ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı:11976/38
Karar Sayısı:1976/46
Karar Günü:12/10/1976
Resmi Gazete tarih/sayı:20.1.1977/15825
İtiraz
yoluna başvuran Mahkeme: Antalya Asliye 1. Hukuk Mahkemesi.
İtirazın
konusu : 9/7/1961 günlü, 334 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sının 20/9/1971
günlü, 1488 sayılı Yasa ile değişik 38. maddesinin ikinci ve üçüncü
fıkralarının, Anayasa'nın 12., 36. ve 39. maddelerine aykırı olduğu kanısına
varan mahkeme, söz konusu ikinci ve üçüncü fıkraların iptali için Anayasa
Mahkemesine başvurmuştur.
I.
OLAY :
Turizm
ve Tanıtma Bakanlığınca kamulaştırılan taşınmaz mala takdir edilen bedeli az
bulan davacılar, bedelin yükseltilmesi için dava açmışlardır. Buna karşılık
Turizm ve Tanıtma Bakanlığı da, takdir edilen bedelin, maliklerce bildirilen
vergi değerinden daha yüksek olduğunu ileri sürerek, vergi değerine
indirilmesini dava etmiştir. Birleştirilerek görülen davanın incelenmesi
sırasında, olayda uygulanması gereken Anayasa'nın 38. maddesinin ikinci ve üçüncü
fıkralarının, Anayasa'nın 12., 36. ve 39. maddelerinde yazılı ilkelere aykırı
olduğu kanısına varan mahkeme, kendiliğinden, bu fıkraların iptali için Anayasa
Mahkemesine başvurmuştur.
III.
METİNLER:
l
334 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sının 20/9/1971 günlü, 1488 sayılı Yasa
ile değişik 38. maddesi şöyledir:
"
Kamulaştırma.
Madde
38- Devlet ve kamu tüzel kişileri, kamu yararının gerektirdiği hallerde,
karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malları,
kanunla gösterilen esas ve usullere göre, tamamını veya bir kısmını
kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idari irtifaklar kurmaya yetkilidir.
Ödenecek
karşılık, taşınmaz malın tamamının kamulaştırılması halinde o malın malikinin
kanunda gösterilecek usul ve şekle uygun olarak bildireceği vergi değerini;
kısmen kamulaştırmalarda da, vergi değerinin kamulaştırılan kısma düşen
miktarını aşamaz.
Kamulaştırılan
taşınmaz mal karşılığının vergi değerinden az takdir edilmesi halinde malikin
itiraz ve dava hakkı saklıdır.
Çiftçinin
topraklandırılması, ormanların Devletleştirilmesi, yeni orman yetiştirilmesi ve
iskân projelerinin gerçekleştirilmesi amaçlarıyla kamulaştırılan taşınmaz mal
ve kıyıların korunması ve turizm amacıyla kamulaştırılan toprak bedellerinin
ödeme şekli kanunla gösterilir.
Kanunun
taksitle ödemeyi öngördüğü hallerde çiftçinin topraklandırılması, ormanların
Devletleştirilmesi, yeni orman yetiştirilmesi ve iskân projelerinin
gerçekleştirilmesi için konulacak süre yirmi yılı; kıpıların korunması ve
turizm amacıyla yapılacak kamulaştırmalarda ise bu süre on yılı aşamaz Bu
takdirde, taksitler eşit olarak ödenir ve kanunla gösterilen faiz haddine
bağlanır.
Kamulaştırılan
topraktan, o toprağı doğrudan işleten çiftçinin hakkaniyet ölçüleri içinde
geçinebilmesi için zaruri olan ve kanunla gösterilen kısmın ve küçük çiftçinin
kamulaştırılan toprağının bedeli her halde peşin ödenir." (22/9/1971 günlü,
13964 sayılı Resmi Gazete).
2-
İtiraza dayanak tutulan Anayasa Hükümleri :
"Madde
12- Herkes, dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep
ayınım gözetilmeksizin, kanun önünde eşittir.
Hiçbir
kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.
Madde
36- Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı
amacıyla kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına
aykırı olamaz.
Madde
39- Kamu hizmeti niteliği taşıyan özel teşebbüsler, kamu yararının gerektirdiği
hallerde, gerçek karşılığı kanunda gösterilen şekilde ödenmek şartıyla
devletleştirilebilir. Kanunun taksitle ödemeyi öngördüğü hallerde, ödeme süresi
on yılı aşamaz ve taksitler eşit olarak ödenir; bu taksitler; kanunla gösterilen
faiz haddine bağlıdır."
3-
Konu ile ilgili öteki Anayasa Hükümleri :
"Başlangıç
:
Tarihi
boyunca bağımsız yaşamış, hak ve hürriyetleri için savaşmış olan;
Anayasa
ve Hukuk dışı tutum ve davranışlarıyla meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı
direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 devrimini yapan Türk Milleti;
Bütün
fertlerini, kaderde, kıvançta ve tasada ortak, bölünmez bir bütün halinde,
milli şuur ve ülküler etrafında toplıyan ve milletimizi, dünya milletleri
ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak milli birlik ruhu içinde
daima yüceltmeyi amaç bilen Türk Milliyetçiliğinden hız ve ilham alarak ve;
"Yurtta
Sulh, Cihanda Sulh" ilkesinin, Milli Mücadele ruhunun, millet
egemenliğinin, Atatürk Devrimlerine bağlılığın tam şuuruna sahip olarak;
İnsan
hak ve hürriyetlerini, milli dayanışmayı, sosyal adaleti ferdin ve toplumun
huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve teminat altına almayı mümkün kılacak
demokratik hukuk devletini bütün hukuki ve sosyal temelleriyle kurmak için;
Türkiye
Cumhuriyeti Kurucu Meclisi tarafından hazırlanan bu Anayasa'yı kabul ve ilân ve
onu, asıl teminatın vatandaşların gönüllerinde ve iradelerine yer aldığı inancı
ile, hürriyete, adalete ve fazilete âşık evlâtlarının uyanık bekçiliğine emanet
eder.
Madde
2- Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve Başlangıçta belirtilen temel
ilkelere dayanan, milli, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.
Madde
9- Devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki Anayasa hükmü değiştirilemez ve
değiştirilmesi teklif edilemez.
Madde
64- Kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak, Devletin bütçe ve kesin hesap kanun
tasarılarını görüşmek ve kabul etmek, para basılmasına, genel ve özel af
ilânına, mahkemelerce verilip kesinleşen ölüm cezalarının yerine getirilmesine
karar vermek, Türkiye Büyük Millet Meclisinin yetkilerindendir.
Türkiye
Büyük Millet Meclisi, kanunla belli konularda, Bakanlar Kuruluna kanun hükmünde
kararnameler çıkarmak yetkisi verebilir. Yetki veren kanunda, çıkarılacak
kararnamelerin amacı, kapsamı ve ilkeleriyle bu yetkiyi kullanma süresinin ve
yürürlükten kaldırılacak kanun hükümlerinin açıkça gösterilmesi ve kanun
hükmünde kararnamede de yetkinin hangi kanunla verilmiş olduğunun belirtilmesi
lâzımdır.
Bu
kararnameler. Resmi Gazete'de yayımlandıkları gün yürürlüğe girerler. Ancak
kararnamede yürürlük tarihi olarak daha sonraki bir tarih de gösterilebilir.
Kararnameler, Resmi Gazete'de yayımlandıkları gün Türkiye Büyük Millet
Meclisine sunulur.
Yetki
kanunları ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan kararnameler, Anayasa'nın ve
yasama meclisleri İçtüzüklerinin kanunların görüşülmesi için koyduğu kurallara
göre, ancak, komisyonlarda ve genel kurullarda diğer kanun tasan ve
tekliflerinden önce ve ivedilikle görüşülüp karara bağlanır.
Yayımladıkları
gün Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulmayan kararnameler, bu tarihte, Türkiye
Büyük Millet Meclisince reddedilen kararnameler bu kararın Resmi Gazete ile
yayımladığı tarihte yürürlükten kalkar. Değiştirilerek kabul edilen
kararnamelerin değiştirilmiş hükümleri, bu değişikliklerin Resmi Gazete'de
yayımlandığı gün yürürlüğe girer.
Anayasanın
ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel hak ve
hürriyetler ile dördüncü bölümünde yer alan siyasi haklar ve ödevler kanun
hükmünde kararnamelerle düzenlenemez. Anayasa Mahkemesi bu Kararnamelerin
Anayasa'ya uygunluğunu da denetler.
Madde
85- Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Meclisler, çalışmalarını, kendi yaptıkları
İçtüzüklerin hükümlerine göre yürütürler.
İçtüzük
hükümleri, siyasi parti gruplarının, Meclislerin bütün faaliyetlerine
kuvvetleri oranında katılmalarını sağlayacak yolda düzenlenir. Siyasi parti
grupları, enaz on üyeden meydana gelir.
Meclisler,
kendi kolluk işlerini Başkanları eliyle düzenler ve yürütürler.
Madde
91- Kanun teklif etmeye, Bakanlar Kurulu ve Türkiye Büyük Millet Meclisi
üyeleri yetkilidirler.
Üyeler,
kendi tekliflerini her iki Meclisin ilgili komisyonlarında savunabilirler.
Madde
92- Kanun tasarı ve teklifleri önce Millet Meclisinde görüşülür.
Millet
Meclisince kabul, değiştirilerek kabul veya reddedilen tasarı ve teklifler
Cumhuriyet Senatosuna gönderilir.
Millet
Meclisinde kabul edilen metin, Cumhuriyet Senatosunca değişiklik yapılmadan
kabul edilirse, bu metin kanunlaşır.
Cumhuriyet
Senatosu, kendisine gelen metni değiştirerek kabul ederse, Millet Meclisinin bu
değişikliği benimsemesi halinde metin kanunlaşır.
Millet
Meclisi, Cumhuriyet Senatosundan gelen metni benimsemezse, her iki Meclisin
ilgili komisyonlarından seçilecek eşit sayıdaki üyelerden bir karma komisyon
kurulur. Bu komisyonun hazırladığı metin Millet Meclisine sunulur Millet
Meclisi, Karma komisyonca veya Cumhuriyet Senatosunca veya daha önce kendisince
hazırlanmış olan metinlerden birini olduğu gibi kabul etmek zorundadır. Cumhuriyet
Senatosunda üye tamsayısının salt çoğunluğu ile kabul edilmiş olan madde
değişikliklerinde Millet Meclisinin kendi ilk metnini benimsemesi için, üye
tamsayısının salt çoğunluğunun oyu gereklidir. Bu halde açık oya başvurulur.
Millet
Meclisinin reddettiği bir tasarı veya teklifi, Cumhuriyet Senatosunca da
reddedilirse düşer.
Millet
Meclisinin reddettiği bir tasarı veya teklif Cumhuriyet Senatosunca olduğu gibi
veya değiştirilerek kabul edilirse, Millet Meclisi Cumhuriyet Senatosunun kabul
ettiği metni yeniden görüşür. Cumhuriyet Senatosunun metni Millet Meclisince
benimsenirse, kanunlaşır; reddedilirse, tasarı veya teklif düşer; Cumhuriyet
Senatosundan gelen metin Millet Meclisince değiştirilerek kabul edilirse, 5
inci fıkra hükümleri uygulanır.
Cumhuriyet
Senatosunca üye tamsayısının salt çoğunluğu ile tümü reddedilen bir metnin
Millet Meclisi tarafından kabulü için, üye tamsayısının salt çoğunluğunun oyu
lâzımdır. Bu halde açık oya başvurulur.
Cumhuriyet
Senatosunca üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile tümü reddedilen bir metnin
kanunlaşabilmesi, Millet Meclisi tarafından üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu
ile kabul edilmesine bağlıdır. Bu halde açık oya başvurulur.
Cumhuriyet
Senatosu, kendisine gönderilen bir metni, Millet Meclisi komisyonlarında ve
genel kurulundaki görüşme süresini aşmayan bir süre içinde karara bağlar, bu
süre üç ayı geçemez ve ivedilik hallerinde onbeş günden, ivedi olmayan hallerde
bir aydan kısa olamaz. Bu süreler içinde karara bağlanmayan metinler,
Cumhuriyet Senatosunca Millet Meclisinden gelen şekliyle kabul edilmiş sayılır.
Bu fıkrada belirtilen süreler Meclislerin tatili devamınca işlemez.
Yasama
Meclislerinin ve mahalli idarelerin seçimleri ve siyasi partilerle ilgili
tasarı ve tekliflerin kabul veya reddinde yukarıdaki fıkralar hükümleri
uygulanır. Ancak, karma komisyon kurulmasını gerektiren hallerde, karma
komisyonun raporu, Türkiye Büyük Millet Meclisinin birleşik toplantısında
görüşülür ve karara bağlanır; Türkiye Büyük Millet Meclisinin birleşik
toplantısında Millet Meclisinin ilk metninin kabulü için üye tamsayısının salt
çoğunluğunun oyu lâzımdır. 8 inci ve 9 uncu fıkra hükümleri saklıdır.
Madde
155- Anayasa'nın değiştirilmesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının
en az üçte biri tarafından yazıyla teklif edilebilir. Anayasa'nın
değiştirilmesi hakkındaki teklifler ivedilikle görüşülemez. Değiştirme
teklifinin kabulü, Meclislerin ayrı ayrı üye tamsayılarının üçte iki
çoğunluğunun oyuyla mümkündür.
Anayasa'nın
değiştirilmesi hakkındaki tekliflerin görüşülmesi ve kabulü l inci fıkradaki
kayıtlar dışında, kanunların görüşülmesi ve kabulü hakkındaki hükümlere
tâbidir."
IV.
İLK İNCELEME:
Anayasa
Mahkemesinin 24/6/1976 gününde Kani Vrana, Şevket Müftügil, Ahmet Akar, Ziya
Önel, Abdullah Üner, Ahmet Koçak, Sekip Çopuroğlu, Fahrettin Uluç, Muhittin
Gürün, Lütfi Ömerbaş, Hasan Gürsel, Ahmet Salih Çebi, Adil Esmer, Nihat O.
Akçakayalıoğlu ve Ahmet H. Boyacıoğlu'nun katılmalariyle İçtüzüğün 15. maddesi
uyarınca yaptığı ilk inceleme toplantısında aşağıdaki sorunlar üzerinde
durulmuştur.
l-
Anayasa Mahkemesinin itirazı incelemeye görevli ve yetkili olup olmadığı
sorunu:
Anayasa
Mahkemesinin görev ve yetkilerini gösteren Anayasa'nın 147. maddesinin birinci
fıkrası, "Anayasa Mahkemesi, kanunların ve Türkiye Büyük Millet Meclisi
içtüzüklerinin Anayasa'ya uygunluğunu denetler" biçiminde iken, 20/9/1971
günlü, 1488 sayılı Yasa ile değiştirilerek "Anayasa Mahkemesi, kanunların
ve Türkiye Büyük Millet Meclisi içtüzüklerinin Anayasa'ya Anayasa
değişikliklerinin de Anayasa'da gösterilen şekil şartlarına uygunluğunu
denetler." biçimini almıştır.
Bu
değişiklikle Anayasa Mahkemesinin denetim görevinin alanı daraltılarak, Anayasa
değişikliklerinin, Anayasa'da gösterilen biçim koşullarına uygunluğunu
denetleme görevi, eskiden olduğu gibi, yetkisi içinde bırakılmış,
değişikliklerin esastan Anayasa'ya uygunluğunu denetleme işi ise görev ve
yetkisi dışına çıkarılmıştır. Başka bir anlatımla Anayasa Mahkemesinin Anayasa
değişikliklerini, esas yönünden denetlemesi önlenmiş, Anayasa'da gösterilen biçim
koşullarına uygunluğu yönünden denetlemesi yolu ise açık bırakılmıştır.
Yukarıdaki
açıklamalar karşısında 334 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sının 38.
maddesini değiştiren 20/9/1971 günlü, 1488 sayılı Anayasa değişikliğinin,
Anayasa'da gösterilen biçim koşullarına uygunluğu yönünden Anayasa Mahkemesince
incelenebileceği ve başvurmanın itiraz yolu ile yapılmış olmasının, Anayasa
Mahkemesinin görev ve yetkisini bu yönden etkilemiyeceği kabul edilmelidir.
2-
İtiraz yoluna başvuran mahkemenin yetkili olup olmadığı sorunu:
Anayasa'nın
değişik 151. ve 22/4/1962 günlü, 44 sayılı Yasanın 27. maddeleri gereğince, bir
davaya bakmakta olan mahkemenin Anayasa Mahkemesine başvurabilmesi için elinde
usulünce açılmış, görevine giren, bakmakta olduğu bir davanın bulunması ve
itiraz edilen hükmün davada uygulanacak nitelikte bir hüküm olması gerekir.
Dosyadaki
belgelerin incelenmesinden mahkemenin elinde usulünce açılmış, görevine giren
ve bakmakta olduğu bir davanın bulunduğu anlaşılmaktadır.
Anayasaya
aykırılığı ileri sürülen kuralların davada uygulanacak hüküm niteliğinde olup
olmadığı konusuna gelince:
9/7/1961
günlü, 334 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sının kamulaştırmaya ilişkin 38.
maddesinde genel ilke kamulaştırmalarda taşınmaz malın gerçek karşılığının ödenmesi
idi. 20/9/1971 günlü, 1488 sayılı Yasa ile getirilen yeni düzenlemede bu ilke
değiştirilmiş ve kamulaştırmalarda, malikin kanunda gösterilecek usul ve şekle
uygun olarak bildireceği vergi değerini aşmayan karşılık esası kabul
edilmiştir. Ancak kamulaştırmaya ilişkin işlemlerin bağlı olduğu kuralları
içeren 31/8/1956 günlü, 6830 sayılı İstimlâk (Kanununda ve bu kanunun kimi
maddelerini değiştiren 4/11/1961 günlü, 122 sayılı Yasa hükümlerinde,
Anayasa'nın geçici 20. maddesindeki buyruğa uyularak, 38. maddenin yeni ilkesi
doğrultusunda değişiklik yapılmamış ve bu arada itiraz yoluyla yapılan bir
başvurma sonunda İstimlâk Kanununun eski ilkeyi yansıtan 3. maddesi Anayasa
Mahkemesince iptal edilmiştir. (10/4/1973 günlü, E. 1972/53, K. 973/16 sayılı
Anayasa Mahkemesi Kararı: Resmi Gazete: Gün :29/8/1973, Sayı: 14640) Böylelikle
konuya ilişkin yasal düzenleme kalmamış ve kamulaştırma karşılığının
belirlenmesinden doğan anlaşmazlıkların çözümünde mahkemelerce Anayasa'nın
değişik 38. maddesinin doğrudan doğruya uygulanması zorunluluğu doğmuştur. O
halde Anayasa'nın 1488 sayılı Yasa ile değişik 38. maddesindeki itiraz konusu
kuralların mahkemenin davada uygulayacağı hüküm niteliğinde olduğu kabul
edilmelidir.
Öte
yandan, Anayasa değişikliklerini bakmakta oldukları davalarda uygulama
durumunda olan mahkemelerin, bu hükümlerin Anayasa'ya aykırılıkları konusunda
Anayasa Mahkemesine başvurmaya yetkili olup olmadıkları sorunu üzerinde de
durulmuş; Anayasa'nın değişik 147. ve 151. maddelerinin getirdiği açıklık karşısında,
dava mahkemelerinin de itiraz yoluyla Anayasa değişikliklerini Anayasa'da
gösterilen biçim koşullarına uygunluk denetiminden geçirilmesini sağlamak
ereğiyle Anayasa Mahkemesine başvurmaya yetkili oldukları sonucuna varılmıştır.
3-
Anayasa değişikliklerinin biçim yönünden Anayasa'ya aykırılıklarına ilişkin
incelemenin kapsamı ve Anayasa'nın 9. maddesindeki değişmezlik ve teklif
edilemezlik ilkelerinin hukuksal nitelikleri, etkileri ve sonuçları:
Anayasa'da,
konuyla ilgili başlıca biçim kuralları 155., 85., 91., 92. ve 9. maddelerde yer
almış bulunmaktadır. Bunlardan 155. madde Anayasa değişikliklerine, 85. madde
içtüzüklere, 91. madde kanun teklif etmeye, 92. madde kanunların görüşülmesine
ve kabulüne ilişkin biçimsel ilke ve kuralları içermektedir.
Devlet
şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki Anayasa hükmünün değiştirilemiyeceğine ve
değiştirilmesinin teklif dahi edilemiyeceğine ilişkin 9. maddeye gelince:
Anayasa
Devlet yapısının temelidir. Devlet Kuruluşlarının yapılan ve düzenleri, bu
kuruluşların yetkileri, görevleri, birbirleriyle olan ilişkileriyle karşılıklı
durumları, Devletin ve kişilerin haklarıyla ödevleri, bu hukuksal yapının
bütününü oluştururlar. Anayasa düzeni diye adlandırabileceğimiz bu yapının öyle
kuruluşları hak ve ödev kuralları vardır ki, bunların, hukukun üstün
kurallarına ve çağdaş uygarlığın gereklerine aykırı düşen nitelikte yeni
ilkelere bağlanması, sözü geçen düzenin bütünlüğünü bozabilir. Anayasa'nın 1.
maddesinde yer alan "Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir." hükmü bu
çeşit kuralların başında yer alır. Bu hükmün değiştirilmesi hiç kuşku yok ki.
Anayasa yapısını temelinden yıkar. Bunun gibi, bir bütün olan (Türkiye
Cumhuriyeti) düzeninin niteliklerini değiştirecek derecede etkisi olacak bir
değişikliğin yapılmasına da olanak düşünülemez. Çünkü böyle bir değişikliğin
bir an için teklif edilebileceği ve sonunda yapılabileceği düşünülecek olursa,
nitelikleri Anayasa'da belirlenmiş olan Türkiye Cumhuriyetinin Devlet düzeni de
başka nitelikteki bir devlet düzenine dönüşmüş olacağından, bu yeni düzenin,
artık değişiklikten önceki Anayasa'da tanımlanan biçimde işlemesi söz konusu
olamayacaktır. Bu gibi sonuçları önlemek içindir ki, çağdaş Anayasalar
kendilerini, böyle değişikliklere karşı koruyan ve güvence altına alan
hükümleri ve kuruluşları birlikte getirme yolunu seçmişlerdir.
1961
Anayasa'sı da 9. maddesiyle bir değişmezlik ilkesi koymuş ve bir de teklif
yasağı getirmiştir. Böylece 9. madde hükmü, içeriği bakımından biçime ilişkin
iki yönlü bir kuraldan oluşmuştur.
Gerçekten,
maddede yeralan değişmezlik ilkesinin sadece "Cumhuriyet" sözcüğünü
amaç aldığını, yani Anayasa'daki "Cumhuriyet" sözcüğünün
değişmezliğini öngörerek Cumhuriyeti oluşturan ilke ve kuralların
değiştirilebileceğini düşünmek, bu ilke ile bağdaştırılmaz. Çünkü 9. maddedeki
değişmezlik ilkesinin asıl amacı, Anayasa'nın 1. maddesiyle 2. maddesinde ve bu
maddenin gönderme yaptığı başlangıç bölümünde yeralan temel ilke ve kurallarla
niteliği belirtilen ve "Cumhuriyet" sözcüğüyle adlandırılan devlet
sistemidir. Başka bir deyimle, burada değişmezlik ilkesine bağlanmak yoluyla
güvence altına alınan "Cumhuriyet" sözcüğü değil, yukarıda gösterilen
2. madde ile başlangıç bölümünde nitelikleri belirtilmiş olan Cumhuriyet
rejimidir. Şu halde, yalnız "Cumhuriyet" sözcüğünü saklı tutup
Cumhuriyeti oluşturan bütün bu nitelikleri, hangi doğrultuda olursa olsun,
tümünü veya bir bölümünü değiştirmek veya kaldırmak yoluyla, 1961 Anayasa'sının
ilkeleriyle bağdaşması olanağı bulunmayan bir başka rejimi meydana getirecek
nitelikteki Anayasa değişikliğinin teklif ve kabul edilmesinin, Anayasa'ya
aykırı düşeceğinin, tartışmayı gerektirmeyecek derecede açık olduğu ortadadır.
Yukarıdaki
açıklamalara göre; Cumhuriyet rejiminin Anayasa'mızda niteliğini belirleyen
ilke ve kurallarında değişiklik yapmayı öngören veya Anayasa'nın öteki
maddelerinde yapılan değişikliklerle doğrudan doğrudan veya dolaylı yollardan
bu ilkeleri değiştirmeyi amaç güden herhangi bir Anayasa değişikliği teklif ve
kabul edilemez.
Anayasa'nın
1488 sayılı Kanunla değişik 147. maddesinin birinci fıkrasında yer alan
"Anayasa Mahkemesi, kanunların ve Türkiye Büyük Millet Meclisi
İçtüzüklerinin Anayasa'ya, Anayasa değişikliklerin de Anayasa'da gösterilen
şekil şartlarına uygunluğunu denetler" hükmüne göre, Anayasa'da yapılacak
değişikliklere ilişkin denetimin, başta Anayasa'nın 9. ve 155. maddeleri olmak
üzere konumuzla ilgili 85., 91., ve 92. maddelerinde gösterilen yöntem ve
koşullar açısından yapılması zorunludur.
Anayasa'nın
9. maddesindeki hükümle, yukarıda değinildiği üzere bir değişmezlik kuralı
konduğu ve ayrıca teklif yasağı getirildiği görülmektedir. Değişmezlik
kuralının niteliği ve sonuçları ayrıntılarıyla açıklandığından, burada sadece
teklif yasağının niteliğiyle etkisi üzerinde durmak yeterli olacaktır. Kanun ve
o nitelikte bulunan Anayasa değişikliklerini teklif etmeyi düzenleyen Anayasa
hükümleri birer biçim kuralı olduklarına göre, bunu yasaklayan bir kuralın da
bir biçim kuralı olduğunda kuşku yoktur. Çünkü bu yasak, belli sayıdaki Türkiye
Büyük Millet Meclisi üyelerinin esasında kendileri için bir hak teşkil eden ve
niteliği bakımından da bir yasama işlemi olan Anayasa değişikliği teklif
etmelerini Önlemektedir. Başka bir deyimle değişiklik teklifi, değişmezlik
ilkesiyle çatışmıyorsa, Anayasa'da gösterilen şekil şartlarına uygun olarak
yöntemi içinde yürüyecek ve şayet çatışıyorsa, hiç yapılamayacak, yapılmış ise
yöntemi içinde yürütülemeyecek, yürütülmüş ise kabul edilip
kanunlaşamayacaktır.
Özetlemek
gerekirse; Anayasa, Anayasa'nın üstünlüğünü ve bağlayıcılığını sürdürmek ve
Anayasa'da saptanan biçim koşulları ve yöntemi dışında değiştirilmesini önlemek
amacıyla hükümler düzenlemiştir. Anayasa'nın değişik 147. maddesiyle
"Anayasa değişikliklerinin Anayasa'da gösterilen biçim koşullarına
uygunluğunu denetleme" yetkisinin ve Anayasa'yı yargısal denetim yoluyla
koruma görevinin Anayasa Mahkemesine tanınmasında güdülen erek de budur.
Bu
nedenlerle dava konusu hükümlerin biçim bakımından anayasal denetimi
yapılırken, bir biçim koşulu olduğunda kuşkuya yer bırakmayan 9. maddenin
öngördüğü yasak kural açısından da inceleme yapılması zorunludur.
Böylece
yapılan ilk inceleme sonunda:
Anayasanın
20/9/1971 günlü, 1488 sayılı Kanunun 1. maddesiyle değişik 38. maddesinin
ikinci ve üçüncü fıkralarının Anayasa'ya esastan aykırı bulunduğuna ilişkin
iddiayı içeren itirazın Anayasa Mahkemesinin görevi dışında bulunması nedeniyle
reddine, işin esasının, Anayasa'nın şekil şartlarına ve bu arada 155., 85.,
91., 92., 9. ve 2. maddelerine uygun olup olmadığı yönünden incelenmesine,
24/6/1976
gününde oybirliğiyle karar verilmiştir.
V.
ESASIN BİÇİM YÖNÜNDEN İNCELENMESİ:
Davanın
esasına ilişkin rapor, Antalya Asliye I. Hukuk Mahkemesinin 11/6/1976 günlü,
973/1275 sayılı yazısına bağlı olarak gelen 19/4/1976 günlü, E. 1973/1275
sayılı kararı ve ekleri, iptali istenen ve dayanılan Anayasa kuralları, ilgili
Anayasa hükümleri, bunlara ilişkin gerekçelerle yasama meclisleri görüşme
tutanakları ve gerekli öteki metinler okunduktan sonra gereği görüşülüp
düşünüldü:
İlk
inceleme kararında belirtildiği üzere, esasa ilişkin inceleme; Anayasa'nın
sadece biçim koşullan açısından yapılacaktır. Anayasa değişiklikleri için
önkoşul olan 9. maddedeki "teklif edilemezlik" ilkesi, incelemenin
temelini oluşturmaktadır. Ancak, bundan önce bu incelemeye ışık tutması ve
varılacak sonucu belirlemeye yarar sağlaması bakımından, mülkiyet, kamulaştırma
ve vergilendirme kavramlarının özü, birbirleriyle olan ilişkileri ve karşılıklı
etkileri üzerinde kısaca durulmak gerekir. Çünkü bu yönden yapılacak
açıklamalar 38. maddedeki Anayasa değişikliği teklifinin aynı zamanda 9. madde
açısından da niteliğini ortaya koyacaktır.
A-
Mülkiyet ve Kamulaştırma Kavramlarının anayasal ilkeler açısından
değerlendirilmesi sorunu:
Anayasa
36. maddesinde mülkiyeti, 38. maddesinde de kamulaştırmayı düzenlemiştir.
36
madde şu hükmü taşımaktadır: "Herkes, mülkiyet ve miras haklarına
sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.
Mülkiyet haklanın kullanılması toplum yararına aykırı olamaz." Bu hükme
göre, taşınır veya taşınmaz mallara sahip olabilme bir haktır. Ne varki, öteki
temel haklarda olduğu gibi mülk edinmek hakkı da sinirsiz değildir. Kamu
yararının gerekli ve zorunlu kıldığı hallerde mülkiyet hakkına yasa kuralları
yoluyla sınır konulabilir. Medeni Kanunun 641. maddesi buna örnek olarak
gösterilebilir. Bu konuda Anayasa'nın da temelde sınırlayıcı hükümler getirdiği
görülmektedir. Doğal servetler ve kaynaklara ilişkin Anayasa'nın 130. ve Devlet
Ormanlarına ilişkin 131. maddeleri hükümleri aynı doğrultuda örnekler
oluşturmaktadır. Mülkiyet üzerinde devletin ikinci bir sınırlama yetkisi de,
bireylerin sahip oldukları taşınır veya taşınmaz malların kullanılması
konusundadır. Genel olarak bireyler, mallarını istedikleri biçimde
kullanabilirler, ve onlardan istedikleri nitelikte ve oradan da yarar
sağlayabilirler. Fakat devlet toplum yararına aykırı olabilecek nitelikteki
kullanım biçimlerini önleyici sınırları koyabilecektir. Örneğin, kat mülkiyeti
ve şehir yapılan konusundaki düzenlemelerde olduğu gibi,
Kamulaştırmaya
gelince; bu, mülkiyet hakkının özüne dokunan ve bu hakkı ortadan kaldıran bir
işlemdir. Ancak kamulaştırma işleminde kamu yararının var olması göz önünde
tutulacak temel öğedir. Kamu yararının bulunmadığı hallerde kamulaştırmadan da
söz edilemez. Daha açık bir deyimle, kamu yararı olmadıkça, devletin değil
gerçek karşılıkla bunun çok daha üstünde olan bedellerle dahi bireylerin
mülkiyet hakkına el atması düşünülemez. Devlet olarak, kamu kuruluşları olarak,
halka hizmet götürmek veya istenilen ekonomik kalkınma görevini yerine getirebilmek,
başka bir deyimle daha yaygın bir kamu görevi yapabilmek için bireylerin özel
mülkiyetinde bulunan kimi taşınmaz malların kamulaştırılması gerekli olabilir.
Bu gibi hallerde devlet zoralım hakkının sahibidir. Kamu yararı kamulaştırmayı
zorunlu kılıyorsa devlet bu hakkını kullanacaktır. Ancak, bu hakkın karşısında
bireylerin de kamulaştırılan taşınmaz mallarının bedellerini istemek hakkı
vardır. Mülkiyet hakkının doğal bir sonucu olarak, bu bedelin, taşınmaz mal
değerinin tam karşılığı olması gerekir. Bir yanda devlet veya kamu kuruluşu,
kamu yararının zorunlu kıldığı hallerde, bireylerin rızasına bakmaksızın
onların mülkiyetindeki taşınmazları alma hakkını kullanacak, öte yanda bireyler
kamulaştırılan taşınmazlarının tam karşılıklarını, mülkiyet hakkının gereği
olarak, devletten istemek hak ve yetkisini ellerinde tutacaklardır. Bu hakların
yerince kullanılmasına elverişli olmayan bir hukuk düzeninin demokratik hukuk
devleti ilkeleriyle bağdaşmayacağı açıktır.
Anayasa'nın
38. maddesinin değişiklikten önceki birinci fıkrasında öteki koşulların yanında
kamulaştırma bedelinin, taşınmazın gerçek karşılığı olacağı :hiç bir kuşkuya
meydan vermeyecek biçimde belirlenmiştir. 38. maddenin değiştirilmesinde,
birinci fıkradaki "gerçek karşılıklarını" deyiminden
"gerçek" sözcüğü kaldırılmış, sadece "karşılıkları" sözcüğü
kullanılmakla yetinilmiştir. Değişiklik yalnız bu haliyle kalsa idi,
"karşılık" sözcüğünü yine gerçek bedel niteliğinde anlamak olanağı
vardı. Fakat değişiklik bununla kalmamış, "karşılık" sözcüğünün
anlamı, maddeye birinci fıkradan sonra eklenen ikinci ve üçüncü fıkralardaki
açıklamalarla aydınlığa kavuşturulmuştur. Malike ödenecek karşılık, onun
kanunda gösterilecek usul ve şekle uygun olarak bildireceği vergi değerinin
üstüne çıkamıyacak bir bedeldir. Kamulaştırılan taşınmaz mal karşılığının vergi
değerinden az takdir edilmesi halinde, malikin itiraz ve dava hakkı vardır.
Görülüyor
ki "gerçek karşılık" deyimi, değişiklikte yerini "vergi
değeri" ne terk etmiştir. Anayasa koyucusu bu değişikliği, gerçek karşılık
deyimini daha da belirgin bir hale sokmak ereğiyle yapmış değildir. Temel
ilkeleri bütünüyle birbirinden farklı bu iki kavramdan, niçin "vergi
değeri" nin yeğ tutulduğu, gerekçelerin ve görüşme tutanaklarının
incelenmesinden açıkça anlaşılmaktadır. Güdülen erek, taşınmaz mal sahiplerini
vergi bakımından gerçek beyana zorlamaktır. Böylece Anayasa'mızın temel ilkesi
ve karakterini oluşturan demokratik hukuk devleti düzeninden bir sapma olup
olmadığı ileride incelenecektir,
B-
Kamulaştırmada hakların dengeliği sorunu:
Toplum
yararının bireyler yararına üstün tutulması, sosyal hukuk devletinin temelini
oluşturur. Fakat bunda güdülen amaç, sonunda yine bireylerin mutluluğunun
sağlanmasıdır. Bu mutluluğun temelinde bireylerin maddi ve manevi varlıklarını
geliştirme haklarının ve bunları yüceltme özlemlerinin yattığı kuşkusuzdur. Bu
tür haklardan ve söz gelimi mülkiyet hakkından yoksun yaşamasına insanın doğal
yapısı elverişli değildir. Gerçi geçmişteki kat mülkiyet anlayışı, zamanla,
toplumsal yarar kavramiyle uyumlu bir karakter kazanmıştır. Nitekim, mülkiyet
hakkını düzenleyen Anayasa'nın 36. maddesinin gerekçesinde: "Birinci fıkra
ile ikinci fıkranın birinci cümlesinin izahına lüzum yoktur, İkinci fıkranın
ikinci cümlesi hükmü ise, 19 ncu yüzyılın ikinci yansından ve bilhassa 20.
yüzyılın başlarından bu yana bütün medeni memleketlerde hâkim olan ve bugün
genel olarak kabul edilen bir temayülün mahsulüdür. Artık mülkiyet hakkı. Roma
Hukukundaki anlamda, ferdin toplum menfaatini dahi hesaba katmaksızın istediği
gibi kullanabileceği bir hak hudutsuz bir hürriyet niteliğini taşımamaktadır.
Batı medeniyetinin öncüleri olan ve kollektif iktisat temayüllerinden çok uzak
bulunan memleketlerde, hatta eski hukukumazda dahi mülkiyet anlayışı,
mülkiyetin aynı zamanda sosyal karaktere sahip bir hak olduğu yolundadır.
Medeni Kanunumuzun mülkiyet anlayışı da bu istikâmettedir. Sözü geçen hükmün
bazı anayasalarda olduğu gibi, Anayasa'mızda da yer alması kanun koyucuya yol
gösterecek, içtihatlara istikâmet gösterecek ve genel olarak fertler üzerinde
terbiyetkâr tesire sahip olacaktır." yolundaki açıklamalar, aynı düşünsel
eğilimi yansıtmaktadır. Ancak mülkiyet hakkının özü kabul edildikten sonra,
kamulaştırma yoluyla da olsa, bir taşınmazı bedelsiz olarak, ya da değerinin
altındaki bir karşılıkla kişinin malvarlığından çıkarılmasına, yukarıda
açıklanan hukuksal gelişim ve mülkiyet hakkının sosyal karakteri elverişli
değildir. Aslında kamulaştırmanın belirgin unsuru, mülkiyetin el
değiştirmesinde kamu yararının bulunması ve bu yararın o işlemi gerekli hale
sokmasıdır. Bununla beraber, kamu yararı bir taşınmazın devlet ve kamu tüzel
kişilerine geçmesini zorunlu kılıyorsa, bunun sonucu olarak o taşınmazın
değerinden aşağı bir karşılıkla özel mülkiyetten çıkarılmasına, Anayasa'nın hiç
bir hükmü izin vermemektedir. "Adalet mülkün temelidir" sözünü
hukukunda kendisine önder kılmış bir ülkede tersinin düşünülmesine ve
Anayasa'nın 36. ve 38. maddelerinin buna elverişli olduğunun öne sürülmesine
olanak yoktur. Kamulaştırmanın tek taraflı işleyen bir zoralım müessesesi
olduğu göz önünde tutulursa, kamulaştırma işlemine girişen kamu kurumu,
taşınmaz malın gerçek değerini ödemek zorunluğundadır. Bunun dışında bir
anlayış, yani gerçek değer yerine daha düşük bir değerin ödenmesi, o taşınmazın
kısmen müsaderesi niteliğini taşır. Çünkü böyle bir durumda karşımıza şu tablo
çıkmaktadır: Devlet Kamu yararı nedenini öne sürerek bireyin özel mülkiyetinde
olan bir taşınmazı zorla elinden alacak, fakat kendisine bunun karşılığı olan
para verilmiyerek, taşınmazın bir bölüğü karşılıksız devletin veya kamu
kuruluşunun mülkiyetine geçecektir.
Hakların
birbiriyle çatışması halinde bir dengenin bulunması demokratik hukuk devleti
ilkelerinin başında gelir. Kamulaştırma gibi zor alım hakkını kullanan kamu
gücünün karşısında, elinden taşınmazı alınan kişinin de bu taşınmazın gerçek
değerini isteyebilmesi, haklar arasındaki dengenin gerçekleştirilmesinde önemli
bir öğedir. Aksi halde denge bozulur, sosyal yaşamda kimi huzursuzlukların
politik ve ekonomik patlamaların nedenleri oluşmaya başlar ki bu gibi
durumların ortaya çıkabilmesi sosyal hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşamaz.
Anayasa'nın başlangıç bölümünde yer alan "insan hak ve hürriyetlerini,
milli dayanışmayı, sosyal adaleti, ferdin ve toplumun huzur ve refahını
gerçekleştirmeyi ve teminat altına almayı mümkün kılacak demokratik hukuk
devleti" yerini giderek hakların dengeliği temeline dayanmayan otoriter
bir yönetime bırakır.
C-
Vergilendirme ile kamulaştırma ilkelerinin bağdaşıp bağdaşmadığı sorunu:
Kamulaştırma
yoluyla kişilerin taşınmazını Kamuya maletme, bir hak olarak devlete tanınmış,
yurttaşların vergi yükümü altına konulmaları da yine devletin egemenlik
hakkının bir sonucu olarak Anayasa'da yer almıştır. Devletin bu haklarının
karşısında bireyler de kamulaştırılan mallarının karşılıklarını istemek ve mali
güçleriyle orantılı olarak vergi vermek durumundadırlar. Kamulaştırmada
taşınmazın karşılığını isteme bakımından bireyler hak sahibi, yani alacaklı
oldukları halde, vergi yükümünün belirtilmesinde alacaklı durumunda olan hak
sahibi devlettir. Devlet vergi alacağının tutarını Anayasa'nın 61. maddesine
göre, herkesin mali gücünü gözönüne alarak saptar. Bu saptama işinde hak sahibi
olan devlet çeşitli ilkeler ve yöntemler öngörebilir. Bu gün uygulanmakta olan
taşınmazın, gerçek değeri üzerinden emlâk vergisi alınması yöntemi her zaman
için izlenmesi gereken anayasal bir ilkeye dayanmamaktadır. Bu vergi taşınmazın
yıllık geliri veya kira tutarı, ya da o taşınmazdan yararlanma biçimi gözönünde
tutularak çeşitli yöntemlerle devletçe belirtilebilir. Hatta emlâk vergisi adı
altında bir vergi alınmayarak kişinin mali gücünün saptanmasında taşınmazlar,
başka usul ve ölçülerle değerlendirilerek başka adlar altında vergiye konu
edilebilir. Çünkü vergi yükümlülüğünün içeriğini, sınırlarını ve yöntemini
göstermek sadece devlete tanınan bir yetkidir. Oysa kamulaştırmada taşınmazın
karşılığını isteme hakkı bireye tanınmış olduğundan, bu hakkın kısmen dahi olsa
yerine getirilmesinin önlenmesi, o hakkın özünü zedeler, üstün hukuk
kurallariyle bağdaşmaz.
Burada
bir konu üzerinde önemle durmak gerekir. Kamu yararı kavramının kamulaştırma
için başka, devletleştirme için başka türlü düşünülüp değerlendirilmesine
olanak yoktur. Çünkü hem kamulaştırmanın hem de devletleştirmenin temelinde
aynı kamu yararı kavramı yatmaktadır. Anayasa'nın 38. ve 39. maddeleri birlikte
incelendiği takdirde görülecektir ki kamusal hizmetin gerektirmesi, yani ortada
bir kamu yararı bulunması halinde, bireylerin özel mülkiyetinde bulunan taşınmaz
mallar kamulaştırılabilecek, veya sahibi bulundukları özel teşebbüsler
devletleştirilebilecektir. Kamulaştırma halinde ödenecek tutar vergi değeri ile
sınırlı bir bedel olacak, buna karşılık devletleştirmede özel teşebbüslerin
gerçek değeri ödenecektir, kamu yararına dayanan benzer iki işlemde böyle
farklı yöntemlere yer verilmesi, demokratik hukuk devletinin temel taşlarından
biri olan hukukun üstünlüğü ilkesini de zedelemektedir.
İncelemenin
bu evresinde şu yönün belirtilmesinde yarar görülmüştür: Anayasa'nın 151.
maddesi ile öngörülen yöntemin ve 22/4/1962 günlü 44 sayılı yasanın 28.
maddesindeki "taleple bağlı olma" ilkesinin doğal sonucu olarak
itiraz yoluna başvurmada, Anayasa'ya uygunluk denetiminin, o davada uygulanacak
kanun kuralı üzerinde yapılması ve o kuralın Anayasa'ya uygun olup olmadığının
saptanması gerekmektedir. Bununla birlikte böyle bir kuralın Anayasa'ya
uygunluk denetiminden geçirilmesi sırasında o kuralla ilgili öteki yasa
kurallarının da incelemeye tabi tutulması, esas denetimden geçirilen kuralın
anlam ve kapsamının yeterince belirlenmesi açısından zorunlu olabilir. Böyle
bir inceleme Anayasa Mahkemesinin görevini kolaylaştırabilir. Şunu hemen
açıklamak gerekirki, istem dışındaki kuralların incelenmesi bu kuralların
Anayasa'ya uygun olup olmaması açısından değil, iptali istenen kuralın
içeriğinin kimi hallerde daha açıklıkla ortaya konması bakımından zorunlu
bulunmaktadır.
Bu
nedenlerle, Anayasa'nın değişik 38. maddesinde sözü geçen "vergi
değeri" konusunda yürürlükteki Emlâk Vergisi Kanununun ilgili
hükümleri'nin, kamulaştırma kavramında yeralan karşılıklı hakların dengeli bir
biçimde gerçekleştirilmesi ereğine uygun olup olmadığı üzerinde durulacaktır.
Anayasa'nın
38. maddesinde yapılan değişiklikle getirilmiş olan yeni ilke, kamulaştırmada
gerçek değeri bir yana iterek, ödenecek karşılığı, vergi kanunlarındaki
yöntemlere göre bildirilen, bildirme zamanı, nasıl bir ölçüye dayandırılacağı
ve niteliğinin ne olacağı yine o kanunlarda gösterilecek olan "vergi
değeri" ile sınırlamaktadır. Başka bir deyimle, yeni ilke, kamulaştırma
karşılığını kesin bir biçimde göstermeyerek, ödeme için sadece bir tavan
belirlemektedir. Yani kamulaştırılan malın kamulaştırma günündeki gerçek
değerinin tamamının ödenmesini kabul etmemekte, şayet takdir olunan gerçek
değer, taşınmazın vergisi için, özel kanunu gereğince maliki tarafından daha
önce verilmiş bildirimde gösterilmiş bulunan vergi değerinden az ise bu
değerin, çok ise vergi değerinin ödenmesi ilkesini koymaktadır.
Konuyu
başka bir biçimde açıklamak gerekirse, 38. madde ile getirilen yeni hükmün iki
değişik ölçüyü uyguladığı görülmektedir. Örneğin, taşınmazın kamulaştırma
günündeki durumuna göre takdir olunan gerçek değeri, vergiye esas olmak üzere
yetkili mercie bildirilen gerçek değerden daha az olabilir. Bu ya zamanla
değerin azalmasından, ya da malikin bildiriminde, gerçek değerden fazla bir
değer göstermiş olmasından ileri gelebilir. Bu gibi hallerde taşınmazın sahibinin
lehinde olan vergi değeri bir tarafa bırakılarak takdir olunan değer
kamulaştırma karşılığı olarak ödenecektir. Gerçek, değerin, beyannamede
bildirilen ve vergiye esas tutulan değerden daha çok olması halinde de hüküm
tersine işlemektedir. Bilinen ekonomik nedenlerle taşınmaz mal fiyatları
yükselir, bazen bir kaç yıl içinde bu yükselme, bildirimde gösterilen değerden
iki veya üç kat yüksek bir düzeye varabilir. Bu takdirde de taşınmaz sahibinin
lehinde olan gerçek değer bir yana bırakılarak aleyhindeki vergi değeri,
kamulaştırma bedeli olarak ödenmektedir. Gerçek değerin, bunun üstünde kalan
bölümü ödenmemekte, yani bu miktar karşılıksız olarak bireyin mal varlığından
çıkıp kamunun eline geçmektedir.
Anayasa'nın
değişik 38. maddesinin ikinci fıkrasındaki "kanunda gösterilecek usul ve
şekle uygun olarak" bir taşınmazın değerinin bildirilmesi, yani beyanname
verilmesi ilkesi, beyannamenin verildiği andaki durumu saptayan bir nitelik
taşır. Beyanda bulunanın iradesi dışında ve sonradan oluşan, durum ve değişikliklerden
beyanda bulunanı hukukça sorumlu tutmaya olanak yoktur.
Yeni
düzenlemenin sonucu olarak ortaya çıkan durum şudur:
Yürürlükteki
Emlâk Vergisi Kanunu, vergide gerçek değerin bildirilmesi esasını getirmiş ise
de, bildirim dönemlerini beşer yıllık olarak kabul etmiş, bu arada taşınmazın
kıymetinde meydana gelecek değişiklikleri değerlendirebilme hakkını malike
tanımamıştır.
Öten
yandan 1/3/1971 gününde yürürlüğe giren 1319 sayılı Emlâk Vergisi Kanununun
değişik 33. maddesi de buna bir çare getirmemektedir. Bu maddenin sekizinci
bendi, % 25 ve daha altındaki değer artışlarım gözönüne almamakta, % 25'in
üstünde olması halinde de artışın, şehir kasaba veya köyün tümünde meydana
gelmiş olması koşuluna bağlamakta ve bu durumda dahi malikin kendiliğinden bildirimde
bulunması söz konusu olmayıp Maliye Bakanlığının bildirime çağırması
gerekmektedir. (Madde 23/d). Bu hükümlerden, tek başına ele alınan bir
taşınmazın değerinde meydana gelen artışın miktarı ne olursa olsun, (örneğin %
100 veya daha yüksek), bu yollara başvurulmasının olanaksız bulunduğu açıkça
anlaşılmaktadır.
Görüldüğü
gibi Anayasa'nın 38. maddesindeki değişiklik sonucunda maddeye eklenmiş bulunan
yeni hüküm ile, kamulaştırma bedeli olarak, kamulaştırma günündeki gerçek değer
yerine, çoğu zaman ondan çok gerilerde kalmış olan (vergi değeri) ni kabul etme
zorunluğu konulmakta, ve bu sonuç doğrudan doğruya Emlâk Vergisi Kanunundan
doğmuş olmayıp yeni ilkenin, kamulaştırma bedelinin tavanı olarak vergi
değerini tanımış bulunmasından ileri gelmektedir. Esasen 38. maddedeki
değişikliğin amacı da, yukarıda belirtildiği üzere, bundan başka bir şey
değildir.
Söz
konusu değişikliğin, kamulaştırmada gerçek değerin saklı tutulması ile
birlikte, verginin de gerçek değere dayandırılmasının bu yoldan sağlanması gibi
iki yönlü bir amacın gerçekleştirilmek istendiği görüşü de geçerli değildir.
Çünkü yukarıda da belirtildiği üzere, niteliği ve ereği tümü ile birbirinden
değişik olan "kamulaştırma" ve "vergilendirme" gibi iki
Anayasa müessesesini bir tek temele oturtmakta bir zorunluk yoktur. İki
müessesenin Anayasa'daki yerleri 38. ve 61. maddelerde ayrı ayrı
gösterilmiştir. Bu konularda gereksinme duyulan düzenlemelerin kendi
maddelerinde yapılmasına herhangi bir engel olmadığı gibi akla gelebilecek bir
güçlük de yoktur. Kaldı ki, verginin gerçek değere dayandırılması için bir
Anayasa değişikliğine de gerek yoktur. Vergi kanunlarına konulacak hükümlerle
bu ereğe ulaşma olanağı vardır ve bu yol yasa koyucu için çok kolaydır. Esasen
yürürlükteki Emlâk Vergisi Kanunu, vergiyi, bildirilen gerçek değere
dayandırmıştır. Ancak bildirinin beş yıllık aralarla yapılması esasını koyduğu
için, bu süre içinde (gerçek değer -vergi) ilişkisi zayıflamaktadır. Bunun da
yine Emlâk Vergisi Kanununda yapılacak değişikliklerle önlenmesi mümkündür.
Vergi yükümlülerini gerçek beyana zorlamanın çareleri de yine Vergi
Kanunlarında yapılacak düzenlemelerle ve denetimi etkin bir hale sokacak
uygulama tedbirleri yoluyla bulunabilir.
Taşınmazı
kamulaştırılacak olan kişilere ödenecek kamulaştırma bedeli için, bildiriye
dayalı vergi değerini tavan tutma yolunun vergiyi gerçek değere dayandırma
yönünden, gerek amaç gerek araç olarak, ciddi ve doyurucu olmadığını yukarıdaki
açıklamalar yeterince ortaya koymaktadır. Bundan başka bütün taşınmazların kamulaştırılması
söz konusu olamayacağından, kamulaştırmanın da ne zaman ve nerede yapılacağı
bilinemeyeceğinden Anayasa'nın 38. maddesinde yeralan hükmün, gerçek
bildirimden kaçınan mâlikler bakımından yeterli bir yaptırım sayılamıyacağı da
ortadadır. Kamulaştırma olasılığını uzak gören kimi mâlikler, esasen gerçek
bildirimden kaçınmak niyetinde iseler, bu tutumlarını engelleyecek bir neden
görmezler, taşınmazlarının vergi değerini, gerçek değerin çok altında
göstermeye devanı ederler. Buna karşı taşınmazı bir kamulaştırma olasılığı
karşısında bulunan mâlikler de, kamulaştırmadan doğabilecek zararlara karşı
kendilerini fazlasiyle korumak için gerçek değerin çok üstünde bildirimde
bulunmaya heves edebilirler. Görüldüğü gibi, Anayasa'nın 38. maddesine konulan
yeni hüküm, vergi açısından gerçek bildirimi sağlamaya yeterli bir çare
olmadıktan başka, uygulamada eşitlik ilkesini zedeleyici nitelikte bazı
sakıncalı ve çelişkili durumların doğmasına neden olacak pürüzleri de
beraberinde taşımaktadır. Şöyle ki:
1İ)
Bildirim günündeki gerçek değeri gösteren iyi niyetli mâlikler, kamulaştırma
ile karşılaşmaları halinde, kamulaştırma günündeki gerçek değer yerine çok
önceden bildirilen vergi değerini kamulaştırma bedeli olarak kabul edip onunla
yetinme zorunda bırakılırken, gelecek kamulaştırmayı sezinliyerek zamanına göre
gerçeğin çok üstünde bildirimde bulunmuş olan mâlikler, kamulaştırma günündeki
gerçek değere eşit veya ona yakın bir bedel alabileceklerdir. Anayasa'nın
eşitlik ilkesine aykırılığı meydanda olan ve 38. maddede yapılan değişikliğin
kaçınılmaz bir sonucu bulunan bu uygulama ile iyi niyet sahibi kişiler, bir
bakıma cezalandırılmış duruma düşürülmektedir.
2)
Vergi kanunlarındaki cezaları göze alarak hiç bildirimde bulunmamış olan
taşınmaz mâlikleri, kamulaştırma halinde, ortada bildirime dayalı bir
"vergi değeri" bulunmadığından, kamulaştırma günündeki gerçek değeri,
kamulaştırma bedeline dayanak tutacak, buna karşı kanuna saygılı olarak
süresinde bildirimde bulunan kişi, kamulaştırma günündeki gerçek değer yerine,
en çok, vergi değerini, yani vergi bildirimi günündeki değeri isteyebilecektir.
Burada da kanuna saygılı kişinin cezalandırılması, kanunu hiçe sayanın da
ödüllendirilmesi sonucunu veren ve eşitlik ilkesine ters düşen bir durumun
ortaya çıktığı açıkça görülmektedir.
3)
1/3/1971 günü yürürlüğe giren 1319 sayılı Emlâk Vergisi Kanunun 33. maddesi,
kimi hallerde mal sahiplerine yeniden bildirimde bulunma olanağını
tanımaktadır. Örneğin paylara ayrılmış bir binanın bütün paylarının
birleştirilmesi (Madde 33/7), bir bina veya arazinin taksim veya ifraz edilmesi
veya satılarak vergi mükellefinin değişmiş olması (Madde 33/6) hallerinde
yeniden bildirimde bulunulması gerekmektedir (Madde 23/C).
İçinde
bu niteliklerde parsellerin de bulunduğu bir kamulaştırma alanında bir bölük
taşınmaz mal maliklerinin alacakları kamulaştırma bedelleri; bir kaç yıl önce
ve o zamanki rayice uygun olarak yapılmış bulunan bildirime dayalı vergi değeri
ile sınırlandırılacağı halde" kamulaştırmaya daha yakın günlerde yeni
bildirimde bulunmuş taşınmaz mâlikleri, daha yeni rayiçlere uygun bir tavan
içinde kamulaştırma bedellerini isteyebileceklerdir. Görüldüğü gibi burada da
komşu taşınmaz mâlikleri arasında değişik kamulaştırma bedelleri ödenmek
suretiyle Anayasa'nın eşitlik ilkesi zedelenmektedir,
Yukarıda
belirtilmeye çalışılan, adaletsiz ve eşitsiz durumların sorumluluğunun, Emlâk
Vergisi Kanunu hükümlerine yükletilmesi olanaksızdır. Çünkü vergi açısından
meydana gelebilecek farklılıkları gidermek için o kanunda öngörülmüş önlemler
(Örneğin madde 31) ve Vergi Usul Kanununda ceza yaptırımları vardır. Açıklanan
adaletsizlikler ve eşitsizlikler (vergi) ile hiçbir ilişkisi bulunmayan, amacı
ve ilkeleri tümüyle değişik olan (kamulaştırma) işlemlerinde ödenecek bedelin
kanunda gösterilecek yöntem ve biçim çerçevesinde mâlikin bildireceği vergi
değeri tavanı ile kısıtlanmış olmasından doğmakta, yani Anayasa'nın 38.
maddesine ikinci ve üçüncü fıkra olarak eklenmiş bulunan yeni bu sonuçlar
meydana gelmektedir
Ç-
Anayasa'nın 38. maddesine eklenen ikinci ve üçüncü fıkraların, "teklif
edilemezlik" yasağına aykırılığı sorunu:
Anayasa'nın
38. maddesinde yapılan değişikliğin niteliği ve ereği ortaya konduktan sonra,
şimdi de bu değişikliğin, yukarıdan beri yapılan açıklamaların ışığı altında,
Anayasa'nın 9. maddesi açısından incelenmesine ve değerlendirilmesine
geçilecektir.
Anayasa'nın
9. maddesi: (Devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki Anayasa hükmü
değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez) kuralını koymaktadır. Burada
geçen (Devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu) deyimin den, sadece Anayasa'nın 1.
maddesinin ve o maddede yeralan (Cumhuriyet) sözcüğünün amaçlandığı
düşünülemez. Çünkü (değişmezlik) ilkesinin, çeşitli sosyal ve siyasal görüşlere
göre değişik niteliği ve içeriği bulunan tek bir (Cumhuriyet) sözcüğüne
bağlanması halinde, Anayasa'nın 1. maddesine hiç dokunulmadan, (Başlangıç)
bölümünde ve 2. maddede yapılacak değişikliklerle rejimin kökünden
yozlaştırılması yolu açılmış olur. Dünya yüzeyine yayılmış ülkelere göz
atılacak olursa, adları (Cumhuriyet) oldukları halde, uyguladıkları rejim
bakımından Anayasamızdaki sisteme taban tabana zıt düşen pek çok devletlerin
bulunduğu görülmektedir.
Halbuki,
Anayasa'mızın kurduğu ve korumak istediği devlet şekli, Başlangıç bölümünde ve
2. maddesinde nitelikleri belirlenmiş bulunan bir Cumhuriyettir ve 9. madde ile
konulan değişmezlik ilkesi de Cumhuriyet sözcüğü ile birlikte onun bu
niteliklerini koruma ve değiştirilmesini önleme ereğini gütmektedir. Esasen bu
konu Anayasa Mahkemesinin başka bir iptal davası üzerine verdiği 15/4/1975
günlü ve 1973/19 -1975/87 sayılı kararında geniş biçimde tartışılarak gerekli
açıklığa kavuşturulmuş bulunmaktadır (Resmi Gazete: 26/2/1976, Sayı: 15511, S.
7-8).
Bu
açıklamalardan çıkan sonuç şudur: Anayasa değişikliklerine ilişkin kanun
teklifleri, herşeyden önce Anayasa'nın başlangıç bölümü ile 1. ve 2.
maddelerinde yeralmış bulunan ilkelerde en küçük bir sapmayı veya değişikliği
öngöremezler. Değişikliğin, sözü geçen ilkelerin tümünü veya herhangi birisini
hedef almış olması arasında fark yoktur. Kapsamı ne olursa olsun, bu
konulardaki bütün değişiklikler bu yasağın içindedirler. Şu duruma göre
Cumhuriyetin temel ilkelerinden sapma nitelikleri taşıyan bir Anayasa
değişikliği hem teklif edilemez, hem de yasama meclislerince kabul olunamaz.
Buna rağmen teklif yapılmış ve kabul de edilmiş ise, Anayasa'nın 9. maddesinde
yer alan biçim koşullarına aykırı olur.
20/9/1971
günlü, 1488 sayılı Yasanın 1. maddesiyle Anayasa'nın 38. maddesinde yapılan
değişikliğin 9. madde hükmü açısından durumunu açıklığa kavuşturmak gerekir.
Cumhuriyetin ana ilkelerinden bir veya birkaçının bu değişiklikle zedenlendiği,
temel hakların özüne dokunulduğu saptandığı takdirde teklif yasağı kapsamına
girecek olan bu değişikliğin önerilmesine olanak bulunmadığı ve bu nedenle
iptali gerektiği sonucu kendiliğinden ortaya çıkar.
Yukarıda
(A), (B) ve (C) bentlerinde açıklandığı üzere değişiklik, mülkiyet hakkının
özünü zedelemiş, eşitlik kuralını bozmuş, böylece Cumhuriyetin temel
ilkelerinden biri olan demokratik hukuk devleti ilkesine aykırı bir hüküm
getirmiştir. Bu sonucu doğuran anayasal nedenlere burada kısaca değinerek söz
konusu değişikliğin önerilmesine ve görüşülüp kabulüne olanak bulunamadığını
özetlemek gerekecektir.
1)
Özel mülkiyetteki bir taşınmazın, malikinin rızası olmasa da, kamulaştırma
yoluyla, yani zorla, kamu malları arasına geçirilmesi, aslında mülkiyet
hakkının özüne dokunan bir işlemdir. Zorla alımın dayanağı olan kamu yaran
kayramı, mülkiyetin karşılıksız devrine dayanak tutulamaz. Anayasa'nın 11.
maddesinin açık hükmü karşısında temel hakların özüne dokunmak mümkün değildir.
Kamu yararına dayanan kamulaştırma işleminde taşınmazın gerçek karşılığının
ödenmesi halinde mülkiyet hakkı paraya çevrilmek suretiyle korunmuş
olacağından, "öze dokunma" durumu da "sınırlama" niteliğine
dönüşmüş olacaktır.
Öze
dokunmayan böyle bir sınırlamaya ise, Anayasa'nın 11. maddesi kuralları ve 36.
maddesi ilkeleri gözönüne alındığında karşı çıkılamaz. Nitekim 1961 Anayasası,
38. maddesiyle ilkeyi bu ölçüler içerisinde düzenlemiştir. Halbuki 38. maddede
yapılan değişiklik, taşınmazın bir bölümünün parasız ve zorla alınması sonucunu
doğurması bakımından "sınırlama" niteliğini aşarak mülkiyet hakkının
özüne dokunduğundan Anayasa'nın 11. ve 36. maddelerindeki temel ilkelere ve
dolayısiyle Cumhuriyetimizin, Anayasa'nın 2. maddesinde belirlenen hukuk
devleti niteliğine aykırı ve onu bozucu bir durum yaratmaktadır. Çünkü mülkiyet
hakkını tanımayan bir devlet sisteminin; kamu yararı düşüncesine dayansa bile,
Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen demokratik bir hukuk devleti sistemi
olduğu savulanamaz. Anayasa'nın değişik 38. maddesinin üçüncü fıkrasında malike
tanınan itiraz ve dava haklan da varılan bu sonucu değiştirecek nitelikte
değildir. Çünkü Anayasa değişikliğiyle Kamulaştırmada malike ödenecek bedelin
tavanı niteliği yukarıda açıklanmış bulunan vergi değeri ile
sınırlandırıldığından, dava hakkı da böylece sınırlandırılmış ve yeterli sonuç
sağlamayan bir hak durumuna düşürülmüş olmaktadır. Böyle olunca, 38. maddenin
teklif edilebilme niteliğinde bulunmayan ikinci ve üçüncü fıkralarının
Anayasa'nın 9. maddesi hükmü karşısında iptal edilmeleri gerekir.
2)
Anayasa'nın 61. maddesi; kamu hizmetlerinin, herkesten mali gücüne göre
alınacak vergilerle karşılanacağı ilkesini koymaktadır. Hiçbir yurttaştan, kamu
hizmetleri zorunlu da kılsa, başkalarından değişik ölçüde hizmete katılması
istenemez. Bunu Anayasa'nın hem 61. maddeci, hem de 12. maddesinin eşitlik
ilkesi yasaklamaktadır. Esasen Cumhuriyetimize (Hukuk Devleti) niteliğini veren
Anayasa ilkelerinin bir bölüğünü de bunlar oluşturmaktadır. Anayasa'nın 38.
maddesinde yapılmış olan değişiklik ile, taşınmazları kamulaştırılmış olanların
tümü veya bir bölüğü, mallarının gerçek karşılığı ödenmemek suretiyle,
kamulaştırma görmeyen yurtdaşlardan daha yüksek ölçüde kamu hizmetlerinin
yerine getirilmesine katılmaya zorlanmakta ve böylece Anayasa'nın 12. ve 61.
maddeleri ilkeleri bir yana itilerek Cumhuriyetimizin (Hukuk Devleti) niteliği
zedelenmektedir. Kaldı ki, yukarıda örnekleriyle de gösterildiği üzere, söz
konusu hükümler, kamulaştırma görmüş kişiler arasında bile pek açık eşitsiz
durumların doğmasına neden olmaktadır. Anayasa'nın 9. maddesinde yeralan ilkeye
açıkça aykırı olan ve 20/9/1971 günlü, 1488 sayılı yasa ile değişik 38. maddeye
eklenen ikinci ve üçüncü fıkraların gösterilen nedenlerle de iptali
gerekmektedir.
3)
Dava konusu ikinci ve üçüncü fıkraların yarattığı haksız durumun doğal sonucu
olarak Anayasa'mızın başlangıç bölümündeki (bütün fertlerini kaderde, kıvançta
ve tasada ortak) gören niteliğinin de zedelenebileceği; kaderde, kıvançta ve
tasada, bir ölçüde değişik duruma düşürülen kişilerden oluşan bir ortamın
doğmasına da yol açılabileceği düşünülmelidir. Bu bakımdan iptali istenen yeni
hükümlerin Anayasa'nın 2. maddesinde yeralan (başlangıçta belirtilen temel
ilkelere dayanma) niteliğini zayıflatıcı etkisinin üzerinde de önemle
durulmalıdır.
Her
ne kadar Anayasa'nın 2. maddesi; Cumhuriyetimizin niteliklerini sayarken sosyal
bir hukuk devleti olduğunu da belirtmiş ve kimi maddelerinde Devlete, sosyal
devlet niteliğini oluşturacak bir çok görevler de yüklemiş bulunmakta ve
görevlerin eksiksiz yerine getirilmesi için Devletin yeterli gelir
kaynaklarıyle desteklenmesi ve mali olanaklarla donatılması gerekmekte ise de,
bu yolla bireylere yansıyan yükümlülüklerin Anayasa ilkelerine uygun biçimde
paylaştırılması ve dağıtılmasının zorunlu olduğu belirtilmelidir. Anayasa
devlete bu görevleri yüklerken kaynaklarını ve çarelerini de göstermiş, fakat
2. maddesinde belirlenen niteliklerden bir bölüğünün ve özellikle (Hukuk
Devleti) niteliğinin yitirilmesi ya da zedelenmesi pahasına, bu işlerin
yürütülmesine ve yapılmasına izin vermemiştir.
Yukarıdaki
açıklamalardan 20/9/1971 günlü, 1488 sayılı Yasa ile Anayasa'nın 38. maddesine
eklenmiş bulunan ikinci ve üçüncü fıkraların hükümleri; Anayasa'nın 2.
maddesindeki Cumhuriyetin niteliklerinden bir bölüğünü bozucu ve zedeleyici
etki taşıdığından 9. maddede yer alan "teklif edilemezlik" ve
"değiştirilemezlik" ilkelerine aykırı bulunmakta ve böylece aynı
maddedeki biçim kurallarına aykırı olanak yasalaştığı ortaya çıkmaktadır. Dava
konusu ikinci ve üçüncü fıkralar bu nedenle de iptal edilmelidir.
Kani
Vrana, Halit Zarbun, Abdullah Üner, Lûtfi Ömerbaş, Hasan Gürsel, Ahmet Salih
Çebi ve Nihat O. Akçakayalıoğlu itirazın reddi gerektirdiği görüşünde
bulunmuşlardır.
D-
Öteki biçim koşulları yönünden inceleme sorunu:
Anayasa'nın
20/9/1971 günlü, 1488 sayılı Yasa ile değişik 38. maddesinin itiraz konusu
ikinci ve üçüncü fıkraları, Anayasa'nın 9. maddesi açısından iptal edildiğine
göre, öteki biçim koşulları yönünden incelemenin sürdürülmesine ve bir karar
verilmesine yer kalmamıştır.
VI.
SONUÇ:
l-
9/7/1961 günlü, 334 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 20/9/1971 günlü,
1488 sayılı Yasa ile değişik 38. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarının
Anayasa'nın 9. maddesinde yer alan (Devlet Şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki
Anayasa hükmü değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez) yolundaki biçim
kuralına aykırı olduğuna ve sözü geçen fıkraların bu yönden iptaline Kani
Vrana, Halit Zarbun, Abdullah Üner, Lûtfi Ömerbaş, Hasan Gürsel, Ahmet Salih
Çebi ve Nihat O. Akçakayalıoğlu'nun karşıoylarıyle ve oyçokluğuyla;
2-
38. maddenin itiraz konusu ikinci ve üçüncü fıkraları, Anayasa'nın 9. maddesi
açısından iptal edildiğine göre, işin öteki biçim koşulları yönünden ayrıca
incelenip karara bağlanmasına yer olmadığına oybirliğiyle;
12/10/1976
gününde karar verildi
|
|
|
|
Başkan
Kâni
Vrana
|
Başkanvekili
Şevket
Müftügil
|
Üye
Halit
Zurbun
|
Üye
Ziya
Önel
|
|
|
|
|
Üye
Abdullah
Üner
|
Üye
Ahmet
Koçak
|
Üye
Şekip
Çopuroğlu
|
Üye
Fahrettin
Uluç
|
|
|
|
|
Üye
Muhittin
Gürün
|
Üye
Lütfi
Ömerbaş
|
Üye
Hasan
Gürsel
|
Üye
Ahmet
Salih Çebi
|
|
|
|
Üye
Adil
Esmer
|
Üye
Nihat
O. Akçakayalıoğlu
|
Üye
Ahmet
H. Boyacıoğlu
|
KARŞIOY
YAZISI
I-
Bir yasa kuralının Anayasa'ya uygunluğu Anayasa Mahkemesince denetlenirken
başka bir yasanın veya belli bir kuralının uygulamada iyi sonuç vermemesi veya
konusuna uygun bulunmaması Anayasa'ya aykırılığın ölçüsü yapılamaz.
Bunun
gibi, bir Anayasa değişikliğinde, ya değiştirme veya yeniden koyma yollarından
biriyle Anayasa'ya getirilen yeni bir kural veya ilkenin, Anayasa'nın 9.
maddesinde "Devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki Anayasa hükmü
değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez." diye yer alan ve
Anayasa Mahkemesince bir çok kararlarında biçime ilişkin bir kural bulunduğu
benimsenen (Değiştirilemezlik ve teklif edilemezlik) yasak ve ilkesine
uygunluğunun denetiminde de, sadece onun içerik, anlam ve kapsamının esas
tutulması zorunlu olduğuna göre, bu ilke veya kurala dayanarak belli bir alanı
düzenlemek üzere çıkarılan ve değiştirme veya. Anayasa'ya uygunluk denetiminden
geçirme yollarından biriyle her zaman Anayasa'ya uygun duruma sokulması olanağı
var olan uygulama yasalarının, konularına uygun bulunmamaları veya uygulama
alanında olumsuz veya ters sonuçlar vermeleri olanak ve olasılığının, sözü
geçen aykırılığın saptanmasında ölçü alınması yine düşünülemez. Üstelik, bu
yönün Anayasa değişikliklerinde öncelikle gözönünde bulundurulması gerekir.
Yukarıda
açıklanan nedenle, Anayasa değişikliğinde eskisini değiştirme yoluyla yer alıp
iptali istenen ilkenin, Anayasa'nın 9. maddesiyle getirilmiş bulunan
(Değiştirilemezlik ve teklif edilemezlik) yasak ve ilkesine uygunluğunu
denetlemede, yani Anayasa'nın Başlangıç Bölümünde ve 2. maddesinde yer alan
ilkelere aykırılığın saptanmasında, 1319 sayılı Emlâk Vergisi Yasasının kimi
hükümlerinin veya başka yasaların ölçü veya örnek alınması, Anayasa'nın 8.
maddesinde "Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz. Anayasa hükümleri, yasama,
yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve kişileri bağlayan temel
hukuk kurallarıdır." biçiminde yer alan (Anayasa'nın üstünlüğü ve
bağlayıcılığı) ilkesine aykırı olarak, uygulama kanunları hükümlerine öncelik
tanınması demek olur.
Öte
yandan, bir Anayasa kural veya ilkesinin içeriğinin anlaşılıp saptanmasında da,
bu ilke veya kurala dayanarak düzenlenmiş uygulama kanunları hükümlerinin, ne
esas ve ne de örnek alınmasına olanak yoktur. Çünkü, Anayasa kural veya
ilkelerinin içerik, anlam ve kapsamlarının, aslında bir bütün olup tümüyle
gözönünde bulundurulması gereken Anayasa sistemi ve Anayasa'nın dayandığı veya
öngördüğü öteki üstün hukuk veyahut temel kural ve ilkeleri doğrultusunda
incelenip saptanması gerekir. Daha açık bir deyimle, bu yön, Anayasa'ya
'uygunluk denetimine Anayasa'mızda yer verilmesinin nedenlerinden başlıcasıdır.
Çünkü, yasa koyucu, bir yasayı çıkarırken belli bir noktada Anayasa'ya ters
düşebilir. Bu aykırılık, yasada bir değişiklik yapılıncaya kadar, ancak
Anayasa'ya uygunluk denetimiyle giderilebilir. Tersinin düşünülmesi ise, kanun
koyucunun Anayasa'daki bir kural veya ilkeyi tanımlamasının veya uygulama
biçiminin Anayasa koyucunun iradesinden üstün tutulması sonucunu verir ki,
böyle bir kabul, yukarıda da işaret edildiği üzere, (Anayasa'nın üstünlüğü ve
bağlayıcılığı) ilkelerini içeren 8, maddesindeki temel kuralla asla bağdaşamaz.
O
halde, bu işte bir Anayasa değişikliğinde yer alan kural veya ilkenin
Anayasa'ya 9. maddesindeki biçim kuralı yönünden aykırılığı sözkonusu
bulunduğundan, yasal düzenlemelerden ötürü ortaya çıkan elverişsiz durumların,
Anayasa kuralının içerik, anlam ve kapsamını saptamada esas alınabileceğini ve
bu yöntemle iptalini sağlayabileceğini kabul etmek olanaksızdır.
II-
Bir Anayasa değişikliğinin Anayasa'nın 9. maddesindeki (Değiştirilemezlik ve
teklif edilemezlik) yasak ve ilkesine uygunluğunun denetiminde, yukarıda
belirtildiği üzere, aslında bir bütün olup tümüyle gözönünde bulundurulması
gereken Anayasa sistemi ve Anayasa'nın dayandığı veya öngördüğü öteki üstün
veya temel hukuk kural ve ilkelerle karşılaştırmanın aykırılığı saptamada esas
alınması sonucunda:
1488
sayılı Kanunla getirilen Anayasa değişikliğinde yer alan 38. maddenin ikinci ve
üçüncü fıkraları hükümleri, Anayasa Mahkemesinin, Resmi Gazete'nin 12/8/1976
günlü, 15675 sayısında yayımlanmış bulunan 23/3/1976 günlü, Esas: 1975/167,
Karar: 1976/19 sayılı kararının (V. ESASIN İNCELENMESİ), kesiminin (B) ve (C)
bölümlerinde tüm ayrıntılariyle açıklanan gerekçelerle, Anayasa'nın Başlangıç
Bölümünde ve 2. maddesinde yer alan ilkelerle bağdaşır bir nitelik taşıdığı
saptandığından, 9. maddesindeki devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki
Anayasa hükmünün değiştirilemeyeceğine ve değiştirilmesinin teklif
edilemeyeceğine ilişkin biçim kural ve ilkesine aykırı olduğu ileri sürülemez.
Bu
nedenlerle, söz konusu fıkralara yönelen iptal isteminin reddine karar verilmesi
gerektiği düşüncesiyle, iptal kararına karşıyım.
KARŞIOY
YAZISI
Sayın
Nihat O. Akçakayalıoğlu'nun karşıoy yazısına katılıyorum.
KARŞIOY
YAZISI
Anayasa'nın
20/9/1971 günlü ve 1488 sayılı kanunla değiştirilen kamulaştırma ile ilgili 38.
maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarının; (taşınmaz malların
kamulaştırılmasında ölçü olarak alınan vergi değerinin gerçek değeri
yansıtmadığı, çünkü yürürlükteki Emlâk Vergisi Kanununa göre beyannamelerin 5
yılda bir verilmesinin öngörüldüğü ve halbuki bina, arsa ve arazi değerlerinin
süratle arttığı, vergi değeri ise beyannamenin verildiği andaki durumu
saptadığı, bu nedenle beyanname tarihinden sonra taşınmaz malların değerlerinde
meydana gelen artışların hesaba katılmaması sonucu mal sahiplerinin zararlara
ve haksızlıklara uğradıkları ve bu durumun da sosyal hukuk devleti ilkeleri ile
bağdaşamıyacağı ve Anayasa'nın 9. maddesinde yer alan "Devlet şeklinin Cumhuriyet
olduğu hakkındaki Anayasa hükmünün değiştirilemeyeceğine ve değiştirilmesi
teklif edilemiyeceğine" ilişkin biçim kuralına aykırı düştüğü) gibi bir
görüşten hareket edilerek çoğunlukla iptaline karar verilmiştir.
334
sayılı Anayasa'nın, kamulaştırma ile ilgili 38. maddesinin birinci fıkrasında,
kamulaştırılan taşınmaz malın gerçek karşılığının ödeneceği hükmü yer almış ve
bu gerçek karşılıkta yirmi yıl önce yürürlüğe girmiş olan 6830 sayılı istimlâk
Kanunu hükümlerince, mülk sahipleri arasından seçilen kişilerin de yer aldığı
takdiri kıymet komisyonları ve ehlivukuf heyetleri marifetiyle tesbit
edilegelmiştir. Ancak, taşınmaz malın kamulaştırma bedelinin bu suretle
saptanmasının çeşitli sakıncalarının meydana çıkması, türlü suistimallere ve
bir çok kimselerin hazine aleyhine haksız kazanç sağlamalarına yol açtığı
hakkında söylentiler çıkması ve özellikle memlekette yapılan büyük bir baraj
alanındaki kamulaştırmalarda bu usulle devletin büyük zararlara uğratıldığının
iddia olunması nedeniyle bu yöntemden vazgeçilerek yerine daha adaletli, daha
rasyonel, gerçek değeri daha isabetli yansıtan bir sistemin getirilmesi
düşünülmüş ve 20/9/1971 günlü 1488 sayılı Kanunla Anayasanın sözü edilen 38.
maddesine eklenen ikinci ve üçüncü fıkra hükümleriyle, kamulaştırılan taşınmaz
malın karşılığının o mülk hakkında mülk sahibinin bizzat vermiş olduğu emlâk
vergisi beyannamesinde gösterdiği (değer) in esas alınması sistemi konulmuştur.
29/7/1970
günlü ve 1319 sayılı Emlâk Vergisi (Kanununa göre ise emlâk vergisinin konusuna
giren vergi değeri, taşınmaz malın rayiç bedelidir, rayiç bedelde bina ve
arazinin beyan tarihindeki normal alım satım bedelidir. O halde bir taşınmaz
malın kamulaştırma bedelinin saptanması söz konusu olduğunda, o malın sahibinin
resmi mercilere bildirmiş olduğu rayiç bedelinin ölçü olarak alınması kadar
tabii ve isabetli bir şey olamaz. Bu sistem aynı zamanda devletin,
yurttaşlarının doğru hareket edeceklerini, söz ve beyanlarının gerçeğe uygun
olduğunu kabul anlamına gelmesi bakımından da ileri ve uygar bir nitelikte
taşımaktadır.
Emlak
vergisi beyannamelerinin beş yılda bir verilmesi nedeniyle beyanname tarihinden
kamulaştırma tarihine kadar geçen zaman içinde taşınmaz malın değerinde meydana
gelen artışların kamulaştırma bedelinin tayininde hesaba katılmadığı yolundaki
itiraza gelince: Böyle bir durumun, itiraz olunan Anayasa'nın 38. maddesinin
ikinci ve üçüncü fıkraları hükümleri ile hiç bir ilgisi mevcut olmayıp 1319
sayılı Emlâk Vergisi Kanunundaki eksik düzenlemeden ve beyannamelerin beş yılda
bir verilmesi usulünün kabul edilmiş olmasından ileri gelmektedir. Emlâk
Vergisi Kanununda yapılacak değişiklikle beyannamelerin beş yılda bir yerine
daha az süreler içinde verilmesi usulünün kabul edilmesi ve bundan başka
beyanname verildikten sonra taşınmaz malların değerlerinde bir artış meydana
geldiği takdirde bunun da ek bir beyanname ile bildirilmesi usulünün konulması
halinde bu kanuna yöneltilen eksiklik ve haksızlık giderilmiş olacağı gibi
devlet hazinesinin de uğradığı büyük kayıplar önlenmiş olacaktır.
1319
sayılı Emlâk Vergisi Kanununun eksik ve yanlış düzenlenmiş olmasından ileri
gelen bu durumun, bununla hiç bir ilgisi olmayan Anayasa'nın söz konusu
kuralının iptalini gerektirmediği kuşkusuzdur. Nitekim bu konu, benzeri bir
itirazın incelenmesi sırasında daha önce Anayasa Mahkemesince tartışılmış ve
"Bu davada değişiklik yolu ile getirilen Anayasa kuralının -38. maddesinin
ikinci ve üçüncü fıkraları- Anayasa'ya aykırı bulunup bulunmadığı söz konusu
olduğundan yasal düzenlemelerden ötürü ortaya çıkan durumların Anayasa
kuralının iptalini sağlayabileceğini kabul etmek olanaksızdır." sonucuna
varılmış ve o davada Anayasa'nın söz konusu değişik 38. maddesinin sözü edilen
ikinci ve üçüncü fıkralarının Anayasa'ya aykırı olmadığına karar verilmiştir. (Anayasa
Mahkemesi kararı, Esas: 1975/167, Karar: 1976/19, Resmi Gazete: 12 Ağustos 1976
gün, sayı: 15675).
Taşınmaz
bir malın, vergi değeri, kamulaştırma değeri gibi ayrı ayrı ve değişik
değerlere tabi tutulmasının çağdaş demokratik bir hukuk devletinde izahı ve
savunulması çok zordur. Bir taşınmaz malın az vergi ödemek için vergi değerinin
düşük beyan edilmesine ve kamulaştırılması söz konusu olduğunda devlet
hazinesinden fazla para çekebilmek için kamulaştırma bedelin çok yüksek
tutulmasına yol açabilen ve hukukta esas ilke olan iyi niyet kaideleri ile
bağdaşmayan bir düzenin hukuk ilkeleri ve Anayasa kuralları ile bağdaştırma
olanağını göremiyoruz.
Anayasa'nın
itiraz konusu 38. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkraları hükümlerinin
Anayasa'nın 39. maddesiyle karşılaştırılarak 38. maddede (vergi değeri) nin ve
39. maddede (gerçek karşılık) ın esas alınmış olması nedeniyle bir çelişkiye
düşülmüş olduğu da öne sürülemez. Çünkü; bilindiği gibi 38. madde
kamulaştırılan taşınmaz malın bedeli ile ilgili bulunduğu halde 39. madde de
konusu kapsamı ve mahiyeti bundan tamamiyle ayrı olan özel bir teşebbüsün
devletleştirilmesi söz konusu edilmektedir.
En
nihayet şu noktayı da eklemek gerekirki; taşınmaz malların kamulaştırılmasında
kamulaştırma bedelinin, mülk sahibinin evvelce vermiş olduğu beyannamesinde
gösterdiği değer üzerinden mi yoksa bilirkişiler kurulunca saptanacak değer
üzerinden mi tayin edilmesi gerektiği hususunun, Anayasa'nın 9. maddesinde
yazılı (Devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki Anayasa hükmü
değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez) hükmü ile bir ilgisi de
bulunmamaktadır. Bu nedenle Anayasa'nın 38. maddesinin ikinci ve üçüncü
fıkralarının yine Anayasanın işaret olunun 9. maddesine dayanılarak iptaline
karar verilmesi de mümkün görülmemektedir.
Yukarıda
yazılı nedenlerle çoğunlukla verilmiş olan iptal kararına karşı bulunmaktayım.
KARŞIOY
YAZISI
9/7/1961
günlü ve 334 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sının 20/9/1971 günlü ve 1488
sayılı Yasa ile değişik 38. maddesi, kamulaştırılan taşınmazın malikine
ödenecek paranın, malikin, kanunda gösterilecek usul ve şekle uygun olarak,
bildireceği vergi değerini aşmayacağı kuralını getirmiştir. Bu değişiklik
verginin de taşınmazın gerçek değeri üzerinden ödetilmesini sağlamaya
yöneliktir.
Anayasa'nın
61. maddesi, herkesi, mali gücüne göre vergi ödemekle yükümlü kılmıştır. Mali
gücü oluşturan öğeler arasında taşınmaz malların değer ve gelirlerinin de
yeraldığı kuşkusuzdur. Yükümlünün, vergisini malının gerçek değeri üzerinden
ödemesi gerekir. Yasaların buyruğu ve isteği de budur.
Anayasa'nın
vergi konusunda öngördüğü "mali güç"ü, taşınmaz malların gerçek
değerini hesaba katmaksızın oluşturmak olanaksızdır. Bu nedenlerle Anayasa'nın
değişik 38. maddesinde yeralan ve ödenecek karşılığın, mâlikin, kanunda
gösterilecek usûl ve şekle uygun olarak, bildireceği vergi değerini aşmayacağı
kuralını koyan hükmün, yurttaşın taşınmaz malının, gerçek karşılığı
ödenmeksizin, elinden alınmasına yol açtığı sonucuna varmak doğru olamaz.
Emlâk
Vergi Kanununun öngördüğü vergi değerinin bildirilmesine (beyanname
verilmesine) ilişkin hükümlerin yol açtığı haksızlıkları Anayasa'nın değişik
38. maddesine bağlamağa yer yoktur. 38. maddenin ışığı altında özel kanunlarda
yapılacak düzenlemelerle yurttaşın hem malının gerçek karşılığını alması, hem
de mali gücüne göre vergisini ödemesi sağlanabilir. Yürürlükteki yasaların bu
iki öğeyi bağdaştırmamış olmasının sorumunu, Anayasa'nın değişik 38. maddesine
yüklememek gerekir.
Kamulaştırılan
malının gerçek değerini devletin ilgili kurumundan istemek yurttaşın o malın
vergisinin tam olarak ödemesini istemek de devletin hakkıdır.
Kamulaştırma
konusunda karşı karşıya gelen bu iki uç ancak yasalarla birleştirilebilir.
Bunun gerçekleştirilmesine de Anayasa'nın 38. maddesi engel değildir.
Özetlenecek
olursa; Anayasa'nın değişik 38. maddesi, Anayasa'nın mülkiyet hakkını
düzenleyen 36. ve vergi yükümünü düzenleyen 61. maddeleri hükümlerini
bağdaştıran bir nitelik taşımaktadır. Kamulaştırma İşlemlerinden doğan ödenecek
karşılık sorunu sözü geçen 38. maddenin İkinci ve üçüncü fıkralarının iptal
edilmesi yolu ile değil, maddenin taşıdığı bu niteliğin yasalara yansıtılması
yolu ile çözülmelidir.
Bu
nedenlerle Anayasa'nın değişik 38. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarının,
Anayasa'nın 9. maddesinde yeralan (devlet şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki
Anayasa hükmü değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez.) yolundaki
biçim kuralına aykırı bulunmadığı kanısındayız.
|
|
Üye
Lûtfi
Ömerbaş
|
Üye
Hasan
Gürsel
|
KARŞIOY
YAZISI
Kamu
yararının kamulaştırmayı zorunlu kıldığı hallerde Devletin bu hakkını
kullanması anlaşmazlık konusu değildir. Anlaşmazlık, kamulaştırılan taşınmaz
için ödenecek bedelin saptanmasına ilişkindir.
Bunun
gibi taşınmazı kamulaştırılan kişi veya tüzel kişinin, taşın mazın
kamulaştırılması zamanındaki gerçek değerini istemesi de mülkiyet hakkının
doğal sonucudur. Bu isteği kısıtlayıcı kurallar hukuk devleti ilkesi ile
bağdaşmaz.
Anayasa'nın
38. maddesinin değişiklikten önceki şekli kamulaştırma bedelinin taşınmazın
gerçek karşılığı olacağını hüküm altına almıştı. Değişiklikte "gerçek
karşılık" yerine "vergi değeri" esas alınmak suretiyle
kamulaştırılan taşınmazın gerçek değerini istemek hakkı kısıtlanmış bireyin
yaran ile kamunun yaran arasındaki denge bozulmuştur.
Gerçekten
Anayasa'nın, 20/9/1971 günlü, 1488 sayılı Yasa ile değişik 38. maddesinin 2. ve
3. fıkraları çoğunluk kararında da belirtildiği üzere, para değerinin düşmesi,
bu nedenle ve özellikle taşınmaz malların günden güne değerlerinin büyük
oranlarda artması gerçeği karşısında taşınmaz malikine 5 sene önceki değerleri
gözönüne alarak verdiği emlâk vergisi bildirgesindeki meblâğın kamulaştırma
bedeline esas sayılması, 5 sene içinde taşınmazın mâlikinin ödediği emlâk
vergisinin dahi hesaba katılmaması, 1319 sayılı Emlâk Vergisi Kanunu ile
getirilen bildirim sisteminin ilk uygulamasında, kişinin kendi malına değer
biçmekteki ruhhali nedeniyle hataya düşmesinin çok kez rastlanılan vakıa
olması, idarenin bildirgedeki miktar ile bağlı olmayıp kendisinin yapacağı
inceleme sonucundaki değeri vergiye esas tutması karşısında kamulaştırma
bedelinin bildirgedeki bedel olarak alınması hak, nasafet ve hukuk ilkeleriyle
bağdaşmaz. Bu itibarla dava konusu hükümlerin hukuka aykırılığı hakkındaki
çoğunluk görüşü doğrudur.
Bunun
gibi, Anayasa'nın 9. maddesinde yeralan "Cumhuriyet" deyimini
Anayasa'nın 1. maddesindeki Cumhuriyet deyimine hasretmek de doğru değildir. 1.
maddedeki "Cumhuriyet" deyimi ile bu Anayasa'nın müesseseleriyle,
ruhu ile benimsenen Cumhuriyetin kasdedildiği kuşkusuzdur. Bu itibarla, 9.
maddedeki "değiştirilememek ve teklif edilememek" yasağı Anayasa'nın
müesseseleriyle ve ruhu ile benimsediği Cumhuriyeti tadil, tebdil ve ilgaya
elverişli tekliflerin yapılmasına engeldir. Bu yoldaki değiştirme teklifleri 9.
madde yolu ile Anayasa Mahkemesince denetlenebilir. Ancak Anayasa'nın değişik
38. maddesinin iptali istenen kuralı ile mülkiyet hakkı üzerinde yapılan
kısıtlama, Türk Devletinin "Cumhuriyet" olma niteliğini ortadan
kaldıracak ağırlıkta bir kısıtlama değildir. Çoğunluk görüşüne destek yapılmak
istenen Anayasa Mahkemesinin 15/4/1975 günlü, Esas: 1973/19, Karar 1975/87
sayılı kararı mülkiyet hakkının kısıtlanması ile ilgili olmayıp şahıs
özgürlüğünü yok eden bir hükmün iptaline ilişkindir. Taşınmazın gerçek
bedelinden bir miktarın ödenmemesi ile ilgili hükmü, kişi özgürlüğünü ortadan
kaldıran nitelikteki hükümle aynı değerde tutmak mümkün değildir.
SONUÇ
:
Yukarıda
açıklanan gerekçelerle iptal hakkındaki çoğunluk görüşüne karşıyım.
KARŞIOY
YAZISI
Kamulaştırma
bedeli ile ilgili itiraz konusu anayasal kuralın, Cumhuriyetimiz ilke ve
niteliklerine aykırı bir yönü olmadığı yolundaki 15675 sayılı Resmi Gazete'de
yayımlanan 23/3/1976 gün ve 1975/167 esas ve 1976/19 karar sayılı karan ile
saptadığı görüşden Mahkememiz sayın çoğunluğu, ayrılmış bulunmaktadır. Ancak,
İnceleme
konusu hüküm, kamulaştırma bedelini, mâlikin, taşınmazının vergisini öderken
bildirdiği değer ile dengeleştirmiş idi ve bunun, temel ilkelere ters
düşeceğinin kabulüne olanak yok idi. Zira,
a)
Anayasa'nın 38. maddesi ile getirilmiş ilke, vergi yükümlüsünün Devlete karşı
görevleri ile ondan istenecek hak arasında bir orantı kurmak idi. Bunda da
Cumhuriyetimize uymayan bir yön olamazdı. Tam tersine bu kural ile, Devlet,
Milletiyle bütünleşmesinin bir örneğini vermekte idi.
b)
Kamulaştırma, Devlet ve kamu tüzel kişilerinden beklenen hizmetin yerine
getirilebilmesinin ön koşullarındandır. Bu nedenle de bir kaçınılmaz sosyal
olay niteliğini her zaman koruyan kamulaştırmanın, bildirilen vergi değeri
üzerinden yapılacağına deygin hüküm, mâlikin, taşınmazını Devlete bu bedel
üzerinden verebileceğini önceden bildirişi niteliğinde idi. Bu bildirimin zaman
süreci içinde geride kalması, bir sakınca olarak da düşünülemezdi. Çünkü, her
an olabilecek kamulaştırma için vergi bildirimi biçiminde önerdiği bedeli
sonraki koşullara göre azımsayan mâlikin değer değişikliğini bildirmesini
önleyen bir kural, sayın çoğunluğumuzca iptal olunan anayasal hükümde, yok idi.
c)
Eleştirilen anayasal kuralın Cumhuriyetimiz ilkelerine uygunluğunu saptayan
23/3/1976 günlü ilk kararımızda gösterilen nedenler ve varılan sonuç, geçerlik
ve tutarlığını korumakta idi.
SONUÇ:
Açıklanan
tüm bu nedenlerle, sayın çoğunluk kararına karsıyım.
|
|
|
|
Üye
Nihat O. Akçakayalıoğlu
|