“…
II. GEREKÇELER
1) 23.02.2017 tarihli ve 6824 sayılı “Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun “un 6.
maddesiyle 02.07.1964 tarihli ve 492 sayılı Harçlar Kanununa bağlı (4)
sayılı tarifenin “I-Tapu işlemleri” başlıklı bölümünün (20) numaralı fıkrasının
(a) bendine eklenen paragraf hükmünün Anayasaya
Aykırılığı
6824 sayılı “Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 6. maddesi:
“MADDE 6- 2/7/1964 tarihli ve 492 sayılı Harçlar
Kanununa bağlı (4) sayılı tarifenin “I-Tapu işlemleri” başlıklı bölümünün (20)
numaralı fıkrasının (a) bendine aşağıdaki paragraf eklenmiştir.
“Bakanlar Kurulu, bu bende ilişkin kanuni
nispeti, gayrimenkullerin türleri, gayrimenkul sertifikası karşılığı edinimi,
sınıfları, büyüklükleri, bulunduğu yer ve vergi değerleri itibarıyla birlikte
veya ayrı ayrıolmak üzere, bir katına kadar artırmaya, onda birine kadar
indirmeye yetkilidir.”
hükmünü içermektedir.
Söz konusu maddede yapılan
düzenlemeyle, 492 sayılı Harçlar Kanununa bağlı (4) sayılı tarifenin “I-Tapu
işlemleri” başlıklı bölümünün (20) numaralı fıkrasının (a) bendine paragraf
eklenmek suretiyle gayrimenkullerin tapuda satış yoluyla devri işlemine ilişkin
tapu harcı oranını, gayrimenkullerin türleri, sınıfları, büyüklükleri,
bulunduğu yer ve vergi değerleri itibarıyla veya gayrimenkullerin asli edim
kapsamında gayrimenkul sertifikası karşılığı edinilip edinilmediğine göre
farklılaştırmaya yönelik olarak Bakanlar Kuruluna yetki verilmektedir.
Maddenin gerekçesi
teklifte;
“Yapılan düzenlemeyle,
492 sayılı Harçlar Kanununa bağlı (4) sayılı tarifenin “I-Tapu işlemleri”
başlıklı bölümünün (20) numaralı fıkrasının (a) bendinde düzenlenen
gayrimenkullerin tapuda satış yoluyla devri işlemine ilişkin tapu harcı
oranını, gayrimenkullerin türleri, sınıfları, büyüklükleri, bulunduğu yer ve
vergi değerleri itibarıyla veya gayrimenkullerin asli edim kapsamında gayrimenkul
sertifikası karşılığı edinilip edinilmediğine göre farklılaştırmaya yönelik
Bakanlar Kuruluna yetki verilmektedir.”
şeklinde açıklanmaktadır.
Anayasa’nın 73. maddesinin üçüncü fıkrasında,
vergi, resim, harç ve benzeri mali yükümlülüklerin yasayla konulacağı,
değiştirileceği ya da kaldırılacağı; dördüncü fıkrasında da, vergi, resim, harç
ve benzeri mali yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleri ile
oranlarına ilişkin hükümlerinde, “kanunun belirttiği yukarı ve aşağı sınırlar
içinde” değişiklik yapma yetkisinin Bakanlar Kurulu’na verilebileceği
belirtilmiştir.
“Vergilerin kanuniliği” ilkesi olarak da
nitelendirilen bu kural uyarınca, vergilendirme yetkisi, yasama organına ait
olup yürütme organının bir idarî işlemle vergi koyma, değiştirme ve kaldırma
yetkisi yoktur. Bu ilke, vergilendirme yetkisini kullanan organları bağlayıcı
bir sınır çizerek; verginin konusu, matrahı, yükümlüsü, vergiyi doğuran olay,
ödeme zamanı ve zamanaşımı gibi verginin temel unsurlarının kanunla belirlenmesini
gerekli kılmaktadır.
Vergilendirme yetkisi, münhasıran yasama organına
verilen bir yetki olup, kaynağını Anayasa’nın 2. ve 7. maddelerinden
almaktadır.
Anayasa’nın Cumhuriyetin niteliklerinin
belirlendiği 2. maddesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğu; 7.
maddesi ise yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olduğu ve bu
yetkinin devredilemezliğini düzenlemektedir.
Anayasa’nın 2. maddesinde “hukuk devleti”
ilkesine yer verilmiştir. Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti, eylem ve
işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku
tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla
kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan devlettir.
Kanunların kamu yararının
sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve
hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bir kuralın
kamu yararı dışında saklı bir amacı gerçekleştirmek amacıyla konulduğu
durumlarda yetki saptırması durumu ve giderek kuralın amaç açısından sakatlığı
ortaya çıkar.
Diğer taraftan, Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan
hukuk devletinin temel ilkelerinden biri ‘belirlilik’tir. Bu ilkeye göre, yasal
düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve
kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması
gereklidir. Buna karşın itiraz konusu düzenleme, vatandaşlar bakımından
vergilendirme konusunda belirsizlik ortaya çıkarmış olup bu şekilde uygulanmaya
devam edildiği sürece çıkarmaya da devam edecektir. Bu sebeple iptali talep
edilen düzenleme Anayasa’nın 2. maddesine aykırılık teşkil eder.
Anayasa’nın 7. maddesinde de ‘Yasama yetkisi Türk
Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.’
denilmiştir. Buna göre, yasa ile yürütme organına genel ve sınırları belirsiz
bir düzenleme yetkisinin verilebilmesi olanaklı değildir. Yürütmenin düzenleme
yetkisi, sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yasa ile yetkilendirme
Anayasa’nın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamını taşımamaktadır. Temel
ilkeleri belirlenmeksizin ve çerçevesi çizilmeksizin, yürütme organına
düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralı ile sınırsız, belirsiz, geniş bir
alanın yönetimin düzenlemesine bırakılması, Anayasa’nın belirtilen maddesine
aykırılık oluşturur. Bu sebeplerle iptali talep edilen düzenleme Anayasa’nın 7.
Maddesine aykırılık teşkil eder.
Anayasa Mahkemesinin yerleşmiş içtihatlarına
göre, Anayasanın her türlü mali yükümlülüğün kanunla konulması gerektiği
kuralını düzenlerken güttüğü amaç, keyfi, takdiri ve sınırsız ölçülere dayalı
bir uygulamaya yer verilmemesi ilkesinin korunmasıdır. Bu nedenle
vergilendirme yetkisi ancak yasama organı tarafından kanun çıkartılarak
kullanılabilir. Kanuna dayanmayan veya kanunla öngörülmeyen bir konu ve
kapsamda vergilendirmeye yönelik olarak idarece bir işlem ve düzenleme yapılması
mümkün değildir. Bu kanuni zorunluluğun çerçevesi, ancak istisnai durumlarda ve
kanunlarda belirtilen “ölçü ve esaslara” bağlı kalınarak yürütme organına
bırakılabilir.
Anayasa Mahkemesi, vergilendirmeye ilişkin
ilkeleri değerlendirdiği, 16.01.2003 tarihli ve E.2001/36;K.2003/3 sayılı
kararında;
“…Bireylerin sosyal ve ekonomik durumlarını
etkileyecek keyfi uygulamalara neden olmaması için, vergilendirmede, vergiyi
doğuran olayın ve vergilerin matrah ve oranlarının yukarı ve aşağı
sınırlarının, tarh ve tahakkuklarının, tahsil usullerinin, yaptırımlarının ve
zamanaşımı gibi belli başlı temel öğelerinin yasalarla belirlenmesi gerekir.
Ancak, yasa ile her konuyu bütün kapsam ve ayrıntılarıyla düzenlemenin olanaklı
bulunmadığı durumlarda çerçevesi çizilerek bu sınırlar içinde kalmak koşuluyla
uygulamaya ilişkin konularda yürütme organına açıklayıcı ve tamamlayıcı
nitelikte düzenleyici idarî işlem yapma yetkisi verilebilir.
Anayasa’nın 73. maddesinin dördüncü fıkrasında, “vergi,
resim, harç ve benzeri yükümlülüklerin muaflık, istisnalar ve indirimleriyle
oranlarına ilişkin hükümlerinde kanunun belirttiği yukarı ve aşağı sınırlar
içinde değişiklik yapmak yetkisi Bakanlar Kuruluna verilebilir” denilmektedir.
Buna göre, Bakanlar Kurulu, yasanın belirttiği alt ve üst sınırlar içinde
değişiklik yapabilecek, ancak bu sınırları aşacak biçimde herhangi bir
düzenleme getiremeyecektir. Bakanlar Kurulu’na verilen bu yetki istisnai bir
yetkidir. Vergilendirmede esas kural, vergilerin kanunla konulup, kaldırılması
ve değiştirilmesidir. Nitekim 73. maddenin son fıkrasına ilişkin gerekçede
vergi yükünün muaflığı ve istisnaların zamanla artan oranla düşmesini
engellemek üzere kanunla Bakanlar Kurulu’na yetki verilmesinin kabul edildiği
belirtilmiştir. Ancak Bakanlar Kurulu’na tanınan yetkinin çok geniş olması,
verginin yasallığı ilkesinin zedelenmesine yol açarak yasama yetkisinin yürütme
organına devri sonucunu doğurabileceğinden kabul edilemez…” görüşüne yer
vermiştir.
Anayasasının 73. maddesinin dördüncü fıkrasında
Bakanlar Kuruluna verilecek değişiklik yapma yetkisi, muafiyet, istisna,
indirim ve oranlarla sınırlandırılmıştır.
Anayasa Mahkemesinin söz konusu kararı uyarınca, gayrimenkullerin tapuda satış yoluyla devri işlemine ilişkin
tapu harcı oranını, gayrimenkullerin türleri, sınıfları, büyüklükleri,
bulunduğu yer ve vergi değerleri itibarıyla veya gayrimenkullerin asli edim
kapsamında gayrimenkul sertifikası karşılığı edinilip edinilmediğine göre
farklılaştırmaya yönelik olarak Bakanlar Kuruluna geniş ölçüde, sınırsızca
yetki verilmesi mümkün değildir. Bu bir nevi yasamaya ait olan vergileme
yetkisinin Bakanlar Kururluna devri anlamına gelir. Bu yetki hiçbir
şekilde Bakanlar Kuruluna devredilemez.
Tapu harçları için iptali istenilen paragraf düzenlemesiyle,
Bakanlar Kuruluna verilen yetki sınırları belli olmayan bir yetkidir. Konut
türleri, konut sınıfları, büyüklükleri, konutun bulunduğu yer ve vergi
değerleri itibarıyla ilgili bir ayrım çok net değildir. Edinim türleri ile
ilgili farklılaştırma yetkisi de net değildir. Bu paragraf düzenlemesinde
Bakanlar Kuruluna Anayasanın 73. maddesinin dördüncü fıkrasında cevaz verilen farklı
oran belirleme yetkisini aşan bir yetki aktarımı söz konusudur.
6824 sayılı Kanunun 6. maddesinde Anayasada
belirtilen sınırların dışına çıkılarak, yapılan
düzenlemeyle, 492 sayılı Harçlar Kanununa bağlı (4) sayılı tarifenin “I-Tapu
işlemleri” başlıklı bölümünün (20) numaralı fıkrasının (a) bendine paragraf
eklenmek suretiyle gayrimenkullerin tapuda satış yoluyla devri işlemine ilişkin
tapu harcı oranını, gayrimenkullerin türleri, sınıfları, büyüklükleri,
bulunduğu yer ve vergi değerleri itibarıyla veya gayrimenkullerin asli edim
kapsamında gayrimenkul sertifikası karşılığı edinilip edinilmediğine göre
farklılaştırmaya yönelik olarak Bakanlar Kuruluna yetki verilmektedir. Bu
durumda, verginin kanuniliği ilkesi açıkça ihlal edilmiş ve yetki açısından
Anayasaya aykırılık oluşmuştur. Tüm bu gerekçelerle iptali talep edilen
düzenleme Anayasa’nın 73. maddesine aykırılık teşkil etmektedir.
Anayasada belirtilen sınırların dışına çıkılarak,
6824 sayılı Kanun’un 6’ncı maddesiyle, 492 sayılı
Harçlar Kanununa bağlı (4) sayılı tarifenin “I-Tapu işlemleri” başlıklı
bölümünün (20) numaralı fıkrasının (a) bendine paragraf eklenmek suretiyle
gayrimenkullerin tapuda satış yoluyla devri işlemine ilişkin tapu harcı
oranını, gayrimenkullerin türleri, sınıfları, büyüklükleri, bulunduğu yer ve
vergi değerleri itibarıyla veya gayrimenkullerin asli edim kapsamında
gayrimenkul sertifikası karşılığı edinilip edinilmediğine göre farklılaştırmaya
yönelik olarak Bakanlar Kuruluna geniş ölçüde, sınırsızca yetki verilmesi
yetki verilmesi ile; hem vatandaşlar bakımından uygulamada belirsizlik
ortaya çıkmasına neden olunarak Anayasa’nın 2. maddesi, hem de verginin kanuniliği
ilkesi ihlal edilerek Anayasa’nın 7. ve 73. maddeleri bakımından Anayasaya
aykırılık oluşmuştur.
Açıklanan nedenlerle, Anayasa’nın 2., 7. ve 73.
maddelerine açıkça aykırı olan 6824 sayılı Kanun’un 6. maddesiyle, 492 sayılı Harçlar Kanununa bağlı (4) sayılı tarifenin “I-Tapu
işlemleri” başlıklı bölümünün (20) numaralı fıkrasının (a) bendine eklenen
paragrafının iptali gerekir.
2) 23.02.2017
tarihli ve 6824 sayılı “Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 7. maddesiyle 25/10/1984 tarihli ve 3065
sayılı Katma Değer Vergisi Kanununun 13. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (i)
bendinin Anayasaya Aykırılığı
6824 sayılı “Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 7. maddesi:
“MADDE 7- 25/10/1984 tarihli ve 3065 sayılı
Katma Değer Vergisi Kanununun 13 üncü maddesinin birinci fıkrasına aşağıdaki
bent eklenmiştir.
“i) Konut veya iş yeri olarak inşa edilen
binaların ilk tesliminde uygulanmak ve bedeli döviz olarak Türkiye’ye
getirilmek kaydıyla, Gelir Vergisi Kanununun 3 üncü maddesinin birinci
fıkrasının 2 numaralı bendinde belirtilenler hariç olmak üzere çalışma veya
oturma izni alarak altı aydan daha fazla yurt dışında yaşayan Türk
vatandaşları, Türkiye’de yerleşmiş olmayan yabancı uyruklu gerçek kişiler ile
kanuni ve iş merkezi Türkiye’de olmayan ve bir iş yeri ya da daimi temsilci
vasıtasıyla Türkiye’de kazanç elde etmeyen kurumlara yapılan konut veya iş yeri
teslimleri (Şu kadar ki bentte öngörülen şartları taşımadığı hâlde istisnanın
uygulandığının tespit edilmesi hâlinde zamanında tahsil edilmeyen vergi,
vergi ziyaı cezası ve gecikme faizinden mükellef ile birlikte alıcı müteselsilen sorumludur. İstisna
kapsamında teslim alınan konut veya iş yerinin bir yıl içerisinde elden
çıkarılması hâlinde zamanında tahsil edilmeyen verginin, 6183 sayılı Kanunun 48
inci maddesine göre hesaplanan tecil faiziyle birlikte tapu işleminden önce elden
çıkaran tarafından ödenmesi şarttır.)”
hükmünü içermektedir.
Kanun teklifinde maddenin gerekçesi;
“Yapılan düzenlemeyle,
ülkemize döviz girişinin arttırılması ve inşaat sektörünün teşvik edilmesi
amacıyla inşa edilen işyeri ve konutların satış bedelinin yurtdışından
getirilecek döviz olarak ödenmesi şartıyla, Türkiye’de yerleşmiş olmayan
yabancı uyruklu gerçek kişiler ile kanuni ve iş merkezi Türkiye’de olmayan ve
bir işyeri ya da daimi temsilci vasıtasıyla Türkiye’de kazanç elde etmeyen
kurumlara ilk satışı, katma değer vergisinden istisna edilmektedir.”
şeklinde açıklanmaktadır.
Maddenin orijinal metni üzerinde ilgili Plan ve Bütçe Komisyonunda ve genel
kuruldaki görüşmeler sırasında muhalefetin uyarıları dikkate alınarak bazı
düzeltmeler yapılmasına rağmen Anayasaya aykırırlık savları dikkate
alınmamıştır.
İptali istenilen bu madde ile,
25/10/1984 tarihli ve 3065 sayılı Katma Değer Vergisi Kanununun 13. maddesinin
birinci fıkrasına (i) bendi eklenmek suretiyle; Konut veya iş yeri olarak inşa
edilen binaların ilk tesliminde uygulanmak ve bedeli döviz olarak Türkiye’ye
getirilmek kaydıyla, Gelir Vergisi Kanununun 3 üncü maddesinin birinci
fıkrasının 2 numaralı bendinde belirtilenler
hariç olmak üzere çalışma veya oturma izni alarak altı aydan daha fazla yurt
dışında yaşayan Türk vatandaşlarına, Türkiye’de yerleşmiş olmayan yabancı
uyruklu gerçek kişiler ile kanuni ve iş merkezi Türkiye’de olmayan ve bir iş
yeri ya da daimi temsilci vasıtasıyla Türkiye’de kazanç elde etmeyen kurumlara
yapılan konut veya iş yeri teslimleri katma değer vergisinden istisna
edilmektedir.
Düzenlemeyle, Gelir Vergisi Kanununun 3. maddesinin
birinci fıkrasının 2 numaralı bendinde belirtilenler hariç olmak üzere çalışma
veya oturma izni alarak altı aydan daha fazla yurt dışında yaşayan Türk
vatandaşları ile Türkiye’de yerleşmiş olmayan yabancı uyruklu gerçek kişiler
ile kanuni ve iş merkezi Türkiye’de olmayan ve bir iş yeri ya da daimi temsilci
vasıtasıyla Türkiye’de kazanç elde etmeyen kurumlar döviz karşılığında yapacakları
konut ve işyeri alımları ile ilgili ilk teslimlerde Katma Değer Vergisi
ödemeyecek, buna karşılık yurt içinde yerleşik kişiler aynı alımlar için Katma Değer
Vergisi. ödeyecektir. Bu işlemlerin döviz karşılığında gerçekleştirilmiş
olmasının söz konusu istisnanın uygulanmasına haklılık oluşturmayacaktır. Bu
düzenlemeden amaç döviz karşılığı konut ve işyeri satışlarını teşvik ise bunun
yöntemi vergilendirmede ayrıcalıklık oluşturmak olamaz. Döviz getirici
faaliyetler bir bütün halinde ve vergilemede yerli-yabancı mükellef ayırımı
yapmaksızın farklı yöntemlerle teşvik olunabilir.
Vergilendirme aynı hukuki statüye sahip
mükellefler arasında ayrım yapan ve eşitlik ilkesine aykırı olan benzeri
mahiyetteki düzenlemeler Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmektedir.
Vergilendirme yetkisi, münhasıran yasama organına
verilen bir yetki olup, kaynağını Anayasa’nın 2. ve 7. maddelerinden
almaktadır.
Anayasa’nın Cumhuriyetin niteliklerinin
belirlendiği 2. maddesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğu; 7. maddesi
ise yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olduğu ve bu yetkinin
devredilemezliği hakkındadır.
Anayasa’nın 2. maddesinde “hukuk devleti”
ilkesine yer verilmiştir. Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti, eylem ve
işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku
tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla
kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan devlettir.
Kanunların kamu yararının
sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve
hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bir kuralın
kamu yararı dışında saklı bir amacı gerçekleştirmek amacıyla konulduğu
durumlarda yetki saptırması durumu ve giderek kuralın amaç açısından sakatlığı
ortaya çıkar.
Anayasa’nın 2. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti
aynı zamanda sosyal hukuk devletidir. Sosyal hukuk devleti, temel hak ve
özgürlükleri en geniş ölçüde sağlayan ve güvence altına alan, toplumsal
gerekleri ve toplum yararını gözeten, kişi ve toplum yararı arasında denge
kuran, toplumsal dayanışmayı üst düzeyde gerçekleştiren, güçsüzleri güçlüler
karşısında koruyarak eşitliği, sosyal adaleti ve millî gelirin adil bir biçimde
dağıtılmasını sağlayan devlettir. Hukuk devletinde, vergilendirmenin temel
ilkelerinin gözetilmesi, vergilendirmeye ilişkin yasalarda bireylerin hak ve özgürlüklerinin
korunması ve hukuk güvenliğinin sağlanması gerekir.
Mevcut vergi hukuku ilkeleri, Anayasamızda sosyal
hukuk devletinin bir yansıması niteliğindedir.
Genellik ilkesi, vergi hak ve ödevlerinin “herkese”
ait olduğunu belirleyen bir ilkedir. Verginin herkesten, eşit olarak alınması
hukuksal adaletin ve hakkaniyetin sağlanması için de önemlidir. Yalnız belirli
bireyleri kapsayacak şekilde vergi konulamaz. Vergi yükü, toplumun belirli
kesimleri üzerinde yoğunlaştırılamaz. Vergi istisna ve muafiyetlerinin,
verginin yapısına ve Anayasal ilkelere uygun olarak ve nesnel gerekçelere
dayanması gerekir. Vergileme oranlarının –mali güçle orantılılık ilkesi hariç
olmak üzere- mükelleflerin bir bölümünün vergi yükü dışında kalacak şekilde
belirlenmemesi gerekir.
6824 sayılı Kanun’un 7’nci maddesi ile
25/10/1984 tarihli ve 3065 sayılı Katma Değer Vergisi Kanununun 13 üncü
maddesinin birinci fıkrasına eklenen (i) bendi düzenlemesi; vergilemede
eşitlik ve ödeme gücü ödeme gücü ilkesini göz önünde bulundurmayarak
mükellefler arasında ayırım yaptığı için Anayasa’nın sosyal hukuk devleti
ilkesini tanımlayan 2. maddesine aykırı bulunmaktadır
Kanunların yer bakımından uygulanmasında ‘kanunların
mülkiliği’ ve ‘kanunların şahsiliği’ olmak üzere iki temel kural bulunmaktadır.
Birinci kurala göre, bir ülke sınırları içinde
yer alan, vatandaş olsun veya olmasın her kişi o ülkenin yasalarına tabi
olacaktır.
Kanunların şahsiliği ilkesine göre ise bir
ülkenin vatandaşı kendi ülkesinin sınırları dışında da bulunsa kendisi için
bağlı olduğu devletin yasaları uygulanacaktır.
Vergi yasaları açısından bu ilkeler gereği Türk
vergi sisteminde de tam mükellefiyet ve dar mükellefiyet kavramlarına yer
verilmiştir.
193 Sayılı Gelir Vergisi Kanunu’nun mükellefiyet
ile ilgili birimi kısmının ikinci bölümünde ‘Tam Mükellefiyet’ düzenlenerek,
ülkemizde yerleşmiş olanlarla resmi daire ve müesseselere veya merkezi Türkiye’de
bulunan teşekkül ve teşebbüslere bağlı olup adı geçen daire, müessese, teşekkül
ve teşebbüslerin işleri dolayısıyla yabancı memleketlerde oturan Türk
vatandaşlarının tam mükellef sayılarak Türkiye içinde ve dışında elde ettikleri
kazanç ve iratların tamamı üzerinden vergilendirilecekleri, ‘Dar Mükellefiyet’
ile ilgili üçüncü bölümünde ise; Türkiye’de yerleşmiş olmayan gerçek kişilerin
dar mükellef sayılarak sadece Türkiye’de elde ettikleri kazanç ve iratlar
üzerinden vergilendirilecekleri hüküm altına alınmıştır. Böylece, devlet kendi
ulusal sınırları üzerinde oluşan kazanç ve irattan pay alma hakkını dar mükellefiyetle
sağlamış bulunmaktadır.
Anayasanın 10. maddesinde “Herkes, dil, ırk,
renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye,
zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları
bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek
zorundadırlar.” denilmektedir. Bu kural, birbiri ile aynı durumda olanlara ayrı
kuralların uygulanmasını, ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılmasını
engellemektedir.
Anayasa’nın, bu ilkesi ile aynı hukuksal durumda
olan kişilerin aynı kurallara bağlı tutulacağı, değişik hukuksal durumda
olanların ise değişik kurallara bağlı tutulmasının bir aykırılık
oluşturmayacağı kabul edilmiştir.
Anayasa Mahkemesinin pek çok kararında vurgulandığı
gibi Anayasanın 10. maddesinde ifade edilen kanun önünde eşitlik ilkesi,
herkesin her yönden aynı kurallara bağlı olacağı anlamına gelmemekle birlikte,
yasaların uygulanmasında birbirinin aynı durumda olanlar ayrı kuralların
uygulanmasını ve ayrıcalıklı kişi ve toplumların yaratılmasını engellemektedir.
Kimi yurttaşların haklı bir nedene dayanılarak değişik kurallara bağlı
tutulmaları eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmamakta, hatta bunların durumu ve
konumlarındaki özellikleri, kimi kişi ya da topluluklar için değişik kuralları
ve değişik uygulamaları gerekli kılmakta, özelliklere ve aykırılıklara
dayandığı için haklı olan nedenler, ayrı düzenlemeyi aykırı değil, geçerli
kılarsa da, aynı durumda olanlar için ayrı düzenleme aykırılık oluşturur.
Anayasa ile eylemli değil <hukuki eşitlik> amaçlanmaktadır. Anayasanın
öngördüğü eşitlik ilkesinin çiğnenmemesi için, aynı hukuksal durumlar aynı,
ayrı hukuksal durumların ayrı kurallara bağlı tutulması gerekmektedir. Başka
bir anlatımla, kişisel durumları ve nitelikleri özdeş olanlar arasında, konulan
kurallarla değişik uygulamaların yapılmaması gerekmektedir.
İster
yerli ister yabancı olsun, Gelir Vergisi Kanununun 3. maddesinin birinci
fıkrasının 2 numaralı bendinde belirtilenler hariç olmak üzere çalışma veya
oturma izni alarak altı aydan daha fazla yurt dışında yaşayan Türk vatandaşları
olsun veya Türkiye’de yerleşmiş olmayan yabancı uyruklu gerçek kişiler ile
kanuni ve iş merkezi Türkiye’de olmayan ve bir iş yeri ya da daimi temsilci
vasıtasıyla Türkiye’de kazanç elde etmeyen kurumlar olsun söz konusu kişilerin
kendilerine Türkiye’de yapılan konut veya iş yeri teslimlerinde katma değer
vergisi uygulaması açısından aynı hukuksal durumda oldukları açıktır.
Aynı
hukuksal durumda olanlara ise aynı kuralların uygulanması gerekir. Aksi halde
kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı bir durum doğar. Aynı hukuksal durumda
olanlara farklı uygulamalar getirdiği için, iptali istenen (i) bendi Anayasanın
10. maddesine aykırıdır.
Anayasa’nın ‘Vergi Ödevi’ başlıklı 73. maddesinin
birinci fıkrasında, ‘Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, malî gücüne
göre, vergi vermekle yükümlüdür.’ denilmektedir. Fıkrada, verginin ‘genel
olması’, ‘mali güce göre’ ve ‘kamu giderlerini karşılamak üzere’ alınması
öngörülmüştür. Malî güce göre vergilendirme, verginin kişilerin ekonomik ve
kişisel durumlarına göre alınmasıdır. Bu ilke, malî gücü fazla olanın, malî
gücü az olana oranla daha fazla vergi ödemesi gereğini belirler. Malî gücün
tanımı Anayasa’da bulunmamakla birlikte, genellikle ödeme gücü anlamında
kullanılmaktadır. Kamu maliyesi yönünden ise gelir, servet ve harcamalar malî
gücün göstergeleridir. Verginin malî güce göre alınması aynı zamanda vergide
eşitlik ilkesinin uygulama aracıdır.
Vergide eşitlik ilkesi ise, yükümlülerin vergi
ödeme güçleri dikkate alınmak suretiyle vergilendirmenin yapılmasını öngörür.
Başka bir deyişle, bu ilke kişilerin genel vergi yüküne kendi ödeme güçlerine
göre katılmaları demektir.. Bu durumda, Anayasa’da öngörülen verginin ‘malî
güce göre ödenmesi’, ‘herkesin vergi ödemesi’ ilkesiyle birlikte
vergilendirmede adalet ve eşitlik ilkesine uygunluğu gösterir ve sosyal
devletin en etkin uygulama aracını oluşturur. Vergi yükünün adaletli ve dengeli
dağılımı bu ilkelere uyularak sağlanır. Vergide eşitlik ilkesi, malî gücü aynı
olanların aynı, malî gücü farklı olanların ise ayrı oranda
vergilendirilmesidir.
Döviz karşılığı yapılan konut ve işyeri
teslimlerde dar mükellefler ve Gelir Vergisi Kanununun 3. maddesinin birinci
fıkrasının 2 numaralı bendinde belirtilenler
hariç olmak üzere çalışma veya oturma izni alarak altı aydan daha fazla yurt
dışında yaşayan Türk vatandaşları lehine bir düzenleme yapılması Anayasa’nın 73.
maddesinde de yer verilen ‘malî gücüne göre’ vergilendirme ilkesini
zedelemektedir.
Anayasa
Mahkemesi vergide yasallık ilkesinin yanı sıra vergi ile ilgili düzenlemelerde
diğer bazı ilkelere de dikkat edilmesi gereğini ortaya koyan kararlar
vermektedir.
Anayasa
Mahkemesinin 02.10.2003 gün ve E.2003/73, K.2003/86 sayılı kararında,
“Anayasanın
2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve
özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her
alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya
aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen
kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık,
Anayasanın ve yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk
ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir.
Anayasanın
73 üncü maddesinde, herkesin kamu giderlerini karşılamak üzere mali gücüne göre
vergi ödemekle yükümlü bulunduğu, vergi yükünün adaletli ve dengeli
dağılımının, maliye politikasının sosyal amacı olduğu, vergi, resim, harç ve
benzeri mali yükümlülüklerin kanunla konulacağı, değiştirileceği veya
kaldırılacağı öngörülerek Anayasanın 2 nci maddesinde nitelikleri belirtilen
hukuk devleti ilkesi vergilendirme ilkeleri yönünden somut biçimde dile getirilmiştir.
Buna
göre, devletin vergilendirme yetkisinin sınırı, aynı zamanda kişilerin hak ve
özgürlüklerinin de sınırını oluşturduğundan, bu yetkinin keyfiliğe kaçacak
biçimde kullanılmasının önlenmesi, hukuk devleti olmanın gerekleri arasında
öncelikli bir yere sahip bulunmaktadır. Vergilendirme alanında olası keyfi
uygulamalara karşı düşünülen ilk önlem, kuşkusuz yasallık ilkesidir. Ancak
vergilerin yasayla getirilmesi, yalnız başına vergilendirme yetkisinin keyfi
kullanılarak adaletsiz sonuçlar doğurmasını engelleyemeyeceğinden, yasallık
ilkesi yanında verginin genel ve eşit olması, idare ve kişiler yönünden
duraksamaya yol açmayacak belirlilik içermesi, geçmişe yürümemesi,
öngörülebilir olması ve hukuk güvenliği ilkesine de uygunluğunun sağlanması gerekir.”
denilmiştir.
Vergilendirmede aynı hukuki statüye sahip
mükellefler arasında ayrım yapan ve eşitlik ilkesine aykırı olan benzeri
mahiyetteki düzenlemeler Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmektedir.
Gelir Vergisi Kanununun Geçici 67. maddesine
27.06.2006 tarihli ve 5527 sayılı Kanunla eklenen ve dar mükellef gerçek ve
tüzel kişilerin Türkiye’den elde ettiği finansal araç gelirleri üzerinden % 0
tevkifat yapılmasını öngören düzenleme, Anayasa Mahkemesinin 15.10.2009 tarihli
ve E. 2006/119, K.2009/145 sayılı kararıyla, iptal edilmiştir.
Yüksek Mahkeme iptal kararında, özetle; “…Anayasa’nın
2. maddesinde yer alan sosyal hukuk devleti, temel hak ve özgürlükleri en geniş
ölçüde sağlayan ve güvence altına alan, toplumsal gerekleri ve toplum yararını
gözeten, kişi ve toplum yararı arasında denge kuran, toplumsal dayanışmayı üst
düzeyde gerçekleştiren, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak eşitliği,
sosyal adaleti ve millî gelirin adil bir biçimde dağıtılmasını sağlayan
devlettir. Hukuk devletinde, vergilendirmenin temel ilkelerinin gözetilmesi,
vergilendirmeye ilişkin yasalarda bireylerin hak ve özgürlüklerinin korunması
ve hukuk güvenliğinin sağlanması gerekir.
Anayasa’nın 73. maddesinin birinci ve ikinci
fıkralarında, ‘Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, malî gücüne göre,
vergi ödemekle yükümlüdür. Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye
politikasının sosyal amacıdır’ denilerek verginin malî güce göre alınması ve
genelliği, vergi yükünün adaletli ve dengeli bir biçimde dağılımı
öngörülmüştür.
Verginin malî güce göre alınması ve genelliği
ilkeleriyle vergilendirmede eşitlik ve adaletin gerçekleştirilmesi
amaçlanmıştır. Ekonomi ve vergi hukuku alanında malî güce ilişkin göstergelerin
gelir, sermaye ve harcamalar olduğu kabul edilmektedir. Bu üç unsurun
vergilendirilmesinde vergi adaletinin gerçekleştirilebilmesi için yükümlülerin
ödeme güçlerinin gözetilmesi zorunludur. Malî güç, ödeme gücünün kaynağı,
dayanağı, nedeni ve varlık koşuludur. Yasa koyucunun vergilendirmede, kişilerin
sahip olduğu ekonomik değer ile malî güçlerini göz önünde bulundurması gerekir.
Vergide genellik ilkesi, herhangi bir ayırım
yapılmaksızın malî gücü olan herkesin vergi yüküne katılmasını ve vergi
ödemesini ifade eder. Bu ilke, aynı zamanda vergide eşitlik ilkesinin uygulama
aracı olup, malî gücü fazla olanın malî gücü az olana göre daha fazla vergi
ödemesini gerektirir. Vergide eşitlik ilkesi ise ödeme gücü aynı olanların aynı
vergiyi ödemeleridir. Herkes tarafından yerine getirilmesi gereken bir yükümlülük
olarak kabul edilen ve Devletin kamusal gereksinimlerini karşılaması için
egemenlik gücüne dayanarak tek taraflı iradesiyle kişilere yüklediği bir kamu
alacağı şeklinde tanımlanan verginin, anayasal sınırlar içinde salınıp
toplanması zorunluluğu açıktır. Vergi hukukunda, vergi olgusunun niteliklerini
oluşturan yasal düzenlemelerde Anayasa’nın bu konudaki ilkelerinin özenle göz
önünde tutulması gerekir. Bu anlamda, Devletin vergilendirme yetkisi vergide
yasallık, malî güç ve genellik gibi kimi anayasal ilkelerle
sınırlandırılmıştır.
Anayasa’nın 10.
maddesinde düzenlenen eşitlik de, vergide yasallık, malî güç ve genellik gibi
kimi anayasal ilkelerle birlikte, Devletin vergilendirme yetkisinin
sınırlandırıldığı ilkeler arasındadır…..
Anayasa’nın 73.
maddesindeki temel ayırım ve karşılaştırma ölçütü mükellef türü değil ‘malî güç’
ve ‘vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı’ ilkeleridir. Vergi
sistemimizde dar ve tam yükümlülük arasında elde edilen gelirin niteliği ve
unsurları yönünden herhangi bir farklılık bulunmamaktadır. Vergi yükü
farklılaştırması mükellefin tam ya da dar olmasına göre değil, ödeme güçlerinin
durumuna göre yapılabilir. Vergilendirmede, verginin
konusu, matrahı kadar oranı da vergi yükünü, vergilendirmenin adaletli, dengeli
ve malî güce göre olması ilkesini doğrudan etkilemektedir.
Tam ve dar
mükelleflerde vergi yükü dışında biçimsel ve usule ilişkin kimi farklılıklar
olabilir. Ancak bu mükelleflerin, kendilerinden tahsil edilmesi gereken malî
yükümlülüklerin kamu gücüne dayanılarak alınması ve mali güçlerine göre vergi
ödemeleri bakımından aynı hukuksal durumda oldukları kuşkusuzdur.
Aynı menkul kıymet veya diğer sermaye piyasası
araçlarından aynı miktarda gelir elde eden dar ve tam mükellef arasındaki
yerleşmeye dayalı farklılık, bunlar arasında aynı gelir unsuru yönünden malî
gücün farklı olduğunu göstermez. Ekonomik amaçlı
değişikliklerin verginin temel yapısını bozmayacak şekilde yapılması, anayasal
ilkelere de aykırı olmaması gerekir.
Anayasa’nın 73.
maddesine göre herkes kamu giderlerini karşılamak üzere malî gücüne göre vergi
ödemekle yükümlü tutulurken, gelir unsuru yönünden malî güçleri tam mükellefler
ile aynı olan dar mükelleflerin vergi oranını sıfıra indirmek suretiyle
bunlardan vergi alınmaması Anayasa’yla örtüşmemektedir. Vergide eşitlik
ilkesinin uygulama aracı olan malî güç sadece vergi konularak değil,
mükellefler arasında ayrım yapılarak aynı gelir unsurundan vergi alınmayarak da
bozulur. Verginin konulmasında olduğu gibi kaldırılmasında ya da dava konusu kuralda
olduğu gibi fiilen alınmamasına yol açan düzenlemelerde de Anayasa’nın
vergilendirme ilkelerine uyulması gerekir.
Vergilemeyle ilgili
anayasal denetimde, sınıflandırma ve karşılaştırma malî güce, diğer bir deyişle
gelirdeki büyüklük ölçüsüne göre yapılmak zorundadır. Gelirin niteliğinde
farklılık yoksa mükellefin mukimliği farklılığın nedeni olamaz. Aynı gelir
unsuru yönünden eşit olan tam ve dar mükelleflerden birincisinin yasayla %15
oranında vergi tevkifatına tabi tutulup ikincisinin %0 oranında tevkifata tabi
tutularak tersine ayrımcılık yapılması, makul ve adil olmayıp malî gücü aynı
olanların aynı, malî gücü farklı olanların ise ayrı oranda vergilendirilmesini
öngören ‘mali güç’ ve ‘vergide eşitlik’ ilkelerine aykırılık oluşturur.
Açıklanan nedenlerle 193
sayılı Gelir Vergisi Kanunu’nun geçici 67. maddesinin (1) numaralı fıkrasının
birinci paragrafının sonuna 5527 sayılı Yasa’yla eklenen ‘Dar mükellef gerçek
kişi ve kurumlar için bu oran % 0 olarak uygulanır’ şeklindeki dava konusu
cümle, Anayasa’nın 2., 10., ve 73. maddelerine aykırıdır. İptali
gerekir.”
denilmiştir.
İptali istenilen madde hükmündeki; Konut veya iş
yeri olarak inşa edilen binaların ilk tesliminde uygulanmak ve bedeli döviz
olarak Türkiye’ye getirilmek kaydıyla, Gelir Vergisi Kanununun 3 üncü
maddesinin birinci fıkrasının 2 numaralı bendinde belirtilenler hariç olmak
üzere çalışma veya oturma izni alarak altı aydan daha fazla yurt dışında
yaşayan Türk vatandaşlarına, Türkiye’de yerleşmiş olmayan yabancı uyruklu
gerçek kişiler ile kanuni ve iş merkezi Türkiye’de olmayan ve bir iş yeri ya da
daimi temsilci vasıtasıyla Türkiye’de kazanç elde etmeyen kurumlara yapılan
konut veya iş yeri teslimlerinin katma değer vergisinden istisna edilmesini
öngören düzenleme, vergilemede eşitlik ve ödeme gücü ilkelerini gözönünde
bulundurmayarak mükellefler arasında salt mukimlikten dolayı ayırım
yapmaktadır.
Buna göre, aynı işlemi yapan ve aynı hukuki
durumda bulunan mükellefler arasında salt mukimlikten ötürü ayrım yapılarak,
birinci grubun vergiye tabi tutulması ikinci grubun ise vergi dışı bırakılması,
verginin genelliği ve eşitliği ilkelerine açık bir aykırılık oluşturmaktadır.
Diğer bir ifade ile “harcamanın niteliğinde farklılık yok ise “mukimlik” farklı
vergi ödemenin nedeni olamaz” Söz konusu ilave bent hükmü bu nedenle Anayasanın
10 ve 73. maddelerine aykırı bulunmaktadır.
İptali istenilen 6824 sayılı Kanun’un 7’nci
maddesi ile 25/10/1984 tarihli ve 3065 sayılı Katma Değer Vergisi
Kanununun 13 üncü maddesinin birinci fıkrasına eklenen (i) bendi düzenlemesi;
vergilemede eşitlik ve ödeme gücü ödeme gücü ilkesini göz önünde
bulundurmayarak mükellefler arasında ayırım yaptığı için aynı zamanda Anayasa’nın
sosyal hukuk devleti ilkesini tanımlayan 2. maddesine de aykırı bulunmaktadır.
Açıklanan nedenlerle, Anayasa’nın 2., 10. ve 73.
maddelerine açıkça aykırı olan 6824 sayılı Kanun’un 7’nci maddesiyle, 25/10/1984 tarihli
ve 3065 sayılı Katma Değer Vergisi Kanununun 13 üncü maddesinin birinci
fıkrasına eklenen (i) bendinin iptali gerekir.
3) 31.05.2006
tarih ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 80’inci
maddesinin dördüncü fıkrasının ikinci ve üçüncü cümlelerini değiştiren ve aynı
fıkranın dördüncü cümlesini yürürlükten kaldıran 23.02.2017 tarihli ve 6824
sayılı “Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanun ve Kanun
Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 14. maddesinin
Anayasaya Aykırılığı
6824 sayılı “Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 14. maddesi;
“MADDE 14 – 5510 sayılı Kanunun 80 inci
maddesinin dördüncü fıkrasının ikinci ve üçüncü cümleleri aşağıdaki şekilde
değiştirilmiş ve aynı fıkranın dördüncü cümlesi yürürlükten kaldırılmıştır.
“60 ıncı maddenin birinci fıkrasının (g) bendi kapsamında
genel sağlık sigortalısı sayılanlar için 82 ncimaddeye göre belirlenen
prime esas günlük kazanç alt sınırının otuz günlük tutarı, prime esas kazanç
tutarı olarak esas alınır. Ancak, tescil tebliğ tarihinden itibaren bir ay
içinde gelir testi talebinde bulunanlardan gelir testi sonucuna göre aile
içindeki gelirleri brüt asgari ücretin üçte birinin altında tespit edilenlerin
bu sürelerde yaptıkları ödemeler herhangi bir faiz uygulanmaksızın iade veya
mahsup edilir.”
hükmünü
taşımaktadır.
Kanun teklifinde maddenin gerekçesi;
“Madde ile mevcut durumda üç kategoride
uygulalnan genel sağlık siğortası prim oranının tek kategoriye indirirlmesi
suretiyle sistemin etkinliğinin artırırlması ve sadeleştirilmesi
amaçlanmaktadır.”
şeklinde açıklanmaktadır.
Genel sağlık sigortası işlemlerini
yürüten ve bununla ilgili yasal düzenlemelere yön veren Sosyal Güvenlik
Kurumunun internet sitesinde;
“Genel sağlık sigortası sistemi
kişilerin öncelikle sağlıklarının korunmasını, sağlık riskleri ile
karşılaşmaları halinde ise oluşan harcamaların finansmanını sağlayan sigortayı,
ifade etmektedir” şeklinde tanımlanmakta ve konu ile ilgili olarak aşağıdaki
ilave açıklamalara yer verilmektedir.
“….Genel sağlık sigortası ile
kişilerin ekonomik gücüne ve isteğine bakılmaksızın, ortaya çıkacak hastalık
riskine karşı, toplumun bütün fertlerinin sağlık hizmetlerinden eşit,
ulaşılabilir ve etkin bir şekilde faydalanması sağlanmıştır.
Zorunlu olarak herkesin genel
sağlık sigortası kapsamına alınması 1/1/2012 tarihinde başlamıştır.
Kapsam dışı olarak adlandırılan
banka sandıkları mensupları hükümlü tutuklular, yurt dışından sağlık hizmeti
alma hakkı olanlar dediğimiz kesim hariç olmak üzere Türkiye’de ikamet eden
herkes genel sağlık sigortası kapsamındadır. Sigortalı çalışan, kendi nam ve
hesabına çalışan, devlet memuru olan, isteğe bağlı sigortalı olan, Kurumdan
aylık ve gelir alan, 65 yaş aylığı alan, şeref aylığı alan, stajyer avukatlar,
işsizlik ve kısa çalışma ödeneği alan herkes genel sağlık sigortası
kapsamındadır.
Bu kişilerin yanı sıra, herhangi
bir kapsamda olmayan ya da sigortalının bakmakla yükümlü olduğu kişi kapsamında
olmayan yani işsiz, Kurumdan gelir ya da aylık almayan ya da bakmakla yükümlü
olunan olmayan kişilerde genel sağlık sigortası kapsamındadır. Bu kişiler Kurum
tarafından otomatik olarak sistem üzerinden bulunup genel sağlık sigortalısı
olarak tescil edilmektedir.
Herhangi bir kapsamda sosyal
güvencesi olmayan vatandaşların prim ödeyip ödeyemeyeceklerini; ödeyeceklerse
ne kadar prim ödeyeceğini belirleyen işlem gelir testidir. Bu kapsamdaki
vatandaşlarımız genel sağlık sigortalısı oldukları tarihten itibaren
ikametlerinin bulunduğu yerdeki Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıflarına
müracaat ederek gelir testi yaptırmaları gerekmektedir.
6824 sayılı Torba yasadan önce
gelir testi yaptırmak bu kapsamdaki vatandaşlarımız için mutlak zorunluluk idi,
primi devlet tarafından karşılanan grup ile birlikte 4 seviye vardı ve
vatandaşlarımızın bu 4 seviyeden hangisi içerisinde olduğunun mutlak tespiti
gerekiyordu, Torba yasa sonrası mutlak zorunluluk kalkmaktadır. Bu kapsamdaki
kişiler gelirinin düşük olduğunu düşünüyorlar ise kendilerine gönderilen
tebliğden itibaren bir ay içerisinde, gelir testine müracaat etmeleri
gerekmektedir.”
5510 sayılı Kanunun “Prime esas kazançlar”
başlıklı 80. maddesinin dördüncü fıkrasının 6824 sayılı Kanunun 14. maddesi ile
yapılan değişiklikten önceki hali aşağıda yer almaktadır.
“Yalnızca genel sağlık sigortasına
tâbi olanlar bakımından prime esas aylık kazancın tespitinde; 60 ıncı maddenin
birinci fıkrasının (d) bendinde sayılan kişiler için 82 nci maddeye göre
belirlenen prime esas günlük kazanç alt sınırının iki katının otuz günlük
tutarı, 60 ıncı maddenin birinci fıkrasının (c) bendi ile onikinci, onüçüncü ve
ondördüncü fıkralarında belirtilen kişiler
için asgari ücret, 60 ıncı maddenin birinci fıkrasının (e) bendinde belirtilen
kişiler için ise prime esas asgari kazanç
tutarı esas alınır.60 ıncı maddenin birinci fıkrasının (g) bendi
kapsamında genel sağlık sigortalısı sayılanlar için Kurumca belirlenecek test
yöntemleri ve veriler kullanılarak tespit edilen aile içindeki gelirin kişi
başına düşen aylık tutarı; asgari ücretin üçte birinden asgari ücrete kadar
olduğu tespit edilen kişiler için 82 nci maddeye göre belirlenen prime esas
günlük kazanç alt sınırının otuz günlük tutarının üçte biri, asgari ücretten
asgari ücretin iki katına kadar olduğu tespit edilen kişiler için 82 nci
maddeye göre belirlenen prime esas günlük kazanç alt sınırının otuz günlük
tutar, asgari ücretin iki katından fazla olduğu tespit edilen kişiler için 82
nci maddeye göre belirlenen prime esas günlük kazanç alt sınırının otuz günlük
tutarının iki katı prime esas asgari kazanç tutarı olarak esas alınır. Şu kadar
ki, 60 ıncı maddenin birinci fıkrasının (g) bendi kapsamında genel sağlık
sigortalısı sayılanlar için gelir testleri Kurumca sonuçlandırılıncaya kadar 82
nci maddeye göre belirlenen prime esas günlük kazanç alt sınırının otuz günlük
tutarı prime esas asgari kazanç tutarı olarak esas alınır. Ancak gelir testi
sonucu, aile içindeki gelirleri asgari ücretin altında kalan genel sağlık
sigortalılarının bu sürelerde gelir testi sonucuna göre ödemeleri gereken
tutarların üzerinde yaptıkları ödemeler herhangi bir faiz uygulanmaksızın iade
veya mahsup edilir.”
Eski uygulamada 01.01.2012
tarihinden itibaren Türkiye’de yaşayan herkes için prim ödeyerek genel sağlık sigortalısı olma zorunluluğu getirilmiştir.
Çalışmayan, hiçbir geliri olmayan ve bir sigortalının bakmakla yükümlü olduğu
kişilerden olmayanların gelir testi yaptırması gerekmekte idi. İşsiz kalan bir
kişinin hemen gelir testi yaptırması zorunlu değildir. Zira, işsiz kalan ve
işsizlik sigortasından maaş alan bir kişi işsizlik sigortasından maaş aldığı
süre boyunca gelir testi yaptırmadan sağlık hizmetlerinden
yararlanabilmektedir. Ayrıca işbaşı eğitim programına katılan bir kişi ve bu kişinin bakmakla
yükümlü olduğu kişiler de program süresi boyunca gelir testi yaptırmadan sağlık
hizmetlerinden faydalanabilmektedir.
Gelir testi yaptırması
gereken kişilerin, bulundukları illerde valilikler, ilçelerde ise
kaymakamlıklar bünyesinde yer alan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıflarına
başvurmaları gerekmektedir.Gelir testi yapılırken gelir testine giren kişinin
yaşadığı evdeki eş, evli olmayan çocuk, büyükanne ve büyükbabanın gelirlerinin
toplamı dikkate alınmaktadır. Bulunan gelir, hane içerisinde yaşayan kişi
sayısına bölünerek hanedeki kişi başına düşen gelir tespit edilmektedir.
Gelir testi sonuçlarına
göre 2017 yılı için yaşadığı hanede kişi başına düşen gelir tutarlarına göre
ödenmesi gereken sağlık sigortası prim tutarları aşağıdaki tabloda
gösterilmiştir.
Genel Sağlık Sigortası Prim Hesaplama Tablosu(Eski Uygulama)
|
Aile İçinde Kişi Başına Düşen Gelir
Miktarı (TL)
|
Tespit Edilen Gelir Seviyesi
|
Aylık Prim Hesaplama Formülü (Asgari
Ücret : 1.777,50 TL)
|
Aylık Prim Tutarı (TL)
|
0 - 592,50
|
60 c-1
|
1.777,50 / 3 x 12 / 100
|
71,10 (Prim tutarı devletçe
karşılanmaktadır.)
|
592,50 - 1.777,50
|
60 g-1
|
1,777,50 / 3 x 12 / 100
|
71,10
|
1.777,50 - 3.555,00
|
60 g-2
|
1.777,50 x 12 / 100
|
213,30
|
3.555,00 den fazla
|
60 g-3
|
1.777,50 x 2 x 12 / 100
|
426,60
|
NOT: Tablodaki bilgiler 01.01.2017 -
31.12.2017 tarihleri arasındaki asgari ücret dikkate alınarak hesaplanmış
olup, aile içinde kişi başına düşen gelir miktarı ve aylık prim tutarı asgari
ücretin geçerli olduğu dönemlere göre değişiklik göstermektedir.
|
Tablodan da görüleceği
gibi; asgari ücretin üçte birinden, yani 592,5 TL’den düşük geliri olan
kişilerin genel sağlık sigortası primleri devlet tarafından ödenmektedir. Gelir
testi sonucuna göre kişi başına düşen gelir arttıkça, ödenmesi gereken prim
miktarı da artmaktadır.
Gelir testi yaptırması
gerektiği halde gelir testine girmeyen kişiler, gelir testine girmedikleri her
ay için borçlu duruma düşmektedirler. 2017 yılı için gelir testine girilmeyen
her ay için bu durumdaki kişilere 213,30 TL borç yazılmaktadır. Bu nedenle,
2012 yılından sonra pek çok kez yapılandırma ve kısmi af düzenlemesi hayata
geçirilmiştir.
23.02.2017 tarihli ve 6824 sayılı “Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun “un 14.
Maddesi ile 5510 sayılı Kanunun 80 inci maddesinin dördüncü fıkrasının ikinci
ve üçüncü cümleleri değiştirilmiş ve aynı fıkranın dördüncü cümlesi yürürlükten
kaldırılmıştır.
Söz konusu değişiklikle 5510 sayılı Kanunun “Prime
esas kazançlar” başlıklı 80. maddesinin dördüncü fıkrası aşağıdaki hale
gelmiştir.
“Yalnızca
genel sağlık sigortasına tâbi olanlar bakımından prime esas aylık kazancın
tespitinde; 60 ıncı maddenin birinci fıkrasının (d) bendinde sayılan kişiler
için 82 nci maddeye göre belirlenen prime esas günlük kazanç alt sınırının iki
katının otuz günlük
tutarı, 60 ıncı maddenin birinci fıkrasının (c) bendi ile onikinci, onüçüncü ve
ondördüncü fıkralarında belirtilen kişiler için asgari ücret, 60 ıncı maddenin
birinci fıkrasının (e) bendinde
belirtilen kişiler için ise prime esas asgari kazanç
tutarı esas alınır. 60 ıncı maddenin birinci fıkrasının (g) bendi
kapsamında genel sağlık sigortalısı sayılanlar için 82 nci maddeye göre
belirlenen prime esas günlük kazanç alt sınırının otuz günlük tutarı, prime
esas kazanç tutarı olarak esas alınır. Ancak, tescil tebliğ tarihinden itibaren
bir ay içinde gelir testi talebinde bulunanlardan gelir testi sonucuna göre
aile içindeki gelirleri brüt asgari ücretin üçte birinin altında tespit
edilenlerin bu sürelerde yaptıkları ödemeler herhangi bir faiz uygulanmaksızın
iade veya mahsup edilir.”
Genel sağlık sigortalısı
sayılanlar 5510 sayılı Sosoyal Siğortalar ve Genel Sağlık Siğortası
Kanununun 60’ıncı maddesinde ayrıntılı olarak belirlenmiştir. Anılan maddede;
“Genel sağlık sigortalısı sayılanlar
MADDE 60- İkametgahı Türkiye’de olan
kişilerden;
a) 4 üncü maddenin birinci fıkrasının;
1) (a) ve (c) bentleri gereğince sigortalı
sayılan kişiler,
2) (b) bendi gereğince sigortalı sayılan
kişiler,
b) İsteğe bağlı sigortalı olan kişiler,
c) Yukarıdaki (a) ve (b) bentlerine göre
sigortalı sayılmayanlardan;
1) Harcamaları, taşınır ve taşınmazları ile
bunlardan doğan hakları da dikkate alınarak, Kurumca belirlenecek test
yöntemleri ve veriler kullanılarak tespit edilecek aile içindeki geliri kişi
başına düşen aylık tutarı asgari ücretin üçte birinden az olan vatandaşlar ile
gelir tespiti yapılmaksızın genel sağlık sigortalılığı ya da bakmakla yükümlü
olduğu kişi bulunmayan Türk vatandaşlarından 18 yaşını doldurmamış çocuklar,
2) Uluslararası koruma başvurusu veya
statüsü sahibi ve vatansız olarak tanınan kişiler,
3) 1/7/1976 tarihli ve 2022 sayılı 65
Yaşını Doldurmuş Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık
Bağlanması Hakkında Kanun hükümlerine göre aylık alan kişiler,
4) 24/2/1968 tarihli ve 1005 sayılı
İstiklal Madalyası Verilmiş Bulunanlara Vatani Hizmet Tertibinden Şeref Aylığı
Bağlanması Hakkında Kanun hükümlerine göre şeref aylığı alan kişiler,
5) 28/5/1986 tarihli ve 3292 sayılı Vatani
Hizmet Tertibi Aylıklarının Bağlanması Hakkında Kanun hükümlerine göre aylık
alan kişiler,
6) 3/11/1980 tarihli ve 2330 sayılı Nakdi
Tazminat ve Aylık Bağlanması Hakkında Kanun hükümlerine göre aylık alan
kişiler,
7) 24/5/1983 tarihli ve 2828 sayılı Sosyal
Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Kanunu hükümlerine göre korunma, bakım ve
rehabilitasyon hizmetlerinden ücretsiz faydalanan kişiler ile ana ve
babası olmayan Türk vatandaşlarından 18 yaşını doldurmamış çocuklar,
8) Harp malûllüğü aylığı alanlar ile
Terörle Mücadele Kanunu kapsamında aylık alanlar,
9) 18/3/1924 tarihli ve 442 sayılı Köy
Kanununun 74 üncü maddesinin ikinci fıkrasına göre görevlendirilen kişiler ile
aynı Kanunun ek 16 ncı maddesine göre aylık alan kişiler,
10) 11/10/1983 tarihli ve 2913 sayılı Dünya
Olimpiyat ve Avrupa Şampiyonluğu Kazanmış Sporculara ve Bunların Ailelerine
Aylık Bağlanması Hakkında Kanun hükümlerine göre aylık alan kişiler,
d) Mütekabiliyet esası da dikkate alınmak
şartıyla, oturma izni almış yabancı ülke vatandaşlarından yabancı bir ülke
mevzuatı kapsamında sigortalı olmayan kişiler,
e) 25/8/1999 tarihli ve 4447 sayılı Kanun
gereğince işsizlik ödeneği, Esnaf Ahilik Sandığı ödeneğinin ve ilgili kanunları
gereğince kısa çalışma ödeneğinden yararlandırılan kişiler,(1)
f) Bu Kanun veya bu Kanundan önce
yürürlükte bulunan sosyal güvenlik kanunlarına göre gelir veya aylık alan kişiler,
g) Yukarıdaki bentlerin dışında kalan ve
başka bir ülkede sağlık sigortasından yararlanma hakkı bulunmayan vatandaşlar,
genel sağlık
sigortalısı sayılır….”
düzenlemesi yer
almaktadır.
6824 sayılı Kanunun 14. maddesi ile getirilen
düzenlemenin hedef kitlesinin, 5510 sayılı kanunun 60. maddesinin birinci
fıkrasının (g) bendi kapsamında yer alanlar olduğunun açıklanmasında yarar
görülmektedir.
5510 sayılı kanunun 60. maddesinin birinci
fıkrasının (g) bendi kapsamında olanlar, 5510 sayılı Kanunun 60. maddesinin
birinci fıkrasının diğer bentlerinde sayılanlar dışında kalan ve başka bir ülkede sağlık sigortasından yararlanma hakkı
bulunmayan vatandaşlardır.
Bu madde ile getirilen düzenleme gereği 5510
sayılı kanunun 60. maddesinin birinci fıkrasının (g) bendi kapsamında yer
alanlardan daha önce teste girmeyip, tescil tebliğ
tarihinden itibaren bir ay içinde gelir testi talebinde bulunanlardan, gelir
testi sonucuna göre aile içindeki gelirleri brüt asgari ücretin üçte birinin
altında tespit edilenlerin, bu sürelerde yaptıkları ödemeler herhangi bir faiz
uygulanmaksızın iade veya mahsup edilecektir.
5510 sayılı Kanunun 60. maddesinin birinci
fıkrasının (g) bendi kapsamında yer alanların ödeyecekleri prim tutarı Gelir testine ve gelir seviyesine bağlı olmaksızın asgari
ücretin brüt tutarının yüzde 3’ü olarak sabitlenmektedir.
Aylık gelir düzeyi
asgari ücretin 1/3’ü olan 592.50 TL’nin altında olanlardan genel sağlık sigortası
primi alınmamaktadır. Yeni getirilen hüküm sonrası aylık gelir düzeyi 592.50TL’nin
üzerinde olan tüm gelir seviyeleri için tek bir tutar olan 53 TL. genel sağlık
siğortası primi alınacaktır. Bu durumda aylık geliri 592.50 Tl den fazla olan düşük
gelir seviyesinde gelir elde eden kişiler ile aylık daha yüksek gelir seviyesi
ve servet birikimine sahip olanlar sadece 53 TL. gibi bir genel sağlık
siğortası primi ödeyerek sistemden yararlanacaklardır.
Maddenin eski metninde
gelir seviyelerine göre prim saptamasına yönelik kademelendirme ve gelir testi
uygulaması olanağı bulunmasına karşın yeni düzenlemede bu statüde bulunanlar
için genel sağlık sigortası priminin saptanmasında ödeme gücü ilkesinin göz
önüne alınmadığı sonucu ortaya çıkmaktadır.
Bu nedenle söz konusu
düzenlemenin “vergi benzeri mali yükümlülük”, “eşitlik” ve “ödeme gücü”
kavramları bakımından değerlendirilmesi ve Anayasal hükümlere uygun olup
olmadığının irdelenmesi gerekir.
Son dönemlerde kamu harcamalarında gözlemlenen
önemli artışlar, vergi resim ve harçların yanında vergi benzeri mali
yükümlülüklerin de kamu harcamalarının finansmanında kullanılmasını zorunlu
kılmaktadır.
Hangi ad altında olursa olsun tüm mali yükümlerin bunları ödemek zorunda
olan bireyler açısından bir yük oluşturduğu tartışmasızdır. Yükümlüler
bakımından; gelir vergisi, emlak vergisi, çevre temizlik vergisi, sosyal güvenlik
primi, meslek odası aidatı, harcamalara katılma payı gibi adlar altında yapılan
tüm ödemelerin mali yük olma bakımından taşıdıkları anlam aynıdır. Tüm bu mali
yükümler nedeniyle ödenen paralar mükelleflerin ceplerinden çıkmaktadır. Bu
itibarla vergi yükü hesaplamalarında, vergi, resim ve harçların yanı sıra
vergi benzeri mali yükümlülüklerinde dikkate alınması ve vergi yükünün bu
ödemeler de dahil edilerek hesaplanması daha gerçekçi sonuçlara ulaşmak
açısından önemlidir.
Literatürde vergi benzeri mali yükümlülükler
açısından geniş tartışmalar bulunmaktadır.Nicelik yönünden kamu gelirleri
içinde önemli bir yer tutmasına rağmen vergi benzeri mali yükümler, bugün dahi
yeterince açıklığa kavuşmamış pek berrak olmayan,
müphem ve bulanık bir kavramdır.
Çoğu kez vergi benzeri mali yükümlerle elde edilen gelirler genel bütçeye değil,
özel fonlara aktarılmaktadırlar. Benzeri mali yükümlerin, vergilerle ortak yönü
alınmalarının hukuksal zora, diğer bir deyişle kamu gücüne dayanmasıdır.
Benzeri mali yükümleri vergilerden ayıran en önemli özellik ise kamusal
harcamaların genel bir kaynağını oluşturmayıp, belirli özel ihtiyaçların
finansmanına “tahsis” edilmeleridir.
Vergi benzeri mali yükümler kamu kesiminin genel
gereksinmelerini karşılamaya yönelik olmaktan çok belli gereksinmelerin
finansmanı amacıyla alınan ve çoğu zaman merkezi devlet bütçesine değil belli
fonlara ya da devlet bütçesi dışındaki kuruluşlara aktarılan gelirleri ifade
eder. Ancak bunların tahsilinin gerisinde de devletin zorlayıcılığı bulunur.
Vergi benzeri mali yükümlülüklere ilişkin diğer bir özellik, finansmanının, söz
konusu harcama alanının yakın ilgi çerçevesinde bulunanlara yükletilmesidir.
Anayasa Mahkemesi bir ödemenin vergi benzeri mali
yüküm olarak nitelendirilmesinde, öncelikle, bu yükümün bir kamu hizmetinin
ifası nedeniyle ortaya çıkan kamu giderinin finansmanında kullanılması
kriterini esas almaktadır.
Vergi benzeri mali yükümler, kendilerine kanunla
verilen kamu görevlerinin yerine getirilebilmesi amacıyla kamu kurumları
tarafından tahsil edilebilecektir.
Anayasa Mahkemesi
benzeri mali yükümlülüğü vergi, resim ve harçtan ayıran bir diğer özellik
olarak genel bütçe içinde yer almama niteliğini belirlemiştir.
Bir ödemenin mali yüküm sayılabilmesi için “zorunluluk”
unsuru taşıması gerekmektedir.
Anayasa Mahkemesi’nin bu yaklaşımı dikkate
alındığında genel sağlık sigortası prim ödemelerini vergi benzeri mali yüküm
olarak nitelendirilmesi mümkündür.
Vergi benzeri mali yükümlülüklerin en önemlileri sosyal güvenlik
kuruluşlarına ödenen aidat, kesenek, sosyal sigorta primi şeklindeki
paralardır. Vergi benzeri gelirler gelişmiş, az gelişmiş bütün ülkelerde artış
göstermektedir. Çünkü, zamanımız devletinin amacı, içeriği değişmiş, sosyal
refah devleti olmuştur. Sosyal refah devletinin kurulması sosyal güvenlik
kurumlarının ele alınıp geliştirilmesini gerektirmiştir.
Birçok ülkede 1950’lerden itibaren artan bir şekilde kendisini
hissettiren parafıskal yükümlülükler ve bunun sonucunda sağlanan parafîskal
gelirler, temelde kamu sosyal güvenlik harcamalarının kendine özgü bir
finansman yoluyla karşılanması yöntemidir. 1950’lerden sonra ekonomilerde
gittikçe artan bir biçimde hissedilmeye başlayan ve son yıllarda önemi artan
sosyal güvenlik kesintilerinden, çoğu kamu ekonomisi kitaplarında hemen hemen
vergilerle eş anlamlı olarak söz edilmektedir. Parafıskalite ile temelde ifade
edilmek istenilen esasen sosyal güvenlik kuruluşlarınca tahsil edilen ve vergiden
farklı nitelikler taşıyan kesintilerdir. Nitekim, Musgrave, Pechaman gibi
yazarlar sosyal güvenlik kesenekleri üzerinde durmuş ve bunları vergiler
arasına katmışlardır. Çoğu kez bu kesintiler için kullandıkları terimler ise “social security tax”, “payrol tàx”, “social security contributions”,
“les taxes parafıscalles” şeklindedir. Konuya bu şekilde yaklaşan pek çok
yazar bulunduğuna da işaret etmek gerekir. Örneğin, Scmölders de sosyal
güvenlik kesintilerine vergiler arasında yer verir. Buna karşılık Prest,
Johansen gibi bir kısım yazarlar ise sosyal güvenlik kesintilerini vergiler
dışında ele alırlar. Ne var ki, uluslararası
karşılaştırmalarda vergi yükü hesaplan içine sosyal güvenlik kesintilerinin
girdiği de bilinmektedir.
Sosyal vergi benzeri mali yükümlülükler, özel kanunlarla kurulmuş olan
sosyal güvenlik kuruluşlarına yapılan prim ödemelerinden oluşmaktadır. Ülkemizde,
Sosyal Güvenlik Kurumu ile Türkiye İş Kurumu buna örnek olarak gösterilebilir.[17]
Genel sağlık sigortası, kişilerin öncelikle sağlıklarının korunması,
sağlık riskleri karşılaşmaları halinde ise oluşan harcamaların finansmanını
sağlayan sigortayı ifade etmektedir.
Gerçek mahiyeti itibarıyla, vergi, resim ya da
harç olarak nitelendirilemeyen, genel sağlık sigortası kapsamında verilen
sağlık hizmeti karşılığı alınan genel sağlık sigortası priminin vergi benzeri
mali yükümlülüklere ilişkin doktrindeki tanımlar ile yargı içtihatları dikkate
alındığında; kamu hizmeti karşılığında bir kamu kurumuna ödenmesi, genel
bütçeye gelir kaydedilmemesi, vergi kanunları dışında bir kanunla düzenlenmiş
olması, tek taraflı kamu iradesiyle salınması ve ödenmelerinin zorunlu olması
nedenleriyle vergi benzeri mali yükümlülük olarak nitelendirilmesi mümkündür.
Anayasa’nın 2. maddesinde “hukuk devleti”
ilkesine yer verilmiştir. Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti, eylem ve
işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku
tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla
kendini bağlı sayıp yargı denetimine açık olan devlettir.
Kanunların kamu yararının
sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve
hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bir kuralın
kamu yararı dışında saklı bir amacı gerçekleştirmek amacıyla konulduğu
durumlarda yetki saptırması durumu ve giderek kuralın amaç açısından sakatlığı
ortaya çıkar.
Anayasa’nın 2. maddesine göre Türkiye Cumhuriyeti
aynı zamanda sosyal hukuk devletidir. Sosyal hukuk devleti, temel hak ve
özgürlükleri en geniş ölçüde sağlayan ve güvence altına alan, toplumsal
gerekleri ve toplum yararını gözeten, kişi ve toplum yararı arasında denge
kuran, toplumsal dayanışmayı üst düzeyde gerçekleştiren, güçsüzleri güçlüler
karşısında koruyarak eşitliği, sosyal adaleti ve millî gelirin adil bir biçimde
dağıtılmasını sağlayan devlettir. Hukuk devletinde, vergilendirmenin temel
ilkelerinin gözetilmesi, vergilendirmeye ilişkin yasalarda bireylerin hak ve
özgürlüklerinin korunması ve hukuk güvenliğinin sağlanması gerekir.
Anayasa’nın “Vergi Ödevi” başlıklı 73. maddesi;
“Herkes, kamu
giderlerini karşılamak üzere, malî gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür.
Vergi yükünün adaletli
ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır.
Vergi, resim, harç ve
benzeri malî yükümlülükler kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır.”
hükmünü taşımaktadır.
Maliye teorisinde en tartışmalı konulardan bir
tanesi, mükelleflerin vergi ödemelerini “adil” bir şekilde gerçekleştiriliyor
olmasıdır Literatürde “ödeme gücü ilkesi” olarak yerini bulan bu ilkeye göre;
mükellefler vergilerini öderken eşit fedakârlıkta bulunmalıdırlar. “Eşit
fedakarlık”, “eşit mutlak fayda kaybı”, “eşit marjinal fayda kaybı “ ve benzeri
kavramlar literatürde bu konu ile ilgili tartışmalarda açıklayıcı öğeler olarak
sıklıkla kullanılmaktadır.
Anayasa’nın ‘Vergi Ödevi’ başlıklı 73. maddesinin
birinci fıkrasında, ‘Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, malî gücüne
göre, vergi vermekle yükümlüdür.’ denilmektedir. Fıkrada, verginin ‘genel
olması’, ‘mali güce göre’ ve ‘kamu giderlerini karşılamak üzere’ alınması
öngörülmüştür. Malî güce göre vergilendirme, verginin kişilerin ekonomik ve
kişisel durumlarına göre alınmasıdır. Bu ilke, malî gücü fazla olanın, malî
gücü az olana oranla daha fazla vergi ödemesi gereğini belirler. Malî gücün
tanımı Anayasa’da bulunmamakla birlikte, genellikle ödeme gücü anlamında
kullanılmakta, kamu maliyesi yönünden ise gelir, servet ve harcamalar malî
gücün göstergeleridir. Verginin malî güce göre alınması aynı zamanda vergide
eşitlik ilkesinin uygulama aracıdır.
Vergide eşitlik ilkesi, yükümlülerin vergi ödeme
güçleri dikkate alınmak suretiyle vergilendirmenin yapılmasını öngörür. Başka
bir deyişle, kişilerin genel vergi yüküne kendi ödeme güçlerine göre
katılmalarıdır. Bu durumda. Anayasa’da öngörülen verginin ‘malî güce göre
ödenmesi’, ‘herkesin vergi ödemesi’ ilkesiyle birlikte vergilendirmede adalet
ve eşitlik ilkesine uygunluğu gösterir ve sosyal devletin en etkin uygulama
aracını oluşturur. Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı bu ilkelere
uyularak sağlanır. Vergide eşitlik ilkesi, malî gücü aynı olanların aynı, malî
gücü farklı olanların ise ayrı oranda vergilendirilmesidir.
Anayasa Mahkemesi’nin
31.10.2013 tarih ve E.2013/41, K.2013/124 sayılı kararında; “Ekonomi ve
vergi hukuku alanında mali güce ilişkin göstergelerin gelir, servet ve
harcamalar olduğu kabul edilmektedir. Mali güç, ödeme gücünün kaynağı,
dayanağı, nedeni ve varlık koşuludur. Kanun koyucunun vergilendirmede,
kişilerin sahip olduğu ekonomik değer ile mali güçlerini göz önünde
bulundurması gerekir. Vergide genellik ilkesi, herhangi bir ayırım
yapılmaksızın mali gücü olan herkesin vergi yüküne katılmasını ve vergi
ödemesini ifade eder. Mali güce göre vergilendirme, verginin, yükümlülerin
ekonomik ve kişisel durumlarına göre alınmasıdır. Bu ilke, aynı zamanda vergide
eşitlik ilkesinin uygulama aracı olup mali gücü fazla olanın mali gücü az olana
göre daha fazla vergi ödemesini gerektirir. Vergide eşitlik ilkesi ise, mali
gücü aynı olanlardan aynı, farklı olanlardan ise farklı oranda vergi alınması
esasına dayanır. Sermaye iratlarının ücretlere göre farklı vergilendirilmesi,
en az geçim indirimi, artan oranlı vergilendirme, çeşitli istisna ve muafiyet
uygulamaları, vergi yükünün adalete uygun dağılımı ile mali güce göre
vergilendirmenin araçlarıdır.”
denilmektedir.
Anayasa’nın 73. maddesinin üçüncü fıkrasında
hüküm altına alınan kanunilik ilkesi anılan fıkrada vergilerin yanı sıra “vergi
benzeri mali yükümlülükler” içerecek şekilde düzenlenmiş olması sebebi ile
tartışmasız olarak vergi benzeri mali yükümlülükler için de geçerlidir.
Madde lafzından hareketle aynı maddenin birinci
fıkrasındaki “mali güce göre ödeme ilkesiyle”, ikinci fıkrasında düzenlenen “vergi
yükünün adaletli ve dengeli dağılımı” ilkelerinin üçüncü ve dördüncü fıkralarda
yer verilen vergi benzeri mali yükümlülükler için de geçerli olduğunu söylemek
aynı kesinliğe sahip değildir. Üstelik vergiden farklı olarak resim, harç ve
benzeri mali yükümler için kural olarak “karşılıklılık ilkesi” ve “yararlanma
ilkelerinin” varlığı nedeniyle bu yükümler için mali güç ilkesinin
aranmayacağının ileri sürülmesi de bir takım haklı gerekçelere
dayandırılabilir.
Bununla birlikte, Anayasa’nın anılan maddesinin gerekçesinde yer
verilen “vergi ve benzeri malî
yükümlülüklerin adaletli ve dengeli dağılımı ilkesi getirilmiştir. “ şeklindeki açıklama ile
Anayasa Mahkemesi’nin gerek 1961 gerek 1982 Anayasası döneminde verdiği
kararlardan hareketle Anayasa ile belirlenmiş olan mali güç başta olmak üzere
vergileme ilkelerinin vergi benzerleri için de geçerli olduğu söylenilebilir.
Anayasa Mahkemesi gerek 1961 gerek 1982 Anayasası
döneminde vergi benzeri mali yükümlülük niteliğindeki bekçi ücretlerini,
Emekli Sandığı gelirlerinden Hazineye yapılan aktarmaları,jeotermal kaynaklardan elde edilen akışkanı kullanan
tesislerden yıllık gayrisafi hasılatları üzerinden alınan idare payını mali güce göre ödeme
ilkesine; kılavuzluk ve römorkaj hizmetlerinden elde edilen gelirin aylık gayri
safi tutarının belli bir yüzdesinin Devlet payı olarak alınmasınımali
güce göre ödeme ilkesine uygunluk açısından incelemiştir. Bu suretle, Anayasa
Mahkemesi Anayasa ile belirlenmiş olan mali güce göre ödeme ilkesini vergi
benzerleri için de geçerli saymış ve söz konusu mali yükümlülükleri bu ilkeye
uygunluk açısından denetime tabi tutmuştur.
Bu itibarla mali güce göre ödeme ile vergi yükünün adaletli ve dengeli
dağılımı ilkesinin vergi benzeri mali yükümlülükler için de geçerli olduğu
kabul edilmelidir.
Anayasa Mahkemesi’nin bir başka kararında
Anayasa’nın 73’üncü maddesinin ilk fıkrasında verginin malî güce göre ödeneceği
belirtilmişse de, “malî güç”ün tanımının yapılmadığı, öğretide, dar anlamda
vergi için öngörüldüğü kabul edilen malî güce göre vergilendirme ilkesinin,
geniş anlamda vergi kapsamına giren malî yükümlülükler yönünden de uygulanması
ve bu konuda mutlak bir eşitliğin sağlanmasının, bunların özellikleri ve
nitelikleri nedeniyle olanaklı olmadığı, ancak, bu tür malî yükümlülükler
getirilirken de makul ve kabul edilebilir ölçülerin gözetilmesi gerektiği
yönünde hüküm tesis ettiğini de dikkate almak gerekir.
Anayasa Mahkemesi kararları arasındaki bu yaklaşım
farkının Anayasa’nın 73. maddesinin lafzından kaynaklanmaktadır. “Mali güce
göre vergi ödenmesi gerektiğini ifade eden hüküm Anayasa’nın 73. maddesinin
birinci fıkrasında yer almakta olup, bu fıkrada “benzeri mali yükümlülük”
ibaresi yer almamaktadır. Benzer şekilde vergi yükünün adaletli ve dengeli
dağılımına ilişkin ilkenin yer aldığı ikinci fıkrada da benzeri mali yükümlülük
ibaresi yer almamaktadır. Birinci ve ikinci fıkrada değinilmeyen benzeri mali
yükümlülüklere üçüncü ve dördüncü fıkrada yer verilmiştir. Bu itibarla mali
güce göre ödeme, vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı gibi anayasal
vergileme ilkelerinin düzenlendiği birinci ve ikinci fıkralarda vergi benzeri
mali yükümlülük ibaresine yer almamış olmasına dayanılarak, bu ilkelerin sadece
vergiler için geçerli olacağını vergi benzeri mali yükümlülükler için geçerli
olmayacağını ileri sürmek anılan madde lafzı dikkate alındığında hukuken mümkün
bulunmaktadır.
Anayasa’nın 73. maddesinin ikinci fıkrasında “Vergi
yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır”
hükmü yer almaktadır. Anılan madde gerekçesinde ise “vergi ve benzeri malî
yükümlülüklerin adaletli ve dengeli dağılımı ilkesi getirilmiştir.” şeklindeki
açıklamaya yer verilmiştir. Bu açıklamadan, adaletli ve dengeli dağılım
ilkesinin madde metnindeki lafzın dar yorumlanması suretiyle sadece “vergi”
için değil madde gerekçesi ile “benzeri mali yükümlülükler” için de geçerli
kılındığı sonucuna ulaşmak mümkün görünmektedir. Bu durumda Anayasa Mahkemesi’nin
yukarıda değinilen kararlarında olduğu gibi “adaletli ve dengeli dağılım”
ilkelerinin vergilerin yanı sıra vergi benzeri mali yükümlülüklere uygulanması
Yüksek Mahkeme’nin kendi içtihatları ile oluşturduğu bir durum olmanın ötesinde
Anayasa gerekçesine dayalı bir temele sahiptir.
Bu yaklaşım tarzına paralel olarak, vergi benzeri
mali yükümlülükler bakımından “adaletli ve dengeli dağılım” ilkesine ek olarak “mali
güce göre ödeme” ilkesinin de geçerli olduğunu söylemek mümkündür.
Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı ile
mali güce göre vergilendirme ilkesi birbirlerini tamamlayan nitelikte
ilkelerdir. Mali güce göre vergilendirme yapıldığında yani kişiler iktidarı
oranında adil bir ölçü ile vergilendirildiğinde, vergi yükünün adaletli ve
dengeli dağılımı da sağlanmış olur.
Anayasa’nın 73. maddesinin gerekçesi ile Anayasa
mahkemesi kararları dikkate alındığında 73. maddenin birinci ve ikinci
fıkralarında düzenlenen ilkelerin vergi benzeri mali yükümlülüklere teşmil edilmesi
mümkündür. Vergi benzeri mali yükümlülükleri düzenleyen kanunların Anayasaya
uygunluğu denetlenirken, Anayasa’nın 73. maddesinde belirtilen ilkeler dışında,
2. maddesindeki hukuk devleti ve 10. maddesindeki eşitlik ilkesine uygun olup olmadığı
hususunun da dikkate alınması gerekmektedir.
Vergi benzeri mali yükümlülük niteliğindeki genel
sağlık sigortası ile ilgili bu düzenlemenin anayasal bir ilke olan mali güce
göre vergilendirme kapsamında denetime tabi tutulması Anayasa Mahkemesinin
yerleşik kararlarının gereğidir.
İptali istenilen 6824 sayılı Kanunun 14’üncü
maddesi ile getirilen; 5510 sayılı kanunun 60 ıncı maddesinin birinci
fıkrasının (g) bendi kapsamında yer alanlarların ödeyecekleri prim tutarının gelir testine ve gelir seviyesine bağlı olmaksızın asgari
ücretin brüt tutarının yüzde 3’ü olarak sabitlenmesine yönelik düzenleme; bu
statüde bulunanlar için genel sağlık sigortası priminin saptanmasında ödeme
gücü ilkesini göz önünde bulundurmadığı için Anayasa’nın 73. maddesine ve sosyal
hukuk devleti ilkesini tanımlayan 2. maddesine aykırı bulunmaktadır.
Anayasanın 10. maddesinde de “Herkes, dil, ırk,
renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir kişiye, aileye,
zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları
bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek
zorundadırlar.” denilmektedir. Bu kural, birbiri ile aynı durumda olanlara ayrı
kuralların uygulanmasını, ayrıcalıklı kişi ve toplulukların yaratılmasını
engellemektedir.
Anayasa’nın, bu ilkesi ile aynı hukuksal durumda
olan kişilerin aynı kurallara bağlı tutulacağı, değişik hukuksal durumda
olanların ise değişik kurallara bağlı tutulmasının bir aykırılık
oluşturmayacağı kabul edilmiştir.
Anayasa Mahkemesinin pek çok kararında vurgulandığı
gibi Anayasanın 10. maddesinde ifade edilen kanun önünde eşitlik ilkesi,
herkesin her yönden aynı kurallara bağlı olacağı anlamına gelmemekle birlikte,
yasaların uygulanmasında birbirinin aynı durumda olanlar ayrı kuralların
uygulanmasını ve ayrıcalıklı kişi ve toplumların yaratılmasını engellemektedir.
Kimi yurttaşların haklı bir nedene dayanılarak değişik kurallara bağlı
tutulmaları eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmamakta, hatta bunların durumu ve
konumlarındaki özellikleri, kimi kişi ya da topluluklar için değişik kuralları
ve değişik uygulamaları gerekli kılmakta, özelliklere ve aykırılıklara
dayandığı için haklı olan nedenler, ayrı düzenlemeyi aykırı değil, geçerli
kılarsa da, aynı durumda olanlar için ayrı düzenleme aykırılık oluşturur.
Anayasa ile eylemli değil <hukuki eşitlik> amaçlanmaktadır. Anayasanın
öngördüğü eşitlik ilkesinin çiğnenmemesi için, aynı hukuksal durumlar aynı,
ayrı hukuksal durumların ayrı kurallara bağlı tutulması gerekmektedir. Başka
bir anlatımla, kişisel durumları ve nitelikleri özdeş olanlar arasında, konulan
kurallarla değişik uygulamaların yapılmaması gerekmektedir.
Aynı
hukuksal durumda olanlara ise aynı kuralların farklı hukuksal durumlarda
olanlara ise farklı kuralların uygulanması gerekir. Aksi halde bir tutum kanun
önünde eşitlik ilkesine aykırı bir durum doğar.
6824
sayılı Kanunun 14. maddesi ile getirilen düzenlemeyle 5510 sayılı kanunun 60. maddesinin
birinci fıkrasının (g) bendi kapsamında yer alan
vatandaşların aylık gelir düzeyi 592.50 TL’nin üzerinde olan tüm gelir
seviyeleri için gelir seviyesi ve servet birirkimi ne olursa olsun sadece 53
TL. genel sağlık sigortası primi ödeyerek genel sağlık sigortası sisteminden yararlanacak
olmaları nedeniyle iptali istenen kural, Anayasanın 10 uncu maddesine
aykırıdır.
Açıklanan nedenlerle, Anayasa’nın 2., 10. ve 73.
maddelerine açıkça aykırı olan 6824 sayılı Kanun’un 14. maddesinin iptali
gerekir.
III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ
1) Anayasada belirtilen sınırların dışına çıkılarak, 6824 sayılı
Kanunun 6. maddesinde yapılan düzenlemeyle, 492 sayılı
Harçlar Kanununa bağlı (4) sayılı tarifenin “I-Tapu işlemleri” başlıklı
bölümünün (20) numaralı fıkrasının (a) bendine paragraf eklenmek suretiyle
gayrimenkullerin tapuda satış yoluyla devri işlemine ilişkin tapu harcı
oranını, gayrimenkullerin türleri, sınıfları, büyüklükleri, bulunduğu yer ve
vergi değerleri itibarıyla veya gayrimenkullerin asli edim kapsamında gayrimenkul
sertifikası karşılığı edinilip edinilmediğine göre farklılaştırmaya yönelik
olarak geniş ölçüde, sınırsızca Bakanlar Kuruluna yetki verilmektedir Bu
düzenlemeyle, verginin kanuniliği ilkesi açıkça ihlal edilmiş ve yetki
açısından Anayasaya aykırılık oluşmuştur.
2) 6824 sayılı Kanunun 7. maddesinde yapılan
düzenlemeyle, 25/10/1984 tarihli ve 3065 sayılı Katma Değer Vergisi
Kanununun 13. maddesinin birinci fıkrasına (i) bendi eklenerek konut veya iş
yeri olarak inşa edilen binaların ilk tesliminde uygulanmak ve bedeli döviz
olarak Türkiye’ye getirilmek kaydıyla, Gelir Vergisi Kanununun 3. maddesinin
birinci fıkrasının 2 numaralı bendinde belirtilenler hariç olmak üzere çalışma
veya oturma izni alarak altı aydan daha fazla yurt dışında yaşayan Türk vatandaşlarına,
Türkiye’de yerleşmiş olmayan yabancı uyruklu gerçek kişiler ile kanuni ve iş
merkezi Türkiye’de olmayan ve bir iş yeri ya da daimi temsilci vasıtasıyla
Türkiye’de kazanç elde etmeyen kurumlara yapılan konut veya iş yeri teslimlerinin
katma değer vergisinden istisna edilmesi suretiyle vergilemede eşitlik ve ödeme
gücü ilkelerini gözönünde bulundurulmayarak mükellefler arasında salt
mukimlikten dolayı ayırım yapılmaktadır.Söz konusu madde hükmü Anayasanın 2., 10.
ve 73. maddelerine aykırı bulunmaktadır.
3)
6824 sayılı Kanunun 14’üncü maddesi ile getirilen düzenleme nedeniyle 5510
sayılı kanunun 60 ıncı maddesinin birinci fıkrasının (g) bendi kapsamında yer
alan vatandaşların aylık gelir düzeyi 592.50 TL’nin
üzerinde olan tüm gelir seviyeleri için gelir seviyesi ve servet
birikimi ne olursa olsun sadece 53 TL. genel sağlık sigortası primi ödeyerek
genel sağlık sigortası sisteminden yararlanacak olmaları Anayasa’nın 2., 10. ve
73. maddelerine aykırıdır.
Anayasal düzenin hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden en kısa
sürede arındırılması, hukuk devleti sayılmanın en önemli gerekleri arasında
sayılmaktadır. Anayasaya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle korunması gereken
hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün sağlanamadığı
bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu
ilkenin zedelenmesi hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve
zararlara yol açacaktır.
Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça
aykırı olan ve iptali istenen hükümlerin iptal davası sonuçlanıncaya kadar
yürürlüklerinin de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır.
IV. SONUÇ VE İSTEM
23.02.2017 tarihli ve 6824 sayılı “Bazı Alacakların Yeniden
Yapılandırılması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un
1) 6’ncı maddesiyle 02.07.1964 tarihli ve 492 sayılı Harçlar Kanununa
bağlı (4) sayılı tarifenin “I-Tapu işlemleri” başlıklı bölümünün (20) numaralı
fıkrasının (a) bendine eklenen paragraf hükmünün Anayasa’nın 2., 7. ve 73. maddelerine,
2) 7’inci maddesiyle 25/10/1984tarihli ve 3065 sayılı Katma Değer
Vergisi Kanununun 13 üncü maddesinin birinci fıkrasına eklenen (i) bendinin Anayasa’nın
2., 10. ve 73. maddelerine,
3) 31.05.2006 tarih ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık
Sigortası Kanununun 80’inci maddesinin dördüncü fıkrasının ikinci ve üçüncü
cümlelerini değiştiren ve aynı fıkranın dördüncü cümlesini yürürlükten
kaldıran 14. maddesinin Anayasa’nın 2., 10. ve 73. maddelerine
aykırı olduklarından iptallerine ve uygulanmaları halinde giderilmesi
güç ya da olanaksız zarar ve durumlar olacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya
kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı
ile arz ederiz.”