“....
A. 6754 Sayılı Kanun Hükümlerinin
Anayasa’ya Aykırılık Gerekçesi
6763 Sayılı Kanun Hükümlerinin Anayasaya
Aykırılık Gerekçesi
1) 6763 Sayılı Kanun’un 2 nci
maddesiyle 1632 sayılı Kanunu’nun ek 8 inci maddesine eklenen fıkrada yer alan
“..Sırf
askerî suçlar ile hapis cezasının üst sınırı üç ayı geçen askerî suçlar
hakkında..” ibaresinin Anayasaya aykırılığı
Önödeme,
uzlaşma dışında kalan ve sadece adli para cezası veya üst sınırı altı ayı
aşmayan hapis cezası içeren suçları işlediği iddia edilen fail bakımından,
kanundaki usullere göre belirlenen bir miktar paranın Devlet hazinesine
ödenmesi ile kamu davasının açılmamasını veya açılmış olan davanın düşmesini
doğuran, devlet ile bireyin uzlaşması olarak nitelendirilebilecek bir kurumdur.
Müessese, işlendiği iddia olunan fiilin karşılığını oluşturan yaptırımın azlığı
sebebiyle, devletin soruşturma ve kovuşturma safhalarında maddi gerçeğe ulaşmak
adına yapacağı masraflar ile şüpheli ya da sanığın kendisini savunmak adına
harcayacağı zaman ve giderler gözetildiğinde, sorunu sulh yoluyla çözmenin her
iki taraf açısından daha ekonomik olduğu gerçeğine dayanır. Müessese kısa
süreli hürriyeti bağlayıcı cezaları önlemek konusunda da bir işlev görmektedir.
Önödeme,
suç niteliğindeki bir fiilin işlenmesi sonucu, Devlet ile fail arasında meydana
gelen ceza ilişkisini sona erdirmektedir. Kurumun temel amacı, alternatif bir
uyuşmazlık çözüm yöntemi olarak, basit suçları yargı önüne taşımadan sistemden
elemek, bu manada mahkemelerin iş yükünü azaltmaktır. Önödeme, muhakeme
hukukundaki anlamı ve sonuçları itibariyle, bir dava yahut yargılama şartı
niteliği taşımaktadır. Ancak önödemenin işlenen fiili, yargılama dışı
bırakmasının yanı sıra, birey üzerindeki etkileri de nazara alınmalıdır. Bu
yönden bakıldığında, birey, henüz kesinleşmiş bir yargı kararı olmadan,
kendisine isnat olunan suçun soyut yaptırımı üzerinden hesaplanan bir parayı
devlet hazinesine yatırmakta ve böylece ileride ortaya çıkabilecek mahkumiyetin
sonuçlarından kurtulmaktadır.
Önödeme,
uzlaşma kapsamındaki suçlar hariç olmak üzere, yalnız adli para cezasını
gerektiren veya kanun maddesinde öngörülen hapis cezasının yukarı sınırı altı
ayı aşmayan suçlar bakımından tatbik imkânı bulan bir müessesedir (TCK.m.75/1).
Bu itibarla, kapsamın belirlenmesinde soruşturma yahut kovuşturmaya konu suçun
yaptırımının niteliği ve miktarı önem arz eder. 6763 sayılı Kanunun 12 nci
maddesiyle, kurumun tatbik sahası genişletilmiştir.
Soruşturma
safhasında, kişinin süresi içerisinde cumhuriyet savcılığına müracaat ederek,
belirtilen meblağı mal müdürlüğüne yahut defterdarlığa yatırması ile birlikte
hakkında kamu davası açılmaz, kovuşturmaya yer olmadığı kararı verilir (TCK.
m.75/1). Kovuşturma safhasında ise, önödemenin gerçekleşmesi ile düşme kararı
verilir (TCK.m.75/2). Önödemenin kabul edilmemesi halinde, kişi hakkında
soruşturma ve kovuşturma devam eder.
6763 Sayılı Kanun’un 2 nci maddesiyle 1632 sayılı Kanunu’nun ek 8
inci maddesine eklenen fıkra uyarınca, sırf askerî suçlar ile hapis cezasının üst
sınırı üç ayı geçen askerî suçlar hakkında, önödeme hükümleri
uygulanmayacaktır. Böylece Askeri Ceza Kanunu’nun kapsamına giren, sırf askeri
suçlar ile diğer askeri suçların karşılığı yaptırım 75 inci maddedeki koşulları
sağlasa da, şüpheli yahut sanıklar hakkında bu kurum tatbik edilemeyecektir.
Kanunkoyucu hem sırf askeri suçlarda (ki bunlar niteliği ve yaptırımı
itibariyle çok basit fiiller olabilir (örneğin, Askeri Ceza Kanunu, m.63, 65,
138) hem de Türk Ceza Kanunu’nun 75. maddesinden farklı olarak “üst sınırı üç
ayı geçen dğer askeri suçlarda” önödemeyi yasaklamıştır. Önödeme kurumu
yukarıda belirttiğimiz üzere, hem yargının iş yükünün azaltılmasına katkı
sağlarken, hem de nispeten basit suçlar dolayısıyla bireylerin lekelenmemesini,
kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezalardan kaynaklanan mahzurları ortadan
kaldırmayı hedefler. Ceza hukukunun önemli problemlerinden biri olan kısa
süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar, süreleri itibariyle ıslaha elverişli
olmadıklarından, sadece cezalandırma ile ortaya çıkan kefaret ve lekelenme ile
topluma yeniden kazandırma anlamında faydadan çok zarar getirmekte, bu sebeple
alternatif, seçenek kurumlarla önüne geçilmeye çalışılmaktadır.
Bireyselleştirme temelli bazı yaklaşımlarla (örneğin, şüpheli yahut sanığın
adli geçmişinin dikkate alınması gibi) ya da askerlik hizmetinin gerekleri
kapsamında (fiilin barış zamanında, seferberlik zamanında yahut savaş zamanında
işlenmiş olmasına göre ağırlık derecesinin tayini) sınırlandırma mümkünse de,
sadece hükmün kapsamına girmesine rağmen, genel bir bakış açısıyla suç türü
gerekçesiyle önödeme kurumuna sınırlama getirme, eşitlik prensibine uygun ve
ölçülü değildir.
Bilindiği
üzere Anayasa’nın 72. maddesi uyarınca, vatan hizmeti, her Türk vatandaşının
hakkı ve ödevidir. Bu itibarla askeri ceza kanunu kapsamına giren suçlar,
hayatı boyunca askerlik mesleğini icra eden ve edecek olan muvazzaf askeri
personel tarafından işlenebileceği gibi, askerlik yükümlülüğünü yerine getirmek
üzere silah altına alınan bir kimse tarafından da işlenebilir. Dolayısıyla
askerlik hizmetinin gerekleri denildiğinde, bu dengenin de korunması zaruridir.
Devlet suçların önlenmesinde siyasetin gereği olarak ihlal
edilen hukuksal değerlere verilen önem çerçevesinde, fiilin suç teşkil edip
etmeyeceğini, suç teşkil edecekse onun bu değerleri ne ölçüde ihlal ettiğini
dikkate alarak uygulanacak yaptırımın türünü veya ağırlığını takdir ve tayin
edebilir. Yaptırımın ve sonuçlarının belirlenmesinde sadece caydırıcılık ve
kefaret teşkil etme değil, daha da önemlisi suçlunun topluma uyum sağlamasını
ve yeniden kazandırılmasının amaçlanması şarttır.
Hukuk
devleti ilkesi 1982 Anayasası’nın 2. maddesinde düzenlenmiştir. İşlemlerinde
hukuk kurallarına bağlı olan, vatandaşlarına hukuki güvence sağlayan devlete
“hukuk devleti” denilir. Bu ilke; bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına
uygunluğunu başlıca geçerlilik koşulu sayan, adaletli bir hukuk düzeni kurmayı
hedefleyen, temel hak ve özgürlükleri güvence altına alan, yargı denetimine
açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkelerinin
bulunduğu bilincinden uzaklaşmayan devleti ifade eder. Hukuk
devletiilkesinin önkoşullarından biri kişilerin hukuki güvenliğinin
sağlanmasıdır.Hukuk devletinin sağlamakla yükümlü olduğu hukuki güvenlik
ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve
işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu
güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını ifade eder (Anayasa
Mahkemesi Kararı, 07.04.2016, 2015/94, 2016/27).
Hukukun üstünlüğü ilkesi, yürütme ve yargı organlarını olduğu
gibi, yasama organını da bağlamaktadır. Hukukun evrensel ilkeleri, uluslararası
sözleşmelerde ve Anayasa’da kabul edilen evrensel kural ve ilkeler, hukukun
üstünlüğü ilkesinin hayata geçirilmesinde önemli bir rol oynar. Bu sebeple,
hukukun üstünlüğünün geçerli olduğu bir hukuk devletinde yasa koyucu,
Anayasa hükümlerine sadık kalarak, onun özüne ve ruhuna aykırı düzenlemelerden
kaçınmalıdır. Bu yönüyle, Anayasa’da belirtilen temel ilke ve kaideler yasa
koyucunun yasama yetkisinin sınırını oluşturmaktadır. Yasa koyucu, keyfilikten
uzak, Anayasal sınırlar dahilinde, yasama yetkisini kullanmalıdır. Bu sınır
aşıldığı takdirde, Anayasa’nın 2 nci maddesinde gösterilen hukuk devleti
ilkesine aykırı hareket edilmiş olur.
Kişi hak ve özgürlüklerine en çok müdahalede bulunan hukuk
dallarından biri olan ceza hukukunun, kişilere karşı kötüye kullanılmasının
engellenebilmesi için hukuk devletine ihtiyaç bulunmaktadır. Bu itibarla hukuk
devleti, en fazla Ceza Hukuku alanında kendini gösterir.
“… Anayasa’nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyal
bir hukuk devleti olduğu açıkça belirtilmiştir. Hukuk devleti olmak,
yönetilenlere hukuk güvencesini sağlar. Bu güvence, yasama, yargı ve yürütme
organlarının tüm işlemlerinin hukuk kuralları içinde kalması ile
gerçekleşebilir. Hukuk devletinin öğeleri arasında, yasaların kamu yararına
dayanması ve eşitlik ilkesi vardır. Cezaların, suçların ağırlık derecelerine
göre önleme ve iyileştirme amaçları da göz önünde tutularak adaletli bir ölçü
içinde konulması, ceza hukukunun temel ilkelerindendir...” (Anayasa Mahkemesi
Kararı, 06.06.1991, 35/13)
Nitekim
“.... Hukuk Devleti’nin öğeleri arasında, yasaların kamu yararına dayanması
ilkesi de vardır. Bu ilkenin anlamı kamu yararı düşüncesi olmaksızın, yalnızca
özel çıkarlar için veya yalnızca belli kişiler yararına olarak herhangi bir
yasa kuralının konulamayacağıdır. Hukuk devletinin ana ilkelerinden birisi de
eşitliktir. Sosyal hukuk devleti, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak
gerçek eşitliği yani gerçek adaleti ve böylece toplumsal dengeyi sağlamakla
yükümlü devlet demektir. Hukuk devletinin amaç edindiği, kişiliğin korunması,
toplumda sosyal güvenliğin sağlanması yolu ile gerçekleştirilebilir. Sözü
edilen “sosyal hukuk devleti”, bireyin huzur ve refahını gerçekleştiren,
güvence altına alan, adaletli bir hukuk düzeni oluşturup bunu sürdürmekle
kendini yükümlü sayarak kişi ile toplum arasında denge kuran devlettir. Toplum
yararı bir kenara bırakılarak yalnız kişi yararlarının esas alınması,
Anayasa’nın amacına ve adaletli hukuk düzeni kavramına da ters düşer. Suç ile
ceza arasındaki oranın adalete uygun bulunup bulunmadığını, o suçun toplum
hayatında yarattığı etkiye ve kamu vicdanında aldığı tepkiye göre takdir etme
zorunluluğu vardır. Bu oransallık bağının bulunması, hukuk devleti ilkesinin ve
adalet anlayışının bir gereğidir. Yasakoyucu, cezaların türünü seçerken ve
sınırlarını belirlerken mutlak adalet ölçülerini izlemek zorundadır. Ceza
kendiliğinden haklı olmalıdır. Cezaların, suçların ağırlık derecelerine göre
önleme ve iyileştirme amaçları da göz önünde tutularak adaletli bir ölçü içinde
konulması, ceza hukukunun temel esaslarındandır” (Anayasa Mahkemesi Kararı,
03.12.1992, 46/52).
Şu halde, çağdaş ceza
hukukunda suç ve ceza siyaseti açısından düzenleme yapılırken suçlunun ıslahı,
yeniden suç işlemesinin ve toplum için sürekli bir tehlike olmasının önüne
geçme ve dolayısıyla topluma tekrar yararlı bir birey haline getirilmesini
sağlama temel hedeftir. 6763 sayılı Kanunla yapılan değişikliklerle bir yandan
önödemenin tatbik alanı genişletilirken, diğer yandan Askeri Ceza Kanunu
kapsamındaki suçlar için uygulanma imkanı ortadan kaldırılmıştır. Suçu işleyen
kimsenin özelliklerini dikkate almaksızın, bizatihi suç türü itibariyle
orantısız, ölçüsüz ve elverişli olmayan bir sınırlama getirilmiştir. Yukarıdaki
kararlarda da işaret edildiği üzere, devletin suç ve ceza siyasetini
belirlerken adaletli bir düzen oluşturmayı hedeflemesi şarttır.
Keza iptali istenen bu düzenleme,
Anayasa’nın 10. maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesine de aykırılık
oluşturmaktadır.Anayasa Mahkemesinin pek çok kararında vurgulandığı gibi yasa
önünde eşitlik ilkesi, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı olacağı
anlamına gelmemekle birlikte, yasaların uygulanmasında birbirinin aynı durumda
olanlara ayrı kuralların uygulanmasını ve ayrıcalıklı kişi ve toplumların
yaratılmasını engellemektedir. Kimi yurttaşların haklı bir nedene dayanılarak
değişik kurallara bağlı tutulmaları eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmamakta,
hatta durumlarındaki ve konumlarındaki özellikleri, kimi kişi ya da topluluklar
için değişik kuralları ve değişik uygulamaları gerekli kılmaktadır. Anayasa ile
eylemli değil hukuki eşitlik amaçlanmaktadır. Anayasanın öngördüğü eşitlik
ilkesinin çiğnenmemesi için, aynı hukuksal durumların aynı, ayrı hukuksal
durumların ayrı kurallara bağlı tutulması gerekmektedir (AYM.,18.10.2005,
2003/7 E., 2005/71 K.). Anayasa’nın 72 nci maddesi dikkate alındığında,
getirilen düzenleme ile sırf askeri suçlar ile hapis cezasının üst sınırı üç
ayı geçen askeri suçlarda önödeme imkanının ortadan kaldırılması, 75 inci
maddede kabul edilen “hapis cezasının üst sınırı altı ayı geçmeyen suçlar”
kapsamının, askeri suçlar yönünden kabul edilmemesi, aynı yaptırımı gerektiren
suçların failleri arasında makul ve ölçülü olmayan bir ayırım ortaya çıkarmaktadır.
Bu ayırım bireyselleştirme temelli yahut askerlik hizmetinin gerekleri yönünden
bir gerekçeye de bağlanmış değildir.
Anayasa Mahkemesi yine Askeri
Ceza Kanunu’nun Ek 8 inci maddesi ile ilgili (izin tecavüzü suçu yönünden)
verdiği 5.7.2012 tarih ve 2012/9 Esas, 2012/103
Karar
(RG. 21.11.2012-28474) sayılı kararında bu prensiplere işaret emiştir:
“….Ceza hukukunun, toplumun
kültür ve uygarlık düzeyi, sosyal ve ekonomik yaşantısıyla ilgili bulunması
nedeniyle suç ve suçlulukla mücadele amacıyla ceza ve ceza muhakemesi alanında
sistem tercihinde bulunulması Devletin ceza siyaseti ile ilgilidir. Yasa koyucu
ceza hukukuna ilişkin düzenlemelerde yetkisini kullanırken kuşkusuz, Anayasa'ya
ve ceza hukukunun temel ilkelerine bağlı kalmak koşuluyla hangi eylemlerin suç
sayılacağı, bunlara uygulanacak yaptırımın türü ve ölçüsü, cezayı ağırlaştırıcı
veya hafifletici tutum ve davranışların neler olacağı, hangi cezaların seçenek
yaptırımlara çevrilebileceği veya ertelenebileceği ve hangi suçların hükmün
açıklanmasının geri bırakılması kapsamında kalacağı gibi konularda takdir
yetkisine sahiptir. Bu takdir yetkisinin kullanılmasında suçun askeri suç olup
olmamasının da dikkate alınacağı açıktır. Askerlik hizmetinin ulusal güvenliğin
sağlanmasındaki belirleyici yeri ve ağırlığı, sivil yaşamda suç oluşturmayan ya
da önemsiz görülebilecek cezaları gerektiren kimi eylemlerin askeri suç olarak
kabul edilmelerini ve ağır yaptırımlara bağlanmalarını gerekli kılabilmektedir.
Ancak, askeri ceza hukuku alanında da suç ile suça karşılık gelen yaptırımlar
ve tedbirler arasında makul, kabul edilebilir, amaçla uyumlu bir orantının
sağlanması, hukuk devleti olmanın gereğidir.
…. Çağdaş̧ ceza hukukunda
ceza yaptırımlarının belirlenmesindeki temel amaç ise suçlunun ıslahı, yeniden suç
islemesinin ve toplum için sürekli bir tehlike olmasının önüne geçme ve
dolayısıyla topluma tekrar yararlı bir birey haline getirilmesini sağlamaktır.
Bu nedenle günümüzde suçlar için ceza yanında ya da yerine bir kısım tedbirler
uygulanması söz konusu olmaktadır. Yine sanık hakkında hükmolunacak olan hapis
cezasının ertelenebilmesi ile suçlunun, toplum içinde özgürlüğü kısıtlanmadan,
cezaevlerinin olumsuz etkilerinden de kurtarılarak, toplumla sosyal bağları
koparılmadan ve her şeyden de önemlisi hayatın normal akışı değişmeden ıslah
edilmesi amaçlanmaktadır. Cezaların kişiselleştirilmesine yönelik bu
düzenlemeler, kamu yararının da bir gereğidir.
İtiraz konusu kuralın
gerekçesinde, maddede belirtilen suçlar nedeniyle hükmolunacak kısa süreli
hapis cezalarının para cezası ya da diğer seçenek yaptırımlara çevrilebilmesi
yahut ertelenmesinin bu suçların etkili bir şekilde cezalandırılmasını
engelleyeceği, kişilerin suç işleme yönündeki eğilimlerini artıracağı ve
disiplini bozacağı, bu nedenle söz konusu kısıtlamanın gerekli olduğu
belirtilmişse de yasa koyucu, askeri ceza hukukunda erteleme kurumunu
düzenlerken hukuk devleti ilkesinin bir gereği ve ceza hukukunun temel
prensiplerinden olan ölçülülük ilkesiyle bağlıdır. Bu ilke ise “elverişlilik”,
“gereklilik” ve “orantılılık” olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik,
başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, gereklilik,
başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını, orantılılık
ise, başvurulan önlem ile ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü
ifade etmektedir.
Ölçülülük ilkesiyle devlet,
cezalandırmanın sağladığı kamu yararı ile bireyin hak ve özgürlükleri arasında
adil bir dengeyi sağlamakla yükümlüdür. Askeri disiplinin tesisinde zafiyeti
önlemek amacıyla getirilen kural ve gerekçesi dikkate alındığında, belirli
suçlar açısından askeri disiplinin tesisinin suçluların yalnızca hapis
cezasıyla cezalandırılmalarıyla sağlanabileceği şeklinde bir yaklaşımın
benimsendiği görülmektedir. Yasa koyucunun, 1632 sayılı Kanun'da erteleme
kapsamı dışındaki suçları belirlerken suçların niteliğini, işleniş şekillerini,
ağırlığını, askeri disiplin üzerindeki etkisini, öngörülen ceza miktarlarını ve
suçla korunan hukuki yarar gibi etkenleri gözeteceği açıktır. Oysa itiraz
konusu kuralla erteleme kapsamının dışında tutulan suçlar arasında savaş̧
ve seferberlik halinde işlenen suçlar ile ceza üst sınırı on yıl hatta müebbet
hapis cezası olanlarla birlikte cezası çok hafif olan suçlar da bulunmaktadır.
Bu yaklaşım daha hafif suçlar açısından, suçla yaptırım arasında olması gereken
adil dengenin, çağdaş ceza hukukundaki ceza ve ceza yerine uygulanabilecek olan
alternatiflerin ve cezanın şahsileştirilmesi ilkesinin göz ardı edildiğini
göstermektedir.
Bu durumda, izin tecavüzü
suçunun ağırlığı, düzenleniş̧ amacı ve askeri disiplin üzerindeki etkisi
dikkate alındığında itiraz konusu kuralın, kamu yararı ile bireyin hak ve
özgürlükleri arasında adil bir denge oluşturamadığından ölçülülük ilkesine ve
dolayısıyla hukuk devleti ilkesine aykırılık oluşturduğu açıktır.
Açıklanan nedenlerle, itiraz
konusu kural 'izin tecavüzü suçu' yönünden Anayasa'nın 2. maddesine aykırıdır.
İptali gerekir….”.
Bu ilke ve prensipler Anayasa
Mahkemesi’nin Askeri Ceza Kanununda yapılan benzer düzenlemeler sebebiyle
verdiği 17.01.2013 tarih ve 2012/80 Esas, 2013/16
Karar
sayılı iptal kararında da vurgulanmıştır.
Tüm bu açıkladığımız
sebeplerle 6763 Sayılı Kanun’un 2 nci maddesiyle 1632 sayılı Kanunu’nun ek 8
inci maddesine eklenen fıkrada yer alan “..Sırf askerî suçlar ile hapis cezasının üst
sınırı üç ayı geçen askerî suçlar hakkında..” ibaresi Anayasa’nın 2. ve 10.
maddelerine aykırı olup, iptali gerekir.
2)
6763 sayılı Kanun’un 17. maddesi ile 5237 sayılı Kanunun 192. maddesinin 4.
fıkrasına eklenen “Bu durumda kamu görevlileri ile sağlık mesleği mensuplarının
279 uncu ve 280 inci maddeler uyarınca suçu bildirme yükümlülüğü doğmaz”
cümlesinin Anayasa’ya
aykırılığı
6763
sayılı Kanun’un 17 nci maddesi, 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun 192 nci
maddesinin 4 üncü fıkrasına “makamlara” ibaresinden sonra gelmek üzere “veya
sağlık kuruluşlarına” ibaresi ile ek bir cümle getirilmesini öngörmektedir.
Türk
Ceza Kanunu’nun 192. maddesinin dördüncü fıkrasında, suç politikasının gereği
olarak, uyuşturucu ve uyarıcı madde kullanan kimseler yönünden etkin pişmanlık
hükmüne yer verilmiştir.
Değişiklikten
önce, maddenin 4 üncü fıkrası; “Uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanan kişi,
hakkında kullanmak için uyuşturucu veya uyarıcı madde satın almak, kabul etmek
veya bulundurmaktan dolayı soruşturma başlatılmadan önce resmi makamlara
başvurarak tedavi ettirilmesini isterse, cezaya hükmolunmaz.” şeklindeyken, 6763
sayılı Kanun ile getirilen düzenleme uyarınca, uyuşturucu veya uyarıcı madde
kullanan suç faili, savcılık, emniyet, jandarma teşkilatı gibi “resmi
makamların” yanı sıra “sağlık kuruluşları”na da başvurarak, tedavi
ettirilmesini isteyebilecek ve diğer şartları da varsa etkin pişmanlıktan
yararlanabilecektir.
192.
maddenin dördüncü fıkrasında yer verilen etkin pişmanlık hükmünün getiriliş
amacı, uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanan kişilerin, haklarında henüz 191.
maddedeki suçtan dolayı soruşturma başlatılmadan önce, bizzat pişmanlık duyup
tedavi edilme isteklerine yanıt vermek ve böylelikle suç politikası gereği bu
şekilde pişman olup resmi makamlara başvuran kişilerin bu pişmanlıklarına bir
değer atfetmektir. Kendi iradesiyle işlediği uyuşturucu madde kullandığını
resmi makamlara bildiren kişinin, 191 inci maddedeki suçtan dolayı
cezalandırılmasında kamusal bir menfaat bulunmadığı gibi, uyuşturucu madde
kullanan kişilerin resmi makamlara başvurarak tedavi ettirilmesini istemeleri,
toplum sağlığının da korunmasına hizmet edecek bir davranıştır. Bu sebeple,
kanun koyucu, bu tarz durumlara münhasır olarak fail hakkında 191 inci
maddedeki suçtan cezaya hükmolunmamasını kabul etmiştir.
Madde
192/4’te yer alan etkin pişmanlık hükmünün uygulanabilmesi bakımından önemli
olan, failin bizzat pişmanlık göstererek kendisinin tedavi ettirilmesini,
yetkili olduğunu düşündüğü kurumlardan talep etmesi, bu yöndeki iradesini resmi
makamlara bildirmesidir.
Failin
isteği, uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanımından veya bağımlılığından
kurtulma, arınma iradesini içermelidir. Failin açıkça “tedavi olmak istiyorum,
beni tedavi edin, ettirin” şeklinde beyanda bulunması şart değildir. Herhangi
bir şekilde, failin uyuşturucu veya uyarıcı maddeden kurtulma isteğini içerir
beyan veya talebini resmi makamlara bildirmesi yeterlidir. Burada bahsi geçen
maddelerin, bireyin psikolojisi üzerinde yaptığı etki de nazara alındığında,
açıkça bu tarz beyanları aramamak gerekir. Tedavi isteğinden bulunan failin,
tıbbi olarak tedaviye ihtiyacının olmadığı belirlense de, kişi gönüllü olarak
böyle bir talepte bulunduğundan ve pişmanlık iradesini ortaya koyduğundan etkin
pişmanlık hükümlerinden yararlanmalıdır.
Kanun
koyucunun 192/4’te yer alan hükmü getirirken ki amacı, bir yandan 191 inci
maddedeki suçu işleyen faillerin, uyuşturucu madde kullandığını bildirerek,
kendi işledikleri suçu açığa çıkarmalarını sağlamak, hem de gönüllü olarak
böyle bir bildirimde bulunan failin tedavi edilerek eski sağlıklarına
kavuşmalarına olanak tanımaktır. Dolayısıyla, söz konusu etkin pişmanlık hükmü,
bir yandan uyuşturucu ve uyarıcı madde suçlarıyla mücadeleye hizmet ederken,
bir taraftan da toplum sağlığına katkıda bulunan bir düzenlemeyi ihtiva
etmektedir.
6763
sayılı Kanun’un 17 nci maddesi ile Türk Ceza Kanunu’nun 192. Maddesinin
dördüncü fıkrasında düzenlenen etkin pişmanlık hükmüne “Bu durumda kamu
görevlileri ile sağlık mesleği mensuplarının 279 uncu ve 280 inci maddeler
uyarınca suçu bildirme yükümlülüğü doğmaz” şeklinde ek bir cümle getirilmiştir.
Getirilen bu düzenleme, 192. Maddesinin dördüncü fıkrasında yer alan etkin
pişmanlık hükmünün konuluş gayesi ile çelişmekte ve hükmün getiriliş amaçlarını
tamamen ortadan kaldıran bir mahiyet arz etmektedir.
Zira,
uyuşturucu madde kullanan kişilerin tedavi edilmek üzere resmi makamlara ve
sağlık kuruluşlarına başvurduklarında, ilgili kamu ve sağlık personelinin
suçların soruşturulması için yetkili makamlara bildirimde bulunma
yükümlülükleri, diğer bir anlatımla işlendiğini öğrendikleri 191 inci maddedeki
suçu yetkili makamlara bildirme yükümlülükleri ortadan kaldırılmakta, bu tarz
durumlara münhasır kamu ve sağlık personeli açısından bir şahsi cezasızlık
hükmüne yer verilmektedir. Halbuki, etkin pişmanlık hükmünün koşullarını
değerlendirmesi gereken, sağlık mesleği mensupları değil, adli mercilerdir,
devletin işlenen suçlardan, hukuka eylemlerden haberdar olmasında kamusal
menfaat bulunduğu gibi, uyuşturucu kullanımı ile mücadele açısından da bu
zaruridir.
Anayasa’nın
5. maddesinde Devletin temel amaç ve görevleri; “Türk milletinin bağımsızlığını
ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak,
kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak
ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak
surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın
maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya
çalışmaktır” şeklinde belirtilmiştir.
İptali
talep edilen düzenleme, kişilerin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk
devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal,
ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya hizmet etmemekte hatta kişilerin temel
hak ve hürriyetlerini tam tersine koruyucu işlevi olan bir mekanizmayı ortadan
kaldırmaktadır. Aynı şekilde insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için
gerekli şartları hazırlamaya çalışma yükümlülüğü ile de çelişmektedir. Devletin
temel görevleri arasında, suç politikası çerçevesinde toplumda cezalandırmasına
ihtiyaç duyulan davranış biçimlerini yasalarda suç olarak düzenleyerek
yaptırıma bağlamak, suçun işlenmesini önlemek, suç işlendikten sonra ise, adil
bir muhakeme yürüterek bun davranışlaraa kanunda karşılığı gösterilen yaptırımı
uygulamaktır. Fakat suç ve ceza politikası çerçevesinde, devletin belirli
hallerde cezasızlık halleri öngörmesi de mümkündür.
Getirilen
düzenlemeyle, kamu ve sağlık personeli yönünden suçu bildirme yükümlülüğü
ortadan kaldırılarak, hem etkin pişmanlık hükmünün konuluş amacına aykırı
hareket edilmekte, hem de uyuşturucu ve uyarıcı madde suçlarının ortaya
çıkarılması ve önlenmesi bakımından zafiyet meydana getirebilecek bir
düzenlemeye yer verilmiş olmaktadır. Burada sağlık mesleği mensuplarının sır saklama
yükümlülüklerine atıf yapılabilirse de, özellikle Türk Ceza Kanunu’nun 280.
maddesinde daha basit ve toplumsal açıdan daha az vahim sonuçlara yol açan pek
çok suç yönünden bildirim yükümlülüğü getirilmiştir. İptali talep edilen
düzenleme Anayasa’da yer alan devletin amaç ve görevleri ile uyumlu değildir.
Açıklanan
gerekçelerle iptali talep edilen düzenleme Anayasa’nın 5. Maddesine aykırılık
teşkil eder, iptali gerekir.
3)
6763 sayılı Kanun’un 21 inci maddesi ile 5271 sayılı CMK.’nın 19 uncu maddesine
eklenen 3 üncü fıkrada yer alan “fiili sebepler veya güvenlik gerekçesiyle…
karar verebilir” ibarelerinin Anayasa’ya aykırılığı
6763
sayılı Kanun’un 21 inci maddesi ile 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 19
uncu maddesinin başlığı “Davanın nakli ve duruşmanın başka yerde yapılması”
şeklinde değiştirilmiş ve maddeye 3 üncü fıkraya karşılık gelmek üzere;
“Mahkeme, fiili sebepler veya güvenlik gerekçesiyle duruşmanın il sınırları
içinde başka bir yerde yapılmasına karar verebilir. Bu karara karşı itiraz yolu
açıktır” şeklinde bir fırka eklenmiştir.
Davanın
nakli halinde, bir başka mahkemenin davaya bakması, ceza muhakemesinde mahkemelerin
yer yönünden yetkisinin istisnalarından birini oluşturmaktadır.
Muhakemenin
nakli iki halde söz konusu olur. Bunlardan ilki genel nakil, ikincisi kamu
güvenliği nedeniyle nakildir.
Yetkili
hâkim veya mahkeme, hukukî veya fiilî sebeplerle görevini yerine getiremeyecek
hâlde bulunursa; yüksek görevli mahkeme, davanın başka yerde bulunan aynı
derecede bir mahkemeye nakline karar verir (m.19/1).
Ceza
Muhakemesi Kanunu’nun 19. maddesinin birinci fıkrası uyarınca davanın
nakledilebilmesi için, yetkili hâkim veya mahkemenin; hukuki sebeplerle
(örneğin hâkimin reddedilmiş olması nedeniyle mahkemenin teşekkül edememesi) ya
da fiili sebeplerle (örneğin hâkimin hastalanması, ölmesi vb.), görevini yerine
getiremeyecek durumda olması gerekir.
Hukuki
ya da fiili bir sebebe dayalı olarak yetkili hakim veya mahkemenin görevini
yerine getiremeyecek durumda olması halinde, tarafların istemi üzerine yüksek
görevli mahkemece, davanın başka yerde bulunan aynı dereceli bir mahkemeye
nakledilmesine karar verilir (m.19/1).
Yargılamanın
kamu güvenliği nedeniyle de nakli mümkündür. Ceza Muhakemesi Kanunu’na göre,
kovuşturmanın görevli ve yetkili olan mahkemenin bulunduğu yerde yapılması kamu
güvenliği için tehlikeli olursa, davanın naklini Adalet Bakanı Yargıtay’dan
ister (m.19/2).
Bir
davanın asıl yetkili mahkemesinde görülmesinin kamu düzeni, bireylerin can ve
mal güvenliği açısından sakınca oluşturabileceği ve bu tehlikenin olağan
güvenlik önlemlerine rağmen kamu düzeni açısından açık ve yakın bir tehdit
oluşturabileceğinin anlaşılması durumunda, istisnai bir uygulama olarak davanın
nakline karar verilebilir.
6763
sayılı Kanun ile getirilen düzenleme ise, yetkili mahkemeye fiili sebeplerle ve
güvenlik gerekçesiyle yargılamanın aynı il sınırları içerisinde adliye dışında
bir başka yerde yapılmasına karar verme yetkisi tanımaktadır. Halbuki,
duruşmanın aynı il sınırları içerisinde olsa da, adliye dışında başka bir yerde
yapılması kararı, asıl yetkili mahkeme tarafından verilebilecek bir karar
olmamalıdır. Nitekim Ceza Muhakemesi Kanunu, genel nakilde fiili ve hukuki
sebeplerle davanın nakli kararını yüksek görevli mahkemeye, kamu güvenliği
sebebiyle nakil durumlarında ise Yargıtay’a vermiştir. Bu bakımdan, istisnai
bir durum ortaya koyan nakle asıl yetkili mahkemenin karar vermesi, müessesenin
amacı ve niteliği ile bağdaşmamaktadır. İtiraz kanunyolunun öngörülmesi de bu
mahzuru ortadan kaldıracak bir nitelik arz etmemektedir.
İkinci
olarak, mahkeme duruşmanın adliye dışında bir başka yerde yapılmasına karar
verme adına çok geniş bir takdir yetkisine sahiptir. Yasada “fiili sebepler
veya güvenlik” gerekçesinden bahsedilmiş, ancak bu kavramların içi
doldurulmamıştır. Fiili sebeplerin neler olduğu sayılmadığından, yetkili
mahkeme, herhangi bir gerekçeyle davanın adliye dışında bir başka yerde
görülmesine karar verebilecek, bu durum istisnai bir kaideyi, kural haline
getiren bir uygulama hatasına dönüşebilecektir. Keza “güvenlik” kavramı da
oldukça geniş olup, yargılamanın adliye içerisinde yapılmasının güvenlik
açısından ne gibi sakıncalarının olduğu hususunda yargısal makama soyut ve
keyfi bir takdir yetkisi tanınmaktadır.
Hukuk
devletinde, devlet erklerinin keyfi şekilde hareket etmesi kabul edilemez. Anayasanın
2. maddesinde güvenceye alınan hukuk devleti, “… eylem ve işlemleri hukuka
uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her
alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya
aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla
kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Anayasa'nın 2.
maddesinde düzenlenenhukuk devletiilkesinin önkoşullarından biri kişilerin
hukuki güvenliğinin sağlanmasıdır.Hukuk devletinin sağlamakla yükümlü olduğu
hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin
tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal
düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli
kılar”(AYM., 07.04.2016, 2015/94, 2016/27). İptali talep edilen düzenleme
yukarıda ayrıntılı olarak açıklandığı üzere mevcut ceza muhakemesi sistemi ile
uyumlu değildir. Bunun yanı sıra iptali talep edilen düzenleme bir belirsizlik
yaratmaktadır. Davanın naklinin zorunluluk yerine idarenin keyfi tercihlerine
imkan tanıyan düzenleme Anayasa’nın 2. Maddesinde düzenlenen hukuk devleti
ilkesi ile çelişir.
Davanın
nakli konusunda keyfi uygulamalara kapı aralayabilecek bu düzenleme, doğal
hakim ilkesi ile de yakından irtibatlıdır. Herkes, fiil öncesinde yasayla
kurulmuş, yetki ve görevi yasayla belirlenmiş mahkeme önünde yargılanma hakkına
sahiptir. Kanuni hakim güvencesinin düzenlendiği Anayasa’nın 37 nci maddesinde;
“Hiç kimse kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz.
Bir kimseyi kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma
sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler kurulamaz”
denilmektedir.
Suçta
ve cezada kanunilik ilkesinin ceza yargılamasındaki görünümü olan doğal hakim
ilkesi, vatandaşların ülkenin herhangi bir yerinde, herhangi bir mahkeme
(hakim) tarafından yargılanması ihtimalini ve tehdidini bertaraf eden bir
güvenceyi ihtiva etmektedir. Diğer bir ifadeyle, doğal hakim ilkesi, kişinin
daha önceden (fiil öncesi) kanun tarafından belirlenen mahkeme önünde
yargılanması hususunda bir teminat sağlamakta, bu yönüyle bireylerin hukuki
güvenliğinin en önemli unsurunu oluşturmaktadır.
Doğal
hakim ilkesi, bireylere, kanuni hakim prensibinden daha geniş bir güvence
sağlamaktadır. Bizatihi, mahkemelerin görev ve yetkilerine ilişkin kuralların
kanunla yapılmasının öngörülmesi gerekli olmakla birlikte, tek başına yeterli
bir güvence değildir. Ceza muhakemesi hukukunda doğal hâkim ilkesi, anayasa
hukuku ilkeleri yönünden hukuk devleti ve bu bağlamda hukuki güvenlik ilkesinin
teminatını sağlamakta, ceza muhakemesi ilkeleri yönünden ise, adil yargılanma hakkının
temelini oluşturmaktadır. Bu yönüyle doğal hâkim ilkesinin, ceza muhakemesi
hukukunun en temel ilkelerinden biri olduğunda kuşku yoktur. Nitekim aşağıda
temas edeceğimiz üzere, bu ilke gerek Anayasa Mahkemesi, gerekse Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi kararlarında, adil yargılanma hakkı çerçevesinde (Anayasa
m.36, AİHM.m.6) ele alınmıştır.
Doğal
hâkim ilkesi, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarına konu olmuştur: “Anayasa'nın 37.
maddesinde (…) düzenlenmiş olan yasal yargıç güvencesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin
6. ve Anayasa'nın 36. maddelerinde ifade edilen adil yargılanma hakkının en
önemli ögesi olan "kanuni, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme önünde
yargılanma" hakkının temelini oluşturmaktadır. Hukuk devletinde yasal
yargıç, doğal yargıç (tabii hakim) olarak anlaşılmalıdır. Anayasa Mahkemesi'nin
daha önceki kararlarında da belirtildiği gibi, doğal yargıç kavramı suçun
işlenmesinden veya çekişmenin doğmasından önce davayı görecek yargı yerini
yasanın belirlemesi diye tanımlanmaktadır. Başka bir anlatımla doğal yargıç
ilkesi yargılama makamlarının suçun işlenmesinden veya çekişmenin meydana
gelmesinden sonra kurulmasına veya yargıcın atanmasına engel oluşturur; sanığın
veya davanın yanlarına göre yargıç atanmasına olanak vermez”[1].
Anayasa
Mahkemesi, doğal hakim ilkesine aykırı uygulamaların yapıldığı yönündeki
bireysel başvuruları adil yargılanma hakkı kapsamında değerlendirmiştir:
“Başvurucu, hakkındaki davanıntabii hâkimilkesine aykırı olarak olağanüstü bir
mahkeme tarafından görüldüğünden şikâyet etmiştir. Anayasa'nın 148. maddesinin
üçüncü fıkrası ve 30/3/2011 tarih ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu
ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunu'nun 45. maddesinin (1) numaralı fıkrası
gereğince Anayasa Mahkemesine yapılan bir bireysel başvurunun esasının
incelenebilmesi için, kamu gücü tarafından müdahale edildiği iddia edilen
hakkın Anayasa'da güvence altına alınmış olmasının yanı sıra Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi ("AİHS") ve Türkiye'nin taraf olduğu ek
protokollerinin kapsamına da girmesi gerekir. Bir başka ifadeyle, Anayasa ve
AİHS'nin ortak koruma alanı dışında kalan bir hak ihlali iddiasını içeren
başvurunun kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi mümkün değildir (B. No:
2012/1049, 26/3/2013, § 18). Anayasa Mahkemesi, olayların başvurucu tarafından
yapılan hukuki nitelendirmesi ile bağlı olmayıp, olay ve olguların hukuki
tavsifini kendisi takdir eder. Başvurucunun, hakkındaki davanıntabii hâkimilkesine
aykırı olarak olağanüstü bir mahkeme tarafından görüldüğünü yönündeki
şikâyetlerinin Anayasa'nın 36. maddesinde yer alan "adil yargılanma
hakkı" kapsamında değerlendirilmesi gerekir”[2].
Anayasa
Mahkemesi, bazı karalarında da doğal hâkim ilkesini, hukuk devleti ilkesinin
bir koşulu olarak değerlendirmiştir: “Anayasa'nın 2. maddesine göre, Cumhuriyetin
temel ilkeleri arasında sayılan hukuk Devleti, insan haklarına saygılı ve bu
hakları koruyan, adaletli bir hukuk düzeni kuran ve bunu sürdürmekle kendini
yükümlü sayan, bütün işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı olan Devlettir.
Böyle bir düzenin kurulması, yasama, yürütme ve yargı alanına giren tüm işlem
ve eylemlerin hukuk kuralları içinde kalması, temel hak ve özgürlüklerin,
Anayasal güvenceye bağlanmasıyla olanaklıdır. Doğal hâkimgüvencesi, hukuk
devletinin olmazsa olmaz koşullarından biri olduğunda kuşku yoktur. Bu nedenle,doğal
hâkimilkesini ihlâl eden itiraz konusu kural, hukuk devleti ilkesine de
aykırıdır. İptali gerekir”[3].
“Doğal
hâkim güvencesi, hukuk devletinin olmazsa olmaz koşullarından biridir. Anayasa
Mahkemesinin daha önceki kararlarında da doğal hâkim kavramı, suçun
işlenmesinden veya davanın doğmasından önce davayı görecek yargı yerini kanunun
belirlemesi olarak tanımlanmaktadır. Başka bir anlatımla, doğal hâkim ilkesi,
yargılama makamlarının uyuşmazlığın meydana gelmesinden sonra kurulmasını veya
davanın taraflarına göre hâkim atanmasını engeller”[4]. Anayasa
Mahkemesi’nin defaten tekrarladığı görüşler bağlamında iptali talep edilen
düzenleme Anayasa’nın 37 nci maddesine aykırılık teşkil eder, iptali gerekir.
Anayasa
Mahkemesi, doğal hakim ilkesini adil yargılanma hakkının bir parçası olarak
kabul etmenin yanı sıra, bu ilkeyi hukuk devletinin koşullarından biri olarak
değerlendirilmektedir. Esasen bireyin temel hak ve hürriyetlerinin teminat
altına alınması, hukuk devletinin en önemli gereklerinden biridir. Adil
yargılanma hakkı da, bu kapsamda bireyin temel haklarından biri olduğundan,
doğal hakim ilkesinin geniş anlamda hukuk devleti ilkesinin tabi bir unsurunu,
dar anlamda ise adil yargılanma hakkının bir parçasını oluşturduğunu ifade
etmek gerekir.
Bireylerin
yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından yargılanma hakkı,
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin adil yargılanma hakkının düzenlendiği 6 ncı
maddesinde; “Herkes davasının, medeni hak ve yükümlülükleriyle ilgili
uyuşmazlıklar ya da cezai alanda kendisine yöneltilen suçlamaların esası
konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir
mahkeme tarafından, kamuya açık olarak ve makul bir süre içinde görülmesini
isteme hakkına sahiptir” denilmek suretiyle güvence altına alınmıştır.
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi’nde, doğal hakim ilkesi, doğrudan doğruya koruma
altına alınan bir ilke olmamakla birlikte, adil yargılanma hakkına ilişkin 6
ncı maddede, mahkemelerin yasayla kurulmuş olması, bağımsız ve tarafsız olması
gibi kriterler, esas itibariyle doğal hakim ilkesini de kapsayan bir nitelik
arz etmektedir.
Yasayla
kurulmuş olma prensibi, yargı makamının idareye tabi olmaması, yasa koyucunun
yasal düzenlemeleriyle bu mahkemelerin kuruluşunun, görev ve yetkilerinin
düzenlenmiş olması anlamına gelir (Zand/Avusturya, 1978). Ancak bu şart, yargı
sisteminin tüm ayrıntılarının yasayla düzenlenmesini gerektirmez. Yargı
denetimine açık olmak kaydıyla ikincil mevzuatlarla da, yani yürütme eliyle de
bazı konular düzenlenebilir (Crociani/İtalya, 1980). Yasayla kurulmuş olma
prensibi, özel mahkemelerin kurulmasını engellemez (X veY/İrlanda, 1980). Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nin defaten belirttiği görüşler doğrultusunda adil yargılanma
güvencesini ihlal eden bu düzenleme, Anayasa’nın 90. Maddesine de aykırılık
teşkil etmektedir.
Hukuk
devletinde, bireyin en önemli güvencelerinden birini yukarıda ayrıntılı olarak
açıkladığımız üzere “adil yargılanma hakkı” oluşturmaktadır. Avrupa İnsan
Hakları Sözlemesi ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin adil yargılanma
güvencesine dair çizdiği çerçeve iç hukukta Anayasa'nın 36. Maddesinde ifadesini
bulmuştur. Anayasa’nın 36. Maddesi uyarınca, yargı mercilerine davacı ve davalı
olarak başvurabilme ve kişinin yargı mercileri önünde iddia, savunma, adil
yargılanma hakkına sahip olduğu güvence altına alınmış ve özel sınırlama
nedenleri öngörmemiştir. Hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı, yukarıda
da değindiğimiz üzere temel bir haktır. Ayrıca adil yargılanma Anayasal hak ve
özgürlüklerin kullanılmasını ve korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden
biridir.
Yukarıda
arz edilen bilgiler çerçevesinde, iptali talep edilen düzenleme, yargılamanın
adliye dışında bir yerde yapılması yönünde ortaya çıkabilecek keyfi
uygulamalara sebebiyet verme tehlikesini barındırdığından, doğal hakim ilkesini
ve adil yargılanma hakkını da ihlal edecek bir nitelik arz etmektedir. Her ne
kadar, düzenleme, yargılamayı yapacak mahkeme değişmemekle birlikte, sadece
duruşmanın yapılacağı yerin, adliye dışında olmasını sonuçladığından, doğal
hakim ilkesine aykırılık teşkil etmediği ileri sürülebilirse de, burada
tatbikatı yönünden belirli, koşulları sınırlı ve güvenceli bir karar
mekanizması öngörülmediğinden, adil yargılamanın varlığı konusunda bireylerde
tereddüt uyandırabilir, yargılamanın taşındığı yer itibariyle duruşmanın
açıklığını zedeleyecek özellikleri ortaya çıkarabilir. Bu sebeplerle iptali
talep edilen düzenleme adil yargılanma güvencesini tehlikeye uğratma ihtimali
bakımından Anayasa’nın 36. Maddesine de aykırılık teşkil etmektedir.
Açıklanan tüm bu sebeplerle, 6763 sayılı Kanun’un 21. maddesiyle
getirilen düzenleme Anayasa’nın 2., 36., 37 ve 90. maddelerine aykırıdır,
iptali gerekir.
4)
6763 sayılı Kanun’un 29 uncu maddesiyle 5271 sayılı Kanun’un 191 inci
maddesinin üçüncü fıkrasının değiştirilen (b) bendinin Anayasaya aykırılığı
6763
sayılı Kanun’un 29 uncu maddesiyle 5271 sayılı Kanunun 191 inci maddesinin
üçüncü fıkrasının (b) bendi değiştirilmiştir.
Değişikliğe
uğramadan önce, söz konusu bentte; “İddianame veya iddianame yerine geçen belge
okunur” şeklindeydi. Değişiklik sonrası, ilgili bent; “İddianame veya iddianame
yerine geçen belgede yer alan suçlamanın dayanağını oluşturan eylemler ve
deliller ile suçlamanın hukuki nitelendirmesi anlatılır” şeklini almıştır.
Ceza
Muhakemesi Kanunu’nun 191 inci maddesi, ceza yargılamasında duruşmanın
başlamasıyla birlikte izlenecek usulü düzenlemektedir.
191
inci madde uyarınca, sanığın ve müdafiinin hazır bulunup bulunmadığı, çağrılmış
tanık ve bilirkişilerin gelip gelmedikleri saptanarak duruşmaya başlanacaktır.
Mahkeme başkanı veya hâkim, duruşmanın başladığını, iddianamenin kabulü
kararını okuyarak açıklayacaktır. Maddenin 3 üncü fıkrasına göre duruşmada,
öncelikle sanığın açık kimliği saptanıp, kişisel ve ekonomik durumu hakkında
kendisinden bilgi alınacaktır.
Bu
aşamadan sonra, değişikliğe uğramadan önce 191 inci maddenin 3 üncü fıkrasının
(b) bendi uyarınca, iddianamenin veya iddianame yerine geçen belgenin okunması
öngörülmüştü. 6763 sayılı Kanun’un 29 uncu maddesiyle, bu bent değiştirilmiş ve
söz konusu bent; “İddianame veya iddianame yerine geçen belgede yer alan
suçlamanın dayanağını oluşturan eylemler ve deliller ile suçlamanın hukuki
nitelendirmesi anlatılır” şeklini almıştır.
Ceza
muhakemesinde adil bir yargılamanın yapılabilmesi bakımından şüpheli ve sanığa
bazı hakların tanınması gerekir. Ceza muhakemesinin amacı, ne pahasına olursa
olsun maddi gerçeğe ulaşmak değil, şüpheli ve sanığın temel hak ve
hürriyetlerini gözeterek, haklarına saygılı bir şekilde, adil bir yargılama
yürütmek ve bu suretle adil ve maddi gerçeğe uygun bir neticeye ulaşmaktır. Bu
amaca yönelik olarak, ceza muhakemesinde şüpheli ve sanığa bazı haklar
tanınmıştır. Bu haklardan en önemlisi sanığın “isnadı öğrenme hakkı”dır.
Ceza
yargılamasında sanığın kendisini savunabilmesi için, hakkındaki isnadı doğru ve
eksiksiz bir biçimde öğrenmesi gerekir. Ceza Muhakemesi Kanunu, şüpheli ve
sanığın hakkındaki isnadı öğrenebilmesine imkan sağlayan çeşitli düzenlemelere
yer vermiştir. Bunlardan biri de, duruşmanın başlamasından sonra “iddianamenin
okunması”dır.
İsnadi
öğrenme hakkı, sanığın savunma ve meramını anlatma hakkının bir önkoşulu
niteliğindedir. Çünkü, sanığın ceza muhakemesinde kendisini hakkiyle
savunabilmesi, yasaların kendisine tanıdığı hak ve imkanları kullanabilmesi ve
bu suretle adil bir yargılamanın gerçekleşmesi bakımından, sanığın hakkındaki
suçlamanın türü, niteliği, hukuki dayanağını eksiksiz bir biçimde öğrenmesi ve
bilmesi gerekir.
Hukuk
devletinde, bireyin en önemli güvencelerinden birini de “adil yargılanma hakkı”
oluşturmaktadır. Anayasa'nın
36. maddesi, yargı mercilerine davacı ve davalı olarak başvurabilme ve kişinin
yargı mercileri önünde iddia, savunma, adil yargılanma hakkına sahip olduğu
güvence altına alınmış ve özel sınırlama nedenleri öngörmemiştir. Hak arama
özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı, temel bir haktır. Ayrıca adil yargılanma
Anayasal hak ve özgürlüklerin kullanılmasını ve korunmasını sağlayan en etkili
güvencelerden biridir. İptali talep edilen düzenleme adil yargılanma
güvencesini ihlal etmesi bakımından Anayasa’nın 36. Maddesine de aykırılık
teşkil etmektedir.
Bu
hak, aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6 ncı maddesinde güvence
altına alınmıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “Adil Yargılanma
Hakkı”nın düzenlendiği 6 ncı maddesinin 3 üncü fıkrasında, sanığın hakları
arasında; “kendisine yöneltilen suçlamanın niteliği ve nedeninden en kısa
zamanda, anladığı bir dille ve ayrıntılı olarak haberdar edilmek” de sayılmış
ve böylelikle “isnad hakkında bilgilendirilme” adil yargılanma hakkının bir
unsuru olarak kabul edilmiştir.
AİHM,
Brozicek/İtalya kararında, bir Alman vatandaşına, İtalyan mahkemesinde
İtalyanca suç isnadının bildirilmesi, bununla beraber başka bir dilde her hangi
bir çevirinin kendisine verilmemiş olması ve şahsın isnadı yeterli şekilde anladığına
dair delilin mevcut olmamasını, adil yargılanma hakkının ihlali saymıştır. Bu
kararında Mahkeme, suçlama hakkındaki bilginin suçlanan kişinin “anladığı”
dilde verilmesinin zorunlu olduğunu, bununla birlikte, bilgilendirmenin
suçlanan kişinin anadilinde yapılmasının zorunlu olmadığını belirtmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin defaten belirttiği görüşler doğrultusunda
adil yargılanma güvencesini ihlal eden bu düzenleme, Anayasa’nın 90. Maddesine
de aykırılık teşkil etmektedir.
Adil
yargılanma hakkı, hukuk devleti ilkesinin en önemli unsurlarından biridir.
Anayasanın 2. maddesinde güvenceye alınan hukuk devleti, “… eylem ve işlemleri
hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun
üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir.
Anayasa'nın 2. maddesinde düzenlenenhukuk devletiilkesinin önkoşullarından biri
kişilerin hukuki güvenliğinin sağlanmasıdır.Hukuk devletinin sağlamakla yükümlü
olduğu hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını,
bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de
yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını
gerekli kılar”(AYM., 07.04.2016, 2015/94, 2016/27). İptali talep edilen
düzenlemenin adil yargılanma hakkını ihlal etmesi sebebiyle Anayasa’da
ifadesini bulan hukuk devleti olma ilkesi ile çelişmesinin yanı sıra Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin sahip olduğu insan haklarına saygılı devlet olma
sorumluluğu ile de çelişmektedir.
6763
sayılı Kanun’un 29 uncu maddesiyle getirilen düzenleme ile, duruşmanın
başlamasından sonra iddianamenin tümüyle okunması kuralı ortadan kaldırılmakta,
bunun yerine iddianame veya iddianame yerine geçen belgede yer alan suçlamanın
dayanağını oluşturan eylemler ve deliller ile suçlamanın hukuki nitelendirmesi
anlatılmasıyla yetinilmesi kabul edilmektedir. Sanığın isnadı öğrenme hakkının
ihlal eden bu düzenleme, aynı zamanda sanığın savunma yapma ve meramını anlatma
hakkının da kısıtlanması anlamına gelmektedir. Bu yönüyle söz konusu düzenleme,
adil yargılanma hakkının unsurları olan sanığın “isnadı öğrenme hakkı” ve “savunma
hakkının ihlali” niteliği taşımaktadır.
Açıklanan tüm bu sebeplerle, 6763 sayılı Kanun’un 29. maddesiyle
getirilen düzenleme Anayasa’nın 2., 36. ve 90. maddelerine aykırıdır, iptali
gerekir.
5)
6763 sayılı Kanun’un 30 uncu maddesi ile 5271 sayılı Kanun’un 202 nci
maddesinin dördüncü fıkrasının (a) bendinde yapılan değişiklikle getirilen
“anlatılması” ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
6763
sayılı Kanun’un 30 uncu maddesiyle, 5271 sayılı Kanunun 202ncimaddesinin
dördüncü fıkrasının (a) bendinde yer alan “okunması” ibaresi “anlatılması”
şeklinde değiştirilmiştir.
6763
sayılı Kanun’un 29 uncu maddeyle getirilen değişiklikle bağlantılı olan bu
değişiklik, duruşmanın başlamasından sonra iddianamenin okunması yerine,
anlatılmasını öngörmektedir.
Ceza
Muhakemesi Kanunu’nun 191 inci maddesi, ceza yargılamasında duruşmanın
başlamasıyla birlikte izlenecek prosedürü düzenlemektedir.
191
inci madde uyarınca, sanığın ve müdafiinin hazır bulunup bulunmadığı, çağrılmış
tanık ve bilirkişilerin gelip gelmedikleri saptanarak duruşmaya başlanacaktır.
Mahkeme başkanı veya hâkim, duruşmanın başladığını, iddianamenin kabulü
kararını okuyarak açıklayacaktır. Maddenin 3 üncü fıkrasına göre duruşmada,
öncelikle sanığın açık kimliği saptanıp, kişisel ve ekonomik durumu hakkında kendisinden
bilgi alınacaktır.
Bu
aşamadan sonra, değişikliğe uğramadan önce 191 inci maddenin 3 üncü fıkrasının
(b) bendi uyarınca, iddianamenin veya iddianame yerine geçen belgenin okunması
öngörülmüştü. 6763 sayılı Kanun’un 29 uncu maddesiyle, bu bent değiştirilmiş ve
söz konusu bent; “İddianame veya iddianame yerine geçen belgede yer alan
suçlamanın dayanağını oluşturan eylemler ve deliller ile suçlamanın hukuki
nitelendirmesi anlatılır” şeklini almıştır.
Ceza
muhakemesinde adil bir yargılamanın yapılabilmesi bakımından şüpheli ve sanığa
bazı hakların tanınması gerekir. Ceza muhakemesinin amacı, ne pahasına olursa
olsun maddi gerçeğe ulaşmak değil, şüpheli ve sanığın temel hak ve
hürriyetlerini gözeterek, haklarına saygılı bir şekilde, adil bir yargılama
yürütmek ve bu suretle adil ve maddi gerçeğe uygun bir neticeye ulaşmaktır. Bu
amaca yönelik olarak, ceza muhakemesinde şüpheli ve sanığa bazı haklar
tanınmıştır. Bu haklardan en önemlisi sanığın “isnadı öğrenme hakkı”dır.
Ceza
yargılamasında sanığın kendisini savunabilmesi için, hakkındaki isnadı doğru ve
eksiksiz bir biçimde öğrenmesi gerekir. Sanık yargılama dilini bilmiyor ise,
tercüman aracılığıyla hakkındaki iddianın eksiksiz bir biçimde kendisine
aktarılması şarttır. Ceza Muhakemesi Kanunu’nda, Türkçe bilmeyen sanığın
hakkındaki isnadı öğrenebilmesine imkan sağlayan düzenlemelere yer vermiştir
(m.202).
İsnadi
öğrenme hakkı, sanığın savunma ve meramını anlatma hakkının bir önkoşulu
niteliğindedir. Çünkü, sanığın ceza muhakemesinde kendisini hakkıyla
savunabilmesi, yasaların kendisine tanıdığı hak ve imkanları kullanabilmesi ve
bu suretle adil bir yargılamanın gerçekleşmesi bakımından, sanığın hakkındaki
suçlamanın türü, niteliği, hukuki dayanağını eksiksiz bir biçimde öğrenmesi ve
bilmesi gerekir.
Hukuk
devletinde, bireyin en önemli güvencelerinden birini de “adil yargılanma hakkı”
oluşturmaktadır. Anayasa'nın
36. maddesi, yargı mercilerine davacı ve davalı olarak başvurabilme ve kişinin
yargı mercileri önünde iddia, savunma, adil yargılanma hakkına sahip olduğu
güvence altına alınmış ve özel sınırlama nedenleri öngörmemiştir. Hak arama
özgürlüğü ve adil yargılanma hakkı, temel bir haktır. Ayrıca adil yargılanma
Anayasal hak ve özgürlüklerin kullanılmasını ve korunmasını sağlayan en etkili
güvencelerden biridir. İptali talep edilen düzenleme adil yargılanma
güvencesini ihlal etmesi bakımından Anayasa’nın 36. Maddesine de aykırılık
teşkil etmektedir.
Bu
hak, aynı zamanda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesinde güvence
altına alınmıştır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “Adil Yargılanma
Hakkı”nın düzenlendiği 6 ncı maddesinin 3 üncü fıkrasında, sanığın hakları
arasında; “kendisine yöneltilen suçlamanın niteliği ve nedeninden en kısa
zamanda, anladığı bir dille ve ayrıntılı olarak haberdar edilmek” de sayılmış
ve böylelikle “isnad hakkında bilgilendirilme” adil yargılanma hakkının bir
unsuru olarak kabul edilmiştir.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi, Brozicek/İtalya kararında, bir Alman vatandaşına,
İtalyan mahkemesinde İtalyanca suç isnadının bildirilmesi, bununla beraber
başka bir dilde her hangi bir çevirinin kendisine verilmemiş olması ve şahsın
isnadı yeterli şekilde anladığına dair delilin mevcut olmamasını, adil
yargılanma hakkının ihlali saymıştır. Bu kararında Mahkeme, suçlama hakkındaki
bilginin suçlanan kişinin “anladığı” dilde verilmesinin zorunlu olduğunu,
bununla birlikte, bilgilendirmenin suçlanan kişinin anadilinde yapılmasının
zorunlu olmadığını belirtmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin defaten
belirttiği görüşler doğrultusunda adil yargılanma güvencesini ihlal eden bu
düzenleme, Anayasa’nın 90. Maddesine de aykırılık teşkil etmektedir.
Adil
yargılanma hakkı, hukuk devleti ilkesinin en önemli unsurlarından biridir.
Anayasanın 2. maddesinde güvenceye alınan hukuk devleti, “… eylem ve işlemleri
hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun
üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir.
Anayasa'nın 2. maddesinde düzenlenenhukuk devletiilkesinin önkoşullarından biri
kişilerin hukuki güvenliğinin sağlanmasıdır.Hukuk devletinin sağlamakla yükümlü
olduğu hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını,
bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de
yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını
gerekli kılar”(AYM., 07.04.2016, 2015/94, 2016/27). İptali talep edilen
düzenlemenin adil yargılanma hakkını ihlal etmesi sebebiyle Anayasa’da
ifadesini bulan hukuk devleti olma ilkesi ile çelişmesinin yanı sıra Türkiye
Cumhuriyeti Devleti’nin sahip olduğu insan haklarına saygılı devlet olma
sorumluluğu ile de çelişmektedir.
6763
sayılı Kanun’un 30 uncu maddesiyle getirilen düzenleme ile, Türkçe bilmeyen
sanığa kendi dilinde iddianamenin okunması yerine anlatılması öngörülmektedir.
Sanığın isnadı öğrenme hakkının ihlal eden bu düzenleme, aynı zamanda sanığın
savunma yapma ve meramını anlatma hakkının da kısıtlanması anlamına
gelmektedir. Bu yönüyle söz konusu düzenleme, adil yargılanma hakkının
unsurları olan sanığın “isnadı öğrenme hakkı” ve “savunma hakkının” ihlali
niteliği taşımaktadır.
Bu
sebeple, 6763 sayılı Kanun’un 30. maddesiyle getirilen düzenleme Anayasa’nın
2., 36. ve 90. maddelerine aykırıdır, iptali gerekir.
III.
YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ
Anayasa Mahkemesinin 6763 sayılı Kanun’un
Anayasaya aykırı gördüğümüz maddelerinin anayasa uygunluğunu incelemesi ve
esastan karara bağlaması zaman alabilecektir. Yargı denetimi yürütme organının
hukuk devleti sınırları içinde kalmasını sağlayan en etkili araçtır. Olağanüstü
hallerde yargı denetiminin önemi daha da artmakta, devlet organlarının
işlemlerinin yargı denetimine bağlı tutulması, yasama organının Anayasanın
çizdiği sınırlar içinde kalmasını sağlamak ve temel hak ve özgürlüklerin
korunması bakımından özellikle önem taşımaktadır.
İptalini istediğimiz 6763 sayılı Kanun
hükümlerinin uygulanmasının insan haklarına saygılı demokratik hukuk devleti
ilkesine, Anayasanın üstünlüğüne ve bağlayıcılığına aykırılık oluşturan
sonradan giderilmesi olanaksız durumların ortaya çıkmasına neden olacağı ve
zararlar doğuracağı açık olduğundan, ayrıca Anayasa Mahkemesinin yapacağı
inceleme sonucunda iptal kararı vermesi durumunda bu kararının sonuçsuz
kalmaması amacıyla kararın Resmî Gazete'de yayımlanacağı güne kadar yürürlüğün
durdurulması istemiyle iptal davası açılmıştır.
IV. SONUÇ VE İSTEM
24.11.2016
tarih ve 6763 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun’un
1)
2. maddesiyle 1632 sayılı Kanunu’nun ek 8. maddesine eklenen fıkrada yer alan
“..Sırf askerî suçlar ile hapis cezasının üst sınırı üç ayı geçen askerî suçlar
hakkında..” ibaresinin Anayasa’nın 2. ve 10. maddelerine,
2)
17. maddesi ile 5237 sayılı Kanunun 192 nci maddesinin 4. fıkrasına eklenen “Bu
durumda kamu görevlileri ile sağlık mesleği mensuplarının 279. ve 280. maddeler
uyarınca suçu bildirme yükümlülüğü doğmaz” cümlesinin Anayasa’nın 5. maddesine,
3)
21. maddesi ile 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 19. maddesine eklenen
üçüncü fıkrada yer alan “fiili sebepler veya güvenlik gerekçesiyle… karar
verebilir” ibarelerinin Anayasa’nın 2., 36., 37. ve 90. maddelerine,
4)
29. maddesiyle 5271 sayılı Kanun’un 191. maddesinin üçüncü fıkrasının
değiştirilen (b) bendinin Anayasa’nın 2., 36. ve 90. maddelerine,
5)
30. maddesi ile 5271 sayılı Kanun’un 202. maddesinin dördüncü fıkrasının (a)
bendinde yapılan değişiklikle getirilen “anlatılması” ibaresinin Anayasa’nın
2., 36. ve 90. maddelerine,
aykırı olduklarından iptallerine ve uygulanmaları halinde
giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar olacağı için, iptal davası
sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin
istemimizi saygı ile arz ederiz.”