“1-) 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu madde 337 hükmünün Anayasa
Mahkemesi'nin 16.4.2008 tarih ve 26849 sayılı R.G.'de yayımlanan, 28.2.2008 T.,
2006/71 E. ve 2008/69 K. sayılı Kararı ile iptalinden sonra aynı kanunun madde
74,75,76 hükümlerindeki düzenlemeler uygulamada ciddi çelişkiler yaratmaktadır.
Özellikle sözleşme ilişkisi ve abonelik sözleşmesine dayanan
İlamsız icra takiplerinden sonra mahkememiz yetki alanı çerçevesi içinde çok
sayıda dava Kızıltepe İcra Ceza Mahkemesinde açılmış ve derdesttir.
Mahkememizin 2024/229E sayılı dosyasından başvuru yapılmış olup
ilgili dosyada yargılamanın 5 ay süreyle durması ara kararı verilmiş kanun
maddesi ile ilgili diğer davalarda ise işbu davadan yapılan başvuru bekletici
mesele yapılmış olup dilekçemiz ekinde sunulmuştur.
Sanıklar ve vekilleri tarafından mahkememize Anayasaya aykırılık
iddiası ile başvurular re'sen de kanun hükümleri arasındaki çelişki inceleme
konusu yapılmakla somut norm denetimi yoluyla bu ciddi Anayasa Aykırılığı ve
aynı kanunun farklı hükümlerindeki uyuşmazlığın giderilmesi gerekmektedir.
2-) Anayasa’nın 152. maddesi mahkemeye, bakmakta olduğu davada
uygulayacağı kanun ya da Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin hükümlerinin
Anayasa’ya aykırı olup olmadığını araştırma görevini vermektedir.
Bu hüküm incelendiğinde mahkemenin kendiliğinden somut norm
denetimini işletmesi hâlinde kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu kanısına varması
ve bunu gerekçeleri birlikte yazması gerektiğinden mahkemenin sırf bir şüphe
üzerine bir kural ile ilgili olarak Anayasa Mahkemesine başvuru yapamayacağı
ortaya çıkmaktadır.
Aykırılığın resen dikkate alındığı durumlarda mahkemenin ilgili
hükmün Anayasa’ya aykırı olduğu kanısına varmış olması, bir kriter olarak öne
çıkmaktadır. Anayasa’ya aykırılığın taraflarca ileri sürülmesi hâlinde davaya
bakan mahkemenin söz konusu itirazı ciddi bulması gerekmektedir.
Aykırılık iddiasının ciddiliği somut olayın nesnel koşullarına
göre değerlendirilecektir. Mahkeme, aykırılık iddiasını ciddi bulduğu takdirde
bu iddiayı Anayasa Mahkemesine sevk etmek zorundadır; bu işi bir başka kararı
beklemek için ertelemesi mümkün değildir.
Öncelikle ciddilik kavramının objektif ve subjektif boyutları
gibi bir ayrımın yeni olduğunu söylemek gerekir. Doktrin görüşleri hakkında
kaleme alınan eserlerde ciddilik kavramı genellikle objektif boyutuyla ele
alınmıştır.
Konunun birbirini tamamlayıcı niteliğine dikkat çekmek ve bir
bütün olarak anlaşılmasının daha yararlı olacağı inancıyla objektif ve
subjektif ciddilik şeklinde kavramlaştırma yoluna gidilmiştir.
Objektif ciddilik, Anayasa’ya aykırılık iddialarının hukuki
tartışılabilirlik değeri olarak özetlenebilir. Bu yönüyle Anayasa’ya aykırı
olma ya da olabilme kavramlarından farklı kabul edilmelidir. Öğretide
ciddiliği, dava mahkemesinin ilgili hükmü Anayasa’ya aykırı görmesi şartına
bağlayan bir görüş de mevcuttur.
3-) 1982 Anayasası’na göre çıkarılmış bulunan, 6216 sayılı
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un
“Anayasa’ya aykırılığın mahkemelerce ileri sürülmesi” başlığını taşıyan 40.
maddesinin ilk fıkrasında tamamen aynı ifadeyi kullanıldığına dikkat
çekilmektedir.
Öğretide büyük ölçüde uzlaşıldığı gözlemlenen görüş ise itiraz
konusu kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu kanısına varılmasına gerek olmadığı
yönündedir. Buna göre aykırılık iddiasının ciddi bulunması, mahkemenin
aykırılık iddiasıyla ilgili bir şüphe duymaya başlamasını veya anılan kural ile
ilgili olarak kamuoyunda mevcut bir şüphenin varlığı anlamına gelmektedir.
Aliefendioğlu ve Aybay “ciddilikten” anlaşılması gerekenin aykırılık
iddiasının, “hukuksal yönden tartışılır durumda” olması gerektiğini
belirtmiştir. (Aliefendioğlu, Y. (1996). s. 142; Aybay, R. (1962). “Anayasa’ya
Aykırılık İtirazı”, Dünya Gazetesi, 12/11/1962, aktaran Kıratlı, M. (1966). s.
69. Benzer yönde bkz. Tanör, B., Yüzbaşıoğlu, N. (2015). 1982 Anayasasına Göre
Türk Anayasa Hukuku, 15. bs., İstanbul: Beta, s. 526)
Kanaatimizce “tartışılabilirlik” kavramının “aykırılık”
kavramından ayrılması, Anayasa’nın 152. maddesinin öngördüğü iki ayrı durumu
kapsaması açısından, yerindedir. Buna göre Mahkeme, Anayasa’ya aykırılık
konusunda ikna olmalıdır; yüzeysel şüpheler ya da tarafların ikna olması somut
norm denetimine başvuru için yeterli değildir. Buna göre ilgili normun
Anayasa’ya aykırılığı şüphesi aşılabilir düzeydeyse, Mahkeme bu yasayı
uygulamak zorundadır.
Türk hukukundaki ciddi bulma kavramından farklı olduğu
Pekcanıtez tarafından da teyit edilmektedir. Yazara göre, taraflarda birinin
aykırılık iddiası karşısında mahkemenin, aykırılık iddiasını resen çözümlemesi
öngörülmektedir. (Pekcanıtez, H. (1980). “Bekletici Mesele (Meselei
Müstehire)”, Ege Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C. 1., S. 1., s. 258.)
Her ne kadar aykırılık iddiasına konu olan kanunun yorumlanmasında, ilgili dava
önemli olsa da Anayasa Mahkemesi, kanunun uygulamada nasıl yorumlandığını
dikkate alırken yüksek yargı kararlarına da başvurmalıdır. Buna rağmen “tartışılabilirlik”
kavramının ciddilik sorusunu tamamen aydınlatacak şablon kriterler sunmadığı
hususu eklenmelidir.
Mahkemenin çekingen tutumuna rağmen tartışılabilir bir iddia
kavramının somut olayın özgün koşullarına göre değerlendirilecek, açıkça dayanaktan
yoksun olmayan, sonradan ispat edilebilir bir iddia olması gerektiği
söylenebilir. Nitekim Anayasa Mahkemesi de bireysel başvuru kararlarında bu
kavramı, “araştırılabilir, tartışılabilir, araştırmaya değer, makul şüphe
uyandıran” ifadesiyle tanımlamıştır. (Abdullah Yaşa, B. No: 2015/12486,
5/11/2020, § 60.)
Bu duruma göre Anayasa Aykırılık itiraz ve ciddilik konusunda
mahkememizde oluşan görüşe göre Anayasa aykırılık ve kanun hükümleri arasındaki
çelişki uygulamada ciddi sorunlar ve uygulama hataları oluşturmaktadır.
AY’ya aykırılık iddiasında, “ciddilik”in ölçütü ve “haklı
bulunma, benimsenme gibi” anlamlara gelmediğine, “hukuken tartışılabilirlik”in
kâfi olduğuna, görüşün analitik bir biçimde olduğu değerlendirilmelidir.
4-) 1982 Anayasası’nın yalnızca iki maddesinde “ciddî”
nitelemesi kullanılmıştır:
AY-Anayasaya aykırılığın diğer mahkemelerde ileri sürülmesi-madde
152- : “Bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun
hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan
birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddî olduğu kanısına varırsa,
Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır”.
AY-“Şiddet olaylarının yaygınlaşması ve kamu düzeninin ciddî
şekilde bozulması sebepleriyle olağanüstü hal ilânı- madde 120- : “Anayasa ile
kurulan hür demokrasi düzenini veya temel hak ve hürriyetleri ortadan
kaldırmaya yönelik yaygın şiddet hareketlerine ait ciddî belirtilerin ortaya
çıkması veya şiddet olayları sebebiyle kamu düzeninin ciddî şekilde bozulması
hallerinde, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, Milli
Güvenlik Kurulunun da görüşünü aldıktan sonra yurdun bir veya birden fazla
bölgesinde veya bütününde, süresi altı ayı geçmemek üzere olağanüstü hal ilân
edebilir”.
5-) Somut Norma Denetimine tabi bu başvurumuzda başvurunun
ciddiliğinin içtihatlarda görünümü; "Dava, menfi tespit istemidir.
Uyuşmazlık, icra dosyasına borçlu tarafından sunulan mal beyanı dilekçesinde
yer alan "Bu borcumu ilerde kazancım olduğunda ödeyeceğim" ifadesinin
borç ikrarı olarak kabul edilip edilmeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Gerekçeli kararda her ne kadar davacı tarafça icra dosyasına verilen mal beyanı
dilekçesinde "...borcumu ödeyeceğim..." ibaresinin borcu kabul
anlamına gelmediği belirtilmişse de, mal beyanının borca yetecek mal, alacak ve
haklarını göstermekten ibaret olduğu ve davalının bununla yetinmeyip kanuni bir
zorunluluk yokken açıkça "...bu borcumu ileride ödeyeceğim..." demek
suretiyle dava konusu icra takibinde talep edilen borcu açıkça kabul ve ikrar
ettiği bir gerçektir. Bu nedenle Mahkemece anılan beyanın değerlendirilmesinde
yanılgıya düşülerek yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir."
(Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E. 2012/19-114 K. 2012/341 T. 6.6.2012)
"Sanık, gerçeğe aykırı mal beyanında bulunma suçundan
yargılanmıştır. Yaşam tarzına göre geçim kaynak ve olanakları açıklamasını
taşımayan mal beyanı usul ve yasaya uygun mal beyanı olarak kabul edilemez. Bu
durumda beraat kararı verilmesi gerekirken sanığın cezalandırılmasına karar
verilmesi hatalıdır.
2004 sayılı İcra İflas Kanunu md. 338'de hapis cezası ve alt
haddinin de 3 ay olduğu gözetilmeyerek 1 aya kadar tazyik hapsi ile
cezalandırılmasına karar verilmesi yasaya aykırıdır." (Yargıtay 16. Hukuk
Dairesi E. 2009/4452 K. 2009/4642 T. 28.9.2009)
"Borçlu sanık vermiş olduğu mal beyanı dilekçesinde, borcu
ne şekilde ödeyeceğini belirtmemesi nedeniyle mal bildiriminin İİK'nun 74. maddesinde
düzenlenen şartları taşımadığı, hal böyle olunca mal beyanı dilekçesinin geçersiz
olması nedeniyle isnat edilen suçun da oluşmayacağı gözetilmeksizin, sanığın
beraati yerine cezalandırılması isabetsizdir." (Yargıtay 16. Hukuk Dairesi
E. 2008/8396 K. 2008/7901 T. 15.12.2008)
"Borçluya çıkarılan ödeme emrinde mal beyanının nasıl
olması gerektiğini düzenleyen İİK'nın 74. maddesindeki unsurların
belirtilmemesi, 5237 sayılı Yasa'nın 5. ve 30/1. maddelerindeki düzenleme
karşısında bir eksiklik olarak kabul edilebilir ise de, 5237 sayılı Yasa'nın 5.
maddesinin yürürlüğü 5252 sayılı Yasa'nın 5560 sayılı Yasa ile değişik geçici
1. maddesi ile
31.12.2008 tarihine ertelendiğinden suçun yasal unsurlarının
tanımlanmaması nedeniyle sanığın suçun unsurlarını bilmediğini kabul etmek
mümkün değildir." (Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E. 2007/1384 K. 2007/4598 T.
20.11.2007)
"Mal bildiriminde bulunmamak suçu "kabahat"
niteliğinde olup, bir yıl içinde mahkûmiyet kararı verilmezse kamu davası
zamanaşımına uğrar." (Yargıtay Ceza Genel Kurulu E. 1973/145 K. 1973/468
T. 4.6.1973)
Bu durumda iptali talep edilen kanunun belirtilen maddesinin
kabahat niteliğinde olup olmadığı şüphesi ortada durmaktadır. Ancak mal
beyanında bulunmamak resmi mercilerin kanunla belirlenen yetkileri içinde
bildirdikleri emir ve talimatlara uyulmaması olarak kabul edildiğinde ise
kanunun uygulama vasfı çelişki oluşturacaktır.
Bu kararlar incelendiğinde; mal beyanı dilekçesinin verilmesi
için takibin kesinleşmesi süresinin beklenmesi şart olduğuna göre kesinleşmiş
takip konusunda bilgilendirme yapılmak suretiyle beyanda bulunma konusunda ihtarat
yapılması gereklidir. Ancak mahkememizde görülen davalarda uyuşmazlık konusunun
elektrik dağıtım şirketi ile yapılan abonelik sözleşmesine dayandığı
görülmektedir.
Abonelik ve hizmet sağlama konusunda yükümlüklere uyulmaması
halinde diğer yaptırımlar (aboneliği sonlandırma, kesme) uygulanmadan ekonomik
gücünün de ödemeye yetip yetmediği değerlendirmeden ceza verilmesi öncelikle
sözleşme ilişkisi ve yaptırımları kuralına uygun olmayacaktır. Bu yönüyle mal
beyanı hakkındaki hükmün iptali veya yeniden düzenlenmesi zorunluluğu
ortadadır.
"2004 Sayılı Kanun'un 76. maddesi gereğince mal beyanında
bulunmamak suçunun oluşabilmesi için borçlu sanığa usulüne uygun olarak ödeme
emri tebliğ edilmesine rağmen, yasal süre zarfında mal bildiriminde bulunmaması
gerekir. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu'nun 20.11.2020
tarihli ve 2019/2 esas, 2020/3 karar sayılı ilamında da belirtildiği üzere,
7201 Sayılı Tebligat Kanunu'nun 10. madde bir ve ikinci fıkrasının,
"Tebligat, tebliğ yapılacak şahsa bilinen en son adresinde yapılır.
Bilinen en son adresin tebligata elverişli olmadığının anlaşılması veya
tebligat yapılamaması hâlinde, muhatabın adres kayıt sisteminde bulunan
yerleşim yeri adresi, bilinen en son adresi olarak kabul edilir ve tebligat
buraya yapılır.” şeklindeki hükmü ile gerçek kişilere yapılacak tebligat ile
ilgili olarak iki aşamalı bir yöntem benimsenmiş olması karşısında, öncelikle
bilinen en son adres ( bilinen bir adres yoksa ya da bilinen en son adres ile
adres kayıt sistemindeki adres aynı ise mernis adresi olduğu belirtilmeksizin
adres kayıt sistemindeki adres ) esas alınarak, 7201 Sayılı Kanun'a göre normal
tebligat çıkarılıp, çıkarılan tebligatın bila tebliğ iade edilmesi halinde,
aynı Kanun'un 21/2. maddesi uyarınca adres kayıt sistemindeki adres bilinen en
son adres olarak kabul edilerek, merci tarafından tebligata 7201 Sayılı
Kanun'un 23/1-8 ve Tebligat Kanununun Uygulanmasına Dair Yönetmeliğin 16/2.
maddesi hükümlerine göre, “Tebligat çıkarılan adres muhatabın adres kayıt
sistemindeki adresi olduğundan, tebliğ imkansızlığı durumunda, tebligatın,
Tebligat Kanunu'nun 21/2. maddesine göre bu adrese yapılması” gerektiğine dair
şerh düşülerek tebliğ işlemlerinin tamamlanması gerekir.
Bu kapsamda inceleme konusu dava dosyası değerlendirildiğinde;
somut olayda, sanığın mernis adresine doğrudan 7201 Sayılı Kanun'un 21/2.
maddesine göre yapılan tebligatın usulsüz olduğu, borçluya yapılmış usulüne
uygun bir ödeme emri tebligatı bulunmadığı cihetle, 2004 Sayılı Kanun'un 76.
maddesinde yer alan anılan suçun oluşmadığı ve sanığın beraatine karar
verilmesi gerektiği gözetilmeden yazılı şekilde mahkûmiyetine karar verilmesi
kanuna aykırı olup, açıklanan gerekçe uyarınca kanun yararına bozma talebi
yerinde görülmüştür."(Yargıtay 12. Hukuk Dairesi E. 2023/1885 K. 2023/1411
T. 7.3.2023)
"Dava, mal beyanında bulunmamak suçuna ilişkindir. Dosya
arasında mevcut icra takip dosyası içeriğine göre, borçlu sanığa usulüne uygun
olarak ödeme emri tebliğ edilmesine rağmen, yasal 10 günlük süre zarfında mal
bildiriminde bulunmadığının anlaşılması karşısında, borçlu sanığın 2004 Sayılı
İcra ve İflas Kanunu'nun 76. maddesi gereğince hapsen tazyikine karar verilmesi
gerektiği gözetilmeden yazılı şekilde karar verilmesi kanuna aykırıdır.
Açıklanan nedenlerle, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı'nın kanun
yararına bozma istemine dayanan ihbarname içeriği bu yönden yerinde
görüldüğünden kararın bozulması gerekir."(Yargıtay 12. Hukuk Dairesi E.
2020/9378 K. 2021/911 T. 2.2.2021)
"Yapılan son düzenlemeyle icra ceza mahkemelerince İİK'nin
76. maddesi gereğince verilen disiplin veya tazyik hapis cezası kararlarına
karşı itiraz Kanun yolunun açık hale geldiği, itiraz merciinin ise; kararın
verildiği yerde birden fazla icra mahkemesi varsa bir sonraki icra mahkemesi,
şayet o yerde icra mahkemesinin tek dairesi bulunması hâlinde asliye ceza
mahkemesi, icra mahkemesi hâkimi ile asliye ceza mahkemesi hâkiminin aynı hâkim
olması hâlinde ise en yakın asliye ceza mahkemesi olduğu hüküm altına alınmış
olup, anılan gerekçeyle itiraz hakkında kanun değişikliği öncesindeki norm ile
bu döneme ilişkin içtihatlara dayanılarak "karar verilmesine yer
olmadığına" şeklinde verilen karar hukuka aykırıdır."(Yargıtay 19.
Ceza Dairesi E. 2019/31351 K. 2019/12809 T. 15.10.2019)
"Dava, ödeme emrinin şikayet yolu ile iptali istemine
ilişkindir. Şikayet konusu işlem lehine olan kimsenin, işlemin iptal
ettirilmesinde veya düzeltilmesinde hukuki yararının bulunmadığı kuşku ve
duraksamadan uzaktır. Somut olayda; borçluya gönderilen örnek 163 ödeme
emrinde, “itiraz edilip de reddedildiği takdirde üç gün içinde mal beyanında
bulunması ve bulunmazsa hapisle tazyik edileceği” hususu borçluya ihtar
edilmemiştir. Borçluya böyle bir ihtarın yapılmamış olması; borçluyu mal
beyanında bulunma yükümlülüğünden kurtaracağından, borçlunun çıkarlarının
zarara uğramayacağı açıktır.
Hal böyle olunca, ödeme emrinin iptal edilmesinde korunmaya
değer bir hukuki yararı bulunmayan borçlunun şikayetinin reddine karar
verilmesi gerekir." (Yargıtay Hukuk Genel Kurulu E. 2005/12-591 K.
2005/561 T. 5.10.2005)
Yargılama çok sayıda sürenin tebliğden itibaren başlatılmakta
olması durumu değerlendirildiğinde mal beyanı konusundaki ihtaratın da icra
takip dosyasının kesinleştiği konusundaki şerhten sonra bildirilmesi hukuki
uygulamaya ve yaptırım ilkesine daha uygun olacaktır.
Mal beyanı dosyası içeriği abonelik sözleşmesi kaynaklı husumete
dayanmaktadır. Abonelik sözleşmelerini konu alan diğer yasal düzenlemelerde de
haksız şartlara yer verilen hükümlere rastlamak mümkündür. EHK m. 50/III’te,
elektronik haberleşme abonelik sözleşmelerinde yer alan ve tarafların
sözleşmeden doğan hak ve yükümlülüklerinde dürüstlük ilkesine aykırı düşecek
biçimde abone aleyhine dengesizliğe neden olan hükümlerin geçersiz olduğu
öngörülmektedir. Bu hükümde TKHK’daki düzenlemeden farklı olarak, haksız şartın
varlığı için tüketiciyle müzakere edilmeme koşulu aranmamaktadır. Sözleşmedeki
bir hüküm tüketiciyle müzakere edilmiş olsa dahi, belirtilen diğer koşulları
taşıması halinde haksız şart sayılacak ve geçersiz olacaktır. Dolayısıyla
elektronik haberleşme abonelik sözleşmeleri bakımından, sözleşmenin içeriğini
belirleme özgürlüğünün daha çok sınırlandırıldığını söylemek mümkündür.
Sözleşmenin içeriğini belirleme özgürlüğü, TKHK m. 5’te
düzenlenen haksız şartlar ile sınırlandırılmıştır. Bu hüküm gereğince,
tüketiciyle müzakere edilmeden sözleşmeye dâhil edilen ve tarafların
sözleşmeden doğan hak ve yükümlülüklerinde dürüstlük kuralına aykırı düşecek
biçimde tüketici aleyhine dengesizliğe neden olan sözleşme şartları kesin olarak
hükümsüzdür. Bu düzenleme ile Kanun sözleşmenin zayıf tarafı olarak
nitelendirilen tüketiciyi korurken, sözleşmenin içeriğini belirleme özgürlüğüne
de müdahale etmektedir.
"Dava; mal beyanında bulunmama nedeniyle İİK 337/a maddesi
suçuna ilişkindir. İİK'nın 44. maddesindeki mal beyanında bulunma
yükümlülüğünün gerçek kişi tacirlere yönelik bir yükümlülük olduğu ve ticaret
şirketlerini kapsamadığı anlaşıldığından, sanığın beraatine karar verilmesi
gerekirken, yazılı şekilde mahkumiyetine dair karar verilmesi bozma
nedenidir." (Yargıtay 12. Hukuk Dairesi E. 2024/734 K. 2024/1175 T.
13.2.2024)
"Borçlunun cezalandırılmasına esas teşkil eden mal
beyanında bulunmamak eylemine ilişkin İcra ve İflas Kanunu'nun 5358 sayılı
Yasa'nm 7. maddesi ile değişik 337. maddesinin birinci fıkrası, Anayasa
Mahkemesi'nin 28.02.2008 tarih, 2006/71 esas ve 2008/69 sayılı kararı ile iptal
edilmiş ve aynı kararla iptal hükmünün, kararın Resmi Gazete'de
yayımlanmasından başlayarak bir yıl sonra yürürlüğe gireceği hüküm altına alınmıştır.
Gerekçeli karar da 16 Nisan 2008 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanmıştır.
Hal böyle olunca, İcra ve İflas Kanunu'nun 337. maddesinin
birinci fıkrasının 16 Nisan 2009 tarihine kadar yürürlükte olduğunun kabulü
gerekir. Ancak, 16 Nisan 2009 tarihinde iptal edilecek bir hükümden dolayı
maddede öngörülen on gün disiplin hapsi cezasının infazı suretiyle kişilerin
özgürlüklerinin kısıtlanması da hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşmayacaktır.
İcra Mahkemesince karar tarihi itibariyle yürürlükte bulunan
İcra ve İflas Kanunu'nun 337. maddesinin birinci fıkrasına göre verilmiş bir
hüküm söz konusu olup, mahkumiyet kararının kesinleşmesinden sonra, borçlunun
mağduriyetine sebebiyet verilmemesi bakımından, iptal hükmü yürürlüğe girinceye
ya da daha lehe olan düzenleme yapılıncaya kadar, Mahkemesince her zaman
infazın durdurulmasına karar verilebileceği, ayrıca iptal hükmünün yürürlüğe
girdikten veya daha lehe olan düzenleme yapıldıktan sonra da borçlunun hukuki
durumunun yeniden değerlendirilebileceği gözetilmeden, itirazın esası hakkında
karar verilmesi yerine Mahkemesine iadesine karar verilmesi isabetsizdir."
(Yargıtay 16. Hukuk Dairesi E. 2008/5194 K. 2008/4963 T. 7.7.2008)
Emsal içtihatlarda mal beyanı yükümlülüğünün gerçek kişilere
tanınmış bir zorunluluk olduğu gerekçesi yoğun olarak görülmektedir. Ancak
Anayasa Mahkemesi kararının gerekçesinde "disiplin hapsi cezasının infazı
suretiyle kişilerin özgürlüklerinin kısıtlanması da hukuk devleti ilkeleriyle
bağdaşmayacaktır" değerlendirmesine yer verilerek hükümlerin infazı
tamamen tartışmalı hale getirilmiştir.
Bu somut denetim başvurusu içeriği dikkate alındığında ise
abonelik sözleşmelerinin gerek hükümleri gerekse sonuçları yönüyle sözleşme
ilişkisi içerdiğinden bu sözleşme hükümlerine uymamanın da yaptırımları abonelik
sözleşmesi olarak tüketici hukuku hükümlerine tabi olmalıdır.
6-) Hukuk sistemimizde yargı mercileri tarafından bir yargısal
faaliyetin yürütülmesi bağlamında tesis edilebilen birtakım disiplin
yaptırımları mevcuttur. Disiplin yaptırımlarından bir kısmı disiplin tedbiri
mahiyetinde iken, diğer bir kısmı, özellikle de disiplin para cezaları disiplin
cezası niteliğini haizdir. Disiplin yaptırımları yargı mercileri tarafından
tesis edilse de, bunlar idari, daha açık bir ifadeyle yargısal işlerin idaresine
ilişkin yaptırımlardır. Bu disiplin yaptırımlarından bazıları farklı nedenlerle
hukuka aykırıdır.
Bir disiplin yaptırımının tesisinden önce ilgili kişilerden
savunma alınmaması, bu yaptırıma karşı başvurulabilecek herhangi bir hukuk
yolunun bulunmaması durumunda bir hukuka aykırılık sebebi oluşturur. Ayrıca
bunlar yargısal değil de idari kararlar olduğu için, kişilere bu yaptırımlara
karşı hukuki koruma imkanı tanınması Anayasa’nın 125. ve 36. maddeleri uyarınca
zorunludur. Bu nedenle tesis edildiği anda kesinleşen disiplin yaptırımları
Anayasa’ya aykırıdır.
İİK madde 74 ve devamında düzenlenen mal beyanında bulunmama
eylemi disiplin hukuku ilkelerine benziyor olsa da uygulamada kamu otoritesinin
kanun hükümlerine uygun hareket etmeyenler hakkında idari bir yaptırım olduğu
görüşü öne çıkmaktadır.
Bu somut norma denetimi suretiyle iptal başvurusunda asıl amaç
ise İİK’nda mal beyanında bulunmama eylemine uygulanan yaptırımın aynı kanun
içerisinde AYM tarafından Anayasaya uygun olmaması yönünde iptal kararları
vermesine rağmen aynı yönde karar verme zorunluluğu mu yoksa hükümler arası
çelişki mi olduğu net olmayan uygulamalar ve karar verme zorunluluğu ortaya
çıkmaktadır.
Bu sebeple başvurumuzda kanunlar arası çelişki, hiyerarşi, yorum
ve istisna ilkeleri ile temel hukuk kuralları çerçevesinde İİK m
74-75-76-337-354 hükümleri sebebiyle ortaya çıkan çelişkinin yargılama
mercilerini zor durumda bıraktığı aynı zamanda uygulamada çelişkili yargısal
kararlar ortaya çıktığı değerlendirmesi hükmün Anayasaya aykırılığı sebebine
dayalı iptalinin hukuken doğru olacağı sonucuna dayanmaktadır.
7-) İcra takibinin kesinleşmesinden sonra borçlunun mal
beyanında bulunması kanuni bir zorunluluk olarak düzenlenmiştir. İİK Dördüncü
Bölümünde “Haciz Yolu İle Takip” başlığı altında düzenlenen madde 74 hükmünde;
“Mal beyanı, borçlunun gerek kendisinde ve gerek üçüncü şahıslar yedinde
bulunan mal ve alacak ve haklarından borcuna yetecek miktarın nevî ve mahiyet
ve vasıflarını ve her türlü kazanç ve gelirlerini ve yaşayış tarzına göre geçim
membalarını ve buna nazaran borcunu ne suretle ödeyebileceğini yazı ile veya
şifahen icra dairesine bildirmesidir.” denilmektedir. Borçluya tebliğ edilen
icra veya ödeme emri içeriğinde borçlunun mal beyanında bulunması ihtar edilir.
Aynı Kanun “Beyan Mecburiyeti Müddeti, Başlangıcı” başlığı
altında düzenlenen madde 75 hükmünde ise; “(Değişik: 3222-6.6.1985 / m.8)
İtirazının iptaline veya kat'i veya muvakkat surette kaldırılmasına karar
verilen borçlu, bu kararın kendisine tebliğinden itibaren üç gün içinde
yukarıdaki maddede gösterildiği üzere beyanda bulunmaya mecburdur.
İptal veya kaldırma kararı borçlunun vicahında verilmiş ise bu
müddet, kararın tefhiminden başlar.” Denilmekte olup mal beyanında bulunmayı
yasal bir yükümlülük olarak görmekte ve mazeretsiz yerine getirmemenin disiplin
hapsiyle cezalandırılacağı kanunun gerekçesinden ve lafzında anlaşılacak
şekilde belirtilmektedir.
Bu yasal düzenleme ile korunmak istenen hukuki yarar borcun
ödenmesi olmayıp yasanın açık hükmüne uyulmasının sağlanması suretiyle, cebri
icranın etkin bir şekilde yürütülmesine ilişkin kamu otoritesinin
sağlanmasıdır.
Aynı Kanun “Hapis İle Tazyik” başlığı altında düzenlenen madde
76 hükmünde; “(Değişik: 5124.5.1962 / m.1) Mal beyanında bulunmıyan borçlu,
alacaklının talebi üzerine beyanda bulununcaya kadar icra mahkemesi hâkimi
tarafından bir defaya mahsus olmak üzere hapisle tazyik olunur. Ancak bu hapis
üç ayı geçemez.” denilen kanun metninde kamu otoritesi amaçlı konulan hükme
rağmen alacaklının şikayetine bağlanan hüküm içeriğinden borçlunun borcu
ödemesi konusundaki düzenlemenin alacaklının yararını koruma yönünün öne
çıktığı görülmektedir.
Yargıtay 17. Hukuk Dairesi E. 2004/13049 K. 2005/1278 T.
17.2.2005 ilamında; “Takip konusu alacağın miktarı itibariyle günün ekonomik
koşullar ve paranın satın alma gücü karşısında belirlenen asgari ücretin
üzerinde olduğu gibi, haczin de şikayetten sonra yapıldığı gözetilmeksizin
yazılı gerekçeyle ceza tertibine yer olmadığına karar verilmesi bozmayı
gerektirmiştir.”
Şeklinde verilen kararın içeriği hükmün disiplin hapsi
özelliğinden uzaklaşan bir yaklaşım ortaya koyduğu görülmektedir. Çalışmamızın
ileri aşamalarında disiplin hapsi ve ceza ayrımı konusu ortaya konulmakta olup
bu karar içeriği kanunun hükmünün yanlış yorumlandığı anlamı taşımaktadır.
Gerek İİK m 354 hükmünde; “(Ek fıkra: 6217-31.3.2011 / m.6)
Nafaka alacaklarına ilişkin takipler hariç, alacak miktarı Asgari Ücret Tespit
Komisyonu tarafından her yıl belirlenen aylık en yüksek brüt asgari ücret
tutarının altında kalan takiplerde bu Kanunda öngörülen disiplin ve tazyik
hapsi uygulanmaz.” Düzenlenen içerik gerekse; Anayasa Mahkemesi'nin 16.4.2008
tarih ve 26849 sayılı R.G.'de yayımlanan, 28.2.2008 T., 2006/71 E. ve 2008/69
K. sayılı iptal edilen İİK m 337/1 hükmünün iptal edilen; “Müddeti içinde
beyanda bulunmak üzere mazereti olmaksızın icra dairesine gelmeyen veya yazılı
beyanda bulunmayan borçlu, alacaklının şikayeti üzerine, on gün disiplin hapsi
ile cezalandırılır. Alacaklının alacağını karşılayacak miktarda malın haczedilmesi
veya borcun ödenmesi halinde, bu ceza düşer.” İçeriği birlikte dikkate
alındığında hükmün aynı kanun içinde çelişkiye sebep olduğu görülmektedir.
Hukuk devletinin gereklerinden biri, kişi güvenliğini
sağlamaktır. Kişi güvenliği, dış ve iç tehditlerin ortadan kaldırılması
şeklinde olabileceği gibi, hukuki anlamda kişinin iç huzurunu bozan ömür boyu
sürebilecek belirsizlikler şeklinde de olabilir. Tabiri caiz ise, Demoklesin
kılıcının kişi üzerinde yaşam boyu durması, hukuki güvensizliği ortaya çıkaracaktır.
Kişi güvenliğinin hukuki zeminde kendini gösterdiği durumlardan
biri, non bis in idem ilkesi olarak ifade edilen aynı fiilden dolayı iki kez
yargılama olmaz ilkesidir. Non bis in idem ilkesinin çıkış felsefesi,
Demoklesin kılıcının sürekli olarak bir ceza tehdidi ile kişinin üzerinde asılı
durmasının doğuracağı acıyı ortadan kaldırmaktadır. Bu ilke, “geçmişte yapılan
yargılama neticesinde verilen hüküm, geleceğe karşı bir güvence işlevine
sahiptir” ilkesini temel almaktadır. Bu ilke gereğince, bir kişi hakkında bir
fiilden dolayı daha önce dava açılmışsa artık başka bir dava açılamaz, daha
önce dava açılmış ve kesin hükümle sonuçlanmışsa yine artık başka bir dava
açılamaz. Bu nedenle non bis in idem ilkesi daha önce kesinleşmiş bir hükmün
başka hüküm verilmesini önleme (kesin hükmün önleme etkisi) işlevine sahip
olduğu görülmektedir. Bu ilke, salt ceza davasını ifade ettiği için, hukuk
davası veya disiplin soruşturması açılmasına engel teşkil etmez. Non bis in
idem ilkesi, çok eski bir ilkedir. Hem Roma hukuku hem de Kilise hukukunda
gerek mahkûmiyet ve gerekse de beraat kararlarında uygulanmıştır.
Non bis in idem ilkesi, usul hukukuna ilişkidir. Bu ilke üç
alanda kendini gösterir; (1) İç hukukta, (2) İç hukuk ve uluslararası hukukta,
(3) Uluslararası ceza mahkemesinin kurulmasından sonra tabiri caiz ise Uluslar
üstü hukukta.
Mahkeme kararı, “yargı organının, önüne gelen bir uyuşmazlığı
kesin olarak çözmek amacıyla, uyuşmazlığa ilişkin kişiler ve olaylar ile somut
hukuki durumlara ilişkin araştırma, gözlem ve hukukun ne dediğini belirlemek
faaliyetinin sonucu olarak, hâkimin vicdani kanaati ile vardığı sonucu, yazılı
hüküm olarak tespit ettiği kararlar” şeklinde tanımlanmaktadır.
Mahkeme kararları, bir konuda hukuki çözüm bulunmasında yol
gösterici, aydınlatıcı nitelikte olup hukukun yardımcı kaynaklarındandır.
Mahkeme kararlarının yardımcı kaynak olması nedeniyle bir mahkemenin kararı, o
kararı veren mahkemeyi, diğer mahkemeleri ve kararın muhatabı olmayan diğer
idareleri, kural olarak, bağlamaz.
Kararın muhatabı olan idare Anayasa ve İdari Yargılama Usulü
Kanunu hükümleri uyarınca yargı kararına uymakla yükümlü olmakla birlikte,
pozitif hukuk açısından kararı veren mahkemenin benzer bir olayda aynı yönde
bir karar verme yükümlülüğü bulunmamaktadır. Nitekim Anayasa’nın 138. maddesine
göre “Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak
zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle
değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.” . Danıştay’a göre
de “…yüksek mahkemelerin içtihatları birleştirme kararları yargı organlarını
bağladığı gibi, idareyi de bağlayan kararlardır. İdare, benzeri olaylarda bu
kararlar yönünde işlem tesisine zorunlu bulunmaktadır. Bunun dışındaki kesin
yargı kararları ise, yalnızca tarafları bağlayan kararlardır.” Mahkeme
kararlarının hukukun yarımcı kaynağı olduğu, mevzuatta da açıkça
düzenlenmiştir. 4721 s. Türk Medeni Kanunu madde 1/3’e göre “Hâkim, karar
verirken bilimsel görüşlerden ve yargı kararlarından yararlanır.”
Mahkeme kararları her ne kadar hukukun yardımcı kaynaklarından
olsa da uygulamada son derece önemli bir yere sahiptir. Mahkemeler karar
verirken önceki kararlardan yararlandıkları gibi, taraflar da iddialarını ve
savunmalarını hazırlarken benzer konulardaki mahkeme kararlarını dilekçelerine
eklemektedirler. Doktrinde de “idare hukukunda yargısal içtihatların çoğu kez
Anayasadan hemen sonra gel”diğini ifade edenler bulunmaktadır .
Mahkeme kararlarında istikrar, “mahkemelerin önceki kararlarında
vermiş olduğu hükümlerle tutarlı kararlar vermesi” olarak tarif edilebilir.
Ancak istikrarın mahkemenin önceden vermiş olduğu bir karardaki hükümle
tamamıyla aynı olması gerekmeyip, “makul” bir istikrar yeterlidir. Anayasa
Mahkemesi’ne göre “Yargısal kararlardaki değişiklikler, hukukun dinamizmini ve
mahkemelerin yaklaşımlarını yaşanan gelişmelere uyarlama kabiliyetlerini
yansıtması yönüyle olumludur.” Diğer bir deyişle mahkeme kararlarının
değişmezliği söz konusu değildir. Makul istikrar çeşitli nedenlere bağlı olarak
farklı kararlar verilebilmesini mümkün kılar. Örneğin sosyal şartlar ve
ilişkilerdeki değişiklikler her zaman için eski uygulamaları izlemeye imkân
vermez.
Anayasa Mahkemesi’ne göre hukuki güvenlik ve belirlilik kavramı,
mahkeme kararlarında makul bir istikrarın sağlanması hususu ile doğrudan
ilgilidir. Yargı makamlarının benzer davalarda daha önceki kararlarıyla kabul
edilebilir oranlarda uyumlu kararlar vermesi gerekir. Mahkeme kararlarında
istikrarlı değerlendirmelerin dışındaki bir yaklaşımın hukukun dinamik
yorumuyla uyumlu ve gelişmeye yönelik olarak verildiğinin yeterli ve makul
gerekçeyle açıklanması gerekir.
Mahkeme kararlarında istikrar sağlanması; eşitlik, adalet ve
hukuki güvenlik ilkelerinin gereğidir. Mahkeme kararlarında istikrar olması
çeşitli yararlar sağlar. Bu cümleden olmak üzere; içtihatların yerleşik ve
herkesçe bilinir olması (idari veya yargısal) yapılacak başvuruların azalmasına
imkân verir. Yargıya güven korunur ve artar. Birbirine zıt kararlar verilmemesi
sayesinde adalet ve hakkaniyet sağlanır. Kanun yolları başvurularının
azaltılmasına yardımcı olur. Önceki kararlardan yararlanma mahkemenin önündeki
uyuşmazlık için vereceği kararda zaman ve emekten tasarruf etmesini, kararın
sorumluluğunu tek başına üstlenmekten kurtulmasını ve mahkeme kararlarında
birlik ve uyumu sağlar. Benzer davaların benzer şekilde çözümlenmesi hukuk
hayatında eşitlik, kesinlik, tarafsızlık ve hukuki belirlilik ilkelerinin de
gerçekleştirilmesinde yardımcı olur. Kararlar arasında istikrar sağlanması
özellikle içtihat mahkemesi konumunda olan yüksek mahkemeler için önemlidir.
Anayasa Mahkemesi’ne göre “farklı uygulamaların yüksek mahkemeler nezdinde
gelişmesi durumunda, toplumun yargıya güvenini azaltacak nitelikte bir hukuki
belirsizliğin oluşmasına izin verilmemelidir. Böyle bir durumda, adli
makamların -özen yükümlülükleri gereği- farklı uygulamaları ortadan kaldırmaya
yönelik usule ilişkin güvenceleri devreye sokmaları beklenir. İlgili adli
makamlar, adil yargılanma hakkının da içeriğine dahil olan hukuki güvenlik
ilkesini ihlal ederek hukuki belirsizliğin bizatihi kaynağı olmamalıdır.”
8-) Hukuk normları ve bu normların birbirleriyle olan kurgusu,
intizamı, hukuk devletinin vazgeçilmez unsurlarındandır. İnsanların bireysel ve
toplumsal ihtiyaçlarının sağlıklı bir şekilde temin edilebilmesi için ortaya
çıkan devlet müessesesinin iş ve eylemlerinin hukuk normlarıyla belirlenmesi de
toplumsal yaşam için son derece önemlidir. Hukuk normları arasında takip
edilmesi gereken bir hiyerarşi bulunmaktadır. Normlar hiyerarşisi olarak ifade
edilen bu sıralama ile hukuk kuralları arasında sistematik bir uyumun
sağlanması amaçlanmaktadır. Bu sistematik uyumun sağlanamaması halinde ise
hukuk normlarının kendisinden beklenen sonuçları üretmesi ve nihayetinde
toplumsal düzeni sağlaması -imkansız olmasa da- zordur. Normlar hiyerarşisi ile
ilintisini dikkate alarak konumuzun özeli itibariyle denetim kavramına
baktığımızda, denetim; denetlenen kurum, kuruluş veya kişilerin uygulamalarının
sözünü ettiğimiz hukuk normlarına uygunluğunun incelenmesidir. Dolayısıyla hem
yetki hem de denetlenenlerin uygulama sonuçlarının denetimi açısından normlar
hiyerarşisi kavramı büyük önem taşımaktadır.
Normlar hiyerarşisi, bir hukuk düzeninde var olan birçok hukuk
normunun derece ve kuvvetini belirlemekte, hiyerarşik bir sıraya oturtmakta,
bunları anlamlandırmaktadır. Ülkemizde mevcut normatif düzenlemeleri dikkate
alacak olursak, bu hiyerarşik düzen –sırasıyla- anayasa, usulüne göre yürürlüğe
konulmuş milletlerarası anlaşmalar, kanun, kanun hükmünde kararname, tüzük,
yönetmelik ve adsız düzenleyici işlemlerden (kararname, karar, tebliğ,
sirküler, genelge, özelge, ilke kararı, esaslar, yönerge, talimat, statü vb.)
oluşan birden çok normdan oluşmaktadır. Bu normlar farklı kademelerde yer
almakta, normlar arasında altlık ve üstlük ilişkisi söz konusu olmakta ve her
norm geçerliliğini bir üst hukuk normundan almaktadır. Normlar hiyerarşisinin
uygulamasında bir alt norm üst norma aykırılık teşkil etmemeli, alt norm üst
normun kendisine verdiği hukuki sınırların dışına çıkmamalıdır. Normlar
hiyerarşisi bu şekilde kolayca sıralanmakla birlikte, hukuken aynı statüdeki
hukuk normları arasında aynı olayda farklı düzenlemeler yapılmış olması
durumunda, uygulanacak hukuk normunun tespitinde zorluklar yaşanabilmektedir.
Bu kez söz konusu sıralamanın yanında doktrin ve yargı içtihatları ile
belirlenen hiyerarşi de ortaya çıkmaktadır.
Somut olaya uygulanacak normun tespitinde, aynı konuyla ilgili
birçok hukuk kuralı bulunabilir. Bunların arasında genellikle uyum vardır.
Örneğin, aynı zamanda aynı olayı düzenleyen eşit hukuki statüdeki iki norm
birbiriyle çeliştiği takdirde, genel hüküm ve özel hüküm ilişkisi veya önceki
düzenleme ve sonraki düzenleme ilişkilerine bakılmak suretiyle söz konusu olaya
uygulanacak hukuk normu tespit edilmektedir. Ancak aynı konuyla ilgili hukuk
kuralları arasında bir çelişki ya da çatışma da olabilir. Oysa hukuk kuralları
arasında bir çatışmanın olmaması gerektiği düşünülür. Kaldı ki, tamlamasında
“düzen (intizam)” kelimesini içeren bir olgu olan hukuk düzeni tutarlı bir
bütün olmalıdır. Bu bütünü oluşturan unsurlar arasında bir çelişki, bir çatışma
olsaydı, bunların bir araya gelmesiyle oluşan bütüne “düzen” denmezdi. Yine de
bir hukuk düzeninde, ilk bakışta birbiriyle çatışıyormuş gibi görünen birden
fazla hukuk kuralı bulunabilir. Ancak bu kurallar arasındaki çatışma olsa olsa
“görünüşte”dir, “zahirî”dir. İşte hukuk kuralları arasında böyle bir “görünüşte
çatışma” varsa, bu çatışma, “çatışma çözme ilkelerine” göre çözülür. Bu ilkeler
esas itibarıyla üç tanedir:
(1) Üst kanun alt kanunları ilga eder,
(2) Sonraki kanun önceki kanunları ilga eder,
(3) Özel kanun genel kanunları ilga eder.
Kanun hükümleri arasındaki çelişki ve hiyerarşi
değerlendirilirken yorum kuralları ortaya çıkıyor.
Yorum ilkelerinin gerekli olması başka, var olması başka bir
şeydir. Bu ilkelere ihtiyacın olması, bu ilkelerin var olduğunu kanıtlamaz.
Kanunlara göre, olgusal öncüllerden normatif sonuçların çıkarımı mümkün olmaz.
Tasvirî önermeler ile normatif önermeler iki ayrı dünyaya aittir. Norm normdan
kaynaklanır; olgudan değil. Olgusal dünyadan normatif dünyaya geçiş yoktur.
Böyle ilkelere hâkimlerin ihtiyaç duyduğu bir vakıa olsa bile, bu vakıa, bu
ilkelerin normatif âlemde var olduklarını göstermez. Özetle yorum ilkelerine
hukuk uygulamasında ihtiyaç vardır. Ancak bu ihtiyaç, bu ilkelerin var olduğunu
ve dolayısıyla hâkimleri bağladıklarını göstermez. Dolayısıyla bu ilkelerin
kaynağının ne olduğunu da göstermek gerekir. Hatta bu ilkelerin nereden ve
nasıl doğduklarını göstermek de yetmez, bu ilkelerin hâkimi nasıl olup da
bağladığını da göstermek gerekir.
Bu ilkelerin hâkimi bağlaması için bu ilkelerin Anayasa ve
Medenî Kanun ve Ceza Kanunu gibi temel kanunlarda sayılması gerektiğini
söyleyebiliriz. Nitekim özellikle belirttiğimiz gibi bu ilkelerden bazıları
Anayasa ve kanunlarımız tarafından hükme bağlanmış olan ilkelerdir. Diğer
ilkeler de Anayasa, Medeni Kanun ve Ceza Kanunu gibi temel kanunlarımızda
sayılabilir.
Yorum ilkelerinin niteliği hakkında şunu da söylemek isteriz: Bu
ilkeler, kişilere değil, hakime hitap eden ilkelerdir. Diğer bir ifadeyle bu
ilkeler doğrudan doğruya kişilerin davranışlarını düzenlemezler. Bu ilkeler,
davranışları düzenleyen hukuk kurallarının hâkim tarafından nasıl
uygulanacağını düzenleyen ilkelerdir. Dolayısıyla bu ilkeler, birincil norm
değil, ikincil normlardır. Tabir caiz ise, yorum ilkeleri doğrudan doğruya
“norm” değil, “norm üzerine norm”, yani “meta-norm”durlar. Bu ilkeler, hâkimin
vereceği kararın gerekçesinde uygulanır ve bu ilkelere uyulup uyulmadığı
hâkimin vereceği kararın gerekçesine bakılarak anlaşılır.
9-) Sıfat-ı Arızada Aslolan Ademdir (Mecelle, m.9) (Aslî
Niteliğin Varlığı, Arızî Niteliğin Yokluğu Asıldır). Sıfat (nitelik,
attribute), vasıf kelimesinden türemiş olup, hâl (durum), keyfiyet (nitelik),
suret, özellik demektir. Yani sıfat, bir kişinin veya bir şeyin hal veya vasfı,
niteliğidir.
Sıfat, “sıfat-ı asliye” ve “sıfat-ı ârıza” olmak üzere iki
çeşittir. Yani “sıfat-ı arızada aslolan ademdir” prensibinde dikotomik bir akıl
yürütme vardır. Sıfat-ı asliye, nitelenen şeyde bizzat bulunan, yani o şeyin
kendisinde bulunan durum, nitelik veya özelliktir. Sıfat-ı asliye için biz aşağıda
“aslî nitelik” terimini kullanacağız. “Aslî”, “asl”ın sıfatı olup, “asla
mensup” demektir.“Asıl” ise, kök, temel, esas, kaide, kural demektir. “Sıfat-ı
asliye” İngilizceye “original attribute” diye çevrilebilir. Sıfat-ı asliye için
Latince olarak “essentialia” terimini de kullanabiliriz. Sıfat-ı ârıza,
nitelenen şeyde bizzat, yani kendiliğinden bulunmayıp, ona sonradan eklenen
niteliktir. Sıfat-ı ârıza için biz aşağıda “arizî nitelik” terimini
kullanacağız. “Ârıza”, “ârız”dan gelip “sonradan olan şey”, “bozulma” anlamına
gelmektedir. “Ârız” ise bir şeyin zatına ilişkin olmayıp, o şeye bazen sonradan
yapışan, takılan şey demektir. “Arızî” ise, “ârız”ın sıfatı olup, “sondan
ortaya çıkan”, “gelip geçici olan”, bir şeyin zati ve esasına ilişkin olmayan şey
anlamına gelmektedir. “Sıfat-ı arıza”. İngilizceye “intervening attribute” veya
“transitory attribute” diye çevrilebilir. Sıfat-ı arıza için Latince olarak
“accidentalia” terimini de kullanabiliriz.
Sıfat-ı Asliye Kaide, Sıfat-ı Arıza ise İstisnadır (Asıl Olan
Şey Kuraldır, Arizî Olan Şey ise İstisnadır) Bir şeyin aslî niteliğinin varlığı
genel kuraldır; ama aynı şeyin arizî niteliğinin ise varlığı istisnadır. Bu
ilke “sıfat-ı arızada aslolan ademdir” (Mecelle, m.9) ilkesinin mantıkî
sonucudur.
Yukarıda açıklandığı gibi bir şeyin aslî niteliğinin varlığı,
arizî niteliğinin ise yokluğu asıl olduğuna göre, aslî niteliğin var olması
kaide, arizî niteliğinin var olması ise istisnadır. Aslında bir şeyin arızî
nitelik olması, bizatihi o şeyin istisnaî nitelikte olduğu anlamına gelir.
Çünkü yukarıda açıklandığı gibi, arıza, yani arizî olma durumu, bir şeyin
kendisinde olmayıp, sonradan ortaya çıkan geçici bir durumdur. Bu ise o arizî
niteliğin istisnaî bir nitelik olduğu anlamına gelir.
Sıfat-ı Asliyenin Değil, Sıfat-ı Arızanın Varlığı İspata
Muhtaçtır “Sıfat-ı asliye” değil, “sıfat-ı ârıza”nın varlığı ispata muhtaçtır.
Diğer bir ifadeyle, bir şeyin aslî niteliğinin varlığını değil, ama o şeyin
arızî niteliğinin varlığını iddia eden ispatlamalıdır. Çünkü bir şeyin aslî
niteliğinin var olduğu zaten kabul edilir. Bir şeyin belli bir anda arızî
niteliği üzerinde bulunduğu ispatlanmadıkça, o şeyin aslî niteliği üzerinde
bulunduğu kabul edilir. Aynı şekilde kaide olan şeyin var olduğu kabul edilir;
istisna olan şeyin ise varlığının ispatlanması gerekir. Bir istisnanın varlığı
ispatlanmadıkça, yokluğu kabul edilir ve o konuda kaideye tâbi olur.
Bazen kanun koyucu, genel kuralı ayrıca belirtmeye ihtiyaç
duymadan doğrudan doğruya istisnayı belirtir. Ceza kanunlarının yaptığı şey
budur: İnsanların genel olarak özgür olduğu ayrıca belirtilmeksizin, belirli
bir insan fiiline müeyyide bağlanır. Böylece o insan fiili, genel insan
özgürlüğü karşısında istisnayı teşkil etmiş olur. Böyle bir durumda kaide
konusunda söz konusu süjenin tâbi olduğu genel hukukî rejim geçerlidir. Örneğin
ceza hukuku alanında ayrıca ve açıkça suç olarak tanımlanmamış her fiil
serbesttir. Ceza kanunlarının suç tanımı yapan ve müeyyide bağlayan bütün
hükümleri istisna, kanunsuz suç ve ceza olmaz prensibi ise genel kuraldır.
Kaidenin ayrıca belirtilmeksizin doğrudan doğruya istisnanın belirtilmesine
anayasa hukukunda da rastlanır. Anayasamızın 82. maddesi TBMM üyeliği ile
bağdaşmayan işleri tek tek saymıştır. Bu maddede sayılanlar dışındaki işleri
yapmakta TBMM üyeleri serbesttir. Bu konuda kaide budur. Ancak Anayasa, m.82’de
böyle bir kaideyi ifade eden bir hüküm yoktur. Ancak ayrıca ve açıkça
yasaklanmadıkça, milletvekilleri de bir insan olarak istedikleri her faaliyeti
yapabilirler. O hâlde Anayasa, m.82’de dile getirilmemiş olsa da bu konuda
genel kural ve kaide şu şekilde ifade edilebilir: “Kendiliğinden İstisna Olmaz,
İstisna Konulmalıdır”
Yukarıda açıkladığımız gibi istisna bir “arızî nitelik (sıfat-ı
arıza, accidentalia)”tir. Dolayısıyla bir arizî nitelik olarak istisnanın
olabilmesi için, istisnanın öngörülmüş olması gerekir. Yani bir istisnadan
bahsedebilmek için, bu istisnanın ayrıca ve açıkça konulmuş olması gerekir.
Pozitivist terminolojiyle söylersek, konulmamış bir şey istisna olamaz. Keza
belli bir konuda bir istisnanın olduğunu iddia eden kişi iddiasını
ispatlamalıdır. İstisnanın ayrıca ve açıkça konulmuş olduğu ispatlanamazsa,
istisnanın bulunup bulunmadığı hususu hala tereddütlü ise, istisnanın olmadığı
varsayılır. Çünkü kaide asıl, istisna ise arızî bir niteliktir. İstisnanın
olduğu ispatlanmamış ise, ilgili konuya kaide uygulanır.
Yargı organı kural koyucu bir organ olmadığına göre istisna
koyma yetkisine sahip değildir. Bir konuda istisna yok ise, yargı organı genel
kuralı uygulamak zorundadır. Yargı organının istisna koyamaması, aynı zamanda
yorum yoluyla genel kuralın kapsamını daraltamaması ve keza yorum yoluyla
istisna üretememesi anlamına gelir. Yorum yoluyla genel kurala istisna getiren
yargı organı, yasama yetkisini veya düzenleyici işlem yapma yetkisini gasp
etmiş olur. İkinci olarak, bir kurala istisna getirmek yetkisi, sadece ve
sadece o kuralı koyma yetkisine sahip olan makama aittir. Yani genel kural kim
tarafından konulmuş ise, o genel kurala istisnayı yine o makam getirebilir. Mesela
yasama organının koyduğu bir genel kurala yine yasama organı istisna
getirebilir.
Normlar hiyerarşisinin cari olduğu bir sistemde yukarıdaki
ilkeyi daha doğru bir şekilde şöyle de açıklayabiliriz: İstisna, normlar
hiyerarşisinde kendisine istisna getirilen norm ile en az aynı düzeyde bulunan
bir norm ile getirilebilir. Yani anayasa hükmüne istisna anayasa hükmüyle,
kanun hükmüne istisna kanun hükmüyle getirilebilir; anayasanın bir hükmüne
kanunla, kanunun bir hükmüne yönetmelikle istisna getirilemez. Keza tüzükle
konulan bir kurala yönetmelikle istisna getirilemez.
Bu durumda İİK m 74, 75,76,337,354 hükümlerinde düzenlenen ve
Anayasa Mahkemesi kararıyla da uygulamasında çelişkiye düşülen bu durumda
normlar arası çelişki konusunda nasıl bir istisna uygulanmalı ve yorum hangi
kriter esas alınarak yapılmalıdır. Anayasa Mahkemesinin böyle tartışmalı bir
konuda yapması gereken şey, yorum ilkelerini uygulayarak Anayasaya aykırılık
sorununu çözmesidir. Anayasa Mahkemesi kararları önceden bilinebilir olmalıdır.
Yukarıda belirttiğimiz gibi istisna, kaidenin, yani o konudaki genel kuralın
kapsamını daralttığı için, genel kuralın değiştirilmesi anlamına gelir.
Dolayısıyla bir kurala istisna getirmek, o kuralı değiştirmek ile aynı anlama
gelir. Bu nedenle, yukarıda açıkladığımız gibi, istisna koyma yetkisi sadece ve
sadece o kuralı koyma yetkisine sahip olan makama aittir. Bundan şu sonuç çıkar
ki, yargı organı, uygulayacağı genel kurala yorum yoluyla istisna getiremez.
Çünkü, istisna getirmek demek genel kuralı değiştirmek demektir. Yargı
organının da buna haliyle yetkisi yoktur. Dolayısıyla bir kaidenin, yani bir
genel hükmün istisnasının olup olmadığı konusunda tereddüt ortaya çıkarsa,
genel hükmün istisnasının olmadığı sonucuna ulaşılır. Çünkü genel hükme istisna
getirme yetkisi, haliyle genel hükmü koyma yetkisine sahip olan makama aittir.
Bu makam, kendi koyduğu genel hükme istisna getirmemiş ise ortada bir istisna
yoktur.Böyle bir durumda yorum yoluyla istisna üretmek, genel hükmü koyma
yetkisine sahip makamın yetkisini gasp etmek anlamına gelir. Genel hükmü koyma
yetkisine sahip makam ayrıca ve açıkça istisna öngörmemiş ise, o hükmün bir
istisnası yoktur.
Ubi lex non distinguit, nec nos distinguere debemus (Kanunun
ayrım yapmadığı yerde, bizim de ayrım yapmamamız gerekir). Aynı özdeyiş şu
kelimelerle de ifade edilir: “Lege non distinguente non nobis est distinguere”.
Bu ilke şu anlama gelir ki, hüküm koyarken kanun koyucu, ayrım yapmaksızın
genel ifadeler kullanmış ise, kanunun kullandığı ifadeden mümkün olan en genel
anlamı çıkarmak gerekir. Yani kanunun ayrıma gitmediği yerde, yorumcu da ayrım
yapamaz (Ubi lex non distinguit neque interpretis est distinguere). Diğer bir
ifadeyle, sınırsız bir hükmü sınırlamamak, hükmün genelliğine aykırı
ayrımlamalar yapmamak gerekir. Bu nedenle bu ilkeye “argumentum a generali
sensu” ismini verenler de vardır.
Kanun koyucunun belirli bir şey hakkında koyduğu belirli bir
hükmün kapsamını tespit ederken şu sorun ortaya çıkar: Kanun koyucu, koyduğu
hükmü sırf o şeye mi münhasır tutmuştur, yoksa koyduğu hüküm, kanun koyucunun
koyduğu kuralda zikredilmeyen, sayılmayan diğer şeyler için de geçerli midir?
Bu konuda iki ilke vardır: “Expressio unius est exclusio alterius” ve “unius
positio non est alterius exclusio” ilkeleri. Bu iki ilke birbiriyle çelişiyor
gibi görünse de belirli durumda biri, diğer bazı durumlarda diğeri uygulanır.
“Expressio unius est exclusio alterius (bir şeyi zikretmek,
diğerini dışlamaktır)” özdeyişi “inclusione unius fit exclusio alterius (bir
şeyi dâhil etmek, diğerlerini hariç tutmak demektir)” şeklinde söylenir. Bu
ilkeye göre, kanun metninde zikredilmeyen şeylerin, zikredilen şeyler ile aynı
hükme bağlandığı iddia edilemez. Yani kanun metninde zikredilmemiş şeylerin
sehven unutulduğu, bu şeylerin de zikredilen şeyle aynı hükme tâbi olduğu
varsayılamaz. Tersine, böyle bir durumda kanun metninde zikredilmeyen şey veya
şeylerin kanun koyucu tarafından aynı hükme bağlanmasının reddedildiği sonucuna
ulaşmak gerekir. Zira kanun koyucu, hükme bağladığı şey gibi, diğer şeyleri de
aynı hükme bağlamak isteseydi, o şeyleri de o hükümde zikrederdi. İmkanı varken
bunu yapmamış olması, onun bunu yapmak istemediği anlamına gelir. Yani “ubi lex
voluit, dixit; ubi noluit, tacuit (kanun istediği zaman söyler; istemediği
zaman ise susar)”. Keza “qui dicit de uno negat de altero (bir şeyi kabul eden,
diğerini inkar ediyor demektir)”. Ancak “expressio unius est exclusio alterius”
ilkesi her durumda değil, sadece kanun koyucunun düzenlediği şeyin belirli bir
özelliğini dikkate alarak, yani sırf o şeye özgü düzenleme yaptığı durumlarda
geçerli olan bir ilkedir.
“Unius positio non est alterius exclusio (Bir Şeyin
Belirtilmesi, Diğer Şeylerin Hariç Tutulduğu Anlamına Gelmez)” Expressio unius
est exclusio alterius ilkesinin karşıtı “expressio unius non est exclusio
alterius (bir şeyin zikredilmesi, diğerinin dışlanması demek değildir)”
ilkesidir. Aynı anlamda daha yaygın olarak “unius positio non est alterius
exclusio (bir şeyin konulması, diğer şeylerin hariç tutulduğu anlamına gelmez)”
özdeyişi de kullanılmaktadır.Bu ilkenin geçerli olmadığı her durumda “expressio
unius non est exclusio alterius (bir şeyin zikredilmesi, diğerinin dışlanması
demek değildir) ilkesi geçerlidir. Yani kanun koyucu, bir şeyi sınırlandırarak
saymamış ise veya o şeyi o şeyin bir özelliğini dikkate alarak düzenlememiş
ise, expressio unius non est exclusio alterius ilkesi uygulanır. Yani böyle bir
durumda, kanun koyucunun zikrettiği şey hakkında koyduğu hüküm, zikretmediği
şey hakkında da uygulanır.
Bu durumda İİK madde 74-75-76 hükümlerinin İİK m 337/1 hükmü
hakkında verilen AYM kararı ve İİK m 354 hükmünde belirtilen hükümlere uyumlu
hale getirilmelidir. Anayasa Mahkemesi'nin 16.4.2008 tarih ve 26849 sayılı
R.G.'de yayımlanan, 28.2.2008 T., 2006/71 E. ve 2008/69 K. sayılı iptal edilen
İİK m 337/1 hükmünün iptal edilen hükmünün istisna mı genel hüküm mü olduğu
açıkça vurgulanmalı aynı kanunun farklı hükümleri arasında hükümler arası
çelişki giderilmelidir.
İrade özgürlüğünün bir yansıması olan sözleşme özgürlüğü ilkesi,
liberal ekonomik düzenlerde özel hukuk ilişkilerinin temelini oluşturmaktadır.
Liberal ekonomik düzen üzerinde inşa edilen Türk Hukuku’nda da sözleşme
özgürlüğünün, normlar hiyerarşisinin en tepesinde yer alan Anayasa ile güvence
altına alındığını görmekteyiz. Anayasa m. 48/I’e göre, “Herkes, dilediği alanda
çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir.”.
Tüketicilerle yapılan abonelik sözleşmeleri bakımından sözleşme
özgürlüğünün sınırlanması, öncelikle sözleşme yapıp yapmama özgürlüğü
bakımından tartışılmaya başlanmıştır. Tartışma yargı kararları üzerinden
gelişim göstermiştir. Bu tartışmalar büyük oranda sonuç göstermiştir. Nitekim
günümüzde sözleşme özgürlüğünün tüm alt başlıklarını kapsayacak şekilde
sınırlandırmaların söz konusu olduğu görülmektedir.
TKHK, tüketiciyi sözleşmenin zayıf tarafı olarak görmekte ve bu
doğrultuda düzenlemeler içermektedir. Bu itibarla TKHK genel olarak sözleşmenin
içeriğini belirleme özgürlüğüne müdahale eden bir kanundur. Dolayısıyla
abonelik sözleşmeleri bakımından da sözleşmenin içeriğini belirleme özgürlüğüne
getirilen sınırlamalar söz konusudur.
Eldeki mal beyanında bulunmama eylemi hakkında başvurulan
şikayetlerin tamamı elektrik dağıtım ve abonelik sözleşmelerine dayanmakta olup
tüketici ile yapılan sözleşme dışında yaptırımlar uygulanması eşitlik ilkesine
aykırılık teşkil etmektedir.
10-) Anayasa Mahkemesi 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu
kapsamında tesis edilen disiplin ve tazyik hapsi kararlarının yargısal kararlar
olduğu görüşündedir. Yüksek mahkeme 2004 sayılı Kanunun 346. maddesinin iptali
talebiyle yapılan başvuruyu reddederken şu gerekçelere yer vermiştir:
“Anayasa’ya ve hukukun temel ilkelerine aykırı olmamak koşuluyla toplum
düzeninde yaptırım altına alınması gereken eylemlerin hangisinin idari,
hangisinin ceza yaptırımına bağlı tutulacağı yasa koyucunun takdir alanı
içindedir. İcra ceza mahkemesince uygulanan yaptırımlar idari nitelikte
olmayıp, yargısal işlemlerdir.”. Bu karar Anayasa Mahkemesinin bir müeyyidenin
cezai veya idari nitelikte olup olmadığını belirlerken organik kriteri esas
aldığını göstermektedir. Ancak 2004 sayılı Kanunun 16. Bab kısmındaki fiiller
incelendiğinde, bunların ikili bir ayrıma tabi tutulduğu görülecektir. Bazı
fiiller “suç” olarak nitelendirilerek hapis cezası ve / veya adli para cezası
ile müeyyidelendirilmişken, diğer bazı fiiller “suç” olarak anılmamış ve bunlar
için sadece disiplin veya tazyik hapsi yaptırımlarına yer verilmiştir.
Disiplin veya tazyik hapsi yaptırımları hukuka aykırılığın
giderilmesi ile birlikte son bulurken (bkz. m. 337, 338/2, 339, 340, 341, 343,
344), suç teşkil eden fiillere uygulanan cezalar, takibi şikayete bağlı olanlar
müstesna (m. 354), kişi hakkında uygulanmaya devam eder. Disiplin veya tazyik
hapsine ilişkin kararlara karşı yedi gün içinde 353. maddenin ilk fıkrasına
göre itirazda bulunulabilirken, suçlardan dolayı tesis edilen hükümlerle ilgili
olarak 5271 sayılı Kanunun kanun yollarına ilişkin hükümleri uygulanır (m.
353/1). İşte İcra ve İflas Kanunu’nun hukuka aykırı fiiller arasında yaptığı bu
ayrımın bir anlamı olmalıdır. Yargıtay bu fiillerden ilk grupta olanları “suç”,
ikinci grupta olanları ise “kabahat” olarak nitelendirmiştir.
5326 sayılı Kabahatler Kanunu’nun 2. maddesi kabahatleri
“kanunun, karşılığında idari yaptırım uygulanmasını öngördüğü haksızlık” olarak
tarif etmiştir. Ayrıca 5326 sayılı Kanunun
24. maddesi mahkemelerin de kabahatler hakkında idari yaptırım
kararı verme yetkisine sahip olduğunu hüküm altına almıştır. Hiç şüphesiz bu
yetkinin mahkemeler tarafından kullanılması halinde, uygulanan yaptırım nitelik
değiştirmeyecek, idari yaptırım olarak kalmaya devam edecektir. Tüm bu nedenler
kanun koyucunun 2004 sayılı Kanunda yer alan disiplin ve tazyik hapsi
yaptırımlarını suç teşkil eden fiillere uygulanan ceza hukuku yaptırımlarından
ayrı tuttuğunu ve bunları birer idari yaptırım olarak gördüğünü göstermektedir.
Özgenç de benzer bir şekilde disiplin ve tazyik hapislerinin ceza hukuku
yaptırımı olmadıklarını, bunlara ceza hukuku kurumlarının uygulanmasının mümkün
olmadığını ifade etmektedir.
11-) Yargı mercileri tarafından tesis edilen disiplin
yaptırımları dikkatle incelendiğinde, bunlara sebebiyet veren fiillerin
taraflardan ziyade ilgili yargısal faaliyeti ve bu faaliyeti yürüten mercileri
hedef aldığı görülecektir. Gerçekten de disiplin yaptırımına sebebiyet veren
bir fiilin davacı veya davalı ile doğrudan bir ilgisinin olması gerekli
değildir. Hukuka aykırı bir fiil ile bunların hak veya menfaatleri olumsuz
yönde etkilense dahi, bu durum yargısal faaliyetlere verilen zararın bir
sonucu, yani dolaylı bir sonuçtur.
Disiplin suçlarının ceza hukuku anlamında bir suç ve disiplin
yaptırımlarının da birer yargısal karar olarak nitelendirilmesi durumunda,
bunların ilgili yargısal faaliyeti yürüten hakim veya hakimlerce değil, başka
yargı mensuplarınca karara bağlanması gerekecektir. Örneğin duruşma sırasında
sözlü veya fiili olarak hakime karşı uygun olmayan bir davranış sergileyen bir
kişinin bu davranışının suç teşkil ettiği kabul edilirse, bu kişi hakkında yürütülecek
ceza yargılamasına suçun mağduru konumundaki hakim katılamayacaktır. Zira Ceza
Muhakemesi Kanunu’nun 22. maddesinin 1/a bendine göre suçtan zarar gören hakim
davaya bakamaz. Aynı Kanunun 24. maddesinin 1. fıkrasına göre tarafsızlığını
şüpheye düşürecek diğer sebeplerden dolayı da hakimin reddi istenebilir.
Duruşma sırasında uygun olmayan bir davranışın hakimi hedef alması durumunda,
bu hükümlere göre hakimin davaya bakmaktan yasaklı olması veya en azından
hakimin reddedilebilmesi gerekir. Oysa bu fiillerin idare hukuku anlamında bir
disiplin suçu olarak kabul edilmesi durumunda hakimin bu konuyu karara
bağlamasında herhangi bir sakınca olmayacaktır. Zira idare hukukunda idareyi
ilgilendiren konuların yine idare tarafından karara bağlanmasının önünde kural
olarak herhangi bir engel bulunmamaktadır. Öyle ki, idarenin çalışma düzenine
karşı işlenen fiiller yine idare tarafından karara bağlanmaktadır. İşte
yargısal faaliyetlerin yürütülmesine zarar verici faaliyetlerin müeyyideye
bağlanması işleminin yargısal bir faaliyet olarak nitelendirilmesi durumunda,
bu kararların ayrı bir yargı mercii tarafından karara bağlanması zorunlu iken,
kanunlarda bu yönde herhangi bir düzenleme getirilmemiş olması, anılan
kararların idari bir karar olduğuna işaret etmektedir. Yargısal kararları diğer
kararlardan ayıran önemli bir özellik, bunların kanun yolları veya kanunlarda
öngörülen diğer istisnai hallerin dışında kural olarak hiçbir şekilde
değiştirilememesi, kaldırılamaması veya geri alınamamasıdır. Yargı mercilerinin
re’sen yargılama yapmaları mümkün olmadığı gibi, kararlarını re’sen
düzeltmeleri veya kaldırmaları da mümkün değildir. Oysa yargı mercileri
tarafından verilen kimi disiplin yaptırımları incelendiğinde, bunların bu
yönüyle yargısal kararlara benzemediği, bu yaptırımların kimi zaman yargı
mercilerince re’sen kaldırılabildiği görülecektir. Örneğin Ceza Muhakemesi
Kanunu’nun 60. maddesine göre yasal bir sebep olmaksızın tanıklıktan veya
yeminden çekinmesi nedeniyle üç ayı geçmemek üzere disiplin hapsine mahkum edilen
tanık, tanıklığa ilişkin yükümlülüğüne uygun davrandığı takdirde derhal serbest
bırakılır. Alman hukukunda da yargısal faaliyetlerin düzenli bir şekilde
yürütülebilmesi amacıyla alınan kararlara uymayan kişilere uygulanan
yaptırımların değiştirilebileceği veya kaldırılabileceği kabul edilmektedir.
Suç teşkil eden bir fiil hakkında bir ceza hükmü tesis edildikten sonra, bu
hükmün aynı yargı mercii tarafından re’sen alınacak yeni bir kararla
kaldırılması mümkün olmamasına rağmen, anılan disiplin yaptırımlarının
kaldırılabilmesi, bunların yargısal kararlar olmadığını göstermektedir. Benzer
bir örnek Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 245. maddesinde yer almaktadır. Buna
göre çağrıldığı halde mazeret bildirmeksizin gelmeyen tanık zorla getirtilir ve
hakkında ayrıca disiplin para cezasına hükmolunur. Ancak zorla getirtilen tanık
evvelce gelmemesini haklı gösterecek sebepleri sonradan bildirirse, aleyhine
hükmedilen giderler ve disiplin para cezası kaldırılır. Buna göre mazeretini
bildirilmekle birlikte kendisine verilen disiplin para cezasının kaldırılmasını
talep etmeyen tanığın bu cezasının mahkemece re’sen kaldırılması mümkündür. Bu
noktada şu hususa da işaret etmek gerekir ki, madde metnine göre tanığa verilen
disiplin cezasının kaldırılabilmesi için, mazeretin tanık tarafından mahkemeye
bildirilmesi gerekir. Ancak kanaatimce mazeretin mahkemece başka bir suretle
öğrenilmesi halinde de bu cezanın kaldırılması mümkün olmalıdır. Zira bu
hükümle ulaşılmak istenen amaç mazeretsiz bir şekilde mahkeme huzuruna gelmeyen
tanığı cezalandırmak olup, mahkeme huzuruna çıkmaya engel bir özre sahip olan
bir kişinin bu özrünün kim tarafından mahkemeye bildirildiğinin herhangi bir
önemi olmamalıdır.
12-) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne göre yargılamayı yapan
yargıçlar aynı zamanda soruşturma sürecindeki kararlarda yer almışlarsa ve bu
kararlarda şüphelilerin suçluluğuna dair görüş ve yorumlarda bulunmuşlarsa bu
durumda da tarafsızlık koşulundan şüphe duyulması kabul edilebilir (Hauschildt
v. Danimarka, Gomez de Liano y Botello v İspanya). Aynı yargıcın soruşturma
aşamasına ciddi bir biçimde dahil olmuş olması da tek başına bu kapsamda
değerlendirilmektedir (De Cubber v. Belçika). Ki yargılama konusu olayda her
iki durum da söz konusudur.
Bunlara bağlı savcıların soruşturma ve yargıçların kovuşturma
yöntemleri toplum için huzurun temel taşı olan ‘hukuk güvenliğini’ ortadan
kaldırmaktadır. Sırf o olay için kurulmuş ve hakimi sırf o olay için atanmış
bir mahkemede suçlanan kişiler masum olsalar bile mahkum edilebilirler. AYM’nce
1982 AY çerçevesinde; hukuk devletinde yasal yargıç (kanunî hâkim), doğal
yargıç (tabiî hâkim) olarak anlaşılması gerektiği belirtilerek; doğal yargıç
ilkesinin, sanığa veya davanın yanlarına göre yargıç atanmasına olanak
vermeyeceği tanımlanmıştır.
AY m. 141/3- “Bütün mahkemelerin her türlü kararları gerekçeli
olarak yazılır”. 6216 sayılı- Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama
Usulleri Hakkında Yasa m.40/2/1.c uyarınca, “Taraflarca ileri sürülen Anayasaya
aykırılık iddiası davaya bakan mahkemece ciddi görülmezse bu konudaki talep,
gerekçeleri de gösterilmek suretiyle reddedilir”.
CMK m. 34 – (1) Hâkim ve mahkemelerin her türlü kararı, karşı oy
dahil, gerekçeli olarak yazılır. Gerekçenin yazımında 230. madde göz önünde
bulundurulur. Kararların örneklerinde karşı oylar da gösterilir.
Detaylarıyla anlatıldığı üzere, hukuk devletinde, anayasaya
aykırılığı “hukuken tartışılmaya değer bir norm”a dayanılarak hüküm kurulmaması
gerekir. Kaldı ki, Anayasa’ya aykırılık iddiası, Anayasa’daki hak arama
özgürlüğü, savunma hakkı kapsamındadır. Bu açıdan, mahkeme, Anayasa’ya
aykırılık iddiasını benimsemese dahi, iddiayı “ciddi” saymak durumundadır.
Mahkemenin, aykırılık iddiasını benimsemediği için tarafların istemini
reddetmesi hak arama özgürlüğünün veya savunma hakkının sınırlandırılması
anlamına gelir.
AYM’ nin , 2011/113 E., 2012/108 K., 18.7.2012 günlü kararında
da sözü edilen; “…Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devletinin
unsurlarından biri de, vatandaşlarına hukuk güvenliği sağlamasıdır. Hukuk
devleti, tüm eylem ve işlemlerinde yönetilenlere en güçlü en kapsamlı şekilde
hukuksal güvence sağlayan devlettir. Hukukun üstünlüğünün egemen olduğu bir
devlette hukuk güvenliğinin sağlanması, hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz
koşuludur. Hukuk güvenliği, kurallarda belirlilik ve öngörülebilirlik
gerektirir. Belirlilik ve öngörülebilirlik ise, herkesin bağlı olacağı hukuk
kurallarını önceden bilmesi, tutum ve davranışlarını buna göre düzene
sokabilmesidir. Kişi ve kuruluşların devlete güven duymaları, maddi ve manevi
varlıklarını korkusuzca geliştirebilmeleri, temel hak ve özgürlüklerden
yararlanabilmeleri ancak hukuk güvenliği ve üstünlüğü sağlandığı bir hukuk
devleti düzeninde gerçekleştirilebilir”.
Yine, AYM’nin 6216 sayılı Yasa 41/2 hükmünün AY’ya aykırılığının
incelenmesi çerçevesinde, konumuzla ilintili bir tespiti de şu şekilde
olmuştur: “Dolayısıyla, itiraz konusu kuralın hem usul ekonomisi gereği hem de
aynı normun uygulanacağı benzer uyuşmazlıklarda hukuki birlik ve istikrarın
sağlanması amacına yönelik olması ve yargılama sonucunda işin esasına ilişkin
adil ve hakkaniyete uygun karar verilmesine engel oluşturmaması nedeniyle
kişilerin hak arama özgürlüğüne de aykırı bir yönü bulunmamaktadır” (Esas
Sayısı : 2013/55, Karar Sayısı : 2013/67, Karar Günü : 28.5.2013, R.G.
Tarih-Sayı : 27.3.2014-28954).
Bilindiği üzere; 1982 AY-XI. Anayasanın bağlayıcılığı ve
üstünlüğü madde 11- Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını,
idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk
kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.
Kemal Gözler’in Türk Anayasa Hukuku Dersleri adlı eserinde
belirttiği gibi; somut norm denetimi, yani itiraz yoluyla verilen kararlar da,
soyut norm denetimi, yani iptal davası yoluyla verilen kararlar gibidir; Resmi
Gazete’de yayımlanır ve bu kararlar da sadece davanın tarafları bakımından
değil, herkes için, yani erga omnes bağlayıcıdır; iptal edilen kanun herkes
için yürürlükten kalkmış olur. Kısacası, AYM’nin anayasaya aykırılık itirazını
değerlendirmesi sonucunda vereceği karar sadece ciddi bulunup da önüne gelmiş
davanın taraflarını değil aynı AY kurallarıyla temel hak ve özgürlükleri
güvencede bulunan, ilgili yasa maddesinin uygulama alanındaki herkes için,
idareler için ve bu olguları değerlendirmekte olan her yargı merci için
bağlayıcı olacaktır.
Anayasa’ya uygunluk denetimi dâvanın esasını çözmeye yetkili
mahkeme tarafından çözülebiliyorsa, denetim ön sorun şeklinde çözülmektedir. Bu
tür denetim yolunda verilen Anayasa’ya aykırılık kararı sadece olayla sınırlı
ve tarafları bağlayıcı bir nitelik taşımaktadır.
1961 AY m.152/4-5- “Anayasa Mahkemesi, diğer mahkemelerden gelen
Anayasaya aykırılık iddiaları üzerine verdiği hükümlerin, olayla sınırlı ve
yalnız tarafları bağlayıcı olacağına da karar verebilir" (“ön sorun” yapabilme
yetkisi). 1982 AY m.90 aslında bu uygulamaya izin vermez mi?
Başvuru Numarası: 2013/2187, Karar Tarihi: 19,12,2013; Resmi
Gazete :28875; Yayımlanma Tarihi : 07.01.2014
Anayasa’nın 90. maddenin beşinci fıkrası uyarınca, sözleşmeler
hukuk sistemimizin bir parçası olup, kanunlar gibi uygulanma özelliğine
sahiptir. Yine aynı fıkraya göre, uygulamada bir kanun hükmü ile temel hak ve
özgürlüklere ilişkin olan sözleşme hükümleri arasında bir uyuşmazlığın
bulunması halinde, sözleşme hükümlerinin esas alınması zorunludur. Bu kural bir
zımni ilga kuralı olup, temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşme hükümleriyle
çatışan kanun hükümlerinin uygulanma kabiliyetini ortadan kaldırmaktadır.
Başvuruya konu yargılama kapsamında verilen kararın 4721 sayılı
Kanun’un 187. maddesine dayanarak verildiği anlaşılmaktadır. Ancak, yukarıda
yer verilen tespitler ışığında, ilgili Kanun hükmünün sözü edilen Sözleşme
hükümleri ile çatıştığı görülmektedir. Bu durumda, uyuşmazlığı karara bağlayan
derece Mahkemelerinin, AİHS ve diğer uluslararası insan hakları andlaşmaları
ile çatışan 4721 sayılı Kanun’un 187. maddesini kararlarına esas almayarak,
başvuru konusu uyuşmazlık açısından Anayasa’nın 90. maddesi uyarınca
uygulanması gereken uluslararası sözleşme hükümlerini dikkate alması gerektiği
sonucuna varılmaktadır.
Yine AYM kararlarına göre, itiraz yoluyla gelen işlerde,
uygulanacak kuralın yürürlükten kalkması dahi anayasaya uygun denetimini
durdurmaz.
13-) Anayasa'nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk
devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk Devleti, tersinden hareketle tanımlanacak
olursa "keyfi" uygulamaların bulunmadığı düzeni ifade eder.
Hukuk devletinde kamu gücünü kullananlar ancak hukuk kurallarının
çizdiği sınırlar içerisinde bu yetkiyi kullanabilecek keyfi uygulamalara
başvuramayacaktır. Bu hukuk düzeninde devletin sınırları hukuk tarafından
çizilmektedir.
Anayasa Mahkemesinin kararlarında yer aldığı üzere hukuk devleti
"insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her
alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya
aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuki güvenliği sağlayan, hukuk
kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk
devletinin temel unsurlarından biri belirliliktir. Hukuki güvenlikle bağlantılı
olan hukuki belirlilik ilkesi bireylerin hukuk kurallarını önceden bilmeleri,
tutum ve davranışlarını bu kurallara göre güvenle belirleyebilmeleri anlamını
taşımaktadır. Bu nedenle anılan ilke uyarınca yasal düzenlemelerin hem kişiler
hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek
şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu
otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi
gerekir."(AYM E. 2020/76, K.2023/172,)
Anayasa Mahkemesi kararlarında adalet ve hakkaniyet ilkeleri de
hukuk devleti ile bağlantılı olarak değerlendirilmiştir. (AYM E. 2020/87,
K.2022/44, §28)
Kanun koyucu tarafından yapılacak düzenlemeler adalet ve
hakkaniyet ilkeleri doğrultusunda adil hukuk düzenine hizmet etmelidir. Adalet
ve hakkaniyet kavramları kurucu bir üst kavram olması dolayısıyla geniş
anlamlara gelen soyut bir özellik de sergilemektedir. Ancak uyuşmazlığın
çözümüne konu olay sebebiyle adalet ve hakkaniyet kavramları uyuşmazlıkla
bağlantılı olarak değerlendirilmeye çalışılmıştır. Buna göre hukuk devletiyle
de bağlantılı olarak kabul edilen adalet ve hakkaniyet ilkesi devletin aynı
durumda bulunan kişiler hakkında eşitlik ilkesine aykırılık teşkil etmeyecek
surette benzer mahiyette işlemler tesis etmesi olarak kabul edilmiştir. Aynı
hukuki statüde bulunan kişiler hakkında farklı işlemler tesis edilmesi adalet
ve hakkaniyet ilkelerine aykırılık teşkil etmektedir. Benzer durumdaki kişilere
farklı kuralların uygulanması, devlete karşı hukuki güvenlik içerisinde
bulunması gereken vatandaşların güvensizlik duygusuna kapılmalarına da
sebebiyet vermektedir. Zira, devlet tesis ettiği işlemlerinde nesnellikle
hareket etmemekte ve hangi sebeple olduğu anlaşılmayacak şekilde aynı durumdaki
kişilere farklı kuralları uygulamaktadır. Yine kişilerin kendi kusurlarından
ileri gelmeyen sebeplerle aleyhlerine olacak farklı bir hukuki statüde
değerlendirilerek eşitlik ilkesine aykırı hareket edilmesi de adalet ve
hakkaniyet ilkelerinin ihlal edilmesi olarak değerlendirilmiştir.
Abonelik sözleşmesinde haklar ve yaptırımlar dışında ayrıca
kendi yasal çerçevesi içinde belirlenmiş olduğu dikkate alındığında ilave
yaptırımlara imkan verilmesi sözleşmenin güçlü olan tarafına keyfi uygulama
imkanı verdiği açıktır. Bunun yanında mal beyanında bulunmama eylemine
uygulanan yaptırım genel hüküm niteliği taşıdığından da kanunların ve
sözleşmelerin uygulanmasına ihlallere yol açtığı açıktır.
AY m 10 hükmü gereği “Devlet organları ve idare makamları bütün
işlemlerinde (…)[ kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek
zorundadırlar."
Anayasanın 10. maddesinde öngörülen eşitlik ilkesi hukuksal
durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil hukuksal
eşitlik öngörülmektedir. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan
kişilerin aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak ve kişilere kanun karşısında
ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı
durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun
karşısında eşitliğin ihlali yasaklanmıştır. Kanun önünde eşitlik, herkesin her
yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durum ve konumlarındaki
özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları gerekli
kılabilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara
bağlı tutulursa Anayasa’nın öngördüğü eşitlik ilkesi ihlal edilmiş olmaz.
(Anayasa Mahkemesi, 08.12.2015 tarih ve E.2014/82, K.2015/112 ve diğer birçok
kararı)
Temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması sistemi bakımından
13. maddenin eski şekliyle yeni şekli arasında aynı olan hususlar vardır. Şu
dört şart, 13. maddenin eski şeklinde de yeni şeklinde de mevcuttur:
1. Sınırlama kanunla olmalıdır.
2. Sınırlama Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olmalıdır.
3. Sınırlama anayasanın ilgili maddesinde öngörülen özel
sebeplere dayanmalıdır.
4. Sınırlama “demokratik toplum düzeninin gerekleri”ne aykırı
olmamalıdır.
Bu uygulamada abonelik sözleşmesi ve İİK m 76 anlamında farklı
ve ilave yaptırımların uygulanması temel hak ve hürriyetler açısından ihlal
anlamına gelecektir.
13. maddenin eski şekline göre birinci fıkrasına göre, “temel
hak ve hürriyetler... Anayasanın sözüne ve ruhuna uygun olarak...
sınırlanabilir”. Maddenin yeni şekline göre de “sınırlamalar, Anayasanın sözüne
ve ruhuna... aykırı olamaz”. Bu şart bakımından 13. maddenin eski ve yeni
şekilleri arasında bir fark yoktur.
Nihayet temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılmasının bir
sınırı olarak, uluslararası sözleşmelerde kullanılan kriter, “hakkın özü”
kriteri değil, “demokratik toplum düzeninin gerekleri” kriteridir. Örneğin
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (m.9/12, 10/2, 11/2) ve Birleşmiş Milletler
çerçevesinde hazırlanan Medenî ve Siyasî Haklar Sözleşmesi, hakkın özü
kriterini değil, demokratik toplum düzeninin gerekleri kriterini
kullanmaktadır.
(Değişik: 3.10.2001-4709/14 md.) Herkes, meşrû vasıta ve
yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı
olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme,
görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.
“Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında “Herkes, meşrû
vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya
davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” denilerek
yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme hakkı ve bunun doğal
sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır.
Bu düzenleme ile güvence altına alınan hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel
hak niteliği taşımasının ötesinde diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken
şekilde yararlanılmayı ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden
birisidir (AYM, E.2017/120, K.2018/33, 28/3/2018, § 17).
Anayasa’nın “Temel hak ve hürriyetlerin korunması” başlıklı 40.
maddesinin birinci fıkrası; Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlâl
edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkânının sağlanmasını isteme
hakkına sahiptir” hükmünü içermektedir. "Anılan hükme göre kişilerin yargı
makamları ile idari makamlar önünde haklarını arayabilmelerine kolaylık ve
imkân sağlanması anayasal bir zorunluluktur. Bu zorunluluk, temel hak ve
özgürlüğü ihlal edilen ya da ihlal edildiğini iddia eden kişilerin ilgili yargı
veya idari merciler nezdinde şikâyetlerini dile getirmesi hususunda devlete
gerekli ve yeterli mekanizmaları oluşturarak uygun koşulları sağlama
yükümlülüğü getirmektedir (AYM, E.2019/102, K.2019/99, 25/12/2019, § 16)".
Bu çerçevede Anayasa’nın anılan maddesinde güvence altına alınan etkili başvuru
hakkı; anayasal bir hakkının ihlal edildiğini ileri süren herkese hakkın
niteliğine uygun olarak iddialarını inceletebileceği makul, erişilebilir, etkili,
ihlalin gerçekleşmesini veya sürmesini engellemeye ya da sonuçlarını ortadan
kaldırmaya elverişli idari ve yargısal yollara başvuruda bulunabilme imkânının
sağlanmasını teminat altına almaktadır (AYM, E.2019/102, K.2019/99, 25/12/2019,
§ 17).
AY Madde 37- Hiç kimse kanunen tabî olduğu mahkemeden başka bir
merci önüne çıkarılamaz. Bir kimseyi kanunen tabî olduğu mahkemeden başka bir
merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler
kurulamaz.
Mevcut itiraza konu hukuki vaka abonelik sözleşmesinden
kaynaklanan uyuşmazlıktır. Ancak Tüketici uyuşmazlığı ilgili hükümler yerine
ceza yargılamasına da konu edilmektedir.
AY 90. maddenin son fıkrasında da, “Usulüne göre yürürlüğe
konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında
Anayasa'ya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesi'ne başvurulamaz” kuralı
getirilmiştir.
Sorun, yasama, yürütme ve yargı organları ile birlikte tüm
anayasal kurumları, gerçek ve tüzel kişileri ilgilendirmektedir. Çünkü,
Anayasa, 90. maddeye eklenen tümcede uyuşmazlığın, nerede, nasıl ortaya çıkan
bir uyuşmazlık olduğu konusunda belirleme yapmamıştır. Madde gerekçesinde,
“uygulamada” sözcüğü ile bağlantı kurulmuş, uygulamada çıkacak bir uyuşmazlığın
halinden söz edilmiştir. Anayasa ve yasalarla verilen görevlerin yerine
getirilmesi ve bu görevlerle ilgili tüm faaliyetler, her bir müessese için
“uygulama”dır.
Uygulamalarda da, konusuna göre temel hak ve özgürlüklere
ilişkin uluslararası sözleşmelerle kanunların arasında çatışma çıkması
mümkündür. Uygulamayı ve uyuşmazlık çözümünü, sadece yürütme organı ve onun
içinde yer alan idare ya da yargı organları tarafından yapılan işlem, “esas
alma”yı da sadece bu organlara verilen bir yetki olarak görmek mümkün değildir.
Yasama organının yasama süreci, bu organın bir uygulamasıdır. Yasama süreci
içinde yapılan tartışmalar, verilen önergeler, teklif ya da tasarılardan
çıkarılan ya da eklenen hükümler yasama organının uygulamasında ortaya çıkan
uyuşmazlıklar sonucu oluşmaktadır.
Bütün bu sebeplerle mal beyanında bulunmama konusunda
cezalandırma yönündeki hükümler Anayasa ve Kanunlar önünde bu hükümler çelişki
oluşturmakta ve uygulamada sorunlar yaratmaktadır. Hatta İİK madde 337 ve 354
hükmü karşısında karmaşa daha da öne çıkmaktadır.
14-) Daha önce yaptığımız başvuru Anayasa Mahkemesi 04/12/2024
tarih 2024/202 E 2024/192 K sayılı kararıyla başvurunun yöntemine uygun
olmadığı gerekçesiyle reddine karar verilmişse de eksik ve hatalı kısımları ve
gerekçe düzeltilmiştir.
Somut norm denetimi, bir davaya bakmakta olan mahkemenin, davada
uygulanacak ve Anayasaya uygunluk denetimi kapsamında kalan bir hukuk kuralını
Anayasaya aykırı görmesi veya taraflardan birinin aykırılık savının ciddi
olduğunu değerlendirmesi üzerine Anayasa Mahkemesine başvurmasıyla
gerçekleştirilen bir denetim şeklidir. İtiraz yoluyla yapılan bu denetimde,
somut bir olayla ilgili olarak bakılmakta olan davada uygulanacak bir hukuk
kuralının Anayasaya aykırılığının söz konusu olması bağlamında, somut norm
denetimi olarak ifade edilmektedir. Bu denetim yolunda, bir hukuk kuralının
Anayasaya uygunluğunun denetlenmesi, somut bir dava konusu üzerinden
gerçekleştirilmektedir. Ancak hukuk kuralının somut bir davada uygulanması ve
somutlaştırılması, yapılan Anayasaya uygunluk denetiminin objektif, soyut ve
bağımsız bir yargılama olarak nitelendirilmesine engel oluşturmamaktadır.
Nitekim Anayasa Mahkemesi bir kararında, 1982 Anayasasının 152. maddesiyle
düzenlenen Anayasaya aykırılığın mahkemelerde öne sürülmesinde gözetilen amacı,
verilecek iptal kararından sadece ilgili davanın taraflarının değil, herkesin
yaralanabileceği, Anayasa Mahkemesine itiraz başvurusu yapılana kadar somut ve
kişisel olarak nitelendirilebilecek durumun, Anayasaya uygunluk denetimi
aşamasında etkinliğini kaybettiği ve buna bağlı olarak soyut, genel ve objektif
bir nitelik kazandığı şeklinde belirlemektedir. Somut norm denetimi, iptal
davasından (soyut norm denetimi) çeşitli yönlerden farklılık göstermektedir.
Somut norm denetimi, soyut norm denetimine göre bir yönden dar, diğer bir
yönden daha geniş bir uygulama alanına sahiptir. Herhangi bir norm için değil,
ancak bakılmakta olan bir davada uygulanacak norm için itiraz yoluna
başvurulabilmesi, bu denetim yolunun dar yönüne işaret etmektedir. Öte yandan
soyut norm denetim yolunun, Anayasada belirtilen organlar tarafından belli bir
süre içinde işletilebilmesi karşısında, somut norm denetiminin davada taraf
olan herkes ve/veya davaya bakan mahkeme tarafından belirli bir süre
sınırlaması olmaksızın her zaman işletilebilecek bir özellik göstermesi geniş
yönüne işaret etmektedir.
Somut norm denetiminin şartları, 1982 Anayasasının 152.
maddesinin ilk fıkrası kapsamında belirlenmektedir. Bu anayasal düzenleme
çerçevesinde somut norm denetimi şartları şu şekilde belirlenebilir: Bakılmakta
olan bir dava olmalıdır; davaya bakmakta olan merci, mahkeme olmalıdır; somut
norm denetimine konu olacak kanun veya cumhurbaşkanlığı kararnamesi hükmü o
davada uygulanacak norm olmalıdır; davaya bakmakta olan mahkemenin davada
uygulanacak hükmün Anayasaya aykırılığına re’sen kanaat getirmeli veya
taraflardan birinin ileri sürdüğü Anayasaya aykırılık iddiasının ciddi olduğu
kanısına varmalıdır. Bu anayasal şartlara ilaveten 6216 sayılı Kanunun 40.
maddesinin dördüncü fıkrasında “başvurunun açık bir şekilde dayanaktan yoksun
olmaması” şartı gerilmiştir. Bu yönüyle başvurunun mahkememizde görülen bir
dava ile ilgili olması sebebiyle başvuru şekil ve şartlarını taşıdığını
düşünmekteyiz.
SONUÇ VE İSTEM :
Yukarıda açıklanan ve re’sen gözetilebilecek nedenlerle;
1- 2004 Sayılı İcra ve İflas Kanunu madde 76 hükmünde düzenlenen
"(Değişik: 51-24.5.1962 / m.1) Mal beyanında bulunmıyan borçlu,
alacaklının talebi üzerine beyanda bulununcaya kadar icra mahkemesi hâkimi
tarafından bir defaya mahsus olmak üzere hapisle tazyik olunur. Ancak bu hapis
üç ayı geçemez." hükmünün Anayasaya aykırılığı ve kanunun diğer
maddelerinde düzenlenen hükümlerine aykırılığı ve çelişki oluşturması açısından
ve Anayasa 152. maddesine aykırılık hükümleri gereği somut norm incelemesiyle
iptaline karar verilmesi,
AY madde 2., 10., 13., 36. ve 37., 90/son maddelerine
aykırılığının AY m. 152/1 doğrultusunda ‘ciddi bulunarak’ Anayasa Mahkemesi’ne
gönderilmesine ve AY.152/1 fıkrası son cümlesi uyarınca AY. Mahkemesince bir
karar verilinceye kadar "davayı geri bırakma" kararı verilmiş olduğunun
dikkate alınarak yasal süresinde karar verilmesini mahkemeye ve davaya bakan
hakim sıfatıyla saygıyla dileriz.”