“…
1) 20.02.2020 tarihli ve 7222 sayılı
Bankacılık Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 1.
maddesiyle 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 26. maddesinin ikinci fıkrasına
eklenen “bankacılık sistemini ya da” ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
7222 sayılı Kanun’un birinci maddesiyle, 5411
sayılı Bankacılık Kanunu’nun 26. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “ihlâl
ettikleri ve” ibaresinden sonra gelmek üzere “bankacılık sistemini ya da”
ibaresi eklenmiş ve “kanunî kovuşturma talep edilen” ibaresi “Cumhuriyet
Başsavcılığına yazılı başvuruda bulunulan” şeklinde değiştirilmiştir. Ancak “ihlâl
ettikleri ve” ibaresinden sonra gelmek üzere “bankacılık sistemini ya da”
ibaresinin eklenmesine yönelik düzenleme Anayasa’ya aykırıdır.
Öncelikle belirtmemiz gerekir ki 5411
sayılı Bankacılık Kanunu’nun “Çalışma ve İmza Yetkisi Yasağı’ başlıklı 26.
maddesi, mezkur Kanun’un “Kurumsal Yönetim” başlıklı üçüncü kısmının “Yönetim”
başlıklı birinci bölümünde yer almaktadır.
26. maddenin 7222 sayılı Kanun ile
yapılan değişiklikten önceki hali;
Bankacılık Kanunu’nun “Kurucularda
Aranan Şartlar” başlıklı 8. maddesinin birinci fıkrasının a, b, c ve d
bentlerinde belirtilen şartları taşımayan kişiler, bankalarda genel müdür, genel
müdür yardımcısı veya imza yetkisini haiz görevli olarak çalıştırılamazlar.
Bankalar, bu kimselerin imza yetkilerini derhal kaldırmak zorundadırlar.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu
(Kurum) denetimler sonucunda, Bankacılık Kanunu veya ilgili diğer mevzuat
hükümlerin ihlâl ettikleri ve bankanın emin bir şekilde çalışmasını tehlikeye
düşürdükleri tespit edilen ve haklarında kanunî kovuşturma talep edilen banka
mensuplarının, imza yetkileri Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun (Kurul) kararı
ile geçici olarak kaldırılır. Bu kimseler, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme
Kurulu’nun izni olmadıkça imza yetkisini haiz personel olarak hiçbir bankada
çalıştırılamazlar.” şeklindedir.
26. maddenin değişiklikten önceki 2.
fıkrasının lafzından da açıkça anlaşılacağı üzere, banka mensuplarının imza
yetkilerinin Kurul kararı ile geçici olarak kaldırılabilmesi için kümülatif
şartlar aranmaktadır. Bu şartlar; banka mensuplarının Kurum’un yaptığı
denetimler sonucunda Bankacılık Kanunu veya ilgili diğer mevzuat hükümlerin
ihlâl ettiklerinin ve bankanın emin bir şekilde çalışmasını tehlikeye
düşürdüklerinin tespit edilmesi ve banka mensupları haklarında kanunî
kovuşturma talep edilmesidir.
7222 sayılı Kanun, tahdidi olarak
sayılan bu şartların ikisini değiştirmektedir. Başka bir deyişe banka
mensuplarının imza yetkilerinin Kurul kararı ile geçici olarak kaldırılması
için aranan ikinci şart, “bankacılık sistemini ya da ve bankanın emin bir
şekilde çalışmasını tehlikeye düşürdüklerinin tespit edilmesi” ve son şart “banka
mensupları haklarında Cumhuriyet Başsavcılığı’na yazılı başvuruda bulunulması”
şeklinde değiştirilmektedir.
Banka mensubunca ifa edilen bankacılık
sisteminin ya da bankanın emin bir şekilde çalışmasını tehlikeye düşürme fiili
Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurumu (Kurum) tarafından tespit edilecektir.
Bu hükmün anayasaya aykırılığını açıklamak için öncelikle Bankacılık Denetleme
ve Düzenleme Kurumu’nun hukuki niteliğine değinmek gerekmektedir.
Bankacılık Denetleme ve Düzenleme
Kurumu, finansal piyasalardaki denetim ve gözetim sisteminin etkinliğinin
arttırılması ve bağımsız karar mekanizmalarına kavuşturulması yönündeki
politikalar uyarınca, 23.06.1999 tarihli ve 23734 sayılı Resmi Gazete’de
yayımlanan mülga 4389 sayılı Bankalar Kanunu ile kamu tüzel kişiliğini haiz,
idari ve mali özerkliğe sahip bir otorite olarak kurulmuş, 01.11.2005 tarihli
ve 25983 sayılı mükerrer Resmi Gazetede yayımlanan 5411 sayılı Bankacılık
Kanunu ile de bağımsızlık, etkinlik ve kapasite açısından güçlendirilmiştir.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme
Kurumu, bir bağımsız idari otoritedir. Bağımsız idari otoriteler, toplumsal
yaşam için özel bir önem ve duyarlılık taşıyan temel hak ve özgürlükler ile
ekonomik ve sosyal sektörlerde veya alanlarda düzenleme, denetleme ve yönlendirme
faaliyetlerinde bulunan kararlarının üzerinde hiçbir makam ve merciin etkisinin
olmadığı, karar organları özel güvencelere sahip, mali özerkliği haiz, özel
bütçeli kamu tüzel kişileridir. Bu tür otoriteler ilgili oldukların sektöre
ilişkin regülasyon yaptığından ve sektörü denetleyip yaptırım uyguladığından
idarenin kolluk hizmetini yerine getirir. Bağımsız idari otoriteler, idare
kapsamında değerlendirildiğinden eylem ve işlemlerini Anayasa’nın 2. maddesi
gereğince hukuka uygun olarak ifa etmekle yükümlüdür.
Anayasa’nın 2. maddesinin ekseni, hukuk
devletidir. Hukuk devletinin temel ilkelerinden biri belirliliktir. Belirlilik
ilkesi, bireylerin hukuk kurallarını önceden bilmeleri, tutum ve davranışlarını
bu kurallara göre güvenle belirleyebilmeleri anlamını taşımaktadır. Belirlilik
ilkesi, yalnızca yasal belirliliği değil daha geniş anlamda hukuki belirliliği
ifade etmektedir. Hukuki belirlilik ilkesinde asıl olan, bir hukuk normunun
uygulanmasıyla ortaya çıkacak sonuçların o hukuk düzeninde öngörülebilir
olmasıdır. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare
yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net,
anlaşılır ve uygulanabilir olması, ayrıca kamu makamlarının keyfi
uygulamalarına karşı koruyucu birtakım güvenceler içermesi gereklidir.
Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılıdır. Birey, belirli bir
kesinlik içinde hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya
sonucun bağlandığını bilmelidir. Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihadına göre
belirlilik ilkesi bireylerin hukuk kurallarını önceden bilmeleri, tutum ve
davranışlarını bu kurallara göre güvenle belirleyebilmeleri anlamını
taşımaktadır. (Anayasa Mahkemesi’nin 02.05.2018 tarihli E. 2017/43 K. 2018/40
sayılı Kararı).
Bankacılık Kanunu’nun 26. maddesinin 2.
fıkrasında Kurum’un banka mensubunun bankacılık sistemini ya da bankanın emin
bir şekilde çalışmasını tehlikeye düşürme fiilini tespit ederken esas alacağı
objektif kriterler kanunda açık, net, anlaşılır bir biçimde ifade edilmemiştir.
Bunun yanında, “bankacılık sistemi”nin ne olduğuna dair kanuni bir tanım da
bulunmamaktadır. “Emin bir şekilde çalışmasını tehlikeye düşürme” fiilinin
içeriğinin ne olduğu belirsizdir. Bu fiilin teşebbüs veya tamamlanma
aşamalarının hangi hareketleri kapsadığı muğlaktır. Hukuk devleti ilkesi
gereğince idari niteliği haiz Kurum’un yapacağı denetimin esasının sınırları
kanun ile çizilmesi ve açıklığa kovuşturulması, bankacılık sisteminin neyi
ifade ettiğinin belirlenmesi, bankacılık sisteminin ve bankanın emin bir
şekilde çalışmasının tehlikeye düşürülmesi fiilinin unsurlarının saptanması
gerekirken; iptali talep edilen ibarede hukuk devleti ilkesinin
gerçekleştirilmesi için aranan koşulların hiçbiri bulunmamaktadır. Ayrıca
herhangi bir kısıtlama olmadığından Kurum’a geniş bir takdir yetkisi
tanınmıştır.
Tüm bu nedenlerle ‘bankacılık sisteminin
ya da’ ibaresinin Anayasa’nın 2. maddesine aykırı olup iptali gerekmektedir.
Ayrıca değişikliğe göre, Kurum
denetimleri sonucunda Bankacılık Kanunu veya ilgili diğer mevzuat hükümlerin
ihlâl ettikleri ve bankacılık sisteminin ya da bankanın emin bir şekilde
çalışmasını tehlikeye düşürdükleri tespit edilen ve haklarında Cumhuriyet
Başsavcılığı’na yazılı başvuruda bulunulan banka mensuplarının imza yetkileri,
Kurul kararı ile geçici olarak kaldırılacaktır.
‘Banka mensuplarının imza yetkilerinin
geçici olarak kaldırılması’ şeklindeki yaptırım, ceza; bu cezaya mesnet
oluşturan “banka mensuplarının bankacılık sisteminin ya da bankanın emin bir
şekilde çalışmasını tehlikeye düşürmeye” yönelik fiili, suç niteliğindedir. Bir
başka deyişle; söz konusu müeyyide, kişiye suçlu muamelesinde bulunulması
anlamına gelmektedir. O halde bu suç ve cezanın Anayasa’nın “Suç ve Cezalara
ilişkin Esaslar” başlıklı 38. maddesinde düzenlenen ilkelerden biri olan suç ve
cezaların kanuniliği ilkesine uygun olması gerekmektedir.
Anayasa’nın 38. maddesinin ilk
fıkrasında, “Kimse, ... kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı
cezalandırılamaz…” denilerek “suçun kanuniliği”, üçüncü fıkrasında da “Ceza ve
ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur.” denilerek, “cezanın
kanuniliği” ilkesi getirilmiştir. Anayasa’nın 38. maddesine paralel olarak 5237
sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 2. maddesinde de “suçta ve cezada kanunilik” ilkesi
hüküm altına alınmıştır. Söz konusu yaptırım, “suçluluğu hükmen sabit oluncaya
kadar, kimse suçlu sayılamaz” (Anayasa madde. 38/4) yasağına da aykırıdır.
Kişilerin yasak eylemleri önceden
bilmeleri düşüncesine dayanan suç ve cezada kanunilik ilkesiyle temel hak ve
özgürlüklerin güvence altına alınması amaçlanmakladır. Bu açıdan kanunun metni,
bireylerin hangi somut fiil ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun
bağlandığını belirli bir açıklık ve kesinlikle öngörebilmelerine imkân verecek
düzeyde kaleme alınmış olmalıdır. Bu nedenle, belirli bir kesinlik içinde
kanunda hangi fiile hangi hukuksal yaptırımın bağlandığının bireyler tarafından
bilinmesi ve eylemlerin sonuçlarının öngörülebilmesi gerekir. (Anayasa
Mahkemesi’nin 14.01.2015 tarih, 2014/100 E., 2015/6 K. sayılı Kararı)
Başka bir deyişle suç ve cezaların
kanunla belirlenmesi, çağdaş ceza hukukunun temel ilkelerinden biridir.
Günümüzde bu ilkeye uluslararası hukukta ve insan hakları belgelerinde de yer
verilmektedir. İlkenin esası, kişilerin yasak eylemleri ve bunlar karşılığında
verilecek cezaları önceden bilmelerini sağlamak düşüncesine dayanmaktadır. Suç
ve cezaların yalnızca kural ile konulup kaldırılması da yeterli olmayıp
kuralların kuşkuya yer vermeyecek biçimde açık ve sınırlarının da belli olması
gerekir. Bu ilkeye göre suç ve cezalara dair düzenlemelerin şekli bakımdan
kanun biçiminde çıkarılması yeterli olmayıp, bunların içerik bakımından da
belirli amacı gerçekleştirmeye elverişli olmaları gerekir. (Anayasa Mahkemesi’nin
18.06.2003 tarihli 2000/5 E., 2003/65 K. sayılı Kararı)
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
(AİHS) 7. maddesi de, suçta ve cezada kanunilik ilkesini güvencelemektedir
(AİHM, Kokkinakis/Yunanistan, 25 Mayıs 1993, başvuru no : 14307/88 § 52). Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM), Sözleşme’nin 7. maddesi uyarınca, kovuşturma ve
mahkumiyete yol açan eylemin icra edildiği tarihte, ilgili eylemi
cezalandırılabilir kılan kanuni bir düzenlemenin bulunmasının ve verilen
cezanın da ilgili düzenleme tarafından belirlenmiş sınırları aşmamasının
gerektiğini belirtmektedir (AİHM, Del Río Prada/İspanya, 21 Ekim 2013, başvuru
no : 42750/09, §80). Suçların kanuniliği ilkesi, suçun kanun tarafından
açıklıkla tanımlanmasını gerektirir (AİHM, Cantoni/Fransa, 15 Kasım 1996,
başvuru no : 17862/91, §29). Sözleşme’nin 7. maddesindeki “hukuk” sözcüğü,
ulaşılabilirlik ve öngörülebilirlik niteliklerini içerir. Bu itibarla; kişi,
gerektiğinde mahkemelerce yapılan yorumların da yardımıyla, ilgili düzenlemenin
lafzından, hangi eylem ve ihmallerin cezai sorumluluğunu doğuracağını ve söz
konusu eylem ya da ihmal sebebiyle hangi cezaya hükmedileceğini bilebilmelidir
(AİHM, Kafkaris/Kıbrıs, 12 Şubat 2008, başvuru no : 21906/04 , §140). Bir başka
deyişle; suç oluşturan eylemlerin Türkiye’nin iç hukukunda açıklıkla ve
öngörülebilir şekilde tanımlanması, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 7.
maddesinin de bir gereğidir.
Oysa, Bankacılık Kanunu’nun 26.
maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “Kurum denetimleri sonucunda bankacılık
sisteminin ya da bankanın emin bir şekilde çalışmasını tehlikeye düşürdükleri
tespit edilen banka mensupları” ibaresi, banka mensuplarının hangi somut eyleme
“geçici olarak imza yetkisinin kaldırılması” yaptırımının bağlandığını belirli
bir açıklık ve kesinlikle öngörebilmelerine imkân verecek şekilde kaleme
alınmamıştır. Zira izah edildiği üzere ‘bankacılık sistemi’nin ne olduğuna dair
kanuni bir tanım yoktur, “emin bir şekilde çalışmasını tehlikeye düşürmek’
fiilinin unsurları kanun metninde saptanmamıştır, bu fiilin teşebbüs ve
tamamlanma aşamalarını içeren hareketlerin neler olduğu konusunda netlik
bulunmamaktadır.
Tüm bu nedenlerle ‘bankacılık sistemini
ya da’ ibaresi Anayasa’nın 38. maddesine aykırıdır ve iptali gerekmektedir.
Ayrıca mezkur maddenin ikinci fıkrasının
son cümlesi, Kurul Kararı ile imza yetkileri geçici olarak kaldırılan banka
mensuplarının, Kurul’un izni olmadıkça imza yetkisini haiz personel olarak
hiçbir bankada çalıştırılamayacağını öngörmektedir.
Anayasa’nın ‘Çalışma Hakkı ve Ödevi’
başlıklı 49. maddesine göre herkesin çalışma hakkı ve ödevi vardır.
Çalışma en temel haklardan biridir.
Çalışma hakkı, Türkiye’nin taraf olduğu evrensel insan hakları metinlerinde ve
uluslararası sözleşmelerde düzenlenmiştir ( Özellikle bkz.: İnsan Hakları
Evrensel Bildirgesi, m.23/1; Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin
Uluslararası Sözleşme, m.6/1). Çalışma hakkı, herkese devlet tarafından asgari
şartları oluşturularak isteğe bağlı olarak tanınan ve insanlık onuruna yaraşır
bir gelir sağlamaya dayanan herhangi bir faaliyette bulunma hakkıdır. Çalışma
hakkı, kişilerin kendisinin ve ailesinin yaşamını sürdürebilmesi için önemli
olduğu kadar, kendisinin seçtiği veya girdiği bir iş ile toplum içinde
tanınması ve gelişimi açısından da yaşamsal bir haktır. Ekonomik ve sosyal
haklar kategorisinde yer alan çalışma hakkı sosyal bir haktır; sosyal hakkın
kullanımını sağlayacak olan devlet ise sosyal devlettir.
Çalışma hakkının iki boyutu
bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, çalışma hakkının bir program hüküm niteliği
taşımasıdır. Çalışma hakkı, öncelikle istihdam yaratmak için devlete gerekli
önlemleri alma ve çalışma yaşamını geliştirme yükümlülüğü getirmektedir.
Nitekim 49. maddenin ikinci fıkrası da devletin bu alandaki yükümlülüklerini
açıkça düzenlemektedir. Çalışma hakkının söz konusu program norm niteliği, bir
yandan devletin ekonomik ve sosyal politikalarını oluştururken ve yürütürken
izlemesi gereken esasları belirlemekte, diğer yandan da bu haktan doğan yükümlülüklerini
mali imkânları çerçevesinde gerçekleştirebileceğine işaret etmektedir. Çalışma
hakkının ikinci boyutu ise, bireysel boyutudur. Çalışma hakkı, devlete isteyen
herkese iş sağlama yükümlülüğü getirmeyip bireye de devletten bu yönde
sübjektif bir talep hakkı vermemektedir. Buna karşın devletin, çalışma yaşamına
ilişkin gerekli düzenlemeleri yaparak bireylere fırsat eşitliği sunma, her
türlü ayrımcılığı önleyici tedbirleri alma, bireyin çalışma yaşamına ve özgürce
seçtiği bir işte çalışma hakkına getirilecek kısıtlamaları en aza indirme ve
çalışanın haksız yere işten çıkarılmasına karşı gerekli önlemleri alması
gerekmektedir. Devletin söz konusu yükümlülüklerini yerine getirebilmesi için
alması gereken önlemler, birey açısından sübjektif talep hakkının konusunu
oluşturmaktadır. Bu talebin ve devletin yükümlülüğünün anayasal temelini
oluşturan çerçeve hüküm, madde 5’tir. Sosyal hukuk devleti ekseninde, “siyasal,
ekonomik ve sosyal engelleri kaldırma, insanın maddi ve manevi varlığının
gelişmesi için gerekli şartların hazırlama” şeklinde aşamalı olumlu
yükümlülükler öngörülen edim borcu, çalışmakta olan bir kişinin, Anayasa
kurallarına aykırı bir şekilde görev güvencesinin ortadan kaldırılmasına hiçbir
biçimde olanak tanımaz. Bu bağlamda iptali talep edilen düzenleme Anayasa’nın
5. maddesine de aykırıdır, iptali gerekir.
Bankacılık Kanunu’nun 26. maddesi, banka
mensuplarının imza yetkilerinin Kurul Kararı ile geçici olarak kaldırılmasına
yönelik şartlarını daha esnek bir forma büründürdüğünden, banka mensuplarının
imza yetkilerini geçici olarak kaybetmesi kolaylaşacaktır. Bu şartlar arasında
sayılan “banka mensuplarının bankacılık sisteminin ya da bankanın emin bir
şekilde çalışmasını tehlikeye düşürmesinin tespit edilmesi” ibaresi muğlak
olduğundan ve mezkur madde söz konusu banka mensuplarının, Kurul’un izni
olmadıkça imza yetkisini haiz personel olarak hiçbir bankada
çalıştırılamayacağını öngördüğünden, bu kimselerin çalışma hakları kanun ile
kısıtlanmaktadır. Zira Anayasa’nın 49. maddesine göre Devletin kişinin çalışma
hakkını gerçekleştirebilmesi için gerekli şartları hazırlaması gerekirken,
kanunla bu hakkını ortadan kaldırması Anayasa’ya aykırıdır.
Kişinin, Kurul’un izni olmadıkça imza
yetkisini haiz personel olarak herhangi bir bankada çalışamamakla beraber,
bankacılık alanında imza yetkisini haiz olmayan personel olarak yahut
bankacılık dışında bir sektörde çalışmaya devam edebilme imkanına sahip olması,
iptali istenen kuralın çalışma hakkına müdahale ve sınırlama oluşturduğu
tespitini çürütmez. Zira; Anayasa’nın 48. maddesine göre, herkes dilediği
alanda çalışma hürriyetine sahiptir. Kişinin, uzmanlık taşıdığı ve kariyerine
uygun düşen alan ve mevki dışında da çalışabileceği tezi, temel hak ve
özgürlüklerin yorumunda merkezi önemde olan hakların etkililiği ilkesine
aykırıdır ve çalışma hakkına müdahale ya da sınırla getirilmediği yahut
getirilen sınırlamada ölçülülük ilkesine uygun davranıldığı yönünde bir dayanak
oluşturamaz. Çalışma hakkının etkili yorumu, kişinin bu hakkını, dilediği ve
uzmanlığa sahip olduğu alanda kullanabilmesinin güvencelenmesini gerektirir.
Aksini iddia, çalışma hakkını kuramsal ve göstermelik bir hakka indirger.
Tüm bu nedenlerle ‘bankacılık sistemini
ya da’ ibaresi, Anayasa’nın 49. maddesine de aykırıdır ve iptali
gerekmektedir.
Ayrıca, Anayasa’nın 13. maddesi
uyarınca, temel hak ve hürriyetler, ancak kanunla sınırlanabilir. Oysa;
Anayasa’nın 49. maddesinde düzenlenen ve temel bir hak olan çalışma hakkını
sınırlayan söz konusu düzenleme, yukarıda ifade edildiği şekilde, hukuk devleti
ve suçların kanuniliği ilkelerinin gerektirdiği şekilde öngörülebilirlik
niteliğini haiz bir kanun oluşturmamaktadır. Bir başka deyişle, ihtilaflı
kural, şekli anlamda bir kanun içinde yer almakla beraber, öngörülebilirlik
niteliğini taşıyacak şekilde maddi anlamda bir kanun oluşturmamaktadır.
İhtilaflı ibare, banka mensuplarının hangi somut eyleme “geçici olarak imza
yetkisinin kaldırılması” yaptırımının bağlandığını belirli bir açıklık ve
kesinlikle öngörebilmelerine imkân verecek şekilde kaleme alınmamıştır. İzah
edildiği üzere; “bankacılık sistemi”nin ne olduğuna dair kanuni bir tanım
olmadığı gibi, “emin bir şekilde çalışmasını tehlikeye düşürmek” fiilinin
unsurları da şekli anlamdaki kanun metninde saptanmamıştır. Bu itibarla; temel
bir hak olan çalışma hakkına ihtilaflı düzenlemeyle getirilen sınırlama,
müeyyideye dayanak oluşturan fiilin kanunilik ilkesine uygun şekilde
tanımlanmasıyla öngörülmüş değildir. Şu halde, temel bir hak olan çalışma
hakkına ilişkin iptali istenen sınırlama, kanun tarafından öngörülmemiştir.
Bu sebeple, ihtilaflı düzenlemenin soyut
norm denetimi konusu kısmı, Anayasa’nın 13. maddesine de aykırıdır ve iptal
olunmalıdır.
2) 20.02.2020 tarihli ve 7222 sayılı
Bankacılık Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 1.
maddesiyle değiştirilen 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 26. maddesinin ikinci
fıkrasında yer alan “Cumhuriyet Başsavcılığına yazılı başvuruda bulunulan”
ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
7222 sayılı Kanun’un birinci maddesiyle,
5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 26. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “ihlâl
ettikleri ve” ibaresinden sonra gelmek üzere “bankacılık sistemini ya da”
ibaresi eklenmiş ve “kanunî kovuşturma talep edilen” ibaresi “Cumhuriyet
Başsavcılığına yazılı başvuruda bulunulan” şeklinde değiştirilmiştir. Ancak “kanunî
kovuşturma talep edilen” ibaresinin “Cumhuriyet Başsavcılığına yazılı başvuruda
bulunulan” şeklinde değiştirilmesine yönelik düzenleme Anayasa’ya aykırıdır.
Öncelikle belirtmemiz gerekir ki, 5411
sayılı Bankacılık Kanunu’nun ‘Çalışma ve İmza Yetkisi Yasağı’ başlıklı 26.
maddesi, mezkur Kanun’un ‘Kurumsal Yönetim’ başlıklı üçüncü kısmının ‘Yönetim”
başlıklı birinci bölümünde yer almaktadır.
26. maddenin 7222 sayılı Kanun ile
yapılan değişiklikten önceki hali;
‘Bankacılık Kanunu’nun ‘Kurucularda
Aranan Şartlar’ başlıklı 8. maddesinin birinci fıkrasının a, b, c ve d
bentlerinde belirtilen şartları taşımayan kişiler, bankalarda genel müdür,
genel müdür yardımcısı veya imza yetkisini haiz görevli olarak
çalıştırılamazlar. Bankalar, bu kimselerin imza yetkilerini derhal kaldırmak
zorundadırlar.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu
(Kurum) denetimler sonucunda, Bankacılık Kanunu veya ilgili diğer mevzuat
hükümlerin ihlâl ettikleri ve bankanın emin bir şekilde çalışmasını tehlikeye
düşürdükleri tespit edilen ve haklarında kanunî kovuşturma talep edilen banka
mensuplarının, imza yetkileri Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun (Kurul) kararı
ile geçici olarak kaldırılır. Bu kimseler, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme
Kurulu’nun izni olmadıkça imza yetkisini haiz personel olarak hiçbir bankada
çalıştırılamazlar.” şeklindedir.
26. maddenin değişiklikten önceki 2.
fıkrasının lafzından da açıkça anlaşılacağı üzere, banka mensuplarının imza
yetkilerinin Kurul kararı ile geçici olarak kaldırılabilmesi için kümülatif
şartlar aranmaktadır. Bu şartlar; banka mensuplarının Kurum’un yaptığı
denetimler sonucunda Bankacılık Kanunu veya ilgili diğer mevzuat hükümlerin
ihlâl ettiklerinin ve bankanın emin bir şekilde çalışmasını tehlikeye
düşürdüklerinin tespit edilmesi ve banka mensupları haklarında kanunî
kovuşturma talep edilmesidir.
7222 sayılı Kanun, tahdidi olarak
sayılan bu şartların ikisini değiştirmektedir. Başka bir deyişle, banka
mensuplarının imza yetkilerinin Kurul kararı ile geçici olarak kaldırılması
için aranan ikinci şart, “bankacılık sistemini ya da ve bankanın emin bir
şekilde çalışmasını tehlikeye düşürdüklerinin tespit edilmesi” ve son şart “banka
mensupları haklarında Cumhuriyet Başsavcılığı’na yazılı başvuruda bulunulması”
şeklinde değiştirilmektedir.
Ceza muhakemesi hukukuna göre bir kimse
hakkında Cumhuriyet Başsavcılığı’na yazılı başvuruda bulunulması ile kanunî
kovuşturma talep edilmesi farklı hukuki müesseselerdir. Zira ceza muhakemesi
soruşturma (ilk evre) ve kovuşturma (ikinci evre) olmak üzere iki evreden
oluşmaktadır.
Soruşturma evresi, suçları takiple
yetkili mercilerin bir suçun işlendiği konusunda bilgi edinmeleriyle başlar.
Bilgi edinme diğer bir deyişle suçtan haberdar olma, cumhuriyet savcılarının
bir suçu resen veya ihbar, suç duyurusu, şikayet, istem, başvuru üzerine
öğrenmesi şeklinde tanımlanır. İptali talep edilen ibareye göre banka
mensuplarının imza yetkilerinin Kurul kararı ile geçici olarak kaldırılması
için; Cumhuriyet Başsavcılığı’nın suçu kendilerine yapılan yazılı bir başvuru
ile öğrenmesi gerekmektedir.
Kovuşturma evresi, cumhuriyet savcısı
tarafından yetkili mahkemeye verilen iddianamenin mahkemece kabulüyle veya dava
açan belgenin yetkili mahkemeye verilmesiyle başlar. Kovuşturma evresinin başlamasını
talep eden hukuki makam, cumhuriyet savcılığıdır. 26. maddenin söz konusu
değişiklikten önceki haline göre banka mensuplarının imza yetkilerinin Kurul
kararı ile geçici olarak kaldırılması için banka mensupları hakkında kanunî
kovuşturma talep edilmesi gerekmektedir.
İptali talep edilen ibare ile “kanuni
kovuşturma talebi” yerine “cumhuriyet başsavcılığına yazılı başvuru” işlemi
yeterli görüldüğünden ceza muhakemesi işlemleri zaman bakımından geriye
çekilmektedir.
Cumhuriyet savcısı, ancak soruşturma
evresinin sonunda toplanan deliller suçun işlendiği konusunda yeterli şüphe
oluşturuyorsa (başka bir deyişle araştırma konusu fiilin suç olduğu konusunda
yeterli delil elde edilmişse) ve işin kovuşturma evresine geçebilecek durumda
olduğu kanaatine varırsa görevli ve yetkili mahkemeye hitaben bir iddianame
düzenler ve mahkemece iddianamenin kabulü ile ceza davası açılmış olur.
Ceza muhakemesi sürecinden de
anlaşılacağı üzere savcı soruşturma evresinde şüpheli lehine ve aleyhine olan
tüm delilleri toplar, şüphelinin ifadesine başvurur, suçun işlendiği hususunda
yeterli şüphe olup olmadığını tespit edebilmek için kanuni yetkilerini hukuka
uygun olarak kullanır. Şüphelinin hakkındaki suçlamayı öğrenme, müdafi seçme ve
onun hukukî yardımından yararlanabilme, müdafinin ifade veya sorgusunda hazır
bulunmasını isteme, müdafi seçecek durumda değilse ve bir müdafi yardımından
faydalanmak istediği takdirde, kendisine baro tarafından bir müdafi
görevlendirilmesini isteme, yakınlarından istediğine yakalandığının derhâl
bildirilmesini isteme, yüklenen suç hakkında açıklamada bulunmama (susma),
şüpheden kurtulması için somut delillerin toplanmasını isteme, kendisi aleyhine
var olan şüphe nedenlerini ortadan kaldırma, lehine olan diğer hususları ileri
sürme gibi hakları bulunmaktadır.
Bu hakların anayasal dayanağını
Anayasa’nın “Hak Arama Hürriyeti” başlıklı 36. ve “Suç ve Cezalara ilişkin
Esaslar” başlıklı 38. maddesi oluşturmaktadır.
Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenen
adil yargılanma hakkı, insan hakları ile şüpheli, sanık ve mağdurun hakları
ihlal edilmeksizin ceza muhakemesi işlemlerinin kandırma, yanıltma ve zorlama
gibi irade serbestîsini engelleyen veya savunmayı kısıtlayan yollara
sapılmaksızın, hukuk devleti ilkesine uygun olarak, önceden kanunla öngörülmüş
bulunan esaslar çerçevesinde yargılama yapılması hakkıdır. Adil yargılamaya
ilişkin hak ve ilkeler, bütün yargılama sürecine ilişkindir. Bu ilke ve haklar;
idari ve disiplin soruşturmaları dâhil ilk derece yargılaması, istinaf ve
temyiz aşamaları, soruşturma ve kovuşturma evreleri için de geçerlidir.
Anayasa’nın 38. maddesinde düzenlenen
ilkelerden biri olan masumiyet karinesi, bir suçtan dolayı
soruşturulan/kovuşturulan kişinin, suçluluğu kesinleşmiş mahkeme kararıyla
sabit olmadıkça suçlu sayılmamasını ifade eder. Aksi bir hal geniş kapsamlı bir
suçluluk algısı yaratarak, kişilerin itibarını olumsuz etkileyebilecektir.
Bununla birlikte masumiyet karinesi soruşturma safhası için özellikle,
soruşturmayla görevli kişilerin yargılama sonuçlarından önce şüpheli hakkında
suçlu ya da suçsuz şeklinde açıklama yapmamaları anlamına gelmektedir. Bununla
birlikte masumiyet karinesine göre şüpheden sanık yararlanır. Başka bir deyişle
sanık hakkında hüküm kurulabilmesi için ortada hiçbir şüphe kalmamalıdır.
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi
(m.11/1), Kişisel ve Siyasal Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme (m.14/2) ve
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (m.6/2); masumiyet karinesi olarak nitelenen
söz konusu ilkeyi ifade eden başlıca uluslararası hak koruma belgeleridir.
AİHS’nin 6. maddesinin 2. fıkrasına göre: “Bir suç ile itham edilen herkes,
suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar masum sayılır”. Anayasa’nın 15.
maddesinin ikinci fıkrasına göre savaş, seferberlik ve olağanüstü hallerde dahi
bu ilkeye istisna getirilmesi mümkün değildir (m.15/2). Anayasa Mahkemesi’nin
ifade ettiği üzere, “Ceza hukukunun temel ilkelerinden olan suçsuzluk karinesi,
hakkında suç isnadı bulunan bir kişinin adil bir yargılama sonunda suçlu
olduğuna dair kesin hüküm tesis edilene kadar masum sayılması gerektiğini ifade
etmekte ve hukuk devleti ilkesinin de bir gereğini oluşturmaktadır” (AYM, E.
2017/109, K. 2018/39, K.T. 02.05.2018, R.G. 6/6/2018 – 30443, III-8). Yine
AYM’ye göre, “Masumiyet karinesi, kişinin suç işlediğine dair kesinleşmiş bir
yargı kararı olmadan suçlu olarak kabul edilmemesini güvence altına alır. Bunun
sonucu olarak, kişinin masumiyeti “asıl” olduğundan suçluluğu ispat külfeti
iddia makamına ait olup, kimseye suçsuzluğunu ispat mükellefiyeti yüklenemez.
Ayrıca hiç kimse, suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar yargılama makamları ve
kamu otoriteleri tarafından suçlu olarak nitelendirilemez ve suçlu muamelesine
tabi tutulamaz”. (AYM, Kürşat Eyol kararı, B. No: 2012/665, 13/6/2013, § 26).
O halde şüpheli, Anayasa’nın 36. maddesi
kapsamında suçsuzluğunu ispat edebilecek; Anayasa’nın 38. maddesi kapsamında
mevcut şüpheden yararlanabilecektir. Ancak iptali talep edilen ibare,
Anayasa’nın 36. ve 38. maddesiyle banka mensuplarına tanınan hakları ihlal
etmektedir. Zira değişiklik ile banka mensuplarının imza yetkilerinin Kurul
kararı ile geçici olarak kaldırılması için “banka mensupları haklarında kanuni
kovuşturma talep edilmesi” yerine ’banka mensupları haklarında Cumhuriyet
Başsavcılığı’na yazılı başvuruda bulunulması” şartı arandığından bir banka
mensubu hakkında Kurul tarafından Cumhuriyet Başsavcılığına yazılı başvuruda
bulunulması; o banka mensubunun imza yetkisinin Kurul kararı ile geçici olarak
kaldırılması için yeterli olacaktır. İmza yetkisinin kaldırılması müeyyidesi,
hakkında kesin hüküm bulunmayan kişinin suçlu muamelesine tabi tutulması
anlamına gelmektedir. Bir başka deyişle; kişinin masum olduğuna ilişkin
anayasal karine, basit bir işleme bağlı olarak yok sayılma riskini
taşıyabilecektir. Banka mensubunun kendisine tanınan anayasal hakları
kullanarak suçsuzluğunu ispat etme olanağı ortadan kaldırılmaktadır.
Tüm bu nedenlerle “Cumhuriyet
Başsavcılığı’na yazılı başvuruda bulunulan” ibaresinin Anayasa’nın 36. ve 38.
maddelerine aykırı olup iptali gerekmektedir.
Ayrıca mezkur maddenin ikinci fıkrasının
son cümlesi Kurul Kararı ile imza yetkileri geçici olarak kaldırılan banka
mensuplarının, Kurul’un izni olmadıkça imza yetkisini haiz personel olarak
hiçbir bankada çalıştırılamayacağını öngörmektedir.
Anayasa’nın “Çalışma Hakkı ve Ödevi”
başlıklı 49. maddesine göre herkesin çalışma hakkı ve ödevi vardır.
Çalışma en temel haklardan biridir.
Çalışma hakkı hem evrensel insan hakları metinlerinde hem de ulusal
anayasalarda düzenlenmiştir. Çalışma hakkı, herkese devlet tarafından asgari
şartları oluşturularak isteğe bağlı olarak tanınan ve insanlık onuruna yaraşır
bir gelir sağlamaya dayanan herhangi bir faaliyette bulunma hakkıdır. Çalışma
hakkı, kişilerin kendisinin ve ailesinin yaşamını sürdürebilmesi için önemli
olduğu kadar, kendisinin seçtiği veya girdiği bir iş ile toplum içinde
tanınması ve gelişimi açısından da son derece gerekli bir haktır. Ekonomik ve
sosyal haklar kategorisinde yer alan çalışma hakkı sosyal bir haktır; sosyal
hakkın kullanımını sağlayacak olan devlet ise sosyal devlettir.
Çalışma hakkının iki boyutu
bulunmaktadır. Bunlardan birincisi, çalışma hakkının bir program hüküm niteliği
taşımasıdır. Çalışma hakkı, öncelikle istihdam yaratmak için devlete gerekli
önlemleri alma ve çalışma yaşamını geliştirme yükümlülüğü getirmektedir.
Nitekim 49. maddenin ikinci fıkrası da devletin bu alandaki yükümlülüklerini
açıkça düzenlenmektedir. Çalışma hakkının söz konusu program norm niteliği, bir
yandan devletin ekonomik ve sosyal politikalarını oluştururken ve yürütürken
izlemesi gereken esasları belirlemekte, diğer yandan da bu haktan doğan
yükümlülüklerini mali imkânları çerçevesinde gerçekleştirilebileceğine işaret
etmektedir. Çalışma hakkının ikinci boyutu ise bireysel boyutudur. Çalışma hakkı,
devlete isteyen herkese iş sağlama yükümlülüğü getirmeyip bireye de devletten
bu yönde sübjektif bir talep hakkı vermemektedir. Buna karşın devletin, çalışma
yaşamına ilişkin gerekli düzenlemeleri yaparak bireylere fırsat eşitliği sunma,
her türlü ayrımcılığı önleyici tedbirleri alma, bireyin çalışma yaşamına ve
özgürce seçtiği bir işte çalışma hakkına getirilecek kısıtlamaları en aza
indirme ve çalışanın haksız yere işten çıkarılmasına karşı gerekli önlemleri
alması gerekmektedir. Devletin söz konusu yükümlülüklerini yerine getirebilmesi
için alması gereken önlemler, birey açısından sübjektif talep hakkının konusunu
oluşturmaktadır.
Bankacılık Kanunu’nun 26. maddesi,
banka mensuplarının imza yetkilerinin Kurul Kararı ile geçici olarak
kaldırılmasına yönelik şartlarını daha esnek bir forma büründürdüğünden, banka
mensuplarının imza yetkilerini geçici olarak kaybetmesi kolaylaşacaktır. Bu
şartlar arasında “banka mensubunun kesin hükümle mahkumiyeti” sayılmadığından
ve mezkur madde söz konusu banka mensuplarının Kurul’un izni olmadıkça imza
yetkisini haiz personel olarak hiçbir bankada çalıştırılamayacağını
öngördüğünden, bu kimselerin çalışma hakları kanun ile kısıtlanmaktadır. Zira
Anayasa’nın 49. maddesine göre, Devletin kişinin çalışma hakkını
gerçekleştirebilmesi için gerekli şartları hazırlaması gerekirken, kanunla bu
hakkını ortadan kaldırması Anayasa’ya aykırıdır.
Kişinin, Kurul’un izni olmadıkça imza
yetkisini haiz personel olarak herhangi bir bankada çalışamamakla beraber,
bankacılık alanında imza yetkisini haiz olmayan personel olarak yahut
bankacılık dışında bir sektörde çalışmaya devam edebilme imkanına sahip olması,
iptali istenen kuralın çalışma hakkına müdahale ve sınırlama oluşturduğu
tespitini çürütmez. Zira; Anayasa’nın 48. maddesine göre, herkes dilediği
alanda çalışma hürriyetine sahiptir. Kişinin, uzmanlık taşıdığı ve kariyerine
uygun düşen alan ve mevki dışında da çalışabileceği görüşü, temel hak ve
özgürlüklerin yorumunda merkezi önemde olan hakların etkililiği ilkesine
aykırıdır ve çalışma hakkına müdahale ya da sınırla getirilmediği yahut
getirilen sınırlamada ölçülülük ilkesine uygun davranıldığı yönünde bir dayanak
oluşturamaz. Çalışma hakkının etkili yorumu, kişinin bu hakkını, dilediği ve
uzmanlığa sahip olduğu alanda kullanabilmesinin güvencelenmesini gerektirir.
Aksini iddia, çalışma hakkını kuramsal ve göstermelik bir hakka indirger. Kaldı
ki, “görevin gerektirdiği nitelikler” şeklinde liyakat ilkesini öngören
Anayasa’nın 70. maddesi, kamu hizmetleri için öngörülen çerçeve hüküm olarak
özel banka- kamu bankası ayrımının ötesinde banka çalışanları için de geçerli
bir ölçüt olarak dikkate alınmalıdır.
Tüm bu nedenlerle “Cumhuriyet
Başsavcılığı’na yazılı başvuruda bulunulan” ibaresinin Anayasa’nın 49.
maddesine de aykırı olup iptali gerekmektedir.
3) 20.02.2020 tarihli ve 7222 sayılı Bankacılık Kanunu ile
Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 4. maddesiyle değiştirilen
5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 55. maddesinin birinci maddesinin b bendinde
yer alan “Türkiye Varlık Fonu Anonim Şirketi veya Türkiye Varlık Fonuyla”
ibaresi
İptali istenen hükümle, 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun
55. maddesinde değişiklik yapılarak Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketi
ve Türkiye Varlık Fonu ile yapılan kredi işlemlerinin, bu kurumlarca çıkarılan
ya da ödenmesi garanti edilen bono, tahvil ve benzeri borçlanma araçlarının
Kanun’un 54. maddesindeki kredi sınırlamalarına tabi olmaması sağlanmıştır.
5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 1.
maddesinde Kanun’un amacı, finansal piyasalarda güven ve istikrarın
sağlanmasına, kredi sisteminin etkin bir şekilde çalışmasına, tasarruf
sahiplerinin hak ve menfaatlerinin korunmasına ilişkin usul ve esasları düzenlemek
olarak açıklanmıştır. Kanun’un “Sınırlamalar” başlıklı üçüncü bölümünde yer
alan 54. maddesinde, bankaların kredi işlemlerine getirilen sınırlamalara
ilişkin kurallara yer verilmiştir. Bu kurallar ile hem kredi sisteminin etkin
bir şekilde çalışabilmesi hem de tasarruf sahiplerinin hak ve menfaatlerinin
korunması amaçlanmıştır. Kanun’un 55. maddesinde ise kredi sınırlamalarının
dışında tutulan işlemlere yer verilmiştir.
19.08.2016 tarihli ve 6741 sayılı Kanunla
sermaye piyasalarında araç çeşitliliği ve derinliğine katkı sağlamak,
yurtiçinde kamuya ait olan varlıkları ekonomiye kazandırmak, dış kaynak temin
etmek, stratejik, büyük ölçekli yatırımlara iştirak etmek için Türkiye Varlık
Fonu (TVF) ve bu fona bağlı alt fonları kurmak ve yönetmek üzere Türkiye Varlık
Fonu Yönetimi Anonim Şirketi (Şirket) kurulmuştur. 6741 sayılı Kanun’un 2.
maddesinin birinci fıkrasına göre Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketi,
Cumhurbaşkanlığına bağlı, ana faaliyet konusu Türkiye Varlık Fonu ve alt
fonların kurulması ve yönetimi olan, profesyonel yönetim ilkelerine göre
yönetilen, özel hukuk hükümlerine tabi bir şirkettir. Aynı Kanun’un 5.
maddesine göre ise Türkiye Varlık Fonu, sadece kendisine devredilen ya da ait
bulunan varlık, hak ve değerlerin ilgili siciline veya kütüğüne tescil
işlemleri ile sınırlı olmak üzere tüzel kişiliği haiz kabul edilmiştir.
Bakanlar Kurulu’nun 24 Ocak 2017 tarihli
ve 2017/9756 sayılı kararı ile T.C. Ziraat Bankası A.Ş.’nin %100 hissesi,
Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun 03.02.2017 tarih ve 2017/1 sayılı kararı ile de
Türkiye Halk Bankası A.Ş.’nin %51,11 hissesi Türkiye Varlık Fonu'na aktarılmış
böylece TVF ve dolayısıyla da Şirket, bu bankaların hâkim ortağı haline
gelmiştir.
İptali istenen hüküm ile, hakim ortağı
konumunda oldukları bankalardan Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketi ile
Türkiye Varlık Fonu’nun, bankacılık ve kredi sisteminin sağlıklı çalışmasını
teminen getirilen sınırlamalara bağlı kalmaksızın borçlanmasına olanak
sağlanmıştır. Kanun’un gerekçesinde bu kuruluşlarca yapılan işlemlerin 5411
sayılı Bankacılık Kanunu’nun 54. maddesindeki sınırlamalardan istisna
edilmesini haklı kılacak herhangi bir gerekçe de gösterilmemiştir. Haklı
herhangi bir gerekçeye dayandırılmayan düzenleme ile ortaya çıkan bu durum,
bankacılık ve kredi sisteminin etkin bir şekilde çalışmasını engelleyecek,
tasarruf sahiplerinin hak ve menfaatlerinin ise zarar görmesine neden olacak
niteliktedir.
Anayasa’nın “Piyasaların denetimi ve dış
ticaretin düzenlenmesi” başlıklı 167. maddesinin birinci fıkrasında “Devlet,
para, kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli
işlemelerini sağlayıcı ve geliştirici tedbirleri alır…” hükmüne yer
verilmiştir. İptali istenen hüküm ile Türkiye Varlık Fonu ile Türkiye Varlık
Fonu Yönetimi Anonim Şirketi’nin, hakim ortak olarak yönetim ve kontrolünde
bulundurdukları bankalardan, herhangi bir sınırlama olmaksızın
borçlanabilmesine olanak sağlanmış, böylece bankacılık ve kredi sisteminin
sağlıklı ve düzenli işleyişinin bozulmasına ve tasarruf sahiplerinin hak ve
menfaatlerinin korunması konusunda zafiyet oluşmasına neden olunmuştur.
Açıklanan nedenlerle iptali istenen kural,
Devletin para ve kredi piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemesini sağlayıcı
ve geliştirici tedbirler alması görevi ile bağdaşmadığından Anayasa’nın 167.
maddesine aykırıdır.
Anayasa’nın 10. maddesinde, herkesin dil,
ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu, hiçbir kişiye,
aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamayacağı, Devlet organları ve idare
makamlarının bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak
hareket etmek zorunda oldukları belirtilmiştir.
Anayasa’nın 10. maddesinde öngörülen
eşitlik ilkesi hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile
eylemli değil hukuksal eşitlik öngörülmektedir. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı
durumda bulunan kişilerin aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak ve kişilere
kanun karşısında ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu
ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar
uygulanarak kanun karşısında eşitliğin ihlali yasaklanmıştır. Kanun önünde
eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez.
Durum ve konumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik
kuralları gerekli kılabilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal
durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa’nın öngördüğü eşitlik ilkesi
ihlal edilmiş olmaz (Anayasa Mahkemesi’nin 08.12.2015 tarih ve E.2014/82,
K.2015/112 sayılı Kararı).
İptali istenen kural ile Türk Ticaret
Kanunu’na göre kurulmuş diğer özel hukuk tüzel kişileri ile eşit konumda
olmasına karşın Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketi ile Şirketin yönetim
ve kontrolünde bulunan Türkiye Varlık Fonu’na, bankalardan borçlanma sınırı
uygulaması bakımından diğer özel hukuk tüzel kişilerine nazaran ayrıcalık
sağlanmıştır. Böylece, haklı herhangi bir gerekçe ortaya konulmaksızın aynı
durumdaki özel hukuk tüzel kişileri arasında farklı uygulama yapılmasına yol
açılmıştır. Oysa Anayasa’nın eşitlik ilkesi uyarınca herkes kanun önünde eşit
olup hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Bu kapsamda
Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketi ile Türkiye Varlık Fonu’na
eşitlerine nazaran haksız ayrıcalık tanıyan kural ile Anayasa’nın eşitlik
ilkesi ihlal edilmiştir. Bu nedenlerle iptali istenen kural, Anayasa’nın 10.
maddesine aykırıdır.
Açıklanan nedenlerle, iptali istenen
kural; Anayasa’nın 10. ve 167. maddelerine aykırıdır; iptali gerekir.
4) 20.02.2020 tarihli ve 7222 sayılı Bankacılık Kanunu ile
Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 11. maddesiyle 5411 sayılı
Bankacılık Kanunu’na eklenen 76/A maddesinde yer alan “Bu madde kapsamına giren
işlem ve uygulamalar Kurul tarafından belirlenir” ibaresinin Anayasa’ya
aykırılığı
7222 sayılı Kanunun 11. maddesiyle
Bankacılık Kanunu’na eklenen madde ile “Finansal piyasalarda manipülasyon ve
yanıltıcı işlem” tanımı yapılmış olup bu kapsama giren işlem ve uygulamaların
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (Kurul) tarafından belirlenmesi
öngörülmektedir.
Madde ile yapılan tanım incelendiğinde
aslında dört farklı eylemin finansal piyasalarda manipülasyon ve yanıltıcı
işlem olarak kabul edildiği anlaşılmaktadır. Bunlar şu şekilde
sınıflandırılabilir.
ü 4. maddede sayılan işlemler
yoluyla finansal piyasalarda yapay arz, talep veya döviz kuru dahil fiyat
oluşumunu sağlamak amaçlı işlem ve uygulamaların yapılması,
ü İnternet ortamı dahil
farklı araçlarla gerçeğe aykırı veya yanıltıcı bilgilerin yayılması,
ü Tasarruf sahiplerinin
gerçeğe aykırı veya yanıltıcı şekilde yönlendirilmesi ya da
ü Bu amaçları sağlamaya
yönelik benzer işlem ve uygulamaların yapılması,
İlk eylemde atıf yapılan 4. madde,
bankaların gerçekleştirebilecekleri faaliyetleri içermektedir. Maddede 21 bent
halinde sayılan faaliyetler yoluyla finansal piyasalarda yapay arz, talep veya
döviz kuru dahil fiyat oluşumunu sağlamak amaçlı işlem ve uygulamaların
yapılması, manipülasyon ve yanıltıcı işlem olarak değerlendirilecektir. Ancak
burada “yapay” ibaresi izaha muhtaçtır. Keza bu ibare, bir eylemden ziyade
niyeti tanımlamaktadır. Bu bakımdan iddia ve ispat edilmesi oldukça güç olan bu
hususun tanımlanmadan ayrıntılı düzenlenmenin idari bir işleme bırakılması
doğru değildir. Kaldı ki “spekülasyon” niteliğindeki işlemler, piyasalar
açısından yasak olmayıp bu durumda kolaylıkla manipülasyon ile
karıştırılabilecektir.
İkinci ve üçüncü eylemler ise, dar
kapsamlı olmakla birlikte bu kapsama giren işlem ve uygulamaların da Kurul
tarafından belirlenmesi öngörülmektedir. Ancak burada da “gerçeğe aykırı veya
yanıltıcı” ibaresinin açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Örneğin,
bankaların faaliyet konuları arasında yer alan “yatırım danışmanlığı işlemleri”
kapsamında müşterilerine yapacakları bilgilendirmelerin içeriğinin hangi
durumlarda “gerçeğe aykırı veya yanıltıcı” olarak değerlendirilebileceği
hususunun kanunda açıkça yazılı olması gerekmektedir. Aksi takdirde neyin “gerçeğe
aykırı veya yanıltıcı” olarak değerlendirileceği her zaman idari bir karara
bağlı kalacaktır.
Dördüncü başlık ise, torba bir başlıktır
ve eğer varsa boşlukları doldurmaya yöneliktir. Bu bakımdan bu hüküm Kurul’a
çok geniş bir belirleme alanı bırakmaktadır.
Finansal piyasalarda manipülasyon ve
yanıltıcı işlem tanımından hareketle hangi işlem ve uygulamaların bu kapsama
gireceğine yönelik olarak ayrıca Kurul tarafından bir belirleme yapılması,
belirlenecek işlem ve uygulamaların tanıma uygun olup olmadıkları gibi başka
hukuki sorunu da ortaya çıkaracaktır. Bu aşamada Kurul’un, kapsama girecek
işlem ve uygulamaların belirlenmesine yönelik yapacağı idari düzenlemenin idari
yargıya konu olmaması durumunda Kanuna aykırı olabilecek belirlemelerin hukuki
geçerlilik kazanması da söz konusu olabilecektir.
Ayrıca “kapsama giren işlem ve uygulamaların”
-eğer gerekliyse- ayrıntılı olarak Kanunda düzenlenmeyerek, idari bir işleme
bırakılmasını haklı ve gerekli kılacak bir durum da bulunmamaktadır. Keza bahse
konu alan güncel teknolojik veya ekonomik gelişmeler gibi nedenlerle hızlı bir
değişime konu olabilecek bir alan değildir. Bir başka deyişle, burada; hayatın
hızla değiştiği bir alanda doğan ihtiyaçlara ivedi şekilde adapte olunması ve
çare üretilmesi amacına yönelik olarak, kanunilik ilkesinin, idareye
bırakılacak yetkiyle esnetilmesinin meşru addedilebileceği bir alan söz konusu
değildir. Kaldı ki maddede yer alan genel tanım gibi düzenlemelerle her zaman
boşlukların doldurulması ve uygulamanın gerektiğinde mahkeme kararlarıyla
şekillenmesi de mümkündür. Bu nedenle konunun, yasayla düzenlenmek yerine,
hızlı bir şekilde karar alabilmesi amacıyla idareye bırakılmasını gerekli
kılacak bir durumdan söz edilemez. Aksine finansal piyasalarda manipülasyon ve
yanıltıcı işlem tanımı dışında “kapsama giren işlem ve uygulamaların” da -yine
eğer gerekliyse- Kanun’da yazılı olmasının getirebileceği olumsuzluklar ise çok
daha sınırlı olacaktır. Zaman içerisinde yaşanan gelişmelerin, mahkeme
kararlarının veya uygulamadan çıkarılan sonuçların değerlendirilerek öngörülen
değişikliklerin ilgili maddeye işlenmesinin yeterli olması çok olasıdır.
Finansal piyasalarda manipülasyon ve
yanıltıcı işlem tanımı dışında “kapsama giren işlem ve uygulamaların” Kurul
kararına bırakılmayıp Kanun’da yazılı olmasını gerektiren bir başka neden ise,
bu kuralın ihlali halinde çok ağır idari para cezasıyla karşı karşıya kalmak
olasılığıdır.
5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun iptali
istenen kuralı da getiren 7222 sayılı Kanunun 14. maddesiyle ile değişik 146.
maddesinin birinci fıkrasının (s) bendinde; 76/A maddesi kapsamındaki finansal
piyasalarda manipülasyon ve yanıltıcı işlemler olarak kabul edilen işlem ve
uygulamaları gerçekleştirenlere, menfaat sağlanması hâlinde, sağlanan menfaatin
iki katından az olmamak üzere, bir önceki yıl sonu finansal tablolarında yer
alan faiz, kâr payı gelirleri, alınan ücret ve komisyonlar ile bankacılık
hizmet gelirleri toplamının yüzde beşine kadar idarî para cezası uygulanması
öngörülmüştür. Yine aynı maddenin ikinci fıkrasında ise Kurul, yaptırım kararı
verilinceye kadar aykırılığın birden fazla işlenmiş olmasını veya idari para
cezasının uygulanmasından itibaren iki yıl içerisinde aynı aykırılığın
tekrarlanmasını dikkate alarak bu maddede yer alan tutarları iki katına kadar
artırarak uygulamaya yetkilidir.
Bu kurala göre manipülasyon ve yanıltıcı işlemler
karşılığında öngörülen cezanın tutarı bankalar için dahi çok yüksek olarak
değerlendirilebilecek tutarlara ulaşabilecektir. Kurul internet sayfasından
alınan bilgilere göre 2019 yılı sonu itibariyle bankacılık sektörünün idari
para cezasına esas gelirleri toplamı 232 milyar TL’den fazladır. Bu tutarın
dağılımı bankaların büyüklüklerine göre değişmekle birlikte 2020 yılında
sektöre kesilebilecek ceza, toplamda 11,6 milyar TL’yi bulabilecektir. İdari
para cezasının iki katına kadar uygulanmasının gerektiği durumlarda ise bu
tutar doğal olarak iki katına kadar çıkabilecektir. Dolayısıyla karşılığında bu
kadar yüksek tutarlara ulaşabilecek cezanın öngörüldüğü bir kuralın yasada tüm
açıklığıyla yer alması hukuk devleti ilkesinin de bir gereğidir.
Anayasa’nın 2. maddesi aşağıdaki gibidir.
“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru,
milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk
milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan,
demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.”
Hukuk devleti, insan haklarına saygılı ve
bu hakları koruyucu adaletli bir hukuk düzeni kuran, bunu sürdürmekte kendini
yükümlü sayan, bütün eylem ve işlemleri yargı denetimine bağlı olan devlettir.
Hukuk devleti ilkesi; devletin tüm organlarının üstünde hukukun mutlak
egemenliğinin bulunmasını, yasa koyucunun da her zaman Anayasa ve hukukun üstün
kuralları ile kendisini bağlı saymasını gerektirir. Bu bağlamda yasa koyucunun
yasal düzenlemelerin yapılması sırasındaki takdir yetkisi, sınırsız ve keyfi
olmayıp, hukuk devleti ilkeleriyle sınırlıdır.
Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk
devletinin temel ilkelerinden biri “belirlilik”tir. Bu ilkeye göre, kanun
düzenlemelerinin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir tereddüde ve
şüpheye yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması
ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu tedbirler
içermesi de gereklidir. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını,
bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de
yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını
gerekli kılar.
Anayasa’nın 2. maddesinde düzenlenen hukuk
devletinin temel ilkelerinden bir diğeri de “ölçülülük”tür. Anayasa Mahkemesi,
hukuk devletiyle ölçülülük ilkesi arasındaki organik bağı şöyle tanımlamaktadır:
“[K]anun koyucu, düzenlemeler yaparken hukuk
devleti ilkesinin bir gereği olan ölçülülük ilkesiyle de bağlıdır. Bu ilke ise “elverişlilik”,
“gereklilik” ve “orantılılık” olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. “Elverişlilik”,
getirilen kuralın ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, “gereklilik”,
getirilen kuralın ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını, “orantılılık”
ise getirilen kural ile ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü
ifade etmektedir. Bir kuralda öngörülen düzenleme ile ulaşılmak istenen amaç
arasında da “ölçülülük ilkesi” gereğince makul bir dengenin bulunması
zorunludur” (AYM, E.S. 2016/16, K.S. 2016/37, K.T. 5.5.2016, § 10).
İptali istenen kural, kuralda yer alan
finansal piyasalarda manipülasyon ve yanıltıcı işlemler tanımı kapsamına
girecek işlem ve uygulamalar ile birlikte “bu amaçları sağlamaya yönelik benzer”
işlem ve uygulamaların da Kurul tarafından belirlenmesini ve buna bağlı olarak
idari bir kararla her zaman değiştirilebilmesini öngördüğünden bankalar
yönünden bir belirsizlik doğmaktadır. Ayrıca yukarıda değinildiği üzere
finansal piyasalarda manipülasyon ve yanıltıcı işlemler tanımı kapsamına
girecek işlem ve uygulamaların kanunla düzenlenmesi yerine bu düzenlemenin
Kurula bırakılmasını haklı kılacak bir gereklilik de bulunmamaktadır.
İptali istenen kural açıklanan
gerekçelerle Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan “Hukuk Devleti” ilkesine
aykırılık oluşturmaktadır.
İdari yaptırımlar açısından genel kanun
niteliğinde olan 5326 sayılı Kabahatler Kanunu kabahati, “karşılığında idari
yaptırım uygulanmasının öngörüldüğü haksızlık” olarak tanımlamaktadır. Kanunda
öngörülen idari yaptırımlar ise idarî para cezası ve idarî tedbirlerden
ibarettir.
İptali istenen kural, niteliği itibariyle “kabahat”
olarak öngörüldüğünden ceza hukukunun temel ilkelerinin uygulanabilirliğinin de
değerlendirilmesi gerekmektedir.
Anayasa’nın “Suç ve Cezalara İlişkin
Esaslar” başlıklı 38. maddesinde “Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan
kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz.” denilmektedir. Söz
konusu maddede, idari ve adli cezalar arasında özel bir ayrım yapılmadığından
idari para cezaları da genel olarak bu maddede öngörülen ilkelere tâbidir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 7. maddesinde güvencelenen suç ve cezanın
kanuniliği ilkesinin uygulanmasında, suç ve ceza kavramlarını özerk bir anlamda
kavramakta ve ulusal hukuk düzeninin nitelemeleriyle bağlı kalmamaktadır (“Suç”
kavramı için bkz. : AİHM, Žaja/Hırvatistan,
4 Ekim 2016, başvuru no : 37462/09, §86; “ceza” kavramı için bkz. : AİHM,
G.I.E.M. S.R.L. ve diğerleri/İtalya, 28 Haziran 2018, başvuru no :1828/06,
34163/07, 19029/11, § 210). AİHM, bu çerçevede, ceza hukuku değil de idare
hukuku bağlamında öngörülen bir parasal müeyyideyi, Sözleşme’nin 7. maddesi
anlamında “ceza” sayabilmekte ve böylece cezaların kanuniliği ilkesi,
Mahkeme’nin ceza kavramına yönelik maddi yaklaşımı çerçevesinde idari para
cezaları açısından da geçerli hale gelebilmektedir (AİHM, kabul edilemezlik
kararı, Valico S.r.l. /İtalya, 21 Mart
2006, başvuru no : 70074/01). AİHM’nin, görünüşün ötesine geçmek suretiyle
uygulanan müeyyidenin cezaların kanuniliği ilkesine tabi şekilde AİHS’nin 7.
maddesi anlamında bir “ceza” olup olmadığını tespit ederken kullandığı
ölçütlerden birisi de, ihtilaf konusu tedbirin ağırlığıdır (Bkz. başka birçok
karar yanında : AİHM, G.I.E.M. S.R.L. ve diğerleri/İtalya, 28 Haziran 2018,
başvuru no :1828/06, 34163/07, 19029/11, § 210-211).
İdari yaptırımlar da şüphesiz adli
yaptırımlar gibi kişi hak ve özgürlükleriyle ilgilidir ve her ne kadar bir
idari işlemle uygulanmakta ise de özünde bir yaptırım barındırdığından hak ve
özgürlükleri sınırlandırıcı bir yöne de sahiptir. Bu ise idari yaptırımların da
temel hak ve özgürlükler açısından güvenceli esas ve usullere tabi bir yöntemle
uygulanmasını gerekli kılmaktadır. Bu bakımdan ceza hukuku genel ilkeleri, aynı
zamanda genel hukuk ilkelerinin bir parçası olarak kabul edildiğinde, bu
ilkelerin idari yaptırımlara da uygulanabileceğini söylemek mümkündür. Keza
hukuk sistemimiz içerisinde Kabahatler Kanunu ile idari para cezaları açısından
esas görevli yargı kolu adli yargı ve görevli mahkeme de sulh ceza mahkemeleri
olarak düzenlenmiştir.
İptali istenen kural, ceza hukuku genel
ilkelerinin uygulanabilirliği bakımdan özel önem arz etmektedir. Yukarıda da
değinildiği üzere kural uyarınca sektöre uygulanabilecek idari para cezası
tutarı, maddedeki iki kat uygulaması dikkate alınmasa bile, 2020 yılı için 11,6
milyar TL’yi bulabilecektir. Bankacılık sektörünün 2019 yılı toplam karı ise 49
milyar TL dolayındadır. Buna göre sektöre uygulanabilecek idari para cezası
tutarı, sektörün yıllık karının %23,65’ine denk gelmektedir.
Bir ekonominin işlemesi için gerekli en
önemli kurumlar arasında yer alan ve güven esasına dayalı olarak faaliyette
bulunan bankaların bir idari kararla kârlarının yaklaşık olarak dörtte birini
idari para cezası olarak ödemek zorunda kalabilecek olmaları, her ne kadar bu
karar dava konusu olabilecek ise de, çok önemli bir husustur. Burada
karşılığında yaptırım öngörülen eylemin önemi ve ağırlığı tabii ki dikkate
alınmak durumundadır. Ancak bundan bağımsız olarak öngörülen idari yaptırımın
şiddeti, başlı başına konunun nitelendirildiği şekilde basit bir “haksızlığın”
(kabahatin) cezalandırılmasından çok öte önemde olduğunu göstermektedir. Bu
nedenle bu kurala herhangi bir “kabahat” düzenlemesi şeklinde yaklaşmak hatalı
olacaktır.
Nitekim Bankacılık Kanunu’nda yer alan bu
düzenlemenin bir benzeri 6362 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu’nun 107.
maddesinde “Piyasa Dolandırıcılığı” başlığı altında ve karşılığında en az üç
yıldan başlayan hapis ve adli para cezalarının öngörüldüğü suçlar olarak yer
almaktadır. Sermaye piyasalarında gerçekleştirilmesi durumunda suç olarak
nitelendirilerek karşılığında hapis cezası öngörülen benzer eylemlerin para
piyasalarında gerçekleştirilmesi durumunda kabahat olarak görülüp karşılığında
idari para cezası öngörülmesi dikkat çekicidir. Bu dengesizlik ise, idari
yaptırımın şiddetinin yüksek tutulması yoluyla giderilmeye çalışılmış gibidir.
Yasa koyucunun, nihayetinde benzer de olsa, eylemlerin farklı piyasalardaki
etkilerini farklı değerlendirmiş olması anlaşılabilir bir durumdur. Ancak bu
durum yasal düzenlemelerin özünün ve etkilerinin anayasal ilkeler çerçevesinde
olması gerektiği gerçeğini değiştirmeyecektir.
Dolayısıyla iptali istenen kuralda
karşılığında idari para cezası öngörülen işlem ve uygulamalar açıkça
belirlenmeyip bu belirlemenin yapılmasının Kurul’a bırakılması, düzenlemenin
kabahat niteliğinde olmasından hareketle kabul edilebilir bir hukuki durum
olarak görülmemelidir. Öngörülen idari para cezasının çok yüksek tutarlara
ulaşabileceği hususu ve yukarıda da değinildiği üzere Kurul tarafından
yapılacak belirlemenin (idari işlemin) yargı denetiminden geçmeden uygulamaya
girmesi durumunda Kurul tarafından Kanunda çizilen kapsam dışında kalan işlem
ve uygulamaların da hukuki geçerlilik kazanmasına yol açabileceği hususu ile birlikte
özellikle “Bu amaçları sağlamaya yönelik benzer işlem ve uygulamaların
yapılması” gibi ucu açık bir ifadenin yorumlanmasının da Kurula bırakılması
karşısında iptali istenen kuralın suçun kanuniliği ilkesine aykırılık
oluşturduğu değerlendirilmektedir.
Açıklanan nedenlerle iptali istenen kural,
finansal piyasalarda manipülasyon ve yanıltıcı işlemler tanımı kapsamına
girecek işlem ve uygulamaların kanunla belirlenmesi yerine bu düzenlemenin
yapılmasını Kurula bıraktığından Anayasa’nın 38. maddesine aykırıdır.
Yukarıda açıklanan nedenlerle 7222 sayılı
Bankacılık Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un
11. maddesi ile 5411 sayılı Bankacılık Kanununa eklenen 76/A maddesinde yer
alan “Bu madde kapsamına giren işlem ve uygulamalar Kurul tarafından belirlenir”
ibaresi, Anayasa’nın 2. ve 38. maddelerine aykırı olup iptali gerekir.
III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN
GEREKÇESİ
20.02.2020
tarihli 7222 sayılı Bankacılık Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun ile getirilen iptali
talep edilen düzenlemeler birden fazla kanunda hukuka aykırı değişiklikler
yapmaktadır. Kamu yararına aykırı olan, telafisi mümkün olmayacak sonuçlara yol
açacak bu düzenlemelerin iptal davası sonuçlanana kadar yürürlüğünün
durdurulması gerekmektedir.
Nitekim, Anayasal düzenin hukuka aykırı
kural ve düzenlemelerden en kısa sürede arındırılması, hukuk devleti sayılmanın
en önemli gerekleri arasında sayılmaktadır. Anayasaya aykırılıkların
sürdürülmesi, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de
zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve
özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi hukuk
devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacaktır.
Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek
amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükmün iptal davası
sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine
dava açılmıştır.
IV. SONUÇ VE İSTEM
20.02.2020 tarihli 7222 sayılı
Bankacılık Kanunu ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un
1) 1. maddesiyle 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 26. maddesinin
ikinci fıkrasına eklenen ‘bankacılık sistemini ya da” ibaresinin Anayasa’nın 2.,
5., 13., 38. ve 49. maddelerine,
2) 1. maddesiyle değiştirilen 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 26.
maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “Cumhuriyet Başsavcılığına yazılı
başvuruda bulunulan” ibaresinin Anayasa’nın 36., 38. ve 49. maddelerine,
3) 4. maddesiyle değiştirilen 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 55.
maddesinin birinci fıkrasının b bendinde yer alan “Türkiye Varlık Fonu Yönetimi
Anonim Şirketi veya Türkiye Varlık Fonuyla” ibaresinin Anayasa’nın 10. ve 167.
maddelerine,
4) 11. maddesiyle 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’na eklenen 76/A
maddesinde yer alan “Bu madde kapsamına giren işlem ve uygulamalar Kurul
tarafından belirlenir” ibaresinin Anayasa’nın 2. ve 38. maddelerine,
aykırı olduğundan iptallerine ve
uygulanmaları halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar olacağı
için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına karar
verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.”