“II. GEREKÇE
01.02.2018 tarih ve 7079 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında
Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek
Kabul Edilmesine Dair Kanun’un 113. maddesi ile 8/11/2016 tarihli ve 6755 sayılı
Olağanüstü Hal Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler ile Bazı Kurum ve
Kuruluşlara Dair Düzenleme Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin
Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 37. maddesine eklenen (2) numaralı
fıkrası
1. Şekil Bakımından Anayasaya Aykırılık Gerekçeleri
İptali istenen kural ile 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe
teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin
bastırılması kapsamında hareket eden kişilerin resmi bir sıfat taşıyıp
taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine
bakılmaksızın bu fiilleri dolayısıyla idari, mali ve cezai sorumluluklarının
doğmayacağı hüküm altına alınmıştır. Böylece hem 15 Temmuz 2016 ve takip eden
günlerde işlenen fiiller hem de daha sonra terör eylemi olarak nitelenen
olaylar karşısında inisiyatif alan ve herhangi bir resmi sıfat taşımayan ve
görev ifa etmeyen kişiler eylemlerinin içeriği ne olursa olsun herhangi bir
sorumluluk taşımayacaklardır. Bu kişilerin sözü edilen fiilleri adam öldürme,
işkence, eziyet veya kötü muamele, müessir fiil hakaret, mala zarar verme,
gasp, hırsızlık gibi suçları teşkil etse dahi sorumlu tutulamayacaklardır.
İptali istenen kural ile geçmişte işlenmiş fiiller
dolayısıyla cezai sorumluluk ortadan kaldırılmaktadır. Bu yönüyle düzenleme af
niteliği taşımaktadır. Anayasa’nın 87. maddesinde genel ve özel af kanunlarının
nitelikli çoğunlukla kabul edilmesi öngörülmüştür. Anayasa’da belirtilen genel
veya özel af kavramları yürürlükten kalkan 765 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 97.
ve 98. maddeleri ile 1.6.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk Ceza
Kanunu’nun 65. maddesinde düzenlenmiştir. 5237 sayılı Kanun’un 65. maddesine
göre genel af halinde, kamu davası ve hükmolunan cezalar bütün neticeleri ile
birlikte ortadan kalkmaktadır. Bu doğrultuda genel af, “kamu davasını,
mahkûmiyetin tüm cezai sonuçlarını ve fiilin “suç” vasfını bertaraf eden aftır”
şeklinde tanımlanabilir. Affın genelliği kapsadığı suç ve suçluların sayısıyla
değil, doğurduğu sonuçların niteliğine göre belirlenir. Genel affın pek çok
türleri olabilir.
Doktrinde genel affın şu sonuçları doğuracağı kabul
edilmektedir: a) Af kapsamına giren fiiller hakkında kamu davası açılmamışsa,
artık açılamaz, b) Kamu davası açılmışsa, dava düşürülür, c) Yargılama sona
ermiş yani hüküm verilmişse, infaz durdurulur, d) Mahkûmiyete ilişkin bütün
sonuçlar ortadan katlığı için fer’i ve mütemmim cezalar da ortadan kalkar, e)
Genel af kapsamındaki cezalar adli sicilden silinir ve tekerrüre esas olmaz
(Türkan Yalçın Sancar, “23 Nisan 1999 Tarihine Kadar İşlenen Suçlardan Dolayı
Şartla Salıverilmeye, Dava ve Cezaların Ertelenmesine Dair Kanun’un Hukuksal
niteliği ve Sonuçları”, Anayasa Yargısı 18, Ankara, 2001, s.157).
Özel af halinde ise, hapis cezasının infaz kurumunda
çektirilmesine son verilebilmekte veya infaz kurumunda çektirilecek süresi
kısaltılabilmekte ya da adli para cezasına çevrilebilmektedir. Genel af hem cezayı
hem de suçu kaldırmakta, özel af ise hükmedilmiş olan cezayı ortadan
kaldırmakta, azaltmakta veya başka bir cezaya çevirmektedir.
Anayasa Mahkemesi affı “suç teşkil eden fiiller için ceza
vermek hakkını ortadan kaldıran, verilmiş olan cezaların kısmen veya tamamen
infazını önleyen, yetkili mercilerce yapılmış hukuki tasarruflardır. Af
yetkisinin kullanılması, netice itibariyle devletin cezalandırmak hakkından
geçici olarak feragat etmesi anlamına gelmektedir. Af bazen sadece kesinleşmiş
cezaları kaldıran, hafifleten veya değiştiren, bazen de kamu davasını düşüren
veya mahkûmiyeti bütün sonuçlarıyla birlikte yok sayan bir kamu hukuku
tasarrufudur” şeklinde tanımlamıştır (E. 2001/4, K. 2001/332, K.T. 18.7.2001).
Görüldüğü gibi af, ceza hukukuna göre suç teşkil eden
fiiller için söz konusu olabilecektir. Ancak genel aftan söz edebilmek için
herhangi bir mahkûmiyet hatta dava açılmış olması koşulu bulunmamaktadır. Kanun
açık bir şekilde genel affın kamu davasını düşüreceğini düzenlediğine göre
genel aftan söz edebilmek için mahkûmiyet hükmünün verilmiş olması gerektiği
söylenemez. Nitekim Anayasa Mahkemesi de açıkça bu duruma işaret etmiştir.
Yukarıda belirtildiği gibi genel af çok çeşitli şekillerde ve farklı
kapsamlarda düzenlenebilir. Genel af kamu davasına ve uygulamaya etkisine göre,
tam genel af ve tam olmayan genel af şeklinde ayrılmaktadır. Tam genel af ile
kastedilen muhakemeden veya kesin hükümden önce çıkarılan aftır. Tam olmayan
genel af ise kesin hükümden sonra çıkarılan affı ifade etmektedir. Affa dâhil
edilen suçlara göre de genel af çeşitli sınıflamalara tabi tutulmaktadır. Bu
çerçevede mutlak genel af, tüm suçları ve suçluları kapsamaktadır. Umumi genel
af, bir veya birkaç suç kategorisini kapsayan ancak kapsamdaki suçları
işleyenler arasında ayrım yapmayan affı ifade etmektedir. Kısmi genel af, ise
af kapsamındaki suçları işleyenlerden bazılarını kapsayan affı ifade
etmektedir. Ayrıca af belli bir şarta bağlanıp bağlanmadığına göre şartlı ve
şartsız genel af şeklinde de sınıflandırılmaktadır. (Türkan Yalçın Sancar,
s.158). Hukukumuzda bu genel af türlerinin herhangi biri çıkarılabilecektir.
Anayasada afla ilgili tek sınırlama 169. maddede bulunmaktadır. Buna göre
münhasıran orman suçları için genel ve özel af çıkarılamaz. Bunun dışında af
kanunları için bir konu sınırlaması öngörülmemiştir. (87. maddenin ilk halinde
bulunan sınırlama, 3.10.2001 tarihli ve 4709 sayılı Kanunla yapılan
değişiklikle ortadan kaldırılmıştır).
Af kanunlarının önemli bir özelliği de geçici ve bir
defaya mahsus olmasıdır. Af kanunlarını veya kanunların içinde af içeren
maddeleri tespit ederken bu hususa dikkat etmek gerekir. Dolayısıyla ceza
kanunlarında yapılan sürekli, genel ve soyut değişikliklerle bir fiilin suç
olmaktan çıkarılması ya da cezasının azaltılması ya da infaz kanunlarında
yapılan değişiklikle infaz rejimin değiştirilmesi affa benzer sonuçlar doğursa
da bunların af kanunu olmadıklarını kabul etmek gerekir.
Dava konusu düzenlemenin niteliğine bakıldığında kısmi
genel af niteliği taşıdığı görülmektedir. Yani bir suç türünü işleyen tüm
failleri değil, belli bir durumda işlenen tüm suçları kapsamaktadır. Ancak bu
fiillerle ilgili tüm cezai sorumluluğu ortadan kaldırmaktadır. Diğer taraftan
affın, tam genel af niteliğinde olduğu görülmektedir. Buna göre, ister henüz
soruşturma açılmamış, isterse soruşturma veya kovuşturma devam ediyor olsun ya
da hüküm verilmiş olsun söz konusu fiiller dolayısıyla cezai sorumluluk ortadan
kaldırılmıştır. Bunun sonucu olarak, eğer ceza verilmişse mahkûmiyet hükmü
bütün sonuçlarıyla ortadan kalkacak, soruşturma veya kovuşturma devam ediyorsa
soruşturma ve kovuşturma düşecek, henüz soruşturma açılmamışsa, yeni soruşturma
açılamayacaktır. Yukarıda belirtildiği gibi düzenleme kapsamına giren fiiller
Türk Ceza Kanunu veya diğer Ceza mevzuatında yer alan çeşitli suçları
içerebilir. Başta adam öldürme, müessir fiil, işkence, eziyet, kötü muamele,
hakaret, sövme, gasp, hırsızlık, Ateşli Silahlar ve Bıçaklar Kanununa muhalefet
vb. suçlar düzenleme kapsamına girebilecektir. Düzenleme kapsamındaki fiillerin
bu suçlardan birini oluşturması halinde cezai sorumluk geriye dönük olarak
ortadan kaldırılmaktadır. Bu da yasanın geçici ve bir defaya mahsus bir af
düzenlemesi olduğunu göstermektedir.
Hukukumuzda suçun unsurlarından birisi fiilin hukuka
aykırılığıdır. Yani bir fiilin suç teşkil edebilmesi için hukuka aykırı olması
gerekir. Eğer hukuka uygunluk sebeplerinden birisi söz konusuysa, hukuka
aykırılık gerçekleşmeyeceğinden fiil suç oluşturmayacaktır. Hukuka uygunluk
nedenleri esas itibariyle fiil gerçekleşirken var olan ve fiilin hukuka uygun
olarak doğmasına neden olan hallerdir. Hukuka uygunluk nedenleri fiili sonradan
hukuka uygun hale getirmez. Fiil zaten hukuka uygundur. 5237 sayılı Türk Ceza
Kanunu’nun 24. maddesinde kanunun hükmünü icra hukuka uygunluk nedenlerinden
biri olarak öngörülmüştür. Kanunun emrini icra kural olarak kamu görevlilerini
hedef alan bir hüküm olmakla birlikte, bazı hallerde özel şahıslar da kanunla
yetkilendirilmiş olabilir. Bu çerçevede 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun
90/1 maddesi özel şahıslara suçüstü halinde faili yakalama yetkisi vermektedir.
Dolayısıyla darbe kalkışması gibi ağır bir suça, suçüstü halinde müdahale
edilmesi de bu çerçevede hukuka uygunluk sebebidir ve suç teşkil etmez. Ancak
bunun için müdahalenin hukuki sınırlar içinde kalması gerekir. Hukuki sınırların
aşılması halinde hukuka uygunluk nedeni ortadan kalkacak, dolayısıyla fiil suç
teşkil edecektir.
Bu durumda iptali istenen düzenleme ile hukuka uygunluk
sınırını aşan dolayısıyla suç teşkil eden fiiller için sorumsuzluk getirilmek
istendiği anlaşılmaktadır. Aksi halde böyle bir düzenlemeye zaten ihtiyaç
yoktur. Söz konusu fiillerin suç teşkil etmemesi halinde zaten böyle bir
düzenlemenin bir anlamı yoktur, suç olmayan fiilden cezai sorumluluk
doğmayacağına göre, olmayan cezai sorumluluğun ortadan kaldırılması için yasal
düzenleme yapılması anlamsız olacaktır. Yasama organının abesle iştigal etmesi
düşünülemez. Dolayısıyla iptali istenen düzenlemenin af kanunu niteliği
taşıdığı açıktır.
Anayasa’nın 87. maddesine göre Türkiye Büyük Millet
meclisi üye tamsayısının beşte üç çoğunluğunun (330 MV) kararı ile genel ve
özel af ilan edebilir. Dolayısıyla af yetkisi TBMM’nin nitelikli çoğunlukla
alacağı bir karar ile kullanılabilir. Anayasa’nın 88. maddesinin ikinci
fıkrasında kanun tasarı ve tekliflerinin TBMM’nde görüşülme usul ve esaslarının
İçtüzükle düzenleneceği belirtilmiştir. TBMM İçtüzüğü’nün 92. maddesinin ikinci
fıkrasında da “Genel veya özel af ilanını içeren tasarı veya tekliflerin Genel
Kurulda kabulü Türkiye Büyük Millet Meclisi üye tamsayısının beşte üç
çoğunluğunun kararı ile mümkündür. Gerekli çoğunluk, söz konusu tasarı veya
tekliflerin afla ilgili maddelerinde ve tümünün oylamasında ayrı ayrı aranır.
Tasarı veya teklif hakkında verilen genel veya özel af ilanını içeren
değişiklik önergesinin kabulü halinde, kabul için gerekli beşte üç çoğunluğun
tespiti için bu önergenin oylanması açık oylama suretiyle tekrarlanır.” denilmektedir.
Anayasa’nın 148. maddesinin ikinci fıkrasında, kanunların
şekil bakımından denetlenmesinin, son oylamanın öngörülen çoğunlukla yapılıp
yapılmadığı hususu ile sınırlı olduğu hükmüne yer verilmiştir. Burada son
oylamadan kasıt genel kurulda kabulü için yapılan son oylama olduğu ve maddeler
için yapılan nihai kabul oylamasını da içerdiği açıktır. Sonuç olarak af kanunu
niteliği taşıyan hükümlerin kabulü için hem maddenin oylanmasında, hem de
yasanın tümünün oylanmasında beşte üç çoğunluğun (330) bulunması gerekmektedir.
01.02.2018 tarih ve 7079 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında
Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek
Kabul Edilmesine Dair Kanunun Türkiye Büyük Millet Meclisinin 1 Şubat 2018 Perşembe
günü yapılan 54. Birleşimi sırasında (26. Dönem 3. Yasama yılı) yapılan
görüşmeleri sonucu, beşinci oturumda yapılan 696 sayılı KHK’nin 121. maddesinin
oylanmasında nitelikli çoğunluk aranmadığı gibi (Genel Kurul Tutanakları, 26.
Dönem 3. Yasama yılı, 54. Birleşim, s.85), altıncı oturumda yapılan kanunun son
oylamasında da Anayasanın öngördüğü beşte üç çoğunluk sağlanmamıştır. Meclis Başkan
Vekili tarafından açıklanan açık oylama sonucuna göre Kanun’un bütününün
oylanmasında, 224 oy kullanılmış, 200 kabul, 24 ret oyu verilmiştir (Genel
Kurul Tutanakları, 26. Dönem 3. Yasama yılı, 54. Birleşim, s.90).
Bu durumda ne maddenin oylanmasında ne de yasanın
genelinin oylanmasında Anayasa’nın 87. maddesine göre gerekli olan beşte üç
çoğunluğu (330) sağlayamayan kural, Anayasa’nın 87. ve 88. maddesine açıkça
aykırıdır. Bu şekli aykırılığı denetlemek Anayasa’nın 148. maddesine göre,
Anayasa Mahkemesinin denetim alanına girmektedir. Bu nedenle, şekil bakımından
anayasaya aykırı olan kuralın iptali gerekir.
2. Esas Bakımından Anayasaya Aykırılık Gerekçeleri
İptali istenen kural ile 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe
teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin
bastırılması kapsamında hareket eden kişilerin resmi bir sıfat taşıyıp
taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine
bakılmaksızın bu fiilleri dolayısıyla idari, mali ve cezai sorumluluklarının
doğmayacağı hüküm altına alınmıştır. Böylece hem 15 Temmuz 2016 ve takip eden
günlerde işlenen fiiller hem de daha sonra terör eylemi olarak nitelenen
olaylar karşısında inisiyatif alan ve herhangi bir resmi sıfat taşımayan ve
görev ifa etmeyen kişiler eylemlerinin içeriği ne olursa olsun herhangi bir
sorumluluk taşımayacaklardır. Bu kişilerin sözü edilen fiilleri adam öldürme,
işkence, eziyet veya kötü muamele, müessir fiil hakaret, mala zarar verme,
gasp, hırsızlık gibi suçları teşkil etse dahi sorumlu tutulamayacaklardır.
Bu hüküm ile başta yaşam hakkı ve işkence yasağı olmak
üzere pek çok temel hak ve özgürlüğe müdahale edildiği açıktır. Darbe teşebbüsü
sırasında iki yüz ellinin üzerinde yurttaşımız hayatını kaybetmiş ve iki binden
fazla yurttaşımız da yaralanmıştır. Bu kişilerin hangi koşullarda hayatlarını
kaybettiklerini ve yaralandıklarını etkili bir şekilde soruşturmak ve failleri
etkili bir şekilde cezalandırmak devletin hem Anayasadan hem de uluslararası
hukuktan kaynaklanan temel sorumluluğudur. Kimlerin darbe teşebbüsü suçuna
karıştığı, kimlerin darbe teşebbüsüne karşı sorumluluk alarak müdahale ettiği
ve bu müdahaleler sırasında şehit ya da gazi olduğu, bu müdahaleler sırasında
ölçülü davranılıp davranılmadığı ancak olayları aydınlatacak etkili
soruşturmalarla ortaya konulabilir. Hukuk devletinin temel gereği, kamu adına
hareket edenlerin eylem ve işlemlerinde hukuka uygun hareket etmeleridir.
Yukarıda da açıklandığı gibi 5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanunu’nun 90/1 maddesi özel şahıslara suçüstü halinde faili yakalama yetkisi
vermektedir. Dolayısıyla darbe teşebbüsü gibi ağır bir suça, suçüstü halinde özel
kişiler tarafından müdahale edilmesi de bu çerçevede hukuka uygunluk sebebidir
ve suç teşkil etmez. Ancak bunun için müdahalenin hukuki sınırlar içinde kalmış
ve ölçülü olması, keyfi ve ölçüsüz güç kullanımına dönüşmemiş olması gerekir. Grubumuz
milletvekillerince Genel Kurul görüşmelerinde hatırlatıldığı üzere 15 Temmuz’da
vücudunu demokrasimiz için siper eden aziz şehitlerimizin, kahraman
gazilerimizin suçlanması gibi bir durum asla olamaz ama o gece masum erlere
linç girişiminde bulunanlar varsa -resmî olsun, sivil olsun- bunlara
yargılanmama güvencesi verilmesi kabul edilemez.
Diğer taraftan düzenlemenin sadece geçmişteki darbe
girişimi sırasındaki fiillerle sınırlı uygulanacağı kuşkuludur. “… terör
eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında
hareket eden kişiler “ ifadesi, geleceğe dönük uygulamaya olanak tanıyan genel
bir düzenleme olarak da anlaşılmaya müsait, son derece belirsiz bir ifadedir.
Nitekim söz konusu düzenleme KHK olarak yayınlandığında bu yöndeki kaygılar çok
geniş bir kesim tarafından dile getirilmiştir. Hatta iktidar partisi mensubu
hukukçu milletvekili ve Cumhurbaşkanı danışmanları tarafından düzenlemenin
gelecekteki olayları da kapsadığı yönünde açıklamalar yapılmıştır. TBMM
görüşmeleri sürecinde grubumuz milletvekillerince bu belirsizliğin giderilmesi
gerektiği yönündeki uyarıları dikkate alınmamıştır. TBMM tutanaklarında bazı
milletvekillerince hükmün gelecekteki uygulamaları kapsar şekilde anlaşıldığı
görülmektedir (Genel Kurul Tutanakları, 26. Dönem 3. Yasama yılı, 54. Birleşim,
s.67).
Böylesine belirsizlik taşıyan bir yasayla sivillere ileride
işleyebilecekleri suçlar için cezasızlık öngörülmesi, ülkeyi açıkça hukuk
devleti olmaktan çıkaracak, silahlı sivil çetelerin kanun koruması altında
sınırsız bir şekilde suç işleyebildiği bir korku devletine dönüştürecektir. Bu
maddeye göre, Türkiye’de kimin, hangi eylemi, darbenin devamı ya da terör
eylemi olarak göreceği belli değildir. Örneğin, kendisiyle aynı görüşte olmayan
kişilerin düzenledikleri gösteriye ateş açanlar, bu maddeye dayanarak cezasız
kalmak isteyebilirler. Gezi direnişi sırasında elinde palayla dolaşıp önüne
çıkana saldıranlar, bu maddeyle korunup teşvik edilebilirler. Bu düzenleme, içerdiği
bu belirsizliğe rağmen iktidar grubunca ısrarlı bir şekilde değiştirilmeden
oylanarak kabul edilmiştir. Bu ısrarı anlamak olanaklı değildir. Düzenleme bu haliyle
her türlü muhalefeti şiddet yoluyla susturmanın bir aracı olarak kullanılmaya
elverişlidir. Suç işlenmesini teşvik eder bir niteliğe sahiptir.
Düzenleme içerdiği bu belirsizlik ve hukuksuz
uygulamalara izin verme hatta teşvik etme potansiyeli dolayısıyla açıkça hukuk
devletine aykırıdır. Hukuk devleti tüm kamusal yetkilerin hukuka uygun olarak
ve hukukun verdiği yetki çerçevesinde kullanılmasını gerektirir. Herhangi bir
kamusal görevi bulunmayan ve kamusal yetki kullanmak için gerekli eğitimi ve
donanımı olmayan sivil kişileri, terör olayı olarak niteleyecekleri herhangi
bir olaya müdahale etmeleri halinde her türlü sorumluluktan kurtaracak bir
düzenlemenin hukuk devleti ile herhangi bir ilişkisi olmadığı gibi, başta
devlet olma vasfıyla bağdaşmayacağı açıktır.
Hukuk devleti, sağladığı hukuki öngörülebilirlik ile
bireylere hukuk güvencesi sağlayan, bireylerin kendi davranışlarının
sonuçlarını öngörebildiği ve buna göre davranışlarını ayarlayabildiği
devlettir. Bu da hukuk kurallarının, açık, anlaşılabilir, erişilebilir ve
birbiri ile uyumlu olmasını gerektirir. Yukarıda açıkladığımız belirsizlik
karşısında dava konusu düzenlemenin bir hukuk devletinde yasaların sahip olması
gereken asgari niteliklere sahip olmadığını göstermektedir. Bu nedenle kural
açıkça Anayasa’nın 2. maddesine aykırıdır.
Diğer taraftan iptali istenen kural salt olarak
geçmişteki olaylara uygulanacak olsa bile, yukarıda açıklanan nedenlerle geçmiş
fiiller için genel bir sorumsuzluk getirmesi dolayısıyla Anayasanın pek çok
hükmüne aykırıdır. Başta Anayasa’nın 17. maddesinde düzenlenen yaşam hakkı
devlete negatif ve pozitif yükümlülükler yükler. Bu çerçevede devletin kişileri
öldürmeme ödevinin yanı sıra, gerek kamusal makamların veya diğer bireylerin,
gerekse kişinin kendisinin eylemlerinden ya da doğal tehditlerden kaynaklanabilecek
öngörülebilir risklere karşı yaşamı korumak için etkili tedbirleri alma
yükümlülüğü vardır. Diğer taraftan devlet, olağan olmayan her ölüm olayını
aydınlatmak için etkili bir resmi soruşturmayı resen başlatma ve yürütme ve
failleri etkili bir şekilde cezalandırma yükümlülüğü altındadır. Bunun için
devletin yaşamı korumak ve soruşturmaları etkili bir şekilde yürütmek ve
sonuçlandırmak için gerekli, uygun yasal çerçeveyi kurması zorunludur. Anayasanın
gereklerine uyan bir soruşturmanın temel amacı, yaşam hakkını koruyan hukukun
etkin bir şekilde uygulanmasını güvenceye almak ve kamu görevlilerinin ya da
kurumlarının karıştığı olaylarda bunların sorumlulukları altında meydana gelen
ölümler için hesap vermelerini sağlamaktır.
Bu ödevler zorunlu hallerde kanunun ölümcül güç
kullanmaya izin verdiği durumlarda ortaya çıkan ve yaşam hakkının ihlali
niteliğinde kabul edilmeyen ölümler açısından da geçerlidir. Kanunun ölümcül
güç kullanmaya izin verdiği, meşru müdafaa, yakalama ve tutuklama kararlarının
yerine getirilmesi, bir tutuklu veya hükümlünün kaçmasının önlenmesi, bir
ayaklanma veya isyanın bastırılması, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde
yetkili merciin verdiği emirlerin uygulanması sırasında meydana gelen zorunlu
ölümlerde de güç kullanma yetkisinin sınırlarının aşılıp aşılmadığı,
operasyonların ölümleri en aza indirecek şekilde planlanıp planlanmadığı
yönlerinden etkili bir şekilde soruşturma yapılması yaşam hakkına saygının bir
gereğidir. Soruşturmaların gerekli özen ve titizlikle, şeffaf bir şekilde
yürütülmemesi, ilgililerin katılımına olanak tanınmaması, faillerin etkili
cezalara çarptırılmaması yaşam hakkını ihlal eder.
Anayasa Mahkemesinin yaşam hakkına ilişkin başvurularda
ortaya koyduğu bu ilkeler (B.No. 2012/752, 17.9.2013, para. 50 vd; B.No.
2012/848, 17.07.2014; B.No. 2013/8365, 10.06.2015) aynı zamanda uluslararası
temel insan hakları sözleşmelerinden kaynaklanan yükümlülüklerle de
örtüşmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi pek çok kararında yukarıda
belirtilen ilkeleri ortaya koymuş ve uygulamıştır (Pek çok ilgili karar
arasında bkz. McCann ve diğerleri/Birleşik Krallık, Oğur/Türkiye,
Anguelova/Bulgaristan; Naçhova/Bulgaristan, Jasinskis/Letonya, Hugh
Jordan/Birleşik Krallık, Dink/Türkiye, Vo/Fransa [BD], Calvelli ve
Ciglio/İtalya, Budayeva ve diğerleri/Rusya, Öneryıldız/Türkiye [BD]). Anayasa
Mahkemesi, bu kararlarla oluşan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihadını doğrudan
uygulayarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi içtihatlarını anayasal düzeye
taşımıştır. Dolayısıyla yaşam hakkının ihlal edildiğine yönelik iddiaların
soruşturma makamlarınca re’sen araştırılması Anayasa’nın 17. maddesinin
gereğidir. Ancak iptali istenen düzenleme mutlak sorumsuzluk öngördüğünden,
iddiaların içeriği ne olursa olsun herhangi bir soruşturma yapılmasına engel
oluşturmaktadır. Bu nedenle Anayasa’nın 17. maddesine aykırıdır.
Yaşam hakkı dışında, işkence ve kötü muamele yasağı
açısından da benzer yükümlülükler söz konusudur. Anayasa’nın 17. maddesinin
üçüncü fıkrasında öngörülen işkence yasağı herhangi bir istisnası olmayan,
mutlak bir hak olup hiçbir koşulda işkence yapılması meşru görülemez. Anayasa
Mahkemesi (B.No. 2013/293, 17.07.2014; B.No. 1012/827, 15.10.2014) ve AİHM (pek
çok karar arasında bkz. İrlanda/Birleşik Krallık; Salmouni/Fransa;
İlhan/Türkiye; Aksoy/Türkiye; Aydın/Türkiye; Denizci ve Diğerleri/Kıbrıs;
MC/Bulgaristan; Vladimir Ramanov/Rusya; Bursuc/Romanya) içtihadına göre işkence
yasağının önemli bir boyutu da etkili soruşturma yapma yükümlülüğüdür. Yaşam
hakkında olduğu gibi, herhangi bir işkence ve kötü muamele iddiasıyla
karşılaşan soruşturma makamları hemen harekete geçerek olayları
aydınlatabilecek ve failleri etkili bir şekilde cezalandıracak, titiz, süratli
ve şeffaf bir soruşturma yürütmek zorundadırlar. Ancak iptali istenen düzenleme
mutlak sorumsuzluk öngördüğünden iddiaların içeriği ne olursa olsun herhangi
bir soruşturma yapılmasına engel oluşturmaktadır. Bu nedenle Anayasa’nın 17.
maddesine aykırıdır.
Diğer taraftan iptali istenen düzenleme ile yaşam hakkı
ve işkence yasağının yanı sıra itibar hakkına, mülkiyet hakkına, özel ve aile
hayatının korunması hakkına yönelik de müdahalelere karşı bireylerin haklarını
aramalarının önü kapatılmıştır. Dolayısıyla düzenleme hem bu haklara hem de
adil yargılanma hakkına müdahale teşkil etmektedir. Anayasa’nın 13. maddesine
göre temel haklara yapılacak müdahalelerin ölçülü olması gerekir. Ölçülülük
ilkesinin özü birey haklarına yapılacak müdahalelerin Anayasa ve yasalarda
öngörülen meşru amacı gerçekleştirmek için gerekli olandan daha fazla
olmamasını güvence altına almaktır. Başka bir deyişle meşru amaca ulaşmak için,
elverişli ve gerekli olmayan müdahaleler ölçüsüzdür. İptali istenen düzenleme
ile getirilen mutlak sorumsuzluk, yapılan müdahalelerin ölçülü olup olmadığını
inceleme ve değerlendirme olanağını ortadan kaldırmıştır. Bu nedenle Anayasa’nın
13. maddesine aykırıdır.
Diğer taraftan Anayasa’nın 15. maddesinde olağanüstü
hallerde temel hak ve özgürlüklere yapılacak müdahalenin çerçevesi ve sınırları
belirlenmektedir. Buna göre, “Savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü
hallerde, milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler ihlâl edilmemek kaydıyla,
durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya
tamamen durdurulabilir veya bunlar için Anayasada öngörülen güvencelere aykırı
tedbirler alınabilir.
Birinci fıkrada belirlenen durumlarda da, savaş hukukuna
uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında kişinin yaşama hakkına,
maddi ve manevi varlığının bütünlüğüne dokunulamaz; kimse din, vicdan, düşünce
ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz ve bundan dolayı suçlanamaz, suç ve
cezalar geçmişe yürütülemez; suçluluğu mahkeme karar ile saptanıncaya kadar
kimse suçlu sayılamaz” denilmektedir.
Bu hükme göre, olağanüstü hallerde alınacak önlemler hem “ölçülülük
ilkesine” hem de “milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler”e aykırı
olmamalıdır. Milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler, olağanüstü halde
alınacak tedbirlerin hukukun genel ilkelerine ve Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi (AİHS), Uluslararası Medeni ve siyasi Haklar Sözleşmesi (UMSHS),
1949 Cenevre Sözleşmeleri gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf olduğu
uluslararası sözleşmeler ve bu sözleşmelerin kurduğu ve sözleşme hükümlerini yorumlayan
yargısal ve yarı-yargısal organların kararlarına aykırı düşmemesi anlamına
gelir. Anayasa Mahkemesi de “milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükler”i bu
şekilde ifade etmektedir (E. 1990/25, K. 1991/1; E. 1991/6, K.1991/20).
Diğer taraftan 15. maddenin ikinci fıkrasında olağanüstü
hallerde dahi dokunulamayacak temel hak ve özgürlüklere yer verilmiştir.
Dolayısıyla, olağanüstü hallerde bazı temel hak ve özgürlüklere olağan
dönemlerdekine göre daha fazla müdahale edilmesine izin verilmiş olmakla birlikte,
bu yetkilerin keyfi olarak ve tamamen denetimsiz bir şekilde kullanılabileceği
ve temel hak ve özgürlüklere sınırsız bir şekilde müdahale edilebileceği
anlamına gelmemektedir.
Öncelikle temel hak ve özgürlüklere yapılacak
müdahalelerin durumun gerektirdiği ölçüyü aşmaması gerekir. Buradaki ölçülülük
Anayasa’nın 13. maddesinde öngörülen ölçülülük ilkesine göre daha katı bir
ölçülülük anlamına gelmektedir. Uluslararası hukuka yapılan atıf dolayısıyla
başta Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 15. maddesi olmak üzere olağanüstü
hallere ilişkin hüküm içeren ve Türkiye’nin taraf olduğu tüm sözleşmelerdeki
ilgili hükümler ve bunlara ilişkin uluslararası organların kararları göz önüne
alınmalıdır. Mesela AİHS’in 15. maddesi olağanüstü hallerde temel haklara yapılacak
müdahalelerin “durumun kesinlikle gerektirdiği ölçüyü” aşmamasını
gerektirmektedir. Aynı şekilde Uluslararası Medeni ve Siyasi Haklar
Sözleşmesinin (UMSHS) 4. maddesinde de temel haklara yapılacak müdahalenin “durumun
kesinlikle gerektirdiği ölçüyü” aşmamasını öngörmektedir. Bu da buradaki
ölçülülük gereğinin katı bir ölçülülük olduğunu daha açık bir şekilde ifade
etmektedir. Dolayısıyla kamu otoriteleri bir temel hakka olağan dönemdekine
göre daha fazla müdahale ettiklerinde niçin bu müdahalenin mutlak bir
gereklilik olduğunu açıklamaları gerekir.
AİHM özellikle devletlerin krizin gerektirdiği ölçüyü
aşıp aşmadıklarını denetleme konusunda kendini yetkili görmektedir. Mahkeme bu
denetim yetkisini kullanırken, askıya almanın etkilediği hakların niteliği,
olağanüstü durumun süresi ve olağanüstü duruma yol açan nedenler gibi, konuyla
ilgili çeşitli etmenleri göz önünde bulundurur. (Brannigan and McBride/Birleşik
Krallık, & 43; Lawless v. İrlanda, & 36-38, İrlanda/Birleşik Krallık,
& 205; Aksoy/Türkiye, & 68; Nuray Şen/Türkiye, &25).
UMSHS hükümlerinin taraf devletler tarafından
sınırlanmasına ve askıya alınmasına ilişkin ölçütleri belirleyen 1985 tarihli
BM Siracusa İlkelerine (U.N. Doc. E/CN. 4/1985/4, Annex (1985)) göre, devletin
sözleşme hükümlerini askıya aldığı herhangi bir tedbir, ulusun yaşamına karşı
oluşan tehdidi ortadan kaldırmak için mutlak olarak gerekli ve tehdidin
mahiyetiyle ve yaygınlığıyla orantılı olmalıdır (& 51). Bu tedbirlerin
durumun mutlak biçimde gerektirdiği nitelikte olup olmadığının tespitinde
ulusal makamların değerlendirmesi kesin olarak kabul edilemez (&57).
Anayasanın 15/2. maddesi olağanüstü hallerde bile askıya
alınamayacak ya da ihlal edilemeyecek bir hak ve özgürlükler alanı
yaratmaktadır. Bu haklar arasında yaşam hakkı ve maddi ve manevi varlığın
bütünlüğü hakkı da bulunmaktadır. Dolayısıyla olağanüstü hal gerekçesiyle bu
haklara yönelik sınırlama yapılamaz. Her ne kadar düzenlemenin kapsamına temel
olarak henüz olağanüstü hal ilan edilmeden 15 ve 16 Temmuz 2016 tarihindeki
fiiller girmekte ise de “… terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki
eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler” ibaresinden 20 Temmuz
2016 tarihinde olağanüstü hal ilan edildikten sonraki eylemlerin de yasa
kapsamına girebileceği anlaşılmaktadır. Ancak böyle olsa bile yaşam hakkına ve
işkence yasağına yönelik müdahaleler için mutlak sorumsuzluk öngören
düzenlemenin uygulanamayacağı, uygulanmasının Anayasa’nın 15. maddesini ihlal
edeceği açıktır.
Eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler
kalkışma ve terör eylemleri ile hiç ilgisi olmayan üçüncü kişilerin hayatına,
bedensel bütünlüğüne, manevi varlığına, itibarına veya mallarına zarar vermiş
olsalar bile bu kişiler aleyhine ne cezai ne hukuki veya mali sorumluluk davası
açılamayacaktır. Bu tür zararlar dolayısıyla başka bir kişi veya kurum aleyhine
de dava açma olanağı bulunmamaktadır. Mesela evinin önündeki otoparkta bulunan
arabası tahrip edilen ve kalkışma veya eylemlerle hiçbir ilgisi bulunmayan bir
kişinin zararlarını karşılayabileceği bir kişi veya kurum bulunmamaktadır. Bu
durumda dava konusu düzenleme Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan
mülkiyet hakkına açık bir müdahale oluşturmaktadır. Aynı şekilde darbe girişimi
veya terör eylemleri ile hiçbir ilişkisi olmayan üçüncü kişilerin itibarına
veya özel hayatına yönelik müdahale meydana gelmişse nu kişiler de herhangi bir
şekilde haklarını arama imkânından mahrum edilmişlerdir. Bu durumdaki kişiler öngörülen
mutlak sorumsuzluk dolayısıyla herhangi bir dava da açamayacaklardır. Bu da
açıkça Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenen hak arama özgürlüğünün, bu
çerçevede mahkemeye erişim hakkının ihlaline neden olacaktır. Bu nedenle
düzenleme Anayasa’nın 17., 20., 35. ve 36. maddelerine de aykırıdır.
Sonuç olarak, iptali istenen kural esas bakımından
Anayasa’nın 2., 13., 15., 17., 20., 35. ve 36. maddelerine aykırıdır, iptali
gerekir.
III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ
01.02.2018 tarih ve 7079 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında
Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek
Kabul Edilmesine Dair Kanun’un 113. maddesi ile 8/11/2016 tarihli ve 6755 sayılı
Olağanüstü Hal Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler ile Bazı Kurum ve
Kuruluşlara Dair Düzenleme Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin
Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 37. maddesine eklenen (2) numaralı
fıkrası şekil ve esas bakımından başta hukuk devleti ilkesi olmak üzere
Anayasanın pek çok maddesine açıkça aykırıdır. Anayasaya açıkça aykırı olan bu
kuralın uygulanması halinde telafisi imkânsız sonuçlar doğuracağı, sivil
silahlı çetelerin suç işlemesini teşvik edeceği, bireylerin haklarını
aramalarını imkânsız hale getireceği ve ülkemizin Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi ve diğer uluslararası organlar önünde temel hakları ihlal eder duruma
düşüreceği açıktır.
Anayasal düzenin hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden
en kısa sürede arındırılması, hukuk devletin temel gereğidir. Anayasaya
aykırılıkların sürdürülmesi, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü
ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün sağlanamadığı bir düzende,
kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin
zedelenmesi hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol
açacaktır.
Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, şekil
ve esas bakımından Anayasaya açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükmün iptal
davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün de durdurulması istenerek Anayasa
Mahkemesine dava açılmıştır.
IV. SONUÇ VE İSTEM
01.02.2018 tarih ve 7079 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında
Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek
Kabul Edilmesine Dair Kanun’un 113. maddesi ile 8/11/2016 tarihli ve 6755 sayılı
Olağanüstü Hal Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler ile Bazı Kurum ve
Kuruluşlara Dair Düzenleme Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin
Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 37. maddesine eklenen (2) numaralı
fıkrası şekil bakımından Anayasa’nın 87. ve 88. maddelerine; esas bakımından
Anayasa’nın 2., 13., 15., 17., 20., 35. ve 36. maddelerine aykırı olduğundan iptaline ve uygulanması halinde giderilmesi
güç ya da olanaksız zarar ve durumlar yaratacağı için, iptal davası
sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesine ilişkin
istemimizi saygı ile arz ederiz.”