddesinin (7) numaralı fıkrasında, 'Mevzuatta Ceza
Muhakemesi Kanununun 250 nci maddesinin birinci fıkrasına göre kurulan ağır
ceza mahkemelerine yapılmış olan atıflar, Terörle Mücadele Kanununun 10 uncu
maddesinin birinci fıkrasında belirtilen ağır ceza mahkemelerine yapılmış
sayılır.' denilmiştir. Dolayısıyla, dava konusu kuraldaki 5271 sayılı
Kanun'un 250. maddesinin (1) numaralı fıkrasına yapılan atıf, 3713 sayılı
Kanun'un 10. maddesinde belirtilen ağır ceza mahkemelerine yapılmış olmaktadır.
Sonuç itibariyle kuralda, Türk Ceza Kanunu'nun 302., 309., 311.,
312., 313., 314., 315. ve 316. maddeleri yönünden getirilen doğrudan
soruşturma yapma usulünün 2937 sayılı Kanun'un 26. maddesinde belirtilen
kişileri kapsamayacağı yönünde özel bir soruşturma usulü benimsenmektedir.
5271 sayılı Kanun, herkes hakkında geçerli olan ceza soruşturması
ve kovuşturması hükümlerini içermektedir. Ancak, kanun koyucu, uluslararası
hukuk ve iç hukuktan kaynaklanan kimi nedenlere dayanarak bu genel kurallara
istisnalar getirmiştir. Buna göre, suç işleyen her kişi hakkında uygulanması
gereken genel düzenlemeleri içeren 5271 sayılı Kanun hükümleri bazı suç
failleri bakımından uygulanmayacak, bunlar hakkında ilgili kanunlarındaki özel
soruşturma ve kovuşturma usulleri geçerli olacaktır. Bu usullerin tanınması,
uygulanacak kişilere bir zümre ya da sınıf olarak imtiyaz tanımak anlamına
gelmeyip, yapılan görevin niteliğinden kaynaklanmaktadır. Böylece, hem yapılan
görevin en iyi şekilde ve etkin olarak yerine getirilmesi sağlanacak hem de
gereksiz şikâyetlere maruz kalınarak görülen hizmetin kesintiye uğraması
engellenecektir.
Hukuk devletinde, kanun koyucunun, ceza siyaseti gereği
kimlerin özel soruşturma usulüne tabi olacağını belirleme hususunda takdir
yetkisi vardır.
Buna göre, MİT mensuplarının veya belirli bir görevi ifa etmek
üzere kamu görevlileri arasından Başbakan tarafından
görevlendirilenlerin, Türk Ceza Kanunu'nun 302., 309., 311., 312.,
313.,314., 315. ve 316. maddelerinde belirtilen suçları işleseler bile haklarında
soruşturma yapılmasının Başbakan'ın iznine bağlı tutulması hususunun, kanun
koyucunun takdir yetkisi içinde kaldığı açıktır.
Açıklanan nedenlerle dava konusu kural Anayasa'nın 2. maddesine
aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Mehmet ERTEN ve Zehra Ayla PERKTAŞ bu görüşe katılmamışlarıdır.
Kuralın Anayasa'nın 4. ve 6. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
K- Kanun'un 77. Maddesiyle 5187 Sayılı Kanun'un 26.
Maddesinin Birinci ve Altıncı Fıkralarında Yapılan Değişikliklerin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu düzenlemelerde basılmış eserler
yoluyla işlenen veya 5187 sayılı Kanun'da öngörülen diğer suçlarla ilgili ceza
davalarının açılması için öngörülen sürelerin ve bu sürelerin işlemesinin tabi
kılındığı durma süresinin kısa ve yetersiz olduğu, bunun kişilerin hak arama
özgürlüklerini sınırlandıracağı, öte yandan Anayasa Mahkemesinin 28.4.2011
günlü, E.2009/66, K.2011/72 sayılı kararıyla basılmış eserler yoluyla işlenen
veya 5187 sayılı Kanun'da öngörülen suçlarla ilgili dava açma süresini iki ayla
sınırlayan düzenlemeyi iptal ettiği ve bu iptal kararının Anayasa'nın 153.
maddesinin altıncı fıkrası uyarınca yasama organı yönünden bağlayıcı olduğu,
kanun koyucunun bu bağlayıcılığa rağmen söz konusu süreyi yeniden kısa ve
yetersiz olarak düzenlediği belirtilerek kuralların, Anayasa'nın 2., 36. ve
153. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kurallarla, basılmış eserler yoluyla işlenen
veya 5187 sayılı Kanun'da öngörülen diğer suçlarla ilgili ceza
davalarının açılması için öngörülen hak düşürücü süre, bir muhakeme şartı
olarak günlük süreli yayınlar yönünden dört ay, diğer basılmış eserler
yönünden ise altı ay olarak belirlenmiş; kamu davasının izin veya karar
alınması şartına bağlı tutulduğu suçlarda, izin veya karar için gerekli
başvurunun yapılmasından itibaren dava açma süresinin en fazla dört ay süreyle
duracağı hükme bağlanmıştır.
Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve
işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, hukuk güvenliğini sağlayan, bütün etkinliklerinde hukuka ve
Anayasa'ya uyan, işlem ve eylemleri bağımsız yargı denetimine bağlı olan
devlettir. Yasaların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel,
objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti
olmanın gereğidir. Bu nedenle kanun koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine
tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu
yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir.
Anayasa'nın 'Hak arama hürriyeti' başlıklı 36. maddesinde,
herkesin gerekli araç ve yollardan yararlanarak yargı organları önünde davacı
ya da davalı olarak iddia ve savunma hakkı bulunduğu belirtilmektedir. Maddeyle
güvence altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak
niteliği taşımasının ötesinde, diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken
şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili
güvencelerden biridir.
Dava konusu kurallarda düzenlenen dava açma süreleri, ceza
muhakemesi şartlarından olup, yargılama usulüne ilişkindir. Anayasa'nın 142.
maddesi uyarınca yargılama usulüne ilişkin düzenlemeler yapma ve bu çerçevede
basın suçlarında dava açma sürelerini belirleme yetkisi kanun koyucunun takdir
yetkisi kapsamında kalmaktadır.
Günümüzde hemen hemen bütün ülkelerin basın kanunlarında, basın
davalarında gecikmelerin önlenerek basın özgürlüğünün zedelenmesine engel olmak
amacıyla, basın suçlarına ilişkin davaların açılması için özel sürelere yer
verildiği görülmektedir. Dava konusu kurallarda da basılmış eserler yoluyla
işlenen veya Basın Kanunu'nda öngörülen diğer suçlardan dolayı bu alanda
faaliyet gösterenleri uzun süre ceza tehdidi ile karşı karşıya bırakmamak ve
böylece basın özgürlüğünü güvence altına almak amacıyla söz konusu suçlar nedeniyle
açılacak davalar için belirli süreler öngörüldüğü anlaşılmaktadır.
Kanun koyucu basın suçlarında dava açılmasını belirli bir süreyle
sınırlama konusundaki takdir yetkisini, Anayasa'da belirlenen kurallara bağlı
kalmak ve adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini gözetmek koşuluyla
kullanabilecektir. Bir başka ifadeyle, bir yandan basın mensuplarının uzun süre
ceza tehdidi altında bulunmalarına engel olunması, diğer yandan da suçtan
mağdur olanların hak arama özgürlüklerinin zarar görmemesi amacıyla basın
suçlarında dava açma süresinin makul bir süre olarak belirlenmesi suretiyle,
basın hürriyeti ile hak arama hürriyeti arasında adil bir dengenin kurulması
gerekir. Yine, basın suçlarında Cumhuriyet savcılığınca resen dava açılmasıyla
korunmak istenen hukuki yarar ile basın hürriyetinin korunmasındaki hukuki
yarar arasında da makul bir denge bulunmalıdır.
Dava konusu kurallarda, basılmış eserler yoluyla işlenen
veya 5187 sayılı Kanun'da öngörülen diğer suçlarla ilgili ceza
davalarının açılması için öngörülen hak düşürücü süreler, günlük süreli
yayınlar yönünden dört ay, diğer basılmış eserler yönünden ise altı ay olarak
belirlenmiştir. Kurallarda belirlenen bu sürelerin hem basın mensuplarının uzun
süre ceza tehdidi altında kalmasını önleyen, hem de suçtan mağdur olanların hak
arama özgürlüklerini kullanabilmelerine imkân tanıyan makul süreler olduğu
görülmektedir. Zira bu süreler, Cumhuriyet savcısının dava açmak üzere gerekli
hazırlıkları yapması için yeterli olduğu gibi basın mensuplarının uzun süre
ceza tehdidi altında kalmasını önlemeye de elverişlidir.
Diğer taraftan, kamu davasının izin veya karar alınması şartına
bağlı tutulduğu suçlarda, izin veya karar için gerekli başvurunun yapılmasından
itibaren dava açma süresinin en fazla dört ay süreyle durmasını düzenleyen
kural da hem basın mensuplarının uzun süre ceza tehdidi altında kalmasını
önlemeye, hem de dava açma iznini veya kararını verecek mercilere söz konusu
kararı vermek üzere yeterli hazırlığı yapma imkânını sağlamaya elverişlidir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kurallar, Anayasa'nın 2. ve 36.
maddelerine aykırı değildir. İptal istemlerinin reddi gerekir.
Kuralın Anayasa'nın 153. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
L- Kanun'un 85. Maddesiyle Değiştirilen 5237 Sayılı Kanun'un 220.
Maddesinin (6) Numaralı Fıkrasının İncelenmesi
Dava dilekçesinde, Kanun'un 85. maddesiyle değiştirilen, 5237
sayılı Kanun'un 220. maddesinin (6) numaralı fıkrasının, Anayasa'nın 2.,
12., 13., 36., 37., 38., 40. ve 138. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kural, 11.4.2013 günlü, 6459 sayılı İnsan Hakları
ve İfade Özgürlüğü Bağlamında Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun'un 11. maddesi ile değiştirildiğinden,konusu kalmayan kurala ilişkin
iptal istemi hakkında karar verilmesine
yer olmadığına kararı verilmesi gerekir.
M- Kanun'un 85. Maddesiyle Değiştirilen 5237 Sayılı Kanun'un 220.
Maddesinin (7) Numaralı Fıkrasının İncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralda, örgüt üyesi olmadığı
hâlde örgüte yardım edenlerin hem işledikleri suçtan hem de örgüt üyesi olma
suçundan cezalandırılmasının öngörüldüğü, bu durumun ceza hukukunun genel
ilkelerine aykırı olduğu, zira, ceza hukukunun genel ilkelerinden 'mükerrer
yargılama yasağı' ilkesi uyarınca bir kişinin aynı fiilden dolayı ancak bir kez
yargılanıp cezalandırılabileceği, oysa dava konusu kural nedeniyle kişinin
mükerrer olarak yargılanmasına ve cezalandırılmasına izin verildiği, örgüte
üye olmayan birinin, farazi bir yaklaşımla örgüt üyesi kabul edilmesinin ceza
hukukunda kanuni karinelere yer olmadığı ilkesiyle ve dolayısıyla ceza
sorumluluğunun şahsiliği ilkesiyle de çeliştiği belirtilerek söz konusu
kuralın, Anayasanın 2., 12., 13., 36., 37., 38., 40. ve 138. maddelerine
aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kuralda, örgüt içindeki hiyerarşik yapıya dâhil
olmamakla birlikte örgüte bilerek ve isteyerek yardım edenlerin örgüt
üyesi olma suçundan cezalandırılacakları ve örgüt üyeliğinden dolayı
verilecek cezanın, yapılan yardımın niteliğine göre üçte birine kadar
indirilebileceği düzenlenmektedir.
Daha önce de belirtildiği üzere, kanun koyucu, cezalandırma
yetkisini kullanırken toplumda hangi eylemlerin suç sayılacağı, bunun hangi tür
ve ölçüdeki ceza yaptırımı ile karşılanacağı, nelerin ağırlaştırıcı veya
hafifletici sebep olarak kabul edilebileceği konusunda takdir yetkisine sahip
bulunmaktadır.
Dava konusu kuralda, örgütlü suçlarla etkin mücadele edilmesinin
sağlanması amacıyla örgütün hiyerarşik yapısına dâhil olmasa bile örgütün
amacına ulaşmasını sağlamak üzere örgüte bilerek ve isteyerek yardım edenler
yönünden bağımsız bir suç tipi oluşturulmakta ve bu fiil örgüte üye olmakla
ortaya çıkan tehlikeye eşdeğer görülerek, örgüt üyeliği suçuyla aynı şekilde
cezalandırılmaktadır. Dolayısıyla kuralda aynı eyleme ilişkin mükerrer bir
yargılama ve cezalandırmanın söz konusu olmadığı açıktır. Bu yönüyle kanun
koyucunun izlediği ceza politikası uyarınca yaptığı değerlendirme sonucunda
örgüte yardım etme eylemini bağımsız bir suç olarak nitelemesi ve bu eylemi suç
olarak tanımladığı başka bir eylemle aynı tehlikede görerek aynı şekilde
cezalandırmasında Anayasa'ya ve ceza hukukunun genel ilkelerine aykırı bir yön
bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle dava konusu kural, Anayasa'nın 2. maddesine
aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın, Anayasa'nın 12., 13., 36., 37., 38., 40. ve
138. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
N- Kanun'un 90. Maddesiyle Değiştirilen 5237 Sayılı Kanun'un 277.
Maddesi ve 93. Maddesiyle Değiştirilen 5237 Sayılı Kanun'un 288. Maddesinin
İncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kurallarla, 5237 sayılı Kanun'un
277. ve 288. maddelerindeki suçların yeniden düzenlendiği; 277. maddede, önceki
düzenlemede suçun maddi unsurları arasında sayılan 'emir vermek, baskı
yapmak, nüfuz icra etmek' gibi ibarelere yer verilmediği, bunun ise
yargılamanın belirli güç odakları karşısında adil bir şekilde görülmesini
sağlama imkânını ortadan kaldırdığı, düzenlemeyle suçun manevi unsurlarında da
ciddi değişiklikler yapılarak failin saikine dair çok sayıda belirleme yapıldığı,
bunun da suçun oluşumunu neredeyse imkansız hâle getirdiği, maddede yer alan 'bir
haksızlık oluşturma' kavramının belirsiz olduğu, maddenin ikinci
fıkrasındaki fikri içtimaya ilişkin hükmün, 5237 sayılı Kanun'un genel
hükümlerinde düzenlenen fikri içtima kuralıyla çeliştiği, 277. ve 288.
maddelerde düzenlenen suçların benzer olmasına rağmen bu suçların cezaları
arasında ciddi farklılıklara gidilmesinin yerinde olmadığı, öte yandan 288.
maddedeki suçun belirsiz ve cezasının fazla olması nedeniyle bir çok vesileyle
kişilerin bu suçlamayla karşılaşabileceği, maddede bilirkişiyi, hâkimleri ve
mahkeme kararını eleştirmenin suç hâline getirildiği, dolayısıyla
düzenlemelerle bir bütün olarak hukuk devleti ve hukuk güvenliği ilkelerinin
zedelendiği ve yargı bağımsızlığının devlete karşı korunması gereğinin ihmal
edildiği belirtilerek kuralların Anayasa'nın 2., 5., 6., 9., 37. ve 138.
maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
5237 sayılı Kanun'un 'Yargı görevi yapanı, bilirkişiyi veya
tanığı etkilemeye teşebbüs' başlıklı 277. maddesinde, görülmekte olan
bir davada veya yapılmakta olan bir soruşturmada, gerçeğin ortaya çıkmasını
engellemek veya bir haksızlık oluşturmak amacıyla, davanın taraflarından
birinin, şüphelinin, sanığın, katılanın veya mağdurun lehine veya aleyhine
sonuç doğuracak bir karar vermesi veya bir işlem tesis etmesi ya da beyanda
bulunması için, yargı görevi yapanı, bilirkişiyi veya tanığı hukuka aykırı
olarak etkilemeye teşebbüs eden kişinin, iki yıldan dört yıla kadar hapis
cezası ile cezalandırılacağı ve maddede belirtilen suçu oluşturan fiilin başka
bir suçu da oluşturması hâlinde, fikri içtima hükümlerine göre verilecek
cezanın yarısına kadar artırılacağı düzenlenmektedir.
Kanun'un 'Adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs'
başlıklı 288. maddesinde ise görülmekte olan bir davada veya yapılmakta
olan bir soruşturmada hukuka aykırı bir karar verilmesi veya bir işlem tesis
edilmesi ya da gerçeğe aykırı beyanda bulunulması için, yargı görevi yapanı,
bilirkişiyi veya tanığı hukuka aykırı olarak etkilemek amacıyla alenen sözlü
veya yazılı beyanda bulunanların elli günden az olmamak
üzere adli para cezası ile cezalandırılacağı hükme bağlanmıştır.
Anayasa'nın 2. maddesinde hukuk devleti, 138. maddesinde ise
mahkemelerin bağımsızlığı ilkeleri düzenlenmiştir. Hukuk devleti ilkesinin
temel unsurlarından olan yargı bağımsızlığı, insan haklarının ve
özgürlüklerinin en etkin güvencesidir. Mahkemelerin bağımsızlığı, hâkimin,
çekinmeden ve endişe duymadan, Anayasa'nın öngördüğü gereklerden başka herhangi
bir dış etki altında kalmadan, yansız tutumla, özgürce karar verebilmesidir.
Bağımsızlığın, demokratik bir toplumda, devlet yapısı içinde tüm kurum ve
kuruluşlar ile kişilere karşı düşünülüp sağlanması gerekir.
Dava konusu kurallarda, yargının herhangi bir dış etki altında
kalmasını önlemek ve adil bir şekilde işlemesini sağlamak üzere yargı görevini
yapanlar ile bu süreçte yer alan ve yargı kararının ortaya çıkmasına katkı
sağlayan kişilere yönelik etkileme fiillerinin, suç olarak düzenlendiği
görülmektedir.
Daha önce de belirtildiği üzere hukuk devletinde ceza siyasetinin
ve bu siyasetin unsurlarının belirlenmesi yetkisi kanun koyucuya
aittir. Dolayısıyla kanun koyucunun bu yetkiye istinaden dava konusu
kurallarla genel olarak adil yargılama yapılması ve maddi gerçeğe ulaşılmasını
önlemeye yönelik yargıyı etkileme suçlarını yeniden düzenlemesinde ve bu
düzenlemeyi yaparken suçun maddi ve manevi unsurları ile bunlar için öngörülen
cezaları, izlediği ceza siyaseti uyarınca ihtiyaç duyduğu şekilde belirlemesinde
hukuk devleti ilkesine aykırı bir yön bulunmamaktadır.
Öte yandan, daha önce 277. maddedeki suçun maddi unsurları
arasında sayılan 'emir vermek, baskı yapmak, nüfuz icra etmek' gibi
ibarelere, yeni düzenlemede yer verilmemiştir. Ancak kuralda bu ibarelere yer
verilmemesi, bu yöntemlerle yapılacak yargılamayı etkileme girişimlerini suç
olmaktan çıkarmamaktadır. Zira yeni düzenlemede anılan ibarelere yer
verilmemişse de yargı görevi yapan kişileri, 'hukuka aykırı olarak etkilemek'
şeklindeki suçun maddi unsurunda herhangi bir değişiklik yapılmamış ve bu unsur
aynen korunmuştur. Hukuka aykırı olarak yargı görevi yapanları
etkileme ise bu görevi yapanlara emir verme, baskı yapma veya nüfuz icra etmeyi
de içeren geniş bir kavramdır. Dolayısıyla söz konusu ibarelerin madde
metninden çıkarılmasının, maddenin uygulanmasında herhangi bir farklılık
yaratması ve dava dilekçesinde ileri sürüldüğü gibi yargılamanın belirli güç
odakları karşısında adil bir şekilde görülmesini sağlama imkânını ortadan
kaldırması söz konusu değildir.
Dava konusu kurallarla 277. maddedeki suçun manevi unsurlarında
yapılan değişikliklerin, suçun oluşumunu imkânsız hale getirmesi de söz konusu
değildir. Zira suçun oluşumu için kuralda aranan 'failin gerçeğin ortaya
çıkmasını engellemek veya bir haksızlık oluşturmak amacıyla, davanın
taraflarından birinin aleyhine sonuç doğuracak bir karar verilmesi veya bir
işlem tesis edilmesi ya da beyanda bulunulmasını sağlamak' şeklindeki özel
kast, suçla korunmak istenen hukuki değerle uyum içerisinde olup bunun, suçun
oluşumunu imkânsız hale getirdiği söylenemez.
Dava konusu 277. maddede yer alan 'suçun haksızlık oluşturmak
amacıyla işlenmesi' şeklindeki unsurunun da açık, net, anlaşılır ve
uygulanabilir olduğu görülmektedir. Anılan unsurun soyut olduğu ileri
sürülebilirse de hukuk kurallarının kapsayıcı olma zorunluluğunun, onların
belli bir düzeyde soyut olmalarını gerektirdiği ve bunun hukuk kurallarının
belirsiz olması sonucunu doğurmayacağı açıktır.
Türk Ceza Kanunu'nda özel hükümlerle genel hükümlerden ayrılan
özel düzenlemeler yapılabilir. Anayasa'da bu tür özel düzenlemeler yapılmasını
engelleyen bir hüküm bulunmamakta ve kanun koyucunun güttüğü ceza siyaseti uyarınca
ceza hukukuna ilişkin kuralları belirlemesinde takdir yetkisi bulunmaktadır.
Esasen Türk Ceza Kanunu sistematiği uyarınca genel hükümler,
ancak özel hükümlerde bir düzenleme bulunmaması halinde uygulama kabiliyeti
bulmaktadır. Dolayısıyla bazı suçlar yönünden fiilin işlenmesiyle birden fazla
suçun oluştuğu durumlarda sadece söz konusu suçlar arasında en ağır cezayı
gerektiren suçun cezasıyla failin cezalandırılması, Türk Ceza Kanunu
sistematiğine uygun bir düzenleme olup bunun herhangi bir çelişkiye meydan
vermesi söz konusu değildir.
Ayrıca, dava konusu 288. madde de yer alan; görülmekte olan
bir davada veya yapılmakta olan bir soruşturmada hukuka aykırı bir karar
verilmesi veya bir işlem tesis edilmesi ya da gerçeğe aykırı beyanda
bulunulması için, yargı görevi yapanı, bilirkişiyi veya tanığı hukuka aykırı
olarak etkilemek amacıyla alenen sözlü veya yazılı beyanda bulunmak, şeklindeki
suçun maddi ve manevi unsurları herhangi bir duraksamaya yer vermeyecek
şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir niteliktedir.
Bu kuralla, soruşturma ve kovuşturma ile ilgili yapılan her türlü
açıklama değil, sadece hukuka aykırı yapılan açıklamalar suç olarak
düzenlenmiştir. Bu çerçevede kural uyarınca düşünce ve ifade özgürlüğü veya
basın özgürlüğü hakkına dayalı olarak eleştiri amacıyla yapılan açıklamalar suç
oluşturmamakta, sırf yargı görevi yapanın, bilirkişinin ve tanığın hukuka
aykırı bir işlem tesis etmesi veya gerçeğe aykırı beyanda bulunmasını sağlamak
üzere özel kastla yapılan açıklamalar cezalandırılmaktadır. Bu yönüyle dava
dilekçesinde ileri sürüldüğü gibi kuralın, bilirkişileri, hâkimleri ve mahkeme
kararlarını eleştirmeyi suç haline getirmesi söz konusu değildir.
Sonuç itibariyle dava konusu kurallarda, herhangi bir
belirsizliğin bulunmaması nedeniyle, hukuk güvenliği ilkesine ve yargı
bağımsızlığına aykırı bir yön bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle dava konusu kurallar, Anayasa'nın 2. ve 138.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralların Anayasa'nın 5., 6., 9. ve 37. maddeleriyle
ilgisi görülmemiştir.
O- Kanun'un 92. Maddesiyle Değiştirilen 5237 Sayılı Kanun'un 285.
Maddesinin (1), (2), (5) ve (6) Numaralı Fıkralarının İncelenmesi
Dava dilekçesinde, 285. maddedeki soruşturmanın gizliliğini ihlal
suçunun yeniden düzenlendiği, bu düzenleme yapılırken suç için öngörülen
cezanın hapis veya para cezası olmak üzere seçimlik olarak belirlendiği, bunun
ise cezada bir orantısızlığa sebebiyet verdiği, maddede suçun unsurları
arasında sayılan 'suçlu sayılmama karinesinden yararlanma hakkının
ihlali' ve 'maddi gerçeğin ortaya çıkmasını engellemeye elverişli olma'
gibi unsurların soyut olduğu ve bunların maddenin uygulanma alanını
belirsizleştirdiği, bu unsurlarla birlikte suçun, basın özgürlüğü ve
lekelenmeme hakkını etkin bir şekilde koruma imkânını ortadan kaldırdığı ve
keyfiliğe neden olduğu, çünkü söz konusu unsurların bazen bir soruşturmayla
ilgili herhangi bir haberin 'suçlu sayılmama karinesinden yararlanma
hakkının ihlali' gerekçesiyle suç sayılması, bazen de soruşturmayla ilgili
yapılan sistematik yayınların 'maddi gerçeğin ortaya çıkmasını engellemeye
elverişli' olmadığı gerekçesiyle suç sayılmaması gibi istenmeyen sonuçlara
sebebiyet verebileceği, maddede, suçun oluşumunun haberleşmenin ya da özel
hayatın gizliliğinin ihlal edilmesi şartına bağlanmasının yerinde olmadığı,
zira bu hususların 5237 sayılı Kanun'da başka suçlar olarak öngörüldüğü ve
bunların koruduğu hukuki değerlerin farklı olduğu, maddenin birinci fıkrasında
üçüncü kişiler yönünden soruşturmanın gizliliğinin ihlal edilmesi suçunun;
ikinci fıkrasında ise taraflar yönünden gizliliğin ihlal edilmesi suçunun
düzenlendiği, ancak bu düzenleme yapılırken asıl ihlali oluşturan birinci
fıkradaki suçun aksine istisnai ihlali oluşturan ikinci fıkradaki suçun kolayca
gerçekleşecek şartlara bağlanıp ağır şekilde cezalandırıldığı, bunun dürüst
yargılama ilkesine aykırı olduğu, maddede soruşturma ve
kovuşturma evresinde kişilerin suçlu olarak algılanmalarına yol açacak şekilde
görüntülerinin yayınlanmasının cezalandırıldığı, oysa görüntülerin yayınlanması
dışındaki yöntemlerle de kişilerin suçlu olarak algılanmasına sebep
olunabileceği, suçun basın ve yayın yoluyla işlenmesi halinde cezanın
artırılacağına ilişkin hükme yeni düzenlemede yer verilmediği, bunun ise suçun
basın ve yayın yoluyla işlenmesi ile bu vasıtalar olmaksızın işlenmesini aynı
düzeye indirgediği, oysa suçun basın ve yayın yoluyla işlenmesi hâlinde korunan
hukuki menfaat bakımından çok daha ağır bir tehlikenin ortaya çıktığı, bu
yönüyle düzenlemenin eksik olduğu belirtilerek kuralların, Anayasa'nın 2.
maddesine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
5237 sayılı Kanun'un dava konusu 285. maddesinin (1) numaralı
fıkrasında, soruşturmanın tarafları dışındaki kişilere karşı gizli tutulan
soruşturma işlemleri ile ilgili gizliliğin ihlali suçu düzenlenmektedir. Buna
göre, maddi gerçeğin ortaya çıkmasını engellemeye elverişli olacak
şekilde, soruşturma evresinde yapılan işlemin içeriğini alenen açıklayarak
suçlu sayılmama karinesinden yararlanma hakkını veya haberleşmenin ya da özel
hayatın gizliliğini ihlal eden kişi bir yıldan üç yıla kadar hapis veya adli
para cezası ile cezalandırılacaktır.
Maddenin (2) numaralı fıkrasında ise soruşturmanın
taraflarına karşı gizli tutulan işlemlere ilişkin gizliliğin ihlali suçu
düzenlenmektedir. Bu fıkrada soruşturma evresinde alınan ve soruşturmanın
tarafı olan kişilere karşı gizli tutulması gereken kararların ve bunların
gereği olarak yapılan işlemlerin gizliliğini ihlal eden kişinin, bir yıldan üç
yıla kadar hapis veya adli para cezası ile cezalandırılacağı öngörülmüştür.
Maddenin dava konusu (5) numaralı fıkrasında, soruşturma ve
kovuşturma evresinde kişilerin suçlu olarak algılanmalarına yol açacak şekilde
görüntülerinin yayınlanması hâli de ayrı bir suç tipi olarak düzenlenmiş ve
kuralda bu eylemin altı aydan iki yıla kadar hapis cezasıyla cezalandırılacağı
belirtilmiştir.
Maddenin dava konusu (6) numaralı fıkrası ise soruşturma ve
kovuşturma işlemlerinin haber verme sınırları aşılmaksızın haber konusu
yapılmasının suç oluşturmayacağı kuralını içermektedir.
Hukuk devletinde, ceza ve ceza yargılamasına ilişkin kurallar,
ceza hukukunun ana ilkeleri ile Anayasa'nın konuya ilişkin kuralları başta
olmak üzere, ülkenin sosyal, kültürel yapısı, etik değerleri ve ekonomik
hayatın gereksinmeleri göz önüne alınarak saptanacak ceza siyasetine göre
belirlenir. Bu çerçevede kanun koyucu, cezalandırma yetkisini kullanırken 'soruşturmanın
gizliliğini ihlal' başlığı altında çeşitli suç tipleri düzenleyebileceği
gibi bu suç tiplerini düzenlerken bunların maddi ve manevi unsurlarını, ağırlaştırıcı
ve hafifletici nedenlerini, hangi eylemlerin bu kapsamda kalıp kalmayacağını,
bu suçlar için öngörülecek cezanın türünü, ağırlığını ve cezanın seçimlik olup
olmayacağını izlediği ceza politikası uyarınca ihtiyaç duyduğu şekilde
düzenleyebilir.
5237 sayılı Kanun'un 285. maddesinin dava konusu (1) numaralı
fıkrasında yer alan suçun oluşabilmesi için, soruşturma evresindeki
işleme ilişkin yapılan aleni açıklamanın 'maddi gerçeğin ortaya çıkmasını
engellemeye elverişli olma'sı yeterli olmayıp açıklamayla aynı zamanda
'suçlu sayılmama karinesinden yararlanma' veya 'haberleşmenin
gizliliği' ya da 'özel hayatın gizliliği'nin ihlaledilmesi de
gerekmektedir. Bu yönüyle kuralda suçun hangi koşullarda oluşacağı açık olup,
dava dilekçesinde ileri sürüldüğü üzere kuralın herhangi bir belirsizliğe veya
keyfiliğe yol açması söz konusu değildir.
5237 sayılı Kanun'da haberleşmenin ve özel hayatın
gizliliğinin ihlal edilmesi fiillerinin bağımsız suçlar olarak düzenlenmesi
sebebiyle bunların dava konusu suçun unsurlarını oluşturmasında da Anayasa'ya
aykırı bir yön bulunmamaktadır. Zira kanun koyucu, izlediği ceza siyaseti
doğrultusunda farklı hukuki yararları gerçekleştirmek üzere suçun unsurlarını
ihtiyaç duyduğu şekilde düzenleyebilir. Kaldı ki, 5237 sayılı Kanun'un genel
hükümlerinde bu tür durumlarda hangi suça ilişkin kanun maddesinin
uygulanacağına ilişkin kurallara yer verilmiş olup bu durumun herhangi bir
karışıklığa ve belirsizliğe neden olması söz konusu değildir.
Açıklanan nedenlerle dava konusu kurallar, Anayasa'nın 2.
maddesine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Ö- Kanun'un 95. Maddesiyle, 4.12.2004 Günlü, 5271 Sayılı
Ceza Muhakemesi Kanunu'na Eklenen 38/A Maddesinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, Kanun ile 5271 sayılı Kanun'a 38. maddesinden
sonra gelmek üzere 'Elektronik işlemler' başlığıyla 38/A
maddesinin eklendiği, elektronik işlemler konusunun Ceza Muhakemesi Kanunu'nda
düzenlenmesinin yersiz olduğu, maddeyle güvenli elektronik imza ile
imzalanmış belge ile ıslak imzalı belgenin içeriğinin çelişmesi hâlinde Ulusal
Yargı Ağı Bilişim Sisteminde kayıtlı olan güvenli elektronik imzalı nüshanın
geçerli kabul edileceği yönünde ispat bakımından karineler oluşturulmasının,
ceza muhakemesindeki 'delillerin serbestliği' ilkesiyle çeliştiği, halen Ulusal
Yargı Ağı Bilişim Sistemi'nin idarenin bir unsuru olan Adalet Bakanlığı
Bilgi İşlem Dairesi Başkanlığı tarafından yönetildiği, bunun bütün adli
verilerin siyasi iktidarın eline geçmesi sonucunu doğurduğu, dava konusu
maddeyle bu fiili durumun yasallaştırıldığı ve bağımsız yargı organlarının
elinde bulunması gereken adli verileri elde tutma yetkisinin yürütmenin bir
unsuru olan Adalet Bakanlığına devredildiği, bunun ise yürütmeye, adli
verilere, dolayısıyla adalet dağıtımına nüfuz etme imkanını sağladığı, bu
durumun 'güçler ayrılığı' ilkesine ters düştüğü belirtilerek dava konusu
kuralların, Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 2., 6., 7., 8., 9. ve 138. maddelerine
aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
5271 sayılı Kanun'un dava konusu 38/A maddesinde, ceza muhakemesi
işlemlerinin elektronik ortamda gerçekleştirilmesi, kaydedilmesi ve saklanması
ile bu hususların tabi olduğu kurallar düzenlenmektedir.
Bu çerçevede dava konusu maddenin;
(1) numaralı fıkrasında, UYAP sisteminin ceza muhakemesi
alanındaki her türlü işlemde kullanılması ve anılan işlemlere ilişkin her türlü
veri, bilgi, belge ve kararın UYAP sistemi aracılığıyla elektronik ortama
aktarılması, kaydedilmesi ve saklanması,
(2) numaralı fıkrasında, kanunlarda gösterilen istisnalar hariç
olmak üzere, ceza mahkemesi dosyalarının güvenli elektronik imza kullanılarak
UYAP'tan incelenebilmesi ve her türlü ceza muhakemesi işleminin elektronik imza
ile gerçekleştirilebilmesi,
(3) numaralı fıkrasında, 5271 sayılı Kanun kapsamında fiziki
olarak hazırlanması öngörülen her türlü belge ve kararın elektronik ortamda
düzenlenebileceği, işlenebileceği, saklanabileceği ve elektronik imza ile
imzalanabileceği,
(4) numaralı fıkrasında, güvenli elektronik imza ile imzalanan
belge ve kararların diğer kişi veya kurumlara elektronik ortamda gönderileceği,
güvenli elektronik imza ile imzalanarak gönderilen belge veya kararların,
gerekmedikçe fiziki olarak ayrıca düzenlenmeyeceği ve ilgili kurum ve kişilere
gönderilmeyeceği,
(5) numaralı fıkrasında, elektronik imzalı belgenin elle atılan
imzalı belgeyle çelişmesi halinde UYAP'ta kayıtlı olan elektronik imzalı
belgenin geçerli kabul edileceği,
(6) numaralı fıkrasında, güvenli elektronik imza ile imzalanan
belge ve kararlarda, mühürleme işlemine gerek olmadığı ve kanunlarda birden
fazla nüshanın düzenlenmesini öngören hükümlerin söz konusu belge ve kararlarda
uygulanmayacağı,
(7) numaralı fıkrasında, zorunlu nedenlerle fiziki olarak düzenlenmiş
belge veya kararların, yetkili kişilerce taranarak UYAP'a aktarılacağı ve
gerektiğinde ilgili birimlere elektronik ortamda gönderileceği,
(8) numaralı fıkrasında, elektronik ortamdan fiziki örnek
çıkartılması gereken hallerde söz konusu örneğin geçerli olabilmesi için yerine
getirilmesi gereken koşullar, bu çerçevede UYAP sisteminden çıkartılan belgenin
geçerli olabilmesi için bunun aslının aynı olduğu belirtilmek suretiyle
konusuna göre ilgili hâkim, Cumhuriyet savcısı veya görevlendirilen yetkili
kişi tarafından imzalanıp, mühürlenmesi gereği,
(9) numaralı fıkrasında, elektronik ortamda yapılan işlemlerde
sürenin fiziki ortamda yapılan işlemlerden farklı olarak mesai saati bitiminde
değil, gün sonunda biteceği,
(10) numaralı fıkrasında, yargı birimlerinin ihtiyaç duyduğu
nüfus, tapu, adlî sicil kaydı gibi dış bilişim sistemlerinden UYAP vasıtasıyla
temin edilen bilgi, belge ve kayıtların, zorunlu olmadıkça ayrıca fiziki olarak
istenilmeyeceği ve UYAP'tan dış bilişim sistemlerine gönderilen bilgi ve
belgelerin de yine zorunlu olmadıkça fiziki ortamda ayrıca gönderilmeyeceği,
düzenlenmektedir.
Maddenin (11) numaralı fıkrasında ise ceza muhakemesi işlemlerinin
UYAP'ta yapılmasına dair usul ve esasların, Adalet Bakanlığı tarafından
çıkarılacak yönetmelikle düzenleneceği kuralına yer verilmiştir.
Anayasa'nın 7. maddesinde yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet
Meclisi, 8. maddesinde yürütme yetkisinin Cumhurbaşkanı ve bakanlar kurulu, 9.
maddesinde yargı yetkisinin bağımsız mahkemeler tarafından kullanılacağı
belirtilmiş, Başlangıç'ında ise erkler arasındaki kuvvetler ayrımının, devlet
organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli devlet yetki ve
görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir işbölümü ve
işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda olduğu hükmüne yer
verilmiştir. Anayasa'nın 138. maddesinde ise mahkemelerin bağımsızlığı güvence
altına alınmıştır.
Hukuk devletinde kanun koyucunun ceza yargılamasına ilişkin
kurallar belirleme, bu çerçevede mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri,
işleyişi ve yargılama usulleri hakkında Anayasa kurallarına bağlı olmak
koşuluyla ihtiyaç duyduğu düzenlemeyi yapma hususunda takdir yetkisi
bulunmaktadır.
Ceza muhakemesi işlemlerinin elektronik işlemler bağlamında nasıl
işleyeceğine ve hangi kurallara tabi olacağı hususlarını düzenleyen dava konusu
kurallar da mahkemelerin yargılama usulü ve işleyişi kapsamında kalmakta olup
kuşkusuz kanun koyucu bu hususlarda da Anayasa'ya aykırı olmamak kaydıyla
ihtiyaç duyduğu düzenlemeyi yapabilir.
Maddi gerçeğe ulaşılmasını sağlamada önemli bir rol oynayan 'delil
serbestliği' ilkesi uyarınca kanuna aykırı olarak elde edilmemesi
koşuluyla, ceza muhakemesinde her şeyin delil olması mümkündür. Nitekim 5271
sayılı Ceza Muhakemesi Usulü Kanunu'nun 206. maddesinin (2) numaralı fıkrasında
hangi delillerin reddolunacağı sınırlı sayıda belirtilmek suretiyle ceza
muhakemesinde her şeyin delil olabileceği kabul edilmiş, 217. maddesinin (1)
numaralı fıkrasında ise delillerin hâkimin vicdanî kanaatiyle serbestçe takdir
edileceği hükmüne yer verilmiştir.
5271 sayılı Kanun'un 38/A maddesinin dava konusu (5) numaralı
fıkrasında, güvenli elektronik imza ile imzalanmış belge ile elle atılan imzalı
belgenin içeriğinin çelişmesi hâlinde, Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sisteminde
kayıtlı olan güvenli elektronik imzalı nüshanın geçerli kabul edileceği kuralına
yer verilmiştir. Ancak bu kural elektronik imzalı belge ile ıslak imzalı
belge arasında fark bulunması hâlinde elektronik imzalı belgenin geçerli
olacağı yönünde aksi her zaman ispatlanabilecek bir karine hükmünde olup bunun
ceza muhakemesinde ıslak imzalı belgenin delil olarak değerlendirilmesini
önleyen bir yönü bulunmamaktadır. Dolayısıyla ıslak imzalı belge ile elektronik
imzalı belgenin çeliştiği bir hususun, ceza muhakemesi davasına konu olması
hâlinde, ıslak imzalı belgenin doğruluğunu iddia eden tarafın iddiasını her
türlü delille ispatlaması mümkün olduğu gibi, tarafların içeriği elektronik
imzalı belgeyle çelişen ıslak imzalı belgeyi delil olarak göstermesine engel
bir durum da bulunmamaktadır. Bu nedenle kuralın ceza muhakemesinde her şeyin
delil olabileceği yönündeki 'delil serbestliği' ilkesine aykırı bir yönü
bulunmamaktadır.
UYAP sisteminin Adalet Bakanlığı Bilgi İşlem Dairesi Başkanlığı
tarafından yönetilmesi nedeniyle bütün adli verilerin siyasi iktidarın eline
geçtiği ve bu nedenle 'hukuk devleti' 'yargı bağımsızlığı' ve 'kuvvetler
ayrılığı' ilkelerinin zedelendiği iddiasının hukuki bir dayanağı da
bulunmamaktadır. UYAP bir bilişim sistemi olup, bu sistemin teknik alt
yapısının Adalet Bakanlığının bir birimi tarafından sağlanması ve yönetilmesi
bu sisteme aktarılan adli bilgilerin, bu birimin çalışanlarına veya
yöneticilerine, dolayısıyla yürütme erkine açık olduğu anlamına gelmemektedir.
Bilgi İşlem Dairesi yetkilileri, sadece UYAP ile ilgili teknik alt yapı
bilgilerine ulaşabilmektedir. Söz konusu adli verilere UYAP üzerinden erişme,
bu bilgileri oluşturma ve bunları yönetme yetkisi münhasıran mevzuatın izin
verdiği kişilere (hâkim, savcı, avukat, katip, davacı, davalı vb.) ait
bulunmaktadır.
Belirtmek gerekir ki kuvvetler ayrılığı ilkesi erklerin
birbirleriyle bağlantısız bir şekilde çalışmalarını değil, aksine Anayasa'nın
Başlangıç'ında belirtildiği üzere medeni bir iş bölümü ve işbirliği içerisinde
çalışmalarını gerektirmektedir. Bu çerçevede erklerin yetki alanları içerisindeki
faaliyetlerinin zaman zaman birbirleriyle kesişmesi mümkün olup gözetilmesi
gereken hususun her erkin Anayasa tarafından belirlenmiş yetki sahasında
kalmasının ve diğer erklerin yetkisine müdahale etmemesinin sağlanmasıdır. Bu
bağlamda adalet hizmetlerinin sunulmasında yürütmenin idari görevlerinin
bulunduğu tartışmasız olup dava konusu kurallarda bu idari görevleri aşan
herhangi bir yargısal yetkinin verilmesi veya yargı erkine müdahale sonucunu
doğuracak bir uygulamaya izin verilmesi söz konusu değildir.
Dava konusu kurallarda, daha önce fiziki ortamda gerçekleştirilen
ve saklanan ceza muhakemesi işlemlerine ilişkin karar ve belgelerin fiziki
ortamın yanı sıra UYAP sistemi aracılığıyla elektronik ortamda gerçekleştirilip
saklanacağı düzenlenmektedir. Yukarıda açıklanan ilkeler karşısında kanun
koyucunun bu şekilde bir düzenleme yapabilmesi için Anayasa'da kanun koyucuya
yetki veren özel bir hükmün bulunması gerekmemektedir. Zira Anayasa'nın 7.
maddesi Anayasa'ya aykırı olmamak koşuluyla bu düzenlemeyi de kapsayacak
şekilde her türlü düzenlemeyi yapma konusunda kanun koyucuya gerekli yetkiyi
vermektedir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kuralların, Anayasa'nın
Başlangıç'ı ile 2., 6., 7., 8., 9. ve 138. maddelerine aykırı bir yönü
bulunmamaktadır. İptal istemlerinin reddi gerekir.
P- Kanun'un 105. Maddesinin Birinci Fıkrasının (2) Numaralı
Bendinin (b) Alt Bendinde Yer Alan ''13 üncü'' İbaresinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, 'hükmün açıklanmasının ertelenmesi', 'cezanın
ertelenmesi' gibi kurumlara ilişkin uygulamaların belli bir miktardaki
hapis cezasının altındaki tüm suçlar bakımından geçerli olduğu, bazı suçlar
yönünden buna istisna getirilmesinin eşitsizliğe ve adaletsizliğe yol açtığı ve
5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'ndaki genel hükümlerin suç ve ceza içeren tüm
kanunlara uygulanacağına ilişkin düzenlemeye uygun düşmediği belirtilerek dava
konusu kuralın, Anayasa'nın 2. ve 10. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
Dava konusu kuralla, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu'nun
kapsamına giren suçlarla ilgili olarak hükmün açıklanmasının geri bırakılması
kararı verilemeyeceği, hapis cezasının seçenek tedbirlere çevrilemeyeceği ve
ertelenemeyeceği yönündeki hüküm kaldırılarak, bu Kanun kapsamındaki suçlar
yönünden de söz konusu hukuki müesseselerin uygulanmasına imkân tanınmaktadır.
Dolayısıyla söz konusu değişiklikle, dava dilekçesinde
belirtilenin aksine 'hükmün açıklanmasının geri bırakılması', 'hapis
cezasının seçenek tedbirlere çevrilmesi' ve 'ertelenmesi'
müesseselerinin uygulanabilmesi yönünden bir istisna getirilmemekte, bilakis
tanınan istisnanın ortadan kaldırılması düzenlenmektedir. Bu nedenle dava
dilekçesinde belirtildiği üzere dava konusu kuralın herhangi bir
eşitsizlik veya adaletsizlik yaratması da söz konusu değildir.
Açıklanan nedenlerle dava konusu kural, Anayasa'nın 2. ve 10.
maddelerine ayıkırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
R- Kanun'un Geçici 1. Maddesinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, 6352 sayılı Kanun'un geçici 1. maddesiyle
kamu davasının açılmasının ertelenmesi, kovuşturmanın ertelenmesi ve infazın
ertelenmesi adı altında bir af düzenlemesine gidildiği, bu düzenlemede bazı
suçlar yönünden erteleme hükümlerine yer verilirken daha ağır suçların bu
kapsama alınmadığı, bunun eşitlik ilkesine aykırı olduğu, eşitlik ilkesine
uygun bir düzenleme yapılabilmesi için temel şekli itibarıyla adlî para
cezasını ya da üst sınırı beş yıldan fazla olmayan hapis cezasını gerektiren ve
yasanın yürürlük tarihine kadar işlenmiş olan tüm suçların kapsama alınması
gerektiği, maddenin (3) numaralı fıkrasındaki düzenlemeyle 5237 sayılı Kanun'un
51. maddesinin son fıkrasından ayrılan bir düzenlemeye gidilerek bazı suçlar
yönünden farklı ve istisnai bir düzenlemeye gidildiği, bunun eşitlik ilkesine
aykırı olduğu, maddedeki 'sair düşünce ve kanaat açıklama yöntemleriyle
işlenmiş' suç kavramının belirsiz olduğu ve bunun affın kapsamını
genişleteceği, maddenin (5) numaralı fıkrasında hükmün açıklanmasının geri
bırakılmasına karar verilmesi hallerinde de bu maddenin uygulanacağı yönündeki
kuralın, her iki düzenlemenin uygulama koşullarının farklı olması nedeniyle
belirsizliğe ve karmaşaya yol açtığı, ayrıca Anayasa Mahkemesinin aynı konuyu
içeren 28.8.1999 günlü, 4454 sayılı "Basın ve Yayın Yoluyla İşlenen
Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesine Dair Kanun'un 1. maddesinin
birinci fıkrasının "... basın yoluyla yahut sözlü veya görüntülü
yayın araçlarıyla işlenmiş olup ..." ibarelerini 19.9.2000
günlü, E.1999/39, K.2000/23 sayılı kararıyla iptal etmesine rağmen dava konusu
düzenlemeyle aynı hususların yeniden düzenlendiği belirtilerek dava konusu
kuralların, Anayasa'nın 2., 10. ve 153. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
Kanun'un dava konusu geçici 1. maddesinde basın ve yayın yoluyla
ya da sair düşünce ve kanaat açıklama yöntemleriyle işlenmiş suçlara ilişkin
soruşturmaların, kovuşturmaların ve cezaların infazının ertelenmesi
düzenlenmektedir.
Daha önce de belirtildiği üzere hukuk devletinde ceza siyasetinin
ve bu siyasetin unsurlarının belirlenmesi yetkisi kanun koyucuya
aittir. Kanun koyucu, cezalandırma yetkisini kullanırken toplumda hangi
eylemlerin suç sayılacağı, bunun hangi tür ve ölçüdeki ceza yaptırımı ile
karşılanacağı, nelerin ağırlaştırıcı veya hafifletici sebep olarak kabul
edilebileceği konusunda takdir yetkisine sahip olduğu gibi kimi suçları
işleyenler için "erteleme" adı altında bir düzenleme de öngörebilir.
Bu çerçevede kanun koyucunun dava konusu kurallarla belli bir
tarihe kadar, basın ve yayın yoluyla ya da sair düşünce ve kanaat açıklama
yöntemleriyle işlenmiş olup temel şekli itibarıyla adli para cezasını ya da üst
sınırı beş yıldan fazla olmayan hapis cezasını gerektiren suçlar yönünden
soruşturmanın, kovuşturmanın veya infazın ertelenmesi yönünde kurallar
belirlemesinde hukuk devleti ilkesine aykırı bir yön bulunmamaktadır.
Öte yandan Anayasa'nın 10. maddesinde 'kanun önünde eşitlik'
ilkesine yer verilmiştir. Anayasa'nın 10. maddesinde yer verilen eşitlik ilkesi
hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil,
hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan
kişilerin kanunlar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, haklı
bir nedene dayanmayan ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu
ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar
uygulanarak kanun karşısında eşitliğin ihlali yasaklanmıştır. Kanun önünde
eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez.
Durumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik
kuralları ve uygulamaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı
hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa'da öngörülen eşitlik
ilkesi zedelenmez.
Dava konusu kurallarda, basın ve yayın yoluyla ya da sair
düşünce ve kanaat açıklama yöntemleriyle işlenmiş olup belli bir cezayı
gerektiren suçların failleri yönünden erteleme olanağının getirilmesi, diğer
suç failleri yönünden ise bu olanağın sağlanmamasında eşitlik ilkesine aykırı
bir yön bulunmamaktadır. Zira dava konusu kurallarda ayrıma
tabi tutulan kişilerin hukuksal durumları farklı olup, durumlarındaki farklılık
nedeniyle haklarında ayrı kurallar uygulanmaktadır. Dava konusu kuralda ayrıma
tabi tutulan kişiler incelendiğinde bir tarafta basın, yayın ya da sair düşünce
açıklama yöntemleriyle belli orandaki cezayı gerektiren suçları işleyen
kişilerin diğer tarafta ise anılan yöntem dışında suç işleyen kişilerin
bulunduğu dolayısıyla bu kişilerin hukuksal durumlarının farklı olduğu
görülmektedir.
Kaldı ki, kanun koyucunun hiçbir neden yokken böyle bir
düzenlemeye gitmediği, ifade ve basın özgürlüğünün sağlanması ve korunması gibi
haklı bir nedene dayalı olarak dava konusu kuralları düzenlediği anlaşılmaktadır.
Nitekim madde gerekçesinde de düzenlemenin temel hak ve hürriyetlerden
kabul edilen ifade ve basın özgürlüğünün korunması amacıyla yapıldığı, basının
yahut sözlü veya görüntülü yayınların, ifade özgürlüğünün en önemli kullanım
araçları arasında bulunduğu, dolayısıyla bu araçların amacına uygun olarak
işlevlerini yerine getirmeleri bakımından korunmalarının demokratik toplumun
gereklerinden olduğu, bu yönüyle basın ve yayın özgürlüğü için güvenceler
sağlanması çerçevesinde yapılan düzenlemenin, haber ve düşüncenin özgür
kılınmasını hedeflediği belirtilmiştir.
Anayasa'nın 26. maddesinde 'düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyeti' güvence altına alınmıştır. Anayasa'nın 28. maddesinde ise 'basın
özgürlüğü' düzenlenmiş ve maddenin üçüncü fıkrasında devletin basın
özgürlüğünü sağlayacak tedbirleri alması gerektiği belirtilmiştir.
Günümüzde ifade özgürlüğünün çok önemli araçlarından olan basın ve
yayın özgürlüğü, demokratik toplumun en önemli gereklerinden biri olarak kabul
edilmekte ve bu özgürlüğün korunması için ulusal ve uluslararası düzeyde ek
güvenceler sağlanmaktadır. Uluslararası sözleşmelerde ve Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesinin içtihatlarında da bu özgürlük önemle ele alınmakta ve
korunmaktadır.
Dava konusu kurallarda erteleme kapsamına alınan suçların ayrı bir
uygulamaya tabi tutulmasıyla, yukarıda belirtilen anayasal ilkeler çerçevesinde
basın ve yayın özgürlüğünün korunması ve bu konuda meydana gelen ihlallerin
önlenmesinin amaçlandığı anlaşılmaktadır. Bu çerçevede kanun koyucunun basın
özgürlüğünün korunması yönündeki haklı nedene dayalı olarak bu yöntemle işlenen
suçlar yönünden bu yöntemle suç işleyen faillerle diğer failler arasında ayrıma
gitmesinde eşitlik ilkesine aykırı bir yön bulunmamaktadır.
Kanun koyucunun, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun 51. maddesinde
düzenlenen 'hapis cezasının ertelenmesi' ile dava konusu kurallarda düzenlenen
'ceza ve davaların ertelenmesi'ni farklı hukuki kurumlar olarak düzenlemesinde
ve bunlara farklı hukuki sonuçlar bağlamasında da eşitlik ilkesine aykırı bir
yön bulunmamaktadır. Her iki kurum farklı hukuki yararları gerçekleştirmek
üzere düzenlenmiş olup, bu kurumlardan faydalanan faillerin hukuksal durumları
da farklıdır. Dolayısıyla farklı hukuksal durumdaki bu kişilere farklı
kuralların uygulanması eşitlik ilkesine aykırı bir durum oluşturmamaktadır.
Dava konusu maddede yer alan 'sair düşünce ve kanaat açıklama
yöntemleriyle işlenmiş suç' kavramının açık ve uygulanabilir olduğu ve
bunun maddenin uygulanmasını belirsizleştirmesinin söz konusu olmadığı açıktır.
Anayasa'nın 153. maddesinin son fıkrasında, Anayasa Mahkemesi
kararlarının yasama, yürütme ve yargı organları ile idare makamlarını, gerçek
ve tüzelkişileri bağlayacağı hükmüne yer verilmiştir. Anayasa'nın bu kuralı
Mahkemenin somut olarak Anayasa'ya aykırı bularak iptal ettiği hükümlerin
bağlayıcılığıyla sınırlı olup, bu bağlayıcılık yasa koyucunun iptal edilen
konuyla ilgili olarak ileriye yönelik farklı bir kanunda yeni bir düzenleme
yapamayacağı ve eğer yaparsa yeni düzenlemenin sırf bu nedenle Anayasa'ya
aykırı hale geleceği anlamına gelmemektedir. Bu yönüyle kuralın, Anayasa'nın
153. maddesine aykırılığından söz edilemez.
Açıklanan nedenlerle dava konusu kurallar, Anayasa'nın 2., 10. ve
153. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
S- Kanun'un Geçici 2. Maddesinin (4) ve (6) Numaralı Fıkralarının
İncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kurallar uyarınca, Kanun'un yürürlüğe
girdiği 4.7.2012 tarihine kadar 5271 sayılı Kanun'un 250. maddesi ile
görevlendirilen mahkemelerde açılan davaların kesin hükümle sonuçlandırılıncaya
kadar bu mahkemelerde görülmeye devam edeceği ve bu mahkemelerin yetkisizlik ve
görevsizlik kararı vermeyecekleri, bu tarihten sonra açılacak davaların ise
3713 sayılı Kanun'un 10. maddesi ile görevli mahkemelerde görüleceği, bunun da
zamanaşımı süresi boyunca aynı yetkilerle donatılmış iki ayrı yargı kurumunun
fiilen ve hukuken varlığını sürdürmesi anlamına geleceği, geçici 2. maddenin
(4) numaralı fıkrasındaki, 5271 sayılı Kanun'un 250. maddesi ile görevli
mahkemelerde devam edecek olan yargılamalarda görevsizlik ve yetkisizlik kararı
verilemeyeceği yönündeki hükmün, hukukun evrensel ilke ve esaslarından olan ve
Anayasa tarafından güvence altına alınan 'kanuni hakim ve mahkeme güvencesi',
'yargı bağımsızlığı' ve 'eşitlik' ilkelerine aykırı olduğu, bu
hükümle söz konusu mahkemelerin bakmaması gereken bir davaya bakmak zorunda
bırakıldığı, öte yandan düzenlemeyle kamu görevlilerinin doğrudan
soruşturulamaması için getirilen izin sisteminin görülmekte olan davalardaki
sanıklara tanınmamasının ceza usul kurallarının yürürlüğe girdiği anda
uygulanması gerektiği kuralına ve eşitlik ilkesine aykırı olduğu belirtilerek
kuralların, Anayasa'nın 2., 10., 36., 37. ve 138. maddelerine aykırı olduğu
ileri sürülmüştür.
Dava konusu kurallarda, 5271 sayılı Kanun'un
yürürlükten kaldırılan 250. maddesinin birinci fıkrasına göre görevlendirilen
mahkemelerde açılmış olan davalara, kesin hükümle sonuçlanıncaya kadar bu
mahkemelerce bakılmaya devam edileceği, bu davalarda, yetkisizlik veya
görevsizlik kararı verilemeyeceği, 3713 sayılı Kanun'un 10. maddesinin
kovuşturmaya ilişkin hükümlerinin bu davalarda da uygulanacağı, anılan
madde kapsamına giren suçlarla ilgili olarak bu hükmün yürürlüğe girdiği tarih
itibarıyla açılmış olan davalarda, sanığın taşıdığı kamu görevlisi sıfatı
dolayısıyla hakkında soruşturma yapılabilmesi için izin veya karar alınması
gerektiğinden bahisle durma veya düşme kararı verilemeyeceği düzenlenmektedir.
Hukuk devletinde, kanun koyucu ceza yargılamasına ilişkin kurallar
belirleme ve bu çerçevede mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi,
yargılama usulleri ve yapısı hakkında Anayasa kurallarına bağlı olmak koşuluyla
ihtiyaç duyduğu düzenlemeyi yapma yetkisine sahiptir. Nitekim Anayasa'nın
konuyla ilgili 142. maddesinde mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri,
işleyişi ve yargılama usullerinin kanunla düzenleneceği açıkça hüküm altına alınmıştır.
Kanun koyucunun mahkemelerin görev yetki ve yargılama usullerini
belirleme yetkisi kapsamında, belli türdeki davalar yönünden görevli
mahkemelerin kaldırılması ve bunlar yerine yeni mahkemeler kurulması nedeniyle,
dava konusu kurallarla, devam etmekte olan davalara daha önce görevli olan
mahkemelerin bakacağını düzenlemesinde ve bu mahkemelerde hangi yargılama
usullerinin uygulanacağını belirlemesinde Anayasa'nın 2. maddesine aykırı bir
yön bulunmamaktadır.
6352 sayılı Kanun ile yapılan değişiklikle 3713 sayılı Kanun'un
10. maddesi kapsamındaki bazı suçlar yönünden kamu görevlileri hakkında
soruşturma yapılmadan önce izin alınması şartı getirilmiş böylece söz konusu
suçlar yönünden, Cumhuriyet savcılarının doğrudan soruşturma yapma yetkileri kaldırılmıştır.
Dava konusu kuralda ise getirilen bu yeni şart sebebiyle Kanun'un yürürlüğe
girmesinden önce soruşturması tamamlanıp yargılanmasına başlanılan davalarda
düşme veya durma kararı verilemeyeceği düzenlenmiş, böylece soruşturma izni ile
ilgili kuralın Kanun'un yürürlüğe girmesinden sonraki soruşturmaları
kapsayacağı açıkça vurgulanmıştır. Dolayısıyla söz konusu kural, Kanun'un
yürürlüğe girmesinden sonraki tüm soruşturmalarda ve herkese aynı şekilde
uygulanacak olduğundan, eşitlik ilkesine aykırı bir durumdan söz edilemez.
Kanun'un yürürlüğe girmesinden önce açılmış olan davalarda
soruşturma iznine ilişkin kuralın uygulanmaması nedeniyle, bu tarihten önce
yapılan soruşturmalardaki kamu görevlileriyle bu tarihten sonra yapılan
soruşturmalardaki kamu görevlileri arasında yapılan ayrımın da eşitlik ilkesine
aykırı bir yönü bulunmamaktadır. Zira eşitlik ilkesine aykırı bir durumun
oluşabilmesi için aynı hukuksal durumda bulunan kişi ve topluluklara ayrı
kuralların uygulanması gerekmektedir. Oysa dava konusu kuralda ayrıma tabi
tutulan kişilerin hukuksal durumları farklıdır. Dolayısıyla, farklı hukuksal
durumdaki bu kişilerin farklı kurallara tabi tutulmasında kanun önünde eşitlik
ilkesine aykırı bir yön bulunmamaktadır.
Kaldı ki, kamu görevlileriyle ilgili soruşturma yapılmadan önce
izin alınması şartı yargılama usulüne ilişkin kurallardan olup, bu tür kurallar
maddi ceza hukuku kurallarından farklı olarak yürürlüğe girdikten sonraki
işlemlere uygulanabilmekte ve bunların yürürlük tarihinden önceki işlemlere
uygulanma imkânı bulunmamaktadır. Dolayısıyla kural bu yönüyle genel yargılama
hukuku ilkelerine de uygunluk göstermektedir.
Anayasa'nın 'Kanuni hâkim güvencesi' başlıklı 37.
maddesinde, 'Hiç kimse kanunen tâbi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne
çıkarılamaz. Bir kimseyi kanunen tâbi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne
çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamaz.'
denilmiştir.
Anayasa Mahkemesinin önceki kararlarında belirtildiği gibi, 'kanuni
hâkim güvencesi' suçun işlenmesinden veya çekişmenin doğmasından önce
davayı görecek yargı yerini kanunun belirlemesi şeklinde tanımlanmaktadır.
Başka bir anlatımla 'kanuni hâkim güvencesi', yargılama makamlarının
suçun işlenmesinden veya çekişmenin meydana gelmesinden sonra özel olarak
kurulmasına veya hâkimin atanmasına engel oluşturmaktadır.
Kanun'un geçici 2. maddesinin dava konusu (4) numaralı fıkrasında,
Kanun'un yürürlüğe girdiği tarihte açılmış ve devam etmekte olan davaların,
5271 sayılı Kanun'un 250. maddesi ile kurulmuş ağır ceza mahkemelerinde devam
edeceği ve bu mahkemelerin yeni kurulan mahkemeler nedeniyle görevsizlik ve
yetkisizlik kararı veremeyecekleri belirtilmekte, böylece uzun süredir devam
eden davalarda başa dönülmesinin ve suçun işlenmesinden sonra yargı yerinin
değiştirilmesinin önüne geçilmektedir. Dolayısıyla kuralla suçun işlenmesinden
sonra yargı yeri belirlenmemekte, aksine suçun işlenmesinden sonra kurulan
mahkemelere davaların görevsizlik veya yetkisizlikle gönderilmesi önlenerek,
suçun işlenmesinden önce kurulan mahkemelerde davanın devam etmesi
sağlanmaktadır. Bu nedenle kuralın 'kanuni hâkim güvencesi' ile
çelişen bir yönü bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle dava konusu kurallar, Anayasa'nın 2., 10., ve
37. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Osman Alifeyyaz PAKSÜT maddenin (4) numaralı fıkrası yönünden bu
görüşe katılmamıştır.
Kuralların Anayasa'nın 36. ve 138. maddeleriyle ilgisi
görülmemiştir.
Ş- Kanun'un Geçici 3. Maddesinin (1) Numaralı Fıkrasının
İncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralda lehe kanunun
belirlenmesine ilişkin olarak getirilen düzenlemenin, 5237 sayılı Kanun'un 7.
maddesinin (2) numaralı fıkrası ve 5252 sayılı Türk Ceza Kanununun
Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun'un 9. maddesinin (3) numaralı
fıkrasındaki genel kurala aykırı olduğu, kuralın özel af niteliği taşıdığı ve
belli bazı kişilerin tahliyesine neden olduğu, oysa bu suçların insanlığa
karşı suç niteliğinde olduğu ve insanlığa karşı suçların Birleşmiş Milletlerin
savaş ve insanlığa karşı suçlardan suçlu bulunanların yargılanması ile ilgili uluslararası
prensipleri uyarınca nasıl zamanaşımına uğramaması gerektiği kabul edilmekteyse
affedilemeyeceğinin de kabul edilmesi gerektiği, ayrıca bu tahliyelerin mahkeme
kararlarının yerine getirilmemesi sonucunu doğurduğu, bu yönüyle kuralın,
Anayasa'nın 90. maddesi ile 138. maddesine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kuralda, 12 Eylül 1980 tarihinden önce işlenmiş
olan suçlardan dolayı lehe kanunun, 1.3.1926 günlü ve 765 sayılı Türk Ceza
Kanunu'nun cezaların içtimaına ilişkin hükümleri uygulandıktan sonra ortaya
çıkan sonuç ceza göz önünde bulundurularak belirleneceği ve belirlenen bu
cezanın infaz bakımından lehe hükümler içeren kanuna göre infaz edileceği
düzenlenmektedir.
Hukuk devletinde, ceza ve ceza yargılamasına ilişkin kurallar,
ceza hukukunun ana ilkeleri ile Anayasa'nın konuya ilişkin kuralları başta
olmak üzere, ülkenin sosyal, kültürel yapısı, etik değerleri ve ekonomik
hayatın gereksinmeleri göz önüne alınarak saptanacak ceza siyasetine göre
belirlenir. Kanun koyucu, cezalandırma yetkisini kullanırken toplumda hangi
eylemlerin suç sayılacağı, bunun hangi tür ve ölçüdeki ceza yaptırımı ile
karşılanacağı, nelerin ağırlaştırıcı veya hafifletici sebep olarak kabul
edilebileceği konusunda takdir yetkisine sahip olduğu gibi belli bir tarihten
önce işlenen suçlar yönünden lehe kanun hükümlerinin belirlenmesinde hangi
usulün uygulanacağını belirleme konusunda da takdir yetkisine sahiptir. Bu
çerçevede kanun koyucunun dava konusu kural ile lehe kanunun nasıl
belirleneceğine ilişkin ceza kanunundaki mevcut usulden ayrılan bir düzenleme
benimsemesi de kuşkusuz takdir yetkisi kapsamında kalmaktadır.
Anayasa'nın 138. maddesinin son fıkrasına göre, 'Yasama ve
yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar
ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine
getirilmesini geciktiremez.'
Dava konusu kuralla, içtimayı gerektiren cezaların infazı
bakımından belli bir tarihe kadar işlenen suçlar yönünden lehe kanun
belirlenmesi ile ilgili daha önce adli davalara konu olan husus, yasal
düzenleme konusu yapılmıştır. Yasamanın genelliği ilkesi uyarınca kanun
koyucunun Anayasa'ya aykırı olmamak kaydıyla her konuyu kanunla düzenleme
yetkisi bulunmaktadır. Bu çerçevede, kanun koyucu tarafından getirilen ve
genel, objektif nitelik taşıdığı görülen kuralın, Anayasa'nın 138. maddesine
aykırı bir yönü bulunmamaktadır.
Kaldı ki dava konusu kural farklı kanunlar arasında lehe kanunun
nasıl belirleneceğini gösteren, bu yönüyle çoğu zaman kesinleşmiş kararlara da
uygulanması gereken kurallardan olup bu nevi kararlar doğası gereği kesinleşmiş
kararları etkileyebilmekte ve bu hususta 'uyarlama yargılamaları' yapılmasını
gerektirebilmektedir. Söz konusu kuralların doğası itibariyle kesinleşmiş kararlar
üzerinde etki doğurabilmesi ve bu etkiyi de ancak verilecek mahkeme kararları
aracılığıyla gerçekleştirebilmesi, bunların yasama yetkisinin genelliği
ilkesine istisna oluşturmalarını gerektirmemekte ve bu alanda kanuni düzenleme
yapılabilmesini engellememektedir.
Açıklanan nedenlerle dava konusu kural, Anayasa'nın 138. maddesine
aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın, Anayasa'nın 90. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
V- YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN İNCELENMESİ
2.7.2012 günlü, 6352 sayılı Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi
Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yayın Yoluyla İşlenen
Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi Hakkında Kanun'un;
A- 1- 1. maddesiyle 9.6.1932 günlü, 2004 sayılı İcra ve İflas
Kanunu'nun başlığı ile birlikte değiştirilen 1. maddesinin beşinci fıkrasına,
2- 3. maddesiyle 2004 sayılı Kanun'a
eklenen 8/a maddesinin ikinci fıkrasına,
3- 21. maddesiyle değiştirilen 2004 sayılı Kanun'un 106.
maddesinin birinci fıkrasına,
4- 22. maddesiyle değiştirilen 2004 sayılı Kanun'un 110.
maddesinin birinci fıkrasına,
5- 24. maddesiyle 2004 sayılı Kanun'un 114. maddesine eklenen
dördüncü fıkranın 'Açık artırmaya elektronik ortamdan teklif verme
yoluyla başlanır.' biçimindeki birinci cümlesine,
6- 25. maddesiyle 2004 sayılı Kanun'un başlığı ile birlikte
değiştirilen 115. maddesine,
7- 28. maddesiyle değiştirilen 2004 sayılı Kanun'un 124.
maddesinin üçüncü fıkrasında yer alan ''elektronik ortamda teklif
vererek artırmaya katılacakların teminat göstermeleri gerektiği ve elektronik
ortamda teklif vermeye ilişkin hususlar yazılır.' ibaresine,
8- 29. maddesiyle 2004 sayılı Kanun'un başlığı ile birlikte
değiştirilen 126. maddesinin dördüncü fıkrasına,
9- 31. maddesiyle değiştirilen 2004 sayılı Kanun'un 129.
maddesine,
10- 44. maddesiyle 6.1.1982 günlü, 2575 sayılı Danıştay Kanunu'nun
8. maddesinin;
a- (1) numaralı fıkrasının (d) bendine eklenen 'Türkiye
Büyük Millet Meclisi Genel Sekreterliği,' ibaresine, (e) bendine
eklenen 'ile düzenleyici ve denetleyici kurumların başkanlıkları,'ibaresine
ve değiştirilen (g) bendine,
b- (3) numaralı fıkrasında yer alan 'yirmi yıl' ibaresinin 'onbeş
yıl' şeklinde değiştirilmesine,
11- 45. maddesiyle değiştirilen 2575 sayılı Kanun'un 24. maddesinin
(1) numaralı fıkrasının (c) bendine,
12- 46. maddesiyle değiştirilen 2575 sayılı Kanun'un 60.
maddesinin (1) numaralı fıkrasına,
13- 47. maddesiyle değiştirilen 2575 sayılı Kanun'un 61.
maddesinin (1) numaralı fıkrasının birinci ve ikinci cümleleri ile (3) numaralı
fıkrasına,
14- 57. maddesiyle 6.1.1982 günlü, 2577 sayılı İdari Yargılama
Usulü Kanunu'nun 27. maddesinin;
a- Değiştirilen (2) numaralı fıkrasının birinci cümlesinde yer
alan ''davalı idarenin savunması alındıktan veya savunma süresi
geçtikten sonra'' ibaresine ve ikinci cümlesine,
b- Eklenen (3) ve (10) numaralı fıkralarına,
15- 58. maddesiyle değiştirilen 2577 sayılı Kanun'un 28.
maddesinin (2) numaralı fıkrası ile (6) numaralı fıkrasının ikinci cümlesine,
16- 72. maddesiyle 24.2.1983 günlü, 2802 sayılı Hâkimler ve
Savcılar Kanunu'nun 37. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (c) bendinin
birinci cümlesinde yer alan ''üstün başarısı ile iç denetim
hizmetlerinde yararlı olacağı anlaşılmış bulunanlar arasından'Müsteşarın
teklifi üzerine Bakan tarafından atama yapılır.' ibarelerine,
17- 75. maddesiyle 12.4.1991 günlü, 3713 sayılı Terörle Mücadele
Kanunu'nun başlığı ile birlikte değiştirilen 10. maddesinin 'Türk Ceza
Kanununun 305, 318, 319, 323, 324, 325 ve 332 nci maddeleri hariç olmak üzere,
İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan
suçlarda, Ceza Muhakemesi Kanununda öngörülen tutuklama süresi iki kat olarak
uygulanır.' biçimindeki beşinci fıkrası dışında kalan bölümüne,
18- 77. maddesiyle 9.6.2004 günlü, 5187 sayılı Basın
Kanunu'nun 26. maddesinin birinci ve altıncı fıkralarında yapılan değişikliklere,
19- 85. maddesiyle değiştirilen 26.9.2004 günlü, 5237 sayılı Türk
Ceza Kanunu'nun 220. maddesinin (7) numaralı fıkrasına,
20- 90. maddesiyle 5237 sayılı Kanun'un başlığı ile birlikte
değiştirilen 277. maddesine,
21- 92. maddesiyle değiştirilen 5237 sayılı Kanun'un 285.
maddesinin (1), (2), (5) ve (6) numaralı fıkralarına,
22- 93. maddesiyle değiştirilen 5237 sayılı Kanun'un 288.
maddesine,
23- 95. maddesiyle 4.12.2004 günlü, 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanunu'na eklenen 38/A maddesine,
24- 105. maddesinin birinci fıkrasının (2) numaralı bendinin (b)
alt bendinde yer alan ''13 üncü'' ibaresine,
25- Geçici 1. maddesine,
26- Geçici 2. maddesinin (4) ve (6) numaralı fıkralarına,
27- Geçici 3. maddesinin (1) numaralı fıkrasına,
yönelik iptal istemleri, 4.7.2013 günlü, E.2012/100, K.2013/84
sayılı kararla reddedildiğinden, bu maddelere, fıkralara, bentlere, cümlelere,
bölüme, ibarelere ve değişikliklere ilişkin yürürlüğün durdurulması
istemlerinin REDDİNE,
B- 75. maddesiyle 3713 sayılı Kanun'un başlığı ile birlikte
değiştirilen 10. maddesinin beşinci fıkrasına ilişkin iptal hükmünün yürürlüğe
girmesinin ertelenmesi nedeniyle bu fıkraya ilişkin yürürlüğün durdurulması
isteminin REDDİNE,
C- 85. maddesiyle değiştirilen 5237 sayılı Kanun'un 220.
maddesinin (6) numaralı fıkrası hakkında, 4.7.2013 günlü, E.2012/100, K.2013/84
sayılı kararla karar verilmesine yer olmadığına karar verildiğinden, bu fıkraya
ilişkin yürürlüğün durdurulması istemi hakkında KARAR VERİLMESİNE YER
OLMADIĞINA,
4.7.2013 gününde OYBİRLİĞİYLE, karar verilmiştir.
VI- İPTAL KARARININ YÜRÜRLÜĞE GİRECEĞİ GÜN SORUNU
Anayasa'nın 153. maddesinin üçüncü fıkrasında, 'Kanun, kanun
hükmünde kararname veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü ya da bunların
hükümleri, iptal kararlarının Resmi Gazetede yayımlandığı tarihte yürürlükten
kalkar. Gereken hallerde Anayasa Mahkemesi iptal hükmünün yürürlüğe gireceği
tarihi ayrıca kararlaştırabilir. Bu tarih, kararın Resmi Gazetede yayımlandığı
günden başlayarak bir yılı geçemez.' denilmekte, 6216 sayılı Anayasa
Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 66. maddesinin
(3) numaralı fıkrasında da bu kural tekrarlanarak, Mahkemenin gerekli gördüğü hâllerde, Resmî Gazetede
yayımlandığı günden başlayarak iptal kararının yürürlüğe gireceği tarihi bir
yılı geçmemek üzere ayrıca kararlaştırabileceği belirtilmektedir.
2.7.2012 günlü, 6352 sayılı Yargı
Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
ve Basın Yayın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi
Hakkında Kanun'un 75. maddesiyle 12.4.1991 günlü, 3713 sayılı Terörle Mücadele
Kanunu'nun başlığı ile birlikte değiştirilen 10. maddesinin'Türk Ceza
Kanununun 305, 318, 319, 323, 324, 325 ve 332 nci maddeleri hariç olmak üzere,
İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört, Beş, Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan
suçlarda, Ceza Muhakemesi Kanununda öngörülen tutuklama süresi iki kat olarak
uygulanır.' biçimindeki beşinci fıkrasının iptal edilmesi yönündeki kararın derhal
uygulanması kamu düzenini ihlal edici nitelikte görüldüğünden, Anayasa'nın 153.
maddesinin üçüncü fıkrasıyla 6216 sayılı Kanun'un 66. maddesinin
(3) numaralı fıkrası gereğince İPTAL
HÜKMÜNÜN, KARARIN RESMÎ GAZETE'DE YAYIMLANMASINDAN BAŞLAYARAK BİR YIL SONRA
YÜRÜRLÜĞE GİRMESİNE, OYBİRLİĞİYLE, 4.7.2013 gününde karar
verilmiştir.
VII- SONUÇ
2.7.2012 günlü, 6352 sayılı Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi
Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yayın Yoluyla İşlenen
Suçlara İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi Hakkında Kanun'un;
A- 1. maddesiyle 9.6.1932 günlü, 2004 sayılı İcra ve İflas
Kanunu'nun başlığı ile birlikte değiştirilen 1. maddesinin beşinci
fıkrasının Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE,
Mehmet ERTEN ile Zehra Ayla PERKTAŞ'ın karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
B- 3. maddesiyle 2004 sayılı Kanun'a
eklenen 8/a maddesinin ikinci fıkrasının Anayasa'ya aykırı olmadığına ve
iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
C- 21. maddesiyle değiştirilen 2004 sayılı Kanun'un 106.
maddesinin birinci fıkrasının Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal
isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
Ç- 22. maddesiyle değiştirilen 2004 sayılı Kanun'un 110.
maddesinin birinci fıkrasının Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal
isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
D- 24. maddesiyle 2004 sayılı Kanun'un 114. maddesine eklenen
dördüncü fıkranın 'Açık artırmaya elektronik ortamdan teklif verme
yoluyla başlanır.' biçimindeki birinci cümlesinin Anayasa'ya
aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
E- 25. maddesiyle 2004 sayılı Kanun'un başlığı ile birlikte
değiştirilen 115. maddesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal
isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
F- 28. maddesiyle değiştirilen 2004 sayılı Kanun'un 124.
maddesinin üçüncü fıkrasında yer alan ''elektronik ortamda teklif
vererek artırmaya katılacakların teminat göstermeleri gerektiği ve elektronik
ortamda teklif vermeye ilişkin hususlar yazılır.' ibaresinin Anayasa'ya
aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
G- 29. maddesiyle 2004 sayılı Kanun'un başlığı ile birlikte
değiştirilen 126. maddesinin dördüncü fıkrasının Anayasa'ya aykırı
olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
Ğ- 31. maddesiyle değiştirilen 2004 sayılı Kanun'un 129.
maddesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE,
OYBİRLİĞİYLE,
H- 44. maddesiyle 6.1.1982 günlü, 2575 sayılı Danıştay Kanunu'nun
8. maddesinin;
1- (1) numaralı fıkrasının;
a- (d) bendine eklenen 'Türkiye Büyük Millet Meclisi Genel
Sekreterliği,' ibaresinin,
b- (e) bendine eklenen 'ile düzenleyici ve denetleyici
kurumların başkanlıkları,' ibaresinin,
c- Değiştirilen (g) bendinin,
Anayasa'ya aykırı olmadıklarına ve iptal istemlerinin REDDİNE,
OYBİRLİĞİYLE,
2- (3) numaralı fıkrasında yer alan 'yirmi yıl' ibaresinin 'onbeş
yıl' şeklinde değiştirilmesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve
iptal isteminin REDDİNE, Zehra Ayla PERKTAŞ'ın karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,
I- 45. maddesiyle değiştirilen 2575 sayılı Kanun'un 24. maddesinin
(1) numaralı fıkrasının (c) bendinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal
isteminin REDDİNE, Osman Alifeyyaz PAKSÜT ile Zehra Ayla PERKTAŞ'ın
karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
İ- 46. maddesiyle değiştirilen 2575 sayılı Kanun'un 60. maddesinin
(1) numaralı fıkrasının;
1- Birinci cümlesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal
isteminin REDDİNE, Osman Alifeyyaz PAKSÜT'ün karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,
2- İkinci cümlesinin süre yönünden REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
J- 47. maddesiyle değiştirilen 2575 sayılı Kanun'un 61.
maddesinin;
1- (1) numaralı fıkrasının birinci ve ikinci cümlelerinin,
2- (3) numaralı fıkrasının,
Anayasa'ya aykırı olmadıklarına ve iptal istemlerinin REDDİNE,
Osman Alifeyyaz PAKSÜT'ün karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,
K- 57. maddesiyle;
1- 6.1.1982 günlü, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu'nun
27. maddesinin;
a- Değiştirilen (2) numaralı fıkrasının birinci cümlesinde yer
alan ''davalı idarenin savunması alındıktan veya savunma süresi
geçtikten sonra'' ibaresinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve
iptal isteminin REDDİNE, Mehmet ERTEN, Osman Alifeyyaz PAKSÜT ile Zehra
Ayla PERKTAŞ'ın karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
b- Değiştirilen (2) numaralı fıkrasının ikinci cümlesinin Anayasa'ya
aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
2- Eklenen (3) ve (10) numaralı fıkralarının Anayasa'ya aykırı
olmadıklarına ve iptal istemlerinin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
L- 58. maddesiyle değiştirilen 2577 sayılı Kanun'un 28. maddesinin
(2) numaralı fıkrası ile (6) numaralı fıkrasının ikinci cümlesinin Anayasa'ya
aykırı olmadıklarına ve iptal istemlerinin REDDİNE, Mehmet ERTEN'in
karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,
M- 72. maddesiyle 24.2.1983 günlü, 2802 sayılı Hâkimler ve
Savcılar Kanunu'nun 37. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (c) bendinin
birinci cümlesinde yer alan ''üstün başarısı ile iç denetim
hizmetlerinde yararlı olacağı anlaşılmış bulunanlar arasından'Müsteşarın
teklifi üzerine Bakan tarafından atama yapılır.' ibarelerinin
Anayasa'ya aykırı olmadıklarına ve iptal istemlerinin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
N- 75. maddesiyle 12.4.1991 günlü, 3713 sayılı Terörle Mücadele
Kanunu'nun başlığı ile birlikte değiştirilen 10. maddesinin;
1- Üçüncü fıkrasının;
a- (b) bendinin son cümlesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve
iptal isteminin REDDİNE, Mehmet ERTEN ile Zehra Ayla PERKTAŞ'ın
karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
b- (e) bendinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE,
Mehmet ERTEN, Osman Alifeyyaz PAKSÜT ile Zehra Ayla PERKTAŞ'ın karşıoyları ve
OYÇOKLUĞUYLA,
2- 'Türk Ceza Kanununun 305, 318, 319, 323, 324, 325 ve
332 nci maddeleri hariç olmak üzere, İkinci Kitap Dördüncü Kısmın Dört, Beş,
Altı ve Yedinci Bölümünde tanımlanan suçlarda, Ceza Muhakemesi Kanununda
öngörülen tutuklama süresi iki kat olarak uygulanır.' biçimindeki
beşinci fıkrasının İPTALİNE; iptal hükmünün, Anayasa'nın 153. maddesinin üçüncü
fıkrasıyla 30.3.2011 günlü, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve
Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 66. maddesinin (3) numaralı fıkrası
gereğince, KARARIN RESMÎ GAZETE'DE YAYIMLANMASINDAN BAŞLAYARAK BİR YIL SONRA
YÜRÜRLÜĞE GİRMESİNE, OYBİRLİĞİYLE,
3- Kalan bölümünün Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE,
OYBİRLİĞİYLE,
O- 77. maddesiyle 9.6.2004 günlü, 5187 sayılı Basın
Kanunu'nun 26. maddesinin birinci ve altıncı fıkralarında yapılan
değişikliklerin Anayasa'ya aykırı olmadıklarına ve iptal istemlerinin REDDİNE,
OYBİRLİĞİYLE,
Ö- 85. maddesiyle değiştirilen 26.9.2004 günlü, 5237 sayılı Türk
Ceza Kanunu'nun 220. maddesinin;
1- (6) numaralı fıkrası 11.4.2013 günlü, 6459 sayılı İnsan
Hakları ve İfade Özgürlüğü Bağlamında Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun'un 11. maddesi ile değiştirildiğinden,konusu kalmayan bu fıkraya
ilişkin iptal istemi hakkında KARAR VERİLMESİNE YER OLMADIĞINA, OYBİRLİĞİYLE,
2- (7) numaralı fıkrasının Anayasa'ya aykırı olmadığına
ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
P- 90. maddesiyle 5237 sayılı Kanun'un başlığı ile birlikte
değiştirilen 277. maddesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal
isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
R- 92. maddesiyle değiştirilen 5237 sayılı Kanun'un 285.
maddesinin (1), (2), (5) ve (6) numaralı fıkralarının Anayasa'ya
aykırı olmadıklarına ve iptal istemlerinin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
S- 93. maddesiyle değiştirilen 5237 sayılı Kanun'un 288.
maddesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE,
OYBİRLİĞİYLE,
Ş- 95. maddesiyle 4.12.2004 günlü, 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanunu'na eklenen 38/A maddesinin Anayasa'ya aykırı
olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
T- 105. maddesinin birinci fıkrasının (2) numaralı bendinin (b)
alt bendinde yer alan ''13 üncü''ibaresinin Anayasa'ya aykırı
olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
U- Geçici 1. maddesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal
isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
Ü- Geçici 2. maddesinin;
1- (4) numaralı fıkrasının Anayasa'ya aykırı olmadığına ve
iptal isteminin REDDİNE, Osman Alifeyyaz PAKSÜT'ün karşıoyu ve
OYÇOKLUĞUYLA,
2- (6) numaralı fıkrasının Anayasa'ya aykırı olmadığına ve
iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
V- Geçici 3. maddesinin (1) numaralı fıkrasının Anayasa'ya
aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
4.7.2013 gününde karar verildi.
Başkan
Haşim KILIÇ
|
Başkanvekili
Serruh KALELİ
|
Başkanvekili
Alparslan
ALTAN
|
Üye
Mehmet ERTEN
|
Üye
Serdar
ÖZGÜLDÜR
|
Üye
Osman
Alifeyyaz PAKSÜT
|
Üye
Zehra Ayla
PERKTAŞ
|
Üye
Recep KÖMÜRCÜ
|
Üye
Burhan ÜSTÜN
|
Üye
Nuri NECİPOĞLU
|
Üye
Hicabi DURSUN
|
Üye
Celal Mümtaz
AKINCI
|
Üye
Erdal TERCAN
|
Üye
Muammer TOPAL
|
Üye
Zühtü ARSLAN
|
Üye
M. Emin KUZ
|
KARŞIOY GEREKÇESİ
I- 2004 sayılı Kanunu'nun değişik 1. maddesinin iptali istenen
beşinci fıkrasında;
'İcra müdür ve icra müdür yardımcıları ile icra kâtiplerinin,
yazılı sınav, sözlü sınav, görevlendirme, nakil, unvan değişikliği, görevde
yükselme ve diğer hususları yönetmelikle düzenlenir.'denilmektedir.
Kuralda yer alan, icra müdür ve icra müdür yardımcıları ile icra
kâtiplerinin adli nitelikteki kamu hizmetinin gerektirdiği asli ve sürekli
görevleri yerine getirmekle ödevli kamu görevlileri olduklarında duraksama bulunmamaktadır.
Anayasa'nın 128. maddesinin ikinci fıkrasında ' Memurların
ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri,
hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla
düzenlenir' denilerek, kamu görevlileriyle ilgili statü esaslarının
kanunla düzenleneceği öngörülmektedir. Buna göre, kamu görevlilerinin nitelik,
atanma, görev ve yetkileri gibi hususların kanunla düzenlenmesi
Anayasal bir zorunluluktur.
İptali istenen kuralda ise kamu görevlileri olan icra müdürü,
icra müdür yardımcıları ve icra kâtiplerinin atanma, görevlendirme, görevde
yükselme gibi özlük işleri ile ilgili hususların yönetmelikle düzenleneceği
ifade edilmektedir.
Kanunla düzenlenmesi gereken bir hususu yönetmeliğe bırakan kural,
bu nedenle Anayasa'nın 128. maddesine aykırıdır.
II- 2577 sayılı Kanun'un 27. maddesinin değişik (2) numaralı
fıkrasının koyu renkle gösterilen ve iptali istenen sözcüklerin de yer
aldığı birinci cümlesinde;
'Danıştay veya idari mahkemeler, idari işlemin uygulanması halinde
telafisi güç veya imkânsız zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka
aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda, davalı
idarenin savunması alındıktan veya savunma süresi geçtikten sonra gerekçe
göstererek yürütmenin durdurulmasına karar verebilirler.' kuralı
yer almaktadır.
Kural uyarınca, Danıştay ve idari mahkemeler idari bir
işlemin yürütülmesinin durdurulabilmesine karar verebilmeleri için, kuralda
öngörülen diğer şartların yanı sıra, davalı idarenin savunmasının alınmış veya
savunma süresinin geçirilmiş olması koşulunun da gerçekleşmesini aramaları
gerekmektedir.
Anayasa Mahkemesinin 22.2.2006 günlü, E:2006/20 K:2006/25 sayılı
10.1.2007-26399 tarihli Resmî Gazete'de 9.3..2006 günlü, E:2006/33 K:2006/36
sayılı 10.1.2007-26399 tarihli Resmî Gazete'de yayımlanan kararlarında belirtilen
iptal gerekçeleri, iptali istenen bu sözcükler bakımından da geçerli
olduğundan, ''davalı idarenin savunması alındıktan veya savunma süresi
geçtikten sonra'' sözcükleri de belirtilen kararlardaki gerekçeyle
Anayasa'nın 125. maddesine aykırıdır.
III- 2577 sayılı Kanun'un değişik 28. maddesinin iptali
istenen (2) numaralı fıkrası ile (6) numaralı fıkrasının ikinci cümlesinde;
'Konusu belli bir miktar paranın ödenmesini gerektiren davalarda
hükmedilen miktar ile her türlü davalarda hükmedilen vekâlet ücreti ve
yargılama giderleri, davacının veya vekilinin davalı idareye yazılı şekilde
bildireceği banka hesap numarasına, bu bildirim tarihinden itibaren, birinci
fıkrada belirtilen usul ve esaslar çerçevesinde yatırılır. Birinci fıkrada
belirtilen süreler içinde ödeme yapılmaması halinde, genel hükümler dairesinde
infaz ve icra olunur.'
'
'Ancak mahkeme kararının davacıya tebliği ile banka hesap
numarasının idareye bildirildiği tarih arasında geçecek süre için faiz
işlemez.'denilmektedir.
Dava konusu kurallar mahkeme ilamlarının ne suretle infaz ve icra
edileceğini düzenlemektedir.
Anayasa'nın 'Hak arama hürriyeti' başlıklı
36. maddesinde 'Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle
yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil
yargılanma hakkına sahiptir.' denilmektedir. Buna göre, herkesin
davacı veya davalı olarak adil yargılanma hakkının bulunduğu, bu hak kapsamında
hakka ulaşma hakkının da yer aldığı açıktır.
İptali istenen kural, mahkemelerce hükmedilen bir miktar para ile
vekâlet ücreti ve yargılama giderlerinin, davacı veya vekilinin davalı idareye
bildireceği banka hesap numarasına 2577 sayılı Kanun'un 28. maddesinin birinci
fıkrasında öngörülen süre zarfında yatırılacağı, süresinde yatırılmaması
halinde ilâmın genel hükümler çerçevesinde infaz ve icra edileceğini
öngörmektedir. Kurala göre, mahkemece hükmedilen para ile vekâlet ücreti ve
yargılama giderleri hükmün kesinleşmesinden hemen sonra genel hükümlere göre
infaz ve icrası mümkün bir ilâm haline gelmesine rağmen, kural farklı bir ödeme
yöntemi getirerek, genel hükümlerin uygulanmasını belli bir süre için durdurmakta
ve hak sahiplerinin hakka ulaşmalarını belli bir süre engellemektedir.
Anayasa'da öngörülen adil yargılanma hakkı sınırlandırılması
mümkün olmayan hakka koşulsuz ulaşma hakkını da güvence altına alan temel bir
haktır.
Kural, bu hakkın kullanılmasını engellediği için Anayasa'nın 36.
maddesine aykırıdır.
Yine, kararın tebliği ile hesap numarasının bildirilmesi sırasında
geçecek sürede faiz işletilmemesine ilişkin kural ise aykırı olduğu kabul
edilen kurala bağlı bir düzenleme olduğundan, aynı gerekçeyle Anayasa'ya
aykırıdır.
IV- 3713 sayılı Kanun'un 10. maddesinin üçüncü fıkrasının b)
bendinin iptali istenilen ikinci cümlesinde ve e) bendinde;
'b) 1/11/1983 tarihli ve 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri
ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanununun 26 ncı maddesi hükmü saklıdır.'
'
'e) Gözaltındaki şüphelinin müdafi ile görüşme hakkı, Cumhuriyet
savcısının istemi üzerine, hâkim kararıyla yirmi dört saat süre ile
kısıtlanabilir; bu zaman zarfında ifade alınamaz.'denilmektedir.
- 3713 sayılı Kanun'un 10. maddesinin üçüncü fıkrasının b)
bendinin ikinci cümlesindeki kural, Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli
İstihbarat Teşkilatı Kanununun 26. maddesi hükmünü saklı tutarak, 2937 sayılı
Yasa kapsamında görevli bulunan kimi kişilerin 3713 sayılı yasada belirtilen
suçlar bakımından Cumhuriyet savcılarınca doğrudan soruşturma yapılmasını
önlenmektedir.
Saklı tutulan bu kural, Anayasa Mahkemesinin 17.1.2013
günlü E: 2012/19 K: 2013/17 sayılı, 12.05.2013-28645 tarihli Resmi
Gazetede yayımlanan kararında yer alan ve iptali gerektiğine ilişkin
karşı oy gerekçemde belirttiğim nedenlerle Anayasa'ya aykırıdır.
- 3713 sayılı Kanun'un 10. maddesinin üçüncü fıkrasının e) bendi,
3713 sayılı Kanun kapsamındaki suçlarla ilgili olarak gözaltına alınan şüphelilerin,
müdafi ile görüşmelerinin hakim kararıyla belli bir süre için
kısıtlanabileceğini öngörmektedir.
Anayasa'nın 36. maddesi, herkesin meşrû vasıta ve yollardan
faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve
savunma ile adil yargılanma hakkına sahip olduğunu ifade etmektedir. Savunma
hakkını da kapsayan adil yargılanma hakkı, maddede öngörülmediği için
sınırlandırılması mümkün olmayan temel bir haktır.
Kural ile 3713 sayılı Kanun kapsamındaki suçlarla ilgili olarak
gözaltına alınan şüphelinin müdafi ile görüşmesi belli bir süre engellenerek
savunma hakkı kısıtlanmaktadır.
Hâkim kararıyla ve belli bir süre için de olsa, savunma hakkının
kısıtlanması Anayasa'da öngörülen adil yargılanma hakkına aykırıdır.
V- Yukarda her bir bölümde açıklanan nedenlerle Anayasa'ya aykırı
oldukları belirtilen kuralların iptali gerekir.
KARŞIOY YAZISI
I- Kanun'un 45. maddesiyle 2575 sayılı Kanun'un 24. maddesinin (1)
numaralı fıkrasının (c) bendinde yapılan değişikliğin Anayasaya aykırılığı:
İlk derece mahkemesi olarak Danıştayda görülecek davaların
belirlendiği maddede yer alan kuralla, Bakanlıklar ile kamu kuruluşları veya
kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarınca çıkarılan ve ülke çapında
uygulanacak düzenleyici işlemlere karşı açılacak iptal ve tam yargı davalarına
Danıştayda bakılması öngörülmüştür. Buna göre, davanın ilk derece mahkemesi
olarak Danıştay'da görülmesini belirleyecek kıstasın, düzenleyici işlemin
yetki, sebep, şekil, konu ve amaç gibi hukuksal özelliklerinin değil, düzenleyici
işlemi yapan bakanlık veya kamu kuruluşunun kendi takdiriyle belirlediği idari
uygulama alanı olduğu anlaşılmaktadır. Daha açık bir anlatımla,iptali istenen
kuralın öngördüğü ölçütlere göre, düzenleyici işlemin Türkiye'nin bir ilini
hatta tek bir ilçesini hariç tutacak şekilde yapılması halinde Danıştay görevli
olmayacaktır. Bu durumda aynı nitelikte ve önemde davaların, davalı idarenin
tercihine göre, farklı yargı mercileri önüne gelmesi söz konusudur.
Anayasa'nın 125. maddesinde idarenin her türlü eylem ve
işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu, 142. maddesinde mahkemelerin
kuruluşunun, görev ve yetkilerinin, işleyişinin, yargılama usullerinin kanunla
düzenleneceği belirtilmiş; 155. maddesinde Danıştayın kanunda gösterilen belli
davalara da ilk ve son derece mahkemesi olarak bakacağı öngörülmüştür. Kuralla,
düzenleyici işlemlerin geçerli olacağı idari ve coğrafi bölgeyi serbestçe
belirleyecek olan idareye, bunun tabi olacağı yargı yerini de seçmek hakkı da
tanındığından, Anayasa'nın 142. ve 155. maddeleri anlamında Danıştayın görev ve
yetkisinin kanunla belirlendiği söylemez.
Bu nedenle kural, Anayasa'nın 142. ve 155. maddelerine aykırıdır.
II- Kanun'un 46. ve 47. maddeleriyle 2575 sayılı Kanun'da Danıştay
Başsavcısı ve savcılarının görevlerinde yapılan değişikliklerin Anayasa'ya
aykırılığı:
Kanunun 46. maddesiyle, Danıştay başsavcısının, esas hakkındaki
düşüncelerini bildirmek üzere savcılara havale edeceği dava dosyaları
Danıştay'ın ilk derece mahkemesi sıfatıyla göreceği dava dosyaları ile
sınırlandırılmış, 47. maddesiyle savcıların görevlerinin Danıştayda ilk derece
mahkemesi sıfatıyla görülecek dava dosyaları ile sınırlı olduğu tekrar
edilmiştir.
Anayasa'nın 155. maddesinde 'Danıştay, idari mahkemelerce
verilen ve kanunun başka bir idari yargı merciine bırakmadığı karar ve
hükümlerin son inceleme merciidir. Kanunda gösterilen belli davalara da ilk ve
son derece mahkemesi olarak bakar' denilmiştir. Buna göre Danıştay,
idari yargının temyiz ve içtihat mercii olup, bu işlevin yerine getirilmesi
Danıştay'ın asli görevidir.
İdari yargı savcılığı Anayasa'da düzenlenmiş bir kurum olup,
Anayasa'nın 140., 155. ve 159. maddelerinde açıkça yer almaktadır. Bu nedenle
Danıştay savcıları, idari yargının anayasal görev yapan asli unsurlarındandır.
Asli görevi idari yargının temyiz ve içtihat mercii olarak
anayasada belirlenen Danıştay'ın bu görevini yine anayasal bir yargı unsuru
olan Danıştay savcılarının devre dışı bırakılması suretiyle yerine getirmesini
öngören bir yasa kuralında Anayasa'ya uyarlık bulunduğu söylenemez. Bu nedenle
kural, Anayasa'nın 155. maddesine aykırıdır.
Öte yandan, Anayasa'nın 125. maddesinde idarenin her türlü eylem
ve işlemine karşı yargı yolu güvencesi öngörülmüş, 36. maddesinde adil
yargılanma hakkına yer verilmiştir. Temyiz hakkı kapsamında incelemesi
yapılacak dosyaların,anayasal bir kurum ve adil yargının ek bir güvencesi olan
Danıştay savcılarının katkısı ve incelemesi olmaksızın karara bağlanması,
hukuka uygun karar verme ve isabetli içtihatlar tesis etme yönünden Danıştay
kararlarının etki ve değerini olduğu kadar, davacıların haklarını da olumsuz
yönde etkileyebilecektir. Bu nedenle kural, Anayasa'nın 36. maddesine de
aykırıdır.
III- Kanun'un 57. maddesiyle 2577 sayılı Kanun'un 27. maddesinin
(2) numaralı fıkrasında yapılan değişikliğin Anayasa'ya aykırılığı:
Yapılan ve iptali istenen değişiklik, hukukun ve idari yargının
temel kurumlarından olan yürütmenin durdurulması kurumunun
uygulanabilirliğinin, idarenin savunmasının alınması veya avunma süresinin
geçmesi koşuluna bağlanmasına ilişkindir.
Hukukun temel prensiplerine ve evrensel bir hukuk ilkesi olan
tedbirin amaçlarına bütünüyle aykırı olan ve idari yargı güvencesini büyük
ölçüde işlevsiz hale getiren kural her ne kadar müteakipcümlede yapılan'uygulanmakla
etkisi tükenecek olan idari işlemlerin yürütülmesi, savunma alındıktan sonra
yeniden karar verilmek üzere, idarenin savunması alınmaksızın da
durdurulabilir' düzenlemesi ile dengelenmiş gözükmekte ise de kuralın
anayasaya aykırılığı bu şekilde giderilmiş olmamaktadır. Telafisi imkansız veya
güç zararların mutlaka uygulanmakla etkisi tükenecek işlemlerden
kaynaklanmayabileceği, süreklilik taşıyan işlemlerin de kimi durumlarda
kişilerin telafisi imkansız zararlarına yol açabileceği gözetildiğinde, iptali
istenen kuralın Anayasa'nın 125. maddesine açıkça aykırı olduğu
anlaşılmaktadır. Kuralın iptali gerekir.
IV- Kanun'un 75. maddesiyle 3713 sayılı Kanun'un 10. maddesinin
üçüncü fıkrasının (e) bendinde yapılan değişikliğin Anayasa'ya aykırılığı:
Kuralla getirilen değişiklikle, gözaltındaki şüphelinin müdafii
ile görüşme hakkının, Cumhuriyet savcısının istemi üzerine, hakim kararıyla
yirmidört saat süre ile kısıtlanabileceği, bu süre zarfında ifade alınamayacağı
öngörülmüştür.
Anayasa'nın 19. maddesinde kişi hürriyeti ve güvenliği, 36.
maddesinde adil yargılanma hakkı düzenlenmiştir. Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi'nin 6. maddesinde adil yargılanma hakkı kapsamında bir müdafiin
yardımından yararlanmak hakkı güvence altına alınmıştır.
Anayasa'nın 36. maddesinin müdafi yardımından faydalanma hakkını
kapsadığında şüphe bulunmamaktadır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin (AİHM)
içtihatlarıyla oluşan, tarafı olduğumuz insan hakları sisteminde savunma
hakkının, kişinin özgürlüğünün kısıtlandığı anda başladığı kabul edilmektedir.
Gözaltına alınma ile başlayan bir sürecin, tutuklanma ve kesin hükümle
mahkumiyetle sonuçlanabilecek olduğu gözetildiğinde, bu sürecin bazı
aşamalarında kişi aleyhine istisnalar öngörülmesinin söz konusu olamayacağı
açıktır. AİHM'nin 7377/03 sayılı Dayanan v.Türkiyedavasında
şüphelinin, polis tarafından yakalanma ve yargılama öncesi tutuklama dahil,
hürriyetinden alıkonulduğu anda avukat yardımından yararlanma hakkının
doğduğuna (para.31) ve bu sürede sorgunun yapılıp yapılmamasının önem
taşımadığına (para.32) hükmedilmiş, sonuç olarak başvurucunun adil yargılanma
hakkının ihlal edildiğine oybirliğiyle karar verilmiştir.
Şüphelinin müdafii ile görüştürülmediği 24 saatlik süre içerisinde
ifade alınmayacak olması, kuralı anayasaya uygun hale getirmeyeceği gibi,
aksine, bu sürenin 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 138. maddesi ile
yasaklanan sorgu öncesi yorma ve benzeri fiziksel veya ruhsal müdahaleler
kapsamında değerlendirilmesi gerekmektedir.
Açıklanan nedenlerle kural Anayasa'nın 36. maddesine aykırıdır.
V- Kanun'un GEÇİCİ MADDE 2'sinin (4) numaralı fıkrasının
Anayasa'ya aykırılığı:
Geçici Madde 2'nin (4) numaralı fıkrasıyla, 'Ceza
Muhakemesi Kanunu'nun yürürlükten kaldırılan 250nci maddesinin birinci
fıkrasına göre görevlendirilen mahkemelerde açılmış olan davalara, kesin
hükümle sonuçlandırılıncaya kadar, bu mahkemelerce bakmaya devam olunur. Bu
davalarda, yetkisizlik veya görevsizlik kararı verilemez. 12/4/1991 tarihli ve
3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununun 10 uncu maddesinin kovuşturmaya ilişkin
hükümleri bu davalarda da uygulanır.' kuralı getirilmiştir. Buna göre,
CMK'nun 250 maddesi ile görevli mahkemeler kaldırılmış ve adalet sistemimizden
çıkartılmış olmasına rağmen bakmakta oldukları davaları hükme bağlayacakları
gibi, temyiz aşamasında bozularak gelen kararlar üzerine de davaya bakmaya
devam edeceklerdir.
Anayasa'nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk
devleti olduğu, 36. maddesinde herkesin adil yargılanma hakkına sahip
bulunduğu, 37. maddesinde hiç kimsenin kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir
merci önüne çıkarılamayacağı, 142. maddesinde mahkemelerin kuruluşu, görev ve
yetkileri, işleyişi, yargılama usullerinin kanunla düzenleneceği
belirtilmiştir.
Ceza Muhakemesi Kanunu'nun mülga 250. maddesi ile görevli ağır
ceza mahkemeleri 5.7.2012 tarihi itibariyle 6352 sayılı Kanun'un 105. maddesi
ile kaldırılmış, bunların yerine söz konusu suçları kovuşturmak üzere 3713
sayılı Kanun'un 10. maddesiyle görevli ağır ceza mahkemeleri kurulmuştur.
Kuralın gerekçesinin, yeni düzenlemeler nedeniyle karmaşık ve çok sanıklı
mevcut davaların yeni mahkemelere devredilmesi nedeniyle birçok usuli
işlemlerin tekrarlanması ve yargılamaların uzaması gibi durumlara sebebiyet
verilmemesi olduğu belirtilmektedir. Ancak mahkemelerin kaldırılmış olmaları halinde
dahi ellerindeki dosyaları sonuçlandırıncaya kadar faaliyetlerine devam
etmeleri, hukukun evrensel bir kuralı olmadığı gibi, uygulamada bir
yargılamanın kesin hükümle sonuçlanmasına kadar mahkemede aynı heyetin görev
başında kalması da beklenemez. Nitekim bahse konu mahkemelerde de gerek
yargıçlar gerek savcılar, soruşturmaların başlamasından bu güne kadar HSYK
kararlarıyla pek çok kez değiştirilmiştir. Hem hukukun genel ilkeleri arasında,
hem de ceza usul mevzuatımızda, bir yargılamanın mahkemesinden alınarak başka
bir mahkemeye verilmesi (davanın nakli) veya temyiz aşamasında bozma kararından
sonra başka bir mahkemeye gönderilmesi halleri öngörülmüştür. Bunlar, iptali
istenen kuralın gerekçelerini büyük ölçüde çürüten, genel hukuk kurallarıdır.
Kaldı ki usuli işlemlerin tekrarına sebebiyet verilmemesi ve yargılamanın
uzamaması gibi gerekçeler ancak hüküm verilinceye kadar geçerli olabilir, kesin
hükme kadar geçecek aşamalarda dosyanın birçok kez mahkeme ile Yargıtay
arasında gidip gelmesi söz konusu olabileceğinden, kaldırılmış olan
mahkemelerin yıllarca göreve devam etmesinin her hangi yararı ve haklı nedeni
bulunmamaktadır.
Kaldırılan mahkemelerde devam edecek olan davalar ve bunların
sanıkları bellidir ve bu mahkemelerde yeni davalar açılmayacağından, sadece bu
kişileri yargılamak için mevcudiyetlerini sürdüreceklerdir.
Bir hukuk devletinde yasalar kamu yararı amacıyla yapılır. Bunun
anlamı, yasaların belli kişilerin lehinde veya aleyhinde belli sonuçlar veya
durumlar yaratılması anlamıyla yasa çıkarılmamasıdır. Ancak iptali istenen
kuralla, sadece sanık durumunda olan belli kişiler etkilenmiş, benzer suçlardan
yargılanan diğer kişilerden farklı bir yerde yargılanmış olacaklardır. Bu
nedenle, kuralın kamu yararı amacıyla getirilmediği sonucuna varmak gerekir.
Yasa koyucunun anayasanın ilkelerine ve hukukun evrensel
kurallarına aykırı düşecek bir konuda takdir yetkisi bulunduğundan söz
edilemez. Bu nedenle, kuralla getirilen düzenleme Anayasa'nın 142. maddesi ile
yasa koyucuya verilen takdir yetkisinin kapsamına girmemektedir.
Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa'nın 2. ve 36. maddelerine
aykırıdır, iptali gerekir.
Üye
Osman
Alifeyyaz PAKSÜT
|
KARŞIOY GEREKÇESİ
2.7.2012 günlü, 6352 sayılı Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi
Amacıyla Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması ve Basın Yoluyla İşlenen Suçlara
İlişkin Dava ve Cezaların Ertelenmesi Hakkında Kanun'un;
1) 1. maddesi ile değiştirilen 9.6.1932 günlü 2004 sayılı Kanun'un
1. maddesinin beşinci fıkrasının incelenmesi;
Fıkrada; 'İcra müdür ve icra müdür yardımcıları ve icra
katiplerinin yazılı sınav, sözlü sınav, görevlendirme, nakil, unvan
değişikliği, görevde yükselme ve diğer hususları yönetmelikle düzenlenir.'
denilmektedir.
Anayasa'nın 7. maddesinde yasama yetkisinin Türk milleti adına
Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği
belirtilmiş, 128. maddesinin ikinci fıkrasında ise 'Memurların ve diğer kamu
görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve
yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir'
hükmü yer almıştır.
Bu durumda kamu görevlisi olduklarında kuşku bulunmayan icra
müdür, icra müdür yardımcıları ve icra katiplerinin sınav, atanma,
görevlendirme, unvan değişikliği, nakil ve diğer özlük hakları ile ilgili
hususların kanunla düzenlenmesi gerekirken idari tasarruf niteliğindeki
yönetmelikle düzenlenmesini öngören dava konusu fıkra Anayasa'nın 7. ve 128./2
maddesine aykırıdır.
2) 44. maddesi ile 6.1.1982 gün ve 2575 sayılı Danıştay Kanunu'nun
değiştirilen 8. maddesinin (3) numaralı fıkrasında yer alan 'onbeş yıl'
ibaresinin incelenmesi;
2577 sayılı Yasa'nın üye seçimi başlıklı 9. maddesinde 'Danıştayda
boşalan üyeliklerin dörtte üçünün idari yargı hakim ve savcılığından, dörtte
biri ise diğer görevliler arasından seçilir.' denilmekte; 8. maddesinde ise
'Danıştay üyelerinin nitelikleri' sayılmaktadır. Madde hükmünde idari yargı
hakim ve savcılarının Danıştay üyesi seçilebilmek için birinci sınıfa
ayrıldıktan sonra en az üç yıl bu görevlerde başarı ile çalışmış olmaları ve
birinci sınıfa ayrılma niteliğini kaybetmemeleri şartı aranırken, idari
görevlerden Danıştay üyeliğine seçileceklerin ise yükseköğrenimlerini tamamladıktan
sonra devlet hizmetlerinde onbeş yıl çalışmış bulunmaları ve birinci derece
aylığını kazanılmış hak olarak almaları şartı aranmaktadır.
Dava konusu maddede değişiklikten önce idari görevlerden Danıştay
üyeliğine seçileceklerde yirmi yıl kamu hizmetlerinde çalışmış olma şartı
aranmakta idi.
Anayasa'nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti demokratik bir hukuk
devleti olduğu belirtilmiştir. Buna göre Devletin tüm organları Anayasa ve
hukukun üstün kuralları ile bağlıdır. Hukuk devleti devlet etkinliklerinin
özenle sürdürülebilmesi için gerekli olan hukuksal alt yapıyı oluşturmak
suretiyle aynı zamanda istikrarı da sağlar. Bu istikrarın özü hukuki güvenlik
ve öngörülebilirliktir. Hukuki güvenlik ve öngörülebilirlik sağlanabilmesi ise
kuralların genel, eşit ve nesnel olmalarına bağlıdır.
Dava konusu düzenlemede yer alan ibare ile, Danıştay üyesi
seçilebilmek için aranan deneyim ve tecrübe şartının idari görevlerden gelenler
yönünden 'onbeş yıl' olarak düzenlenmesi, idari hakim ve savcıların üye
seçilebilmek için mesleki beklentilerini zedelediği açıktır.
Kaldı ki 27.6.2013 gün ve 6494 sayılı Yasa ile hakim ve savcıların
üye seçilebilmeleri için yirmi yıl meslekte çalışmış olma koşulu aranmaktadır.
Netice olarak Danıştay üyesi seçilebilmek için idari görevlerden
gelenler bakımından aranan devlet hizmetinde çalışma koşulunu 'onbeş yıl' a
indiren ibare idari yargı hakim ve savcılarının Danıştay üyesi
seçilebilmelerinde mesleki öngörülebilirliği ve sonuçta hukuki güvenliğini
zedelediğinden Anayasa'nın 2.maddesine aykırı bulunmaktadır.
3) 45. maddesi ile değiştirilen 2575 sayılı Kanun'un 24.
maddesinin (1) numaralı fıkrasının ( c ) bendinin incelenmesi;
İlk derece mahkemesi olarak Danıştay'da görülecek davaları
düzenleyen 24. maddenin (1) numaralı fıkrasının (c) bendinde; 'Bakanlıklar veya
kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarınca çıkarılan ve ülke çapında
uygulanacak düzenleyici işlemlere karşı açılan davaların Danıştayda ilk derece
mahkemesi olarak görüleceği belirtilmektedir.
Sözü geçen bend değişmeden önce 'Bakanlıkların düzenleyici işlemleri
ile kamu kuruluşları veya kamu kurumu kuruluşları veya kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluşlarınca çıkarılan ve ülke çapında uygulanacak
düzenleyici işlemlere' şeklinde idi.
Buna göre sözü geçen bentde yapılan değişiklikten önce
Bakanlıkların tüm düzenleyici işlemlerine karşı açılacak ilk derece davaların
Danıştayda görülmesi mümkün iken, dava konusu kural ile sadece ülke çapında
uygulama kabiliyetine sahip düzenleyici işlemlere karşı açılacak davaların
Danıştayda görülmesi esası getirilmiştir.
Anayasa'nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti demokratik bir hukuk
devleti olduğu belirtilmiştir. Buna göre devletin tüm organları anayasa ve
hukukun üstün kuralları ile bağlıdır.
İptali istenilen düzenleme ile Bakanlıkların ve kamu
kuruluşlarının sadece ülke çapında uygulanacak işlemlerine karşı açılacak
davaların Danıştayda görüleceği belirtildiğinden, Danıştayda ilk derece
Mahkemesi olarak görülecek davaların sınırlanmasına neden olduğu açıktır.
Açıklanan nedenle kural Anayasa'nın 2. maddesine aykırıdır.
4) 57 maddesi ile 2577 sayılı Kanun'un 27. maddesine eklenen 2
numaralı fıkrada yer alan 'davalı idarenin savunması alındıktan sonra'
ibaresinin incelenmesi;
2577 sayılı Kanun'un 27. maddesinin değişik (2) numaralı
fıkrasında 'Danıştay veya idari mahkemeler, idari işlemin uygulanması halinde
telafisi güç veya imkansız zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka
aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda, davalı idarenin
savunması alındıktan veya savunma süresi geçtikten sonra gerekçe göstererek
yürütmenin durdurulmasına karar verebilirler.' denilmektedir.
Kuralda, Danıştay ve idari mahkemeler idari bir işlemin
yürütülmesinin durdurulabilmesi için; uygulanması halinde telafisi güç veya
imkansız zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması
şartlarının birlikte gerçekleşmiş olması halinde bu şartların yanı sıra davalı
idarenin de savunmasının alınmış olması veya savunma süresinin geçirilmiş
olması koşulunun da gerçekleşmesi gerekmektedir.
Anayasa'nın 'yargı yolu' başlıklı 125. maddesinin beşinci
fıkrasında 'idari işlemin uygulanması halinde telafisi güç ve imkansız
zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının
birlikte gerçekleşmesi durumunda gerekçe gösterilerek yürütmenin durdurulmasına
karar verilebilir.' hükmü yer almış, maddenin gerekçesinde de yürütmenin
durdurulması ile ilgili olarak ''hangi hallerde yürütmenin durdurulması kararı
verilebileceği açıklıkla belirtilmek yoluna gidilmiştir. Bu şekilde, yürütmenin
durdurulması kararı verilebilmesi için madde de gösterilen iki şartın bir arada
bulunması ve ayrıca gerekçe gösterilmesi gerekmektedir.' denilmiştir. Buna göre
yürütmenin durdurulması kararı verebilmesi için idari işlemin uygulanması
halinde telafisi güç veya imkansız zararın doğması' ve 'idari işlemin açıkça
hukuka aykırı olması' koşullarının birlikte gerçekleşmesi gereklidir.
Anayasa'da yürütmenin durdurulması ile ilgili olarak başka bir koşul
bulunmamaktadır.
Bu durumda iptali istenilen kuralda her ne kadar yürütmenin
durdurulması koşulları değiştirilmemekte ise de, bu konuda karar verilmesi için
'davalı idarenin savunması alındıktan veya savunma süresi geçtikten sonra ''
denilmek suretiyle mahkemelerin bu konuda karar vermesi geciktirilmekte, böylece
kişilerin telafisi imkansız zararla karşılaşmalarına, bu durumun ise
Anayasa'nın 125. maddesinin beşinci fıkrasında öngörülen 'idari işlemin
uygulanması halinde telafisi güç veya imkansız zararın doğması' koşulunu
etkisiz kılacağı açıktır.
Açıklanan nedenle kural Anayasa'nın 125. maddesine aykırıdır.
5) 75. maddesi ile 3713 sayılı Kanun'un 10. maddesinin üçüncü
fıkrasının (b) bendinin ikinci cümlesinin incelenmesi;
3713 sayılı Kanun'un üçüncü fıkrasının (b) bendinde 'Türk Ceza
Kanununun 302, 309, 311, 312, 313, 314, 315 ve 316'ıncı maddelerinde düzenlenen
suçlar hakkında, görev sırasında veya görevinden dolayı işlenmiş olsa bile
Cumhuriyet savcılarınca doğrudan soruşturma yapılır. 1.11.1983 tarihli ve 2937
sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanununun 26.
maddesi hükmü saklıdır.' denilmektedir.
Madde hükmü ile Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat
Teşkilatı Kanunu'nun 26. maddesi hükmü saklı tutulmak suretiyle, 2937 sayılı
Yasa kapsamında görevli bulunan bazı kişilerin 3713 sayılı Yasa'da belirtilen
suçlar bakımından Cumhuriyet savcılarınca doğrudan soruşturma yapılması
önlenmektedir.
Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı
Kanun'un 26. maddesinin iptali talebiyle açılan davada Anayasa Mahkemesinin
17.1.2013 günlü, Esas: 2012-19, Karar: 2013-17 sayılı kararında yer alan ve
iptali gerektiğine ilişkin karşıoy gerekçemde belirttiğim nedenlerle kural
Anayasa'nın 2. maddesine aykırıdır.
6) 75 maddesi ile 3713 sayılı Kanun'un 10. maddesinin üçüncü
fıkrasının (e) bendinin incelenmesi;
3713 sayılı Kanun'un 10. maddesinin üçüncü fıkrasının (e)
bendinde; 'Gözaltındaki şüphelinin müdafii ile görüşme hakkı, Cumhuriyet
savcısının istemi üzerine hakim kararıyla yirmidört saat süre ile
kısıtlanabilir; bu zaman zarfında ifade alınamaz' denilmektedir.
Anayasa'nın 36. maddesinde herkesin meşru vasıta ve yollardan
faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve
savunma ile adil yargılanma hakkına sahip oldukları hükme bağlanmıştır. Savunma
hakkını da kapsayan adil yargılanma hakkı sınırlandırılması mümkün olmayan
temel bir haktır.
Dava konusu kuralda ise 3713 sayılı Kanun kapsamındaki suçlarla
ilgili olarak gözaltına alınan şüphelinin müdafii ile görüşmesi belli bir süre
engellenmek suretiyle savunma hakkı kısıtlanmaktadır. Bu nedenle kural
Anayasa'nın 36. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkına aykırıdır.
Açıklanan nedenlerle yukarıda her bölümde açıklanan gerekçelerle
Anayasa'ya aykırı olduğu belirtilen kural ve ibarelerin iptali gerektiği
düşüncesi ile çoğunluk görüşüne katılmıyorum.