“…
1) 6639
sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun”un 4. maddesi ile değiştirilen 24.5.2013 tarihli
ve 6487 sayılı Bazı Kanunlar ile 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 33. maddesinin dördüncü fıkrasının
birinci cümlesindeki “10.12.2003 tarihli ve 5018 sayılı Kamu Malî Yönetimi ve
Kontrol Kanununun 29 uncu maddesi hükmüne tabi olmaksızın” ibaresi ile ikinci
cümlesindeki, “… takip eden yıllarda ise her takvim yılı başından geçerli olmak
üzere o yıl için 4/1/1961 tarihli ve 213 sayılı Vergi Usul Kanununun mükerrer
298 inci maddesi hükümleri uyarınca tespit ve ilan edilen yeniden değerleme
oranında artırılarak…” ifadesinin Anayasa’ya Aykırılığı
Yeşilay
Vakfı’na kamu kaynağı aktarılmasına ilişkin yasal düzenleme 24/5/2013 tarih ve
6487 sayılı Bazı Kanunlar ile 357 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik
Yapılması Hakkında Kanun’un 33 üncü maddesinde yapılmıştır.
Söz konusu
madde hükmü şu şekildedir: “Türkiye Yeşilay Cemiyeti tarafından bu maddenin
yürürlüğe girdiği tarihten itibaren üç ay içinde Türkiye Yeşilay Cemiyeti ile
aynı amaçları gerçekleştirmek üzere merkezi İstanbul’da olan “Türkiye Yeşilay
Vakfı” adında Vakıf kurulur.
(2) Vakıf;
a)
Kurumlar vergisinden (iktisadi işletmeleri hariç),
b)
Yapılacak bağış ve yardımlar sebebiyle veraset ve intikal vergisinden,
c) Her
türlü muameleler dolayısıyla düzenlenen kağıtlar damga vergisinden, yapılan
işlemler harçtan, müstesnadır.
(3) Vakfa
yapılacak nakdi bağış ve yardımların tamamı gelir ve kurumlar vergisi
mükellefleri tarafından beyannameleri üzerinde bildirilen gelir veya kazançtan
indirilebilir. Vakıf, Bakanlar Kurulunca vergi muafiyeti tanınan vakıflara
diğer kanunlarla tanınan vergi, harç ve diğer istisna ve imkânlardan aynen
yararlanır.
(4) Vakfa,
amaçlarını gerçekleştirmek üzere, 10/12/2003 tarihli ve 5018 sayılı Kamu Malî
Yönetimi ve Kontrol Kanununun 29 uncu maddesi hükmüne tabi olmaksızın yardım
yapılmak üzere, Sağlık Bakanlığı bütçesinde gerekli ödenek öngörülür.”
Görüldüğü
üzere, 6487 sayılı Kanunun 33 üncü maddesi ile oldukça geniş yetkilere sahip ve
benzer amaç ve işlevleri gören hiçbir dernek ve vakfa tanınmayan imkânlar
Yeşilay Vakfı’na tanınmış ve vakfa kamu kaynağı aktarılmasının yasal altyapısı
oluşturulmuştu.
6639
sayılı Kanun’un 4. maddesiyle ise 24/5/2013 tarihli ve
6487 sayılı Bazı Kanunlar ile 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik
Yapılması Hakkında Kanunun 33 üncü maddesinin dördüncü fıkrası “Vakfa,
amaçlarını gerçekleştirmek üzere, 10/12/2003 tarihli ve 5018 sayılı Kamu Malî
Yönetimi ve Kontrol Kanununun 29 uncu maddesi hükmüne tabi olmaksızın her yıl
ocak ayı içinde aktarılmak üzere Sağlık Bakanlığı bütçesinde ödenek ayrılır.
Ayrılacak bu tutar 2015 yılında 15.000.000 TL olarak, takip eden yıllarda ise
her takvim yılı başından geçerli olmak üzere o yıl için 4/1/1961 tarihli ve 213
sayılı Vergi Usul Kanununun mükerrer 298 inci maddesi hükümleri uyarınca tespit
ve ilan edilen yeniden değerleme oranında artırılarak belirlenir.” şeklinde
değiştirilerek, bir yandan Vakfa aktarılacak kaynağın 5018 sayılı
Kanunun 29. maddesine tabi olmaması öngörülürken; diğer yandan bütçe gibi
yıllık olan bir Kanunda gelecek yılların parlamentosunu yükümlülük altına sokup
bütçe yapma hakkını elinden alan düzenlemeler yapılmaktadır.
İstisna
tutulan 5018 sayılı Kanunun “Bütçelerden yardım yapılması” başlıklı 29. maddesi
şöyledir:
“Bütçelerden yardım yapılması
Madde 29- Gerçek veya tüzel kişilere kanuni dayanağı olmadan kamu
kaynağı kullandırılamaz, yardımda bulunulamaz veya menfaat sağlanamaz. Ancak,
genel yönetim kapsamındaki kamu idarelerinin bütçelerinde öngörülmüş olmak
kaydıyla; kamu yararı gözetilerek dernek, vakıf, birlik, kurum, kuruluş, sandık
ve benzeri teşekküllere yardım yapılabilir.
Bu
yardımların yapılması, kullanılması, izlenmesi, denetlenmesi ve kamuoyuna
açıklanmasına ilişkin esas ve usuller Maliye Bakanlığınca hazırlanarak Bakanlar
Kurulunca çıkarılacak yönetmelikle belirlenir.”
Maddenin
ikinci fıkrasının göndermede bulunduğu “Dernek, Vakıf, Birlik, Kurum,
Kuruluş, Sandık ve Benzeri Teşekküllere Genel Yönetim
Kapsamındaki Kamu İdarelerinin Bütçelerinden Yardım Yapılması Hakkında
Yönetmelik” 3.7.2006 tarihli ve 2006/10656 sayılı BKK ile kabul edilmiş ve
17.7.2006 tarihli ve 26231 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe
girmiştir.
Anılan
Yönetmeliğin 5. maddesinde yardım yapılabilme şartları düzenlenirken;
“Yardımların kullanılması, izlenmesi ve denetlenmesi” başlıklı 7. maddesi,
“ MADDE 7
– (1) Teşekküller, yardımları kamu yararı gözeterek veriliş amacına uygun
olarak kullanmak zorundadır.
(2)
Yardım alan teşekküller, yardımın amacına uygun olarak harcanıp harcanmadığına
ilişkin bilgi, belge ve kayıtların birer örneği ile faaliyet raporlarını,
faaliyetin bitimini müteakip bir ay içinde veya devam eden faaliyetlerine
ilişkin bilgi, belge ve raporlarını takip eden yılın ilk ayı içerisinde yardım
yapan idareye göndermek zorundadır.
(3)
Yardım yapan idareler, yapılan yardımla sınırlı olmak üzere gerekli gördüğü her
türlü inceleme, kontrol ve denetimi yapmaya yetkilidir. Denetim sırasında
görevli memur tarafından istenecek bilgi, belge ve kayıtların gösterilmesi,
verilmesi, sorulan soruların yazılı ve/veya sözlü olarak cevaplandırılması
zorunludur.”
şeklinde;
“Yardımların
kamuoyuna açıklanması” başlıklı 8. maddesi ise,
“MADDE 8–
(1) İdareler, yardım yapılan teşekküllerin isim listesini, teşekküllere ilişkin
bilgileri, yardımın amacını, konusunu ve yapılan yardım tutarlarını, izleyen
yılın Şubat ayı sonuna kadar kamuoyuna açıklar.”
şeklinde
düzenlenmiştir.
Bu
bağlamda, Yeşilay Vakfına Sağlık Bakanlığı bütçesinden 5018 sayılı Kamu
Malî Yönetimi ve Kontrol Kanununun 29. maddesi hükmüne tabi olmaksızın
yardım yapılmasını öngören iptali istenen düzenleme, 5018 sayılı Kanunun 29.
maddesinin ikinci fıkrasının verdiği yetkiyle 2006/10656 sayılı BKK ile kabul
edilen Yönetmeliğin 7. maddesindeki “yardımları kamu yararı gözeterek veriliş
amacına uygun olarak kullanmak” ve “yardımın amacına uygun olarak harcanıp
harcanmadığına ilişkin bilgi, belge ve kayıtların birer örneği ile faaliyet
raporlarını, faaliyetin bitimini müteakip bir ay içinde veya devam eden
faaliyetlerine ilişkin bilgi, belge ve raporlarını takip eden yılın ilk ayı
içerisinde yardım yapan idareye göndermek” yükümlülüğünden Yeşilay Vakfını
azade kılmanın yanında yardım yapan Sağlık Bakanlığının denetimi dışına
taşımayı ve ayrıca 8. maddesine göre de yapılan yardımların kamuoyuna
açıklanmasını önlemeyi amaçlamaktadır.
Anayasa'nın
2. maddesinde; “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet
anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı,
başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir
hukuk Devletidir.” denilmiştir.
Anayasa
Mahkemesi, “hukuk devleti” ilkesini; hukuk güvenliği, kamu yararı, nesnellik
kriteri, adalet ve hakkaniyet ölçütleriyle birlikte açıkladığı 17.6.2010 günlü
ve E.2008/22, K.2010/82 sayılı kararında; “(...) Hukuk devletinin temel
ilkelerinden olan hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin
tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal
düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli
kılar. (…) Kanunların, kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel,
objektif, âdil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk
devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle yasa koyucunun hukuki düzenlemelerde
kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet
ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir.” demiştir.
Kanunların,
kamu yararı amacına yönelik olması, genel, objektif, âdil kurallar içermesi ve
hakkaniyeti gözetmesi, hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle,
yasakoyucunun, hukukî düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini, anayasal
sınırlar içinde, adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde
tutarak kullanması gerekir.
“Hukuk
devleti” ilkesi, hukuk güvenliğinin ve adaletin sağlanmasına yönelik hukuk
anlayışını temsil etmekte ve yasaların, kamu yararı amacıyla çıkarılmasını
zorunlu kılmaktadır.
Anayasa Mahkemesi’nin pek çok Kararında isâbetle vurgulandığı üzere,
hukuk devletinin vazgeçilmez öğeleri arasında yer alan yasaların kamu yararına
dayanması ilkesi ile; bütün kamusal girişimlerin temelinde bulunması doğal olan
kamu yararı düşüncesinin yasalara egemen olması ve özellikle Yeşilay
Vakfı’na amaçlarını gerçekleştirmek üzere, Sağlık Bakanlığı bütçesinden
yapılacak kamusal yardımın, yapılış amacına uygun kullanılmasını, denetiminin
sağlanmasını ve kamuoyuna açıklanmasını güvence altına alacak sistemleri
kurması gerekir. Aksine yasakoyucunun kurulu sistemden istisna tutmaya yönelik,
amaç dışı kullanıma ve her türlü yolsuzluk ve usulsüzlüğe açık kaynak kullanımı
teşvik eden yasal düzenlemeler yapmasının kamu yararıyla bağdaşmayacağı da
açıktır.
Bu
itibarla, adaletli bir hukuk düzeni kurup, bunu sürdürmekle yükümlü olan hukuk
devletinde, dava konusu düzenlemenin amaç unsuru yönünden özel
çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan toplumsal yarar gözetilerek ve kamu
yararı amacını gerçekleştirmek üzere çıkarıldığından ve nihaî olarak kamu
yararını gerçekleştirmek hedefine yönelmiş olduğundan söz edilemez.
Sağlık Bakanlığı bütçesinden Yeşilay Vakfına yapılacak yardımları 5018 sayılı
Kanunun 29. maddesinden istisna tutan düzenleme, hukuk güvenliğinin ve adaletin
sağlanmasını amaçlayan “hukuk devleti ilkesi” ve “hukukun genel ilkeleri” ile
bütünüyle çatışma hâlinde olduğundan, Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti
ilkesine aykırıdır.
Öte yandan, çağdaş demokrasi hesap verebilir demokrasidir ve
demokratik devlet ilkesi, kamusal kaynak kullanan herkesin halka ve yetkili
mercilere hesabını vermesini gerektirir. İptali istenen düzenleme kamu
kaynağının hesabının verilmemesini öngördüğünden, Anayasa’nın 2. maddesindeki
demokratik devlet ilkesiyle bağdaşmamaktadır.
Anayasa’nın 87. maddesinde “bütçe ve kesin hesap kanun tasarılarını
görüşmek ve kabul etmek” Türkiye Büyük Millet Meclisinin görev ve yetkileri
arasında sayılmış; 161. maddesinin birinci fıkrasında, Devletin ve kamu iktisadi
teşebbüsleri dışındaki kamu tüzel kişilerinin harcamalarının yıllık bütçelerle
yapılacağı kurallaştırılırken ikinci fıkrasında, “Mali yıl başlangıcı ile
merkezi yönetim bütçesinin hazırlanması, uygulanması ve kontrolü kanunla
düzenlenir.” denilmiş ve 162. maddesinde ise bütçenin görüşülmesi
düzenlenmiştir.
Anayasa Mahkemesinin 30.12.2010 günlü ve E.2008/83, K.2010/121 sayılı
Kararında da belirtildiği üzere, “Yasama organının, halk adına kamu gelirlerini
toplama ve yine halk adına bu gelirleri harcama konusunda yürütme organına
sınırları belirleyerek yetki vermesi ve sonuçlarını denetlemesine bütçe hakkı
denilmektedir. (…) Bu hak, demokratik parlamenter yönetim sistemini benimsemiş
olan ülkelerde, halk tarafından seçilen temsilcilerden oluşan ve en yetkili
organ olan yasama organına ait bulunmaktadır. Bütçe, hükümetin Meclis’e karşı
temel sorumluluk mekanizmasıdır. (…) Bütçe yapısının fonksiyonunu ifa
edebilmesi, temel bütçe ilkelerine uyulması ile mümkün olmaktadır. Bütçe
ilkeleri; bütçenin hazırlanması, görüşülüp onaylanması, uygulanması ve
denetlenmesi ile ilgili olarak göz önünde bulundurulması gereken kuralları
ifade eder. Bu ilkeler, devlet bütçelerinin temel özellikleri ve amaçlarının
gerçekleşmesi için uygulanması zorunlu olan ulusal ve uluslararası alanda kabul
görmüş klasik maliye biliminin ilkeleridir.”
“Bütçenin yıllık olması” temel bütçe ilkelerindendir ve Anayasa’nın
161. maddesinin birinci fıkrasında da açıkça belirtilmiştir. 6639 sayılı
Kanun’un 4. maddesiyle 6487 sayılı Kanunun 33 üncü maddesinin
dördüncü fıkrasına Yeşilay vakfına aktarılmak üzere Sağlık Bakanlığı 2015 yılı
bütçesine 15 milyon TL ödenek konulup; “takip eden yıllarda ise her takvim yılı
başından geçerli olmak üzere o yıl için 4/1/1961 tarihli ve 213 sayılı Vergi
Usul Kanununun mükerrer 298 inci maddesi hükümleri uyarınca tespit ve ilan
edilen yeniden değerleme oranında artırılarak belirlenir.” denilmesi ve böylece
2006 ve sonrasındaki yıllarda Sağlık Bakanlığı bütçesine Yeşilay Vakfına
aktarılmak üzere konulacak ödeneklerin 6639 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği 15.4.2015
tarihinden belirlenmesi bütçenin yıllık olması ilkesiyle bağdaşmadığından,
iptali istenen ifade Anayasa’nın 161. maddesine aykırılık oluşturmaktadır.
Öte yandan, “bütçe hakkı” Türkiye Büyük Millet Meclisinindir ve
bütçenin görüşülmesi Anayasa’nın 162. maddesinde düzenlenmiştir. Bütçe hakkının
parlamentonun olması, parlamentonun bütçe ödeneklerini tahsis ederken iradesi
üzerinde hiçbir sınırlamanın olmaması demektir. Gelecek yıllarda halkın
iradesiyle şekillenecek parlamentonun iradesinin, bu günkü parlamento çoğunluğu
tarafından belirlenmesi ve bu belirlemenin Sağlık Bakanlığı bütçesine Yeşilay
Vakfına yardım amacıyla ne kadar ödenek konulacağı ayrıntısına inmesi,
parlamentonun bütçe hakkı” ile bağdaşmadığından, “… takip eden yıllarda
ise her takvim yılı başından geçerli olmak üzere o yıl için 4/1/1961 tarihli ve
213 sayılı Vergi Usul Kanununun mükerrer 298 inci maddesi hükümleri uyarınca
tespit ve ilan edilen yeniden değerleme oranında artırılarak…” ifadesi,
Anayasa’nın 87. maddesine aykırıdır.
Bütçenin görüşülmesi Anayasa’nın 162. maddesinde düzenlenirken;
yasaların görüşülmesi Anayasa’nın 88. maddesinde farklı bir usule tabi tutulmuş
ve Anayasa’nın 89. maddesinde Cumhurbaşkanına bütçe kanunlarını bir daha görüşülmek
üzere Türkiye Büyük Millet Meclisine geri gönderme yetkisi tanınmamıştır. Bu
bağlamda, bütçe kanunlarında düzenlenmesi gereken ödenek tahsisleri ile
miktarlarının kanunla düzenlenmesi, Anayasa’nın 161. ve 162. maddelerindeki
kurallarla bağdaşmamaktadır.
Yukarıda açıklandığı üzere 6639 sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun”un 4. maddesi ile
değiştirilen 24.5.2013 tarihli ve 6487 sayılı Bazı Kanunlar ile 375
Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 33.
maddesinin dördüncü fıkrasının birinci cümlesindeki “10.12.2003 tarihli ve 5018
sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanununun 29 uncu maddesi hükmüne tabi
olmaksızın” ibaresi, Anayasa’nın 2. maddesine; ikinci cümlesindeki, “… takip
eden yıllarda ise her takvim yılı başından geçerli olmak üzere o yıl için
4/1/1961 tarihli ve 213 sayılı Vergi Usul Kanununun mükerrer 298 inci maddesi
hükümleri uyarınca tespit ve ilan edilen yeniden değerleme oranında
artırılarak…” ifadesi ise Anayasa’nın 87., 161. ve 162. maddelerine aykırı
olduğundan iptali gerekir.
2) 6639
sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun”un 5. maddesiyle 28.3.1983 tarihli ve 2809 sayılı
Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanununa eklenen ek 158. maddenin;
a) İkinci
fıkrasının birinci cümlesindeki “ … ile Mütevelli Heyetinden …” ibaresi ile
ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci cümleleri ve altıncı cümlesindeki “Mütevelli
Heyetinin …” ve “… Mütevelli Heyetinin …” ibarelerinin; üçüncü fıkrası ile
dördüncü fıkrasının üçüncü cümlesindeki “Mütevelli Heyetinin teklifi ve ...”
ibaresinin ve beşinci fıkrasının üçüncü cümlesindeki “… Mütevelli Heyeti
tarafından …” ibaresi ile dördüncü cümlesindeki “… ve Mütevelli Heyetinin onayı
…” ibaresinin Anayasa’ya Aykırılığı
6639
sayılı Kanunun 5. maddesiyle 2809 sayılı Kanuna eklenen ek 158. maddeyle
İstanbul’da Sağlık Bilimleri Üniversitesi adıyla yeni bir üniversite
kurulmakta; üniversite için 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununda öngörülen organlara
ek olarak ayrıca öngörülmeyen Mütevelli Heyeti oluşturularak 2547 sayılı
Kanunda Rektör, senato ve yönetim kuruluna verilen görevlerin bir kısmı
Mütevelli Heyetine verilmekte; Devlet üniversitelerinden farklı olarak “özel
statülü” kurulan ve Sağlık Bakanlığı’nın kontrolünde oluşturulan “Mütevelli
Heyeti” üzerinden üniversitenin akademik ve bilimsel özerkliği ortadan
kaldırılmakta ve Anayasa’nın sınırlarını çizdiği çerçevenin dışında özel
konumlu kurulan üniversite ile diğer Devlet üniversiteleri arasında ayrımcılık
yapılmaktadır.
Anayasa’nın
130. maddesinin birinci fıkrasında, çağdaş eğitim-öğretim esaslarına dayanan
bir düzen içinde milletin ve ülkenin ihtiyaçlarına uygun insan gücünü
yetiştirmek amacıyla kamu tüzelkişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip
üniversitelerin Devlet tarafından kanunla kurulacağı belirtilmiş; ikinci
fıkrasında, kanunda gösterilen usul ve esaslara göre vakıflar tarafından
Devletin gözetim ve denetimine tabi yükseköğretim kurulabileceğine yer
verilmiş; dokuzuncu fıkrasında, yükseköğretim kurumlarının kuruluş ve organları
ile işleyişleri ve bunların seçimleri, görev, yetki ve sorumlulukları,
üniversiteler üzerinde Devletin gözetim ve denetim hakkını kullanma usullerinin
kanunla düzenleneceği hüküm altına alındıktan sonra, 132. maddesinde ise Türk
Silahlı Kuvvetleri ve emniyet teşkilatına bağlı yükseköğretim kurumlarının özel
kanun hükümlerine tabi olduğu kurallaştırılmıştır.
Anayasa’daki
bu kurallara göre;
(i) Devlet
tarafından kamu tüzelkişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip olarak kurulacak
devlete ait yükseköğretim kurumlarının kuruluş ve organları ile işleyişleri;
organlarının seçimleri, görev, yetki ve sorumlulukları; Devletin üniversiteler
üzerinde gözetim ve denetim hakkını kullanma usulleri kanunla düzenlenecek;
(ii) Kanunda
gösterilen usul ve esaslara göre vakıflar tarafından Devletin gözetim ve
denetimine tabi yükseköğretim kurumları kurulabilecek;
(iii) Türk
Silahlı Kuvvetleri ve emniyet teşkilatına bağlı yükseköğretim kurumları için
özel kanun hükümleri getirilebilecektir.
Anayasa’nın
130. maddesinin birinci ve dokuzuncu fıkralarındaki kurallara göre, Devlete ait
yükseköğretim kurumlarının, teşkilat (kuruluş) ve organlarının, bunların
işleyişleri ile görev, yetki ve sorumluluklarının, Devletin üniversiteler
üzerindeki gözetim ve denetim hakkını kullanma usullerinin bütünlük içinde ve
bir örnek teşkil edecek şekilde kanunla düzenlenmesi; 131. maddesine göre ise
bu kurallardan istisnai özel hükümlerin, Türk Silahlı Kuvvetleri ve emniyet
teşkilatına bağlı yükseköğretim kurumlarıyla sınırlı olarak getirilmesi
gerekmektedir. Başka bir anlatımla Devlete ait yükseköğretim kurumlarının
teşkilat, organlar, işleyiş, görev, yetki, sorumluluk ve Devletin üniversiteler
üzerindeki gözetim ve denetim hakkını kullanma usulleri açısından bir örnek
olması ve “özel statülü” üniversite kurulmaması Anayasal bir zorunluluktur.
Anayasa’nın
130. maddesinin ikinci ve onuncu fıkralarında sözü edilen vakıf üniversiteleri
için ayrı bir kanun çıkarılmak yerine, vakıf üniversiteleri 2547 sayılı Kanuna
eklenen ek maddelerde (ek madde 2 ila ek madde 15) düzenlenmiştir.
2547
sayılı Kanunun ek 5. maddesinde, vakıflarca kurulacak yükseköğretim
kurumlarının, vakıf yönetim organı dışında en az yedi kişiden oluşan bir
mütevelli heyetinin bulunması; mütevelli heyetin vakıf yönetim organı
tarafından seçilmesi; mütevelli heyetin kendi üyeleri arasından bir başkan
seçmesi; vakıf yükseköğretim kurumunun tüzelkişiliğinin mütevelli heyet
tarafından temsil edilmesi; vakıf yükseköğretim kurumları yöneticilerinin
Yükseköğretim Kurulunun olumlu görüşü alınarak mütevelli heyet tarafından
atanması; yükseköğretim kurumunda görevlendirilecek yönetici, öğretim elemanı
ve diğer personelin sözleşmelerinin mütevelli heyet tarafından yapılması, atama
ve görevden alınmalarının ve yükseköğretim kurumunun bütçesinin mütevelli heyet
tarafından onaylanması ve izlenmesi öngörülmüştür.
Bu
kurallara göre mütevelli heyeti, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu hükümlerine
göre kurulan vakıflar tarafından 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununa göre
kurulan vakıf yükseköğretim kurumlarının üst yönetim ve karar organıdır.
İptali
istenen düzenlemelerde, Sağlık Bilimleri Üniversitesinin 2547 sayılı Kanunda
öngörülen organlar yanında ayrıca mütevelli heyetinin olması; beş üyeli
mütevelli heyetinin Sağlık Bakanlığı Müsteşarı ve Sağlık Bakanının seçeceği iki
üye ile üniversite rektörü ve Yükseköğretim Kurulu’nun seçeceği bir üyeden
oluşması; Başkanının Sağlık Bakanlığı Müsteşarı olması ve böylece beş üyeli
heyette üçünün Sağlık Bakanlığınca belirlenip, Başkanının da Bakanlık Müsteşarı
olması ve dolayısıyla Üniversite yönetiminin Sağlık Bakanlığının uhdesinde
merkezileşmesi öngörülmüş; Sağlık Bakanlığının uhdesinde merkezileşen mütevelli
heyetine, (i) 2547 sayılı Kanunun 13. maddesi ve 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi
ve Kontrol Kanununun 11. ve 17. maddeleri uyarınca üniversitelerde rektörün
yetkisinde olan “Üniversitenin stratejik planını ve bütçe teklifini
onaylamak.”; (ii) 2547 sayılı Kanunun 13. ve 15. maddelerine göre üniversite
rektörü ile üniversite yönetim kurulunun yetkisinde olan “Kamu kurum ve
kuruluşları ve gerçek ve özel hukuk tüzel kişileriyle işbirliği yapılmasına ve
ortak projeler yürütülmesine karar vermek; (iii) 2547 sayılı Kanunun 13. ve 14.
maddelerine göre üniversite rektörü ile üniversite senatosunun yetkisinde olan
“Yurt içinde ve yurt dışında Üniversiteye ait birimlerin ve bölümlerin
kurulmasını teklif etmek”; (iv) Üniversite içinde üniversite rektörü üzerinde
bir karar organı yaratılarak “Rektör tarafından gündeme alınması önerilen
konularda karar almak” yetkileri yanında ayrıca (v) öğretim üyesi atamaları ve
norm kadronun belirlenmesinde söz ve karar sahibi kılınmıştır.
334 sayılı
1961 Anayasasının 120. maddesinin birinci fıkrasında belirtilen, Devlet eliyle
ve kanunla özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip olarak kurulacak
üniversiteler için üçüncü fıkrasında, üniversitelerin devletin gözetimi ve
denetimi altında, kendileri tarafından seçilen organları eliyle yönetileceği
belirtildikten sonra, “Özel kanuna göre kurulan Devlet üniversiteleri hakkındaki
hükümler saklıdır.” denilerek özel kanunla kurulan (örneğin Ortadoğu Teknik
Üniversitesi gibi) özel statülü/konumlu üniversiteler ayrık tutulurken; 2709
sayılı 1982 Anayasasının 130. maddesinde, özel kanunla özel statülü/konumlu
kurulan üniversitelere özgü bir düzenlemeye yer verilmeyerek bütün Devlet
üniversitelerinin teşkilatlanma, işleyiş, görev, yetki ve sorumlulukları ile
eğitim - öğretim, araştırma, yayım, öğretim elemanları, öğrenciler ve diğer
personel ile ilgili esasları bir bütünlük içinde düzenlenmiştir. Bu
düzenlenişin geri planında 4.11.1981 tarihli ve 2547 sayılı Yükseköğretim
Kanunu’nun 6.11.1981 tarihli ve 17506 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak
yürürlüğe girmiş olması ve Anayasa’nın 130. maddesinin 2547 sayılı Kanundaki
esaslara göre düzenlenmesi gerçeği de yatmaktadır. Nitekim 7.11.1982 tarihli ve
2709 sayılı 1982 Anayasasının 130. maddesine ilişkin Milli Güvenlik Kurulu
Anayasa Komisyonu Değişiklik Gerekçesinde, “Danışma Meclisi tarafından kabul
edilmiş bulunan 140 ıncı madde, 130 uncu madde olarak yeniden düzenlenmiştir.
Bu düzenlemede 4.11.1981 tarih ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ile
getirilmiş bulunan ve 2324 sayılı Anayasa Düzeni Hakkında Kanun hükümlerine
göre Anayasa hükmü niteliğindeki esaslardan Anayasada yer alması gerekenler göz
önünde bulundurulmuştur.” denilerek 2547 sayılı Kanundaki esasların Anayasa’nın
130. maddesine taşındığı vurgulanmıştır.
Anayasa
Mahkemesi, 3708 sayılı Kanunun 7. maddesiyle 2547 sayılı Kanuna eklenen ek 19.
maddedeki, Yükseköğretim Kurulunun olumlu görüşü alınarak, Milli Eğitim
Bakanlığının önerisi üzerine uygun görülen üniversitelere Bakanlar Kurulu
kararıyla özel statü verilmesine ve özel statü verilen üniversitenin dokuz
kişilik bir Üst Yönetim Kurulu tarafından yönetilmesine ilişkin kuralları,
29.6.1992 tarihli ve E.1991/21, K.1992/42 sayılı kararında, “Anayasa'nın 130.
maddesinde öngörülen üniversite dışında özel konumlu üniversite kurulamaz.
Üniversitelere ilişkin ortak ilkeler de bu maddede yer almaktadır… Anayasa'ya
aykırı yasa kurallarıyla uygulamaların geçerliği söz konusu olamaz. Anayasa'nın
çerçevesini ya da sınırlarını çizdiği konum (statü) dışındaki üniversite
konumu, üniversiteler arasında ayrım yaratan bir olumsuzluktur.” gerekçesiyle
iptal etmiştir.
Bu
itibarla, İstanbul’da Devlet üniversitesi olarak kurulan Sağlık Bilimleri
Üniversitesinde, 2547 sayılı Kanunda öngörülen üniversite organlarının üzerinde
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu hükümlerine göre kurulan vakıflar tarafından
2547 sayılı Yükseköğretim Kanununa göre kurulan vakıf yükseköğretim kurumlarına
özgü mütevelli heyetine yer verilmesi ve Devlet üniversitelerinde üniversite
organlarının (rektör, yönetim kurulu ve senato) yetkisinde olan görevlerin mütevelli
heyetinin uhdesinde merkezileştirilmesi ve böylece Anayasa’nın sınırlarını
çizdiği çerçevenin ve 132. maddesinde belirtilen istisnanın dışında özel
statülü/konumlu Devlet üniversitesi kurulması, Anayasa’nın 130. ve 132.
maddelerine aykırıdır.
Anayasa’nın
130. maddesinde, üniversitelerin bilimsel özerkliğe sahip olduğu belirtilmiş ve
Devletin yetkisi gözetim ve denetim ile sınırlandırılmıştır. Başka bir
anlatımla üniversitelerin, Devletin gözetimi ve denetimi altında, kendi
organları tarafından yönetilmesi, öğretim üye ve yardımcılarının göreve
alınmaları ve yükseltilmelerinin kendi organları tarafından yürütülmesi;
üniversite yönetim ve denetim organları ile öğretim elemanlarının Yükseköğretim
Kurulu veya üniversitelerin yetkili organlarının dışında kalan makamlarca her
ne surette olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamaması ve üniversiteler ile
öğretim üyeleri ve yardımcılarının serbestçe her türlü bilimsel araştırma ve
yayında bulunabilmeleri bilimsel özerkliğin bir gereği olarak belirtilmiştir.
İstanbul’da
kurulan Sağlık Bilimleri Üniversitesinde üniversitenin organları dışında üst
yönetim ve karar organı olarak mütevelli heyetinin öngörülmesi, beş üyeli
mütevelli heyetinin başkanı dahil üç üyesinin Sağlık Bakanlığınca oluşturularak
üst yönetim ve karar organının Sağlık Bakanlığının ve dolayısıyla idarenin
kontrolüne verilmesi ve üniversite organlarının uhdesinde olan yetkilerin
mütevelli heyetine devredilmesi, üniversite özerkliği ile bağdaşmadığından,
iptali istenen düzenlemeler Anayasa’nın 130. maddesine bu açıdan da aykırıdır.
Öte yandan
Anayasa’nın 10. maddesinde kanun önünde eşitlik ilkesine yer verilmiş ve
ayrımcılık yasaklanmıştır.
Diğerleri
yanında yurtdışında üniversiteye ait birimler kurmayı teklif etme, birlikte
kullanılacak eğitim ve araştırma hastanelerinin eğitim birimleri ve ihtiyacını
dikkate alarak üniversiteye tahsis edilecek kadroları il bazında belirleme ve
üniversitenin birimlerine tahsis edilecek öğretim üyesi norm kadro sayısını
onaylama gibi personel çalıştırmaya ve dolayısıyla üniversitede istihdam edilen
öğretim üyesi ve yardımcıları ile idari personele ilişkin olan üniversite
organlarına ait yetkilerin mütevelli heyetine verilmesi, diğer Devlet
üniversitelerinde istihdam edilen kişiler ile İstanbul’da kurulan Sağlık
Bilimleri Üniversitesinde istihdam edilen kişiler arasında ayrımcılığa yol açtığından
iptali istenen düzenlemeler, Anayasa’nın 10. maddesine de aykırıdır.
Yukarıda
açıklandığı üzere, 6639 sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun”un 5. maddesiyle 28.3.1983 tarihli ve 2809
sayılı Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanununa eklenen ek 158. maddenin
ikinci fıkrasının birinci cümlesindeki “ … ile Mütevelli Heyetinden …” ibaresi
ile ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci cümleleri ve altıncı cümlesindeki
“Mütevelli Heyetinin …” ve “… Mütevelli Heyetinin …” ibareleri; üçüncü fıkrası
ile dördüncü fıkrasının üçüncü cümlesindeki “Mütevelli Heyetinin teklifi ve
...” ibaresi ve beşinci fıkrasının üçüncü cümlesindeki “… Mütevelli Heyeti
tarafından …” ibaresi ile dördüncü cümlesindeki “… ve Mütevelli Heyetinin onayı
…” ibaresi, Anayasa’nın 10., 130. ve 132. maddelerine aykırı olduğundan iptali
gerekir.
b) 6639
sayılı Kanun’un 5. maddesiyle 2809 sayılı Kanuna eklenen ek 158. maddenin
beşinci fıkrasının Anayasa’ya Aykırılığı
6639
sayılı Kanunun 5. maddesiyle 2809 sayılı Kanuna eklenen ek 158. maddenin
beşinci fıkrasıyla, Sağlık Bilimleri Üniversitesinin Türkiye Kamu Hastaneleri
Kurumuna bağlı eğitim ve araştırma hastaneleriyle 7/5/1987 tarihli ve 3359
sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanununun ek 9 uncu maddesi çerçevesinde
birlikte kullanım protokolleri yaparak sağlık uygulama ve araştırma
faaliyetlerini yürüteceği; Üniversitenin birlikte kullanım protokolü imzaladığı
eğitim ve araştırma hastanelerinin, aynı zamanda Üniversitenin uygulama ve
araştırma merkezi statüsü kazanacağı; Üniversiteye tahsis edilecek öğretim
elemanı kadrolarının, temel bilimler hariç olmak üzere, birlikte kullanılan
eğitim ve araştırma hastanesinin eğitim birimleri ve ihtiyacı dikkate alınarak,
Rektörün önerisi üzerine Mütevelli Heyeti tarafından il bazında belirleneceği
ve öğretim üyesi atamalarının bu kadrolara yapılacağı; Üniversitenin
birimlerine tahsis edilecek öğretim üyesi norm kadro sayısının, rektörün
önerisi ve mütevelli heyetinin onayı ile Yükseköğretim Kurulu tarafından tespit
edileceği kurallaştırılarak; Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumuna bağlı eğitim ve
araştırma hastanelerinin tamamının Sağlık Bilimleri Üniversitesinin uygulama ve
araştırma merkezi haline getirilmesinin önü açılmakta; yükseköğretim
kurumlarının yetki ve sorumluluğunda olan tıp lisans eğitimi ile tıpta uzmanlık
eğitiminin araştırma ve uygulama ayağı üzerinden teorik eğitim kısmı da Sağlık
Bakanlığının kontrolüne verilerek, bir yandan üniversite özerkliği yok
edilirken, diğer yandan teorik eğitimin İstanbul’da üniversite merkezinde,
araştırma ve uygulama eğitiminin ise araştırma ve uygulama hastanelerinin
bulunduğu illerde verilmesi öngörülerek tıp eğitiminin bütünlüğü ortadan
kaldırılmaktadır.
3359
sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanununa ilk defa 21.1.2010 tarihli ve 5947
sayılı Kanunun 11. maddesiyle eklenen, sonra 11.10.2011 tarihli ve 663 sayılı
KHK’nin 58. ve 4.7.2012 tarihli ve 6354 sayılı Kanunun 8. maddesiyle
değiştirilen ek 9. madde bir zorunluluktan kaynaklanmıştır.
Tıp lisans
eğitimi ile tıpta uzmanlık eğitimi, teorik eğitim ile araştırma ve uygulama
eğitimi bütünlüğüne dayanmakta ve araştırma ve uygulama eğitimi yapılabilmesi
de tıp fakültesi bünyesinde araştırma ve uygulama merkezi yapılıp
donatılmasından geçmektedir. Ancak, çoğu illerdeki üniversiteler bünyesinde
“uygulama ve araştırma merkezi” yapılıp donatılmadan, bulunan boş binalara tıp
fakültesi tabelası asılarak tıp fakülteleri açılmış, yetersiz sayıda öğretim
üyesi görevlendirilerek öğrenci alımına başlanmıştır. Tıp eğitiminin
gerektirdiği araştırma ve uygulama eğitiminin yapılabilmesi için de Sağlık
Bakanlığına ait illerdeki devlet hastanelerinin eğitim ve araştırma hastanesine
dönüştürülmesini, eğitim ve araştırma hastanesinin Sağlık Bakanlığı ile
Yükseköğretim Kurulunun uygun görüşü alınarak il valisi ile üniversite rektörü
arasında imzalanan protokol kapsamında Sağlık Bakanlığı ile üniversite tıp
fakültesinin birlikte kullanımını ve birlikte kullanımdaki sağlık tesislerinde
tıpta uzmanlık ve lisans eğitimlerinin tıp fakültesi dekanının yetki ve sorumluluğunda
yürütülmesini öngören ek 9. madde yasalaştırılmıştır.
3359
sayılı Kanunun yürürlükte bulunan ek 9. maddesinin birinci fıkrasına göre,
adrese dayalı nüfus kayıt sistemi sonuçlarına göre toplam il nüfusu 750.000’e
kadar olan illerde eğitim ve araştırma hizmetlerinin, Sağlık Bakanlığı eğitim
ve araştırma hastanesi veya üniversite sağlık uygulama ve araştırma
merkezlerinden yalnızca biri tarafından verilmesi ve bu illerde Bakanlık ve
bağlı kuruluşları ile üniversitelerin, tıp lisans eğitimi ve/veya tıpta
uzmanlık eğitimi için ortak kullanım protokolü yapmaları zorunludur.
Dolayısıyla İstanbul’da kurulan Sağlık Bilimleri Üniversitesinin Türkiye Kamu
Hastaneleri Kurumuna bağlı eğitim ve araştırma hastaneleriyle 3359 sayılı
Sağlık Hizmetleri Temel Kanununun ek 9 uncu maddesi çerçevesinde birlikte
kullanım protokolleri yaparak tıp lisans eğitimi ile tıpta uzmanlık eğitiminin
gerektirdiği sağlık uygulama ve araştırma faaliyetlerini yürüteceği eğitim ve
araştırma hastaneleri, ya mevcut tıp fakültelerinin birlikte kullanım protokolü
yaptıklarının (varsa) dışında kalan eğitim ve araştırma hastaneleri olacak ya
da özerkliğe sahip üniversitelerin mevcut tıp fakülteleri, Sağlık Bakanlığının
mütevelli heyeti temelinde yönetimini elde tuttuğu Sağlık Bilimleri Üniversitesi
ile Sağlık Bakanlığına ait eğitim ve araştırma hastaneleri üzerinde rekabete
girecek ve nihayetinde tıp lisans eğitimi ile tıpta uzmanlık eğitiminin
gerektirdiği araştırma ve uygulama faaliyetini yapacağı sağlık tesisinden
mahrum kalabileceklerdir. Mahrum kalma mevcut tıp fakültelerinin tıp lisans
eğitimi ile tıpta uzmanlık eğitimi için zorunlu bulunan araştırma ve uygulama
faaliyetlerini yapamamaları demektir.
Öte yandan
mevcut tıp fakültelerinin birlikte kullanım protokolleri yaptıkları eğitim ve
araştırma hastaneleri ile tıp fakülteleri aynı il sınırları içindedir. Bu
bağlamda, tıp lisans eğitimi ile tıpta uzmanlık eğitiminin gerektirdiği teorik
eğitim ile araştırma ve uygulama eğitimi aynı il sınırları içinde ve ayrı
binalar da olsa birbirine yakın mekanlarda yapılmaktadır. Ancak, Sağlık
Bilimleri Üniversitesi İstanbul’da kurulmakta ve dolayısıyla tıp lisans eğitimi
ile tıpta uzmanlık eğitiminin gerektirdiği teorik eğitimin Sağlık Bilimleri
Üniversitesinin İstanbul yerleşkesinde verilmesi; buna karşın araştırma ve
uygulama eğitiminin ise Sağlık Bakanlığının Türkiye’nin değişik illerinde
bulunan eğitim ve araştırma hastanelerinde verilmesi öngörülmektedir. Tıp
lisans eğitimi ile tıpta uzmanlık eğitiminin teorik kısmı ile araştırma ve
uygulama kısmının iç içeliğe dayalı bütünlüğü göz önüne alındığında tıp lisans
eğitimi öğrencisi veya tıpta uzmanlık eğitimi gören hekimin teorik eğitimi
İstanbul’da, buna karşın araştırma ve uygulama faaliyetlerini Kars veya Van ya
da Adana veyahut da Sinop’ta yapabilmesi fiili imkansızlık nedeniyle mümkün
görünememektedir.
İptali
istenen düzenlemelerde, tüm bu çelişkili hususlar ile fiili imkansızlıkları
gidermeye, mevcut üniversitelerin tıp fakültelerinin birlikte kullanımında olan
sağlık tesislerinin birlikte kullanımının devam edeceğine güvence oluşturan ve
tıp lisans eğitimi ile tıpta uzmanlık eğitiminde teori ile araştırma ve
uygulama bütünlüğünün nasıl sağlanacağına ilişkin açık, net ve uygulanabilir
kurallar olmadığı gibi alt düzenleyici işlemlere yetki veren bir düzenleme de
bulunmamaktadır.
Anayasa’nın
2. maddesinde yer verilen hukuk devleti ilkesinin temel unsurlarından biri “belirlilik”tir.
Belirlilik ilkesine göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare
yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net,
anlaşılır ve uygulanabilir olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi
uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi de gereklidir.
Sağlık
Bilimleri Üniversitesinin Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumuna bağlı eğitim ve
araştırma hastaneleriyle 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanununun ek 9
uncu maddesi çerçevesinde birlikte kullanım protokolleri yaparak sağlık
uygulama ve araştırma faaliyetlerini yürüteceğine; Üniversitenin birlikte
kullanım protokolü imzaladığı eğitim ve araştırma hastanelerinin, aynı zamanda
Üniversitenin uygulama ve araştırma merkezi statüsü kazanacağına; Üniversiteye
tahsis edilecek öğretim elemanı kadrolarının, temel bilimler hariç olmak üzere,
birlikte kullanılan eğitim ve araştırma hastanesinin eğitim birimleri ve
ihtiyacı dikkate alınarak, Rektörün önerisi üzerine Mütevelli Heyeti tarafından
il bazında belirlenip öğretim üyesi atamalarının bu kadrolara yapılacağına;
Üniversitenin birimlerine tahsis edilecek öğretim üyesi norm kadro sayısının,
rektörün önerisi ve mütevelli heyetinin onayı ile Yükseköğretim Kurulu
tarafından tespit edileceğine yönelik düzenlemeler; Türkiye Kamu Hastaneleri
Kurumuna bağlı eğitim ve araştırma hastanelerinin tamamının Sağlık Bilimleri
Üniversitesinin uygulama ve araştırma merkezi haline getirilmesinin önünü
açarak eğitim ve araştırma hastaneleriyle birlikte kullanım protokolü yapmış
mevcut üniversite tıp fakülteleri için koruyucu önlem içermediği, tıp lisans
eğitimi ile tıpta uzmanlık eğitiminin teorik kısmı ile araştırma ve uygulama
kısmının iç içeliğe dayalı bütünlüğünü ortadan kaldırıp, nasıl ve ne şekilde
sağlanacağına ilişkin açık, net, anlaşılabilir ve uygulanabilir kurallar
taşımadığı için Anayasa’nın 2. maddesine aykırıdır.
Yürürlükteki
mevzuatta Sağlık Bakanlığına, pratisyen hekimlere tıp biliminin belirli
alanlarında uzmanlık ve özel yetenek kazandırmayı ve yetkilendirmeyi amaçlayan
bir yükseköğretim olan “tıpta uzmanlık eğitimi” dışında, “tıp lisans eğitimi”
alanında yetki ve görev verilmemiş; tıp lisans eğitiminde düzenleme yapma dahil
görev ve yetkiler Yükseköğretim Kurumu ile özerk üniversitelere tanınmıştır.
Bununla
birlikte iptali istenen düzenlemelerde, Sağlık Bilimleri Üniversitesinin üst
yönetim ve karar organı olan mütevelli heyetinin Sağlık Bakanlığının kontrolünde
olması ve Sağlık Bakanlığının kontrolünde olan ve İstanbul’da kurulan Sağlık
Bilimleri Üniversitesinin tıp lisans eğitimi ve tıpta uzmanlık eğitiminin
gerektirdiği araştırma ve uygulamalı eğitimi, teorik eğitimden mekânsal olarak
kopararak Türkiye’nin her yerindeki eğitim ve araştırma hastanelerinde ortak
kullanım protokolü kapsamında vermesi yanında, Sağlık Bilimleri Üniversitesinin
birimlerine tahsis edilecek öğretim üyesi norm kadrosunu onaylama ve il bazında
tahsis edilecek öğretim elemanı kadrolarını belirleme yetkisi de Sağlık
Bakanlığının kontrolündeki mütevelli heyetine verilmekte ve böylece Sağlık
Bakanlığının kontrolündeki Sağlık Bilimleri Üniversitesine Türkiye’nin her
tarafında tıp lisans eğitimi ile tıpta uzmanlık eğitimi verme ve tıp lisans
eğitimi ile tıpta uzmanlık eğitiminin teorik kısmını araştırma ve uygulama
kısmından mekânsal olarak koparma yetkisi tanınarak tıp lisans eğitimi, görev
ve yetkisi olmayan Sağlık Bakanlığına terk edilmektedir.
Anayasa
Mahkemesi’nin 29.6.1992 tarihli ve E.1991/21, K.1992/42 sayılı kararında,
“Bilimsel özerklik, kuruluştan işleyişe değin, bilimin gerektirdiği özgürlük
ortamının tüm çalışmalarla yönetimde bir yaşam biçimi olarak sağlanmasıdır.
Devletin gözetim ve denetim hakkı, yürütmenin üniversitede söz sahibi olması,
çalışmalara el atıp bunları yönlendirip yönetmesi biçiminde algılanamaz.
Üniversiteler, en üst düzeydeki bilim kuruluşlarıdır. Özgür toplumun bilim
alanındaki simgeleridir. Yönetim yapısı ve biçimi, üniversitenin niteliğini
açıklar. Bilgi edinme, bilgi üretme ve insan yetiştirme amacının ortaya
çıkardığı yapının, araştırma, deneyim ve tüm çabalarla gerçeği bulma ereğine
özgün bir kurum olduğu gözardı edilemez. Özetlenen bu özellikleriyle
üniversite, bilimi yaşama katan, usun öncülüğünü, düşüncenin aydınlığını
somutlaştıran kurumlardır. Varlığının temeli kendi toplumu olmakla birlikte,
amaç ve işlevinin gerektirdiği atılımlar ve devingenlikle onun önünde yürürler.
Kurumlaşmış gelenek ve ilkeleriyle toplumun itici gücüdürler. Anayasa gerekleriyle
uyumsuz bir üniversite yapısına geçerlik tanınamaz. Üniversitede devlet
yönetimindeki sıralama türünde bir yönetim biçimi, düşünce üretimine, özgür
düşünce ve özgür çalışmaya elverişli bir ortama engeldir. Bilimsel
çalışmalarının, bilimsel yönetim ve bu özelliğe uyumlu olmak gerekir.
Danışmanın, dayanışmanın ve kimi günde yarışmanın yerini akçalı olanaklara
dayanan biçimsel üstünlük çabaları alırsa, bilgi ve bilim yerine görüntü egemen
olur. Nesnel kurallara uymayıp öznel kuralları yeğleyerek özel konumlu
üniversite oluşturmak Anayasa'nın öngördüğü üniversite yapısıyla
bağdaşmamaktadır.” denilmiştir.
Anayasa
Mahkemesi kararında vurgulandığı üzere, en üst düzeydeki bilim kuruluşları
olarak özgür toplumun bilim alanındaki simgeleri olan üniversiteler, bilgi edinme
ve üretme ile insan yetiştirme amaçları doğrultusunda araştırma, deneyim ve tüm
çabalarla gerçeği bulma ereğine özgülenmiş bir kurum olmayı gerektiriyor;
bilimsel özerklik, kuruluştan işleyişe değin, bilimin gerektirdiği özgürlük
ortamının tüm çalışmalarla yönetimde bir yaşam biçimi olarak sağlanması
anlamına geliyor; Devletin gözetim ve denetim hakkı, yürütmenin üniversitede
söz sahibi olmasını ve çalışmalara el atıp bunları yönlendirip yönetmesini
içermiyor ise; İstanbul’da kurulan Sağlık Bilimleri Üniversitesinin birimlerine
tahsis edilecek öğretim üyesi norm kadrosunu onaylama ve il bazında tahsis
edilecek öğretim elemanı kadrolarını belirleme yetkisinin Sağlık Bakanlığının
kontrolündeki mütevelli heyetine verilmesi, Sağlık Bakanlığının kontrolündeki
Sağlık Bilimleri Üniversitesine kurulu bulunduğu merkez dışında ve Türkiye’nin
her ilinde tıp lisans eğitimi ile tıpta uzmanlık eğitimi verme ve tıp lisans
eğitimi ile tıpta uzmanlık eğitiminin teorik kısmını araştırma ve uygulama
kısmından mekânsal olarak koparma yetkisi tanınması ve Yükseköğretim Kurumu ile
üniversitelerin görev ve sorumluluğundaki tıp lisans eğitiminin, mütevelli
heyeti üzerinden görev ve yetkisi olmayan Sağlık Bakanlığına terk edilmesi,
üniversite özerkliği ile bağdaşmadığından iptali istenen düzenlemeler
Anayasa’nın 130. maddesine bu açıdan da aykırıdır.
Yukarıda
açıklandığı üzere 6639 sayılı Kanun’un 5. maddesiyle 2809 sayılı Kanuna eklenen
ek 158. maddenin beşinci fıkrası, Anayasa’nın 2. ve 130. maddelerine aykırı
olduğundan iptali gerekir.
c) 6639
sayılı Kanun’un 5. maddesiyle 2809 sayılı Kanuna eklenen ek 158. maddenin
altıncı fıkrasının Anayasa’ya Aykırılığı
6639
sayılı Kanunun 5. maddesiyle 2809 sayılı Kanuna eklenen ek 158. maddenin
altıncı fıkrasıyla, Mekteb-i Tıbbiyye-i Şâhâne adıyla hizmet vermek üzere inşa
edilen ve hâlen Marmara Üniversitesi adına tahsisli olan Haydarpaşa Kampüsü,
yasayla Sağlık Bilimleri Üniversitesine tahsis edilmektedir.
6639
sayılı Kanuna kadar Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsü olarak
hizmet veren ve görkemli mimarisi ile dikkat çeken tarihi yapı, 34. Osmanlı
Padişahı II. Abdülhamit döneminde 1894 yılında Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane
ismiyle tıp fakültesi olarak inşa edilmeye başlanmış ve inşası 1903’de
tamamlanan binada 1903 yılında tıp eğitime başlanmıştır. 1933 yılına kadar tıp
eğitiminde kullanılan bina, Haydarpaşa Tıp Fakültesine Avrupa yakasında yeni
hizmet binası tahsis edilmesi nedeniyle 1933 yılında Haydarpaşa Lisesine tahsis
edilmiştir. 1933-1983 yılları arasında Haydarpaşa Lisesi olarak kullanılan
Tıbbiye binası, 1979-1980 eğitim-öğretim yılında Haydarpaşa Lisesinin yatılı
bölümünün kapatılması ve Haydarpaşa Lisesinin Haydarpaşa Endüstri Meslek
Lisesi’nin yeni yapılan ek binasına taşınması nedeniyle 1983 yılında Marmara
Üniversitesi’ne tahsis edilmiş; 1984-1985 öğretim yılında Marmara Üniversitesi
Tıp Fakültesi tarihi binaya taşınmıştır. Tarihi binada halen Marmara
Üniversitesi Adalet Meslek Yüksekokulu, Tıp Fakültesi, Eczacılık Fakültesi ve
Hukuk Fakültesi bulunmaktadır.
Halen
Marmara Üniversitesi adına tahsisli bulunan Haydarpaşa Kampüsü, kamunun hizmet
malıdır. Hizmet malları bir kamu hizmetine, o hizmetin öğesini oluşturacak
biçimde bağlanmış olan taşınmaz mallardır. Kadastro Kanununun 16. maddesinin
(A) bendine göre, kamu hizmetlerinde kullanılan, bütçelerinden ayrılan ödenek
veya yardımlarla yapılan resmi bina ve tesisler, kayıt, belge veya özel
kanunlarına göre Hazine, kamu kurum ve kuruluşları, il, belediye, köy veya
mahalli idare birlikleri tüzel kişiliği adlarına tespit olunurlar. Başka bir
anlatımla, bu mallar tapu kütüğünde söz konusu idareler adına tescil edilirler.
Bunlar esas itibariyle devletin özel malı olup, tahsis işlemi ile kamu (hizmet)
malı statüsü kazanırlar. Bu malların kamu hizmetine bağlandığı tahsis işlemi
kaldırılmadıkça, satılmaları, başka bir kamu idaresince kamulaştırılmaları,
başka bir kamu idaresine (hizmetine) tahsisleri veya haczedilmeleri hukuken söz
konusu değildir. Kamu (hizmet) malının sahibi konumundaki kamu tüzel kişisi,
tahsisi kaldırırsa diğer bir kamu tüzel kişisi kamulaştırma yapabilir; tahsis
işlemi kaldırılıp idarenin özel malı statüsüne sokulursa, başka bir kamu
idaresine bedel karşılığı satılabileceği gibi bedelsiz olarak başka bir kamu
tüzel kişisine tahsis de edilebilir.
Nitekim
5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanununun 47. maddesinin birinci
fıkrasında, kamu idarelerinin kanunlarında belirtilen kamu hizmetlerini yerine
getirebilmek için mülkiyetlerindeki taşınmazlarla Devletin hüküm ve tasarrufu
altındaki yerleri, birbirlerine ve köy tüzel kişiliklerine bedelsiz olarak
tahsis edebilecekleri ve tahsis edilen taşınmazların amaç dışı
kullanılamayacağı belirtilirken; ikinci fıkrasında Hazinenin özel
mülkiyetindeki taşınmazlarla Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerleri
tahsis etmeye, kamu ihtiyaçları için gerekli olmayanların tahsisini kaldırmaya
Maliye Bakanlığının; diğer taşınmazları tahsis etmeye ve tahsisini kaldırmaya
ise maliki kamu idaresinin yetkili olduğu kurallaştırılmış; 178 sayılı Maliye
Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 13.
maddesinin birinci fıkrasının (d) bendinde ise Hazinenin özel mülkiyetinde veya
Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerden kamu hizmeti için kullanılması
gerekli olanları; genel, katma ve özel bütçeli idarelere tahsis etmek ve tahsis
amacının ortadan kalkması veya amaç dışı kullanılması halinde tahsisi
kaldırmak; tahsisi kaldırılan taşınmaz mallar üzerinde Hazine dışındaki kamu
kurum ve kuruluşlarına ait yapı ve tesisleri tasfiye etmek, tasfiyeye ilişkin
esas ve usulleri belirlemek görevleri Milli Emlak Genel Müdürlüğüne
verilmiştir.
Taşınmaz
tahsisi, niteliği itibariyle idari bir işlemdir. Anayasa Mahkemesi 25.05.1976
günlü ve E. 976/1, K. 976/38 sayılı kararında idari işlemi; “Kamu kurumu ya da
idare örgütü içinde yer alan bir idari makamca verilmiş ve idarenin idare
hukuku alanında gördüğü idari faaliyetlerle ilgili olması gereken işlemdir.” şeklinde
tanımlamıştır. İdari işlem ve eylemlerden dolayı çıkacak uyuşmazlıkların çözümü
de idari yargının görev alanına girmektedir.
İdari
işlemlerin temel özelliklerinden biri, idari işlemlerin baştan hukuka uygun
olduklarının varsayılması ve yargı kararıyla iptal edilmedikçe edilinceye kadar
uygulanmasına devam edilmesidir.
Eğitim-öğretim
faaliyetlerinde kullanılmak üzere 1983 yılında Marmara Üniversitesine idari
işlemle tahsis edilen ve tahsis edildiği tarihten itibaren Haydarpaşa Kampüsü
olarak hizmet veren Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane binasının yürürlükteki mevzuata
göre Marmara Üniversitesine tahsisinin kaldırılarak Sağlık Bilimleri
Üniversitesine tahsis edilebilmesi ve bu tahsisin hukuka uygun olabilmesi için,
ya Marmara Üniversitesine tahsis amacının ortadan kalkması ya da Marmara
Üniversitesinin söz konusu binayı tahsis amacı dışında kullanması
gerekmektedir.
1983’den
2015 yılına kadarki 32 yıllık süre içinde Marmara Üniversitesi Haydarpaşa
Kampüsü olarak eğitim-öğretim hizmeti veren ve bu süre içinde Marmara
Üniversitesiyle özdeşleşip, diğer üniversitelerle rekabet halindeki Marmara
Üniversitesinin marka kimliğine değer katan tarihi binanın tahsis amacı ortadan
kalkmadan veya tahsis amacı dışında kullanıldığı ortaya konulmadan Maliye
Bakanlığı Milli Emlak Genel Müdürlüğü tarafından tahsisinin kaldırılması
durumunda, Anayasa’nın 125. maddesinde, idarenin her türlü eylem ve işlemine
karşı yargı yolu açık olduğu ve 36. maddesine göre de adil yargılanma hakkı
herkese tanındığı için Marmara Üniversitesinin hukuka aykırı bu işleme karşı
dava açma hakkını kullanma yolları açıktır.
Yasa
koyucunun, niteliği itibariyle idari işlem olan ve idarenin yetkisinde bulunan
tahsis işlemine karşı yargı yolunu kapatmak ve hak arama özgürlüğünü engellemek
amacıyla tahsis işlemini yasa yoluyla yaptığı açıktır.
Anayasa’nın
2. maddesinde hukuk devleti ilkesine yer verilmiş; 6. maddesinde egemenliği Anayasa’nın
koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanılacağı; 7. maddesinde
yasama yetkisinin Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olduğu;
8. maddesinde yürütme yetkisi ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu
tarafından Anayasa’ya ve kanunlara uygun olarak kullanılacağı
kurallaştırılmıştır.
Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen
hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan,
bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk
düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukukun üstün kurallarıyla kendini
bağlı sayıp hukuk güvenliğini sağlayan, bütün etkinliklerinde hukuka ve
Anayasa’ya uyan, işlem ve eylemleri bağımsız yargı denetimine açık olan
devlettir.
Kanunların kamu yararının sağlanması
amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet
ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Yasamanın genelliği ilkesine göre yasa koyucu istediği alanda istediği
düzenlemeyi istediği şekilde yapmakta takdir yetkisine sahip olmakla birlikte, kanun
koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini Anayasa’ya
ve hukukun genel ilkelerine uyarak adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini
göz önünde tutarak kullanması gerekir.
Mekteb-i
Tıbbiye-i Şahane binasının eğitim-öğretim faaliyetlerinde kullanmasında kamu
yararı olduğu için 1983 yılında Marmara Üniversitesine tahsisi yapılmıştır.
Tahsisin idari işlemle ortadan kaldırılabilmesi için ya tahsis amacının ortadan
kalkması veya Marmara Üniversitesinin taşınmazı tahsis amacının dışında
kullanması; tahsisin yasa yoluyla ortadan kaldırılıp Sağlık Bilimleri
Üniversitesine tahsis edilebilmesi için ise en azından Marmara Üniversitesine
tahsisteki kamu yararından daha üstün bir kamu yararı olduğunun ve bunun
hakkaniyete uygun olduğunun ortaya konulması gerekir.
İptali
istenen düzenlemenin, Anayasa’nın 56. maddesinde kurallaştırılan sağlık
hakkıyla ilgisi olduğu ve sağlık hakkında daha üstün bir kamu yararı bulunduğu
ileri sürülebilir. Ancak, eğitim-öğretim hakkı ile sağlık hakkı Anayasa’nın
İkinci Kısmı’nın “Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler” başlıklı üçüncü
bölümünde düzenlenmişlerdir ve aralarında bir üstünlük olduğundan söz
edilecekse eğitim-öğretim hakkı 42. maddeye konu oluştururken, sağlık hakkı ise
56. maddeye konu oluşturmuştur. Öte yandan, sağlık hakkının ön koşulu, sağlık
hizmetini verecek yetişmiş insan gücünü yetiştirmekten geçmektedir ve Marmara
Üniversitesi söz konusu binada yakın zamana kadar diğerleri yanında tıp eğitimi
de vermiştir ve bundan sonra da vermesinin önünde hiçbir engel bulunmamaktadır.
1983’de
Marmara Üniversitesine milletin ve ülkenin ihtiyaç duyduğu insan gücünü
yetiştirmek amacıyla tahsis edilen ve 6639 sayılı Kanuna kadarki 32 yıllık süre
içinde Marmara Üniversitesi Haydarpaşa Kampüsü olarak eğitim-öğretim hizmeti
veren Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane binası, Sağlık Bilimleri Üniversitesine
daha üstün bir kamu yararını gerçekleştirmek amacıyla değil, yine milletin ve
ülkenin ihtiyaç duyduğu insan gücünü yetiştirmek üzere tahsis edilmektedir.
1983’den 2015 yılına kadarki 32 yıllık hizmet süresi içinde Marmara
Üniversitesiyle özdeşleşip, diğer üniversitelerle rekabet halindeki Marmara
Üniversitesinin marka kimliğine değer katan Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane
binasının, Marmara Üniversitesinden alınıp Sağlık Bilimleri Üniversitesine
tahsis edilmesinde daha üstün bir kamu yararı bulunmadığı gibi yapılan tahsis
işlemi adalete ve hakkaniyete uygun olmadığından, iptali istenen düzenleme
Anayasa’nın 2. maddesine aykırıdır.
Yasa
koyucunun, niteliği itibariyle idari işlem olan ve idarenin yetkisinde bulunan
tahsis işlemini, ortada daha üstün bir kamu yararı da bulunmadan yasayla
elinden alıp başka bir kamu tüzel kişisine yasayla tahsis ederek Marmara
Üniversitesi tüzel kişiliğinin hak arama özgürlüğünü engellemesi ve yargı
yolunu kapaması, Anayasa’nın 36. ve 125. maddelerine aykırıdır.
Anayasa’nın
123. maddesinde idarenin kuruluş ve görevleriyle bir bütün olduğu kuralına yer
verilmiştir. Üniversitelere ise Anayasa’nın 130. maddesinde idari, mali ve
bilimsel özerkliğe sahip kamu tüzel kişileri olarak milletin ve ülkenin ihtiyaç
duyduğu insan gücünü yetiştirme görevi verilmiştir. Marmara Üniversitesine
Anayasal görevi olan milletin ve ülkenin ihtiyaç duyduğu insan gücünü
yetiştirmek üzere 1983 yılında tahsis edilen ve Marmara Üniversitesi tarafından
halen Haydarpaşa Kampüsü olarak Adalet Meslek Yüksekokulu, Eczacılık Fakültesi
ve Hukuk Fakültesi hizmeti veren Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane binasının, Marmara
Üniversitesinin uygun görüşü alınmadan ve Marmara Üniversitesine bu hizmeti
yürüteceği başka bir bina da tahsis edilmeden yasayla Sağlık Bilimleri
Üniversitesine tahsis edilmesinin Marmara Üniversitesince yürütülen Anayasal
görevlerde aksamaya yol açacağı tartışmasız bir gerçektir. Bu durum,
Anayasa’nın 130. maddesiyle verilen ve Marmara Üniversitesi tarafından Mekteb-i
Tıbbiye-i Şahane binasında Haydarpaşa Kampüsü olarak yerine getirilen milletin
ve ülkenin ihtiyaç duyduğu insan gücünü yetiştirme hizmetinin Anayasa’nın 123.
maddesindeki esaslara göre hizmet binası, öğretim üyesi ve öğrenciler ile
kampüs nitelemesine uygun eğitsel ve sosyal donatılar bütünlüğü içinde ve
ahenkle yerine getirilmesinin önkoşulu olan idarenin kuruluş ve görevleriyle
bir bütün olduğu ilkesiyle bağdaşmadığı ve Anayasal görevin yerine
getirilmesini sekteye uğrattığı için, iptali istenen düzenleme Anayasa’nın 123.
ve 130. maddelerine aykırıdır.
Yukarıda
açıklandığı üzere, 6639 sayılı Kanun’un 5. maddesiyle 2809 sayılı Kanuna
eklenen ek 158. maddenin altıncı fıkrası, Anayasa’nın 2., 36., 123., 125. ve
130. maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir.
3) 6639
sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun”un 18. maddesi ile 14.3.2013 tarihli ve 6446 sayılı Elektrik
Piyasası Kanununa eklenen geçici 18. maddesinin Anayasa’ya Aykırılığı
6639
sayılı Kanun’un 18. maddesi ile 14/3/2013 tarihli ve 6446
sayılı Elektrik Piyasası Kanununa eklenen “Dağıtım sistemindeki
kayıpların azaltılmasına ilişkin tedbirler” başlıklı geçici 18. maddede
“1/1/2016 tarihine kadar, teknik ve teknik olmayan kayıplarının oranı ülke
ortalamasının üzerinde olan dağıtım bölgelerinde, diğer dağıtım bölgelerinden
farklı düzenlemeler yapılmasına, hedef kayıp-kaçak oranlarının bir önceki yılın
gerçekleşmeleri dikkate alınarak ve sonraki uygulama dönemleri de dâhil olmak
üzere yeniden belirlenmesine Kurul yetkilidir.” denilerek, EPDK’ya bu
kayıp-kaçakların azaltılmasına ilişkin muğlak, detayı belli olmayan bir yetki
tanınmıştır. Bu noktada, Kurul’un kayıp-kaçağı nasıl önleyeceğine dair hiçbir
açık hüküm yer almamakla birlikte, dava konusu yasal düzenlemenin Plan ve Bütçe
Komisyonu görüşmelerinde elektrik kayıp-kaçak bedeline ilişkin olarak Enerji ve
Tabii Kaynaklar Bakanlığı temsilcisi tarafından yapılan açıklamada EPDK’nın
2011-2015 döneminde her yıl için 21 dağıtım bölgesine ayrı ayrı kayıp-kaçak
oranlarının belirlemesi ihtiyacının ortaya çıktığı belirtilmiştir. Ayrıca, 18.
madde düzenlemesiyle 2011-2015 tarife döneminin son yılı olan 2015 için EPDK’ya
hedef kayıp kaçak oranlarının yeniden belirlemesi yetkisinin verilmesinin
amaçlandığı ifade edilmiştir.
Madde
gerekçesinde “ teknik ve teknik olmayan kayıp oranları Türkiye ortalamasının
çok üzerinde olan elektrik dağıtım bölgelerinde, kayıplarla etkin mücadele
edilmesi ve düşürülmesi ile ek önlemelerin alınabilmesine yasal imkan
sağlanması amaçlanmıştır. Bu kapsamda ilgili dağıtım bölgeleri için 1/1/2016
tarihine kadar bölgesel bazda düzenleme yapabilme yetkisi Enerji Piyasası
Düzenleme Kuruluna verilmektedir.” denilmek suretiyle dava konusu düzenleme ile
dağıtım şirketleriyle yapılan sözleşmelerin kayıp-kaçak oranlarının yeniden
belirlenerek değiştirilmesinin amaçlandığı görülmektedir.
4735
sayılı Kamu İhale Sözleşmeleri Kanunu’nun 15 inci maddesine göre, sözleşme
imzalandıktan sonra, sözleşme bedelinin aşılmaması ve idareyle yüklenicinin
karşılıklı olarak anlaşması kaydıyla bedeli aşağıda belirtilen hususlarda
sözleşme hükümlerinde değişiklik yapılabilir:
a) İşin
yapılma veya teslim tarihi.
b) İşin
süresinden önce yapılması veya teslim edilmesi kaydıyla, işin süresi ve bu
süreye uygun olarak ödeme şartları.
Öte yandan
6639 sayılı Kanun’un 18. maddesi ile 14/3/2013
tarihli ve 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanununa eklenen GEÇİCİ MADDE 18’de
öngörülen ve sözleşmelerin değiştirilmesi anlamına gelen durum 4735 sayılı Kamu
İhale Sözleşmeleri Kanunu’nun 10 uncu maddesinde sayılan mücbir sebep
hallerinden birisi de değildir. Buna göre, ihalesi yapılmış bir sözleşmede asli
unsurlardan birisi olarak kabul edilen sözleşme bedelinin değiştirilebilmesi
hukuken mümkün değildir.
Dava
konusu düzenlemeyle, Elektrikte kaçak kullanımın yüksek olduğu bölgelerde
faturalarını düzenli bir şekilde ödeyen elektrik abonelerinin daha fazla kayıp-kaçak
ücreti ödemesi ve kayıp-kaçağı düşük olan bölgelerin kaçağın yüksek olduğu
bölgelere daha fazla kaynak aktarmasına yasal bir zemin yaratılmaya çalışıldığı
görülmektedir. Oysa yapılan düzenlemenin hukuka aykırı olduğu açıktır.
Elektrik kayıp-kaçak hedefleri ile gerçekleşmeler arasındaki farktan
kaynaklanan zarar mevcut durumda şirketlerin üzerine yüklenmektedir. Ancak dava
konusu düzenlemeyle şirketler aleyhine olan bu zarar kamu tarafından
üstlenilecektir.
Anayasa'nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir hukuk devleti
olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan,
insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda
adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum
ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı
denetimine açık olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin bir başka gereği ise,
yasaların kamu yararı amacını gerçekleştirmek üzere çıkarılmasıdır.
Anayasa Mahkemesi'nin kimi kararlarında kamu yararı kavramından ne
anlaşılması gerektiği ortaya konulmuştur. Buna göre, kamu yararı kavramı, genel
bir ifadeyle, bireysel özel çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan toplumsal
yararı ifade etmektedir.
Bütün kamusal işlemler, nihai olarak kamu yararını gerçekleştirmek
hedefine yönelmek durumundadır. Kanunun amaç öğesi bakımından anayasaya uygun
sayılabilmesi için kanunun çıkarılmasında kamu yararı dışında bir amacın
gözetilmemiş olması gerekir. İlgili yasama belgelerinin incelenmesinden kanunun
kamu yararı dışında bir amaçla çıkarılmış olduğu açıkça anlaşılabiliyorsa
kanunun amaç unsuru bakımından anayasaya aykırı olduğu söylenebilir.” (Anayasa
Mahkemesi’nin 2.6.2011 tarihli ve 2008/88 Esas, 2011/85 Karar sayılı Kararı).
Anayasa
Mahkemesi, “hukuk devleti” ilkesini; hukuk güvenliği, kamu yararı, nesnellik
kriteri, adalet ve hakkaniyet ölçütleriyle birlikte açıkladığı başka bir
Kararında şu tespitlerde bulunmuştur: “(...) Hukuk devletinin temel
ilkelerinden olan hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin
tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal
düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli
kılar. (…) Kanunların, kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel,
objektif, âdil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk
devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle yasa koyucunun hukuki düzenlemelerde
kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet
ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir.” (Anayasa
Mahkemesi’nin 17.6.2010 Tarihli ve 2008/22 Esas, 2010/82 Karar sayılı Kararı).
Kanunların,
kamu yararı amacına yönelik olması, genel, objektif, âdil kurallar içermesi ve
hakkaniyeti gözetmesi, hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle,
yasakoyucunun, hukukî düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini,
anayasal sınırlar içinde, adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz
önünde tutarak kullanması gerekir.
“Hukuk
devleti” ilkesi, hukuk güvenliğinin ve adaletin sağlanmasına yönelik hukuk
anlayışını temsil etmekte ve yasaların, yasakoyucunun keyfine göre değil, kamu
yararı amacıyla çıkarılmasını zorunlu kılmaktadır.
Anayasa
Mahkemesi’nin pek çok Kararında isabetle vurgulandığı üzere, hukuk devletinin
vazgeçilmez öğeleri arasında yer alan yasaların kamu yararına dayanması ilkesi
ile bütün kamusal girişimlerin temelinde bulunması doğal olan kamu yararı
düşüncesinin yasalara egemen olması ve özellikle, yasakoyucunun, bu esası
gözardı etmemesi ve yasama normlarında, bu olguyu en iyi şekilde yansıtması
zorunludur.
Hukuk
devleti ilkesinin gerçekleştirilmesinin unsurlarından biri 'belirlilik'
ilkesidir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare
yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net,
anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi
uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi,
hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey, yasadan, belirli bir kesinlik
içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun
bağlandığını bilmelidir. Ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri
öngörebilir ve davranışlarını ayarlar. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir
olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini,
devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden
kaçınmasını gerekli kılar.
6639 sayılı Kanun’un 18. maddesi ile 14/3/2013
tarihli ve 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanununa eklenen “Dağıtım
sistemindeki kayıpların azaltılmasına ilişkin tedbirler başlığı taşıyan GEÇİCİ
MADDE 18’de “1/1/2016 tarihine kadar, teknik ve teknik olmayan
kayıplarının oranı ülke ortalamasının üzerinde olan dağıtım bölgelerinde, diğer
dağıtım bölgelerinden farklı düzenlemeler yapılmasına, hedef kayıp-kaçak
oranlarının bir önceki yılın gerçekleşmeleri dikkate alınarak ve sonraki
uygulama dönemleri de dâhil olmak üzere yeniden belirlenmesine Kurul
yetkilidir.” düzenlemesi ile hem kamu yararı esas göz ardı edilmiştir
hem de EPDK’ya bu kayıp-kaçakların azaltılmasına ilişkin muğlak, ucu açık,
belirsiz, detayı belli olmayan bir yetki tanınmıştır. Elektrik dağıtımının
özelleştirilmesi sürecinde gerek kamunun, gerek vatandaşların, gerekse de özel
sektörün kâr edeceğine ilişkin yaklaşımlarla bu düzenlemenin gerekçesi olarak
ifade edilen “Dağıtım şirketlerinin kâr edememesi” durumu devletin enerji
politikalarında elektrik dağıtımının özelleştirmesi sürecine kamu yararı
yaklaşımından ziyade özel sektörün karlılığını öne çıkaran bir tutum içerisinde
olduğunu göstermektedir. Bu durumun kamu yararı amacı gütmediği kesindir. Bu
nedenle, kamu yararı amacı gözetmeyen bu düzenleme Anayasa’nın 2. maddesinde
yer alan hukuk devleti ilkesini ihlal etmiştir. İptal edilmelidir.
Bununla
birlikte, elektrik dağıtım şirketlerinin tamamı özelleştirilirken ihaleleri
kazanan şirketlere kayıp-kaçağı azaltmak için hedefler verilmiş ve hedefi
yakalayamayan şirketin, oluşan zararı kendisinin üstlenmesi gerektiği hüküm
altına alınmıştı. Ancak bazı elektrik dağıtım bölgelerinde hedefin çok uzağında
kalındığı görülmüş ve hatta bu oran hedefinin daha da arttırıldığı bilgisi
kamuoyuna yansımıştır. Düşük performanstan dolayı gerçekleşen yüksek
kayıp-kaçak düzeyinin oluşturduğu ek maliyeti dağıtım şirketlerinin üstlenmesi
ve bu ek maliyetler hiçbir şekilde tüketicilere yansıtılmaması gerekirken dava
konusu düzenlemeyle dağıtım şirketlerinin oluşan ek maliyetlerini karşılamak
için tüketicilerin ödeyeceği elektrik faturalarının arttırılacağı ortadadır.
Böylece, elektrik kayıp-kaçağı düşük olan bölgeler, kaçağın yüksek olduğu
bölgelere daha fazla kaynak aktaracaktır. Bu, düzenli ödeme yapan abonelerin
daha fazla kaçak parası ödeyeceği anlamına gelmektedir.
Öte yandan
bir özelleştirme yapılırken özelleştirmenin şartnamesinde riskler, kârlılık
durumu, verimlilik durumuna ilişkin analizlere yer verilmektedir.
Özelleştirilecek kamu işletmesine talipli şirketler belli bir bedel karşılığı
şartnameyi alıp incelemektedir. Bu şartname üzerinden ihale gerçekleştirilmekte
ve şirketler bu şartlara göre kâr edeceğini düşünerek bu süreci
nihayetlendirmektedirler. Özelleştirme öncesi belirlenen ihale şart ve
kriterlerinin süreç tamamlandıktan sonra değiştirilmesi haksız kazanca yol
açacaktır. İptali istenen dava konusu düzenleme, kayıp kaçak oranlarının diğer
bölgelerden yüksek olan bölgelerde EPDK’nın fiyatları ayarlamaya yetkili
olmasının kanuni zemine yerleştirilmesi ve doğrudan doğruya özelleştirme
şartnamesine, ihalesine, kanunla müdahale anlamına gelmektedir.
Kayıp-kaçak
oranının yeniden düzenlenmesiyle elektrik dağıtım şirketlerine ek finansman
yaratılması geçtiğimiz yıllarda Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK)
kararlarına da yansımıştır. Örneğin, 16.12.2010 tarihinde EPDK’nın 2932 sayılı
kararına göre Dicle Elektrik Dağıtım Şirketinin 2013 yılı hedefi yüzde 42,06
olarak belirlenmişti. Ancak EPDK’nın 15.11.2012 tarihli 4128 sayılı kararına
göre Dicle Elektrik Dağıtım Şirketinin kayıp kaçak hedefi yüzde 71,07 olarak
revize edilmiştir. Söz konusu düzenlemeyle Dicle EDAŞ’a 400 milyon TL ek
finansman sağlanmaktadır.
EPDK’nın
15.11.2012 tarihli kararına göre 2015 yılı kayıp kaçak oran hedefleri Dicle
EDAŞ için yüzde 49,03; Vangölü EDAŞ için yüzde 35,94; Aras EDAŞ için yüzde
17,73; Toroslar EDAŞ için yüzde 10,72; Boğaziçi EDAŞ için yüzde 9,78 olarak
yeniden belirlenmiştir. Oysa Türkiye Elektrik Dağıtım Şirketi verilerine göre,
Dicle, Vangölü ve Aras Elektrik Dağıtım Şirketlerinin bulunduğu bölgelerde
fiili kayıp kaçak oranının yüzde 75’ler düzeyinde olduğu bilinmektedir.
Ülkemizde
elektrik tüketim faturalarını oluşturan kalemler tüketicilere hiçbir şekilde
yükümlülüğü olmayan ekonomik yük getirmektedir. Elektrik faturalarından tüketim
tutarı, kayıp/kaçak bedeli (tüketim tutarı içerisinde saklı), dağıtım bedeli,
iletim sistemi kullanım bedeli, perakende satış hizmet bedeli, sayaç okuma
bedeli, enerji fonu, TRT payı, elektrik tüketim vergisi ve KDV kalemleri adı
altında tahsilat yapılmaktadır. Kayıp/kaçak elektrik bedelinin elektrik
tüketimine yönelik bir uygulamadır. Kayıp/kaçak bedeli elektrik enerjisinin
iletimiyle ilgilidir. Elektrik enerjisi, abonelere iletilmek üzere
santrallerden dağıtım sistemine girmektedir. Elektrik enerjisinin bir kısmının
iletim hatlarındaki teknik problemler nedeniyle yolda kaybolması, bir kısmının
da kaçak kullanılması nedeniyle santrallerden çıkan elektrik enerjisinin tamamı
tüketicinin sayacından geçmemektedir. Santrallerden çıkan elektrik enerjisi
miktarı ile tüketicinin sayacındaki elektrik enerjisi miktarı arasındaki fark
“kayıp/kaçak” olarak ifade edilmektedir. Diğer bir ifadeyle kayıp/kaçak bedeli
elektrik sisteminde var olan teknik ve teknik olmayan kaybın maliyetinin
kayıp/kaçak bedeli oranları ölçüsünde karşılanabilmesi amacıyla tüketicilere
yöneltilen bir bedeldir.
Oysa Anayasa’nın
172. maddesi, Devlete tüketicileri koruyucu ve aydınlatıcı tedbirleri almak,
tüketicilerin kendilerini koruyucu girişimlerini teşvik etmek görevlerini
yüklemiştir. Ancak elektrik abonesi olan tüketicilerden Anayasal hiçbir
dayanağı olmadan ve Anayasa’ya aykırı şekilde, 6639 sayılı Kanun’un
18. maddesi ile 14/3/2013 tarihli ve 6446 sayılı Elektrik Piyasası
Kanununa eklenen GEÇİCİ 18. madde ile mali yükümlülükler getirilmesi
sağlanmıştır.
Tüketicinin
Korunması Hakkında Kanun’un 6. maddesinde, “satıcı veya sağlayıcının
tüketiciyle müzakere etmeden, tek taraflı olarak sözleşmeye koyduğu, tarafların
sözleşmeden doğan hak ve yükümlülüklerinde iyi niyet kuralına aykırı düşecek
biçimde tüketici aleyhine dengesizliğe neden olan sözleşme koşulları haksız şarttır.
Taraflardan birini tüketicinin oluşturduğu her türlü sözleşmede yer alan haksız
şartlar tüketici için bağlayıcı değildir.” hükümleri yer almaktadır. Görüldüğü
gibi 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanununa eklenen geçici 18. madde dayanak
gösterilerek elektrik abonelerinden tahsil edilecek her türlü kaçak/kayıp
bedeli hukuki dayanaktan ve anayasal ilkelerden yoksun olacağı gibi Tüketicinin
korunması hakkında kanun hükümleri ile de çelişecektir.
Bu
yönüyle, dava konusu geçici 18. madde faturalarını düzenli ödeyen tüketiciler
bakımından ek mali yükümlülükler getirdiği ve ihaleyi alan firmalar için de
sözleşme sonrası yeni şartlar oluşturduğundan ve haksız kazanca yol açtığından
Anayasa’nın 172. maddesindeki Tüketicilerin korunması ile ilgili “Devlet, tüketicileri
koruyucu ve aydınlatıcı tedbirleri alır, tüketicilerin kendilerini koruyucu
girişimlerini teşvik eder” hükmüne aykırıdır. İptal edilmelidir.
Öte
yandan, T.C. Yargıtay Hukuk Genel Kurulu elektrik kayıp-kaçak bedelinin
tahsilinin hukuka aykırı olduğuna ilişkin kararında (E: 2013/7-2454, K:
2014-679) 21.5.2014 Tarihli Kararı’nda. “...Elektrik enerjisinin nakli
esnasında meydana gelen kayıp ile başka kişiler tarafından hırsızlanmak
suretiyle kullanılan elektrik bedellerinin, kurallara uyan abonelerden tahsili
yoluna gitmek hukuk devleti ve adalet düşünceleri ile
bağdaşmamaktadır. Hem bu hal, parasını her hâlükârda tahsil eden davacı
Kurum’un çağın teknik gelişmelerine ayak uydurmasına engel olur, yani davacı
kendi teknik alt ve üst yapısını yenileme ihtiyacı duymayacağı gibi; elektriği
hırsızlamak suretiyle kullanan kişilere karsı önlem alma ve takip etmek için
gerekli girişimlerde de bulunmasını engeller. Oysa ki, elektrik kaybını önleme
ve hırsızlıkları engelleme veya hırsızı takip edip, bedeli ondan tahsil etme
görevi de bizzat enerjinin sahibi bulunan davacıya aittir. Bununla birlikte,
tüketici olan vatandaşın faturalara yansıtılan kayıp-kaçak bedelinin
hangi miktarda olduğunun apaçık denetlenebilmesi ve hangi hizmetin karşılığında
ne bedel ödediğini bilmesi, yani şeffaflık hukuk devletinin vazgeçilmez
unsurlarındandır.” tespitinde bulunmuştur.
Yüksek
yargı kararında, bu uygulamanın hukuk devleti ilkesi ve adalet anlayışıyla
bağdaşmadığı, dağıtım şirketlerinin kayıp enerji miktarını azaltmak ya da kaçak
kullanımı engellemek için altyapı ve üstyapıda gerekli yatırım ve organizasyonu
yapmasına engel teşkil edeceği gibi gerekçelere dayanmıştır. İlgili dağıtım
şirketinin yapmış olduğu karar düzeltme girişimi de Yargıtay Hukuk Genel
Kurulu’nun 17.12.2014 tarihinde vermiş olduğu kararıyla reddedilerek, 21.5.2014
tarihli Yargıtay Hukuk Genel Kurulu kararı kesinleşmiştir. Son olarak Yargıtay
Hukuk Genel Kurulu bu tahsilatların iadesine karar vermiştir. Yargıtay Hukuk
Genel Kurulu’nun ödemesini zamanında ve düzgün yapan tüketiciden elektrik
kayıp-kaçak bedelinin alınamayacağı yönündeki kararına rağmen, yasama organı
tarafından bu karar göz ardı edilerek kanunlaşmış olan dava konusu düzenleme
hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmayacağı gibi toplumda adalet dengesinin
kurulmasına engel olacak niteliktedir.
Ayrıca,
Anayasa’nın 138. maddesinin son fıkrası “Yasama ve yürütme organları ile idare,
mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını
hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.”
hükmünü içermektedir.
Yasama
organının mahkeme kararlarını değiştirememesi ilkesi yasama organının kanun
yoluyla kesinleşmiş olan kararları ortadan kaldıramaması anlamına gelir.
Mahkeme kararının kanun yoluyla değiştirilememesi ilkesi, maddi hukukta
herhangi bir değişiklik yapmaksızın sadece somut mahkeme kararlarının kanun
yoluyla değiştirilmesi ya da uygulanmasının engellenmesi hâlleri için söz
konusu olacaktır. Bu nedenle iptali istenen kural ile kesinleşmiş mahkeme kararlarının
uygulanamayacağının öngörülmüş olması Anayasa’nın 138. maddesine aykırılık
oluşturmaktadır. Açıklanan nedenlerle 6639 sayılı Kanun’un
18. maddesi ile 14/3/2013 tarihli ve 6446 sayılı Elektrik Piyasası
Kanununa eklenen geçici 18. madde, Anayasa’nın 138. maddesini de ihlal
etmiştir. İptal edilmelidir.
Açıklamaya
çalışılan nedenlerle, 27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un
18. maddesi ile 14/3/2013 tarihli ve 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanununa
eklenen geçici 18. madde, Anayasa’nın 2., 138. ve 172. maddelerine aykırı
olduğundan iptali gerekir.
4) 6639
sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun”un 22. maddesiyle 3.6.2011 tarihli ve 638 sayılı Gençlik ve Spor
Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen
geçici 13. maddenin (1) numaralı fıkrasındaki “Bakanlık Merkez Teşkilatı ile
Spor Genel Müdürlüğü ve …” ibaresinin Anayasa’ya Aykırılığı
6639
sayılı Kanunun 21. maddesiyle 638 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen
geçici 12. maddeyle, Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğü
bölge müdürlükleri kapatılarak bölge müdürlüklerinin kullanımında olan her
türlü taşınır, araç, gereç, malzeme, borç ve alacakları ile kayıt ve
dokümanları personeliyle birlikte Kredi ve Yurtlar İl Müdürlüklerine
devredilirken; 6639 sayılı Kanunun 22. maddesiyle 638 sayılı Kanun Hükmünde
Kararnameye eklenen geçici 13. maddenin (1) numaralı fıkrasıyla ise bölge müdürlükleri
kapatılarak personeliyle il müdürlüklerine devredilen Yüksek Öğrenim Kredi ve
Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğü yanında Gençlik ve Spor Bakanlığı Merkez
Teşkilatı ile Spor Genel Müdürlüğünde; Genel Müdür Yardımcısı, Müşavir, Teftiş
Kurulu Başkanı, I. Hukuk Müşaviri, Müstakil/Unvanlı Daire Başkanı, Daire
Başkanı, Bölge Müdürü, Bölge Müdür Yardımcısı, Gençlik Hizmetleri ve Spor İl
Müdürü, Gençlik Hizmetleri ve Spor İlçe Müdürü, Federasyon Genel Sekreteri,
Yurt Müdürü ve Gençlik Merkezi Müdürü kadrolarında bulunanların görevlerinin
hiçbir işleme gerek kalmaksızın sona ererek Araştırmacı kadrolarına hâlen
bulundukları kadro dereceleriyle hiçbir işleme gerek kalmaksızın atanmış
sayılacakları kurallaştırılmaktadır.
Anayasa’nın
128. maddesinin ikinci fıkrasında, memurların ve diğer kamu görevlilerinin
nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık
ve ödenekleri ve diğer özlük işlerinin kanunla düzenleneceği belirtilirken;
129. maddesinin ilk fıkrasında memurlar ve diğer kamu görevlileri, Anayasa ve
kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlü kılınmışlardır.
Anayasa’nın
128. maddesinin ikinci fıkrasında sözü edilen kanunla düzenlemeden amaç;
nitelik, atanma, görev, yetki, hak ve yükümlülükler ile aylık ve ödenekleri kapsayan
unsurlar, yasama tasarrufuyla düzenlensin de nasıl düzenlenirse düzenlensin
serbestliğinde değil; kanunla düzenlemenin, Anayasa’nın 128. maddesinin birinci
fıkrasında belirtildiği üzere Devletin, kamu iktisadi teşebbüsleri ve diğer
kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları
kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerin memurlar ve diğer
kamu görevlileri eliyle görüleceğinin bilinci içinde ve Anayasa’nın 5.
maddesiyle Devlete verilen temel amaç ve görevleri hayata taşıyacak personel
sistemi bütünlüğü içinde yapılması; memurlar ve diğer kamu görevlilerinin de
görevlerini Anayasa’nın 129. maddesinin ilk fıkrasına göre Anayasa ve kanunlara
sadık kalarak yapmasıdır. Anayasa’nın 128. maddesinin birinci fıkrasındaki
kurallaştırmada önceliğin kamu görevlilerine/personeline değil, Devletin varlık
nedeni olan ve herkesi ilgilendiren müşterek/ortak işlere veya meselelere yani
kamu hizmetlerine/görevlerine verilmiş olmasının anlamı da budur.
Kamu
personel sisteminde “spoil system” (yağma sitemi) ve liyakat sistemi olmak
üzere başlıca iki sistem görülmektedir. Tarihte “yağma sistemi”, Anglo-Sakson
hukuk sistemine bağlı ülkelerde görülmüştür.
İngiltere’de
on dokuzuncu yüzyıla kadar yüksek memuriyet kadroları aristokratların elinde
bulunmakta ve aristokrat sınıfı “çalışmak” demek olan memurluk yapmak yerine,
elindeki memuriyet kadrolarını başkalarına kiralamakta ya da satmaktaydı.
Spoil
system, en özgün ifadesini ABD Başkanı Andrew Jackson’ın, 1829’da söylediği
“Ganimet, seçimden zaferle çıkanındır.” sözünde bulmaktadır. Bu sistemde,
iktidarın değişmesiyle, tüm kamu görevleri el değiştiriyor; devlet kadroları,
seçimi kazanan siyasal parti/başkan için seçim zaferinin “ganimet”i olarak
değerlendirildiğinden, devlet kadrolarının seçimi kazanan siyasal partinin
siyasal destekçileri ile doldurulması demokratik bir hak olarak görülüyordu.
Memuriyet
kadrolarının liyakat yerine, siyasal partilere yakınlık, yandaşlık ve sadakat
kriterine bağlanmasına dayanan yağma sistemi, 1883’de yürürlüğe giren Pendleton
Act’a kadar sürmüştür. Sınıflandırma ve liyakatin esas alındığı bu yasadan
itibaren ABD’de giderek azalan yağma sistemi, yerini liyakate terk ederek
günümüzde yüzde birler seviyesine düşmüştür.
Türkiye’de
ise, personel rejimi olarak Kıta Avrupa’sı Hukuk Sisteminin başlangıçtan beri
“liyakat ilkesi” üzerinde yükselen statü hukuku geçerlidir.
Anayasa’nın
70. maddesinde, “Her Türk, kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir. Hizmete
alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka bir ayrım gözetilemez.”
kuralına yer verilerek; kamu hizmetine girmede -ve bunun doğal bir uzantısı
olan görev içinde yükselme ve görevin sona erdirilmesinde-, “eşitlik” ve
“liyakat” ilkeleri, Anayasal dayanağa kavuşturularak personel sistemi
temellendirilmiştir.
Nitekim,
Anayasa Mahkemesi “görevin gerektirdiği nitelikler” ifadesini, 9.10.1979 günlü
ve E. 1979/19, K. 1979/39 sayılı kararında; “Anayasa ödevle nitelik arasında
sıkı bir ilişki bulunduğunu, bunun dışında hizmete alınmada hiçbir nedenin
gözetilemeyeceğini, daha açık bir anlatımla ayrımın yalnızca ödev nitelik
ilişkisi yönünden yapılması gerektirdiğini buyurmaktadır. O halde ödevle, onun
gerektirdiği niteliği birbirinden ayrı düşünmeye olanak yoktur. Buna göre, o
nitelikler görevlilerde bulunmadıkça o ödev yerine getirilemeyecek ya da ödev
iyi biçimde yerine getirilmemiş olacak demektir.” şeklinde yorumlayarak,
“görevin gerektirdiği nitelikler”den “liyakat” ilkesinin anlaşılması
gerektiğini açıkça ortaya koymuştur.
Öte
yandan, Anayasa’nın 128. maddesine göre kamu idarelerinin genel idare
esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği
asli ve sürekli görevleri görecek memur ve diğer kamu görevlileri hakkındaki
temel ve ortak düzenlemeler, Anayasa’nın 70. maddesindeki ilke çerçevesinde 657
sayılı Devlet Memurları Kanununda kurallaştırılmıştır.
657 sayılı
Devlet Memurları Kanunu, Anayasa’nın 2. maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri
ile 5. maddesindeki Devletin temel amaç ve görevleri ve 70., 128. ve 129.
maddelerinde kurallaştırılan temel ilkeler üzerine oturtulmuştur. 657 sayılı
Kanunun 3. maddesinde “kariyer” ve “liyakat” Kanunun temel ilkeleri olarak
belirlenmiş; kariyer ilkesi, devlet memurlarına yaptıkları hizmetler için
gerekli bilgilere ve yetişme koşullarına uygun şekilde, sınıfları içinde en
yüksek derecelere kadar ilerleme olanağı sağlamak; liyakat/yeterlik ilkesi ise,
devlet kamu hizmetleri görevlerine girmeyi, sınıflar içinde ilerleme ve
yükselmeyi, görevin sona erdirilmesini yeterlik sistemine dayandırmak ve bu sistemin
eşit olanaklarla uygulanmasında devlet memurlarını güvenliğe sahip kılmak
olarak tanımlanmıştır.
Keyfiyete
izin vermeyen liyakat ilkesi ile uzmanlaşmaya önem veren kariyer ilkesi, hukuk
devleti ilkesini benimsemiş Cumhuriyet rejimlerinde, kamu personel sisteminin
temel taşıdır ve kamu hizmetlerinin hukuka uygun ve kamu yararına sonuç verecek
şekilde düzenli, süratli, etkili, verimli ve ekonomik şekilde yürütülebilmesi
bu ilkelerin ödünsüz uygulanmasından geçmektedir.
Kamu
görevlilerinin atanmalarındaki usule göre görevden alınmaları, idare hukukunun
temel ilkelerinden biridir. Nitekim 2451 sayılı Bakanlıklar ve Bağlı
Kuruluşlarda Atama Usulüne İlişkin Kanun’un 1. maddesinde, Başbakanlık ve
bakanlıklar ile bunlara bağlı kuruluşlarda teşkilat kanunu bulunup
bulunmadığına bakılmaksızın atama ve nakillerin 2451 sayılı Kanuna göre
yapılacağı hüküm altına alınmış; 2. maddesinin birinci fıkrasında, Kanuna ekli
(1) sayılı cetvelde gösterilen unvanları taşıyan görevlere Bakanlar Kurulu
kararı ile, (2) sayılı cetvelde gösterilen unvanları taşıyan görevlere müşterek
kararla atama yapılacağı belirtildikten sonra ikinci fıkrasında “Bunların
nakilleri ve görevden alınmaları da aynı usule göre olur.” denilerek söz konusu
ilke yasa kuralı haline getirilmiştir.
Anayasa Mahkemesinin
kamu görevlilerinin hukuk güvenliğinin sağlanması bağlamında geliştirdiği
istikrar kazanmış içtihadına göre;
(i) Bir
statüye atanmış olan kamu görevlilerinin atandıkları hukuki statüde değişiklik
olmadığı sürece görev güvencelerinin sağlanması,
(ii) Hukuki
statüde değişiklik olduğu takdirde, kariyer ve liyakat ilkeleri ile kadro
dereceleri gözetilerek atanmalarına olanak verecek şekilde yasal düzenleme
yapılması,
(iii) Kamu
görevlilerinin meşru beklentilerinin hukuki güvenlik ve belirlilik ilkesi
gereğince korunması,
Gerekmektedir.
Bununla
birlikte, Anayasa Mahkemesinin 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı Yetki Kanununa
dayanılarak çıkarılan KHK’lere ilişkin verdiği kararlar ile bundan sonraki
kararlarında yukarıda örneklenen yerleşmiş içtihadından, vazgeçtiği
gözlenmektedir.
Anayasa
Mahkemesi’nin içtihat değişikliğine gitmesinin kamu yönetimi, kamu hizmetleri
ve kamu personeli üzerinde yol açtığı tahribatın boyutları üzerine yapılmış
bilimsel çalışmalar olmamakla birlikte, siyasal iktidarı cesaretlendirerek
keyfi yönetimin önünü açtığı açıktır.
6639
sayılı Kanunun 21. maddesiyle 638 sayılı KHK’ye eklenen geçici 12. maddeyle,
Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğü bölge müdürlükleri
kapatılarak personeliyle birlikte Kredi ve Yurtlar İl Müdürlüklerine
devredilirken; 6639 sayılı Kanunun 22. maddesiyle 638 sayılı KHK’ye eklenen
geçici 13. maddenin (1) numaralı fıkrasıyla ise Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar
Kurumu Genel Müdürlüğü bölge müdürlüklerinin kapatılmasının arkasına sığınılarak
Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu Genel Müdürlüğü yanında teşkilat
yapısında hiçbir değişiklik olmayan Gençlik ve Spor Bakanlığı Merkez Teşkilatı
ile Spor Genel Müdürlüğünde; Genel Müdür Yardımcısından şube müdürüne kadar tüm
personelin yasayla görevlerinden alınark araştırmacı kadrolarına atanmaları
öngörülmektedir.
Anayasa’nın
2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesinin temel gereklerinden biri
kazanılmış haklara saygı gösterilmesidir. Kazanılmış haklara saygı, hukuk
güvenliği ilkesinin bir sonucudur. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir
olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini,
Devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden
kaçınmasını gerekli kılar.
Anayasa
Mahkemesi daha yakın zamanlarda aldığı 3.4.2013 tarihli ve E.2011/142,
K.2013/52 sayılı kararında, “Diğer taraftan, teşkilat yapısı değiştirilen
Devlet Su işleri Genel Müdürlüğü ve Elektrik İşleri Etüd İdaresi Genel
Müdürlüğünün bazı kadrolarında görev yapan kamu görevlilerinin görevlerinin
sona erdirilerek müşavir veya araştırmacı kadrolarına atanmış sayılmalarının
öngörülmesi, yeniden teşkilatlanma sonucu ortaya çıkan hukuki ve fiili
zorunluluklar nedeniyledir. Meydana gelebilecek bu değişiklik, daha önce kural
tasarrufların doğurmuş olduğu objektif ve genel hukuki durumlara da
uygulanabilecektir.” diyerek, teşkilat yapısının değişmesi ve yeniden
teşkilatlanmada ortaya çıkan hukuki ve fiili zorunlulukları, kamu
görevlilerinin görevlerinden alınıp araştırmacı veya müşavir kadrolarına
atamada gerekçe olarak nitelemiştir.
Gençlik ve
Spor Bakanlığı Merkez Teşkilatı ile Spor Genel Müdürlüğü’nün teşkilat yapısında
hiçbir değişiklik olmadığı halde Merkez Teşkilatı ile Spor Genel Müdürlüğünde
Genel Müdür Yardımcısından şube müdürüne kadar olan kadrolarda görev yapan ve
bu kadrolara liyakat ve kariyer ilkelerine göre atanan/atanması gereken kamu
görevlilerinin bir üst göreve getirilmeseler de en azından bulundukları
kadrolarda görev güvencelerinin sağlanmasına yönelik meşru beklentilerine
dayalı hukuk güvenliklerinin sağlanması, hukuk devleti ilkesinin zorunlu bir
sonucudur. Yasama yetkisinin genelliği ilkesi, hiçbir şekilde statü hukukunun
liyakat ilkesine dayandığı gerçeği ile görevden almaların atamadaki usule göre
olacağı ilkesi ve değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek hukuk devleti
ilkesinin önüne geçemez. Bu itibarla iptali istenen ibareler, Anayasa’nın 2.
maddesine aykırıdır.
Öte
yandan, Hukuk Devleti ilkesi, hukuk güvenliğinin ve adaletin sağlanmasına
yönelik hukuk anlayışını temsil etmekte ve yasaların yasakoyucunun keyfine göre
değil, kamu yararı amacıyla çıkarılmasını zorunlu kılmaktadır. Statü hukukunda,
hukuk güvenliği ve adalet kavramları ile istikrar arasında sıkı bir bağ
bulunmakta; Statü hukukunun dayandığı liyakat ilkesi kamu görevlileri
açısından, hukuk güvenliği ile adaletin sağlanmasına, yönetim açısından ise
istikrara hizmet etmektedir.
“Doğruluğun
düşünce sistemlerinin ilk erdemi olması gibi, adalet de toplumsal kurumların
ilk erdemidir… Kanunlar ve kurumlar ne kadar etkin ve iyi düzenlenmiş olursa
olsun, şayet adaletsiz iseler, yeniden düzenlenmeli ya da kaldırılmalıdırlar…
adalet bazılarının özgürlüğündeki eksilmenin, başkaları tarafından paylaşılan
daha büyük bir iyi ile haklı kılınmasını kabul etmez… adaletin sağlamış olduğu
haklar politik pazarlığa veya toplumsal çıkar hesaplarına bağlı değildir… bir
adaletsizliğe ancak daha büyük bir adaletsizlikten kaçınmak için müsamaha
gösterilebilir.” (Bkz. RAWLS, John; A Theory of Justice, s:3-4, Oxford
University Press, 1985.).
Gençlik ve
Spor Bakanlığı Merkez Teşkilatı ile Spor Genel Müdürlüğü’nün teşkilat yapısında
hiçbir değişiklik olmadığı halde Merkez Teşkilatı ile Spor Genel Müdürlüğünde
Genel Müdür Yardımcısından şube müdürüne kadar olan kadrolarda görev yapanlar
açısından daha üst görevlere atanmak değilse de en azından bulundukları
kadrolara ait görev güvencelerinin sağlanması hukuk güvenliklerine yönelik
mutlak bir kazanılmış hak olmasına rağmen, kazanılmış hak olarak
değerlendirilmese dahi, adaletli bir hukuk düzeninde meşru beklentilerin
karşılanması niteliğinde olduğundan; statü hukukuna ve liyakat ile kariyer
ilkesine dayanan bir personel rejiminde, yasayla daha alt bir göreve atanarak
statü kaybına uğratılmaları, hukuk güvenliklerinin ihlali sonucunu doğurduğundan,
iptali istenen düzenleme Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine;
statü hukukunun temelindeki liyakat ilkesiyle bağdaşmadığından ise Anayasa’nın
70. maddesine aykırılık oluşturmaktadır.
Anayasa’nın
“Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes meşrû
vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya
davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” denilerek
yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu
olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır.
Anayasa’nın 125. maddesinde ise “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı
yargı yolu açıktır.” denilmektedir. Her iki maddeyle güvence altına alınan dava
yoluyla hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının
ötesinde diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve
bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. Kişilere yargı
mercileri önünde dava hakkı tanınması adil bir yargılamanın ön koşulunu
oluşturur.
İptali
istenen ibareler, Gençlik ve Spor Bakanlığı Merkez Teşkilatı ile Spor Genel
Müdürlüğü’nün teşkilat yapısında yapılan değişikliklerin zorunlu bir sonucu
değildir. Buna göre söz konusu işlemin sebep unsuru, teşkilattaki değişiklikten
dolayı kadroların iptal edilmesi, yeni kadrolar ihdas edilmesi değildir. Bu
yanıyla da yürürlükte bulunan kanunlara dayanılarak ve kamu görevlisinin öznel
durumu dikkate alınarak idarece tesis edilen naklen atama işlemlerinden farklı
bir yanı da bulunmamaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin 3.4.2013 tarihli ve
E.2011/142, K.2013/52 sayılı kararında da belirtildiği üzere “… bu durumun,
sebep unsuru yönünden hukuka uygun olup olmadığının tespitinin anayasal bir
sorun olduğu ve bu yöndeki denetimin Anayasa Mahkemesince yapılması gerektiği
açıktır.” Anılan atama işleminin idari işlemle yapılması durumunda, kişiler hak
arama hürriyetlerini kullanabilecekler iken, doğrudan kanunla yapılması
nedeniyle, idari yargı mercileri önünde hak arama özgürlüklerinin sınırlandığı
da apaçık bir gerçektir. Anayasa’nın 70. maddesinin göndermesiyle kariyer ve
liyakat ilkelerine dayalı bir personel sisteminde, teşkilattaki değişiklikten
dolayı bir kısım kadroların iptali ve yeni kadroların ihdası gibi ayrık
durumlar hariç, kamu görevlilerinin atamalarındaki usulü göre görevden
alınmaları ve atama ve görevden almaların idari işlemlerle gerçekleştirilip
yürütme organının yetkisinde olması gerçeği karşısında, görevden almalara karşı
kamu görevlilerinin hak arama özgürlüklerini ortadan kaldırmak amacıyla yasama
tasarrufunda bulunulması ve nihayetinde kamu görevlilerinin yargı mercileri
önünde dava açma haklarının ellerinden alınması, Anayasa’nın 36. ve 125.
maddelerine aykırıdır.
Yukarıda
açıklandığı üzere, 6639 sayılı Kanunun 22. maddesiyle 3.6.2011 tarihli ve 638
sayılı Gençlik ve Spor Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun
Hükmünde Kararnameye eklenen geçici 13. maddenin (1) numaralı fıkrasındaki
“Bakanlık Merkez Teşkilatı ile Spor Genel Müdürlüğü ve …” ibaresi, Anayasa’nın
2., 36., 70. ve 125. maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir.
5) 6639
sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun”un 23. maddesiyle 27.6.1989 tarihli ve 375 sayılı Kanun Hükmünde
Kararnameye eklenen ek 18. maddenin Birinci, İkinci ve Üçüncü Fıkralarının
Anayasa’ya Aykırılığı
6639
sayılı Kanunun 23. maddesiyle 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen ek
18. maddenin birinci fıkrasıyla;
4857
sayılı İş Kanunu ile 926 sayılı Türk Silâhlı Kuvvetleri Personel Kanunu hariç
olmak üzere, tabi oldukları personel kanununa bakılmaksızın Başbakanlık,
bakanlıklar, bağlı ve ilgili kuruluşlar ile başkan ve üyeleri hariç olmak üzere
5018 sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanununa ekli (III) sayılı Cetvelde
sayılan düzenleyici ve denetleyici kurumlar ve Tasarruf Mevduatı Sigorta
Fonunda;
a)
Görevden alınan veya görev süreleri sona eren müsteşarlar ile ek göstergesi
7600 ve daha yüksek tespit edilen yönetici kadrolarında bulunanlar Başbakanlık merkez
müşaviri kadrolarına, ek göstergesi 7000 olan yönetici kadrolarında bulunanlar
Başbakanlık müşaviri kadrolarına,
b) (a)
bendinde belirtilenler hariç olmak üzere ek göstergesi 6400 ve daha yüksek
tespit edilen yönetici kadrolarında veya pozisyonlarında bulunanlardan
Başbakanlık Merkez Teşkilatı ile bağlı ve ilgili kuruluşlarında olanlar
görevden alındıklarında veya görev süreleri sona erdiğinde Başbakanlık
müşaviri, bakanlık merkez teşkilatları ile bağlı ve ilgili kuruluşlarında
olanlar bakanlığın müşavir kadrolarına, düzenleyici ve denetleyici kurumlar ile
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunda olanlar kurumlarının müşavir veya danışman
kadro veya pozisyonlarına,
c) Ek
göstergeleri 3600 (dâhil) ila 6400 (hariç) olarak tespit edilen yönetici kadro
veya pozisyonlarında bulunanlar görevden alındıklarında veya görev süreleri
sona erdiğinde;
1) Daha
önce 657 sayılı Kanunun 36 ncı maddesinin “Ortak Hükümler” bölümünün (A)
fıkrasının (11) numaralı bendinde sayılan merkez teşkilatına ait kadrolar ile
mesleğe alınmaları, yetiştirilmeleri ve yeterlilikleri aynı veya benzer nitelik
arz eden merkez teşkilatına ait kadro veya pozisyonlarda bulunanlar daha önceki
bu kadro veya pozisyonlarına,
2) Daha
önce (1) numaralı alt bentte belirtilen kadrolarda bulunmayanlardan ek göstergesi
3600 (dâhil) ila 6400 (hariç) olarak tespit edilen yönetici kadro veya
pozisyonlarında toplam en az üç yıl görev yapmış olanlar ilgili kuruma ait (1)
numaralı alt bentte yer alan kadro veya pozisyonlardan kurumlarınca tespit
edilmiş olan kadro veya pozisyonlarına,
3) (2)
numaralı alt bentte belirtilenlerden üç yıldan az görev yapmış olanlar, bu
maddeye göre ihdas edilmiş sayılan merkez veya taşra teşkilatına ait
araştırmacı kadro veya pozisyonlarına,
ç) Ek
göstergesi 3600’den daha düşük tespit edilen yönetici kadro veya
pozisyonlarında bulunanlar görevden alındıklarında veya görev süreleri sona
erdiğinde;
1) Daha
önce 657 sayılı Kanunun 36 ncı maddesinin “Ortak Hükümler” bölümünün (A)
fıkrasının (11) numaralı bendinde sayılan kadrolar ile mesleğe alınmaları,
yetiştirilmeleri ve yeterlilikleri aynı veya benzer nitelik arz eden kadro veya
pozisyonlarda bulunanlar daha önceki bu kadro veya pozisyonlarına,
2)
Diğerleri, bu maddeye göre ihdas edilmiş sayılan merkez veya taşra teşkilatına
ait araştırmacı kadro veya pozisyonlarına,
atanmaları
ve bu şekilde atananlardan bir ay içinde talepte bulunanların, atamaya yetkili
amirler tarafından bu fıkra kapsamında yer alan yönetici kadro veya
pozisyonları dışındaki daha önce bulundukları veya öğrenim durumları itibarıyla
ihraz etmiş oldukları unvanlara ilişkin kadro veya pozisyonlara bir ay içinde
atanacakları öngörülmekte;
İkinci
fıkrasında, birinci fıkra kapsamında atananlar ile anılan fıkranın son cümlesi
uyarınca talep üzerine yapılacak atamalar için uygun boş kadro veya pozisyon
bulunmaması hâlinde, bunlar için başka bir işleme gerek kalmaksızın, söz konusu
kadro veya pozisyonların ihdas edilmiş ve kurumların kadro veya pozisyon
cetvellerinin ilgili bölümlerine eklenmiş sayılacağı; bu şekilde ihdas edilmiş
sayılan kadro ve pozisyonların boşalması hâlinde, herhangi bir işleme gerek
kalmaksızın iptal edilmiş sayılacağı ve anılan kadro ve pozisyonlara
atananların, atamaya yetkili amirleri tarafından belirlenen birimlerde istihdam
edilecekleri;
Üçüncü
fıkrasında, birinci fıkra hükmü kapsamında atananlardan birinci fıkra
kapsamında yer alan yönetici kadro veya pozisyonlarında kesintisiz olarak en az
iki yıl fiilen görev yapmış olanların mali haklarının, atandıkları söz konusu
kadro veya pozisyonlarda bulunmaları kaydıyla, atandıkları tarihi takip eden ay
başından itibaren ikinci yılın sonuna kadar fiili çalışmaya bağlı ödemeler
hariç, önceki görevine ait ödeme unsurları esas alınarak verilmeye devam
edileceği;
kurallaştırılarak;
Anayasa’nın 2. maddesindeki Cumhuriyetin temel niteliklerine ve Anayasa’da yer
alan kamu hizmeti ile kamu personeline ilişkin kurallara ve bu kurallardan
türetilmiş 657 sayılı Kanunun temel ilkelerine rağmen; Türkiye’nin Tanzimat ile
başlayan ve Cumhuriyetle taçlandırılıp 657 sayılı Kanunla zirveye taşınan
“liyakat” ilkesi temelli statü hukukuna dayalı personel sistemi, tam anlamıyla
ve nihai şekilde “spoil system”e (yağma sistemi) dönüştürülmektedir. Çünkü
06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı Yetki Kanununa dayanılarak çıkarılan KHK’ler
ile sonraki yasal düzenlemelerde geçici maddelere dayandırılan görevden
almalar, 6639 sayılı Kanunla 375 sayılı KHK’ye ek madde eklenerek süreklilik
boyutuna vardırılmıştır.
Tarihte
“spoil system” (yağma sitemi) Anglo-Sakson hukuk sistemine bağlı ülkelerde
görülmüştür.
İngiltere’de
on dokuzuncu yüzyıla kadar yüksek memuriyet kadroları aristokratların elinde
bulunmakta ve aristokrat sınıfı “çalışmak” demek olan memurluk yapmak yerine,
elindeki memuriyet kadrolarını başkalarına kiralamakta ya da satmaktaydı.
Spoil system,
en özgün ifadesini ABD Başkanı Andrew Jackson’ın, 1829’da söylediği “Ganimet,
seçimden zaferle çıkanındır.” sözünde bulmaktadır. Bu sistemde, iktidarın
değişmesiyle, tüm kamu görevleri el değiştiriyor; devlet kadroları, seçimi
kazanan siyasal parti/başkan için seçim zaferinin “ganimet”i olarak
değerlendirildiğinden, devlet kadrolarının seçimi kazanan siyasal partinin
siyasal destekçileri ile doldurulması demokratik bir hak olarak görülüyordu.
Memuriyet
kadrolarının liyakat yerine, siyasal partilere yakınlık, yandaşlık ve sadakat
kriterine bağlanmasına dayanan yağma sistemi, 1883’de yürürlüğe giren Pendleton
Act’a kadar sürmüştür. Sınıflandırma ve liyakatin esas alındığı bu yasadan
itibaren ABD’de giderek azalan yağma sistemi, yerini liyakate terk ederek
günümüzde yüzde birler seviyesine düşmüştür.
Türkiye’de
ise, personel rejimi olarak Kıta Avrupa’sı Hukuk Sisteminin başlangıçtan beri
“liyakat ilkesi” üzerinde yükselen statü hukuku geçerlidir.
Anayasa’nın
70. maddesinde, “Her Türk, kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir. Hizmete
alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka bir ayrım gözetilemez.”
kuralına yer verilerek; kamu hizmetine girmede -ve bunun doğal bir uzantısı
olan görev içinde yükselme ve görevin sona erdirilmesinde-, “eşitlik” ve “liyakat”
ilkeleri, Anayasal dayanağa kavuşturularak personel sistemi
temellendirilmiştir.
Nitekim,
Anayasa Mahkemesi “görevin gerektirdiği nitelikler” ifadesini, 9.10.1979 günlü
ve E. 1979/19, K. 1979/39 sayılı kararında; “Anayasa ödevle nitelik arasında sıkı
bir ilişki bulunduğunu, bunun dışında hizmete alınmada hiçbir nedenin
gözetilemeyeceğini, daha açık bir anlatımla ayrımın yalnızca ödev nitelik
ilişkisi yönünden yapılması gerektirdiğini buyurmaktadır. O halde ödevle, onun
gerektirdiği niteliği birbirinden ayrı düşünmeye olanak yoktur. Buna göre, o
nitelikler görevlilerde bulunmadıkça o ödev yerine getirilemeyecek ya da ödev
iyi biçimde yerine getirilmemiş olacak demektir.” şeklinde yorumlayarak,
“görevin gerektirdiği nitelikler”den “liyakat” ilkesinin anlaşılması
gerektiğini açıkça ortaya koymuştur.
Öte
yandan, Anayasa’nın 128. maddesinin ikinci fıkrasında, memurların ve diğer kamu
görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve
yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işlerinin kanunla
düzenleneceği belirtilirken; 129. maddesinin ilk fıkrasında memurlar ve diğer
kamu görevlileri, Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla
yükümlü kılınmışlardır.
Anayasa’nın
128. maddesinin ikinci fıkrasında sözü edilen kanunla düzenlemeden amaç;
nitelik, atanma, görev, yetki, hak ve yükümlülükler ile aylık ve ödenekleri
kapsayan unsurlar, yasama tasarrufuyla düzenlensin de nasıl düzenlenirse
düzenlensin serbestliğinde değil; kanunla düzenlemenin, Anayasa’nın 128.
maddesinin birinci fıkrasında belirtildiği üzere Devletin, kamu iktisadi
teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına göre
yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli
görevlerin memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görüleceğinin bilinci
içinde, Anayasa’nın 5. maddesiyle Devlete verilen temel amaç ve görevleri
hayata taşıyacak personel sistemi bütünlüğü içinde ve Anayasa’nın 70.
maddesinde öngörüldüğü üzere kamu görevine atama, görev içinde yükseltme ve
göreve son vermenin “liyakat” ilkesine dayandırılarak yapılması ve memurlar ve
diğer kamu görevlilerinin de görevlerini Anayasa’nın 129. maddesinin ilk
fıkrasına göre Anayasa ve kanunlara sadık kalarak yürütmesidir.
Anayasa’nın
128. maddesinin birinci fıkrasındaki kurallaştırmada önceliğin kamu
görevlilerine/personeline değil, Devletin varlık nedeni olan ve herkesi
ilgilendiren müşterek/ortak işlere veya meselelere yani kamu
hizmetlerine/görevlerine verilmiş olmasının anlamı da budur.
Önceliğin
kamu hizmetlerine verilmesi Cumhuriyet rejiminin ontolojik temelinde yatar.
Res-publica (Cumhuriyet), yurttaşların ortak malı/işleri/meseleleri ya da
herkese ait olan demektir. Tarihsel olarak Roma Cumhuriyetinde kamu
görevi/hizmeti olarak nitelendirilen ortak işleri görmek üzere tayin edilen
kişilere “magistratus” deniyordu ve bunlar kamusal otoriteyle yani halkın
bütününü ilgilendiren meseleleri kapsayan bir otoriteyle donanmış bulunuyordu.
Cumhuriyet
rejiminin kamunun ortak işleri bağlamında varlık kazanıp, ortak işlerin
görülmesinin her şeyden üstün tutulması anlayışına dayanması nedeniyledir ki,
Anayasa’nın 128. maddesinde kamu hizmetlerini yürütecek olan kamu
görevlilerinin görevlerini kamu yararına ve hukuka uygun yürütmelerine güvence
oluşturmak üzere kamu görevlilerinin özelliklerinin yasayla düzenlenmesi
öngörülmüş ve kamu idarelerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü
oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevleri yürütecek
memur ve diğer kamu görevlileri hakkındaki temel ve ortak düzenlemeler,
Anayasa’nın 70. maddesindeki ilke çerçevesinde 657 sayılı Devlet Memurları
Kanununda kurallaştırılmıştır.
657 sayılı
Devlet Memurları Kanunu, Anayasa’nın 2. maddesindeki Cumhuriyetin nitelikleri
ve 5. maddesindeki Devletin temel amaç ve görevleri ile 70., 128. ve 129.
maddelerinde kurallaştırılan temel ilke ve kurallar üzerine oturtulmuştur. 657
sayılı Kanunun 3. maddesinde “kariyer” ve “liyakat” Kanunun temel ilkeleri
olarak belirlenmiş; kariyer ilkesi, devlet memurlarına yaptıkları hizmetler
için gerekli bilgilere ve yetişme koşullarına uygun şekilde, sınıfları içinde
en yüksek derecelere kadar ilerleme olanağı sağlamak; liyakat/yeterlik ilkesi
ise, devlet kamu hizmetleri görevlerine girmeyi, sınıflar içinde ilerleme ve
yükselmeyi, görevin sona erdirilmesini yeterlik sistemine dayandırmak ve bu
sistemin eşit olanaklarla uygulanmasında devlet memurlarını güvenliğe sahip
kılmak olarak tanımlanmıştır.
Keyfiyete
izin vermeyen liyakat ilkesi ile uzmanlaşmaya dayanan kariyer ilkesi, hukuk
devleti ilkesini benimsemiş Cumhuriyet rejimlerinde, kamu personel sisteminin
temel taşıdır ve kamu hizmetlerinin hukuka uygun ve kamu yararına sonuç verecek
şekilde düzenli, süratli, etkili, verimli ve ekonomik şekilde yürütülebilmesi
bu ilkelerin ödünsüz uygulanmasından geçmektedir.
Kamu
görevlilerinin atanmalarındaki usule göre görevden alınmaları ise idare
hukukunun temel ilkelerinden biridir. Nitekim 2451 sayılı Bakanlıklar ve Bağlı
Kuruluşlarda Atama Usulüne İlişkin Kanun’un 1. maddesinde, Başbakanlık ve
bakanlıklar ile bunlara bağlı kuruluşlarda teşkilat kanunu bulunup
bulunmadığına bakılmaksızın atama ve nakillerin 2451 sayılı Kanuna göre
yapılacağı hüküm altına alınmış; 2. maddesinin birinci fıkrasında, Kanuna ekli
(1) sayılı cetvelde gösterilen unvanları taşıyan görevlere Bakanlar Kurulu
kararı ile, (2) sayılı cetvelde gösterilen unvanları taşıyan görevlere müşterek
kararla atama yapılacağı belirtildikten sonra ikinci fıkrasında “Bunların
nakilleri ve görevden alınmaları da aynı usule göre olur.” denilerek söz konusu
ilke yasa kuralı haline getirilmiştir.
Anayasa
Mahkemesinin tüm bu tarihsel olguları, Cumhuriyet rejiminde kamu görevlilerinin
yürütmekle görevli olduğu kamu hizmetinin özelliği ve önceliğinden kaynaklanan
niteliğini ve Anayasal ilke ve kuralları gözeterek, asli ve sürekli kamu
hizmetlerinin tarafsız, tüm yurttaşlara eşit, hukuka ve kamu yararına uygun
şekilde sunulmasının kamu görevlilerinin hukuk güvenliklerinin sağlanmasından
geçtiği gerçeğinden hareketle geliştirdiği istikrar kazanmış içtihadına göre;
(i) Bir
statüye atanmış olan kamu görevlilerinin atandıkları hukuki statüde değişiklik
olmadığı sürece görev güvencelerinin sağlanması,
(ii) Hukuki
statüde değişiklik olduğu takdirde, kariyer ve liyakat ilkeleri ile kadro
dereceleri gözetilerek atanmalarına olanak verecek şekilde yasal düzenleme
yapılması,
(iii) Kamu
görevlilerinin meşru beklentilerinin hukuki güvenlik ve belirlilik ilkesi
gereğince korunması,
Gerekmektedir.
(Bkz. Anayasa Mahkemesinin 06.04.2006 günlü ve E.2003/112, K.2006/49; 04.02.2010
günlü ve E.2007/97, K.2010/32; E.2010/29, K.2010/90 sayılı kararları).
Bununla
birlikte Anayasa Mahkemesi, 06.04.2011 tarihli ve 6223 sayılı Yetki Kanununa
dayanılarak çıkarılan KHK’lere ilişkin verdiği kararlar ile bundan sonraki
kararlarında yukarıda örneklenen yerleşmiş içtihadından vazgeçerek “yasamanın
genelliği ilkesi” ile çapraşık açıklamalardan sonra nihayetinde “statü
hukukunda kazanılmış haktan söz edilemeyeceği” argümanına dayanan yeni içtihada
gitmiştir.
Anayasa
Mahkemesi’nin içtihat değişikliğine gitmesinin kamu yönetimi, kamu hizmetleri
ve kamu personeli üzerinde yol açtığı tahribatın boyutları üzerine yapılmış
bilimsel çalışmalar şimdilik olmamakla birlikte, siyasal iktidarı
cesaretlendirerek keyfi yönetimin önünü açtığı açıktır. Siyasal İktidarın
KHK’lerle başlattığı görevden almalar Milli Eğitim Bakanlığında sınavla
kazanılmış okul müdürlüğü ve şube müdürlüklerine kadar taşınarak üç yıl içinde
10 binin üzerinde kamu görevlisi yasayla görevlerinden alınmış; nihayetinde bu
görevden almalar, 6639 sayılı Kanunla sürekliliğe taşınarak kamu personel
sistemi “yağma sistemi”ne taşınmıştır.
Kamu
personeline ilişkin temel düzenleme olan ve dolayısıyla bu konudaki
düzenlemelerin yorumunda referans alınması gereken 657 sayılı Devlet Memurları
Kanununun 3 üncü maddesinde, Anayasa’nın 70 inci maddesinden hareketle, Kanunun
temel ilkeleri, “sınıflandırma”, “kariyer”, “liyakat” olarak ortaya konulmuş;
liyakat-yeterlilik, “Devlet kamu hizmetleri görevlerine girmeyi, sınıflar
içinde ilerleme ve yükselmeyi, görevin sona erdirilmesini liyakat sistemine
dayandırmak ve bu sistemin eşit imkanlarla uygulanmasında Devlet memurlarını
güvenliğe sahip kılmaktır.” şeklinde tanımlanmış; 59 uncu maddesinin ikinci
fıkrasında ise, istisnai memuriyet kadrolarına atanan memurların atandıkları
kadroların, emeklilik aylığının hesabında ve diğer memurluklara naklen atamada
kazanılmış hak sayılmayacağı kurallaştırılmıştır. Memurların atandıkları
kadrolar, 657 sayılı Kanunun sınıflandırma, kariyer ve liyakat ilkelerinin
istisnasını oluşturan istisnai memuriyete atamada, istisnai memuriyete
atananlar açısından kazanılmış hak sayılmıyorsa, 657 sayılı Kanunun temel
ilkelerine dayalı atamalarda ise atananlar açısından ileriye yönelik kazanılmış
hak sayılıyor demektir.
Dolayısıyla,
kamu personeline ilişkin düzenlemelerin Anayasal yorumunda, kamu hizmetinin
veya Cumhura ait ortak işlerin Cumhuriyet rejimiyle özdeşleşen niteliğinin göz
önüne alınması ve Anayasal ilke ve kurallar çerçevesinde temellendirilmiş statü
hukukunun ve bunun kodifiye edilmiş hali olan 657 sayılı Kanunun temelinin
liyakat ilkesi olduğunun gözetilerek sistem bütünlüğü içinde analiz edilmesi
temel bir zorunluluktur.
Statü
hukukunun temel özelliği, kişilerin Devlet tarafından tek yanlı olarak
belirlenmiş statüye girerek statü çerçevesinde görev yapmayı kabul etmesi
olmakla birlikte; ayırt edici niteliği kamu görevlerine girme, sınıflar içinde
yükselme ve görevin sona erdirilmesinde temel ölçünün liyakat ilkesine
dayandırılmasıdır. Liyakat ilkesi ise bu sistemin eşit imkanlarla
uygulanmasında Devlet memurlarını güvenliğe sahip kılmayı gerektirir. Çünkü,
yasamanın genelliği ilkesi uyarınca geleceğe yönelik olarak statü hukukunda
değişiklik yapılabilmesine engel bulunmamakla birlikte, bu yönde yapılacak
yasal düzenlemelerde, önceliğin kamu hizmetlerinin hukuka ve kamu yararına
yürütülmesine verilerek daha önce tesis edilmiş bulunan ve kişilerin lehine
hukuki sonuçlar doğuran işlemlerin gözetilmesi, liyakat ilkesi ile ve hukuk
devleti ilkesinin gerektirdiği mutlak bir zorunluluktur. Bu işlemlerin
doğurduğu hukuki sonuçları ortadan kaldıracak şekilde yasama tasarrufunda
bulunulması, hukuk güvenliği ilkesine aykırılık oluşturmaktadır.
Statü
hukukunun dayandığı liyakat ilkesi kamu görevlileri açısından, hukuk güvenliği
ile adaletin sağlanmasına, yönetim açısından ise kamu hizmetlerinin sunumunda
istikrara hizmet etmektedir. Hukuk devleti ilkesi ise yasaların kamu yararına
dayanması ile adaletin ve hukuk güvenliğinin sağlanmasına ilişkin gün ışığında
yönetim özleminden doğmuştur.
Hukuk
devletinin temel unsurlarından biri olan hukuk güvenliği ilkesi, bireyin hukuki
durumunun süreceği yönündeki beklentilerinin güvence altına alınması anlamına
gelir. Kamu görevlilerinin hukuk güvenliği içinde çalışmaları, kamu
görevlilerine tanınmış bir ayrıcalık değil, kamu hizmetinin önceliği ve
özelliğinin zorunlu bir sonucudur.
Bu
bağlamda, statü hukukuna dayanan ve liyakat ilkesini temel alan personel
sisteminde, kamu görevlilerine ilişkin düzenlemelerde ve bu düzenlemelerin
yorumunda, kamu görevlilerinin bir üst göreve getirilmeseler de en azından
bulundukları kadrolarda görev güvencelerinin sağlanmasına yönelik meşru
beklentilerine dayalı hukuk güvenliklerinin sağlanması, hukuk devleti ilkesinin
olmazsa olmazıdır. Yasama yetkisinin genelliği ilkesi, hiçbir şekilde statü
hukukunun liyakat ilkesine dayandığı gerçeğinin ve değiştirilmesi teklif dahi
edilemeyecek hukuk devleti ilkesinin önüne geçemez; geçmesine müsaade edilemez.
Aksinin kabulü, Cumhuriyet rejiminin ontolojik temelinde yatan kamuya ait ortak
işlerin, yani asli ve sürekli kamu hizmetlerinin tarafsız, tüm yurttaşlara
eşit, hukuka ve kamu yararına uygun şekilde sunulmasının, kamu görevlilerine
hukuk güvenliği sağlanmasından değil de seçilmişlerin irade, istek ve
çıkarlarına göre yönetimden geçtiğidir ki; bunun demokratik devlet ilkesi
üzerinde yükselen Cumhuriyet rejimindeki anlamı seçilmişlerin despotizmidir.
Bu
itibarla Cumhuriyet olarak nitelendirdiğimiz demokrasi kavrayışının temelinde
yatan, Devletin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü olduğu kamu
hizmetlerinin (herkese yani Cumhur’a ait ortak işlerin) gerektirdiği asli ve
sürekli görevlerin, tarafsız, düzenli, sürekli, tüm yurttaşlara eşit, hukuka ve
kamu yararına uygun şekilde yürütülmesinin ön koşulu ve toplumun refah, huzur
ve mutluluğunu sağlamanın bileşeni olan statü hukukuna dayalı personel
sisteminin, yağma sistemine dönüştürülerek; görevlerinden alınan veya görev
süresi sona eren yönetici kadro ve pozisyonundaki kamu görevlilerinin ek
göstergelerine göre, yaptıkları görevden düşük statülü Başbakanlık merkez
müşaviri, Başbakanlık müşaviri, bakanlık müşaviri, müşavir, danışman, müfettiş,
denetçi, araştırmacı gibi kadrolara atanmalarını; bu şekilde daha düşük statülü
görevlere atananlardan yönetici kadro veya pozisyonunda kesintisiz olarak en az
iki yıl fiilen görev yapmış olanların mali haklarının atandıkları daha düşük
statülü kadrolarda iki yıl süreyle eski kadrolarından ödenmesini, iki yıldan
fazla süren sürelere ilişkin olanlar ile asıl kadrolarında fiilen iki yıldan az
süre görev yaptıktan sonra düşük statülü görevlere atananların mali haklarının
düşük statülü kadrodan ödenmesinin öngörülmesi, Anayasa’nın 2. maddesindeki
demokratik devlet ilkesi ile Anayasa’nın 5. maddesindeki Devletin temel amaç ve
görevleriyle bağdaşmadığından iptali istenen düzenlemeler bir bütün olarak
Anayasa’nın 2. ve 5. maddelerine; kamu görevlilerinin atandıkları hukuki
statüde değişiklik olmadığı halde görev güvencelerini ortadan kaldırdığı, kamu
görevlilerinin kazanılmış hakları olmakla birlikte (en azından mali haklar
kazanılmış haktır), kazanılmış hakları olarak değerlendirilmese dahi meşru
beklentileri hukuki güvenlik ilkesi gereğince korunmadığı için ise yine bir
bütün olarak Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine; yasayla yapılan
düzenleme Devletin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü olduğu kamu
hizmetlerinin, tarafsız, tüm yurttaşlara eşit, hukuka ve kamu yararına uygun
şekilde sunulmasının güvencesini ortadan kaldırdığı için Anayasa’nın 128.
maddesine aykırıdır.
Öte
yandan, Hukuk Devleti ilkesi, hukuk güvenliğinin ve adaletin sağlanmasına
yönelik hukuk anlayışını temsil etmekte ve yasaların yasakoyucunun keyfine göre
değil, kamu yararı amacıyla çıkarılmasını zorunlu kılmaktadır. Statü hukukunda,
hukuk güvenliği ve adalet kavramları ile istikrar arasında sıkı bir bağ
bulunmakta; Statü hukukunun dayandığı liyakat ilkesi kamu görevlileri
açısından, hukuk güvenliği ile adaletin sağlanmasına, yönetim açısından ise
istikrara hizmet etmektedir.
“Doğruluğun
düşünce sistemlerinin ilk erdemi olması gibi, adalet de toplumsal kurumların
ilk erdemidir… Kanunlar ve kurumlar ne kadar etkin ve iyi düzenlenmiş olursa
olsun, şayet adaletsiz iseler, yeniden düzenlenmeli ya da kaldırılmalıdırlar…
adalet bazılarının özgürlüğündeki eksilmenin, başkaları tarafından paylaşılan
daha büyük bir iyi ile haklı kılınmasını kabul etmez… adaletin sağlamış olduğu
haklar politik pazarlığa veya toplumsal çıkar hesaplarına bağlı değildir… bir
adaletsizliğe ancak daha büyük bir adaletsizlikten kaçınmak için müsamaha
gösterilebilir.” (Bkz. RAWLS, John; A Theory of Justice, s:3-4, Oxford
University Press, 1985.).
Anayasa’nın
70. maddesinde, “Her Türk, kamu hizmetlerine girme hakkına sahiptir. Hizmete
alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka bir ayrım gözetilemez.”
kuralına yer verilerek; kamu hizmetine girmede -ve bunun doğal bir uzantısı
olan görev içinde yükselme ve görevin sona erdirilmesinde-, “eşitlik” ve
“liyakat” ilkeleri, Anayasal dayanağa kavuşturularak personel sistemi
temellendirilmiş; Anayasa Mahkemesi, 9.10.1979 günlü ve E. 1979/19, K. 1979/39
sayılı kararında ; “görevin gerektirdiği nitelikler” ifadesinden “liyakat”
ilkesinin anlaşılması gerektiğini açıkça ortaya koymuştur.
Kamu
idarelerinin teşkilat yapılarında hiçbir değişiklik olmadığı durumlar yanında
her durum ve şart altında, kamu görevlilerinin “kariyer” ve “liyakat”
ilkelerine göre yükseldikleri görevlerden alınarak daha düşük statülü görevlere
atanmalarını öngören ve atandıkları görevlerde mali haklarını süre şartına
bağlayan iptali istenen düzenlemeler, statü hukukuna ve statü hukukunun
bileşenleri olan liyakat ile kariyer ilkesine dayanan bir personel rejiminde,
statü hukukunun temelindeki liyakat ilkesiyle bağdaşmadığından Anayasa’nın 70.
maddesine aykırıdır.
Anayasa’nın
“Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes meşrû
vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya
davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” denilerek
yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu
olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır.
Anayasa’nın 125. maddesinde ise “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı
yargı yolu açıktır.” denilmektedir. Her iki maddeyle güvence altına alınan dava
yoluyla hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının
ötesinde diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve
bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. Kişilere yargı
mercileri önünde dava hakkı tanınması adil bir yargılamanın ön koşulunu
oluşturur.
İptali
istenen düzenlemeler, kamu idarelerinin teşkilat yapılarında yapılan
değişikliklerin zorunlu bir sonucu değildir. Buna göre iptali istenen
düzenlemelerde öngörülen görevden alarak daha düşük statülü göreve atama
işleminin sebep unsuru, teşkilatlardaki değişikliklerden dolayı kadroların
iptal edilmesi, yeni kadrolar ihdas edilmesi değildir. Bu yanıyla da statü
hukukuna dayanan liyakat sisteminde yürürlükte bulunan kanunlara dayanılarak ve
kamu görevlisinin öznel durumu dikkate alınarak idarece tesis edilen naklen
atama işlemlerinden farklı bir yanı da bulunmamaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin
3.4.2013 tarihli ve E.2011/142, K.2013/52 sayılı kararında da belirtildiği
üzere “… bu durumun, sebep unsuru yönünden hukuka uygun olup olmadığının
tespitinin anayasal bir sorun olduğu ve bu yöndeki denetimin Anayasa
Mahkemesince yapılması gerektiği açıktır.” İptali istenen düzenlemelerdeki
görevden alarak daha düşük statülü göreve atama ve mali haklarını süreye bağlı
tutup süreyle sınırlama işlemlerinin, statü hukukuna dayanan personel
sisteminde idari işlemle yapılması durumunda, kişiler hak arama hürriyetlerini
kullanabilecekler iken, görevden alarak daha düşük statülü göreve atamanın ve
mali haklarını süreye dayandırıp süreyle sınırlandırmanın yasa kuralı haline
getirilmesi nedeniyle, idari yargı mercileri önünde hak arama özgürlüklerinin
sınırlandığı da apaçık bir gerçektir. Anayasa’nın 70. maddesinin göndermesiyle
kariyer ve liyakat ilkelerine dayalı bir personel sisteminde, teşkilattaki
değişiklikten dolayı bir kısım kadroların iptali ve yeni kadroların ihdası gibi
ayrık durumlar hariç, kamu görevlilerinin atamalarındaki usulü göre görevden
alınmaları ve atama ve görevden almaların idari işlemlerle gerçekleştirilip
yürütme organının yetkisinde olması gerçeği karşısında, görevden almalara karşı
kamu görevlilerinin hak arama özgürlüklerini ortadan kaldırmak amacıyla yasama
tasarrufunda bulunularak görevden alıp daha düşük statülü görevlere atamanın,
mali hakların süreye bağlanmasının yasallaştırılması; başka bir deyişle hukuka
aykırı işleme karşı hak arama
yollarına başvuracak bireylerin elde etmek istedikleri hukuki sonuçların yasama
tasarruflarıyla ellerinden alınması yoluyla hak arama özgürlüğünün
etkisizleştirilmesi, Anayasa’nın 36. ve 125. maddelerine
aykırıdır.
Öte
yandan, ek 18. maddenin birinci fıkrasının (c) bendinin (2) numaralı alt
bendinde, daha önce 657 sayılı Kanunun 36. maddesinin “Ortak Hükümler”
bölümünün (A) fıkrasının (11) numaralı bendinde sayılan görevlerde
bulunmayanlardan ek göstergesi 3600-6400 arasında tespit edilen yönetici kadro
ve pozisyonlarında toplam en az üç görev yapmış olanların ilgili kuruma ait
müfettişlik ve uzmanlık kadrolarına atanmaları öngörülmektedir.
3600-6400
arası ek gösterge kamu idarelerindeki yönetici kadrolardan bakanlıklar ile
bağımsız genel müdürlüklerinin merkez teşkilatındaki genel müdür yardımcısı ve
daire başkanı kadroları ile taşra teşkilatında bölge müdürü ve il müdürü kadrolarına
işaret etmektedir.
Buna göre
örneğin; Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığında Bilgi İşlem Dairesi Başkanı,
Gümrük ve Ticaret Bakanlığında Destek Hizmetleri Dairesi Başkanı, Çevre ve
Şehircilik Bakanlığında Eğitim ve Yayın Dairesi Başkanı, Ulaştırma
Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığında Personel ve Eğitim Daire Başkanı, DSİ
Genel Müdürlüğünde 1. Bölge Müdürü vb. toplam üç yıl daire başkanlığı/bölge
müdürlüğü görevinde bulunmak suretiyle müfettiş olabilecektir.
Bilindiği
üzere müfettişlik ve uzmanlıklar kariyer mesleklerdendir. Müfettişlik ve
uzmanlık mesleklerine 657 sayılı Kanunda öngörülen genel ve özel şartları
taşıyanlar mesleğe özel yarışma sınavına (yazılı ve sözlü/mülakat) tabi
tutulmak suretiyle alınmaktadır.
Kişinin
mesleğe özel yarışma sınavında başarılı olabilmesi için yürürlükteki mevzuat
hükümleri bağlamında mesleğini yaparken de kullanacağı Anayasa hukukunun,
borçlar hukukunun, ceza muhakemesi hukukunun, ticaret hukukunun, medeni hukukun
genel esasları; idari yargı, idari teşkilat, devlet aleyhine işlenen cürümler,
ayni haklar, kıymetli evrak, Türk vergi kanunlarının esasları, mikro/makro
ekonomi, maliye teorisi, maliye politikası, kamu borçları, bütçe ve bütçe çeşit
ve teknikleri, kamu giderleri ve gider kanunlarının esasları, kamu borçları,
genel muhasebe, bilanço analizi ve teknikleri, ticari hesap gibi kuramsal
dersler ve mevzuat hükümlerinin yanında İngilizce, Fransızca ve Almanca
dillerinden birinde sınava girmesi ve başarılı olanların sözlü sınavında da
başarılı olması gerekmektedir.
Genellikle
3 yıl süreli yardımcılık eğitiminde yukarıdaki mevzuat hükümleri ayrıntılı ve
uygulamalı şekilde yeniden eğitime konu oluşturmakta; kurumun görev alanına
giren mevzuatı ile bürokratik işleyişi yanında denetim teknikleri, iş ve süreç
analizleri ile soruşturma usullerine yönelik eğitimden ve mesleğin gerektirdiği
mesleki ve kişisel özellikler ve mesleki etik değerler kişilere
kazandırıldıktan sonra yazılı ve sözlüden oluşan yeterlilik sınavının da
başarılması gerekmektedir.
Hemen
hemen bütün kamu idarelerinde, idari organizasyon içindeki iş, işlem ve
faaliyetlerin denetimi; meslek içi eğitimden geçmiş, genel denetim tekniklerini
ve soruşturma yöntemlerini bilen ve mesleğe özgü etik kurallara özen gösteren
“uzman” elemanlarca yapılmaktadır.
Yargı
kararlarında da müfettişlik mesleğinin kariyer yapısı açıkça vurgulanmış;
“Denetim hizmetlerinin diğer idari hizmetlerinden ayrı olarak düzenlenmiş
bulunması” bu konuya ilişkin Danıştay İçtihatlarının standartlaşmış gerekçesi
haline gelmiştir. (Bkz. Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu 21/10/1983
gün, E.1983/16. K.1983/25; Danıştay 5 nci Dairesi 05/12/1979 gün, E.1978/7382
K.1979/4731; Danıştay 5 nci Dairesi E:2007/1347, K:2009/3719 sayılı kararı;
Danıştay 2 nci Dairesi E:2012/8653; Danıştay İdari Dava Daireleri Genel Kurulu
YD İtiraz 2013/293 sayılı kararı).
Denetim
hizmetleri, uluslararası alanda da ayrı bir kariyer olarak kabul edilmektedir.
Yolsuzlukla
ilgili ulusal ve uluslararası anketler yolsuzlukla mücadelede en etkin yolun;
seçilmiş, iyi yetiştirilmiş, tecrübeli denetim elemanları olduğunu
göstermektedir.
Şeffaflık
Derneği’nin yayınlanan son Yolsuzluk Algı Endeksinde ülkemizin 11 sıra geriye
gitmesi göstermesinin yanında son altı yılda sergilemiş olduğu olumlu çabayı da
götürmesi oldukça manidardır.
“Yolsuzluk
algısı ve yolsuzluk denetimi doğru orantılıdır; yolsuzluk algısı, yolsuzluk
deneyimleri ile aynı doğrultuda değişim göstermektedir. Öte yandan, yolsuzluğa
karşı tutum yolsuzluk algısı ile ters orantılıdır.” (TESEV, Yolsuzluk ve
Yolsuzlukla Mücadele Türkiye Değerlendirme Raporu, sayfa 9).
Avrupa
Birliği’nin 2014 Yılı İlerleme Raporunda Türkiye'nin, kamu yönetimi
reformuna yönelik kapsamlı bir stratejik çerçevesi bulunmadığı, bu nedenle
bir kamu yönetimi reformu stratejisinin kabul edilmesi gerektiği ifade edilmiş,
(www.ab.gov.tr/files/ilerlemeRaporlariTR/2014_ilerleme_raporu_tr.pdf) yerindelik
denetiminin yerine getirilmesinde kilit durumdaki Teftiş Kurulları ile ilgili
yapılacak mevzuat değişikliklerinde düzenleyici etki analizi yapılmadığı
vurgulanmış, kamu sektörünün ve kamudaki insan kaynaklarının yönetimini
geliştirmeyi amaçlayan ve liyakate dayalı terfiyi sağlayan kamu reformlarına duyulan
ihtiyacın devam ettiği, kamu görevlilerinin görevden alınmaları ve başka
görevlere atanmalarının verimliliği azaltacağı ve kamu yönetimini daha da
siyasileştireceği yönünde büyük bir endişe oluştuğu vurgulanmıştır.
Anayasa’nın
2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve
özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her
alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya
aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen
kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan
devlettir.
Kanunların
kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil
kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın
gereğidir. Bu nedenle yasa koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan
takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı
ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir.
Yasa
koyucu, düzenlemeler yaparken hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan ölçülülük
ilkesiyle bağlıdır. Bu ilke ise elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak
üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik, başvurulan önlemin ulaşılmak
istenen amaç için elverişli olmasını, gereklilik başvurulan önlemin ulaşılmak
istenen amaç bakımından gerekli olmasını ve orantılılık ise başvurulan önlem ve
ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade etmektedir.
Yönetici
kadrolarından ek göstergesi 3600-6400 aralığında olan kamu görevlilerinin
görevlerinden alınarak müfettişlik ve uzmanlık kadrolarına atanmalarının,
müfettişlik ve uzmanlık mesleklerinin giriş şartları, mesleki nitelik ve
özellikleri ve mesleklerin kamu yönetimindeki işlevleri gözetildiğinde
elverişli olmadığı açık olmanın yanında, müfettişlik ve uzmanlık mesleğinin
eğitiminden geçerek mesleğe özgü nitelikleri kazanmayan kamu görevlilerinin bu
mesleklere atanarak bu mesleklerin söz konusu kişilere yaptırılmaları gerekli
olmamanın ötesinde, söz konusu işler Devlet hayatında nitelikleri taşımayanlar
tarafından yaptırılmayacak derecede önemli işlerden olduğundan, iptali istenen
düzenleme Anayasa’nın 2. maddesine aykırıdır.
Öte yandan
Anayasa’nın 10. maddesinde kanun önünde eşitlik ilkesine yer verilmiştir. Kanun
önünde eşitlik ilkesi, hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu
ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin
amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı
tutulmalarını sağlamak, ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir.
Yasa önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı
anlamına gelmez. Durumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için
değişik kuralları ve uygulamaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı,
ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa’da öngörülen
eşitlik ilkesi zedelenmez.
Yönetici
kadrolarından ek göstergesi 3600-6400 aralığında olan kamu görevlileri ile
mesleğe özel yarışma sınavıyla giren ve mesleğe özgü özel bilgi ve yetenekler
ile etik değerlerin kazandırıldığı genellikle 3 yıl süreli yardımcılık
eğitiminden sonra yeterlilik sınavıyla atanılan kariyer meslek mensubu müfettiş
ve uzmanların hukuksal durum ve konumları aynı değildir. Hukuksal durum ve
konumları farklı olan 3600-6400 ek göstergeli yönetici kadrolarında
bulunanların müfettişlik ve uzmanlık kadrolarına atanması, yasa önünde eşitlik
ilkesiyle bağdaşmadığından iptali istenen düzenleme Anayasa’nın 10. maddesine
aykırıdır.
Yukarıda
açıklandığı üzere, 6639 sayılı Kanunun 23. maddesiyle 27.6.1989 tarihli ve 375
sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen ek 18. maddenin birinci, ikinci ve
üçüncü fıkraları, Anayasa’nın 2., 5., 10., 36., 70., 125. ve 128. maddelerine
aykırı olduğundan iptali gerekir.
6) 6639 sayılı
Kanunun 24. maddesiyle 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin eki (I) sayılı
Cetvelde, “… (d) sırasında yer alan ‘büyükşehir belediyesi bulunan illerin il
özel idaresi genel sekreter yardımcısı, diğer illerin il özel idaresi genel
sekreteri,’ ibaresi ‘il özel idaresi genel sekreteri,’ şeklinde ve aynı bölümün
(e) sırasında yer alan ‘büyükşehir belediyesi bulunan illerin il özel idaresi
I. hukuk müşaviri, büyükşehir belediyesi bulunmayan illerin il özel idaresi
genel sekreter yardımcısı,’ ibaresi ‘il özel idaresi genel sekreter
yardımcısı,’ şeklinde değiştirilmiş, aynı bölümün (g) sırasına ‘il yazı işleri
müdürü’ ibaresinden önce gelmek üzere ‘İl nüfus ve vatandaşlık müdürü,’ ibaresi
eklenmiş …” şeklinde yapılan değişikliklerin Amayasaya Aykırılığı
22.2.2005 tarihli ve 5302 sayılı İl Özel
İdaresi Kanununun 36. maddesine, 2.11.2011 tarihli ve 28103 (Mükerrer) sayılı
Resmi Gazetede yayımlanan 24.10.2011 tarihli ve 661 sayılı KHK’nin 62.
maddesiyle eklenen dördüncü fıkrasıyla, “… Büyükşehir belediyesi
bulunan illerde genel sekreter kadrosuna atananlar, genel idare hizmetleri
sınıfına dahil bakanlık genel müdürleri, genel sekreter yardımcısı kadrosuna
atananlar bakanlık bağımsız daire başkanları, 1. hukuk müşaviri ve daire
başkanı kadrosuna atananlar ise bakanlık daire başkanları için ilgili
mevzuatında öngörülen ek gösterge, makam, görev ve temsil tazminatları ile 657
sayılı Devlet Memurları Kanununun 152 nci maddesi uyarınca ödenen zam ve
tazminatlardan aynen yararlanırlar; diğer illerde ise genel sekreter kadrosuna
atananlar genel idare hizmetleri sınıfına dahil bakanlık bağımsız daire
başkanları, genel sekreter yardımcısı kadrosuna atananlar ise genel idare
hizmetleri sınıfına dahil bakanlık daire başkanları için ilgili mevzuatında
öngörülen ek gösterge, makam, görev ve temsil tazminatları ile 657 sayılı
Devlet Memurları Kanununun 152 nci maddesi uyarınca ödenen zam ve
tazminatlardan aynı usul ve esaslar dahilinde yararlanırlar...” hükmü
getirilmiştir.
2.11.2011
tarihli ve 28103 (Mükerrer) sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 11.10.2011 tarihli
ve 666 sayılı KHK’nin 1. maddesiyle 375 sayılı KHK’ye eklenen ek 10. Maddenin
eki “(II) Sayılı Cetvel (Ek 10 uncu Maddenin Birinci Fıkrasının (a) ve (b)
Bentleri Kapsamında Yer Alan Personelin Ücret ve Tazminat Gösterge Cetveli)”nin
4. sırasında “Genel Müdür”, 7. sırasında “Genel Müdür Yardımcısı, … müstakil
daire başkanı (Başbakanlık, bakanlık ve müsteşarlıklarda teşkilat kanunlarında
hizmet birimi olarak tanımlanmış birimlerde),” 8. sırasında ise “Daire
Başkanı,” kadro görev unvanlarına yer verilirken;
666
sayılı KHK’nin 1. maddesiyle 375 sayılı KHK’ye eklenen ek 9. maddenin eki “(I)
Sayılı Cetvel -Ek Ödeme Oranları”in (A-1/d) sırasında, “… büyükşehir belediyesi
bulunan illerin il özel idaresi genel sekreter yardımcısı, diğer illerin il
özel idaresi genel sekreteri,…”, (A-1/e) sırasında, “…büyükşehir belediyesi
bulunan illerin il özel idaresi I. hukuk müşaviri, büyükşehir belediyesi
bulunmayan illerin il özel idaresi genel sekreter yardımcısı, diğer I. hukuk
müşaviri, …” ve (A-1/g) sırasında ise “İl nüfus ve vatandaşlık müdürü,…” kadro
görev unvanlarına yer verilmiştir.
İl
Özel İdaresi personeli açısından, 5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanunu özel kanun
durumundadır.
5502
sayılı Kanun’un 36. maddesine ek dördüncü fıkranın eklendiği 661 sayılı KHK ile
666 sayılı KHK aynı günlü (2.11.2011 tarihli ve 28103 (Mükerrer) sayılı) Resmi
Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girerken; 666 sayılı KHK’yi Bakanlar Kurulu
11.10.2011’de, daha önceki bir sayıyı alan 661 sayılı KHK’yi ise on üç gün
sonra 24.10.2011’de kabul etmiştir.
Aynı konuyu düzenleyen iki farklı yasada
birbirinden farklı hükümler varsa, konuya genel kanun yerine özel kanun
hükmünün, ilk çıkan kanun yerine son çıkan kanun hükmünün uygulanacağı hukukun
genel kabullerindendir.
661 sayılı KHK’nin 62. maddesiyle 5302 sayılı
İl Özel İdaresi Kanununun 36. maddesine eklenen dördüncü fıkrada, büyükşehir
belediyesi bulunan illerde, genel sekreter yardımcısı kadrosuna atananların
bakanlık bağımsız daire başkanları, 1. hukuk müşaviri ve daire başkanı
kadrosuna atananların ise bakanlık daire başkanları; diğer illerde ise genel
sekreter kadrosuna atananların genel idare hizmetleri sınıfına dahil bakanlık
bağımsız daire başkanları, genel sekreter yardımcısı kadrosuna atananların ise
genel idare hizmetleri sınıfına dahil bakanlık daire başkanları için ilgili
mevzuatında öngörülen ek gösterge, makam, görev ve temsil tazminatları ile 657
sayılı Devlet Memurları Kanununun 152 nci maddesi uyarınca ödenen zam ve
tazminatlardan aynı usul ve esaslar dahilinde yararlanacakları hüküm altına
alınmış ise;
“büyükşehir
belediyesi bulunan illerin il özel idaresi genel sekreter yardımcısı”, “diğer
illerin il özel idaresi genel sekreteri,” “büyükşehir belediyesi bulunan
illerin il özel idaresi I. hukuk müşaviri” ve “büyükşehir belediyesi bulunmayan
illerin il özel idaresi genel sekreter yardımcısı” kadro görev unvanlarının,
666 sayılı KHK’nin 1. maddesiyle 375 sayılı KHK’ye eklenen ek 9. maddenin eki
(I) Sayılı Cetvel’de değil, 666 sayılı KHK’nin 1. maddesiyle 375 sayılı KHK’ye
eklenen ek 10. maddenin ekli (II) Sayılı Cetvelde yer alması hukuk tekniğinin
ve yasa kodifiye etmenin mutlak gereğidir.
Oysa
AKP Hükümeti, daha önceki sayıyı (661) taşıyan KHK’yı daha sonraki bir tarihte
(24.10.2011) kabul ederken; daha
sonraki sayıyı (666) taşıyan KHK’yı daha önceki bir tarihte (11.10.2011) kabul
edip, her ikisini de aynı tarihli Resmi Gazete’de (2.11.2911) yayımlayarak aynı
tarihte yürürlüğe girmelerini sağlamakla Anayasa Mahkemesi’nin yorumuna muhtaç
bir hukuk kaosuna yol açmayı başarabilmiştir.
Anayasa
Mahkemesi, 26.12.2013 tarih ve
E:2013/63, K:2013/163 sayılı kararıyla (I) Sayılı Cetvel’in (A-1/g)
sırasındaki “İl nüfus ve vatandaşlık
müdürü” ibaresini; 13.11.2014 günlü ve
E.2014/172, K.2014/170 sayılı kararı ile ise (I) Sayılı Cetvel’in (A-1/d)
sırasındaki “diğer illerin il özel idaresi genel sekreteri,…” ve
(A-1/e) sırasında, “büyükşehir belediyesi bulunmayan illerin il özel idaresi
genel sekreter yardımcısı” ibarelerini, 6223 sayılı Yetki Kanununun kapsamında bulunmadığından Anayasa'nın 91.
maddesine aykırı bularak iptaline karar vermiş ve iptal kararlarının kararın
Resmî Gazete'de yayımlanmasından başlayarak altı ay sonra yürürlüğe girmesini
uygun görmüştür.
Bu defa 6639
sayılı Kanunun 24. Maddesiyle 375 sayılı KHK’nin eki (I) Sayılı Cetvelin
(A-1/d) sırasında yer alan “büyükşehir belediyesi bulunan illerin il özel
idaresi genel sekreter yardımcısı, diğer illerin il özel idaresi genel
sekreteri,” ibaresi “il özel idaresi genel sekreteri,” şeklinde ve aynı bölümün
(e) sırasında yer alan “büyükşehir belediyesi bulunan illerin il özel idaresi
I. hukuk müşaviri, büyükşehir belediyesi bulunmayan illerin il özel idaresi
genel sekreter yardımcısı,” ibaresi “il özel idaresi genel sekreter
yardımcısı,” şeklinde değiştirilmekte; aynı bölümün (g) sırasına “il yazı
işleri müdürü” ibaresinden önce gelmek üzere ise “İl nüfus ve vatandaşlık
müdürü,” ibaresi eklenmektedir.
Böylece
5302 sayılı İl Özel İdaresi Kanununun 36. Maddesinin dördüncü fıkrasına göre,
il özel idaresi genel sekreteri, bakanlık bağımsız daire başkanına ilgili
mevzuatında öngörülen ek gösterge, makam, görev ve temsil tazminatları ile 657
sayılı Kanunun 152. Maddesi uyarınca ödenen zam ve tazminatlar ödenecek ve
dolayısıyla (II) Sayılı Cetvel’in 7. Sırasına göre (54.300 + 30.000) gösterge
üzerinden aylık alacakken, (I) Sayılı Cetvel’in (A-1/d) sırasından %190 ek
ödeme alacak; il özel idaresi genel sekreter yardımcısı ise bakanlık daire
başkanına mevzuatında öngörülen ek gösterge, makam, görev ve temsil tazminatları
ile 657 sayılı Kanunun 152. Maddesi uyarınca ödenen zam ve tazminatlar ödenecek
ve dolayısıyla (II) Sayılı Cetvel’in 8. Sırasına göre (51.900 + 28575) puan
gösterge üzerinden aylık alacakken, (I) sayılı Cetvel’in (A-1/e) sırasından
%185 ek ödeme alacaktır. Öte yandan İl Nüfus ve Vatandaşlık Müdürü (II) Sayılı
Cetvel’in 9. Sırasında Bakanlık İl Müsürü için öngörülen gösterge üzerinden
aylık alacakken; (I) Sayılı Cetvel’in (A-1/g) sırası üzerinden %170 oranında ek
ödeme alacak ve böylece söz konusu kişilerin aylıkları 1000 TL ile 1500 TL
arasında düşecektir.
Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin bir
hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka
uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün
kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir.
Kanunların, kamu yararının sağlanması
amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet
ölçütlerini gözetmesi ve kazanılmış hakları ihlâl etmemesi, Anayasa’nın 2.
maddesinde belirtilen hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle kanun
koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal
sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde
tutarak kullanması gerekir. Nitekim
Anayasa’nın 55. maddesinin ikinci fıkrasında Devlete, çalışanların yaptıkları
işe uygun adaletli bir ücret elde etmelerini sağlayacak tedbirleri alma görevi
verilmiştir.
5302
sayılı İl Özel İdaresi Kanununun 36. maddesinin dördüncü fıkrasında, il özel
idaresi genel sekreterinin statüsü bakanlık bağımsız daire başkanı ile il özel
idaresi genel sekreter yardımcısının statüsü ise bakanlık daire başkanıyla
eşdeğer kabul edilerek il özel idaresi genel sekreterine, bakanlık bağımsız
daire başkanının, il özel idaresi genel sekreter yardımcısına ise bakanlık
daire başkanın özlük haklarının ödenmesi öngörülmüş ve bu haklar kendileri
açısından kazanılmış hak statüsüne kavuşmuşken; yasakoyucunun 6639 sayılı
Kanunla 375 sayılı KHK’nin eki (I) Sayılı Cetvel’in Anayasa Mahkemesince iptal
edilen hükümlerinde il özel idaresi genel sekreteri ile il özel idaresi genel
sekreter yardımcısının statüsüyle bağdaşmayan ve kazanılmış haklarını ihlal eden
değişiklikler yapması, kazanılmış hakları korumadığı gibi, adaletet ve
hakkaniyet ölçüleriyle bağdaşmadığından Anayasa’nın 2. ve 55. maddelerine aykırılık
oluşturmaktadır.
Öte yandan
İl Vatandaşlık ve Nüfus Müdürlüğü, İçişleri Bakanlığına bağlı il müdürlüğü
olduğundan ve il valiliklerinin yazı işleri müdürlüğü ile aynı statüde
bulunmadığından Bakanlık İl Müdürlükleri ile aynı konumdadır. İl Vatandaşlık ve
Nüfus Müdürlüğü’nün özlük hakları da il müdürlükleri ile aynıdır. İl Müdürlüğü
statüsünde olan İl Vatandaşlık ve Nüfus Müdürlüğü’nün diğer il müdürlükleri
gibi (II) sayılı Cetvel’in 9. Sırasından özlük haklarını alması gerekirken, (I)
sayılı Cetvelin (A-1/g) sırası üzerinden il valiliklerine bağlı müdürlüklerle
aynı özlük haklarına tabi ttulması, aynı gerekçeyle Anayasa’nın 2. Ve 55. maddelerine
aykırıdır.
Öte yandan
Anayasa’nın 10. maddesinde kanun önünde eşitlik ilkesine yer verilmiş ve
ayrımcılık yasaklanmıştır. Bakanlık bağımsız daire başkanı ile aynı statüde
bulunan il özel idaresi genel sekreterine, bakanlık daire başkanı ile aynı
statüde olan il özel idaresi genel sekreter yardımcısına ve bakanlık il
müdürleri ile aynı statüde olan il vatandaşlık ve nüfus müdürlerine, farklı
ücretler verilerek negatif ayrımcılığa tabi tutulmaları, yasa önünde eşitlik
ilkesiyle bağdaşmadığından Anayasa’nın 10. maddesine aykırıdır.
Yukarıda
açıklandığı üzere, 6639 sayılı Kanunun 24. maddesiyle 375 sayılı Kanun Hükmünde
Kararnamenin eki (I) sayılı Cetvelde, “… (d) sırasında yer alan ‘büyükşehir
belediyesi bulunan illerin il özel idaresi genel sekreter yardımcısı, diğer
illerin il özel idaresi genel sekreteri,’ ibaresi ‘il özel idaresi genel
sekreteri,’ şeklinde ve aynı bölümün (e) sırasında yer alan ‘büyükşehir
belediyesi bulunan illerin il özel idaresi I. hukuk müşaviri, büyükşehir
belediyesi bulunmayan illerin il özel idaresi genel sekreter yardımcısı,’
ibaresi ‘il özel idaresi genel sekreter yardımcısı,’ şeklinde değiştirilmiş,
aynı bölümün (g) sırasına ‘il yazı işleri müdürü’ ibaresinden önce gelmek üzere
‘İl nüfus ve vatandaşlık müdürü,’ ibaresi eklenmiş …” şeklinde yapılan
değişiklikler, Anayasa’nın 2., 10. ve 55. maddelerine aykırı olduğundan iptali
gerekir.
7) 6639
sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun”un 28. maddesinin Anayasa’ya Aykırılığı
6552
sayılı Kanunun 99. maddesiyle 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 4. maddesine
eklenen ikinci fıkrayla, maliklerinin mülkiyet hakkının kullanılmasının
engellenmemesi, can ve mal güvenliği bakımından gerekli önlemlerin alınması
kaydıyla, kamu yararına dayalı olarak taşınmazların üstünde teleferik ve
benzeri ulaşım hatları ile her türlü köprü, taşınmazların altında metro ve
benzeri raylı taşıma sistemleri yapılabileceği; taşınmazların mülkiyet hakkının
kullanımının engellenmemesi hâlinde, taşınmazlara ilişkin herhangi bir
kamulaştırma yapılmayacağı ve taşınmaz sahiplerine bu işlemler nedeniyle
kamulaştırma, tazminat ve benzeri nam altında herhangi bir ücret ödenmeyeceği
hükmü getirilmiş ve CHP Meclis Grubu ikinci fıkradaki, “Taşınmaz sahiplerine bu
işlemler nedeniyle kamulaştırma, tazminat ve benzeri nam altında herhangi bir
ücret ödenmez.” kuralının iptali için Yüksek Mahkemenize iptal davası açmıştı.
Dava henüz sonuçlanmamıştır.
Bu defa
6639 sayılı Kanunun 28. maddesiyle 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 4.
maddesinin ikinci fıkrasının birinci cümlesine “raylı taşıma sistemleri”
ibaresinden sonra gelmek üzere “ile tünel” ibaresi eklenerek, altında tünel
yapılan taşınmaz sahiplerine de kamulaştırma, tazminat ve benzeri nam altında
herhangi bir ücret ödenmemesi kurallaştırılmaktadır.
Mülkiyet
hakkı, Anayasa'nın 35. maddesinde temel bir hak olarak güvence altına alınmış
ve bu hakkın ancak kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlanabileceği ile bu
hakkın kullanılmasının “toplum yararına” aykırı olamayacağı kurala bağlanmış;
13. maddesinde ise temel hak ve özgürlüklerin özlerine dokunmaksızın
Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak kanunla
sınırlanabileceği; bu sınırlamanın Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik
toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı
belirtilmiştir. Mülkiyet hakkı, kişiye sahibi olduğu şeyi dilediği gibi
“kullanma”, “ürünlerinden yararlanma” ve “tasarruf” olanağı veren bir haktır.
Özel mülkiyetteki bir taşınmaza kamu yararı amacıyla ihtiyaç duyulması halinde
kamulaştırılarak kamu hizmetine tahsis edilmesi gerekmektedir. Kamulaştırmanın
nasıl ve hangi ilkelere göre yapılacağı Anayasa'nın 46. maddesinde ayrıntılı
olarak düzenlenmiştir.
Anayasa’nın
46. maddesinin birinci fıkrasında, “Devlet ve kamu tüzel kişileri; kamu
yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla,
özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla
gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idari
irtifaklar kurmaya yetkilidir.” denilerek, Devlete özel mülkiyet üzerinde kamu
yararının gerektirdiği hallerde kamulaştırma yanında idari irtifak kurma
yetkisi de tanınmış; buna dayalı olarak 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun
“İrtifak hakkı kurulması” başlıklı 4. maddesinde, “Taşınmaz malın mülkiyetinin
kamulaştırılması yerine, amaç için yeterli olduğu takdirde taşınmaz malın
belirli kesimi, yüksekliği, derinliği veya kaynak üzerinde kamulaştırma yoluyla
irtifak hakkı kurulabilir.” hükmü getirilmiş; “Kamulaştırma bedelinin tespiti
esasları” başlıklı 11. maddesinin son fıkrasında ise, “Kamulaştırma yoluyla
irtifak hakkı tesisinde, bu kamulaştırma sebebiyle taşınmaz mal veya kaynakta
meydana gelecek kıymet düşüklüğü gerekçeleriyle belirtilir. Bu kıymet düşüklüğü
kamulaştırma bedelidir.” denilmiştir.
Bu
bağlamda kamulaştırma, taşınmazın tamamı veya bir kısmının kamulaştırılması
olarak biçimsel bir kamulaştırma olabileceği gibi, mülkiyet hakkından doğan
birtakım yetkilerin kısıtlanması şeklinde içeriksel bir kamulaştırma yani
sınırlı ayni hak çeşidi olan irtifak hakkının kurulması şeklinde de
olabilmektedir. 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 718. maddesinde, arazi
üzerindeki mülkiyetin, kullanılmasında yarar olduğu ölçüde, üstündeki hava ve
altındaki arz katmanlarını da kapsadığı belirtildiğinden; irtifak hakkı tesisi
yoluyla kamulaştırmanın konusunu, taşınmazın belirli bir kesimi yanında
yüksekliği, derinliği ya da taşınmaz üzerindeki herhangi bir kaynak da
oluşturabilmektedir. Böylece taşınmaz mülkiyetinden doğan bazı yetkilerin
idareye geçerek idarenin taşınmaz üzerindeki yararlanma ve kullanımına malikin
rıza göstermesi veya malikin bu yetkilerini kullanması idare yararına
yasaklanarak mülkiyetten kaynaklanan bazı hakların kullanımından vaz geçmesi
şeklindeki kamulaştırma işlemi, ifadesini Anayasa’nın 46. maddesinde bulduğu
üzere, idari irtifak olarak adlandırılmakta; kamulaştırma yoluyla irtifak hakkı
tesisinde, “kamulaştırma sebebiyle taşınmaz mal veya kaynakta meydana gelecek
kıymet düşüklüğü” kamulaştırma bedeli olmaktadır.
Bir meyve
bahçesinin yüksekliğinden yüksek gerilimli enerji nakil hattı çekilmesi veya
bir konut ya da işyerinin altından (derinliğinden) tünel, tramvay/metro ya da
üstünden (yüksekliğinden) teleferik veya köprü ya da viyadük geçmesi durumunda,
can ve mal güvenliği alınmış olsa ve meyve bahçesini kullanma, ürünlerinden
yararlanma, kiralama ya da satma hakları engellenmese veya konutta oturma,
kiralama ya da satmaya hukuken müdahale edilmese dahi, ne o meyve bahçesi eski
meyve bahçesidir; ne de o konut ya da işyeri eski konut ya da işyeridir.
Altından tünel veya tramvay geçen konut ile geçmeyen konutun, üstünde teleferik
işleyen işyeri ile işlemeyen işyerinin bir olmayacağı açıktır. Can ve mal
güvenliği alınmış ve mülkiyetten kaynaklanan haklara helal getirilmemiş olsa
dahi sonradan konutun altında tünel açılması veya metro ya da üstünden
teleferik geçmesi durumunda ekonomik değer kaybına uğrayacağı, tartışma
götürmeyen olgusal bir gerçektir.
Olgusal
bir gerçek olduğu içindir ki, bu gibi durumlarda malikin uğrayacağı zararı
karşılamak üzere Anayasa’nın 46. maddesinin birinci fıkrasında idare lehine
irtifak kurulması öngörülmüş ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 4.
maddesinde, taşınmaz malın mülkiyetinin kamulaştırılması yerine, amaç için
yeterli olduğu takdirde taşınmaz malın belirli kesimi, yüksekliği, derinliği
veya kaynak üzerinde kamulaştırma yoluyla irtifak hakkı kurulması öngörülmüş;
11. maddesinin son fıkrasında ise, irtifak hakkı tesisi yoluyla kamulaştırma
nedeniyle taşınmaz veya kaynakta oluşacak değer düşüklüğü tutarının
kamulaştırma bedeli olacağı belirtilmiştir. Kaldı ki, Anayasa’da güvence altına
alınan taşınmazın kuru mülkiyet hakkı değil, kullanma, ürünlerinden yararlanma
ve tasarruf yetkilerinin ekonomik değeridir ve Anayasa’nın 46. maddesinin
birinci fıkrasında bu ekonomik değerin taşınmazın “gerçek karşılığı” olacağı
belirtilmiştir.
İdari
irtifak kurulsun ya da kurulmasın, Devlet bir konutun altında tünel yapıyorsa
can ve mal güvenliği bakımından gerekli önlemleri alması, hukuksal
sorumluluğundadır ve almaması yani tünelin göçmesi ya da çökmesi durumunda
konutta meydana gelecek zararlar ile can ve mal kaybından doğacak zararlardan
genel hükümler yanında idare hukukuna göre “hizmet kusuru” bağlamında zaten
sorumludur. Taşınmazların mülkiyet hakkının kullanımının engellenmesi ise
taşınmazın içeriksel değil, ancak biçimsel kamulaştırılması durumunda söz
konusu olabilir. Bu bağlamda, can ve mal güvenliği için gerekli önlemlerin
alınması ile mülkiyet hakkının kullanımının engellenmemesi, söz konusu
imalatlarla fiilen içeriksel kamulaştırılmaya maruz kalmış taşınmazda meydana
gelen değer düşüklüğünün bedelini ödememenin gerekçesi olamaz.
Günümüz
şartlarında taşınmazların altında tünel yapılmasında, kamu yararı olabilir ve
dolayısıyla kişilerin mülkiyet hakkının kamu yararı amacıyla ve kanunla
sınırlanması Anayasal olarak mümkündür. Ancak, mülkiyet hakkının bu yolla
sınırlanmasının Anayasa’ya uygun olabilmesi için, taşınmaz üzerinde idare
lehine irtifak hakkı kurulması ve taşınmazın belirli kesimi, yüksekliği,
derinliği veya kaynak üzerindeki fiili kamulaştırmanın gerçek karşılığının
ödenmesi gerekir.
Taşınmazın
derinliği taşınmazın altında tünel yapılmak suretiyle kullanılırken; bu
kullanımın taşınmaz üzerinde hukuken idari irtifak hakkı kurma yerine fiili
şekilde yapılması ve bu kullanımdan kaynaklanan taşınmazın değer kaybı için
taşınmaz sahiplerine kamulaştırma, tazminat ve benzeri nam altında herhangi bir
ücret ödenmeyecek olması; Anayasa’nın 46. maddesiyle bağdaşmadığı gibi,
Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına alınan mülkiyet hakkını, demokratik
toplum düzeninin gereklerine aykırı olacak ve özünü ortadan kaldıracak şekilde
ölçüsüzce sınırlandırdığı için, Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine aykırılık
oluşturmaktadır.
Anayasa'nın
2. maddesinde hukuk devleti ilkesine yer verilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve
işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa
ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan
devlettir.
Anayasa'nın
“Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes meşrû
vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya
davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.”
denilerek yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve adil
yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır. Anayasa'nın 125. maddesinde ise
“İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.”
denilmektedir. Her iki maddeyle güvence altına alınan dava yoluyla hak arama
özgürlüğü, kendisi temel bir hak niteliği taşımasının ötesinde diğer temel hak
ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını
sağlayan en etkili güvencelerden biridir. Kişinin uğradığı bir haksızlığa veya
zarara karşı kendisini savunabilmesinin ya da maruz kaldığı haksız bir uygulama
veya işleme karşı haklılığını ileri sürüp kanıtlayabilmesinin, zararını
giderebilmesinin ve hukuk güvenliğini sağlayabilmesinin en etkili ve güvenceli
yolu, yargı mercileri önünde dava hakkını kullanabilmesidir.
Anayasa
Mahkemesi’nin 14.01.2010 günlü, E.2009/27, K.2010/9 sayılı kararında da
belirtildiği üzere, Anayasa’nın 36. maddesindeki adil yargılanma hakkı, sadece,
yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve savunmada bulunma
hakkını değil, yargılama sonunda hakkı olanı elde etmeyi de kapsar.
İptali
istenen düzenlemede mahkemeye erişim ve adil yargılanma hakkını doğrudan
yasaklayan bir kural olmamakla birlikte, kamulaştırma bedeli ödenmemesi yanında
tazminat ve benzeri nam altında herhangi bir ücret ödenmemesi de
kurallaştırıldığından, dolaylı olarak mahkemeye erişim ve adil yargılanma hakkı
ihlal edilmektedir. Çünkü, taşınmaz sahipleri sonradan taşınmazlarının altında
tünel yapılması nedeniyle taşınmazın uğradığı değer kaybını bilirkişi veya
emlak değerleme uzmanı raporlarıyla ortaya koyarak yetkili mahkemelere
başvursalar dahi mahkemeler tazminat ve benzeri başka bir ad altında herhangi
bir ödemeye hükmedemeyeceklerdir.
Devletin
kamusal faaliyetlerinden dolayı mal ve mülklerinde ortaya çıkan ve para ile
ifade edilebilen zararlarının karşılanmaması sonucunu doğuran bu durum, hukuk
devletinin gereği olan Devletin her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurması,
bunu geliştirerek sürdürmesi ve kişilerin hukuk güvenliğini sağlaması
yükümlülüğüyle bağdaşmadığı gibi, mahkemeye erişimi sonuçsuz bırakmayı
amaçladığından adil yargılanma hakkını da ihlal etmekte ve dolayısıyla iptali
istenen düzenleme Anayasa’nın 2. ve 36. maddelerine aykırılık oluşturmaktadır.
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 No’lu Protokolünün mülkiyet hakkını teminat
altına alan 1. maddesinde, “Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk
dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse, ancak
kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun
genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.
Yukarıdaki
hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını
düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para cezalarının ödenmesini
sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama konusunda sahip oldukları
hakka halel getirmez.” denilmektedir.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kararlarına göre “mal ve mülk” iktisadi bir
değere sahip para ile ifade edilebilen her türlü taşınır ve taşınmaz, Hazine
arazisi üzerine yapılan gecekondu (Öner Yıldız-Türkiye kararı), yüksek
enflasyon dönemlerinde kamulaştırma bedelinin geç ödenmesi nedeniyle uğranılan
gelir kaybı (Aka-Türkiye davası; Akkuş-Türkiye davası), haklar, şirket hisseleri
(Bramelid ve Malstrom-İsveç davası), bir zarardan doğan tazminat hakları (Stran
Grek Refineries ve Stalis Andrealist-Yunanistan davası), her türlü alacak
hakkı, tahkim kararları, patentler, emekli maaş hakkı (Müler-Avusturya davası),
müşteri kitlesi (Man Varle ve diğerleri-Hollanda davası), alkollü içki satma
ruhsatı (Tre Traktörer Aktiebolag-İsveç davası) kira alma hakkı (Mellacher ve
diğerleri-Avusturya davası), işletme ve imtiyaz hakları (Matos e Silva, Lda ve
diğerleri-Portekiz davası), fikri mülkiyet hakları (Anheuser-Busch
Inc.-Portekiz davası) gibi ekonomik çıkarları ifade etmekte; bunun da ötesinde
ekonomik bir değere sahip her türlü unsur mülk kavramı içinde
değerlendirilirken, meşru beklentiler de mal-mülk kavramına dahil
edilebilmektedir.
AİHM, medeni
hak ve yükümlülüklerin özerk olduğunu ve sadece devletlerin iç hukukuna
gönderme yapılarak yorumlanamayacağını (Ringeisen Avusturya’ya karşı, 16 Temmuz
1971; König Federal Almanya Cumhuriyeti’ne karşı, 28 Haziran 1978) belirterek,
medeni hak ve yükümlülüklerin evrensel niteliğini öne çıkarmıştır.
1 No’lu
Protokolünün 1. maddesi medeni haklardan olan mülkiyet hakkını güvence altına
alırken, Sözleşmenin 6. maddesindeki adil yargılanma hakkı ise mahkemeye
erişimi ve adil yargılanmayı güvence altına almaktadır.
Mahkemeye
erişim hakkı, hak arama özgürlüğünün bir gereği olmakla birlikte, hak arama
özgürlüğünün varlığının kabulü için tek başına yeterli değildir. Kişilere yargı
mercileri önünde dava açma hakkını açık tutan bir düzenlemenin, mahkemeye
erişimi etkisiz kılacak veya sonuçsuz bırakacak nitelikte olması halinde,
düzenlemenin hak arama özgürlüğüne uygunluğundan söz edilemez. Adil yargılanma
hakkı ise, yargılama sonunda hakkı olanı elde ederek adaletin gerçekleşmesini
gerektirir.
Taşınmazların
altı tünel yapılmak suretiyle kullanılırken; bu kullanımın taşınmaz üzerinde
hukuken idari irtifak hakkı kurma şeklinde yapılmaması ve tünel yapılması ile
tünelin kullanımından kaynaklanan taşınmazın parasal değer kaybı için taşınmaz
sahiplerine kamulaştırma, tazminat ve benzeri nam altında herhangi bir ücret
ödenmeyecek olması; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 1 No’lu Protokolünün
mülkiyet hakkını teminat altına alan 1. maddesi ile bağdaşmamanın yanında,
taşınmazda ortaya çıkan parasal değer kaybının mahkeme yoluyla elde edilmesi
olanağını da sonuçsuz bıraktığından Sözleşmenin 6. maddesinde güvence altına
alınan adil yargılanma hakkını ihlal ettiğinden, iptali istenen düzenleme
Anayasa’nın 90. maddesine de aykırıdır.
Yukarıda
açıklandığı üzere 6639 sayılı Kanunun 28. maddesi, Anayasa’nın 2., 13.,
35., 36., 46. ve 90. maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir.
8) 6639 sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun”un 29. maddesi ile
5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar
Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun’a eklenen 8/A
maddesinin;
a) Birinci fıkrasının birinci cümlesinin Anayasa’ya
Aykırılığı
27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 29. maddesi ile 4/5/2007
tarihli ve 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu
Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun’a eklenen
8/A maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesi ile yaşam hakkı, kişilerin
can ve mal güvenliğinin korunması, milli güvenlik ve kamu düzeninin korunması,
suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın korunması sebeplerinden bir ve
bir kaçına bağlı olarak hâkim veya geciktirilmesinde sakınca olan hallerde
Başbakanlık; milli güvenlik ve kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin
önlenmesi veya genel sağlığın korunması ile ilgili Bakanlıkların talebi ile
Başkanlık tarafından internet ortamında yer alan yayınla ilgili olarak içeriğin
çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesi kararı verilebileceği;
öngörülmektedir.
Anayasa’nın
“Cumhuriyetin nitelikleri” kenar başlıklı 2. maddesinde, “Türkiye Cumhuriyeti,
toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı,
Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan,
demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” denilmiştir.
“Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti,
eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve
özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup
bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı tutum ve davranışlardan kaçınan,
Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine
açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da uyması gereken temel hukuk ilkeleri
ve Anayasa'nın bulunduğu bilincinde olan devlettir.” (Anayasa Mahkemesi’nin
25.2.2010 Tarihli, 2008/17 Esas, 2010/44 Karar sayılı Kararı).
Yine
Anayasa Mahkemesi’nin 2013/39 Esas sayılı ve 22.05.2013 tarihli kararında
belirttiği üzere “Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki
güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem
ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde
bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar.
Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden
herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır
ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına
karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir. Bu bakımdan kanunun metni,
bireylerin, gerektiğinde hukuki yardım almak suretiyle, hangi somut eylem ve
olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını belli bir açıklık ve
kesinlikte öngörülebilmelerine imkân verecek düzeyde kaleme alınmış olmalıdır.
Dolayısıyla, uygulanması öncesinde kanunun, muhtemel etki ve sonuçlarının yeterli
derecede öngörülebilir olması gereklidir”.
Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen “hukuk devleti” ilkesinin temel
unsurlarından biri olan “hukukî belirlilik” ilkesine göre, yasal düzenlemelerin
hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ya da kuşkuya yer
vermeyecek şekilde açık, net, saydam, belirli, anlaşılır ve uygulanabilir
olması; ayrıca, kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu
tedbirler içermesi gerekir. Açık, anlaşılır ve sınırları belli olmayan,
elâstikî kavramlar içeren kurallar, vatandaşları korumanın değil, bilâkis,
vatandaşları cezalandırmanın bir aracı olabilir. “Hukukî
belirlilik” ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup, bireyin kanundan
belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya, hangi hukukî yaptırımın
veya sonucun bağlandığını, bunların idareye ne türden müdahale yetkisi
verdiğini bilmesini zorunlu kılmaktadır. Hukuk güvenliği, normların
öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven
duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici
yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar.
5651
sayılı kanuna eklenen 8/A maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde yer
alan “Yaşam hakkı ile kişilerin can ve mal güvenliğinin korunması, millî
güvenlik ve kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel
sağlığın korunması sebeplerinden bir veya bir kaçına bağlı olarak hâkim veya
gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde, Başbakanlık veya millî güvenlik ve kamu
düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın korunması
ile ilgili Bakanlıkların talebi üzerine Başkanlık tarafından internet ortamında
yer alan yayınla ilgili olarak içeriğin çıkarılması ve/veya erişimin
engellenmesi kararı verilebilir....” kuralı ile internet ortamında yer alan
yayınla ilgili olarak içeriğin çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesinde,
yaşam hakkı ile kişilerin can ve mal güvenliğinin korunması, millî güvenlik ve
kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın
korunması sebeplerinden bir veya bir kaçına bağlı olarak hâkim veya
gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde Başbakanlığa, millî güvenlik ve kamu
düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın korunması
ile ilgili olarak da ilgili Bakanlıkların talebi üzerine Başkanlığa sınırları
belirsiz ve ucu-açık geniş yetki tanınmaktadır.
Böylelikle, erişim engelleme kararı verilen içeriğin, hangi hal ve
kapsamda yaşam hakkını tehdit edeceği, kişilerin can güvenliğini veya genel
sağlığı etkileyeceği veya hangi suçların işlenmesinin erişim engelleme kararı
ile önüne geçileceği belirtilmemiş, bu konudaki takdir yetkisi gecikmesinde
sakınca bulunan hallerde tamamen Başbakanlık ve Bakanlıklara bırakılmıştır. Kanunun,
bireylerin hak ve hürriyetlerine, hukuk güvenliğine hizmet etmesi gerekirken,
tamamen soyut ve genel ifadelerle internete erişim ve bununla doğrudan
bağlantılı olarak ifade, basın, haber alma, iletişim, haberleşme ve ticari
faaliyette bulunma hürriyetleri kısıtlanmıştır.
Madde
gerekçesinde hukuken korunması gereken yüksek menfaatin göz önünde
bulundurulduğu belirtilse de, internet üzerinden yaşam hakkı ihlalinin, genel
sağlığı etkileyici fiil ya da içeriğin, kamu düzeninin veya güvenliğinin
korunmasının veya suç işlenmesinin önlenmesinin önüne geçilmesinin herhangi bir
siteye erişimin engellenmesi kararının verilmesi ile gerçekleşmeyeceği aşikâr
olduğu gibi, böyle bir durum olduğu iddia ediliyor olsa dahi en azından kesin
illiyet rabıtasının tesisi üzerine usulüne uygun olarak çıkarılacak kanunla
yapılması gerekir. İnternette paylaşılan içeriğin hangi hal ve durumlarda
bahsedilen yüksek kamu menfaatlerine hizmet için engelleneceği muammadır.
Ayrıca, gecikmesinde sakınca bulunan haller de tanımlanmamıştır. Düzenleme,
yasamanın, kanunu uygulama konusunda yürütmeye geniş takdir yetkisi bıraktığını
kanıtlar niteliktedir ki bu durum hukuki belirlilik ve anayasal devlet ilkeleri
ile bağdaşmaz.
Kanun
koyucunun, Anayasa’da da yer alan kamu düzeni ve kamu güvenliği gibi genel
kavramlara yer vermek suretiyle belirlilik ilkesini dolanmak amacıyla
oluşturduğu yasa metni dikkate alındığında, belirtilen bu kavramlar her ne
kadar bugün hukuk diline geçmiş olsa da, bu durum belirlilik kazanmak için
yeterli değildir. Bugün bu kavramların Anayasa’da yer alıyor olması dahi
tartışma konusuyken, hiçbirinin somutlaştırılmaksızın doğrudan doğruya temel
hürriyetleri kısıtlama ve hatta bireyler hakkında ceza soruşturması sonuçları
doğuracak yasaya temel alınması hukuk kurallarına aykırıdır. Bu kavramların
Anayasa’da da bulunması, somutlaştırma zorunluluğunu ortadan kaldırmaz. Çünkü
anayasalar, bireylere doğrudan uygulanacak normları değil, devlet ve bireyin
temel haklarının kullanılmasına ilişkin çerçeve hükümleri ihdas eder. Bir
kanunun “hukuken belirli” olduğundan bahsedilebilmesi için sayılan şu şartların
gerçekleşmesi gerekir:
·
Temel haklara müdahalenin oranına bağlı olarak yasada olan
normların somutlaştırılması gerekir.
·
Yasa tekniği açısından daha somut bir düzenleme ve kavram
kullanma olanağı varken, bu olanağın kullanılmayıp soyut ve belirsiz hükümlerle
kişilerin hürriyetini sınırlandırmak veya kişiler hakkında ceza soruşturması
yapmak belirlilik ilkesine aykırıdır.
·
Belirsiz hukuki kavramların, en azından yargılama veya hukuki
yorum yöntemleri ile açıklanabilir olması elzemdir.
·
Yasanın uygulamasında yeknesaklık sağlanamayacaksa
belirlilikten söz edilemez.[1]
Ayrıca,
yaşam hakkı ile kişilerin can ve mal güvenliğinin korunması, millî güvenlik ve
kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın
korunması sebeplerinden bir veya bir kaçına bağlı olarak gecikmesinde sakınca
bulunan hâller ile ilgili olarak kapsamı ve mahiyeti değişebilen bu yanıyla da
Başbakanlığa ve Başkanlığa verilen internet ortamında yer alan yayınla ilgili
olarak içeriğin çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesi yetkisi ile yaratılan
hukuki belirsizlik içinde, hâkimlerin, Başbakanlığın ve Başkanlığın –olası-
keyfi uygulamalarının önü açılmıştır. Bununla birlikte yaşam hakkı ile
kişilerin can ve mal güvenliğinin korunması, millî güvenlik ve kamu düzeninin
korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın korunması
sebeplerinden bir veya bir kaçına bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan
hâllerde, her ahvâle göre değişebilen öngörülemez ölçütler getirilmektedir.
Millî güvenlik ve kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya
genel sağlığın korunması ile ilgili olarak da ilgili Bakanlıkların talebi
üzerine Başkanlığa (Telekomünikasyon İletişim
Başkanı'na) verilen erişimi engelleme yetkisi ile de bir hukuki belirsizlik
yaratılarak, yalnızca Başbakanlık kanalıyla değil, Bakanlıklar tarafından da
TİB’in baskı altına alınması sağlanmıştır ve Millî güvenlik ve
kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi nedenlerinden bir veya bir
kaçına bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde, her şarta ve
duruma göre değişebilen öngörülemez ölçütler getirilmiştir. Kuşkusuz,
böylesi bir düzenleme, Anayasa’nın 2. maddesinde benimsenen “hukuk devleti”
ilkesi ile bağdaşmamaktadır.
27.03.2015
tarihli ve 6639 sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un” 29. maddesi ile 4/5/2007
tarihli ve 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu
Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun’a eklenen
8/A maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesi Anayasa’nın 2. maddesi
hükmüne aykırıdır.
Diğer
yandan, “Temel hak ve hürriyetlerin korunması” hakkında hükümler ihtiva eden
Anayasa’nın 40. maddesinin birinci fıkrasında “Anayasa ile tanınmış hak ve
hürriyetleri ihlal edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma
imkânının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir.” denildikten sonra ikinci
fıkrasında “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve
mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.” hükmü
getirilmiştir. Oysa, 5651 sayılı Kanunun 8. maddesinden sonra gelmek üzere
eklenen 8/A maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde sayılan
sebeplerden bir ve bir kaçına bağlı olarak hâkim veya geciktirilmesinde sakınca
olan hallerde Başbakanlık veya ilgili Bakanlıkların talebi üzerine Başkanlık
tarafından yapılacak internet ortamında yer alan yayınla ilgili olarak
içeriğin çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesi kararına karşı
-içerik sahibi de dâhil olmak üzere- kimseye itiraz hakkı tanınmamış ve
gidilebilecek hiçbir itiraz yolu gösterilmemiş olmakla, erişimin engellenmesi
sonucunda Anayasa ile güvence altına alınmış hak ve hürriyetlerin (ifade
hürriyetinin, haberleşme hürriyetinin ve basın hürriyetinin) ihlâl edildiğini
iddia eden kişilere, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkânının
sağlanmasını isteme hakkının tanınmaması ve yine dava konusu Kural’da, erişimin
engellenmesine karşı ilgililerin hangi kanun yollarına ve mercilere
başvuracağının ve sürelerinin belirtilmemesi sebebiyle 5651 sayılı Kanunun 8/A
maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesi hükmü, Anayasa’nın 40. maddesinin
birinci ve ikinci fıkraları hükümlerine aykırılık teşkil etmektedir.
Anayasa’nın
“Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” kenar başlıklı 26. maddesinde “Herkes,
düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya
toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların
müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de
kapsar. …” hükmü yer almaktadır.
Bu
bağlamda, ifade özgürlüğü, sadece “düşünce ve kanaate sahip olma” özgürlüğünü
değil aynı zamanda sahip olunan “düşünce ve kanaati (görüşü) açıklama ve
yayma”, buna bağlı olarak “haber veya görüş alma ve verme” özgürlüklerini de kapsamaktadır.
İfade özgürlüğü bireylerin serbestçe haber ve bilgilere, başkalarının
fikirlerine ulaşabilmesi, edindiği düşünce ve kanaatlerden dolayı kınanamaması
ve bunları tek başına veya başkalarıyla birlikte çeşitli yollarla serbestçe
ifade edebilmesi, anlatabilmesi, savunabilmesi, başkalarına aktarabilmesi ve
yayabilmesi anlamına gelir. İfade özgürlüğü, Anayasa’da güvence altına
alınan diğer hak ve özgürlüklerin önemli bir kısmı ile doğrudan ilişkili olup,
görsel ve yazılı medya araçları yoluyla fikir, düşünce ve haberlerin
yayılmasını güvence altına alan basın özgürlüğü de düşünceyi açıklama ve yayma
özgürlüğünün kullanılma araçlarından biridir. İfade özgürlüğünün,
toplumsal ve bireysel işlevini yerine getirebilmesi için AİHM’nin de ifade
özgürlüğüne ilişkin kararlarında sıkça belirttiği gibi, sadece toplumun ve
devletin olumlu, doğru ya da zararsız gördüğü “haber” ve “düşüncelerin” değil,
devletin veya halkın bir bölümünün olumsuz ya da yanlış bulduğu, onları
rahatsız eden haber ve düşüncelerin de serbestçe ifade edilebilmesi ve
bireylerin bu ifadeler nedeniyle herhangi bir yaptırıma tabi tutulmayacağından
emin olmaları gerekir. İfade özgürlüğü, çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık
fikirliliğin temeli olup bu özgürlük olmaksızın “demokratik toplumdan” bahsedilemez
(Handyside/Birleşik Krallık, B. No: 5493/72, 7/12/1976).
İnternet,
modern demokrasilerde başta ifade özgürlüğü olmak üzere temel hak ve
özgürlüklerin kullanılması bakımından önemli bir değere sahip bulunmaktadır.
İnternet sayesinde kişiler bilgi ve düşüncelerini açıklama, karşılıklı paylaşma
ve yayma imkânı bulmaktadırlar. Bu nedenle sadece düşünceyi açıklamanın değil,
aynı zamanda bilginin elde edilmesi açısından günümüzde en etkili ve yaygın
yöntemlerden biri haline gelen internet ortamında yer alan yayınla
ilgili olarak içeriğin çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesi konusunda
yapılacak düzenleme ve uygulamalarda devletin ve idari makamların çok hassas
davranmaları gerektiği açıktır Demokratik bir sistemde ise, kamu gücünü elinde
bulunduranların yetkilerini hukuki sınırlar içinde kalarak kullanmaları
şarttır.
5651 sayılı Kanunun 8. maddesinden sonra
gelmek üzere eklenen 8/A maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesi ile
yaşam hakkı, kişilerin can ve mal güvenliğinin korunması, milli güvenlik ve
kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın
korunması sebeplerinden bir ve bir kaçına bağlı olarak hâkim veya
geciktirilmesinde sakınca olan hallerde Başbakanlığa; milli güvenlik ve kamu
düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın korunması
ile ilgili Bakanlıkların talebi ile Başkanlığa internet ortamında yer alan
yayınla ilgili olarak içeriğin çıkarılması ve/veya erişimin engelleme
yetkisinin tanınması, kamu gücünü elinde bulunduranların yetkisini keyfi
şekilde kullanma imkânı vermesinden dolayı, 22. maddesinde yer alan “Haberleşme
hürriyeti”nin, Anayasa’nın 26. maddesinde teminat altına alınan ve demokratik
toplumların en temel değerlerinden biri olan “İfade hürriyeti”nin; ve yine
Anayasa’nın 28. maddesinde düzenlenen “Basın hürriyeti”nin açık ve ağır bir
biçimde ihlâli anlamına gelmektedir. Bu nedenlerle 5651
sayılı Kanuna eklenen 8/A maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesi hükmü
Anayasa’nın 22. maddesinin birinci fıkrasına, 26. maddesinin birinci fıkrasında
yer alan “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla
tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet
resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek
serbestliğini de kapsar…” hükmüne ve 28. maddesinin birinci fıkrasındaki,
“Basın hürdür, sansür edilemez…” hükmüne aykırıdır.
Ayrıca, çağımızda “haberleşme”nin en hızlı ve etkin
biçimde kullanıldığı ortam, internet ortamıdır. Artık, kişiler, güncel olaylara
ilişkin haber ve yorumları internet ortamından (muhtelif internet / sosyal
paylaşım sitelerinden, bloglardan vb.) izler hâle gelmişlerdir. Basın da haber
değeri olan pek çok bilgiyi ve veriyi internet üzerinden paylaşıma sunmaktadır.
Anayasamızda “Temel hak ve hürriyetler” arasında sayılan “Düşünceyi açıklama ve
yayma hürriyeti (ifade özgürlüğü)” ile Anayasa’nın “Temel hak ve hürriyetlerin
sınırlanması” kenar başlıklı 13. maddesi de açıkça ihlâl edilmektedir. Çünkü
anılan Anayasa kuralında, Temel hak ve hürriyetlerin … ancak kanunla
sınırlanabileceği öngörülmüştür. Oysa 5651 sayılı
Kanuna eklenen 8/A maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesi hükmü
ile Hâkimlere, Başbakanlığa ve Başkanlığa internet ortamında yer alan yayınla
ilgili olarak içeriğin çıkarılması ve/veya erişimi engelleme imkânı tanınarak,
temel hak ve hürriyetlerden sayılan “ifade hürriyeti”ne, “haberleşme
hürriyeti”ne ve “basın hürriyeti”ne doğrudan müdahale ederek, Anayasamızda
güvence altına alınan bu hürriyetlerin kullanımının engellenmesi konusunda emir
verme yetkisi tanınmaktadır. Söz konusu hüküm, modern demokrasilerde başta
ifade özgürlüğü olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin kullanılması bakımından
önemli bir araç olan ve bilgi, düşüncelerin açıklanması, karşılıklı
paylaşılması, yayılması ve bilginin elde edilmesi bakımından vazgeçilmez olan
İnternet’e erişimin, Başbakanlık, hâkim kararı veya Başkanlık kanalıyla kapsamı
oldukça belirsiz yetkilere dayanılarak engellenebileceğini düzenlemektedir.
Anayasal koruma altında olan ifade özgürlüğü ve bilgiye erişim hakkının
sınırlanması açısından keyfi uygulamaların önünü açan bir düzenlemedir. Böylesi
bir düzenleme, kuşkusuz, ifade özgürlüğü, haberleşme özgürlüğü ve basın
özgürlüğü gibi, temel hakların ve hürriyetlerin, Millî
güvenlik ve kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi nedenlerinden
bir veya bir kaçına bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hâller gibi,
soyut ve muğlâk gerekçelere dayanılarak, kanun-dışı yollarla
sınırlanması anlamına gelmektedir. Muhtevasında daha soyut ve daha muğlak
kavramları barındıran Millî güvenlik ve kamu düzeninin
korunması, suç işlenmesinin önlenmesi nedenlerinden bir veya bir kaçına bağlı
olarak gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde öngörülen dava
konusu düzenlemenin, erişimin engellenmesi suretiyle ifade hürriyetini,
haberleşme hürriyetini ve basın hürriyetini kısıtlamaya yönelik olarak daha
hızlandırılmış bir süreç getirmesi, “ölçülülük ilkesi” ve korunmak istenen
menfaatler ile bağdaşmamaktadır. Bu itibarla, 5651
sayılı Kanuna eklenen 8/A maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesi hükmü
internet erişim hakkını ölçüsüzce ve orantısızca sınırlandırmakta ve
Anayasa’nın “temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılmasında ölçülülük
ilkesi”ni teminat altına alan 13. maddesi hükmüne aykırılık teşkil etmektedir.
Şüphesiz, Temel Hak ve Hürriyetler, ulusal ve uluslararası mevzuatta
tanınmış, bireye yalnızca kişi olarak tanımlanması nedeniyle hasredilen,
Anayasa ve ulusalüstü insan hakları sözleşmeleri ile güvence altına alınmış
hürriyetlerdir.
2003 yılının Aralık ayında yapılan Birleşmiş Milletler Bilgi Toplumu
Dünya Zirvesi’nde, Birleşmiş Milletler Kurucu Belgesi ve İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesi (“İHEB”) çerçevesinde sürdürülebilir gelişim ve yaşam
kalitesini artırma yönünde insanların ve toplumların potansiyellerini azami
ölçüde kullanabilmeleri için herkesin bilgi yaratma, bilgiye ulaşma, bilgiyi
kullanma ve paylaşma hakkı olduğu ve bu hakları kullanabilmelerini sağlayacak
şartların yaratılması hususunda katılımcı devletler, özel sektör ve sivil
toplum temsilcileri bir sonuç bildirisi yayınlamışlardır.
Birleşik Krallık Devlet Televizyonu BBC, 2009 – 2010 arasında,
aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 26 ülke ve 14 bini Internet kullanıcısı
dahi olmayan 27 bin yetişkin nezdinde yaptığı bir araştırma sonucunda, her beş
kişiden birinin yani %79’luk bir kesimin Internet erişimini temel bir insan
hakkı olarak gördüğü ortaya çıkmıştır. Ülkemiz bakımından da sonuç çok
ilginçtir. Ülkemizde Internet erişiminin temel bir hak olduğunu düşünenlerin
oranı % 91 çıkmıştı. Bu sonuç Avrupa’da Portekiz’in ardından ikinci en yüksek
sonuçtur.
16 Mayıs 2011 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu İnsan Hakları
komisyonu Birleşmiş Milletler Genel Kurulu İnsan Hakları komisyonu raportörünün
katkılarıyla hazırlanarak yayınladığı bir raporla Internet erişiminin temel bir
insan hakkı olduğunu ve bu sayede insanların fikir ve ifade hürriyetlerini
kullanabildiğini ifade etmektedir. Bu rapora göre,
·
Keyfi olarak Internet sitesi veya içerik bloklama ve
filtreleme adli veya tamamen bağımsız düzenleyici makam tarafından kanuni
sınırlamalara uygun olarak yapılmalıdır. Şahsi yorumuma göre düzenleyici
kurumun bu yetkisi ani bloklama veya filtreleme için yargılamayı gerektiren
haller dışındaki çocuk pornosu, dolandırıcılık ve terör suçları gibi zararın
çok büyük ve hukuk ihlalinin çok açık olduğu hallerle sınırlı olmalıdır.
·
Meşru fikir ve ifade hürriyeti kullanımları ceza hukuku
kapsamından çıkarılmalıdır.
·
Hizmet sağlayıcılara gayrı makul sorumluluklar
yüklenmemelidir.
·
Yetersiz mahremiyet ve gizli bilgi korumasının iyileştirilmesi
için düzenlemeler yapılmalıdır.
Bahsedilen raporda kabul edildiği üzere, internete erişim hakkı, ifade
hürriyeti ve haberleşme hürriyeti ile doğrudan ilgili olup, hukuk literatüründe
dördüncü kuşak haklardan biri olarak yerini almıştır. Bu sebeple, internete
yapılacak herhangi bir ölçüsüz kısıtlama, temel hak ve özgürlüklere ket
vurulması anlamına gelecektir.
Avrupa Birliği Parlamenter Meclisi 4 Mart 2014’te Internet erişiminin,
ifade hürriyetinin, eğitim hakkının, kültürel hayatta yer alma hakkının, siyasi
hakların, toplanma, örgütlenme ve dernekleşme haklarının kullanılabilmesini
gerçekleştiren bir olgu olduğunu kabul etmiştir. Internet’i bu sebeple
AİHS’nin 10. maddesi çerçevesinde değerlendirdiklerini bildirmiştir.
AB, BM’e ve üye devletlere de bu konuda uyum halinde kodifikasyon
çağrısı yapmıştır. Estonya, Finlandiya, Fransa gibi ülkeler Internet erişimini
temel bir hak olarak kabul edip kendi iç mevzuatlarına dercetmişlerdir. Anayasa’nın
“Temel Hak ve Hürriyetlerin Sınırlanması” başlıklı 13. maddesi’ne göre temel
hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili
maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ancak kanunla sınırlanabilir. Bu
sınırlamalar, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve laik
Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.
Tüm bu kanun hükümleri ve belirtilen hukuk prensipleri ışığında, bir
hakkın sınırlandırılabilmesi için gerçekleşmesi zorunlu olan unsurlar
şunlardır:
a) Söz konusu sınırlamanın kanunla öngörülüp öngörülmediği ve
hukukilik koşulunu karşılayıp karşılamadığı incelenir.
b) Yapılan müdahalenin sınırlama ölçütlerine yani meşru amaca uygun
olup olmadığı değerlendirilir.
c)
Müdahalenin demokratik bir toplumda zaruri olup olmadığı dikkate alınır.
Hakların,
belirlenen bu ölçütlerin dışında bir sebeple sınırlandırılması kabul edilemez
ve demokratik bir toplumda hakların sınırlanmasına yol açacak müdahale, sıradan
kaygılara dayanılarak gerçekleştirilemez.
Sınırlandırılması
mümkün olan hakların da, özüne (hakkın çekirdek alanına) müdahale edilmeksizin
sınırlandırılması esastır. Dolayısıyla, bir hakkın sınırlandırılabilir olması,
o hak sınırlandırılabilir olsa dahi mevcut sınırlandırma sebepleri ortadan
kalktığında, hala kullanılabiliyor olmasını gerektirir. Hakkın, sınırlandırmaya
karar veren merci tarafından hiçbir sebepte faydalanılamaz hale getirilmesi,
ölçüsüz bir sınırlamaya yol açar.
İnternete
erişim hakkı artık başlı başına dördüncü kuşak temel haklardan sayılmakla,
ifade ve haberleşme, hatta basın hürriyetinin gereği gibi yaşanabilmesi için
olmazsa olmaz unsurlardan biri olup, erişim hakkının sınırlanması ancak kanunla
ve hakkın özüne müdahale edilmeksizin gerçekleştirilmelidir.
Bilindiği gibi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Anayasamızın 90.
maddesine göre kanun hükmünde olup, bu Sözleşme ve onu yorumlayan ve içtihat
hukuku ile geliştiren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının da yerel
mahkemeler tarafından dikkate alınması gerekir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından verilen 552 ifade hürriyeti
ihlali kararının 231’i yani % 41,8’i ülkemiz aleyhine verilmiştir. Türkiye’yi
ikinci sırada ancak ve sadece 34 kararla Avusturya takip etmektedir. Ülkemizde
rakamı tam olarak bilinememekle birlikte en az yaklaşık 60 bin web sitesine
erişim engellenmiştir.
Anayasa’nın ve demokrasi prensiplerinin gelişebilmesi ve toplumda
çoğulcu demokrasi anlayışının yerleşebilmesi için, ifade hürriyetinin ne kadar
olmazsa olmaz bir şart olduğu, bugün gerek Anayasa ve Kanunlarda gerekse
uluslararası düzlemde tartışmasızdır. Bu konuda, devletin; bireylerin ifade
hürriyeti hakkını kullanmasına mani olmama negatif yükümlülüğü gibi, ifade
hürriyetinin gereği gibi kullanılabilmesi ve buna ilişkin ortam ve imkânın
topluma yerleştirilerek fikir teatisinin sağlanabilmesi için gereken her türlü
tedbirin alınması pozitif yükümlülüğünün bulunduğu, içinde yaşadığımız yüzyılın
ve toplumların gereklerine bağlı olarak kabul edilmektedir. Mahkeme
kararlarında sıklıkla vurgulandığı üzere, demokrasilerde eleştirilmeyecek kişi
ya da kurum yoktur. Hatta şu kadar ki, Anayasa’yı, kanunların öngördüğü
çerçevede eleştiren kişiler dahi, Anayasa’nın bu güvencesinden faydalanırlar.
Eğer Devlet ve Hükümet, pozitif yükümlülüğünü, eleştirel tüm yorumlara karşı soruşturma
ve kovuşturma başlatmak şeklinde uygulama yolunu seçerse, bu durumda toplumdaki
bireyler düşüncelerini sürekli bir tehdit altında olmaktan kaçınmak için
paylaşmaktan imtina ederler ki bu durumda, devlet ve hükümet, Anayasa ile
güvence altına aldığı hakları dolaylı yoldan kullandırtmamış olur. İptali
istenen yasa metninde geçen, “(...) suça konu içeriği yayan ve oluşturan
kişiler hakkında Başkan suç duyurusunda bulunur.” İfadesindeki hukuki
belirsizlik ve öngörülemezlik sebebiyle, bireylerin fikirlerini paylaşmaktan
imtina etmesi söz konusu olacak ve yasama eliyle bireyin ifade hürriyeti
alanına ölçüsüz bir müdahale ortaya çıkacaktır.
Ayrıca,
ifade hürriyeti ve diğer temel hak ve hürriyetlere ilişkin sınırlamaların
toplumun tamamına yönelen açık ve yakın bir tehdide karşılık verebilir
nitelikte olup yasayla öngörülmesi, kapsamının belli olması, keyfi olmaması ve
yargı denetimine tabi olması gerekir. Soruşturma kapsamındaki ifadelerin suç
sayılması hukuki güvenlik ve öngörülebilirlik bakımından Anayasa’ya da
aykırılık teşkil edecektir. (AİHM 10308 Sayılı ve 13.11.2008 tarihli
Kayasu/Türkiye Kararı) Şüphesiz ki, hukuki sınırlandırma ölçütlerine uymaksızın
verilen erişim engelleme kararı, kişilerin internet üzerinden ifadelerini
yayması ve haberleşme özgürlüğünü de ihlal eder.
AİHM’in
Türkiye Hakkında vermiş olduğu 23.06.2009 tarih ve 3009/377 Sayılı Ahmet
Yıldırım vs. Türkiye kararında,
Davada, 5651 Sayılı Kanun’un birçok uygulamasında olduğu gibi yer
sağlayıcı Google Sites’a erişim engelleme ile ilgili hiçbir bilgi
sunulmamıştır. TİB’de ilk verilen kararın infaz için yeterli olmadığından
bahisle tüm Google sitesinin engellenmesini mümkün kılabilmiştir. AİHM, bu tür
önlemlerin her halde sözleşmeyi ihlal edeceğinin söylenemeyeceğini ancak
konunun, erişimi, sınırlarını ve olası keyfi müdahaleye karşı etkili bir
yargısal denetimi içeren katı yasal çerçeve ile düzenlenmesi gerektiğine
hükmetmiştir. 5651 Sayılı Kanun’un 8. maddesi hükmü, mahkemeye, denge
incelemesi yapma, sözleşme ve mahkeme içtihadını dikkate alarak karar verme
yükümlülüğü getirmediğinden bahisle, yasanın demokratik bir toplumda hukuk
devletinin sağladığı korumayı sağlayamadığını belirtmiştir. Kararın devamında,
“Keyfi müdahaleleri mümkün kılan 5651 Sayılı Kanun’un 8. maddesi’nin
Yürürlükten kaldırılması gerektiğine karar vermiştir.
AİHM’in
pilot karar niteliği teşkil eden bu kararına uygun olarak 5651 Sayılı Kanun
hükümleri tartışmalıyken, yürürlükte bulunan kanuna getirilen ek
yükümlülüklerle ifade ve haberleşme hürriyetinin kullanılmasına engel hükümler
düzenlenmesi, hukukun genel ilkeleri ve Anayasa’nın 90. maddesiyle
bağdaşmamaktadır.
Dava
dilekçemizin muhtelif kısımlarında belirtildiği üzere yasal düzenlemelerin hem
kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek
şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması, ayrıca kamu
otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi
gerekmektedir. 5651 sayılı Kanunun 8. maddesinden sonra
gelmek üzere eklenen 8/A maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesi hükmü
bu unsurların hiçbirini ihtiva etmemekte ve belirlilik ile öngörülebilirlik
ilkelerine aykırı olmakla birlikte, bireylerin temel hak ve özgürlüklerine
müdahale yetkisini idarenin inisiyatifine bırakmaktadır. Benzer bir yetkinin
Başkanlık’a verilmesi hususunda Anayasa Mahkemesi’nin 2014/4705 sayılı bireysel
başvuru hakkında verdiği 29 Mayıs 2014 tarihli kararında da “TİB’e erişimin
engellenmesine yönelik olarak verilen yetkinin kanuni dayanağının kanunilik
ilkesinin asgari şartı olan kanunun anlaşılır, açık ve net olması zorunluluğunu
karşılamaması nedeniyle kapsam ve sınırlarının belirsiz olduğu
görülmektedir...”değerlendirilmesine yer verilerek erişimin engellenmesine
ilişkin olarak Başkanlık’a verilen yetkinin kanunilik ilkesine aykırı olduğu
tespit edilmiştir.
Anayasa Mahkemesi’nin 29 Mayıs 2014 tarihli 2014/4705 sayılı
kararında, “… daha hafif nitelikteki bir müdahale tedbirinin varlığı
araştırılmaksızın tedbir konusu içerikle ilgisi olmayan ve sayısal olarak
kıyaslanamayacak ölçüde çok URL adresindeki yayına erişimi engellemeye yönelik
genel bir yasağın uygulanması, bu kararın verilmesine gerekçe olarak gösterilen
içeriklerin içerik veya yer sağlayıcısı olmayan kullanıcıların da erişiminin
engellenmesine yol açacak tarzda tedbir kararının genişletilmesi sonucunu
doğurmaktadır…” değerlendirmesinde bulunarak çok sayıda içerik barındıran web
sitelerinin tamamına erişimin engellenmesine yönelik yaptırımların, kanunu
ihlal etmeyen bireylerin de hakkına müdahale etmiş olacağını vurgulamış ve “…
siteden yararlanan tüm kullanıcıların ifade özgürlüğüne ağır müdahale
niteliğinde olan söz konusu idari işlemin, başvurucuların Anayasa’nın 26.
maddesinde korunan ifade özgürlüklerini ihlal ettiğine karar verilmesi
gerekir.” şeklinde hüküm vererek, tüm siteye erişimi engellemenin ifade
hürriyetinin özüne zarar verdiği ve pek çok birey için ağır müdahale
oluşturduğunun altını çizmiştir.
Anayasa Mahkemesi’nin şirket merkezi yurt dışında bulunan ve
yer sağlayıcı sıfatını haiz bir sosyal paylaşım sitesi hakkında, sitenin
tamamına erişimin engellenmesinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ilişkin bir başka
başvuru neticesinde verdiği 2 Nisan 2014 tarihli ve 2014/3986 sayılı kararında
ise; “İnternet modern demokrasilerde başta ifade özgürlüğü olmak üzere temel
hak ve özgürlüklerin kullanılması bakımından önemli bir amaçsal değere sahip
bulunmaktadır. İnternet’in sağladığı sosyal medya zemini kişilerin bilgi ve
düşüncelerini açıklama, karşılıklı paylaşma ve yaymaları için vazgeçilmez
niteliktedir. Bu nedenle düşünceyi açıklamanın günümüzde en etkili ve yaygın
yöntemlerinden biri haline gelen internet ve sosyal medya araçları konusunda
yapılacak düzenleme ve uygulamalarda devletin ve idari makamların çok hassas
davranmaları gerektiği açıktır”, internet erişimi hakkının diğer temel haklarla
bağlantısı ve bu konuda idarenin göstermesi gereken özen vurgulanmıştır. Bu
itibarla anılan kararda, Anayasa Mahkemesi, İnternete erişim ile kullanılabilen
sosyal medya alanlarının ifade özgürlüğü bakımından bulunduğu konumun önemini
vurgulamış; sayıca fazla üyesi bulunan bir sitenin tamamen engellenmesinin
hukuka uygun olmadığını belirtmiştir. Aynı zamanda hiçbir kanuni temele
dayanmaksızın tüm site hakkında verilen erişim engelleme kararlarının Anayasa
ve Uluslararası sözleşmeler ile koruma altına alınmış ifade özgürlüğü hakkının
özüne bir müdahale sayılacağına hükmetmiştir.
5651 sayılı Kanuna eklenen 8/A maddesinde yer alan düzenlemeler yakın
zamanda Anayasa Mahkemesi’nin 2 Ekim 2014 tarihli ve E.2014/149, K. 2014/151
sayılı kararıyla iptal edilen 6552 sayılı Kanunun 127.
maddesi ile 5651 sayılı Kanunun 8. maddesine eklenen onaltıncı fıkrasında yer
alan milli güvenlik ve kamu düzeninin korunmasına dair
gecikmesinde sakınca bulunan hallerde erişimin engellenmesine ilişkin
Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’na (“Başkanlık”) keyfi uygulamalara yol
açabilecek nitelikte sınırları belirsiz bir yetki tanıyan düzenlemeler ile
oldukça benzerdir. Hatta 8/A maddesinin kapsamı, iptal edilen maddeye göre daha
geniş tutulmuştur. Anayasa Mahkemesi 6552 sayılı
Kanunun 127. maddesi ile 5651 sayılı Kanunun 8. maddesine eklenen 16.
fıkrasına ilişkin iptal kararında, “Dava konusu kuralda geçen "millî
güvenlik ve kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi"
ibarelerine dayanarak temel hak ve hürriyetleri sınırlandırması sonucunu
doğuran erişimin engellenmesi yetkisi Başkan'a verilmektedir. Böylece kuralda
sayılan oldukça önemli konularda belirtilen hâllerin varlığına ilişkin
değerlendirme yapma ve karar verme yetkisi TİB'e bırakılmaktadır. Ancak, genel
olarak Cumhuriyet savcısı, hâkim ve mahkemelerce verilen erişimin engellenmesi
kararlarının uygulanmasına yönelik aracı kurum olarak görev yapan TİB'in
kuralda yer alan ibarelerde belirtilen durumların varlığı veya yokluğunu
belirleme noktasında tek başına değerlendirme yapacak konumda olmadığı açıktır.
Milli güvenlik, kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi
konularında ilgili ve yetkili kurumların değerlendirme ve karar verme yetkileri
gözetilmeksizin tek başına TİB'e erişimin engellenmesi yetkisi verilmesi
Anayasa'ya aykırılık oluşturur…
… Hukukun
genel prensibi gereği “hukuken korunması gereken amaçla”, bu amacı
gerçekleştirmek için kanunda tanımlı “hukuki himaye yönteminin yani aracın”
orantılı olması aranmalıdır. Bir başka deyişle, hakkın kullanılmasında aşırıya
kaçma riski olan, bir başkasının hak ve menfaatlerini zedeleme tehlikesi
taşıyan hukuki himaye araçlarının amaç-araç dengesi bakımından hukuka uygun
olmadığı kabul edilmektedir.
Kuralda
yer alan “millî güvenlik ve kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin
önlenmesi” ibarelerine dayanarak verilmesi öngörülen erişimin engellenmesi
tedbiri; “amaç-araç” dengesi bakımından Anayasa ve Türkiye’nin taraf olduğu
uluslararası sözleşmelerde tanımlı olan ifade özgürlüğü, haberleşme hürriyeti, düşünce
ve ifadeyi yayma özgürlüğü noktasında bireylere tanınan temel hak ve
özgürlüklerini ölçüsüzce sınırlandırma tehlikesini taşıyan bir hukuki himaye
vasıtasıdır.
Erişimin
engellenmesinde seçilen araç, hedeflenen gayeyi gerçekleştirmeye elverişli,
yani o aracın yardımıyla gerçekleşmesinden korkulan tehlikenin yöneldiği
hukuksal değer etkin bir şekilde korunabiliyorsa, isabetli bir araç seçilmiş
demektir. Ancak ölçülülük değerlendirmesi için bu yeterli değildir. Elverişli
aracın zorunlu olması da şarttır. Eğer bireyin ya da bireylerin hak ve
özgürlüklerine daha az zarar verebilecek bir tedbir varsa onunla
yetinilmelidir. Bir sitede yer alan sakıncalı içerik nedeniyle şartları
oluşmadan öncelikle en ağır yaptırım olan sitenin bütününün erişime engellenmesi
ölçülülük ilkesine aykırılık oluşturacaktır.
Bu durumda
dava konusu kural ile TİB, belirtilen sebeplere bağlı olarak, sadece milli
güvenliği, suç işlenmesinin önlenmesi veya kamu düzenini tehdit ettiği
değerlendirilen ilgili yayına erişimin engellenmesi kapsamında tüm internet
sitesine erişimi engelleyebilecektir. Kanun’un 9. maddesinde yargıya verilen
erişimin engellenmesi yetkisinin bile sınırları çizilmiş ve bu yetkinin
ölçülülük ilkesi gereğince kademeli olarak kullanılacağı belirtilmişken, dava
konusu düzenlemede bu tür bir sınırlama ve kademelendirmenin yapılmadığı
görülmektedir. Bunun da sınırlı bir alanda idareye çok geniş bir müdahale
imkânı verdiği açıktır… Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2.,
13., 22. ve 26. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir…”
değerlendirmesine bulunarak, erişimin engellenmesine ilişkin olarak Başkanlık’a
verilen yetkinin Anayasa’nın öngördüğü kurallarla bağdaşmadığı yönünde karar
vermiştir.
Bu
itibarla, “milli güvenlik”, “kamu düzeninin korunması” veya “suç işlenmesinin
önlenmesi” gibi kapsamı ve değerlendirmesi yargı organları tarafından dahi
tartışmalı olan ve her somut olay bazında ayrı bir değerlendirme yapılmasını
gerektiren hukuki normların, idare tarafından değerlendirilmesi beklendiği dava
konusu 8/A maddesinin birinci fıkrasının birinci
cümlesi hükmü, Anayasa Mahkemesi’nin 2 Ekim 2014 tarihli ve
E.2014/149, K. 2014/151 sayılı kararına açıkça aykırı biçimde yeniden
düzenlenmiştir.
Anayasa'nın 153 üncü maddesinin son fıkrasında, Anayasa Mahkemesi kararlarının
yasama ve yürütme organları ile idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri
bağlayacağı kuralına yer verilmiştir. Bu kurala göre, yasama organı yapacağı
düzenlemelerde daha önce aynı konuda verilen Anayasa Mahkemesi kararlarını
gözönünde bulundurmak, bu kararları etkisiz kılacak yeni yasa çıkarmamak ve
Anayasa’ya aykırı bulunarak iptal edilen kuralları tekrar yasalaştırmamak
yükümlülüğündedir. Yasama organı, kararların yalnız sonuçları ile değil, bir
bütünlük içinde gerekçeleri ile de bağlıdır. Çünkü kararlar gerekçeleriyle,
genel olarak yasama işlemlerini değerlendirme ölçütlerini içerirler ve yasama
etkinliklerini yönlendirme işlevi de görürler. Dolayısıyla yasama organı, yasa
çıkarırken iptal edilen yasalara ilişkin kararların sonuçları ile birlikte
gerekçelerini de gözönünde bulundurmak zorundadır. İptal edilen yasalarla
sözcükler ayrı da olsa aynı doğrultu, içerik ya da nitelikte yeni yasa
çıkarılmaması gerekir.
Anayasa
Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı ve Anayasa’nın üstünlüğü ilkesi karşısında,
iptal edilen bir kurala yeni bir yasa ile geçerlilik kazandırılamaz. Anayasa
Mahkemesinin 2 Ekim 2014 tarihli ve E.2014/149, K. 2014/151 sayılı
kararını ortadan kaldırmaya yönelik bir düzenleme olduğu duraksamaya yer
vermeyecek kadar açık olan dava konusu 8/A maddesinin birinci fıkrasının
birinci cümlesi, Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilen 6552
sayılı Kanunun 127. maddesi ile 5651 sayılı Kanunun 8. maddesine eklenen
onaltıncı fıkrasıyla aynı içerikte olduğundan, 8/A maddesinin
birinci fıkrasının birinci cümlesi Anayasa’nın 153. maddesinin son fıkrasına
aykırıdır. İptal edilmelidir.
Açıklamaya çalışılan nedenlerle, 27.03.2015
tarihli ve 6639 sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 29. maddesi ile 4/5/2007
tarihli ve 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu
Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun’a 8.
maddesinden sonra gelmek üzere eklenen, 8/A maddesinin birinci fıkrasının
birinci cümlesinde yer alan “Yaşam hakkı ile kişilerin can ve mal güvenliğinin
korunması, millî güvenlik ve kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin
önlenmesi veya genel sağlığın korunması sebeplerinden bir veya bir kaçına bağlı
olarak hâkim veya gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde, Başbakanlık veya millî
güvenlik ve kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel
sağlığın korunması ile ilgili Bakanlıkların talebi üzerine Başkanlık tarafından
internet ortamında yer alan yayınla ilgili olarak içeriğin çıkarılması ve/veya
erişimin engellenmesi kararı verilebilir.” düzenlemesi, Anayasa’nın 2., 13.,
22., 26., 28., 40., 90. ve 153. maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir.
b) Birinci fıkrasının ikinci ve üçüncü cümlelerinin
Anayasa’ya Aykırılığı
Bu
düzenleme ile erişimin engellenmesi kararının Başkanlık tarafından
derhâl erişim sağlayıcılara ve ilgili içerik ve yer sağlayıcılara
bildirileceği, İçerik çıkartılması ve/veya erişimin engellenmesi kararının
gereğinin, derhâl ve en geç kararın bildirilmesi anından itibaren dört saat
içinde yerine getirileceği öngörülmüştür.
İnternet
ortamında, -kural olarak- hangi hâllerde erişimin engellenmesine karar
verileceği, 5651 sayılı Kanunun “Erişimin engellenmesi kararı ve yerine
getirilmesi” kenar başlıklı 8. maddesinin birinci fıkrasının (a) ve (b) alt
bentlerinde açıkça ve tâdâdî bir biçimde belirtilmiştir. Buna göre, “İnternet
ortamında yapılan ve içeriği aşağıdaki suçları oluşturduğu hususunda
yeterli şüphe sebebi bulunan yayınlarla ilgili olarak erişimin
engellenmesine karar verilir:
26/9/2004
tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda yer alan;
1) İntihara
yönlendirme (madde 84),
2) Çocukların
cinsel istismarı (madde 103, birinci fıkra),
3) Uyuşturucu
veya uyarıcı madde kullanılmasını kolaylaştırma (madde 190),
4) Sağlık
için tehlikeli madde temini (madde 194),
5) Müstehcenlik
(madde 226),
6) Fuhuş
(madde 227),
7) Kumar
oynanması için yer ve imkân sağlama (madde 228),
suçları.
b)
25/7/1951 tarihli ve 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında
Kanunda yer alan suçlar.”
Diğer
yandan, anılan maddenin ikinci fıkrası hükmünde, “Erişimin engellenmesi
kararının, soruşturma evresinde hâkim, kovuşturma evresinde ise
mahkeme tarafından verileceği; soruşturma evresinde, gecikmesinde
sakınca bulunan hallerde Cumhuriyet savcısı tarafından da erişimin
engellenmesine karar verilebileceği; bu durumda Cumhuriyet savcısının
kararını yirmidört saat içinde hâkimin onayına sunacağı ve hâkimin
de, kararını en geç yirmidört saat içinde vereceği”; dördüncü
fıkrasında da, “İçeriği birinci fıkrada belirtilen suçları oluşturan
yayınların içerik veya yer sağlayıcısının yurt dışında bulunması
halinde veya içerik veya yer sağlayıcısı yurt içinde bulunsa bile,
içeriği birinci fıkranın (a) bendinin (2) ve (5) ve (6) numaralı alt
bentlerinde yazılı suçları (yâni, ‘Çocukların cinsel istismarı’,
‘Müstehcenlik’ ve ‘Fuhuş’ suçlarını) oluşturan yayınlara ilişkin olarak
erişimin engellenmesi kararının re ’sen Başkanlık tarafından verileceği
ve bu kararın, erişim sağlayıcısına bildirilerek gereğinin yerine
getirilmesinin isteneceği” hükme bağlanmıştır.
Bu
durumda, internet ortamında, erişimin engellenmesi kararı, -kural olarak-
soruşturma evresinde hâkim, kovuşturma evresinde ise mahkeme (ayrıca soruşturma
evresinde gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde de Cumhuriyet savcısı)
tarafından verilebilecek, bu kararın verilmesi de, ancak, 5651 sayılı Kanunun
8. maddesinin birinci fıkrasının (az yukarıda sayılan) birinci fıkrasının (a)
ve (b) alt bentlerinde sayılan hâllerin vukuu hâlinde söz konusu olabilecektir.
Ayrıca, anılan Kanunun 8. maddesinin dördüncü fıkrası uyarınca da, istisnâen,
içeriği birinci fıkrada belirtilen suçları oluşturan yayınların
içerik veya yer sağlayıcısının yurt dışında bulunması halinde veya
içerik veya yer sağlayıcısı yurt içinde bulunsa bile, içeriği birinci
fıkranın (a) bendinin (2) ve (5) ve (6) numaralı alt bentlerinde yazılı
suçları (yâni, ‘Çocukların cinsel istismarı’, ‘Müstehcenlik’ ve ‘Fuhuş’
suçlarını) oluşturan yayınlara ilişkin olarak erişimin engellenmesi
kararı re ‘sen Başkanlık tarafından verilebilecektir.
5651
sayılı Kanuna eklenen 8/A maddesinin birinci fıkrası ile artık, yaşam hakkı ile
kişilerin can ve mal güvenliğinin korunması, millî güvenlik ve kamu düzeninin
korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın korunması
sebeplerinden bir veya bir kaçına bağlı olarak hâkim veya gecikmesinde sakınca
bulunan hâllerde, Başbakanlık veya millî güvenlik ve kamu düzeninin korunması,
suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın korunması ile ilgili
Bakanlıkların talebi üzerine Başkanlık tarafından internet ortamında yer alan
yayınla ilgili olarak içeriğin çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesi kararı
verilebilecektir. Böylelikle, “erişimin engellenmesi kararı verilebilecek
hâller” arasına, 5651 sayılı Kanunun 8. maddesinin birinci fıkrasının (az
yukarıda sayılan) birinci fıkrasının (a) ve (b) alt bentlerinde sayılan hâller
ile dördüncü fıkrasında öngörülen durumlar yanında, yaşam hakkı ile kişilerin
can ve mal güvenliğinin korunması, millî güvenlik ve kamu düzeninin korunması,
suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın korunması sebeplerinden bir veya
bir kaçına bağlı olarak, gecikmesinde sakınca bulunan haller de eklenmiş
bulunmaktadır. Bununla birlikte, Erişimin engellenmesi kararı, Başkanlık
tarafından derhal erişim sağlayıcılara ve ilgili içerik ve yer sağlayıcılara
bildirilecektir. İçerik çıkartılması ve/veya erişimin engellenmesi kararının
gereği de derhal ve kararın bildirilmesi anından itibaren dört saat içinde
yerine getirilecektir.
2007 yılında yürürlüğe giren 4/5/2007 tarihli ve 5651
sayılı “İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar
Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanun”un bilgi toplumuna
giden yolda ciddî engeller yarattığı; ifade özgürlüğü ve insan hakları gibi
temel konularda Avrupa Birliği Hukuku’na aykırı uygulamalara sebep olduğu;
6.2.2014 gün, 6518 sayılı Kanun ve 11.9.2014 tarihinde yürürlüğe giren 6552
sayılı Kanun ile getirilen değişikliklerin 5651 sayılı Kanunu daha da
kısıtlayıcı bir hâle soktuğu; mevcut hâliyle dahi kamuoyunda tepki alarak
eleştirilen 5651 sayılı Kanunu iyileştirmek yerine, her seferinde daha kısıtlayıcı
yöntemlere başvurarak, interneti izlemeyi, trafik bilgilerine erişmeyi ve
erişimin engellenmesi kararlarının yerine getirilmesini hızlandıran,
kolaylaştıran ve bu ortamlarda yapılacak engellemeleri arttıracak olan
düzenlemelerin, demokratik ve özgürlükçü bir yaklaşım olmadığı açıktır. Hâl
böyle iken, son kanuni değişiklik olan, 27.03.2015 tarihli ve 6639
sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 29. maddesi ile 4/5/2007 tarihli ve 5651 sayılı
Kanun’a eklenen 8/A maddesinin birinci fıkrasında öngörülen “…Karar, Başkanlık
tarafından derhâl erişim sağlayıcılara ve ilgili içerik ve yer sağlayıcılara
bildirilir. İçerik çıkartılması ve/veya erişimin engellenmesi kararının gereği,
derhâl ve en geç kararın bildirilmesi anından itibaren dört saat içinde yerine
getirilir.” düzenlemesinin toplumda bilgi birikiminin sağlanması, bilgi
ekonomisinin oluşturulması ve son tahlilde, haberleşme hürriyeti, ifade
hürriyeti ve basın hürriyeti kapsamında Türkiye’nin bilişim toplumu olarak
küresel rekâbette yerini alma hedefleri ile örtüşmediği âşikârdır. Kuşkusuz,
kısıtlayıcı yöntemlere interneti izlemeyi erişimin engellenmesi kararlarının
yerine getirilmesini hızlandıran, kolaylaştıran ve bu ortamlarda yapılacak
engellemeleri arttıracak olan bu tür düzenlemeler, çağdaş ve demokratik toplum
düzeni ve “hukuk devleti” ilkesi ile bağdaşmaz.
Anayasa’nın
2. maddesinde; “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet
anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı,
başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir
hukuk Devletidir.” denilmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin pek çok Kararında
isabetle vurgulandığı gibi, “Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk
devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve
özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup
bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı tutum ve davranışlardan kaçınan,
Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine
açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da uyması gereken temel hukuk ilkeleri
ve Anayasa’nın bulunduğu bilincinde olan devlettir.” (Anayasa Mahkemesi’nin
25.2.2010 Tarihli, 2008/17 Esas, 2010/44 Karar sayılı Kararı).
Bu
bağlamda, hukuk devletinde, günümüz çağdaş ve uygar toplumlarında, haberleşme
hürriyetini, ifade hürriyetini ve basın hürriyetini gerçekleştirmenin bir
vasıtası ve -deyim yerinde ise- bir uzantısı olan internet olgusuna ve
erişimine ilişkin düzenlemeler yapılırken, kanunkoyucu, Anayasa’nın temel
ilkelerine ve hukukun ana kurallarına bağlı kalmak durumundadır. O halde,
haberleşme hürriyetinin, ifade hürriyetinin ve basın hürriyetinin
kullanılmasının ve geliştirilmesinin önündeki engellerin kaldırılması; söz
konusu hak ve hürriyetlerin kullanılmasını güçleştirecek, iletişimin
engellenmesini kolaylaştıracak ve hızlandıracak düzenlemelerden kaçınılması,
haberleşme, iletişim ve basın hukukunun ana kurallarının ve “hukuk devleti”
ilkesinin gereklerindendir.
6639 sayılı Kanun’un 29. maddesi ile
4/5/2007 tarihli ve 5651 sayılı Kanun’a eklenen 8/A maddesinin birinci
fıkrasının “…Karar, Başkanlık tarafından derhâl erişim sağlayıcılara ve ilgili
içerik ve yer sağlayıcılara bildirilir. İçerik çıkartılması ve/veya erişimin
engellenmesi kararının gereği, derhâl ve en geç kararın bildirilmesi anından
itibaren dört saat içinde yerine getirilir.” şeklinde düzenlenen birinci ve
ikinci cümleleri, kısıtlayıcı yöntemlerle, ülkemizde, İçerik çıkartılması
ve/veya erişimin engellenmesi kararlarının yerine getirilmesini hızlandıran,
kolaylaştıran ve bu ortamlarda yapılacak engellemeleri arttıracak mâhiyette bir
düzenleme anlamına gelmekte olup, çağdaş ve demokratik toplum düzeni ve “hukuk
devleti” ilkesi ile bağdaşmamaktadır,
Bu nedenlerle 6639 sayılı “Bazı Kanun ve
Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un” 8/A
maddesinin birinci fıkrasının “…Karar, Başkanlık tarafından derhâl erişim
sağlayıcılara ve ilgili içerik ve yer sağlayıcılara bildirilir. İçerik
çıkartılması ve/veya erişimin engellenmesi kararının gereği, derhâl ve en geç
kararın bildirilmesi anından itibaren dört saat içinde yerine getirilir.”
şeklinde düzenlenen birinci ve ikinci cümleleri, Anayasamızın “hukuk devleti”
ilkesini benimseyen 2. maddesi hükmüne aykırılık teşkil etmektedir. İptal
edilmelidir.
Çağımızda
“haberleşme”nin en hızlı ve etkin biçimde kullanıldığı ortam, internet
ortamıdır. Artık, kişiler, güncel olaylara ilişkin haber ve yorumları internet
ortamından (muhtelif internet / sosyal paylaşım sitelerinden, bloglardan vb.)
izler hâle gelmişlerdir. Bu cümleden olarak, basın da, haber değeri olan pek
çok bilgiyi ve veriyi internet üzerinden paylaşıma sunmaktadır. Oysa, “…Karar,
Başkanlık tarafından derhâl erişim sağlayıcılara ve ilgili içerik ve yer
sağlayıcılara bildirilir. İçerik çıkartılması ve/veya erişimin engellenmesi
kararının gereği, derhâl ve en geç kararın bildirilmesi anından itibaren dört
saat içinde yerine getirilir.” düzenlemesi ülkemiz açısından internet
ortamında İçerik çıkartılması ve/veya erişimin engellenmesi kararlarının
yerine getirilmesini hızlandıran ve kolaylaştıran, Anayasamızda “Temel hak ve
hürriyetler” arasında sayılan “Haberleşme hürriyeti”nin, “Düşünceyi açıklama ve
yayma hürriyeti”nin (“ifade özgürlüğü”nün)” ve “Basın hürriyeti”nin kullanımını
sınırlandırması yanında, Anayasa’nın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması”
kenar başlıklı 13. maddesi de açıkça ihlâl edilmektedir.
Anayasamızın
“Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” kenar başlıklı 13. maddesinde “Temel
hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili
maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir.
Bu sınırlamalar, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve
lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”
denilmiştir. 5651 sayılı Kanuna 27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı “Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un”
kanunun 29. maddesi ile eklenen 8/A maddesinin birinci fıkrasınının
ikinci ve üçüncü cümlesinde öngörülen dava konusu yapılan düzenleme, kuşkusuz,
ifade özgürlüğü, haberleşme özgürlüğü ve basın özgürlüğü gibi, temel hakların
ve hürriyetlerin internet ortamında kullanılmasının doğal bir uzantısı olan bilgi
paylaşımının, erişimin engellenmesi kararı ile sınırlandırdıktan sonra, bir de
bu kararın yerine getirilmesinin çabuklaştırılıp, hızlandırılması, anılan
Anayasal hakların kanun-dışı yollarla sınırlanması anlamına gelmektedir.
Şüphesiz, anılan Kural’da geçen “kanun” sözcüğü ile Anayasa koyucunun,
“Anayasa’ya uygun olan kanun” mefhûmunu murâdettiği açıktır. Kaldı ki, dava
konusu düzenleme, Anayasa’nın 13. maddesinde öngörülen “ölçülülük” ilkesi ile
de bağdaşmamaktadır.
Kanunkoyucu,
yasal düzenlemeler yaparken “hukuk devleti” ilkesinin bir unsuru olan
“ölçülülük ilkesiyle” bağlıdır. Ölçülülük ilkesine göre devlet, sınırlamadan
beklenen kamu yararı ile bireyin hak ve özgürlükleri arasında âdil bir dengeyi
sağlamakla yükümlüdür. Ölçülülük ilkesi, ‘elverişlilik’, ‘gereklilik’
ve ’orantılılık’ olmak üzere üç alt unsurdan oluşur. ‘Elverişlilik’,
başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli
olmasını, ’gereklilik’ başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç
bakımından gerekli olmasını ve ‘orantılılık’ ise başvurulan önlem ile ulaşılmak
istenen amaç arasında makûl, meşrû ve âdil bir dengenin olmasını ifade
etmektedir.
Bu
bilgiler ışığında dava konusu yasal düzenlemeye bakıldığında, “elverişlilik”
unsuru gereği, başvurulan önlemin (erişimin engellenmesi kararının gereğinin,
derhal ve en geç kararın bildirilmesi anından itibaren dört saat içinde yerine
getirilmesi önleminin) ulaşılmak istenen amaç (erişimin engellenmesinin
sağlanması amacı) bakımından her koşulda elverişli olmadığı; “gereklilik”
unsuru gereği, başvurulan önlemin (yine erişimin engellenmesi kararının
gereğinin, derhal ve en geç kararın bildirilmesi anından itibaren dört saat
içinde yerine getirilmesi önleminin), ulaşılmak istenen amaç (erişimin
engellenmesinin sağlanması amacı) bakımından her koşulda gerekli olmadığı ve
‘orantılılık’ yönünden ise başvurulan önlem (erişimin engellenmesi kararının
gereğinin, derhal ve en geç kararın bildirilmesi anından itibaren dört saat
içinde yerine getirilmesi önleminin) ile ulaşılmak istenen amaç (erişimin engellenmesinin
sağlanması amacı) arasında makûl, meşrû ve âdil bir dengenin bulunmadığı
görülmektedir.
Bu
itibarla, iptali istenen 8/A maddesinin birinci fıkrasının “…Karar,
Başkanlık tarafından derhâl erişim sağlayıcılara ve ilgili içerik ve yer
sağlayıcılara bildirilir. İçerik çıkartılması ve/veya erişimin engellenmesi
kararının gereği, derhâl ve en geç kararın bildirilmesi anından itibaren dört
saat içinde yerine getirilir.” şeklinde düzenlenen birinci ve
ikinci cümleleri, ülkemiz açısından internet ortamında erişimin
engellenmesi kararlarının yerine getirilmesini hızlandıran, haberleşme, ifade
ve basın hürriyetlerini, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve “ölçülülük
ilkesi”ne aykırı olacak şekilde ölçüsüz ve orantısız biçimde sınırladığı için
Anayasa’nın 13. maddesine aykırıdır. İptal edilmelidir.
Diğer
yandan, “Temel hak ve hürriyetlerin korunması” hakkında hükümler ihtivâ eden
Anayasa’nın 40. maddesinin birinci fıkrasında “Anayasa ile tanınmış hak ve
hürriyetleri ihlal edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma
imkânının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir.” denildikten sonra, ikinci
fıkrasında “Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve
mercilere başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır.” hükmü getirilmiştir.
6639”
sayılı Kanun’un” 29. maddesi ile 4/5/2007 tarihli
ve 5651 sayılı Kanun’a eklenen 8/A maddesinin birinci fıkrasında öngörülen
düzenlemeler ile sayılan sebeplerden bir ve bir kaçına bağlı olarak
hâkim veya geciktirilmesinde sakınca olan hallerde Başbakanlık veya ilgili
Bakanlıkların talebi üzerine Başkanlık tarafından yapılacak İçerik
çıkartılması ve/veya erişimin engellenmesi kararına karşı -içerik sahibi
de dâhi olmak üzere- kimseye itiraz hakkı tanınmamış ve gidilebilecek hiçbir
itiraz yolu gösterilmemiş olmaktadır.
Ayrıca,
İdari kararla bir URL’ye (içeriğe) hatta içinde milyarlarca kişi ve kuruma ait
binlerce terabayt veriyi barındıran bütün bir Internet hizmetine erişimin
engellenmesi başlı başına Anayasa’ya aykırı olduğu gibi, Başkanlık tarafından
bildirilen kararın içerikten dört saat içinde kaldırılması, içeriği kaldırılan
kişinin yetkili mercilere başvurmasını ve/veya engellemenin sebebini
öğrenmesini mümkün kılamayacak kadar kısa bir süredir.
Bu
itibarla, erişimin derhal ve en geç kararın bildirilmesi anından
itibaren dört saat içinde engellenmesi sonucunda, Anayasa ile güvence
altına alınmış hak ve hürriyetlerin (ifade hürriyetinin, haberleşme
hürriyetinin ve basın hürriyetinin) ihlâl edildiğini iddia eden kişilere,
yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkânının sağlanmasını isteme hakkının
tanınmaması ve yine dava konusu Kural’da, İçerik çıkartılması ve/veya
erişimin engellenmesi kararlarına karşı ilgililerin hangi kanun
yollarına ve mercilere başvuracağının ve sürelerinin belirtilmemesi nedeniyle 6639
sayılı Kanun’un” 29. maddesi ile 5651 sayılı
Kanun’a eklenen 8/A maddesinin birinci fıkrasının “…Karar,
Başkanlık tarafından derhâl erişim sağlayıcılara ve ilgili içerik ve yer
sağlayıcılara bildirilir. İçerik çıkartılması ve/veya erişimin engellenmesi
kararının gereği, derhâl ve en geç kararın bildirilmesi anından itibaren dört
saat içinde yerine getirilir.” şeklinde düzenlenen birinci ve
ikinci cümleleri, Anayasa’nın 40. maddesinin birinci ve ikinci fıkraları
hükümlerine aykırılık teşkil etmektedir. İptali gerekir.
Açıklanmaya
çalışılan nedenlerle, 6639 sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 29. maddesi
ile 4/5/2007 tarihli ve 5651 sayılı Kanun’a eklenen 8/A maddesinin birinci
fıkrasının “…Karar, Başkanlık tarafından derhâl erişim sağlayıcılara ve
ilgili içerik ve yer sağlayıcılara bildirilir. İçerik çıkartılması ve/veya
erişimin engellenmesi kararının gereği, derhâl ve en geç kararın bildirilmesi
anından itibaren dört saat içinde yerine getirilir.” şeklinde
düzenlenen birinci ve ikinci cümleleri, Anayasa’nın 2., 13. ve 40.
maddelerine aykırıdır. İptal edilmelidir.
Şüphesiz, Yüksek Mahkemenizin gereksiz yere zamanını
almamak ve lüzûmsuz tekrarlara yol açmamak adına, iş bu bapta, dava dilekçemizin
(a ve b) numaralı madde başlığı altında, 6639 sayılı “Bazı Kanun
ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 29.
maddesi ile 4/5/2007 tarihli ve 5651 sayılı Kanun’a eklenen 8/A maddesinin
“Yaşam hakkı ile kişilerin can ve mal güvenliğinin korunması, millî güvenlik ve
kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın
korunması sebeplerinden bir veya bir kaçına bağlı olarak hâkim veya
gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde, Başbakanlık veya millî güvenlik ve kamu
düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın korunması
ile ilgili Bakanlıkların talebi üzerine Başkanlık tarafından internet ortamında
yer alan yayınla ilgili olarak içeriğin çıkarılması ve/veya erişimin
engellenmesi kararı verilebilir. Karar, Başkanlık tarafından derhâl erişim
sağlayıcılara ve ilgili içerik ve yer sağlayıcılara bildirilir. İçerik
çıkartılması ve/veya erişimin engellenmesi kararının gereği, derhâl ve en geç
kararın bildirilmesi anından itibaren dört saat içinde yerine getirilir”
şeklinde düzenlenen birinci fıkrası hakkında ileri sürdüğümüz bütün Anayasa’ya
aykırılık gerekçeleri, 6639 sayılı Kanun’un 29.
maddesi ile 5651 sayılı Kanun’a eklenen 8/A maddesinin;
“(3) Bu madde kapsamında verilen erişimin engellenmesi
kararları, ihlalin gerçekleştiği yayın, kısım, bölüm ile ilgili olarak (URL,
vb. şeklinde) içeriğe erişimin engellenmesi yöntemiyle verilir. Ancak, teknik
olarak ihlale ilişkin içeriğe erişimin engellenmesi yapılamadığı veya ilgili
içeriğe erişimin engellenmesi yoluyla ihlalin önlenemediği durumlarda, internet
sitesinin tümüne yönelik olarak erişimin engellenmesi kararı verilebilir.
(4) Bu madde kapsamındaki suça konu internet içeriklerini
oluşturan ve yayanlar hakkında Başkanlık tarafından, Cumhuriyet Başsavcılığına
suç duyurusunda bulunulur. Bu suçların faillerine ulaşmak için gerekli olan
bilgiler içerik, yer ve erişim sağlayıcılar tarafından hâkim kararı üzerine
adli mercilere verilir. Bu bilgileri vermeyen içerik, yer ve erişim
sağlayıcıların sorumluları, fiil daha ağır cezayı gerektiren başka bir suç
oluşturmadığı takdirde, üçbin günden onbin güne kadar adli para cezası ile
cezalandırılır.
(5) Bu madde uyarınca verilen içeriğin çıkarılması ve/veya erişimin
engellenmesi kararının gereğini yerine getirmeyen erişim sağlayıcılar ile
ilgili içerik ve yer sağlayıcılara elli bin Türk lirasından beş yüz bin Türk
lirasına kadar idari para cezası verilir.” şeklindeki üçüncü, dördüncü ve
beşinci fıkraları için de aynen tekrar ettiğimizi beyan etmekle yetiniyoruz.
Zira 6639 sayılı Kanun’un 29. maddesi ile
5651 sayılı Kanun’a eklenen 8/A maddesinin birinci fıkrasında geçen “Yaşam
hakkı ile kişilerin can ve mal güvenliğinin korunması, millî güvenlik ve kamu
düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın korunması
sebeplerinden bir veya bir kaçına bağlı olarak hâkim veya gecikmesinde sakınca
bulunan hâllerde, Başbakanlık veya millî güvenlik ve kamu düzeninin korunması,
suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın korunması ile ilgili Bakanlıkların
talebi üzerine Başkanlık tarafından internet ortamında yer alan yayınla ilgili
olarak içeriğin çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesi kararı verilebilir.
Karar, Başkanlık tarafından derhâl erişim sağlayıcılara ve ilgili içerik ve yer
sağlayıcılara bildirilir. İçerik çıkartılması ve/veya erişimin engellenmesi
kararının gereği, derhâl ve en geç kararın bildirilmesi anından itibaren dört
saat içinde yerine getirilir” şeklindeki 8/A maddesinin birinci fıkrası ile
aynı maddenin (3), (4) ve (5) nolu fıkraları arasında organik bir bağ
mevcuttur.
6639 sayılı Kanunun 29. maddesi ile 5651 sayılı Kanuna eklenen 8/A
maddesinin birinci fıkrası olmaksızın, 6639 sayılı Kanun’un
29. maddesi ile 5651 sayılı Kanun’a eklenen 8/A maddesinin; “ (3) Bu
madde kapsamında verilen erişimin engellenmesi kararları, ihlalin gerçekleştiği
yayın, kısım, bölüm ile ilgili olarak (URL, vb. şeklinde) içeriğe erişimin
engellenmesi yöntemiyle verilir. Ancak, teknik olarak ihlale ilişkin içeriğe
erişimin engellenmesi yapılamadığı veya ilgili içeriğe erişimin engellenmesi
yoluyla ihlalin önlenemediği durumlarda, internet sitesinin tümüne yönelik
olarak erişimin engellenmesi kararı verilebilir. (4) Bu madde kapsamındaki suça
konu internet içeriklerini oluşturan ve yayanlar hakkında Başkanlık tarafından,
Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunulur. Bu suçların faillerine
ulaşmak için gerekli olan bilgiler içerik, yer ve erişim sağlayıcılar
tarafından hâkim kararı üzerine adli mercilere verilir. Bu bilgileri vermeyen
içerik, yer ve erişim sağlayıcıların sorumluları, fiil daha ağır cezayı
gerektiren başka bir suç oluşturmadığı takdirde, üçbin günden onbin güne kadar
adli para cezası ile cezalandırılır. (5) Bu madde uyarınca verilen içeriğin
çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesi kararının gereğini yerine getirmeyen
erişim sağlayıcılar ile ilgili içerik ve yer sağlayıcılara elli bin Türk
lirasından beş yüz bin Türk lirasına kadar idari para cezası verilir.” şeklinde
düzenlenen üçüncü, dördüncü ve beşinci fıkraları tek başlarına hüküm ifade
etmezler ve başlıbaşına varlıklarını sürdüremezler. Öyle ise, 6639 sayılı
Kanunun 29. maddesi ile 5651 sayılı Kanuna eklenen 8/A. maddesinin iptalini
talep ettiğimiz birinci fıkrasının birinci cümlesi hakkında az yukarıda (dava
dilekçemizin [a ve b] maddesinde) ileri sürdüğümüz bütün Anayasa’ya aykırılık
gerekçeleri, 6639 sayılı Kanunun 29. maddesi ile 5651 sayılı Kanuna eklenen
8/A. maddesinin (3), (4) ve (5) nolu fıkraları için de aynen geçerli olacaktır.
Diğer yandan -yüksek malûmları olduğu üzere-, 6216 sayılı
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun “Dosya
üzerinden inceleme ve gerekçeye bağlı olmama” başlığını taşıyan 43. maddesinin
(4) numaralı fıkrası aynen şu hükmü âmirdir:
“Başvuru, kanunun, kanun hükmünde kararnamenin veya
Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün sadece belirli madde veya hükümleri
aleyhine yapılmış olup da, bu madde veya hükümlerin iptali kanunun, kanun
hükmünde kararnamenin veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün diğer bazı
hükümlerinin veya tamamının uygulanamaması sonucunu doğuruyorsa, keyfiyeti
gerekçesinde belirtmek şartıyla Mahkeme, uygulama kabiliyeti kalmayan kanunun,
kanun hükmünde kararnamenin veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün bahis
konusu öteki hükümlerinin veya tümünün iptaline karar verebilir.”
Dava konusu yapılan 6639 sayılı Kanunun 29. maddesi ile
5651 sayılı Kanuna eklenen 8/A maddesinin birinci fıkrası hakkında Yüksek
Mahkemenizce verilecek olası bir iptal kararı, 6639 sayılı Kanunun 29. maddesi
ile 5651 sayılı Kanuna eklenen 8/A. maddesinin (3), (4) ve (5) nolu
fıkralarının da uygulanamaması sonucunu doğuracaktır.
Bu durumda, -şüphesiz, takdir Yüksek Mahkemenize ait
olmak üzere- 6216 sayılı Kanunun yukarıda anılan 43. maddesinin (4) numaralı
fıkrası gereğince, 6639 sayılı Kanunun 29. maddesi ile 5651 sayılı Kanuna
eklenen 8/A. maddesinin birinci fıkrasının iptal başvurumuz doğrultusunda
iptali hâlinde, uygulama kabiliyetleri kalmayan 6639 sayılı Kanunun 29. maddesi
ile 5651 sayılı Kanuna eklenen 8/A maddesinin (3), (4) ve (5) nolu fıkralarının
da iptaline karar verilmesi gerekmektedir.
c) İkinci fıkrasının Anayasa’ya Aykırılığı
6639
sayılı Kanun’un 29. maddesi ile 5651 sayılı Kanun’a
eklenen 8/A maddesinin ikinci fıkrasında, Başbakanlık veya ilgili
Bakanlıkların talebi üzerine Başkanlık tarafından verilen içeriğin çıkarılması
ve/veya içeriğe erişimin engellenmesi kararının, Başkanlık tarafından, yirmi
dört saat içinde sulh ceza hâkiminin onayına sunulacağı ve hâkimin kararını
kırk sekiz saat içinde açıklamadığı takdirde kararın kendiliğinden kalkacağı
belirtilmektedir.
Anayasa’nın
“Cumhuriyetin nitelikleri” kenar başlıklı 2. maddesinde, “Türkiye Cumhuriyeti,
toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına
saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere
dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” denilmiştir.
“Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka
uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her
alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya
aykırı tutum ve davranışlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla
kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da
uyması gereken temel hukuk ilkeleri ve Anayasa’nın bulunduğu bilincinde olan
devlettir.” (Anayasa Mahkemesi’nin 25.2.2010 Tarihli, 2008/17 Esas, 2010/44
Karar sayılı Kararı).
Anayasa’nın
2. maddesinde belirtilen “hukuk devleti” ilkesinin temel unsurlarından biri
“hukukî belirlilik”tir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de
idare yönünden herhangi bir duraksamaya ya da kuşkuya yer vermeyecek şekilde
açık, net, saydam, belirli, anlaşılır ve uygulanabilir olması; ayrıca, kamu
otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu tedbirler içermesi
gerekir. Açık, anlaşılır ve sınırları belli olmayan, elâstikî kavramlar
içeren kurallar, vatandaşları korumanın değil, bilâkis, vatandaşları
cezalandırmanın bir aracı olabilir. “Hukukî belirlilik” ilkesi, hukuksal
güvenlikle bağlantılı olup, bireyin kanundan belirli bir kesinlik içinde, hangi
somut eylem ve olguya, hangi hukukî yaptırımın veya sonucun bağlandığını,
bunların idareye ne türden müdâhale yetkisi verdiğini bilmesini zorunlu
kılmaktadır. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm
eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal
düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli
kılar.
27.03.2015
tarihli ve 6639 sayılı Kanun’a eklenen 8/A maddesinin ikinci
fıkrasında içeriğin yayından kaldırılması ve/veya içeriğe erişimin engellenmesi
kararının verilmesini takip eden yirmi dört saat içinde sulh ceza hâkiminin
onayına sunulacağı belirtilmektedir. Dava dilekçemizin muhtelif yerlerinde
bahsettiğimiz üzere verilen erişimin engellenmesi ve/veya içeriğin yayından
kaldırılması kararının değerlendirmesine sunulması yerine onayına sunulması,
başta Anayasa’da belirtilen hukuk devleti ilkesine ve adil yargılanma hakkına
aykırılık teşkil edecektir.
Bu
bağlamda, 6639 sayılı Kanun’un” 29.maddesi ile 4/5/2007
tarihli ve 5651 sayılı Kanun’a eklenen 8/A maddesinin ikinci fıkrası
Anayasa’nın 2. maddesinde benimsenen “hukuk devleti” ilkesine aykırıdır. İptal
edilmelidir.
İnternet
ortamında, -kural olarak- hangi hâllerde erişimin engellenmesine karar
verileceği, 5651 sayılı Kanunun “Erişimin engellenmesi kararı ve yerine
getirilmesi” kenar başlıklı 8. maddesinin birinci fıkrasının (a) ve (b) alt
bentlerinde sarâhaten ve tâdâdî olarak belirtilmiştir. Buna göre, “İnternet
ortamında yapılan ve içeriği aşağıdaki suçları oluşturduğu hususunda
yeterli şüphe sebebi bulunan yayınlarla ilgili olarak erişimin
engellenmesine karar verilir:
a)
26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda yer alan;
1) İntihara
yönlendirme (madde 84),
2) Çocukların
cinsel istismarı (madde 103, birinci fıkra),
3) Uyuşturucu
veya uyarıcı madde kullanılmasını kolaylaştırma (madde 190),
4) Sağlık
için tehlikeli madde temini (madde 194),
5) Müstehcenlik
(madde 226),
6) Fuhuş
(madde 227),
7) Kumar
oynanması için yer ve imkân sağlama (madde 228),
suçları.
b)
25/7/1951 tarihli ve 5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında
Kanunda yer alan suçlar.”
Diğer
yandan, anılan maddenin ikinci fıkrası hükmünde, Erişimin engellenmesi kararının,
soruşturma evresinde hâkim, kovuşturma evresinde ise mahkeme tarafından
verileceği; soruşturma evresinde, gecikmesinde sakınca bulunan
hallerde Cumhuriyet savcısı tarafından da erişimin engellenmesine
karar verilebileceği; bu durumda Cumhuriyet savcısının kararını
yirmidört saat içinde hâkimin onayına sunacağı ve hâkimin de, kararını
en geç yirmidört saat içinde vereceği; dördüncü fıkrasında da, “İçeriği
birinci fıkrada belirtilen suçları oluşturan yayınların içerik
veya yer sağlayıcısının yurt dışında bulunması halinde veya içerik
veya yer sağlayıcısı yurt içinde bulunsa bile, içeriği birinci fıkranın
(a) bendinin (2) ve (5) ve (6) numaralı alt bentlerinde yazılı suçları
(yâni, ‘Çoçukların cinsel istismârı’, ‘Müstehcenlik’ ve ‘Fuhuş’ suçlarını) oluşturan
yayınlara ilişkin olarak erişimin engellenmesi kararının re’sen
Başkanlık tarafından verileceği ve bu kararın, erişim sağlayıcısına
bildirilerek gereğinin yerine getirilmesinin isteneceği” hükme
bağlanmıştır.
Bu
durumda, internet ortamında, erişimin engellenmesi kararı, -kural olarak-
soruşturma evresinde hâkim, kovuşturma evresinde ise mahkeme (ayrıca soruşturma
evresinde gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde de Cumhuriyet savcısı) tarafından
verilebilecek, bu kararın verilmesi de, ancak, 5651 sayılı Kanunun 8.
maddesinin birinci fıkrasının (az yukarıda sayılan) birinci fıkrasının (a) ve
(b) alt bentlerinde sayılan hâllerin vukûu hâlinde söz konusu olabilecektir.
Ayrıca, anılan Kanunun 8. maddesinin dördüncü fıkrası uyarınca da, istisnâen,
içeriği birinci fıkrada belirtilen suçları oluşturan yayınların
içerik veya yer sağlayıcısının yurt dışında bulunması halinde veya
içerik veya yer sağlayıcısı yurt içinde bulunsa bile, içeriği birinci
fıkranın (a) bendinin (2) ve (5) ve (6) numaralı alt bentlerinde yazılı
suçları (yâni, ‘Çoçukların cinsel istismârı’, ‘Müstehcenlik’ ve ‘Fuhuş’
suçlarını) oluşturan yayınlara ilişkin olarak erişimin engellenmesi
kararı, re’sen Başkanlık tarafından verilebilecektir.
27.03.2015
tarihli ve 6639 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 29. maddesi ile 4/5/2007
tarihli ve 5651 sayılı Kanun’a eklenen 8/A maddesinin birinci fıkrasına göre
artık “yaşam hakkı, kişilerin can ve mal güvenliğinin korunması, milli
güvenlik ve kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel
sağlığın korunması sebeplerinden bir ve bir kaçına bağlı olarak hâkim veya
geciktirilmesinde sakınca olan hallerde Başbakanlık; milli güvenlik ve kamu
düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın korunması
ile ilgili Bakanlıkların talebi ile Başkanlık” tarafından erişimin
engellenmesine karar verilebilecektir. Böylelikle, erişimin engellenmesi
kararı verilebilecek haller arasına 5651 sayılı Kanunun 8. maddesinin birinci
fıkrasının (a) ve (b) alt bentlerinde sayılan haller ile dördüncü fıkrasında
öngörülen durumlar yanında, “yaşam hakkı, kişilerin can ve mal
güvenliğinin korunması, milli güvenlik ve kamu düzeninin korunması, suç
işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın korunması, geciktirilmesinde sakınca
olan haller” de eklenmiş bulunmakta ve erişimin engellenmesi kararı
verebilecekler arasına, hâkim ve Cumhuriyet Savcısının yanında, Başbakan ve TİB
Başkanı da eklenmiş bulunmaktadır.
Ayrıca
gecikmesinde sakınca bulunana hallerde, 5651 sayılı Kanun’un 8. maddesinin
ikinci cümlesi en geç yirmidört saat içinde, hâkimin onay vermediği sürece kaldırılacak
olan erişimin engellenmesi tedbiri için Cumhuriyet Savcısını yetkili görürken,
dava konusu Kural, yaşam hakkı, kişilerin can ve mal güvenliğinin korunması,
milli güvenlik ve kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya
genel sağlığın korunması sebeplerinden bir ve bir kaçına bağlı olarak hâkim
veya geciktirilmesinde sakınca olan hallerde Başbakanlık; milli güvenlik ve
kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın
korunması ile ilgili Bakanlıkların talebi ile Başkanlık tarafından verilen
erişimin engellenmesi kararının doğrudan idare tarafından yerine getirileceğini
öngörmektedir. Dolayısıyla; 5651 sayılı Kanunun 8. maddesinin birinci
fıkrasının (a) ve (b) alt bentlerinde yer alan, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununda
daha ağır yaptırımlara bağlanmış katalog suçlardan herhangi birinin internet
ortamında işlendiği konusunda yeterli şüphe sebebi bulunan yayınlarla ilgili
olarak öngörülmüş erişimin engellenmesine ilişkin tedbir süreci, 5651
sayılı kanunun 8. maddesinden sonra gelmek üzere 27.03.2015 tarihli ve
6639 sayılı Kanun’un” 29. maddesi ile eklenen 8/A
maddesi ile “yaşam hakkı, kişilerin can ve mal güvenliğinin korunması,
milli güvenlik ve kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya
genel sağlığın korunması nedenlerinden bir veya bir kaçına bağlı olarak
gecikmesinde sakınca bulunan hâller”de erişimin engellenmesi kararı
verilebilmesi sürecine nazaran, daha sıkı bir yargı denetimine tâbi
kılınmıştır. Aynı zamanda, hukuk düzeni tarafından daha ciddî yaptırımlarla
korunan bir menfaatin olduğu hâllerde (katalog suçlarda), 5651 sayılı Kanunun
8. maddesi, tedbir uygulama konusunda daha özgürlükçü bir usûl (daha sıkı bir
yargı denetimi) öngörürken, bu suçlardan daha hafif bir yaptırıma tâbi tutulmuş
bulunan ve muhtevâsında daha soyut ve daha muğlak kavramları barındıran yaşam
hakkı, kişilerin can ve mal güvenliğinin korunması, milli güvenlik ve kamu
düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın korunması nedenlerinden
bir veya bir kaçına bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hâller”de
öngörülen dava konusu düzenlemenin, erişimin engellenmesi sûretiyle ifade
hürriyetini, haberleşme hürriyetini ve basın hürriyetini kısıtlamaya yönelik
olarak daha hızlandırılmış bir süreç getirmesi, “ölçülülük ilkesi” ve korunmak
istenen menfaatler ile bağdaşmamıştır. Bu itibarla, 27.03.2015 tarihli
ve 6639 sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılması Hakkında Kanun’un” 29. maddesi ile 4/5/2007
tarihli ve 5651 sayılı Kanun’a eklenen 8/A maddesinin 2. fıkrasında
öngörülen düzenlemeler, Anayasa’nın “temel hak ve hürriyetlerin
sınırlandırılmasında ölçülülük ilkesi”ni teminat altına alan 13. maddesi
hükmüne açıkça aykırıdır. İptal edilmelidir.
“Temel hak
ve hürriyetlerin korunması” hakkında hükümler ihtiva eden Anayasa’nın 40.
maddesinin birinci fıkrasında “Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal
edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkânının sağlanmasını
isteme hakkına sahiptir.” denildikten sonra ikinci fıkrasında “Devlet,
işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını
ve sürelerini belirtmek zorundadır.” hükmü getirilmiştir. 6639 sayılı “Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un”
29. maddesi ile 4/5/2007 tarihli ve 5651 sayılı Kanun’a eklenen
8/A maddesinin 2. fıkrası ile getirilen düzenlemede Başbakanlık veya
ilgili Bakanlıkların talebi üzerine Başkanlık tarafından verilen içeriğin
çıkarılması ve/veya içeriğe erişimin engellenmesi kararının, Başkanlık
tarafından, yirmi dört saat içinde sulh ceza hâkiminin onayına sunulacağı ve
hâkimin kararını kırk sekiz saat içinde açıklamadığı takdirde kararın
kendiliğinden kalkacağı, bu karara karşı -içerik sahibi de dâhi olmak
üzere- kimseye itiraz hakkı tanınmamış ve gidilebilecek hiçbir itiraz yolu
gösterilmemiş olmakla, erişimin engellenmesi sonucunda Anayasa ile güvence
altına alınmış hak ve hürriyetlerinin (ifade hürriyetinin, haberleşme
hürriyetinin ve basın hürriyetinin) ihlâl edildiğini iddia edenin ve
ilgilisinin aleyhine olması halinde, kişilere, yetkili makama geciktirilmeden
başvurma imkânının sağlanmasını isteme hakkının tanınmaması ve yine dava konusu
Kural’da, erişimin engellenmesine karşı ilgililerin hangi kanun yollarına ve
mercilere başvuracağının ve sürelerinin belirtilmemesi sebebiyle, dava konusu 6639
sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 29. maddesi ile 4/5/2007 tarihli ve 5651
sayılı Kanun’a eklenen 8/A maddesinin ikinci fıkrası hükmü,
Anayasa’nın 40. maddesinin birinci ve ikinci fıkraları hükümlerine aykırılık
teşkil etmektedir. İptal edilmelidir.
5651 sayılı Kanuna eklenen 8/A maddesinde yer alan düzenlemeler yakın
zamanda Anayasa Mahkemesi’nin 2 Ekim 2014 tarihli ve E.2014/149, K. 2014/151
sayılı kararıyla iptal edilen 6552 sayılı Kanunun 127.
maddesi ile 5651 sayılı Kanunun 8. maddesine eklenen onaltıncı fıkrasında yer
alan millî güvenlik ve kamu
düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi nedenlerinden bir veya bir kaçına
bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde, erişimin engellenmesinin
Başkan’ın talimatı üzerine Başkanlık tarafından yapılacağı; erişim
sağlayıcılarının Başkanlıktan gelen erişimin engellenmesi taleplerini en geç
dört saat içinde yerine getireceği ve Başkan tarafından verilen erişimin
engellenmesi kararının, Başkanlık tarafından, yirmi dört saat içinde sulh ceza
hâkiminin onayına sunulacağı ve hâkimin de kararını kırk sekiz saat içinde
açıklayacağı düzenlemeleri ile oldukça benzerdir. Hatta 8/A maddesinin
kapsamı, iptal edilen maddeye göre daha geniş tutulmuştur.
Anayasa
Mahkemesi 6552 sayılı Kanunun 127. maddesi ile 5651
sayılı Kanunun 8. maddesine eklenen 16. fıkrasına ilişkin iptal
kararında, “…Dava konusu kuralda geçen "millî güvenlik ve kamu düzeninin
korunması, suç işlenmesinin önlenmesi" ibarelerine dayanarak temel hak ve
hürriyetleri sınırlandırması sonucunu doğuran erişimin engellenmesi yetkisi
Başkan'a verilmektedir. Böylece kuralda sayılan oldukça önemli konularda
belirtilen hâllerin varlığına ilişkin değerlendirme yapma ve karar verme
yetkisi TİB'e bırakılmaktadır. Ancak, genel olarak Cumhuriyet savcısı, hâkim ve
mahkemelerce verilen erişimin engellenmesi kararlarının uygulanmasına yönelik
aracı kurum olarak görev yapan TİB'in kuralda yer alan ibarelerde belirtilen
durumların varlığı veya yokluğunu belirleme noktasında tek başına değerlendirme
yapacak konumda olmadığı açıktır. Milli güvenlik, kamu düzeninin korunması, suç
işlenmesinin önlenmesi konularında ilgili ve yetkili kurumların değerlendirme
ve karar verme yetkileri gözetilmeksizin tek başına TİB'e erişimin engellenmesi
yetkisi verilmesi Anayasa'ya aykırılık oluşturur…
Hukukun
genel prensibi gereği “hukuken korunması gereken amaçla”, bu amacı
gerçekleştirmek için kanunda tanımlı “hukuki himaye yönteminin yani aracın”
orantılı olması aranmalıdır. Bir başka deyişle, hakkın kullanılmasında aşırıya
kaçma riski olan, bir başkasının hak ve menfaatlerini zedeleme tehlikesi
taşıyan hukuki himaye araçlarının amaç-araç dengesi bakımından hukuka uygun
olmadığı kabul edilmektedir. Kuralda yer alan “millî güvenlik ve kamu düzeninin
korunması, suç işlenmesinin önlenmesi” ibarelerine dayanarak verilmesi öngörülen
erişimin engellenmesi tedbiri; “amaç-araç” dengesi bakımından Anayasa ve
Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde tanımlı olan ifade
özgürlüğü, haberleşme hürriyeti, düşünce ve ifadeyi yayma özgürlüğü noktasında
bireylere tanınan temel hak ve özgürlüklerini ölçüsüzce sınırlandırma
tehlikesini taşıyan bir hukuki himaye vasıtasıdır.
Erişimin
engellenmesinde seçilen araç, hedeflenen gayeyi gerçekleştirmeye elverişli,
yani o aracın yardımıyla gerçekleşmesinden korkulan tehlikenin yöneldiği
hukuksal değer etkin bir şekilde korunabiliyorsa, isabetli bir araç seçilmiş
demektir. Ancak ölçülülük değerlendirmesi için bu yeterli değildir. Elverişli
aracın zorunlu olması da şarttır. Eğer bireyin ya da bireylerin hak ve
özgürlüklerine daha az zarar verebilecek bir tedbir varsa onunla
yetinilmelidir. Bir sitede yer alan sakıncalı içerik nedeniyle şartları
oluşmadan öncelikle en ağır yaptırım olan sitenin bütününün erişime
engellenmesi ölçülülük ilkesine aykırılık oluşturacaktır.
Bu durumda
dava konusu kural ile TİB, belirtilen sebeplere bağlı olarak, sadece milli
güvenliği, suç işlenmesinin önlenmesi veya kamu düzenini tehdit ettiği
değerlendirilen ilgili yayına erişimin engellenmesi kapsamında tüm internet
sitesine erişimi engelleyebilecektir. Kanun’un 9. maddesinde yargıya verilen
erişimin engellenmesi yetkisinin bile sınırları çizilmiş ve bu yetkinin
ölçülülük ilkesi gereğince kademeli olarak kullanılacağı belirtilmişken, dava
konusu düzenlemede bu tür bir sınırlama ve kademelendirmenin yapılmadığı
görülmektedir. Bunun da sınırlı bir alanda idareye çok geniş bir müdahale
imkânı verdiği açıktır.
Açıklanan
nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2., 13., 22. ve 26. maddelerine
aykırıdır. İptali gerekir…” şeklinde karar vermiştir.
“Milli
güvenlik”, “kamu düzeninin korunması” veya “suç işlenmesinin önlenmesi” gibi
kapsamı ve değerlendirmesi yargı organları tarafından dahi tartışmalı olan ve
her somut olay bazında ayrı bir değerlendirme yapılmasını gerektiren hukuki
normların, idare tarafından değerlendirilmesi beklendiği dava konusu 8/A maddesinin ikinci fıkrası hükmü, Anayasa
Mahkemesi’nin 2 Ekim 2014 tarihli ve E.2014/149, K. 2014/151 sayılı kararına
açıkça aykırı biçimde yeniden düzenlenmiştir.
Dava
dilekçemizin muhtelif kısımlarında belirtildiği üzere yasal düzenlemelerin hem
kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer
vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması, ayrıca kamu
otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi
gerekmektedir. 5651 sayılı Kanunun 8. maddesinden sonra
gelmek üzere eklenen 8/A maddesinin ikici fıkrası bu unsurların
hiçbirini ihtiva etmemekte ve belirlilik ile öngörülebilirlik ilkelerine aykırı
olmakla birlikte, bireylerin temel hak ve özgürlüklerine müdahale yetkisini
idarenin inisiyatifine bırakmaktadır. Benzer bir yetkinin Başkanlık’a verilmesi
hususunda Anayasa Mahkemesi’nin 2014/4705 sayılı bireysel başvuru hakkında
verdiği 29 Mayıs 2014 tarihli kararında da “TİB’e erişimin engellenmesine
yönelik olarak verilen yetkinin kanuni dayanağının kanunilik ilkesinin asgari
şartı olan kanunun anlaşılır, açık ve net olması zorunluluğunu karşılamaması
nedeniyle kapsam ve sınırlarının belirsiz olduğu görülmektedir.”
değerlendirmesine yer verilerek erişimin engellenmesine ilişkin olarak
Başkanlık’a verilen yetkinin kanunilik ilkesine aykırı olduğu tespit
edilmiştir.
Anayasa’nın 153. maddesinin son fıkrasında, Anayasa Mahkemesi
kararlarının yasama ve yürütme organları ile idare makamlarını, gerçek ve
tüzelkişileri bağlayacağı kuralına yer verilmiştir. Bu kurala göre, yasama
organı yapacağı düzenlemelerde daha önce aynı konuda verilen Anayasa Mahkemesi
kararlarını gözönünde bulundurmak, bu kararları etkisiz kılacak yeni yasa
çıkarmamak ve Anayasa’ya aykırı bulunarak iptal edilen kuralları tekrar
yasalaştırmamak yükümlülüğündedir. Yasama organı, kararların yalnız sonuçları ile
değil, bir bütünlük içinde gerekçeleri ile de bağlıdır. Çünkü kararlar
gerekçeleriyle, genel olarak yasama işlemlerini değerlendirme ölçütlerini
içerirler ve yasama etkinliklerini yönlendirme işlevi de görürler. Dolayısıyla
yasama organı, yasa çıkarırken iptal edilen yasalara ilişkin kararların
sonuçları ile birlikte gerekçelerini de gözönünde bulundurmak zorundadır. İptal
edilen yasalarla sözcükler ayrı da olsa aynı doğrultu, içerik ya da nitelikte
yeni yasa çıkarılmaması gerekir.
Anayasa
Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı ve Anayasa’nın üstünlüğü ilkesi
karşısında, iptal edilen bir kurala yeni bir yasa ile geçerlilik
kazandırılamaz. Anayasa Mahkemesinin 2 Ekim 2014 tarihli ve E.2014/149,
K. 2014/151 sayılı kararını ortadan kaldırmaya yönelik bir düzenleme
olduğu duraksamaya yer vermeyecek kadar açık olan dava konusu 8/A maddesinin
ikinci fıkrası, Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilen 6552
sayılı Kanunun 127. maddesi ile 5651 sayılı Kanunun 8. maddesine eklenen
onaltıncı fıkrasıyla aynı içerikte olduğundan, 6639
sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 29.maddesi ile 4/5/2007 tarihli ve 5651
sayılı Kanun’a eklenen 8/A maddesinin 2. fıkrası olan “Başbakanlık
veya ilgili Bakanlıkların talebi üzerine Başkanlık tarafından verilen içeriğin
çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesi kararı, Başkanlık tarafından, yirmi
dört saat içinde sulh ceza hâkiminin onayına sunulur. Hâkim, kararını kırk
sekiz saat içinde açıklar; aksi hâlde, karar kendiliğinden kalkar.” şeklindeki
düzenleme, Anayasa’nın 153. maddesinin son fıkrasına aykırıdır. İptal
edilmelidir.
Açıklamaya çalışılan nedenlerle, 6639 sayılı “Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un
29. maddesi ile 4/5/2007 tarihli ve 5651 sayılı Kanun’a eklenen 8/A
maddesinin 2. fıkrası olan “Başbakanlık veya ilgili Bakanlıkların talebi
üzerine Başkanlık tarafından verilen içeriğin çıkarılması ve/veya erişimin
engellenmesi kararı, Başkanlık tarafından, yirmi dört saat içinde sulh ceza hâkiminin
onayına sunulur. Hâkim, kararını kırk sekiz saat içinde açıklar; aksi hâlde,
karar kendiliğinden kalkar.” şeklindeki düzenleme, Anayasa’nın 2., 13., 40. ve
153. maddelerine aykırıdır iptali gerekir.
9)
27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 32. maddesi
ile Anayasa Mahkemesinin 2013/122 esas sayılı, 2014/74 karar sayılı 09.04.2014
tarihli kararıyla iptal edilen 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanununun yeniden
düzenlenen 51. maddesinin;
a) İkinci
fıkrasındaki “…ilgili mevzuatın ve.…” ibaresinin Anayasa’ya Aykırılığı
27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 32. maddesi
ile Anayasa Mahkemesinin 2013/122 esas sayılı, 2014/74 karar sayılı 09.04.2014
tarihli kararıyla iptal edilen 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun 51.
maddesi yeniden düzenlenmiştir.
5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun 51. maddesinin ikinci
fıkrasında “Elektronik haberleşmenin ve ilgili trafik verisinin gizliliği esas
olup, ilgili mevzuatın ve yargı kararlarının öngördüğü durumlar haricinde,
haberleşmeye taraf olanların tamamının rızası olmaksızın haberleşmenin
dinlenmesi, kaydedilmesi, saklanması, kesilmesi ve takip edilmesi yasaktır.”
hükmü yer almaktadır. Böylece anılan fıkra ile elektronik haberleşmenin ve
ilgili trafik verisinin ilgili mevzuatın ve yargı kararlarının öngördüğü
durumlarda, haberleşmeye taraf olanların tamamının rızası olmaksızın
haberleşmenin dinlenmesi, kaydedilmesi, saklanması, kesilmesi ve takip edilmesi
mümkün kılınmaktadır.
Anayasa’nın “Cumhuriyetin nitelikleri” kenar başlıklı 2. maddesinde;
“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı
içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta
belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk
Devletidir.” denilmiştir. Anayasa’nın 2. maddesinde düzenlenen hukuk devleti,
insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve
işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku
tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve kanunlarla kendini bağlı sayan,
yargı denetimine açık olan devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin 9.4.2014 gün ve
2014/38 Esas, 2014/80 Karar sayılı Kararı).
Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen “hukuk devleti” ilkesinin temel
unsurlarından biri “hukukî belirlilik”tir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin
hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ya da kuşkuya yer
vermeyecek şekilde açık, net, saydam, belirli, anlaşılır ve uygulanabilir
olması; ayrıca, kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu
tedbirler içermesi gerekir. Açık, anlaşılır ve sınırları belli olmayan,
elâstikî kavramlar içeren kurallar vatandaşları korumanın değil, bilâkis,
vatandaşları cezalandırmanın bir aracı olabilir. “Hukukî
belirlilik” ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup, bireyin kanundan
belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya, hangi hukukî
yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye ne türden müdahale
yetkisi verdiğini bilmesini zorunlu kılmaktadır. Hukuk güvenliği, normların
öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven
duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici
yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. 6639 sayılı Kanun’un
32. maddesi ile Anayasa Mahkemesinin 2013/122 esas sayılı, 2014/74 karar
sayılı 09.04.2014 tarihli kararıyla iptal edilen 5809 sayılı Elektronik
Haberleşme Kanunun yeniden düzenlenen 51. maddesinin ikinci fıkrasında, ilgili
mevzuatın tanımı yapılmayarak ve ilgili mevzuatın hangilerinin olduğu
belirtilmeyerek sınırları belirsiz muğlak ucu açık bir biçimde elektronik
haberleşmenin ve ilgili trafik verisinin, haberleşmeye taraf olanların
tamamının rızası dışında dinlenmesinin, kaydedilmesinin, saklanmasının,
kesilmesinin ve takip edilmesinin önü açılmaktadır. Böylece elektronik
haberleşmenin ve ilgili trafik verilerinin gizliliği her mevzuat hükmüne göre,
her mevzuatın değişebilen öngörülemez ölçütlerine göre ortadan
kaldırılabilecektir. Kuşkusuz böylesi bir düzenlemenin Anayasa’nın “hukuk
devleti” ilkesi ile bağdaşması mümkün değildir. Bu bağlamda, 6639 sayılı
Kanun’un 32. maddesi ile 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun
yeniden düzenlenen 51. maddesinin ikinci fıkrasındaki “…ilgili mevzuatın ve …”
ibaresi, Anayasa’nın 2. maddesi hükmüne aykırılık teşkil etmektedir. İptal
edilmelidir.
Şüphesiz, 6639 sayılı Kanun’un 32. maddesi
ile 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun yeniden düzenlenen 51. maddesinin
ikinci fıkrasında ilgili mevzuatın ve yargı kararlarının öngördüğü durumlarda
elektronik haberleşmenin ve ilgili trafik verisinin, haberleşmeye taraf
olanların tamamının rızası dışında dinlenmesinin, kaydedilmesinin,
saklanmasının, kesilmesinin ve takip edilmesinin düzenlenmiş olması,
“Anayasanın Özel Hayatın Gizliliği” kenar başlıklı 20. maddesinin birinci
fıkrasında yer alan, “Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı
gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel Hayatın ve aile hayatının
gizliliğine dokunulamaz” hükmüne de açıkça aykırılık teşkil etmektedir. İlgili
mevzuatın öngördüğü durumların belirsizliği ve kapsamının genişliği karşısında,
Türk Hukukunda yürürlükte olan mevzuat sayısının sınırsızlığı ve fazlalığı da
düşünüldüğünde, elektronik haberleşmenin ve ilgili trafik verisinin,
haberleşmeye taraf olanların tamamının rızası dışında ve tamamen sınırsızca,
hukuka ve Anayasa’nın 20. maddesinde düzenlenen Özel Hayatın gizliliği ve
korunması ilkesine aykırı biçimde dinlenmesi, kaydedilmesi, saklanması,
kesilmesi ve takip edilmesi mümkün olacaktır.
Diğer taraftan, yine Anayasa’nın 20. maddesinin üçüncü fıkrasında,
“Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına
sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında
bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini
talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de
kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık
rızasıyla işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usuller
kanunla düzenlenir.” hükmü getirilmiştir. Anayasa’nın aynı hükmünde yer alan
“kanunda öngörülen haller”in nelerden ibâret olduğu ise, 27.03.2015
tarihli ve 6639 sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un hiçbir maddesinde
belirtilmemiştir. O halde, ilgili mevzuatın ve yargı kararlarının öngördüğü
durumlarda elektronik haberleşmenin ve ilgili trafik verisinin, haberleşmeye
taraf olanların tamamının rızası dışında dinlenmesini, kaydedilmesini,
saklanmasını, kesilmesini ve takip edilmesini öngören dava konusu düzenleme,
kişilerin özel hayatına ve aile hayatının gizliliğine (mahremiyetine)
saygısızca “dokunmakta” ve Anayasa’nın 20. maddesinin birinci ve üçüncü
fıkralarına açık bir biçimde aykırılık teşkil etmektedir. Bu bağlamda, 27.03.2015
tarihli ve 6639 sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 32. maddesi ile 5809
sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun yeniden düzenlenen 51. maddesinin ikinci
fıkrasındaki “…ilgili mevzuatın ve…” ibaresi, Anayasa’nın 20. maddesi hükmüne
aykırılık teşkil etmektedir. İptal edilmelidir.
Anayasa’nın
“Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” kenar başlıklı 13. maddesinde “Temel
hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili
maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir.
Bu sınırlamalar, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve
lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”
denilmiştir. Bu hükme göre, temel hak ve hürriyetler, ancak kanunla
sınırlanabilir. Anayasamızın 20. maddesinde özel hayatın gizliliği ve korunması
kapsamında “bireylerin, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini
isteme hakkı”na sahip olduğuna ve bu hak, Anayasamızda “temel hak ve
hürriyetler” arasında sayıldığına göre, özel hayatın gizliliğini sınırlandıracak
her türlü müdâhale, anılan hakkın özüne dokunulması anlamına gelecektir.
Şüphesiz, Anayasa’nın 13. maddesinde belirtilen ve “Temel hak ve hürriyetlerin,
özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen
sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği” Kural’ında öngörülen
“kanun” sözcüğüyle, Anayasakoyucu tarafından, “Anayasa’ya uygun olan kanun
mefhûmu”nun murâdedildiği aşikârdır. Ayrıca, Anayasa’nın “Temel hak ve
hürriyetlere getirilen sınırlamaların, özlerine dokunulmaksızın kanunilik ve
ölçülülük kıstaslarına uygun olması” ilkesini öngören 13. maddesi çerçevesinde
temel bir hakka müdahale niteliğindeki bir işlemin (ister idarî ve isterse
kazaî olsun), objektif olarak amaçlanan kamu yararını gerçekleştirmeye
elverişli ve bu amaç doğrultusunda zorunlu olması gerekir. Özellikle temel
hakların sınırlandırılmasında öngörülen amaçla kullanılan araç arasındaki
orantılılık ilkesi ve ilişkisi gözetilmeden, sınırlandırmada temel hakların
aleyhine bir orantısızlık yaratılarak, sınırlamanın meşruiyetini yitireceği
ortadayken, 27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı “Bazı Kanun ve
Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un”
32. maddesi ile 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun 51. maddesinin ikinci
fıkrasında ilgili mevzuatın tanımı yapılmayarak ve ilgili mevzuatın hangileri
veya hangisi olduğu belirtilmeyerek ve ilgili mevzuat kavramının sınırlarının
belirsiz muğlak ucunun açık olması, Türk Hukuk Sistemi içinde yer alan ilgili
mevzuatın sayılarının sınırsızlığı da düşünüldüğünde elektronik haberleşmenin
ve ilgili trafik verisinin, haberleşmeye taraf olanların tamamının rızası
dışında dinlenmesinin, kaydedilmesinin, saklanmasının, kesilmesinin ve takip
edilmesinin, başka bir deyişle özel hayatın gizliliğine müdahale anlamına
gelecek olan her türlü idari, kazai tasarrufun önünü açan bu düzenlemenin
orantısız, ölçüsüz olduğu, Anayasa’nın 13. maddesi hükmünü de ihlal ettiği
ortadır. Bu itibarla, 27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un
51. maddesinin birinci fıkrasındaki, “…ilgili mevzuatın ve…” ibaresinin Anayasa’nın
13. maddesine aykırıdır.
Açıklamaya
çalışılan nedenlerle, 27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 32.
maddesi ile yeniden düzenlenen 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun 51.
maddesinin ikinci fıkrasındaki “…ilgili mevzuatın ve …” ibaresi Anayasa’nın 2.,
13. ve 20. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.
(Bu meyanda, bu bapta dava konusu yaptığımız ibârenin
sonunda yer alan “ve” bağlacından önce gelen sözcük grubunu oluşturan ibârenin
öngördüğü Kural hakkında Yüksek Mahkemeniz tarafından olası bir iptal Kararı
verilmesi hâlinde, dava konusu ibârenin sonunda yer alan “ve” bağlacı anlamını
yitirecek uygulanma kabiliyeti kalmayacaktır.. Bu
durumda, -şüphesiz, takdir Yüksek Mahkemenize ait olmak üzere- 6216 sayılı
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 43. maddesinin
(4) numaralı fıkrası gereğince, 6639 sayılı Bazı Kanun ve Kanun
Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 32. maddesi ile
yeniden düzenlenen 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun 51. maddesinin
ikinci fıkrasındaki dava konusu ibârenin iptal başvurumuz doğrultusunda iptali
hâlinde, aynı ibârenin sonunda yer alan ve uygulama kabiliyeti kalmayacak olan
“ve” bağlacının da iptaline karar verilmesi
hususunu Yüksek Mahkemenizin takdirlerine bırakıyoruz.)
b) Altıncı
fıkrasındaki “…ilgili mevzuat hükümleri saklı kalmak kaydıyla,…” ibaresinin
Anayasa’ya Aykırılığı
27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 32. maddesi
ile Anayasa Mahkemesinin 2013/122 esas sayılı, 2014/74 karar sayılı 09.04.2014
tarihli kararıyla iptal edilen 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun 51.
maddesi yeniden düzenlenmiştir.
5809
sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun 51.maddesinin altıncı fıkrasındaki
düzenlemeye göre “Kişisel verilerin yurt dışına aktarılmasına ilişkin ilgili
mevzuat hükümleri saklı kalmak kaydıyla, trafik ve konum verileri ancak ilgili
kişilerin açık rızaları alınmak koşuluyla yurt dışına aktarılabilir.” şeklinde
düzenleme yapılmıştır.
Bu düzenleme uyarınca, ilgili mevzuat hükümleri gerekçe gösterilerek
kişilerin trafik ve konum verileri, (kişisel verileri) kişilerin açık rızası
alınmaksızın yurt dışına aktarılabilecektir. Anayasa’nın “Cumhuriyetin
nitelikleri” kenar başlıklı 2. maddesinde; “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun
huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı,
Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan,
demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” denilmiştir. Anayasa’nın 2.
maddesinde düzenlenen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve
özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her
alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya
aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen
kılan, Anayasa ve kanunlarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan
devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin 9.4.2014 gün ve 2014/38 Esas, 2014/80 Karar
sayılı Kararı).
Anayasa’nın
2. maddesinde belirtilen “hukuk devleti” ilkesinin temel unsurlarından biri
“hukukî belirlilik”tir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de
idare yönünden herhangi bir duraksamaya ya da kuşkuya yer vermeyecek şekilde
açık, net, saydam, belirli, anlaşılır ve uygulanabilir olması; ayrıca, kamu
otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu tedbirler içermesi
gerekir. Açık, anlaşılır ve sınırları belli olmayan, elâstikî kavramlar
içeren kurallar vatandaşları korumanın değil, bilâkis, vatandaşları
cezalandırmanın bir aracı olabilir. “Hukukî belirlilik” ilkesi, hukuksal
güvenlikle bağlantılı olup, bireyin kanundan belirli bir kesinlik içinde, hangi
somut eylem ve olguya, hangi hukukî yaptırımın veya sonucun bağlandığını,
bunların idareye ne türden müdahale yetkisi verdiğini bilmesini zorunlu
kılmaktadır. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm
eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal
düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli
kılar. 27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı 32. maddesi ile Anayasa
Mahkemesinin 2013/122 esas sayılı, 2014/74 karar sayılı 09.04.2014 tarihli
kararıyla iptal edilen 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun yeniden
düzenlenen 51. maddesinin altıncı fıkrasındaki düzenlemeye göre “Kişisel
verilerin yurt dışına aktarılmasına ilişkin ilgili mevzuat hükümleri saklı
kalmak kaydıyla, trafik ve konum verileri ancak ilgili kişilerin açık rızaları
alınmak koşuluyla yurt dışına aktarılabilir.” şeklinde yapılmış olan düzenleme
uyarınca, ilgili mevzuat hükümleri gerekçe gösterilerek kişilerin trafik ve
konum verileri, (kişisel verileri) kişilerin açık rızası alınmaksızın yurt
dışına aktarılabilecektir. Altıncı fıkrasındaki ilgili mevzuatın hükümlerinin
tanımı yapılmayarak ve ilgili mevzuatın hükümlerinin hangilerinin olduğu
belirtilmeyerek, herhangi bir mevzuatın hükümleri gerekçe gösterilerek
kişilerin trafik ve konum verileri, (kişisel verileri) kişilerin açık rızası
alınmaksızın yurt dışına aktarılabilecektir. Böylece kişilerin trafik ve konum
verilerinin (kişisel verilerin) gizliliği her mevzuat hükmüne göre, her ilgili
mevzuat hükmünün değişebilen, öngörülemez ölçütleriyle göre yurt dışına
aktarılabilecektir. Kuşkusuz böylesi bir düzenlemenin Anayasa’nın “hukuk
devleti” ilkesi ile bağdaşması mümkün değildir. Bu bağlamda, 27.03.2015
tarihli ve 6639 sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un” 32. maddesi ile 5809
sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun yeniden düzenlenen 51. maddesinin altıncı
fıkrasındaki “…ilgili mevzuat hükümleri saklı kalmak kaydıyla,,…” ibaresi,
Anayasa’nın 2. maddesi hükmüne aykırılık teşkil etmektedir.
Şüphesiz, 27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı “Bazı Kanun
ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 32.
maddesi ile 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun yeniden düzenlenen 51.
maddesinin altıncı fıkrasında Kişisel verilerin yurt dışına aktarılmasına
ilişkin ilgili mevzuat hükümleri saklı kalmak kaydıyla, trafik ve konum
verileri ilgili kişilerin açık rızaları alınmaksızın yurt dışına
aktarılabilmesinin düzenlenmiş olması, “Anayasanın Özel Hayatın Gizliliği”
kenar başlıklı 20. maddesinin birinci fıkrasında yer alan, “Herkes, özel
hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel Hayatın
ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz” hükmüne de açıkça aykırılık teşkil
etmektedir. İlgili mevzuat hükümlerinin öngördüğü durumların belirsizliği ve
kapsamının genişliği karşısında, Türk Hukukunda yürürlükte olan mevzuat
sayısının sınırsızlığı ve fazlalığı da düşünüldüğünde, “Kişisel verilerin
trafik ve konum verilerinin ilgili kişilerin açık rızaları alınmaksızın Anayasa’nın
20. maddesinde düzenlenen Özel Hayatın gizliliği ve korunması ilkesine aykırı
biçimde yurt dışına aktarılabilmesi mümkün olacaktır.
Diğer taraftan, yine Anayasa’nın 20. maddesinin üçüncü fıkrasında,
“Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına
sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında
bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini
talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de
kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık
rızasıyla işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usuller
kanunla düzenlenir.” hükmü getirilmiştir. Anayasa’nın aynı hükmünde yer alan
“kanunda öngörülen haller”in nelerden ibaret olduğu ise, 27.03.2015
tarihli ve 6639 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un hiçbir maddesinde
belirtilmemiştir. O halde, ilgili mevzuat hükümleri saklı kalmak kaydıyla,
trafik ve konum verileri ilgili kişilerin açık rızaları alınmaksızın yurt
dışına aktarılabilmesini öngören dava konusu düzenleme, kişilerin özel hayatına
ve aile hayatının gizliliğine (mahremiyetine) saygısızca “dokunmakta” ve
Anayasa’nın 20. maddesinin birinci ve üçüncü fıkralarına açık bir biçimde
aykırılık teşkil etmektedir. Bu bağlamda, 27.03.2015 tarihli ve 6639
sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 32. maddesi ile 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun
yeniden düzenlenen 51. maddesinin altıncı fıkrasındaki“…ilgili mevzuat
hükümleri saklı kalmak kaydıyla,…” ibaresi, Anayasa’nın 20. maddesi hükmüne
aykırıdır.
Anayasa’nın
“Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” kenar başlıklı 13. maddesinde “Temel
hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili
maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir.
Bu sınırlamalar, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve
lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”
denilmiştir. Bu hükme göre, temel hak ve hürriyetler, ancak kanunla
sınırlanabilir. Anayasamızın 20. maddesinde özel hayatın gizliliği ve korunması
kapsamında “bireylerin, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini
isteme hakkı”na sahip olduğuna ve bu hak, Anayasamızda “temel hak ve
hürriyetler” arasında sayıldığına göre, özel hayatın gizliliğini sınırlandıracak
her türlü müdahale, anılan hakkın özüne dokunulması anlamına gelecektir.
Şüphesiz, Anayasa’nın 13. maddesinde belirtilen ve “Temel hak ve hürriyetlerin,
özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen
sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği” Kural’ında öngörülen
“kanun” sözcüğüyle, Anayasakoyucu tarafından, “Anayasa’ya uygun olan kanun
mefhûmu”nun murâdedildiği aşikârdır. Ayrıca, Anayasa’nın “Temel hak ve
hürriyetlere getirilen sınırlamaların, özlerine dokunulmaksızın kanunilik ve
ölçülülük kıstaslarına uygun olması” ilkesini öngören 13. maddesi çerçevesinde
temel bir hakka müdahale niteliğindeki bir işlemin (ister idarî ve isterse
kazaî olsun), objektif olarak amaçlanan kamu yararını gerçekleştirmeye
elverişli ve bu amaç doğrultusunda zorunlu olması gerekir. Özellikle temel
hakların sınırlandırılmasında öngörülen amaçla kullanılan araç arasındaki
orantılılık ilkesi ve ilişkisi gözetilmeden, sınırlandırmada temel hakların
aleyhine bir orantısızlık yaratılarak, sınırlamanın meşruiyetini yitireceği
ortadayken, 27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı “Bazı Kanun ve
Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 32.
maddesi ile 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun 51. maddesinin altıncı
fıkrasında ilgili mevzuatın tanımı yapılmayarak ve ilgili mevzuat hükümlerinin
hangileri veya hangisi olduğu belirtilmeyerek ve ilgili mevzuat kavramının
sınırlarının belirsiz muğlak ucu açık olması, Türk Hukuk Sistemi içinde yer
alan ilgili mevzuat hükümlerinin sayılarının sınırsızlığı düşünüldüğünde,
kişisel verilerin yurt dışına aktarılmasına ilişkin trafik ve konum verilerinin
ilgili kişilerin açık rızaları alınmaksızın yurt dışına aktarılabilmesinin
başka bir deyişle özel hayatın gizliliğine müdahale anlamına gelecek olan her
türlü idari, kazai tasarrufun önünü açan bu düzenlemenin sınırsız ve orantısız
olduğu bu nedenle de Anayasa’nın 13. maddesi hükmünü de ihlal ettiği ortadır. 27.03.2015
tarihli ve 6639 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 32. maddesi ile, 5809
sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun 51. maddesinin altıncı fıkrasındaki,
“…ilgili mevzuat hükümleri saklı kalmak kaydıyla,…” ibaresi Anayasa’nın 13.
maddesine aykırıdır.
Açıklamaya
çalışılan nedenlerle, 27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı “Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un”
32. maddesi ile yeniden düzenlenen 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun
51. maddesinin altıncı fıkrasındaki “…ilgili mevzuat hükümleri saklı kalmak
kaydıyla,…” ibaresi Anayasa’nın 2., 13. ve 20. maddelerine aykırıdır. İptal
edilmelidir.
c) Sekizinci fıkrasındaki “İlgili mevzuatın ve …” ibaresinin Anayasa’ya
Aykırılığı
27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 32. maddesi
ile Anayasa Mahkemesinin 2013/122 esas sayılı, 2014/74 karar sayılı 09.04.2014
tarihli kararıyla iptal edilen 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun 51.
maddesi yeniden düzenlenmiştir.
5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun 51. maddesinin sekizinci
fıkrasında, “İşletmeciler konum verilerinin işlenmesinde
abonelere/kullanıcılara bu verilerin işlenmesini reddetme imkânı sağlar. İlgili
mevzuatın ve yargı kararlarının öngördüğü durumlar haricinde ancak acil yardım
çağrıları ile 29/5/2009 tarihli ve 5902 sayılı Afet ve Acil Durum Yönetimi
Başkanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunda tanımlanan afet ve acil
durum hâllerinde abonelerin/kullanıcıların açık rızası aranmaksızın konum
verileri ve ilgili kişilerin kimlik bilgileri işletmeci tarafından
yetkilendirilen kişilerle sınırlı olmak kaydıyla işlenebilir.” hükmü
bulunmaktadır.
Bu düzenleme ile konum verilerinin işlenmesinde işletmeciler
abonelere/kullanıcılara verilerin işlenmesini reddetme imkanı sağlayacaklar
ilgili mevzuatın ve yargı kararlarının öngördüğü durumlar haricinde ancak acil
yardım çağrıları ile 29/5/2009 tarihli ve 5902 sayılı Afet ve Acil Durum
Yönetimi Başkanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunda tanımlanan afet
ve acil durum hâllerinde abonelerin/kullanıcıların açık rızası aranmaksızın
konum verileri ve ilgili kişilerin kimlik bilgileri işletmeci tarafından
yetkilendirilen kişilerle sınırlı olmak kaydıyla işlenebileceği düzenlenmiştir.
Herkesçe kabul edilen ve bilinen acil yardım çağrıları, sıhhi İmdat (Ambulans)
112, Yangın 110, Polis İmdat 155, Alo Trafik 154, Jandarma İmdat 156 ve benzeri
çağrılar olup, 29/5/2009 tarihli ve 5902 sayılı Afet ve Acil Durum Yönetimi
Başkanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunun 2. maddesinde tanımlanan
afet ve acil durum hâlleri şu şekilde düzenlenmiştir.
5902 sayılı Kanunun 2. maddesinin (a) bendinde, Acil durum: Toplumun
tamamının veya belli kesimlerinin normal hayat ve faaliyetlerini durduran veya
kesintiye uğratan ve acil müdahaleyi gerektiren olayları ve bu olayların
oluşturduğu kriz halini;
(b) bendinde, Afet: Toplumun tamamı veya belli kesimleri için
fiziksel, ekonomik ve sosyal kayıplar doğuran, normal hayatı ve insan
faaliyetlerini durduran veya kesintiye uğratan doğal, teknolojik veya insan
kaynaklı olayları,… ifade eder.
5902 sayılı Kanunun 2. maddesine göre, Acil durum: Toplumun tamamının
veya belli kesimlerinin normal hayat ve faaliyetlerini durduran veya kesintiye
uğratan ve acil müdahaleyi gerektiren olayları ve bu olayların oluşturduğu kriz
halini; Afet: Toplumun tamamı veya belli kesimleri için fiziksel, ekonomik ve
sosyal kayıplar doğuran, normal hayatı ve insan faaliyetlerini durduran veya
kesintiye uğratan doğal, teknolojik veya insan kaynaklı olayları ifade
etmektedir.
İşte, acil yardım çağrıları ile 29/5/2009 tarihli ve 5902 sayılı Afet
ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunda
tanımlanan afet ve acil durum hâllerinde abonelerin/kullanıcıların açık rızası
aranmaksızın konum verileri ve ilgili kişilerin kimlik bilgileri
yetkilendirilen kişilerle sınırlı olmak kaydıyla işlenebilecektir. Bütün bu
acil yardım çağrıları ve 5902 sayılı sayılı kanunun öngördüğü hallere bir de
ilgili mevzuatın öngördüğü durumlar… da eklenmektedir.
Anayasa’nın “Cumhuriyetin nitelikleri” kenar başlıklı 2. maddesinde;
“Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı
içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta
belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk
Devletidir.” denilmiştir. Anayasa’nın 2. maddesinde düzenlenen hukuk devleti,
insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve
işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku
tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve kanunlarla kendini bağlı sayan,
yargı denetimine açık olan devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin 9.4.2014 gün ve
2014/38 Esas, 2014/80 Karar sayılı Kararı).
Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen “hukuk devleti” ilkesinin temel
unsurlarından biri “hukukî belirlilik”tir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin
hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ya da kuşkuya yer
vermeyecek şekilde açık, net, saydam, belirli, anlaşılır ve uygulanabilir
olması; ayrıca, kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu
tedbirler içermesi gerekir. Açık, anlaşılır ve sınırları belli olmayan,
elâstikî kavramlar içeren kurallar vatandaşları korumanın değil, bilâkis,
vatandaşları cezalandırmanın bir aracı olabilir. “Hukukî
belirlilik” ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup, bireyin kanundan
belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya, hangi hukukî
yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye ne türden müdahale
yetkisi verdiğini bilmesini zorunlu kılmaktadır. Hukuk güvenliği, normların
öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven
duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici
yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. 27.03.2015 tarihli ve 6639
sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 32. maddesi ile Anayasa Mahkemesinin 2013/122
esas sayılı, 2014/74 karar sayılı 09.04.2014 tarihli kararıyla iptal edilen
5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun yeniden düzenlenen 51. maddesinin
sekizinci fıkrasında, ilgili mevzuatın tanımı yapılmayarak ve ilgili mevzuatın
hangilerinin olduğu belirtilmeyerek sınırları belirsiz muğlak ucu açık bir
biçimde, abonelerin/kullanıcıların açık rızası aranmaksızın konum verileri ve
ilgili kişilerin kimlik bilgileri yetkilendirilen kişilerle sınırlı olmak
kaydıyla işlenebilecektir. Böylece, konum verileri ve ilgili kişilerin kimlik
bilgileri gizliliği her mevzuat hükmüne göre, her mevzuatın değişebilen
öngörülemez ölçütlerine göre ortadan kaldırılabilecektir. Kuşkusuz böylesi bir
düzenlemenin Anayasa’nın “hukuk devleti” ilkesi ile bağdaşması mümkün değildir.
Bu bağlamda, 27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı Kanunun 32.
maddesi ile 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun yeniden düzenlenen 51.
maddesinin sekizinci fıkrasındaki “…ilgili mevzuatın ve…” ibaresi, Anayasa’nın
2. maddesi hükmüne aykırılık teşkil etmektedir.
Şüphesiz, 27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı Kanunun 32.
maddesi ile 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun yeniden düzenlenen 51.
maddesinin sekizinci fıkrasında ilgili mevzuatın ve yargı kararlarının
öngördüğü durumlarda abonelerin/kullanıcıların açık rızası aranmaksızın konum
verileri ve ilgili kişilerin kimlik bilgileri yetkilendirilen kişilerle sınırlı
olmak kaydıyla işlenebilmesinin düzenlenmiş olması, “Anayasanın Özel Hayatın
Gizliliği” kenar başlıklı 20. maddesinin birinci fıkrasında yer alan, “Herkes,
özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir.
Özel Hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz” hükmüne de açıkça
aykırılık teşkil etmektedir. İlgili mevzuatın öngördüğü durumların belirsizliği
ve kapsamının genişliği karşısında, Türk Hukukunda yürürlükte olan mevzuat
sayısının sınırsızlığı ve fazlalığı da düşünüldüğünde,
abonelerin/kullanıcıların tamamının rızası dışında ve tamamen sınırsızca, konum
verileri ve ilgili kişilerin kimlik bilgileri, hukuka ve Anayasa’nın 20.
maddesinde düzenlenen Özel Hayatın gizliliği ve korunması ilkesine aykırı
biçimde yetkilendirilmiş kişilerce işlenebilecektir.
Diğer taraftan, yine Anayasa’nın 20. maddesinin üçüncü fıkrasında,
“Herkes, kendisiyle ilgili kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına
sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında
bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini
talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de
kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık
rızasıyla işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usuller
kanunla düzenlenir.” hükmü getirilmiştir. Anayasa’nın aynı hükmünde yer alan
“kanunda öngörülen haller”in nelerden ibaret olduğu ise, 27.03.2015
tarihli ve 6639 sayılı Kanunun hiçbir maddesinde belirtilmemiştir. O
halde, ilgili mevzuatın öngördüğü durumlarda abonelerin/kullanıcıların açık
rızası aranmaksızın konum verileri ve ilgili kişilerin kimlik bilgileri yetkilendirilen
kişilerle sınırlı olmak kaydıyla işlenebilmesinin öngören dava konusu
düzenleme, kişilerin özel hayatına ve aile hayatının gizliliğine
(mahremiyetine) saygısızca “dokunmakta” ve Anayasa’nın 20. maddesine açık bir
biçimde aykırılık teşkil etmektedir. Bu bağlamda, 27.03.2015 tarihli ve
6639 sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılması Hakkında Kanun’un 32. maddesi 5809 sayılı Elektronik
Haberleşme Kanunun yeniden düzenlenen 51. maddesinin sekizinci fıkrasındaki
“…ilgili mevzuatın ve …” ibaresi, Anayasa’nın 20. maddesinin birinci ve üçüncü
fıkrası hükmüne aykırılık teşkil etmektedir. İptal edilmelidir.
Anayasa’nın
“Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” kenar başlıklı 13. maddesinde “Temel
hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili
maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir.
Bu sınırlamalar, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve
lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”
denilmiştir. Bu hükme göre, temel hak ve hürriyetler, ancak kanunla
sınırlanabilir. Anayasamızın 20. maddesinde özel hayatın gizliliği ve korunması
kapsamında “bireylerin, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini
isteme hakkı”na sahip olduğuna ve bu hak, Anayasamızda “temel hak ve
hürriyetler” arasında sayıldığına göre, özel hayatın gizliliğini
sınırlandıracak her türlü müdahale, anılan hakkın özüne dokunulması anlamına
gelecektir. Şüphesiz, Anayasa’nın 13. maddesinde belirtilen ve “Temel hak ve
hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa’nın ilgili
maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla
sınırlanabileceği” Kural’ında öngörülen “kanun” sözcüğüyle, Anayasakoyucu
tarafından, “Anayasa’ya uygun olan kanun mefhumunun murâdedildiği aşikârdır.
Ayrıca, Anayasa’nın “Temel hak ve hürriyetlere getirilen sınırlamaların,
özlerine dokunulmaksızın kanunilik ve ölçülülük kıstaslarına uygun olması”
ilkesini öngören 13. maddesi çerçevesinde temel bir hakka müdahale niteliğindeki
bir işlemin (ister idarî ve isterse kazaî olsun), objektif olarak amaçlanan
kamu yararını gerçekleştirmeye elverişli ve bu amaç doğrultusunda zorunlu
olması gerekir. Özellikle temel hakların sınırlandırılmasında öngörülen amaçla
kullanılan araç arasındaki orantılılık ilkesi ve ilişkisi gözetilmeden,
sınırlandırmada temel hakların aleyhine bir orantısızlık yaratılarak,
sınırlamanın meşruiyetini yitireceği ortadayken, 27.03.2015 tarihli ve
6639 32. maddesi ile 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun 51.
maddesinin sekizinci fıkrasında ilgili mevzuatın tanımı yapılmayarak ve ilgili
mevzuatın hangileri veya hangisi olduğu belirtilmeyerek, ilgili mevzuat
kavramının sınırlarının belirsiz muğlak ucu açık olması, Türk Hukuk Sistemi
içinde yer alan ilgili mevzuatın sınırsızlığı da düşünüldüğünde ilgili
mevzuatın öngördüğü durumlarda abonelerin/kullanıcıların açık rızası
aranmaksızın konum verileri ve ilgili kişilerin kimlik bilgileri
yetkilendirilen kişilerle sınırlı olmak kaydıyla işlenebilmesinin, başka bir
deyişle özel hayatın gizliliğine müdahale anlamına gelecek olan her türlü
idari, kazai tasarrufun önünü açan bu düzenlemenin sınırsız ve orantısız olduğu
bu yönüyle de Anayasa’nın 13. maddesi hükmünü ihlal ettiği ortadır. Bu
itibarla, 27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı “Bazı Kanun ve Kanun
Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 32.
maddesi ile 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun 51. maddesinin sekizinci
fıkrasındaki, “…ilgili mevzuatın ve …” ibaresinin Anayasa’nın 13. maddesine
aykırıdır.
Açıklamaya
çalışılan nedenlerle, 27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı “Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un
32. maddesi ile yeniden düzenlenen 5809 sayılı Elektronik Haberleşme
Kanunun 51. maddesinin sekizinci fıkrasındaki “…ilgili mevzuatın ve …” ibaresi
Anayasa’nın 2., 13. ve 20. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.
(Bu meyanda, bu bapta dava konusu yaptığımız ibârenin
sonunda yer alan “ve” bağlacından önce gelen sözcük grubunu oluşturan ibârenin
öngördüğü Kural hakkında Yüksek Mahkemeniz tarafından olası bir iptal Kararı
verilmesi hâlinde, dava konusu ibârenin sonunda yer alan “ve” bağlacı anlamını
yitirecek ve bağlacın uygulanamaması sonucu ortaya
çıkacaktır. Bu durumda, -şüphesiz, takdir Yüksek Mahkemenize ait olmak üzere-
6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında
Kanunun 43. maddesinin (4) numaralı fıkrası gereğince, 6639 sayılı Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 32.
maddesi ile yeniden düzenlenen 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun 51.
maddesinin sekizinci fıkrasındaki dava konusu ibârenin iptal başvurumuz
doğrultusunda iptali hâlinde, aynı ibârenin sonunda yer alan ve uygulama
kabiliyeti kalmayacak olan “ve” bağlacının da iptaline
karar verilmesi hususunu Yüksek Mahkemenizin takdirlerine bırakıyoruz).
d)
Onüçüncü fıkrasının Anayasa’ya Aykırılığı
27.03.2015
tarihli ve 6639 sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 32. maddesi ile yeniden
düzenlenen 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun 51. maddesinin onüçüncü
fıkrasında, “Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar Kurum tarafından
belirlenir.” hükmü yer almaktadır. Buna göre, Bilgi Teknolojileri ve İletişim
Kurumu’na elektronik haberleşme sektörüyle ilgili kişisel verilerin işlenmesi
ve gizliliğinin korunmasına yönelik usul ve esasları belirleme yetkisi
tanınmaktadır.
Anayasa
Mahkemesi kararlarında da belirtildiği gibi, Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen
hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak
ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup
bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan,
hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık,
yasaların üstünde yasa koyucunun da uyması gereken Anayasa ve temel hukuk
ilkelerinin bulunduğu bilincinde olan devlettir. Anayasa’nın 2.
maddesinde belirtilen “hukuk devleti” ilkesinin temel unsurlarından biri
“hukukî belirlilik”tir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de
idare yönünden herhangi bir duraksamaya ya da kuşkuya yer vermeyecek şekilde
açık, net, saydam, belirli, anlaşılır ve uygulanabilir olması; ayrıca, kamu
otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu tedbirler içermesi
gerekir. Açık, anlaşılır ve sınırları belli olmayan, elâstikî kavramlar
içeren kurallar, vatandaşları korumanın değil, bilâkis, vatandaşları
cezalandırmanın bir aracı olabilir. “Hukukî belirlilik” ilkesi, hukuksal
güvenlikle bağlantılı olup, bireyin kanundan belirli bir kesinlik içinde, hangi
somut eylem ve olguya, hangi hukukî yaptırımın veya sonucun bağlandığını,
bunların idareye ne türden müdahale yetkisi verdiğini bilmesini zorunlu
kılmaktadır. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm
eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal
düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli
kılar.
Anayasa
Mahkemesinin 2013/122 esas sayılı, 2014/74 karar sayılı 09.04.2014 tarihli
kararıyla iptal edilen 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun 51. maddesinin
onüçüncü fıkrasındaki dava konu düzenleme kapsamı genişletilerek Bilgi
Teknolojileri ve İletişim Kurumu’na elektronik haberleşme sektörüyle ilgili
kişisel verilerin işlenmesi ve gizliliğinin korunmasına yönelik usul ve
esasları belirleme yetkisinin, iptal kararını hiçe sayacak şekilde, aynı
mahiyette yeniden düzenlenmiştir. Bu düzenlemenin Anayasa’nın 2. maddesinde
benimsenen hukuk devleti ilkesi ile bağdaşması mümkün değildir. Bu bağlamda,
27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 32. maddesi
ile yeniden düzenlenen 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun 51. maddesinin
onüçüncü fıkrasında, “Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar Kurum
tarafından belirlenir.” hükmü, Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti
ilkesini ihlal etmiştir. İptal edilmelidir.
5/11/2008
tarihli, 5809 sayılı 10/11/2008 tarihli 27050 (Mük.) sayılı Resmi Gazete’de
yayımlanarak yürürlüğe giren Elektronik Haberleşme Kanunu ile 5809 sayılı
Elektronik Haberleşme Kanunu ile ülke genelinde elektronik haberleşme
hizmetlerinin yaygınlaştırılması, yeni yatırımların teşvik edilmesi, bunlara
ilişkin usul ve esasların belirlenmesi ve sektördeki rekabetin denetlenmesini
amaçlanmıştır.
5809
sayılı Elektronik Haberleşme Kanunu’nun “Kişisel Verilerin İşlenmesi ve
Gizliliğin Korunması” başlıklı 51. maddesinde, Bilgi Teknolojileri ve İletişim
Kurumuna (Kurum), elektronik haberleşme sektörüyle ilgili kişisel verilerin
işlenmesi ve gizliliğinin korunmasına yönelik usul ve esasları belirleme
yetkisi tanınmıştı.
Bunun
üzerine, 24.07.2012 tarihli ve 28363 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak “Elektronik
Haberleşme Sektöründe Kişisel Verilerin İşlenmesi ve Gizliliğinin Korunması
Hakkında Yönetmelik” yürürlüğe girmiştir. Bu Yönetmelikle, elektronik
haberleşme sektöründe kişisel verilerin işlenmesi, haberleşme içeriğine ilişkin
verilerin dışındaki kişisel verilerin saklanması ve gizliliğinin korunması için
elektronik haberleşme sektöründe faaliyet gösteren işletmecilerin uyacakları
usul ve esasları düzenlenmişti. Anılan yönetmeliğin bazı maddelerinin iptali ve
yürütmenin durdurulması için açılan davada, Danıştay Onüçüncü Dairesince
yürütmenin durdurulması isteminin reddine karar verilmesi üzerine devam eden
yargılama sırasında itiraz konusu kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu kanısına
varan Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu, “Elektronik Haberleşme Sektöründe
Kişisel Verilerin İşlenmesi ve Gizliliğinin Korunması Hakkında Yönetmelik” ve
bu Yönetmeliğin dayanağını teşkil eden Kanun hükmü olan 5/11/2008 tarihli, 5809
sayılı Elektronik Haberleşme Kanununun 51. maddesi olan “Bilgi Teknolojileri ve
İletişim Kurumu, elektronik haberleşme sektörüyle ilgili kişisel verilerin
işlenmesi ve gizliliğinin korunmasına yönelik usul ve esasları belirlemeye
yetkilidir.” hükmünü, kişisel verilerin işlenmesi ve gizliliğinin korunmasına
yönelik usul ve esasları belirleme ve bu konuda düzenleme yapma yetkisinin
bütünüyle yürütme organına bırakıldığı, yasama organı tarafından temel ilkeleri
koyulmadan, çerçevesi çizilmeden, sınırsız, belirsiz, geniş bir alanı düzenleme
yetkisinin yürütme organına bırakılmasının Anayasa’nın 7, 13 ve 20. maddelerine
ve sonuçta Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu
ileri sürülerek, Anayasa’ya aykırılık iddiasıyla yargıya taşımıştır.
Anayasa
Mahkemesinin 2013/122 esas sayılı, 2014/74 karar sayılı 09.04.2014 tarihli
kararıyla itiraz konusu kuralın Anayasa’ya aykırı olduğuna ve 5809 sayılı
Kanun’un 51. maddesinin iptaline karar vermiştir. Anayasa Mahkemesi kararında
şu tespitlerde bulunmuştur.
“…Kişisel
veri kavramı, belirli veya kimliği belirlenebilir olmak şartıyla, bir kişiye
ilişkin bütün bilgileri ifade etmektedir. Bu bağlamda adı, soyadı, doğum tarihi
ve doğum yeri gibi bireyin sadece kimliğini ortaya koyan bilgiler değil;
telefon numarası, motorlu taşıt plakası, sosyal güvenlik numarası, pasaport
numarası, özgeçmiş, resim, görüntü ve ses kayıtları, parmak izleri genetik
bilgiler, IP adresi, e-posta adresi, hobiler, tercihler, etkileşimde bulunan
kişiler, grup üyelikleri, aile bilgileri gibi kişiyi doğrudan ve dolaylı olarak
belirlenebilir kılan tüm veriler kişisel veri kapsamındadır.
Kişisel
verilerin korunması hakkı, kişinin insan onurunun korunmasının ve kişiliğini
serbestçe geliştirebilmesi hakkının özel bir biçimi olarak, bireyin hak ve
özgürlüklerini kişisel verilerin işlenmesi sırasında korumayı amaçlamaktadır.
Bilişim teknolojilerindeki gelişmeler sonucunda, geleneksel yöntemlerle mümkün
olmayan çok sayıda verinin toplanabilmesi; daha önce birbirinden ilişiksiz
şekilde tutulan pek çok verinin merkezi olarak bir araya getirilebilmesi;
verilerin, veri eşleştirme ve veri madenciliği gibi ileri teknolojik imkânlarla
analize tabi tutulmak suretiyle, veriden yeni veriler üretme kapasitesinin
artması; verilere erişim ve veri transferinin kolaylaşması; kişisel verilerin
ticari işletmeler için kıymetli bir varlık kazanması neticesinde, özel sektör
unsurlarınca yaratılan risklerin daha yaygın ve önemli boyutlara ulaşması ve
terör ve suç örgütlerinin kişisel verileri ele geçirme yönündeki
faaliyetlerinin artması gibi etkenler, günümüzde kişisel verilerin en üst
seviyede korunmasını zorunlu kılmaktadır. Bu bağlamda Anayasa’nın 20.
maddesinin üçüncü fıkrasının son cümlesinde, “Kişisel verilerin korunmasına
ilişkin esas ve usuller kanunla düzenlenir” hükmüne yer verilerek kişisel
verilerin korunması hakkı anayasal güvenceye bağlanmış ve bu şekilde kamu
makamlarının keyfi müdahalelerine karşı koruma altına alınmıştır.
Yasama
yetkisinin devredilemezliği ilkesi gereğince, Anayasa’nın açıkça kanunla
düzenlenmesini öngördüğü konularda yürütme organına doğrudan ve ilk elden
düzenleyici işlem yapma yetkisi verilemez. Elektronik haberleşme sektörüyle
ilgili kişisel verilerin işlenmesi ve gizliliğin korunmasına yönelik usul ve
esasları belirleme yetkisini Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’na veren
itiraz konusu kural, Anayasa’nın 20. maddesinde öngörülen kişisel verilerin
korunmasına ilişkin usul ve esasların ancak kanunla düzenlenebileceğine ilişkin
güvenceye aykırıdır.
Açıklanan
nedenlerle, itiraz konusu kural Anayasa’nın 20. maddesine aykırıdır. İptali
gerekir...”
Anayasa’nın 153. maddesinin son fıkrasında, Anayasa Mahkemesi
kararlarının yasama ve yürütme organları ile idare makamlarını, gerçek ve
tüzelkişileri bağlayacağı kuralına yer verilmiştir. Bu kurala göre, yasama
organı yapacağı düzenlemelerde daha önce aynı konuda verilen Anayasa Mahkemesi
kararlarını göz önünde bulundurmak, bu kararları etkisiz kılacak yeni yasa
çıkarmamak ve Anayasa’ya aykırı bulunarak iptal edilen kuralları tekrar
yasalaştırmamak yükümlülüğündedir. Yasama organı, kararların yalnız sonuçları
ile değil, bir bütünlük içinde gerekçeleri ile de bağlıdır. Çünkü kararlar
gerekçeleriyle, genel olarak yasama işlemlerini değerlendirme ölçütlerini
içerirler ve yasama etkinliklerini yönlendirme işlevi de görürler. Dolayısıyla
yasama organı, yasa çıkarırken iptal edilen yasalara ilişkin kararların
sonuçları ile birlikte gerekçelerini de göz önünde bulundurmak zorundadır.
İptal edilen yasalarla sözcükler ayrı da olsa aynı doğrultu, içerik ya da
nitelikte yeni yasa çıkarılmaması gerekir.
Anayasa
Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı ve Anayasa’nın üstünlüğü ilkesi
karşısında, iptal edilen bir kurala yeni bir yasa ile geçerlilik
kazandırılamaz. Anayasa Mahkemesinin 2013/122 esas sayılı, 2014/74 karar
sayılı 09.04.2014 tarihli kararını ortadan kaldırmaya yönelik bir düzenleme
olduğu duraksamaya yer vermeyecek kadar açık olan dava konusu 51. maddesinin
onüçüncü fıkrasında, “Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar Kurum
tarafından belirlenir.” hükmü, Anayasa Mahkemesinin 2013/122 esas sayılı,
2014/74 karar sayılı 09.04.2014 tarihli kararıyla iptal edilen 5809 sayılı
Kanun’un 51. maddesi ile aynı mahiyette olduğundan, 27.03.2015 tarihli
ve 6639 sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılması Hakkında Kanun’un 32. maddesi ile 5809 sayılı
Elektronik Haberleşme Kanunun yeniden düzenlenen 51. maddesinin onüçüncü
fıkrasındaki, “Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar Kurum
tarafından belirlenir.” hüküm Anayasa’nın 153. maddesinin son fıkrasına
aykırıdır. İptal edilmelidir.
Açıklamaya
çalışılan nedenlerle, 27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı “Bazı Kanun ve
Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 32.
maddesi ile yeniden düzenlenen 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun 51.
maddesinin onüçüncü fıkrası, Anayasa’nın 2. ve 153. maddesine aykırıdır. İptal
edilmelidir.
III.
YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ
1)
27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 4. maddesi ile
değiştirilen 24/5/2013 tarihli ve 6487 sayılı Bazı Kanunlar ile 375
Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 33.
maddesinin dördüncü fıkrasındaki dava konusu ibare ile Yeşilay’a
verilecek ödenek Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanununun denetim hükümleri dışına
çıkarılmak suretiyle bütünüyle denetimsiz, kontrolsüz bir yapı öngörülmüştür.
5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu'na göre herhangi bir vakfa,
kamuya yararlı derneğe, bir yere kaynak aktarılırsa devlet bunu
denetleyecektir, bunun sonuçlarını da kamuoyuna açıklayacaktır. Dava konusu
düzenlemede ise Yeşilay Vakfına aktarılan kaynağın denetiminin önü kapanmıştır.
Denetimin olmaması kamu kaynaklarının amacına uygun olarak kullanıp
kullanılmadığının tespit edilmesinin önündeki en büyük engeldir. Ayrıca
parlamentonun bütçe hakkı ihlal edilmiş ve bütçenin yıllık olma ilkesiyle
bağdaşmayan düzenleme yapılmıştır. Dava konusu ibarenin uygulanması halinde,
bütçeden yapılan nakdi yardımların veya nakit dışı kaynaklardan arsa, arazi
verilmek suretiyle yapılan yardım ve desteklerin saydam ve hesap verilebilir
bir yönetim anlayışı yerine kaynakların kötü kullanıma açık biçimde
yolsuzluklara konu edilmesi ve kamunun zarar uğratılması ve kamunun
kaynaklarının doğru şekilde ve amacına uygun biçimde kullanılıp kullanılmadığının
tespit edilmesi bütünüyle imkansız hale geldiğinden vergi mükelleflerinin
ileride telafisi olmayan zarar ve ziyanları ortaya çıkacaktır.
2)
İstanbul’da kurulan Sağlık Bilimleri Üniversitesi’nin öngörülen Mütevelli
Heyeti temelinde özel statülü ve Sağlık Bakanlığının kontrolünde kurularak
özerkliğinin ortadan kaldırılması, Sağlık Bakanlığının kontrolündeki Mütevelli
Heyetine üniversite organlarına ait yetkilerin verilip, tıp lisans eğitiminde
söz sahibi kılınması ve Mekteb-i Tıbbiyye-i Şâhâne adıyla hizmet vermek üzere
inşa edilen ve hâlen Marmara Üniversitesi adına tahsisli olan Haydarpaşa
Kampüsünün, yasayla Sağlık Bilimleri Üniversitesine tahsis edilerek Marmara
Üniversitesinin Marmara Üniversitesince yürütülen Anayasal görevlerde aksamaya
yol açılması Anayasa’ya aykırı olmanın yanında, özerkliği bulunmayan
yükseköğretim kurumunda pratisyen hekim ve uzman hekim yetiştirilecek olması
ile Marmara Üniversitesinin Anayasal görevlerini yapmasının engellenmesinin
ileride telafisi olmayan zararları ortaya çıkacaktır.
3) 6639
sayılı Kanun’un 18. maddesi ile 6446 sayılı Elektrik
Piyasası Kanununa eklenen GEÇİCİ MADDE 18 “1/1/2016 tarihine kadar,
teknik ve teknik olmayan kayıplarının oranı ülke ortalamasının üzerinde olan
dağıtım bölgelerinde, diğer dağıtım bölgelerinden farklı düzenlemeler
yapılmasına, hedef kayıp-kaçak oranlarının bir önceki yılın gerçekleşmeleri
dikkate alınarak ve sonraki uygulama dönemleri de dâhil olmak üzere yeniden
belirlenmesine Kurul yetkilidir.” düzenlemesi ile hem kamu yararı esası
göz ardı edilmiş; hem de EPDK’ya bu kayıp-kaçakların azaltılmasına ilişkin
muğlak, ucu açık, belirsiz, detayı belli olmayan bir yetki tanınmıştır.
Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun ödemesini zamanında ve düzgün yapan tüketiciden
elektrik kayıp-kaçak bedelinin alınamayacağı yönündeki kararına rağmen, yasama
organı tarafından bu karar göz ardı edilerek kanunlaşmış olan dava konusu
düzenleme hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmadığı gibi toplumda adalet dengesinin
kurulmasına engel olacak niteliktedir. Dava konusu düzenlemeyle, Elektrikte
kaçak kullanımın yüksek olduğu bölgelerde faturalarını düzenli bir şekilde
ödeyen elektrik abonelerinin daha fazla kayıp-kaçak ücreti ödemesine ve
kayıp-kaçağı düşük olan bölgelerin kaçağın yüksek olduğu bölgelere oranla daha
fazla kaynak aktarmasına yasal bir zemin oluşturulduğu görülmektedir. Oysa
yapılan düzenlemenin hukuka, anayasal ilkelere ve yüksek yargı organlarının
kararlarına aykırı olduğu açıktır. Uygulanması halinde tüketicilere ileride
telafisi olmayan mali yükler getirileceği kesindir.
4-5)
İptali istenen düzenlemelerin Anayasa’ya aykırılığı Gerekçelerde ayrıntılı
olarak ortaya konulmuştur. İptali istenen kuralların yürürlükte kalması
durumunda hem kamu hizmetlerinden yararlanan yurttaşların, hem Anayasa’ya aykırı
düzenlemelere muhatap olacak kamu görevlilerinin ileride telafisi olmayan zarar
ve ziyanları ortaya çıkacaktır.
6)
Düzenlemenin Anayasaya aykırılığı Gerekçeler bölümünde ortaya konulmaya
çalışılmıştır. Anayasa’ya aykırı düzenleme nedeniyle İl Özel İdare Müdürü,
Müdür Yardımcısı ve Hukuk Müşavirleri ile İl ve Vatandaşlık Müdürleri
aylıklarını az alacaklarından ileride telafisi olmayan zararları ortaya
çıkacaktır.
7)
Taşınmazların altı (derinliği) tünel yapılmak suretiyle kullanılırken; bu
kullanımın taşınmaz üzerinde hukuken idari irtifak hakkı kurma şeklinde
yapılmaması ve tünel ile tünelin kullanımından kaynaklanan taşınmazın parasal
değer kaybı için taşınmaz sahiplerine kamulaştırma, tazminat ve benzeri nam
altında herhangi bir ücret ödenmeyecek olması, Anayasa’nın 2., 13., 35., 36.,
46. ve 90. maddelerine aykırıdır. Uygulanması halinde altında tünel yapılan
taşınmaz sahiplerinin ileride telafisi olmayan maddi zarar ve ziyanları ortaya
çıkacaktır.
8) 6639
sayılı Kanun’un 29. maddesi ile 5651 sayılı Kanun’a
eklenen 8/A maddesinin birinci ve ikinci fıkrasında yer alan hükümler,
modern demokrasilerde başta ifade özgürlüğü olmak üzere temel hak ve
özgürlüklerin kullanılması bakımından önemli bir araç olan ve bilgi,
düşüncelerin açıklanması, karşılıklı paylaşılması, yayılması ve bilginin elde
edilmesi bakımından vazgeçilmez olan İnternet’e erişimin, Hakim veya
Başbakanlık veya Başkanlık tarafından belirsiz yetkilere dayanılarak
engellenebileceğini düzenlemektedir. Anayasal koruma altında olan ifade
özgürlüğü ve bilgiye erişim hakkının sınırlanması açısından keyfi uygulamaların
önünü açan bir düzenlemedir. Yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare
yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net,
anlaşılır ve uygulanabilir olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi
uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi gerektiği halde 6639 sayılı
Kanunun 29. maddesi ile 4/5/2007 tarihli ve 5651 sayılı
Kanun’a eklenen 8/A maddesinin birinci ve ikinci fıkrasında yer alan
hükümler bu unsurların hiçbirini ihtiva etmemekte ve belirlilik ile
öngörülebilirlik ilkelerine aykırı olmakla birlikte, bireylerin temel hak ve
özgürlüklerine müdahale yetkisini idarenin inisiyatifine bırakmaktadır.
İçerik
çıkartılması ve Erişimin engellenmesi kararının gereğinin,
derhâl ve en geç kararın bildirilmesi ânından itibaren “dört saat”
içinde yerine getirileceği öngörülerek, kısıtlayıcı ve internet ortamında
yapılacak engellemeleri arttırıcı yöntemlerle erişimin engellenmesi
kararlarının yerine getirilmesi hızlandırılmakta; Yaşam hakkı ile kişilerin can
ve mal güvenliğinin korunması, Millî güvenlik ve kamu düzeninin korunması, suç
işlenmesinin önlenmesi veya genel sağlığın korunması sebeplerinden bir veya bir
kaçına bağlı olarak hakim veya gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde,
Başbakanlık veya milli güvenlik ve kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin
önlenmesi veya genel sağlığın korunması ile ilgili Bakanlıkların talebi üzerine
Başbakanlık tarafından internet ortamında yer alan yayınla ilgili olarak
içeriğin çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesi kararı verilebilecek, bu
kararın gereği derhal ve kararın bildirilmesi anından itibaren dört saat içinde
yerine getireceği ve Başbakanlık veya ilgili bakanlıkların talebi üzerine
Başkanlık tarafından verilen içeriğin çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesi
kararının, Başkanlık tarafından, yirmi dört saat içinde sulh ceza hâkiminin
onayına sunulacağı ve Hâkimin de kararını kırk sekiz saat içinde açıklayacağı;
aksi halde kararın kendiliğinden kalkacağı, hükme bağlanmakta;
“Yaşam
hakkı ile kişilerin can ve mal güvenliğinin korunması, Millî güvenlik ve kamu
düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi nedenlerinden bir veya bir
kaçına bağlı olarak veya gecikmesinde sakınca bulunan haller” ibâresiyle,
sınırları belirsiz ve ucu-açık geniş yetkiyle, Hakim, Başbakan ve Başkanlığa,
Yaşam hakkı ile kişilerin can ve mal güvenliğinin korunması, Millî güvenlik ve
kamu düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi nedenlerinden bir veya bir
kaçına bağlı olarak veya gecikmesinde sakınca bulunan hâller ile ilgili olarak
kapsamı ve mâhiyeti değişebilen, bu yanıyla da Başbakanın ve ilgili
Bakanlıkların talebi üzerine Başkanlığa verilen erişimin engellenmesi yetkisi
ile yaratılan hukukî belirsizlik içinde Telekomünikasyon Kurumunun ve idarenin
olası keyfî uygulamalarının ve görevlendirmelerin önü açılırken, Yaşam hakkı
ile kişilerin can ve mal güvenliğinin korunması, Millî güvenlik ve kamu
düzeninin korunması, suç işlenmesinin önlenmesi nedenlerinden bir veya bir
kaçına bağlı olarak veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde, her ahvâle göre
değişebilen öngörülemez ölçütler getirilmektedir.
Ayrıca
hâkimin kararını kırk sekiz saat içinde nasıl açıklayacağı, nerede
açıklayacağı, ilgililere bildirim yapıp yapmayacağı, ilgililerin karardan nasıl
haberdar olacağı ve karara ilişkin hukuki yollara nasıl başvurabileceği gibi
hususlar dahi düzenlenmemiştir. Bu süreçte idarenin vereceği kararlarda ve
yapacağı işlemlerde şeffaflık bulunmamaktadır. Dolayısıyla böyle bir durumda,
yalnızca Başbakanlık ve Bakanlıkların bilgisi dahilinde başlatılacak bir süreç,
sulh ceza hakimi verilen kararı onaylamadığı takdirde karar kendiliğinden
ortadan kalksa bile, ilgili kişilerin bu durumdan haberi dahi olmayacaktır. 8/A
maddesinin 2. fıkrasında Başbakanlık veya ilgili Bakanlıkların talebi üzerine
Başkanlık tarafından verilen içeriğin çıkarılması ve/veya içeriğe erişimin
engellenmesi kararının, Başkanlık tarafından, yirmi dört saat içinde sulh ceza
hâkiminin onayına sunulacağı ve hâkimin kararını kırk sekiz saat içinde
açıklamadığı takdirde kararın kendiliğinden kalkacağı düzenlenmiştir.
Dolayısıyla Başbakanlık veya Başkanlık tarafından verilen söz konusu içeriğin
çıkarılması ve/veya içeriğe erişimin engellenmesi kararı, tedbir niteliğinde
bir karardır. Zira hâkim kararı onaylamadığı veya kırk sekiz saat içinde
kararını açıklamadığı takdirde söz konusu karar kendiliğinden kalkacaktır.
İçeriğin yayından kaldırılması, söz konusu içeriğin İnternet ortamından tamamen
kalkması sonucunu doğuracak ve karar hukuka aykırı bulunsa veya kendiliğinden
kalksa dahi söz konusu içerik çoktan yok olmuş olacaktır. Bu niteliğiyle
içeriğin yayından kaldırılması davanın esasını çözümleyecek niteliktedir. Bu da
kararın tedbir niteliğini aşacaktır.
Bu
çerçevede 27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı “Bazı Kanun ve Kanun
Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 29.
maddesi ile 4/5/2007 tarihli ve 5651 sayılı Kanun’a eklenen 8/A maddesinin
birinci ve ikinci fıkrasında yer alan düzenlemeler Anayasa’ya ve Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’ne aykırıdır ve bilgi paylaşımı ve bilgiye erişim açısından
günümüzde var olan en önemli araçlardan İnternet’in yönetişimi ve İnternet’e
erişim hususunda idareye geniş yetkiler tanınması suretiyle, ifade özgürlüğü,
bilgi edinme ve bilgiye erişme hakkının ihlal edilmesine neden olacaktır.
9) 6639
sayılı Kanun’un 32. maddesi ile Anayasa Mahkemesinin
2013/122 esas sayılı, 2014/74 karar sayılı 09.04.2014 tarihli kararıyla iptal
edilen 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun yeniden düzenlenen 51.
maddesinin ikinci fıkrasında, ilgili mevzuatın tanımı yapılmayarak ve ilgili
mevzuatın hangilerinin olduğu belirtilmeyerek sınırları belirsiz muğlak ucu
açık bir biçimde elektronik haberleşmenin ve ilgili trafik verisinin, haberleşmeye
taraf olanların tamamının rızası dışında dinlenmesinin, kaydedilmesinin,
saklanmasının, kesilmesinin ve takip edilmesinin önü açılmaktadır, böylelikle,
ilgili mevzuatın öngördüğü durumlarda elektronik haberleşmenin ve ilgili trafik
verisinin, haberleşmeye taraf olanların tamamının rızası dışında dinlenmesini,
kaydedilmesini, saklanmasını, kesilmesini ve takip edilmesini öngören dava
konusu düzenleme, kişilerin özel hayatına ve aile hayatının gizliliğine
(mahremiyetine) dokunulmasına Anayasa’ya aykırı biçimde izin verilmektedir.
6639
sayılı Kanun’un 32. maddesi ile 5809 sayılı Kanunun
yeniden düzenlenen 51. maddesinin altıncı fıkrasındaki düzenlemeyle ilgili
mevzuatın hükümlerinin tanımı yapılmayarak ve ilgili mevzuatın hükümlerinin
hangilerinin olduğu belirtilmeyerek, herhangi bir mevzuatın hükümleri gerekçe
gösterilerek kişilerin trafik ve konum verileri, (kişisel verileri) kişilerin
açık rızası alınmaksızın yurt dışına aktarılabilecektir. Böylece kişilerin
trafik ve konum verilerinin (kişisel verilerin) gizliliği her mevzuat hükmüne
göre, her ilgili mevzuat hükmünün değişebilen, öngörülemez ölçütlerine göre
yurt dışına aktarılabilmesinin önü açılmakta, ilgili mevzuat hükümleri saklı
kalmak kaydıyla, trafik ve konum verileri ilgili kişilerin açık rızaları
alınmaksızın yurt dışına aktarılabilmesini öngören dava konusu düzenleme,
kişilerin özel hayatına ve aile hayatının gizliliğine (mahremiyetine)
dokunulmasına izin verilmektedir.
6639
sayılı Kanun’un 32. maddesi ile 5809 sayılı Kanunun
yeniden düzenlenen 51. maddesinin sekizinci fıkrasında, ilgili mevzuatın tanımı
yapılmayarak ve ilgili mevzuatın hangilerinin olduğu belirtilmeyerek sınırları
belirsiz muğlak ucu açık bir biçimde, abonelerin/kullanıcıların açık rızası
aranmaksızın konum verileri ve ilgili kişilerin kimlik bilgileri
yetkilendirilen kişilerle sınırlı olmak kaydıyla işlenebilecektir. Böylece,
konum verileri ve ilgili kişilerin kimlik bilgileri gizliliği her mevzuat
hükmüne göre, her mevzuatın değişebilen öngörülemez ölçütleriyle ve her yargı hükmüne
ve her yargı kararının değişebilen öngörülemez ölçütlerine göre ortadan
kaldırılabilecektir, ilgili mevzuatın öngördüğü durumlarda
abonelerin/kullanıcıların açık rızası aranmaksızın konum verileri ve ilgili
kişilerin kimlik bilgileri yetkilendirilen kişilerce işlenebilmesinin öngören
dava konusu düzenlemeyle, kişilerin özel hayatına ve aile hayatının gizliliğine
(mahremiyetine) saygısızca “dokunulmasına izin verilmektedir.
Bununla birlikte, Anayasa’nın 153. maddesinin son fıkrasında, Anayasa
Mahkemesi kararlarının yasama ve yürütme organları ile idare makamlarını,
gerçek ve tüzelkişileri bağlayacağı kuralına yer verilmiştir. Bu kurala göre,
yasama organı yapacağı düzenlemelerde daha önce aynı konuda verilen Anayasa
Mahkemesi kararlarını göz önünde bulundurmak, bu kararları etkisiz kılacak yeni
yasa çıkarmamak ve Anayasa’ya aykırı bulunarak iptal edilen kuralları tekrar
kanunlaştırmamak yükümlülüğündedir. Yasama organı, kararların yalnız sonuçları
ile değil, bir bütünlük içinde gerekçeleri ile de bağlıdır. Çünkü kararlar
gerekçeleriyle, genel olarak yasama işlemlerini değerlendirme ölçütlerini
içerirler ve yasama etkinliklerini yönlendirme işlevi de görürler. Dolayısıyla
yasama organı, yasa çıkarırken iptal edilen yasalara ilişkin kararların
sonuçları ile birlikte gerekçelerini de göz önünde bulundurmak zorundadır.
İptal edilen yasalarla sözcükler ayrı da olsa aynı doğrultu, içerik ya da
nitelikte yeni yasa çıkarılmaması gerekir. Anayasa Mahkemesi kararlarının
bağlayıcılığı ve Anayasa’nın üstünlüğü ilkesi karşısında, iptal edilen bir
kurala yeni bir yasa ile geçerlilik kazandırılamaz. Anayasa Mahkemesinin
2013/122 esas sayılı, 2014/74 karar sayılı 09.04.2014 tarihli kararını ortadan
kaldırmaya yönelik bir düzenleme olduğu duraksamaya yer vermeyecek kadar açık
olan dava konusu 51. maddesinin onüçüncü fıkrasındaki, “Bu maddenin
uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar Kurum tarafından belirlenir.” hükmü ile Anayasa
Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı ve Anayasa’nın üstünlüğü ilkesi göz ardı
edilmiştir.
Bütün bu açıklamaya
çalıştığımız sebeplerle, dava konusu yapılan ve iptali istenen düzenlemeler,
Anayasa’ya açıkça aykırıdır. Dava konusu kuralların uygulanması hâlinde, “Hukuk
devleti” ilkesi cihetinden Anayasa’nın öngördüğü kuralların ihlâl edilmiş
olacağı ve bu Anayasal ilke ve güvenceler yönünden telâfisi imkânsız zararların
doğacağı kesindir.
Dava
konusu kurallar hakkında yürürlüğün durdurulması kararı verildiği takdirde,
hukuk sistemimizde herhangi bir boşluk meydana gelmeyecek, sadece, Anayasa’ya
aykırı olan uygulama durdurulmuş olacaktır. Ancak, dava konusu yasal
düzenlemeler yönünden “Yürürlüğü Durdurma” Kararı verilmeyip, sadece İptal
Kararı verilmesi hâlinde, bu İptal Kararı -büyük bir ihtimâlle- etkisiz
kalacaktır.
Öte
yandan, Anayasal düzenin hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden en kısa sürede
arındırılması, hukuk devleti sayılmanın en önemli gerekleri arasında
sayılmaktadır. Anayasa’ya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle korunması gereken
hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün
sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında
sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi hukuk devleti yönünden giderilmesi
olanaksız durum ve zararlara yol açacaktır.
Bu zarar
ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasa’ya açıkça aykırı olan ve
iptali istenen hükümlerin iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin de
durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır.
IV.
SONUÇ VE İSTEM
15.4.2015
tarihli ve 29327 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan, 27.3.2015 tarihli ve 6639
sayılı “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun”un;
1)
4. maddesi ile değiştirilen 24.5.2013 tarihli ve 6487 sayılı Bazı
Kanunlar ile 375 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 33. maddesinin dördüncü fıkrasının birinci cümlesindeki
“10.12.2003 tarihli ve 5018 sayılı Kamu Malî Yönetimi ve Kontrol Kanununun 29
uncu maddesi hükmüne tabi olmaksızın” ibaresi, Anayasa’nın 2. maddesine; ikinci
cümlesindeki, “… takip eden yıllarda ise her takvim yılı başından geçerli olmak
üzere o yıl için 4/1/1961 tarihli ve 213 sayılı Vergi Usul Kanununun mükerrer
298 inci maddesi hükümleri uyarınca tespit ve ilan edilen yeniden değerleme
oranında artırılarak…” ifadesi ise Anayasa’nın 87., 161. ve 162. maddelerine,
2) 5.
maddesiyle 28.3.1983 tarihli ve 2809 sayılı Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı
Kanununa eklenen ek 158. maddenin;
a) İkinci
fıkrasının birinci cümlesindeki “ … ile Mütevelli Heyetinden …” ibaresi ile
ikinci, üçüncü, dördüncü, beşinci cümleleri ve altıncı cümlesindeki “Mütevelli
Heyetinin …” ve “… Mütevelli Heyetinin …” ibarelerinin; üçüncü fıkrası ile
dördüncü fıkrasının üçüncü cümlesindeki “Mütevelli Heyetinin teklifi ve ...”
ibaresinin ve beşinci fıkrasının üçüncü cümlesindeki “… Mütevelli Heyeti
tarafından …” ibaresi ile dördüncü cümlesindeki “… ve Mütevelli Heyetinin onayı
…” ibaresi, Anayasa’nın 10., 130. ve 132. maddelerine,
b) Beşinci
fıkrası, Anayasa’nın 2. ve 130. maddelerine,
c) Altıncı
fıkrası, Anayasa’nın 2., 36., 123., 125. ve 130. maddelerine,
3) 18.
maddesi ile 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanununa eklenen geçici 18. maddesi,
Anayasa’nın 2., 138. ve 172. maddelerine,
4) 22.
maddesiyle 3.6.2011 tarihli ve 638 sayılı Gençlik ve Spor Bakanlığının Teşkilat
ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen geçici 13. maddenin
(1) numaralı fıkrasındaki “Bakanlık Merkez Teşkilatı ile Spor Genel Müdürlüğü
ve …” ibaresi, Anayasa’nın 2., 36., 70. ve 125. maddelerine,
5) 23.
maddesiyle 27.6.1989 tarihli ve 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen
ek 18. maddenin birinci, ikinci ve üçüncü fıkraları, Anayasa’nın 2., 5., 10.,
36., 70., 125. ve 128. maddelerine,
6) 24.
maddesiyle 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin eki (I) sayılı Cetvelde, “…
(d) sırasında yer alan ‘büyükşehir belediyesi bulunan illerin il özel idaresi
genel sekreter yardımcısı, diğer illerin il özel idaresi genel sekreteri,’
ibaresi ‘il özel idaresi genel sekreteri,’ şeklinde ve aynı bölümün (e)
sırasında yer alan ‘büyükşehir belediyesi bulunan illerin il özel idaresi I.
hukuk müşaviri, büyükşehir belediyesi bulunmayan illerin il özel idaresi genel
sekreter yardımcısı,’ ibaresi ‘il özel idaresi genel sekreter yardımcısı,’
şeklinde değiştirilmiş, aynı bölümün (g) sırasına ‘il yazı işleri müdürü’
ibaresinden önce gelmek üzere ‘İl nüfus ve vatandaşlık müdürü,’ ibaresi
eklenmiş …” şeklinde yapılan değişiklikler, Anayasa’nın 2., 10. ve 55.
maddelerine;
7) 28.
maddesi, Anayasa’nın 2., 13., 35., 36., 46. ve 90. maddelerine,
8) 29.
maddesi ile 4.5.2007 tarihli ve 5651 sayılı Kanun’a eklenen 8/A maddesinin;
a) Birinci fıkrasının birinci cümlesi, Anayasa’nın 2.,
13., 22., 26., 28., 40., 90. ve 153. maddelerine,
b) Birinci fıkrasının ikinci ve üçüncü cümleleri,
Anayasa’nın 2., 13. ve 40. maddelerine,
c) İkinci fıkrası, Anayasa’nın 2., 13., 40. ve 153. maddelerine;
9) 32. maddesi ile 5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunun yeniden
düzenlenen 51. maddesinin;
a) İkinci
fıkrasındaki “…ilgili mevzuatın ve …” ibaresi Anayasa’nın 2., 13. ve 20. maddelerine,
b) Altıncı
fıkrasındaki “…ilgili mevzuat hükümleri saklı kalmak kaydıyla,…” ibaresi
Anayasa’nın 2., 13. ve 20. maddelerine,
c) Sekizinci
fıkrasındaki “…İlgili mevzuatın ve …” ibaresi Anayasa’nın 2., 13. ve 20.
maddelerine,
d) Onüçüncü
fıkrası Anayasa’nın 2. ve 153. maddelerine,
aykırı
olmaları nedeniyle, gerek yukarıda açıkladığımız gerekçelerle ve gerekse Yüksek
Mahkeme’niz tarafından re’sen belirlenecek nedenlerle iptallerine ve iptal
davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına,
Karar
verilmesini saygı ile arz ve talep ederiz.