"...
II- İTİRAZIN GEREKÇESİ
Başvuru kararının gerekçe bölümü şöyledir:
"Kara Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Savcılığı'nın 16.4.2010
tarihli yazısı ile piyade er . hakkında 20.12.2009 tarihinde işlediği ileri sürülen,
Türkiye Cumhuriyeti devleti askeri teşkilatını alenen aşağılamak suçu nedeniyle
5237 sayılı Türk Ceza Yasası'nın 301/2-4 ncü ve 1632 sayılı Askeri Ceza
Yasası'nın 48/B maddesi uyarınca soruşturma izni istenmesi üzerine, Milli
Savunma Bakanı M. Vecdi Gönül tarafından 14.5.2010 tarihinde soruşturma izni
verilmiştir.
Kara Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Savcılığı 27.5.2010 tarihli
iddianamesinde, piyade er ...'ün, "bayrağı, böyle askerliği, böyle vatanı
sinkaf edeyim..." gibi sözler söylediğinin ileri sürülmesi karşısında,
belirtilen tüm bu eylemleri nedeniyle TCY'nın 300/1, 301/1-2 maddeleri uyarınca
cezalandırılmasını talep etmiştir. Sanık hakkında ayrıca emre itaatsizlikte
ısrar suçundan da cezalandırılması talep edilmiştir.
Kara Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Mahkemesi tarafından, sanığın
yargılaması, devam ederken terhis olup askerlikle ilişiğinin kesilmesi
karşısında, emre itaatsizlikte ısrar suçu sabit görülerek cezalandırılmasına
karar verilmiş, üzerine atılı TCY'nın 300/1, 301/1-2 maddelerinde düzenlenen
diğer suçların ise bir askeri suç veya askeri bir suça bağlı bir suç
niteliğinde bulunmaması belirtilerek, bu iki suçtan açılan davalarda,
belirtilen nedenlerle yargılama yapma görevinin Çankırı Asliye Ceza Mahkemesine
ait olduğu gerekçesiyle, 22.10.2010 tarih ve 1123/1025 sayılı görevsizlik
kararı verilmiş ve dosya mahkememize gönderilmiştir.
Mahkememizin 2011/178 Esas sayısı üzerinden yürütülen yargılamada;
TCY'nda Adalet Bakanı'na tanınan yetki ve görevlerin 1632 sayılı Yasa'nın 48/B
maddesinde Milli Savunma Bakanı tarafından, CMY'nda Adalet Bakanı'na tanınan
yetki ve görevlerin de yine 353 sayılı Yasa'nın ek 1 nci maddesinde Milli
Savunma Bakanı tarafından yerine getirileceğinin belirtildiği, olayda bu
çerçevede askerlik hizmeti devam ederken soruşturma izninin Milli Savunma
Bakanı tarafından verildiği, ancak Yargıtay 9 ncu Ceza Dairesi'nin 26.12.2005
tarih ve 7865/9799 sayılı gibi kararlarında da açıkça vurgulandığı üzere,
TCY'nın 301 nci maddesinde Bakan'a tanınan bu izin yetkisi, soruşturma yapılabilmesi
için bir ön koşul niteliğinde olup, aynı zamanda adli ya da idari yargı
denetimine tabi olmayan maddi ceza hukuku normu niteliğinde bulunan, usul
hukukundaki izin kurumundan da farklı olan bir yetki olduğu, maddi ceza hukuku
kapsamında kalan konularda suç tarihinden sonra ortaya çıkan değişiklikler
sanık lehine ise, bu durumun gözetilmesinin gerektiği, sanığın suç tarihinden
sonra terhis olması karşısında, soruşturma izninin askerlik görevi sırasında
hiyerarşik bağlantı içinde bulunduğu Milli Savunma Bakanı tarafından verilmiş
olması nedeniyle, sanık lehine hareket edilerek görevsizlik kararı sonrasında
davanın da askeri yargı yerine adli yargıda görülmesi karşısında, aralarında
hiyerarşik bağlantı bulunmayan Adalet Bakanı'ndan, bir bütün halinde TCY 301/2
maddesi kapsamında görülebilecek eylemler için TCY'nın 301/4 maddesi uyarınca
tekrar izin istenmesi amacıyla 18.10.2012 tarihinde mahkememizce durma kararı
verilmiş, Adalet Bakanı Sadullah Ergin tarafından 08.5.2013 tarihli işlemle,
eylemlere bir bütünlük halinde bakılmayarak, TCY 300. maddesi kapsamındaki
olaylarda izne gerek olmadığı, TCY 301. maddesi kapsamında nitelenen eylemin
işlenmesindeki özellikler gözetildiğinde ise anılan eylemlerin bu madde
kapsamında kalmayıp, genel hükümler çerçevesinde değerlendirilebileceği, bu
nedenle TCY 301/4 maddesi uyarınca soruşturma izni verilmediği belirtilmiştir.
02.7.2012 tarih ve 6352 sayılı Yasa'nın geçici 1 nci maddesinin
l/b fıkrasında; "31.12.2011 tarihine kadar, basın ve yayın yoluyla ya da
sair düşünce ve kanaat açıklama yöntemleriyle işlenmiş olup; temel şekli
itibarıyla adlî para cezasını ya da üst sınırı beş yıldan fazla olmayan hapis
cezasını gerektiren bir suçtan dolayı, kovuşturma evresi söz konusu ise
kovuşturmanın ertelenmesine karar verileceği" belirtilmiş, maddenin ikinci
fıkrasında ise "öngörülen erteleme süresi içinde bir suç işleme veya suç
işlememe durumunda yapılacak işlemler" gösterilmiş, maddenin diğer
fıkralarında da konu ile ilgili kalan düzenlemelere yer verilmiştir.
TCY'nın 300 ncü maddesinin 1 nci fıkrasının, TCY'nın 301 nci
maddesinin 2 nci ve 4 ncü fıkralarının, yine 6352 sayılı Yasa'nın geçici 1 nci
maddesinin l/b fıkrası ile 2 nci fıkrasının, (bu fıkralar iptal edilince 6352
sayılı Yasa'nın geçici 1 nci maddesinin diğer hükümlerinin uygulama yeteneği
kalmayacağı için de geçici 1 nci maddenin tamamının), davâda uygulanma
yeteneklerinin bulunması karşısında, Anayasa'ya açıkça aykırı olan belirtilen
hükümlerin iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmak gerekmiştir.
AÇIKLAMALAR:
a- 5237 sayılı Türk Ceza Yasası'nın 300 ncü maddesinin 1 nci
fıkrası 765 sayılı TCY'nın 145/1 nci maddesinde düzenlenen suç, daha
sınırlandırıcı bir içerikle ancak aynı yaptırım ile 5237 sayılı TCY'nın 300/1
nci maddesinde düzenlenmiştir.
Maddedeki yaptırımın üst haddi gözetildiğinde her iki yasa
döneminde de; bu suça bakma görevi asliye ceza mahkemesine ait olup, soruşturma
veya kovuşturmanın başlatılması da yine izne tabi tutulmamıştır.
Bayrak ile ilgili düzenlemeler, Anayasa'nın 3 ncü maddesinde ve
2893 sayılı Bayrak Yasası ile Bayrak Tüzüğü'nde yer almıştır.
Somut olayda sanık bayrak sözcüğü kullanmış ise de, Türk bayrağına
yönelik olarak mı ya da askeri bayrak veya flama gibi bayrak özelliğinde kabul
edilen ve egemenlik alameti olarak kullanılan herhangi bir işaret ile muhatap
olmak üzerine mi bu sözü söylediği husus, soruşturma aşamasında açıklığa
kavuşturulamamış, bu durum belirsizliğini korumuştur.
TCY'nın 300/1 nci maddesindeki suçun varlığı, suç siyaseti
kapsamında değerlendirme konusu yapılabilir.
Bu suçun varlığı suç siyaseti ile açıklanabilir ki, her durumda
bir düzenleme yapılırken, hukuksal ilkelerin gözetilmesi gereği kaçınılmazdır.
Bu yönüyle maddeye bakıldığında yapılan düzenlemede hukuksal ilkeler
gözetilmemiştir.
Maddenin ilk fıkrasında, bayrak yanında, bayrak özelliğinde olan
ve egemenlik alameti olarak kullanılan her türlü işaretin de madde kapsamına
sokulması, Anayasa'nın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesiyle açıkça
çatışmaktadır. Çünkü bir hukuk devletinde, düzenleme yapılırken belirsizlik
yaratılmamalı, düzenlemeler açık ve bilinebilir bir içerikte olmalıdır. Söz
konusu fıkra bu niteliklerden uzak olduğundan Anayasa'nın 2 nci maddesine
aykırıdır.
Bu fıkra Anayasa'nın 10 ncu maddesine de aykırıdır. Eşitlik
kuralı, aynı konumda olanlar arasında farklılık yaratılmamasını, devlet ve
organlarının da buna uygun olarak hareket etmesini zorunlu kılmaktadır. Suç
siyasetinden hareketle TCY'nın 301 nci maddesinde, egemen olan devlete ve
devletin egemenlik yetkisini kullanan organlarına yönelik olarak varlığı kabul
edilen suç için, yaptırımın üst sınırı 5759 sayılı Yasa ile yapılan
değişiklikle iki yıla indirilip, bu şekilde sulh ceza mahkemesinin de görev alanında
kalacak biçimde düzenleme yapılmasına karşın; egemen olan o devletin bir
egemenlik alameti olan bayrağını veya bayrak gibi özellik taşıyan işaretlerini,
egemen olan devletten ve devletin egemenlik yetkisini kullanan organlarından da
üstün tutarak, aynı konumda olan veya daha üst konumda olmayan TCY'nın 300/1
nci maddesinde korunan değerler için, ölçülülük, orantılılık ve eşitlik
ilkeleri gözetilmeyip aynı çerçevede hareket edilmeyerek daha ağır bir yaptırım
öngörülmesi, TCY'nın 301 nci maddesindeki değişikliğe koşut olarak ta yine
TCY'nın 300/1 nci maddesinde de bir değişikliğe gidilmeyip bu sonucun
yaratılması TCY 301 nci maddedeki anılan düzenleme gözetildiğinde, eşitlik
kurallarına aykırıdır. AyrıcaTCY300/1 nci maddede bayrak yanında, bayrak
özelliği taşıyan ve egemenlik alameti olan her türlü işaret te düzenleme konusu
edilirken, bunlardan yaptırım ve görevli mahkeme ile ilgili olarak farklılık
yaratmak konusunda kabul edilebilir hiç bir gerekçe ortaya konulmadan ve de söz
konusu olmadan, yine bir başka egemenlik alameti olan, yaptırımı ve görevli
mahkeme konusu da eşitlik, orantılık ve ölçülülük ilkeleri de gözetildiği için
TCY 301 nci madde paralelinde TCY'nın 300/2 nci maddesinde düzenlenen marştan,
TCY'nın 300/1 nci maddesinde daha ağır bir yaptırım öngörülmesi de, yine
Anayasa'nın 10 ncu maddesine aykırıdır. TCY'nın 300/1 nci maddesinde öngörülen
yaptırımın ağırlığı, 5235 sayılı Yasa'nın 10 ncu maddesi gözetildiğinde görevli
mahkemenin hangi mahkeme olduğunu da etkilemekte; TCY'nın 300/2 ve 301 nci
maddelerinde görevli mahkeme sulh ceza mahkemesi, TCY'nın 300/1 maddesinde ise
görevli mahkeme asliye ceza mahkemesi olmaktadır. Bu durumda yukarıda
belirtilen nedenlerle, Anayasa'nın 10 ncu maddesine ayrıca aykırılık
yaratmaktadır.
Anayasa'nın; hukuk devleti, eşitlik, hak ve özgürlüklerin
sınırlanması, bu hak ve özgürlüklerin kullanılabileceği ortamın yaratılması,
düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik hükümleri gözetildiğinde, bu hükümler
dikkate alınmadan maddede yapılan suç ve ceza düzenlemesi, Anayasa'nın
üstünlüğü ilkesi ile bağdaşmadığından, yapılan düzenleme Anayasa'nın 11 nci
maddesine de aykırıdır.
TCY'nın 300/1 maddesinde öngörülen sınırlamanın ağırlığı,
Anayasa'nın 10 ncu maddesine yönelik açıklamada ortaya konulduğu üzere
ölçülülük kuralına aykırı yaptırım taşıdığından, yapılan sınırlama Anayasa'nın
13 ncü maddesine aykırıdır. Ayrıca TCY'nın 300/1 nci maddesinde bayrak yanında,
bayrak özelliği taşıyan ve egemenlik alameti olarak kullanılan her türlü
işaretin de suçun unsurları kapsamına alınması nedeniyle, bu durumun yarattığı
belirsizlik karşısında, suç olarak kabul yoluyla yaratılan sınırlama hakkın
özüne dokunabileceğinden, bu açıdan da yapılan düzenleme Anayasa'nın 13 ncü
maddesine aykırıdır.
TCY'nın 300/2 nci maddesi, suçun hukuki konusu yönünden ilk fıkra
ile koşut ve aynı önemde bulunmasına rağmen, ilk fıkrada daha ağır yaptırımın
öngörülmesi; yine TCY sistematiğinde aynı veya daha üst koruma gören unsurların
yer aldığı TCY'nın 301 nci maddesine göre TCY'nın 300/1 nci maddesinde daha
ağır bir yaptırımın öngörülmesi, Anayasa'nın 14/2 nci maddesine aykırı biçimde,
Anayasa'da belirtilenden daha ağır bir sınırlama yaratmış ve bu şekilde
Anayasa'nın 14/2 nci maddesine de aykırılık ortaya çıkmıştır.
Anayasa'nın 25 nci maddesinde düşünce, 26 ncı maddesinde ise ifade
özgürlüğü düzenlenmiş olup, düşünce özgürlüğü sınırlanamaz. İfade özgürlüğünün
kapsamı ve hangi koşullarda nasıl sınırlanacağı ise, Anayasanın 26 ncı
maddesinde ortaya konulmuştur. TCY'nın 300/1 nci maddesi, içeriğindeki
belirsizlik, orantısızlık ve ölçüsüzlük nedeniyle, bu maddelere demokratik
toplum gereklerine uygun olmayan biçimde aykırılık yaratmakta, hakkın özüne
dokunulmaktadır.
Anayasa'nın 90/son maddesi uyarınca, yöntemine göre yürürlüğe
konulan temel hak ve özgürlükler konusundaki uluslararası sözleşmelerin
yasalarla çatışması halinde, uluslararası sözleşme hükümlerinin esas alınacağı
hükmü karşısında, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve BM Kişisel ve Siyasal
Haklar Sözleşmesi'ndeki; eşitlik, temel hak ve özgürlüklerin sınırlanması bu
hakların kötüye kullanılmaması, yine düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik
düzenlemeler de gözetildiğinde, TCY'nın 300/1 nci maddesinde yapılan düzenleme,
bu sözleşmeler hükümleri ile, hem suçun unsurları hem de yaptırım yönünden
çatışma yaratmaktadır. Bu nedenle uluslararası sözleşme hükümlerinin
gözetilmesi gerekmektedir.
b- 5237 sayılı Türk Ceza Yasası'nın 301 nci maddesinin 2 nci ve 4
ncü fıkrası hakkında genel açıklamalar.
765 sayılı TCY'nın 159 ncu maddesinde düzenlenen "devletin
askeri ve emniyet muhafaza kuvvetlerini alenen tahkir ve tezyif etmek"
suçu, benzer biçimde 5237 sayılı TCY'nın 301/2 nci maddesinde de yer almıştır.
765 sayılı TCY'nın 160 ncı maddesinde düzenlenen izin konusu, 5237
sayılı TCY'nın ilk halinde yer almamış olup, bu konu TCY'nın 301/4 ncü
maddesine 2008 yılında yapılan değişiklikle eklenmiştir.
765 sayılı Yasa döneminde bu suça bakma görevi 2002 yılında
yapılan düzenlemeye kadar ağır ceza mahkemesine ait iken, 2002 yılında yapılan
değişiklikten sonra bu suç asliye ceza mahkemesinin görev alanında kalmıştır.
5237 sayılı Yasa'nın ilk halinde bu suça bakma görevi asliye ceza mahkemesinde
olacak şekilde düzenleme yapılmış ise de, 2008 yılında yapılan ve halen
yürürlükte olan değişiklik sonrasında ise, artık bu suça bakma görevi sulh ceza
mahkemesine aittir.
765 sayılı Yasa'nın kaynak yasası olan 1889 tarihli Zanardelli
Yasası'nda "devletin askeri ve emniyet muhafaza kuvvetlerini alenen tahkir
ve tezyif etmek" konusunda bir suç bulunmamaktadır.
1926 tarih ve 765 sayılı TCY'nın ilk metninde, savaş sonrasındaki
suç siyasetinden olsa gerek 159/1 nci maddede "ordu ve donanmayı tahkir ve
tezyif etmek" suçuna yer verilmiştir. Maddede yaptırım olarak ise TCY'nın
158 nci maddesine göndermede bulunulmuş olup, 158 nci maddede ise cezanın alt
sınırı 3 yıl ağır hapis olarak gösterilmiş, cezanın üst sınırı ise ortaya
konulmamıştır. TCY'nın 160 ncı maddesinde, bu suçtan dolayı takibat
yapılabilmesinin Büyük Millet Meclisi Riyaseti'nin iznine bağlı olduğu ifade
edilmiştir.
1936 tarih ve 3036 sayılı Yasa ile yapılan değişiklik ile TCY'nın
159/2 nci maddesinde "Devletin silahlı kuvvetlerini alenen tahkir ve
tezyif edenlerin", 159/1 nci madde uyarınca, yani bir yıldan altı yıla
kadar ağır hapis cezası ile cezalandırılacağı, her iki fıkrada yapılan
değişiklik ile ortaya konulmuştur. TCY'nın 160/3 ncü maddesinde yapılan
değişiklikle de, TCY'nın 159 ncu maddesinde yer alan farklı konular için farklı
izin mercileri öngörülmüş ve bu izin mercileri, Büyük Millet Meclisi Reisi veya
yokluğunda vekili, Adalet Vekaleti veya Milli Müdafaa Vekaleti şeklinde
belirtilmiş, devletin silahlı kuvvetlerini tahkir ve tezyif edenler hakkında
takibat yapılabilmesi konusu, Milli Müdafaa Vekaleti'nin iznine bağlı
kılınmıştır.
1938 tarih ve 3531 sayılı Yasa ile yapılan değişiklik ile TCY'nın
159/2 nci maddesindeki ifade "Devletin askeri veya emniyet veya muhafaza
kuvvetleri" şeklinde değiştirilmiş, yaptırımda ise bir değişikliğe
gidilmemiştir. TCY'nın 160 ncı maddesinde değişikliğe gidilerek, TCY'nın 159
ncu maddesindeki her konu yönünden izin yetkisi sadece Adliye Vekaleti'nde
toplanmıştır.
1946 tarih ve 4956 sayılı Yasa ile yapılan değişiklik ile, TCY'nın
159/2 nci maddesinde düzenlenen suç, aynı unsur ve yaptırımı ile TCY'nın 159/1
nci maddesine taşınarak düzenlenmiş, 159/2 nci maddesinde ise bir başka hükme
yer verilmiştir. TCY'nın 160/2 nci maddesinde, takibat yapılması konusunun yine
Adalet Bakanlığı'nın iznine tabi olduğu ifade edilmiştir.
1961 tarih ve 235 sayılı Yasa ile TCY'nın 159/1 nci maddesinin
yaptırımına dokunulmamış, ancak maddedeki ifade "Devletin askeri veya
emniyet muhafaza kuvvetlerinin..." şeklinde değiştirilmiştir. İzin
konusunda ise herhangi bir değişiklik yapılmamıştır.
2002 tarih ve 4744 sayılı Yasa ile TCY'nın 159/1 nci maddesinin
yaptırımı, bir yıldan üç yıla kadar hapis cezası şeklinde değiştirilmiştir.
İzin konusunda ise herhangi bir değişiklik yapılmamıştır.
2002 tarih ve 4771 sayılı Yasa ile bu maddede değişiklik yapılmış
ise de, TCY'nın 159/1 nci maddesindeki suçun unsurlarında ve yaptırımında bir
değişikliğe gidilmemiş, yine izin konusunda da herhangi bir değişiklik
yapılmamıştır.
2003 tarih ve 4963 sayılı Yasa ile TCY'nın 159/1 nci maddesindeki
suçun unsurlarına dokunulmamış, ancak yaptırım altı aydan üç yıla kadar hapis
şeklinde değiştirilmiştir. İzin konusunda ise herhangi bir değişiklik
yapılmamıştır.
2004 tarih ve 5237 sayılı TCY'nın 301/2 nci maddesinde
"askeri veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki
yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır" şeklinde düzenleme
yapılmıştır. TCY'nın bu metninde soruşturma veya kovuşturma için herhangi bir
izin koşulu öngörülmemiştir.
2008 tarih ve 5759 sayılı Yasa ile TCY'nın 301 nci maddesinde
değişikliğe gidilmiş; TCY'nın 301/2 nci maddesi "Devletin askeri veya
emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, birinci fıkra hükümlerine göre
cezalandırılır" denilmiş, birinci fıkra da ise altı aydan iki yıla kadar
hapis cezası öngörülmüştür. Maddenin 4 ncü fıkrasında yapılan değişiklikle, bu
suçtan dolayı soruşturma yapılması Adalet Bakanı'nın iznine tabi tutulmuştur.
Adalet Bakanlığı, TCY'nın 301 nci maddesindeki Adalet Bakanı'nın
soruşturma iznine yönelik olarak ta 09.5.2008 tarih ve 18/1 sayılı genelge
çıkarmıştır.
c- 5237 sayılı Türk Ceza Yasası'nın 301 nci maddesinin 2 nci
fıkrası
5237 sayılı TCY'nın 301/2 nci maddesinde düzenlenen bu suç 765
sayılı TCY'nda farklı içerikte mevcut olup, 765 sayılı Yasa döneminde suçun
unsurlarına yönelik çeşitli değişiklikler yapılmıştır. 765 sayılı Yasa, 1889
sayılı İtalyan Zanardelli Yasası'ndan alınmış olup, bu suç kaynak yasada yer
almamaktadır. Bu suçun varlığı suç siyaseti ile açıklanabileceği için, savaş
sonrasındaki suç siyasetinin varlığı gereği bu suçun da 765 sayılı Yasa'ya konulduğu
söylenebilir. Ancak suçun ihdas edildiği o dönem sonrasındaki değişen koşullara
rağmen bugün hala daha aynı suç siyasetinin güdülerek üstelik bu suçun
kapsamının da genişletilerek korunması, hele de süreçteki demokratik hukuk
devleti ilke ve kuralları ile özgürlükler alanındaki gelişmeler de
gözetildiğinde, bir çok hukuksal ilke ve değerle çatışma yaşanmasına neden
olmuştur.
5237 sayılı Yasa'nın "Devlet Organlarının Saygınlığına Karşı
Suçlar" bölümünde, 2008 yılında yapılan değişiklikle 301/2 nci maddede,
"Devletin askeri veya emniyet teşkilatını alenen aşağılayan kişi, birinci
fıkra hükümlerine göre cezalandırılır" şeklinde hüküm öngörülmüştür.
Devletin askeri teşkilatı kavramı ile amaçlanan, Türk Silahlı
Kuvvetleri yani Ordu'dur. Ordu'yu temsil eden Genelkurmay Başkanlığı'nın ya da
Ordu yani Türk Silahlı Kuvvetlerini oluşturan kara, deniz ve hava kuvvetlerinin
bir bütün halinde hedef alınması durumunda, bu suç söz konusu olacaktır. Aksi
halde genel hükümler uyarınca kişi olarak kim hedef alınmış ise o çerçevede
değerlendirme yapılması gerekmektedir.
Devletin emniyet teşkilatı kavramı ise, iç güvenliği sağlayan,
sanık veya suçluları yakalayan Emniyet Genel Müdürlüğü ile Jandarma Genel
Komutanlığı'na bağlı polis ve jandarma güçlerini kapsamına aldığında tartışma
bulunmamaktadır. Emniyet ya da jandarma güçlerinin tamamının ayrı ayrı hedef
alınması da bu suçun oluşması için yeterlidir. Ancak bu tanımın kapsamına
sadece bu iki görevli grubu mu girmektedir'
6831 sayılı Yasa'nın 77 nci maddesine bakıldığında polis ve
jandarmanın görevlerine koşut biçimde, 6831 sayılı Yasa kapsamında kalan
suçların işlenmesinin önlenmesinde, yine bu yasa kapsamındaki işlenen suçların
ise takibinde, kolluk görevi yüklenilen görevlilerden söz edilmiştir. Ayrıca
bakıldığında 5607 sayılı Yasa'nın 9 ncu maddesinde ifade edilen gümrük
memurlarına, 5607 sayılı Yasada daha farklı ve daha sınırlı görevler yüklenmiş,
bu özel yasalar gibi daha başka özel yasalarda da silah kullanma yetkisi
tanınan bazı devlet görevlilerine, görev alanlarındaki suçların işlenmesinin
önlenmesi veya işlenmesi durumunda ise bu suçların takibi konusunda, kolluğa
tanınan yetkiler tanınmıştır. Bu görevliler de kuşkusuz devletin güvenlik
alanındaki görevlileri kategorisi içinde görmek gerekmektedir. Ancak maddede devletin
güvenlik görevlileri veya devletin güvenlik alanındaki görevlileri kavramları
yerine, devletin güvenlik (emniyet) teşkilatı kavramının kullanılması, sadece
yapılan göreve değil, hem göreve hem de teşkilatlanma boyutuyla konuya
yaklaşıldığını göstermektedir ki, bu da tartışmalı olan düzenlemeyi ayrıca
kendi içinde çelişkili kılmaktadır.
2004 tarih ve 5188 sayılı Özel Güvenlik Hizmetlerine Yönelik Yasa
çıkartılmış olup, bu yasanın amacının kamu güvenliğini tamamlayıcı nitelikte
özel güvenlik sistemi oluşturulması olduğu belirtilmiş, silah taşıma yetkisi de
tanınan özel güvenlik görevlilerine belirli koşullarda sanık veya suçluları
yakalama ve kamu güvenliği kapsamında iç güvenliği sağlama görevi de
yüklenmiştir. Bu şekilde, polis ve jandarma görevlilerine koşut görevler
yüklenmiştir. Bu düzenlemelerden dolayı da 5188 sayılı Yasa'nın 23 ncü
maddesinde, anılan görevlilerin işlediği suçların kamu görevlileri tarafından
işlenmiş suç gibi ya da anılan görevlilere karşı işlenen suçların da kamu
görevlilerine karşı işlenmiş suç gibi cezalandırılacağı hüküm altına
alınmıştır. Bu düzenlemenin nedeni, bu yasa özel güvenlik görevlilerine,
devletin emniyet teşkilatına tanınan yetki ve görevlerin verilmiş olmasıdır.
Yani özel güvenlik görevlileri, devletin resmi yapılanması içerisinde olmasa
da, yasa ile bu görevliler belirli konularda emniyet teşkilatı ile eşit hale
getirilmiştir. Bu görevliler, korunan hukuksal yarar gözetildiğinde, bir devlet
organı (teşkilatı) görevlileri olmadıkları için, bu konuda TCY'nın 301/2 nci
maddesinin uygulanması düşünülemez.
Emniyet teşkilatı kavramı içinde kalmayanlara yönelik sözlerde,
genel hükümler uyarınca kişilere yönelik işlenmiş bir suç var ise konunun bu
yönüyle irdelenmesi gerekmektedir.
TCY'nın 301 nci maddesinde yapılan düzenlemenin varlığı, güdülen
suç siyaseti ile açıklanabilir. Bu maddede yer alan hukuksal değerlere yönelik
saygınlığın ortadan kalkmaması için aşağılamaya yönelik eylemler suç sayılmış,
madde ile "egemen ulus devlete" yönelik, cezai bir koruma kalkanı
yaratılmıştır. Sadece devletin aşağılanması değil, "devletin ulusunun,
ulus devletin, egemen bir devletin" aşağılanması cezalandırılma konusu
yapılmış, Anayasa uyarınca egemenliği ulus adına kullanan yetkili organlar olan
yasama, yürütme (Cumhurbaşkanı için de ayrıca TCY 299 ncu madde) ve yargı
organlarına yönelik bu nitelikteki eylemler yaptırıma bağlanmıştır.
TCY'nın ikinci kitabının dördüncü kısmının üçüncü bölümünde,
devletin egemenlik alametleri ve organlarının saygınlığına yönelik suçlar
düzenlenmiştir. Bu bölümde ulus devletin, egemenlik yetkisi kullanan
organlarının saygınlığı esas alınmıştır.
Anayasa'nın 2 nci maddesi uyarınca devletin hukuk devleti niteliği
gözetildiğinde, egemenliğin bu hukuksal çerçevede düşünülebilmesi karşısında,
TCY'nın 301/2 nci maddesinin varlığı hukuk devleti ile bağdaşmamaktadır.
Hukukun üstünlüğüne yönelik gelişen değerler gözetildiğinde, artık bir hukuk
devletinde suç siyasetinin gereği de olsa bu nitelikte bir suçun varlığı kabul
edilemez. Aksi durum, hukuk devletinin yerine polis devletinin mi söz konusu
olduğu tartışmalarını ortadan kaldırmaz. Kaldı ki askeri ve emniyet teşkilatı,
egemenlik yetkisi kullanabilen veya egemenlik görevi yüklenebilen organlar da
olmadığından madde içinde yer alması, hukuk devletinde, yapılan düzenlemeler
yönünden aranan, öngörülebilirlik, belirlilik, bilinebilirlik, ölçütleriyle de
bağdaşmamaktadır. Bu nedenle TCY'nın 301/2 nci maddesi Anayasa'nın 2 nci
maddesine aykırıdır. Polis veya jandarma teşkilatı dışında kalan, devletin
orman memurları, gümrük memurları gibi suçun önlenmesi veya suç işlendikten
sonra takibi ile görevli kamu görevlilerinin emniyet teşkilatı içinde görülüp
görülmemesi bir belirsizlik yaratmakla, hem de madde içeriğinin
bilinebilirliğini ve açıklığını ortadan kaldırmaktadır. Özel güvenlik
görevlileri hakkında ilgili yasalarında yapılan düzenlemeler karşısında, bu
konunun sonuçta işlem ve ruhsatların devlet tarafından verilmesi karşısında
devletin emniyet (güvenlik) teşkilatı kapsamında kalıp kalmadığı konuları, bir
belirsizlik durumuna da neden olabilecektir. Bu yönüyle de hukuk devleti
açısından Anayasa'nın 2 nci maddesine aykırılık söz konusudur. Bu durum ayrıca
bir hukuk devletinde, egemenlik yetkisi kullanan organların yanında, neden
halkla temas veya hizmet yönünden devletin silahsız ama daha etkin diğer
birimleri değil de devletin silahlı birimlerinin düşünüldüğü sorusunun
sorulmasına da yol açmakta, bir hukuk devletinde bu sorunun yanıtı her durum ve
koşulda olumlu olarak yanıtlanamamaktadır.
TCY'nın ikinci kitabının dördüncü kısmının üçüncü bölümünde,
devletin egemenlik yetkisi kullanabilen organları yönünden, suç siyaseti gereği
düzenleme yapılmasına rağmen bu kapsamda yer almamasına, anılan organlarla aynı
konumda olmamasına rağmen, askeri veya emniyet teşkilatının da kapsama dahil
edilmesi, Anayasa'nın 10 ncu maddesinde düzenlenen eşitlik kuralına aykırıdır.
Yine devletin egemenlik yetkisi kullanmayan diğer organlarından farklı olarak
egemenlik yetkisi kullanmayan asker polis teşkilatının madde kapsamına
sokulması, bu organlar arasındaki eşitlik kuralına da aykırıdır. Yine devletin
emniyet teşkilatı içinde görülmemelerine rağmen, özel yasalarda kendi görev
alanlarında aynı görevler yüklenen orman memurları gibi, gümrük memurları gibi
memurların kapsam dışında bırakılması, düzenlemedeki tutarsızlığı ve aynı
zamanda çelişkiyi de ortaya koymaktadır. Ayrıca devlet tarafından yapılan resmi
işlemlerle, emniyet teşkilatının görevlerini de belirli koşullarda yapabilen
özel emniyet teşkilatının madde dışında kalması karşısında, amaçsal olarak
bakıldığında, yaratılan bu durum da eşitliğe aykırıdır. Bu eşitliğe aykırılığın
sonucu olarak asker ve polis teşkilatının ayrık tutularak madde kapsamına
sokulması, yukarıda ifade edildiği üzere, devletin hukuk devleti niteliğini
zedeleyicidir.
Anayasa'nın; hukuk devleti, eşitlik, hak ve özgürlüklerin
sınırlanması, bu hak ve özgürlüklerin kullanılabileceği ortamın yaratılması,
düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik hükümleri gözetildiğinde, bu hükümler
dikkate alınmadan maddede yapılan suç ve ceza düzenlemesi, Anayasa'nın
üstünlüğü ilkesi ile bağdaşmadığından, yapılan bu düzenleme Anayasa'nın 11 nci
maddesine de aykırıdır.
Anayasa'nın 13 ncü maddesinde, temel hak ve özgürlüklerin hangi
koşullarda ve nasıl sınırlanabileceği ve bu sınırlamanın da ölçülü olması
gerektiği belirtilmiş olup, bir hukuk devletinde, bir polis devletini
andırırcasına, devletin diğer kurumları için doğal olarak ayrı bir madde
düşünülmezken, emniyet veya askeri teşkilat için özel bir madde öngörerek
onları farklı bir koruma kalkanı içine alarak suç ihdas etmek, demokratik
toplum düzenine, Anayasa ile amaçlanan özgürlükçü bir sistemin varlığına
aykırıdır. Bu yolla konulan suç nedeniyle yaratılan sınırlama ise, hiç bir
biçimde ölçülü olarak değerlendirilemez. Bu suçun varlığı, konulduğu dönem
itibariyle geçerli olan suç siyaseti ile açıklanabilirse de, savaş dönemi
sonrasında konulan bu suçun hala daha korunması, çağdaş ve özgürlükçü
demokratik toplum gerekleriyle bağdaşmamakta, yaratılan sınırlama maddedeki
koşullarla çatışmaktadır.
TCY'nın 301/2 nci maddesi, Anayasa'nın 14/2 nci maddesine de
aykırıdır. Anayasa'da suç ve cezalara yönelik ilkeler Anayasa'nın 38 nci
maddesinde düzenlenmiş olup, bu maddedeki düzenleme için de öncelikle, suç ve
ceza tanımlarının yapılması gerekmektedir. Bu çerçevede yapılacak bir suç
tanımında, suç siyasetinin gereği olarak yasama organının istediği her konuda
suç yaratabileceği söylenemez. Bu konuda hukuk devletinin ilke ve kurallarının
da mutlaka gözetilmesi gerektiği tartışmasızdır. Bu nedenle Anayasa'nın 14/2
nci maddesi uyarınca, Anayasa'nın herhangi bir hükmü, devlete temel hak ve
özgürlükler konusunda Anayasada düzenlenenden daha geniş bir sınırlandırma
yapma hakkı sağlamaz, daha geniş bir sınırlandırmaya yol açabilecek biçimde de
yorumlanamaz. Olayda konulan suç ile anayasal ilkelere aykırı biçimde sınırlama
yaratılmış, bu sınırlama nedeniyle de, Anayasa'nın 14/2 nci maddesine aykırı
hareket edilmiştir.
TCY'nın 301/2 nci maddesi kapsamındaki eylemlerin suç olarak
öngörülmesi, Anayasa'nın 25 nci maddesinde düzenlenen düşünce, 26 ncı
maddesinde düzenlenen ifade özgürlüğüne aykırı sınırlama niteliğinde
olduğundan, anılan düzenleme Anayasa'nın bu iki maddesine aykırılık
oluşturmaktadır.
Anayasa'nın 90/son maddesi uyarınca, yöntemine göre yürürlüğe
konulan temel hak ve özgürlükler konusundaki uluslararası sözleşmelerin
yasalarla çatışması halinde, uluslararası sözleşme hükümlerinin esas alınacağı
hükmü karşısında, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi ve BM Kişisel ve Siyasal
Haklar Sözleşmesindeki; eşitlik, temel hak ve özgürlüklerin sınırlanması, bu
hakların kötüye kullanılmaması, yine düşünce ve ifade özgürlüğüne yönelik
düzenlemeler de gözetildiğinde, TCY'nın 301/2 nci maddesinde yapılan düzenleme,
bu sözleşme hükümleri ile hem suçun unsurları hem de yaptırım yönünden çatışma
yaratmaktadır. Bu nedenle uluslararası sözleşme hükümlerinin gözetilmesi
gerekmektedir.
d- 5237 sayılı Türk Ceza Yasası'nın 301 nci maddesinin 4 ncü
fıkrası
Bu madde 765 sayılı TCY'nın 160 ncı maddesinin karşılığı olup, 765
sayılı Yasa döneminde yapılan her bir değişiklikte bu yetkinin kim tarafından
kullanılacağı konusunda farklı düzenlemeler öngörülmüş olup, yasanın
yürürlükten kaldırılmasından önceki en son halinde bu yetkinin Adalet Bakanlığı
tarafından kullanılacağı belirtilmekte idi.
5237 sayılı TCY'nın ilk şeklinde izin sistemine yer verilmemiş,
ancak 2008 yılında 5759 sayılı Yasa ile yapılan değişiklikle TCY'nın 301/4 ncü
fıkrasındaki düzenleme uyarınca, Adalet Bakanı'ndan soruşturma izni alınması
koşulu getirilmiş bulunmaktadır.
TCY'nın 301/4 ncü fıkrasının, Anayasa'nın 2 nci, 8 nci ve 9 ncu
maddelerine aykırı olduğu belirtilerek iptal istemiyle Anayasa Mahkemesine
yapılan iki başvuru da sonuçlanmıştır. Anayasa Mahkemesi 03.10.2009 tarih ve
27365 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan 07.5.2009 tarih ve 25/57 sayılı
kararında, yine 06.10.2009 tarih ve 27368 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan
03.6.2009 tarih ve 38/70 sayılı kararında, Anayasa'ya aykırılık görmeyip,
yapılan itiraz başvurularını reddetmiştir.
Anayasa Mahkemesi bu iki kararında da izin kurumunun varlığını
"...ülkenin politik çıkarları nedeniyle maddede düzenlenen suçtan dolayı
soruşturma yapılması Adalet Bakanının talebine bağlı tutulmuştur. Adalet
Bakanı'na tanınan bu yetki, yargısal değerlendirmeden ziyade Devlet ve toplum
yararı açısından bir takdir yetkisinin kullanılmasıdır" gerekçesine
dayandırmıştır.
Anayasa'nın 152/son, 6216 sayılı Yasa'nın 41/1 nci maddesi
uyarınca bir yasa hükmü hakkında Anayasa Mahkemesince işin esasına girildikten
sonra verilen red kararından on yıl geçmedikçe, aynı yasa hükmünün Anayasa'ya
aykırılığı iddiası ile başvuru yapılamamaktadır.
Anayasa Mahkemesince verilen her iki karar da, Anayasa'nın 2 nci,
8 nci ve 9 ncu maddeleri yönünden yapılan Anayasa'ya aykırılık başvurusu
üzerine, bu maddeler kapsamındaki esastan inceleme sonucunda verilmiştir.
Anayasa Mahkemesi itiraz başvurularındaki incelemelerini, başvuruda ileri
sürülen madde ve nedenlerle sınırlı olarak yapmamaktadır. Bu durum konumuzla
ilgili daha önceki başvurular için de söz konusu olmuştur. Mahkememizce ise,
daha önce irdelenmeyen ve değerlendirilmeyen yeni neden, gerekçe ve maddelere
de dayalı olarak bu başvuru yapılmaktadır. Bu nedenle Anayasa'nın 152/son ve 6216
sayılı Yasa'nın 41/1 nci maddesi hükümleri, amaçsal olarak ve ayrıca hukuk
devleti ilke ve kurallarına uygun, hak arama özgürlüğünü genişletici ve bu
özgürlüğün de etkin olarak kullanılmasını sağlayacak biçimde Anayasa'nın 11 nci
ve 90/son maddeleri de gözetilerek yorumlanmak durumundadır. Mahkememizce
yapılan bu başvuruda, önceki diğer başvurular ve Anayasa Mahkemesi kararlarında
inceleme konusu edilmeyen; madde, gerekçe ve nedenlere de dayanılması
karşısında, söz konusu kısıtlayıcı kuralın olayımızda uygulanma yeri
bulunmamaktadır.
TCY'nın 301/4 ncü maddesinde öngörülen soruşturma izni 765 sayılı
Yasa döneminde; 1926-1936 yılları arasında TBMM Başkanı'na, 1936-1938 yılları
arasında konusuna göre ya TBMM Başkanı'na ve yokluğunda ise Başkanvekiline, ya
Adalet Bakanlığı'na ya da Milli Savunma Bakanlığı'na, 1938-2005 yılları
arasında ise sadece Adalet Bakanlığı'na tanınmıştır. 2005 yılında yürürlüğe
giren 5237 sayılı TCY'nın ilk şeklinde bu konuda herhangi bir biçimde izin
öngörülmemiş ise de, maddede 2008 yılında yapılan değişiklikle soruşturma için
Adalet Bakanı'nın izni koşulu getirilmiş olup, bu düzenleme halen
yürürlüktedir.
Burada üzerinde durulması gereken, iznin hukuksal niteliğinin ne
olduğu, bu hukuksal niteliğine göre iznin herhangi bir denetime tabi tutulup
tutulmadığı, bu durumun ve de iznin varlığının Anayasa'ya uygun olup olmadığı,
yine izni kullanması öngörülen organın ve yine bu organ tarafından izin
yetkisinin kullanılmasının Anayasa'ya uygun olup olmadığı konularıdır.
Yargıtay 9 ncu Ceza Dairesi; 26.12.2005 tarih ve 7865/9799 sayılı,
yine 12.4.2010 tarih ve 2008/10995 Esas, 2010/4198 karar sayılı, 15.3.2011
tarih ve 6883/1703 sayılı, 05.5.2011 tarih ve 3435/2702 sayılı gibi bir çok
kararında, bu iznin bir yargılama koşulu olduğunu, ceza yargılamasındaki yani
usul kuralı niteliğindeki izinden farklı olduğunu, maddi ceza hukuku kuralı
niteliğinde bulunduğunu belirtmektedir. Yine bu kararlarda, 5237 sayılı Yasa
döneminde 2008 öncesinde izin koşulu bulunmayıp daha sonra izin kuralının
getirilmesi karşısında, izin kurumunun maddi ceza hukukuna yönelik olması
gözetilip, suç tarihine bakılarak izin alınmayan dosyalarda bile bu yönden
sanık lehine hareket edilerek daha sonra konulan bu izin kuralı uyarınca, izin
talebi yoluna gidilmesine vurgu yapılmaktadır.
Yargıtay kararlarında TCY'nın 301 nci maddesinde yer alan
soruşturma izninin, maddi ceza hukuku kuralı niteliğinde olduğunun kabul
edilmesi karşısında, uygulamada bu konuda her zaman lehe değerlendirme
yapılması gerekmektedir.
Olay tarihinde asker olan sanık hakkında, TCY'nın 301 nci
maddesinde yer alan suç konusunda Milli Savunma Bakanı'ndan izin alındıktan
sonra sanık terhis olduğu için TCY'nın 300 ve 301 nci maddelerinde düzenlenen
suçlar yönünden dosyası, görevsizlik kararı ile askeri yargıdan mahkememize
gönderilmiştir.
Maddi ceza hukuku yönünden konuya bakıldığında, davanın terhis
aşamasından sonra artık adli yargıda görülmesi, sanık ile izin vermeye yetkili
olan Adalet Bakanı arasında hiyerarşik bağlantı bulunmaması, bu durum
karşısında konunun tekrar lehe değerlendirilmesinin gerektiği düşüncesiyle, bu
sefer Adalet Bakanı'ndan izin talebinde bulunulmuş, Adalet Bakanı eylemi bir
bütün halinde görmeyerek, TCY 300. maddesi kapsamında kalan eylem için genel
hükümlere göre işlem yapılması gerektiğini ve izne gerek olmadığını, TCY 301.
maddesi kapsamında kaldığı söylenen konu hakkında kullanılan ifadeler yönünden
genel hükümlere göre işlem yapılması gerektiğini, TCY 301/4 maddesi uyarınca
izin verilmediğini ifade etmiştir.
Adli bir olay söz konusu olduğunda, maddi ceza hukukuna yönelik
böyle bir izin durumunda, izin verilir ise soruşturma yapılıp yürütülmekte,
verilmez ise işlem yapılamamaktadır. Bu izni verme ya da vermeme koşullarının
oluşup oluşmadığının denetlenmesi ya da izin vermeme işleminin yerindeliği, bir
ceza davasında veya ceza soruşturmasında inceleme konusu yapılamamaktadır.
Üstelikte izin kurumunun varlığı, maddi ceza hukukuna yönelik olarak kabul
edilirken, sonuç bu şekildedir.
Maddi ceza hukukuna yönelik olması nedeniyle bu izin işlemi adli
yargıda da ayrıca iptal gibi bir davaya konu edilememektedir.
Maddi ceza hukuku kapsamında kabul edilen konulardaki izin verme
veya izin yermeme işlemleri, idari yargıda dava konusu edilebilecek türden bir
işlem değildir. Öğreti ve uygulamadaki genel görüş bu şekildedir. Bu konuda
idari yargıdan verilmiş çok farklı kararların da bulunduğu bir gerçek olup,
hatta çok uç bir örnek olarak adeta bir ceza mahkemesi gibi, izin konusunda
yapılan bir başvuruda Ankara 10 ncu İdare Mahkemesi, 2011 Esas, 31.01.2012
tarih ve 2012/204 sayılı kararında suçun oluşup oluşmadığını irdeleme yoluna
bile gitmiştir.
Yargıtay bu suçlarda, katılan sıfatını alabilecek surette suçtan
doğrudan zarar gören sıfatının varlığını kabul etmemektedir. Yargıtay 9 ncu
Ceza Dairesi'nin 01.5.2006 tarih ve 711/2497 sayılı kararında bu konudaki genel
uygulama ortaya konulmaktadır. Yukarıda belirtildiği gibi, izin vermeme
işlemine karşı idari yargı yolu kapalı olup, bir an için idari yargı yolu açık
olarak kabul edilmesi durumunda ise, izin vermeme işleminin iptali konusundaki
başvuruyu yapabilecek olan, Yargıtay'ın suçtan doğrudan zarar görme tanımındaki
değerlendirmesi gözetildiğinde, bu işlem hakkında başvuruda bulunabilecek
sıfatı taşıyabilecek kimse zaten bulunmamaktadır. Danıştay, izin verme
işlemlerine karşı ise, bu işlemler nedeniyle tüm konuların zaten yargılamada
inceleneceğini belirterek suçlanan kişilerce yapılan başvuruları bu yönüyle
reddetmektedir. İzin verme ile ilgili genel konulardaki uygulama bu şekildedir.
Kaldı ki TCY'nın 301 nci maddesindeki izin verme işlemi, zaten maddi ceza
hukuku kapsamında olup, idari yargı denetiminin dışındadır. Bu nedenlerle,
maddi ceza hukuku kapsamında görülen bu iznin, idari yargı yoluyla denetlenmesi
olanaklı değildir.
Sonuç olarak açıkça yargı yolunun kapalı olduğu belirtilen
işlemler hakkında, yargı yolunun kapalı olmasına, açıkça yargı yolunun kapalı
olduğu belirtilmeyen diğer tüm durumlarda ise yargı yolunun açık olmasına, bu
tablonun hukuk devletinin en temel koşullarından bulunmasına göre, bu konudaki
soruşturma izni verme veya vermeme biçiminde ortaya çıkan işlemler, yapılan bu
düzenlemeyle açıkça yargı yolu kapatılan işlemlerden olmamasına rağmen, sonuçta
yargısal denetime tabi tutulamadığından, bu durum hukuka uygun değildir.
İzin verme veya vermeme işlemi yapılırken, belirleyici olan durum
nedir' Anayasa Mahkemesi'nin kararında, bu işlemde hukuksal bakışın belirleyici
olmadığı, öncelikle devlet ve toplum yararı açısından değerlendirme yapılması
gerektiği ifade edilmektedir. Bu izin kurumu, maddi ceza hukuku içinde kalan,
ancak hukuksal çerçevede değerlendirme yapılması için getirilmiş bir izin
kurumu değildir.
İzin işlemi, 765 sayılı Yasa döneminde Adalet Bakanlığı tarafından
yerine getirilmekte, kural olarak ta bu işlem yerine getirilirken, hukuksal
değerlendirme yapılarak gerekçe-gösterilmesi yoluna gidilmekte, siyasal hareket
edilmemekte idi. Kuşkusuz bu durumun aksine hareket edildiği de olmuştur.
Hukuksal değerlendirme ile sınırlı bir inceleme ile bu iznin kullanması
durumunda, Anayasa Mahkemesi'nin kararları da gözetildiğinde zaten böyle bir
izin yetkisinin tanınmasına gerek bulunmamaktadır. Bu yetki siyasal olarak
kullanıldığında ise, madde ile amaçlandığı söylenen ve Anayasa Mahkemesi kararı
ile de vurgu yapılan amaçlar, genellikle, hatta hiç bir zaman
gerçekleşmemiştir. Bu kural, sözkonusu amaçları sağlamaya yeterli ve elverişli
olmadığı gibi, öngörülen amaçları ortaya çıkaramamaktadır. Aksine güdülen amaca
rağmen, denetimsizlik nedeniyle keyfilik öne çıkmaktadır. Bu durumda da,
yetkiyi kullanan kişinin veya organın, siyasal üstü nasıl bir istekte
bulunmuşsa, devlet veya toplumun değil, o gücün kişisel, siyasal veya diğer
beklentilerine göre hareket edilerek işlem sonuçlandırılmaktadır.
Belirtilen nedenlerle, madde ile varılmak istendiği söylenen
amacı, bu düzenleme kural olarak sağlamaya yeterli ve elverişli değildir. Madde
tüm boyutları ile değerlendirildiğinde, konuluş amacını hiç bir zaman etkin bir
biçimde ve bu içeriğiyle sağlayamamaktadır. Bu nedenle ortaya ne hukuksal ne de
toplum veya devlet yönünden siyasal bir yarar çıkmamıştır, çıkamamıştır.
Yetkiyi kullanan siyasal gücün anlayış veya keyfiliği belirleyici olmuştur.
Anayasa Mahkemesi'nin önceki kararlarındaki gerekçeye
bakıldığında, bu düzenlemenin getiriliş amacına uygun olarak kullanılamadığı ya
da konuluş amacını sağlamadığı, çok açıkça somut olaylarda da görülmektedir.
Hrant Dink davası gibi bir davada bile bu izin yetkisi amacına uygun olarak
kullanılamıyorsa, bu izin yetkisi devlet veya toplum açısından başka ne zaman
siyasal bir yarar sağlayabilecektir' Bunun gibi davalar oldukça fazladır. Bu
bağlamdaki davaların genelinde görülmüştür ki, izin yetkisine sahip olan irade,
bu yetki ne amaçla getirilmiş olursa olsun, bu yetkiyi sadece kendi bakışma,
kendi siyasal, kişisel veya diğer beklentilerine göre kullanmıştır. Hrant Dink
davası bunun en somut örneğidir. Bu izin yetkisinin devlet açısından siyasal
yarar sağlayacak biçimde o davadaki görünümü demek, ulus ve dolayısıyla
vatandaşlık tanımı içinde kalan, Lozan ile azınlık kimliği kapsamında korunan
gayrimüslüm Hrant Dink hakkında, eleştiri ve ifade özgürlüğü kapsamındaki
yazıları nedeniyle soruşturma izin vermemek, dolayısıyla Lozan'la
yapılandırılan üst kimlik olan ulus kimliği korumak, kişinin de hedef
olmamasını sağlamak olması gerekirken, hem Lozan'a, hem üst kimlik tanımına ve
hem de bu sözleri sarfeden Hrant Dink'e, maddede izinle güdülen amaç
çerçevesinde bile yaklaşılamamıştır.
TCY'nın 301 nci maddesinde öngörülen izin yetkisi, yukarıda sadece
bir örneği ortaya konulan olaydan da anlaşılacağı üzere, kullanılmaması gereken
yerlerde kullanılmış, kullanılması gereken yerlerde ise kullanılamamış, yargı
bağımsızlığı etkin sağlanmadığı için de, izin verilen durumlarda, yargı
organları izin veren iradenin çizgisinden kendilerini de kolaylıkla
kurtaramamışlardır, kurtaramamaktadırlar. Bu durumda yargı bağımsızlığına ve
adil yargılamaya aykırı sonuçlar doğurmaya olanaklı olduğu için, sonuç olarak
hukuka aykırılıklar yaratmakta, yargı yönetime yakın hareket eden bir görüntü
sergileyebilmektedir.
"Yine somut olay yönünden bakıldığında, aynı olayda bu davada
aynı siyasi parti hükümetlerine mensup Milli Savunma Bakanı ile Adalet
Bakanı'nın, aynı eylemlere yönelik izin konusundaki değerlendirmeleri çok
farklı biçimde ortaya çıkmıştır. Her iki bakanın işlem tarihleri itibarıyla,
eylemlerle ilgili devlet ve toplum yararı değişmiş değildir. Yine bu somut
olay, Anayasa Mahkemesi kararlarında vurgulanan izin yetkisinin varlık
gerekçesi ile bu maddenin yarattığı uygulamaların örtüşmediğini çok açıkça
göstermektedir.
5237 sayılı Yasa ilk çıktığında izin öngörülmemiş, toplumsal
baskılardan dolayı fazla dava açıldığı eleştirileri ve buna dayanarak yine
Avrupa Birliğinin açık açık yapmış olduğu eleştirilerden hareketle, 2008
yılında izin sistemi tekrar getirilmiş, bu sefer izin yetkisi bizzat Adalet
Bakanı'na tanınmıştır.
Hukuksal tablonun geneline bakıldığında açılan dava sayısı ile bu
davalarda verilen mahkûmiyet kararları sayısı arasındaki oran gözetildiğinde,
bileşik kaplar kuralı gibi bu durum TCY'nın 301 nci maddesine de aynı
doğrultuda yansımaktadır. İzin durumu farklı bir durum yaratmamaktadır. Hatta
yargı bağımsızlığını ve yargıç güvencesini sağlayan kuralların etkin olmaması
ve olanların da sadece kağıt üzerinde kalması nedeniyle, verilen izinler
sonrasında da, yargı organları özgürlükleri gözetmeden, oluşturulan sosyal,
siyasal gibi baskılardan da kendilerini kurtarmayarak, hatta izin veren
iradenin bu işlemini ortada kanıtlanmış bir suç var diye algılayarak, kararlar
verebilmektedirler. Bu maddenin varlığı, bu sakıncaların önüne geçmeyi sağlayamamaktadır.
Bu nedenle önemli olan, yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesinin yanında, adil
yargılanma koşullarının sağlanması, suç ve cezaların demokratik hukuk devleti
kuralları gözetilerek düzenlenmesidir. Bu koşullar sağlandıktan sonra, zaten böyle
düzenlemelere gerekte kalmayacaktır.
Maddi ceza hukukunun içinde kabul edilen bu izin yetkisinin
siyasal kimliği bulunan Adalet Bakanı'na tanınması, bu yetki ileride yapılacak
bir düzenleme ile denetime tabi tutulacak olsa bile, böyle bir izin kurumunun
bizatihi varlığı dahi, soruşturma ve yargılamanın tam bir tarafsızlıkla
yürütülmesi ile, yine ceza hukuku ilkeleri ve demokratik hukuk devleti
kuralları ile de bağdaşmamaktadır.
Bu genel açıklamalardan sonra izin yetkisinin anayasal boyutunu
inceleyecek olursak, yapılan bu düzenleme demokratik hukuk devleti yönünden
Anayasa'nın 2 nci maddesine aykırıdır. Düzenlenen bir suçta, maddi ceza hukuku
kapsamında sokulan bir yetki, tarafsızlığı olmayan, hatta olaylar karşısında
kolaylıkla taraf olabilen, yine madde gözetildiğinde egemenliği kullanan güçle
karşı karşıya kalanların genelde iktidarda olmayan görüş sahipleri de olduğu
gözetildiğinde, bu yetki Adalet Bakanı'nca tarafsızlıkla kullanılamayacağından,
maddi ceza hukuku kapsamında suçun varlığını da etkileyen böyle bir
düzenlemenin, demokratik hukuk devleti ilke ve kurallarına uygun olduğunu
söyleyebilmek olanaklı değildir.
İzin verme veya vermeme işleminin denetimi konusunda açık bir
düzenleme olmamasına rağmen, bu konunun denetim dışı kalması da Anayasa'nın 2
nci maddesinde yer alan hukuk devleti kurallarına aykırıdır. Görülmekte olan
bir davada hiç bir zaman izin koşullarının varlığı ve denetimi tartışma konusu
edilememektedir. Bu denetim dışılık, maddenin konuluş amacına uygun olarak
kullanılması boyutunu değil, denetimsiz biçimde, keyfi olarak, hukuk devleti
kurallarına aykırı biçimde kullanılmasını öne çıkarmakta, madde konuluş amacını
sağlayamamaktadır.
Adalet Bakanı'na tanınan bu denetimsiz yetkinin kaynağı,
Anayasa'nın 6/2 nci maddesi uyarınca ortaya konulamadığından, böyle yetkinin
varlığı demokratik hukuk devletinin kurallarına aykırılık oluşturmaktadır. Bu
nedenle Anayasa'nın 6/2. maddesi yoluyla, hukuk devleti kurallarına bu şekilde
ayrıca ortaya çıkmaktadır.
TCY'nın 301/4 ncü maddesinin kapsam ve sonuçları, Anayasa'nın 10
ncu maddesinde yer alan eşitlik kuralına aykırılık oluşturmaktadır. İzin yetkisinin
denetim dışı olması ve bu yetkinin siyasal bir organa verilmesi nedeniyle, izin
yetkisine sahip olan organ ile hakkında izin talep eden kişinin aynı siyasal
konumda bulunması, bu kişi veya siyasal görüş lehine sonuçlar yaratabilmekte,
yine böyle bir durum farklı siyasal çizgide bulunanlar aleyhine de sonuç
doğurabilmektedir. Bu durumun denetiminin söz konusu olmaması da, amaçlanan
eşitliği ortadan kaldıran sonuçları kalıcı kılmaktadır. Mevcut düzenleme
eşitliği sağlayıcı olmak bir yana, belirtilen konularda ayrımcılığı artırıcı
nitelik taşımaktadır.
Anayasa'nın; hukuk devleti, eşitlik, hak ve özgürlüklerin
sınırlanmasına, bu hak ve özgürlüklerin kullanılabileceği ortamın
yaratılmasına, düşünce ve ifade özgürlüğüne, yine hak arama özgürlüğüne yönelik
hükümleri, suç ve cezalara ilişkin ilkeleri, mahkemelerin bağımsızlığı ve
yargıç güvencesi gibi düzenlemeleri gözetildiğinde, bu hususlar dikkate
alınmadan yapılan izin düzenlemesi, Anayasa'nın üstünlüğü ilkesi ile bağdaşmamış,
yapılan düzenleme Anayasa'nın 11 nci maddesi ile çatışmıştır.
Anayasa'nın 13 ncü maddesinde, temel hak ve özgürlüklerin hangi
koşullarda ve nasıl sınırlanabileceği ve bu sınırlamanın da ölçülü olması gerektiği
belirtilmiş olup, maddi ceza hukuku kapsamında kalan izin yetkisinin, denetim
dışı bırakılarak varlığının kabul edilmesi ve bu yetkinin de siyasal kimlik
olan Adalet Bakanı'na verilmesi, demokratik toplum düzenine, anayasa ile
amaçlanan özgürlükçü bir sistemin varlığına aykırıdır.
Yapılan düzenleme Anayasa'nın 14/2 nci maddesine de aykırıdır.
Şöyle ki, tarafsız olmayan bir kişiye, maddi ceza hukuku kapsamında bir yetki
tanınarak, adil yargılama ve etkin soruşturmanın yapılabileceğini söylemek, bu
kişinin aynı zamanda HSYK başkanı olması, bu nedenle yargıçlar üzerinde de
yetkisinin bulunması, bu işleminin yanında HSYK işlemlerinin de etkili bir
denetime ve yargısal denetime tabi olmaması karşısında, talep edilen izin
sonrasında, Anayasa'nın 14/2 nci maddesine aykırı sonuçların ortaya çıkmasını
engelleyecek etkili bir ortamın varlığı söz konusu değildir. Adalet Bakanı'nın
HSYK Başkanı olması, Bakan'ın tarafsızlığı nedeniyle getirilmiş bir kural
olmayıp, siyasi iradenin yargının içinde yer alma isteğini yansıtan Anayasa'nın
emredici hükmü nedeniyledir. Adalet Bakanı 2001 den bu yana Mili Güvenlik
Kurulu içinde de yer almaktadır. Bu yönüyle bakıldığında Milli Güvenlik Kurulu
içinde yer alan Adalet Bakanı üzerinden hukuk ve yargı, adalet için değil,
güvenlik unsuru olarak görülmektedir. Bu gibi örnekler de hükümet içinde
partili kimliği ile yer alan Adalet Bakanı'nın bu yetkiyi kullanması durumunda,
soruşturmanın adilliği yönünden de aykırılıklar ortaya çıkarmaya elverişlidir.
Anayasa'nın 25 nci maddesinde düşünce, 26 nci maddesinde ifade
özgürlüğü düzenlenmiş olup, bu özgürlükler hakkındaki sınırlama konusu da bu
maddelerde gösterilmiştir. Adil ve etkin bir yargılama ve soruşturma yapılması
zorunluluğuna rağmen, maddi ceza hukuku kapsamında kalan izin yetkisinin,
tarafsızlığı olmayan, hatta soruşturma ve yargılama makamları üzerinde yetkisi
bulunan kişiye tanınması, anılan özgürlüklerin korunmasına değil, daha fazla
sınırlanmasına neden olabilecek, demokratik toplum gereklerine uygun olmayan
durumlar ortaya çıkarabilecektir. Bu nedenle yapılan düzenleme Anayasanın
ayrıca bu iki maddesine de aykırıdır.
Yapılan bu düzenleme Anayasa'nın 90/son maddesine de aykırıdır.
İHAS ve BM Kişisel Siyasal Haklar Sözleşmesi'ndeki, eşitlik, etkili soruşturma
ve adil yargılama düşünce ve ifade özgürlüğü, temel hak ve özgürlüklerin
sınırlanması hakların kötüye kullanılması konularındaki gibi düzenlemeler
gözetildiğinde, tarafsızlığı olmayan bir kişiye maddi ceza hukuku kapsamında
bir yetki tanınarak, bir suç tanımına gidilmesi, bu suç tanımından da hareketle
eşitlik kurallarına uygun biçimde ve ayrımcılık yaratmadan etkili soruşturma ve
adil yargılamanın ortaya çıkabildiğinin söylenebilmesi, temel hak ve
özgürlüklerin sınırlanması ve hakların kötüye kullanılması konularında amaca
uygun davranılabilmesi, özellikle izin yetkisini kullanan organla karşıt
düşüncelere sahip olanlara, düşünce ve ifade özgürlüğünün etkin biçimde
sağlanabildiğinin söylenebilmesi, TCY'nın 301/4. maddesinin içeriği nedeniyle
söz konusu değildir. Bu nedenle anılan düzenleme, ilgili sözleşme hükümleri ile
çelişkili sonuçlara neden olduğundan Anayasa'nın 90/son maddesine de aykırıdır.
TCY'nın 301/4 ncü maddesindeki Adalet Bakanı'na soruşturma izin
yetkisi tanınması yolundaki düzenleme, Anayasa'nın 138 nci maddesine de
aykırıdır. Anayasa'nın 140/3 ncü maddesinde savcıların hak ve ödevlerinin,
mahkemelerinin bağımsızlığı ve yargıçlık güvencesi ilkelerine göre yasa ile
düzenleneceği ifade edilmiş, mahkemelerin bağımsızlığına yönelik ilkeler de
Anayasa'nın 138 nci maddesinde gösterilmiştir. Anayasa'nın 140/6 nci maddesi
uyarınca yargıçlar ve savcılar idari görevleri yönünden Adalet Bakanlığına
bağlı olsalar da, bir suç iddiası konusunda, maddi ceza hukuku kapsamında kalan
bir yetkinin Adalet Bakanı tarafından kullanılması, ancak bu yetkiyi kullandığı
aşamadan sonra bir ceza soruşturmasının söz konusu olabilmesi, Anayasa'nın 138
nci maddesindeki düzenlemelere tamamen aykırıdır. Bağımsızlığın etkin olarak
sağlanamadığı durumlarda, soruşturma ve yargılamada verilen karar, bu karar
öncesinde ortaya çıkan izin işlemi ile büyük olasılıkla aynı veya paralel
olabilmektedir. Uygulamada bu durum sıklıkla ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle
Anayasa Mahkemesi'nin red kararlarında maddenin amacı ortaya konulmuş ise de,
devlet veya toplum yararını gözetmek yerine, toplum baskısının göğüslenemediği,
iktidarın kişisel, siyasal veya diğer beklentilerini öne çekerek maddeyi amacı
doğrultusunda kullanmadığı durumlarda, savcılıklarca etkili soruşturma,
mahkemelerce de adil yargılama yapılamamakta, izin işlemindeki anlayışa koşut
olarak süreç yürütülüp sonuçlandırılmaktadır. Bu nedenle düzenleme öngörülen
amacı sağlamaktan uzaktır. Hrant Dink olay ve süreci, bu konuda en belirgin
örnek olarak hukuk tarihindeki yerini almıştır. Bu süreçte iktidar ve Adalet
Bakanlığınca yapılanlar, izin işleminin ötesine bile taşmış, siyasi iradenin bu
işlemiyle aynı paralelde işlem yapan yönetim veya yargı alanındaki kamu
görevlilerinin akibetleri ile, farklı davrananların akibetleri bile birbirinden
çok farklı olmuş ve olay dosyanın dışına taşarak, bu kişilerin bile süreçten
çok açıkça etkilendiklerini gösteren işlemleri ortaya çıkarmıştır. Bu da,
maddenin konuluş amacının dışında, denetimsiz, keyfiliği öne çeken biçimde
kullanıldığını, sonuçta yargı bağımsızlığının ve hukuk devletinin
gözetilmediğini çok açıkça göstermektedir.
d- 02.7.2012 tarih ve 6352 sayılı Yasa'nın Geçici 1 nci maddesinin
l/b ve 2 nci fıkraları, yine bu hükümler iptal edilince uygulanma yeteneği
kalmayan bu maddenin tamamının iptali
6352 sayılı Yasa'nın Geçici 1 nci maddesinin b fıkrası ve 2 nci
fıkrasına bakıldığında, bu düzenlemelerde;
(1) 31/12/2011 tarihine kadar, basın ve yayın yoluyla ya da sair
düşünce ve kanaat açıklama yöntemleriyle işlenmiş olup; temel şekli itibarıyla
adli para cezasını ya da üst sınırı beş yıldan fazla olmayan hapis cezasını
gerektiren bir suçtan dolayı;
.
b) Kovuşturma evresinde, kovuşturmanın ertelenmesine,
.
karar verilir.
(2) Hakkında kamu davasının açılmasının veya kovuşturmanın
ertelenmesi kararı verilen kişinin, erteleme kararının verildiği tarihten
itibaren üç yıl içinde birinci fıkra kapsamına giren yeni bir suç işlememesi
hâlinde, kovuşturmaya yer olmadığı veya düşme kararı verilir. Bu süre zarfında
birinci fıkra kapsamına giren yeni bir suç işlenmesi hâlinde, bu suçtan dolayı
kesinleşmiş hükümle cezaya mahkum olunduğu takdirde, ertelenen soruşturma veya
kovuşturmaya devam olunur.
denilmekte olup, madde toplamda sekiz fıkradan oluşmaktadır.
Bu konuda Geçici 1/1 nci maddesinin tamamının, Anayasa'nın 2, 10,
11, 12, 13, 19, 26, 28, 38, 138 ve 141 nci maddelerine aykırılığı istemiyle
yapılan itiraz başvurusu, Anayasa Mahkemesinin 12.9.2012 tarih ve 79/112 sayılı
kararıyla esasa girilmeden, başvuran mahkemenin yetkisizliği nedeniyle
reddedilmiştir. Bu durum karşısında, Anayasa'nın 152/son ve 6216 sayılı
Yasa'nın 41/1 maddesi bağlamında itiraz başvurusuna engel bir durum
bulunmamaktadır.
Geçici 1 nci maddenin yukarıda belirtilen her iki fıkrası da,
davada doğrudan uygulanabilecek kural niteliğinde olup açıkça Anayasa'ya
aykırılık söz konusudur. Bu hükümler iptal edilince toplam sekiz fıkradan
oluşan maddenin tamamının uygulama yeteneği ortadan kalkacağı için, maddenin
tamamının iptali istemiyle itiraz başvurusu yapılmıştır.
Geçici 1 nci maddenin l/b ve buna bağlı olan 2 nci fıkraları
açıkça Anayasa'nın 2 nci maddesinde düzenlenen hukuk devleti kuralına
aykırıdır. Şöyle ki, madde kapsamında, kovuşturma evresinde erteleme konusu
olabilecek yöntemler gösterilmiş olup, bu yöntemlerin belirlenmesinde hukuksal
ve demokratik toplum yönlerinden gereklilik durumu ortaya konulmamış, bu
yöntemler yoluyla işlenen, hukuksal konusu ne olursa olsun her türlü suçun
kapsama girdiği açıkça ifade edilmemiş, bu yönüyle belirsizlik ortaya
çıkmıştır. Bu yön, Anayasa'nın 2 nci maddesine aykırıdır.
Madde ile takdire bağlanmadan, belirtilen yöntemler söz konusu
olduğunda, kovuşturmanın ertelenmesi yoluna gidileceği öngörülmüş ancak, burada
da belirsizlik yaratılmıştır. Yine her durumda mı erteleme yoluna gidileceği,
yoksa beraat, düşme koşullarının oluşmadığı hallerde mi erteleme yoluna
gidileceği açıkça ortaya konulmamıştır. Bu belirsizlik, hukuk devleti
kurallarına aykırıdır. Gerçi maddenin son fıkrasında erteleme hallerinde,
ertelemeye konu kararın tekerrüre esas alınamayacağı ifade edilmekte olup, bu
durum mahkûmiyet koşullarının oluşması halinde kovuşturmanın ertelenmesine
karar verileceğini işaret etmekte ise de, ilk fıkrada ve ikinci fıkrada bu konu
açıkça ortaya konulmamıştır.
Beraat, düşme gibi kararlar, erteleme kararına göre sanığın daha
lehine olduğundan, koşulları oluşmuş ise, o yollara gidilmesi, mahkûmiyet
koşulları oluşması halinde ise erteleme yoluna gidilmesi gerekmesine rağmen,
madde ile yaratılan belirsiz düzenleme, açıklandığı üzere Anayasa'nın 2 nci
maddesi uyarınca hukuk devleti kurallarına aykırıdır.
Erteleme kararı verildiğinde, bu karar etkili bir denetim yoluna
yani, temyiz denetimine tabi değildir. Hele hele, her durumda erteleme kararı
veriliyorsa, bir de dosyanın etkili bir denetim yolu öngörülmeden bu şekildeki
bir denetim süresine tabi tutulması, kişinin masumiyet hakkını elinden alması
boyutu dışında ayrıca hukuk devleti kurallarına aykırıdır. Sadece mahkûmiyet
koşullarının varlığı halinde erteleme yoluna gidilmesi durumunda, verilen
kararın kendisi ve de ayrıca öngörülen denetim süresi boyunca da bu karara tabi
olaylar etkili bir incelemeye tabi olmayacak, bunun için kişinin mutlaka ikinci
bir suç işlemesi gerekecektir. Kişinin kovuşturmanın ertelenme süresi içinde
ikinci bir suç işlememesi durumunda düşme kararı verilecek, bir suç işlenmesi
durumunda ise o zaman erteleme kararı kaldırılacaktır. Bu süre içinde işlenen
ikinci suçun bağlı olduğu zamanaşımı hatta zamanaşımına bağlı olmayan bir suçta
olabileceği düşünüldüğünde, yine denetim süresi içinde veya hayatı boyunca
failin de saptanamaması söz konusu olabileceği karşısında, ikinci suçun
yargılamasının, ikinci suçun bağlı olduğu dava zamanaşımı kadar ya da
zamanaşımına bağlı olmaması durumunda bu ikinci yargılamanın süresiz
olabileceği düşünülürse, bu koşullarda bu madde uygulanamayacak, ilk kararlar
için etkili bir denetim de ortaya çıkmadığı için, ilk karar kaldırılıp düşme
veya başka bir karar da verilemeyecektir. Bu durumda, madde hukuken uygulanamaz
bir sonuç yaratmış, belirsizlikle dolu çelişkili bir durum ortaya çıkmıştır.
Adeta süresiz erteme hali söz konusu olmuştur. Bu ise kişinin hukuksal
durumunun mahkûm olmuş gibi sürekli askıda tutulmasına neden olmaktadır. Bu
tablo hukuk devleti ilke ve kuralarıyla, yine bilinebilirlik, belirlilik
unsurları yönünden de hukuk devleti kurallarıyla bağdaşmamaktadır. Bu yönüyle
düzenlemenin iptali, bu hükümler iptal edilince maddenin tamamının uygulama
yeteneği ortadan kalkacağı için maddenin tamamının iptaline karar verilmesi
gerekmektedir.
Belirtilen her iki fıkra, Anayasa'nın 5 nci maddesine aykırı olup,
bu fıkraların uygulanması durumunda adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak, akibeti
belirsiz ve sonuçlandırılmayacak işlemler ortaya çıkabilecektir. İşlenmiş bir
ikinci suçun varlığı halinde ancak ilk karar veya olay nedeniyle verilecek
kararın etkili denetimi söz konusu olabilecektir ki, ikinci suçun faili meçhul
kalması durumunda verilen ilk karar ve sonucu ne olacaktır! Madde de bu sorunun
yanıtı yer almamaktadır. Bu durum çok açıkça Anayasa'nın 5 nci maddesine aykırı
bir durum ortaya çıkarmıştır.
Yapılan bu düzenleme Anayasa'nın, temel hakların dokunulmaz, devredilmez
ve vazgeçilmez olduğunu düzenleyen 12 nci maddesine de aykırıdır. Çünkü
erteleme kararı etkili bir yasa yoluna tabi değildir. Kişinin temel haklar
kapsamındaki etkili yasa yolu hakkı elinden alınmaktadır. Daha sonra etkili bir
yasa yolunun söz konusu olabilmesi, faili meçhul kalmayacak ikinci bir suçun
varlığına bağlıdır ki, bu yolun işlemesi de bilinmezliklerle doludur. Bu
şekilde adil yargılama ve kararın etkili denetim hakkına dokunulduğu için,
düzenleme Anayasa'nın 12 nci maddesine aykırıdır.
Yapılan düzenleme Anayasa'nın 15/2 nci maddesine de aykırıdır.
Takdire bağlı olmadan erteleme hali yaratılıp, kişilerin temel haklarına
dokunularak etkili olmayan bir yasa yolu ortaya çıkarıldığından, kişinin bu
şekilde etkili bir yasa yolunu söz konusu edebilmesi için verilecek ilk kararla
tabi tutulacağı deneme süresi içinde, bir başka suç veya Anayasa'nın 15/2 nci
maddesinde belirtilen aynı yöntemleri kullanması halinde, verilecek yeni
kararla temyiz yolu ortaya çıkacak olup, bu şekilde kişinin aynı düşünce
ve/kanaatlerini açıklamaktan dolayı suçlanması yoluna da gidilecektir. Etkili
denetim yolunun ortaya çıkması, kişinin kendisini adeta aynı yöntemlerle
suçlatıcı davranış sergilemesiyleolanaklı kılınmaktadır. Ayrıca kişi kendini
ihbar etmek durumunda bırakılmakta, faili meçhul kalmayacak biçimde tüm
eylemlerini adeta bir olağanüstü hal baskısı içinde, devlete ihbar yükümlülüğü
altına sokulmaktadır.
Yapılan düzenleme Anayasa'nın 36 ncı maddesine aykırıdır. Madde
ile her durumda mı, yoksa mahkûmiyet koşulları oluştuğunda mı erteleme yoluna
gidileceği açıkça ortaya konulmadan belirsizlik yaratılmıştır. Kaldı ki diğer
durumlar bir tarafa, mahkûmiyet koşulları oluşan hallerde mutlaka erteleme
yoluna gidileceğinden, esas hakkında bir karar verilmemekte, erteleme süresi
içinde bu yasal düzenleme yoluyla, adil yargılama hakkı ihlal edilmekte,
yargılama uzatılmakta, bu erteleme kararı etkili bir yargısal denetime tabi
tutulmamakta, etkili bir yargısal denetim ancak, öngörülen denetim süresinin
sonunda verilecek kararla ortaya çıkabilmektedir ki, denetim süresi içinde
işlendiği söylenen suçun faili meçhul kalıp kalmayacağı halinin bilinemezliği
ve seçenekte gözetildiğinde, kişinin bir suç işleyip işlemediği kesin olarak
ortaya konulamayacağından, yasa yoluyla etkili biçimde hak aranamayacak, bu
şekilde adil yargılama hakkı ihlal edilmiş olacaktır. Bu nedenle belirtilen her
iki fıkra açıkça Anayasaya aykırı olduğundan iptali gerekmektedir. Bu fıkraların
iptali durumunda maddenin uygulama yeteneği kalmayacağı içinde, maddenin
bütünüyle iptal edilmesi gerekmektedir.
SONUÇ :
1- Gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere davada uygulanacak kural niteliğinde
bulunan;
a- 5237 sayılı Türk Ceza Yasası'nın 300 ncü maddesinin 1 nci
fıkrasının, Anayasa'nın 2, 10, 11, 13, 14/2, 25, 26, 90/son maddelerine
aykırılığı,
b-5237 sayılı Türk Ceza Yasası'nın 301 nci maddesinin 2 nci
fıkrasının, Anayasa'nın 2, 10, 11, 13, 14/2, 25, 26, 90/son maddelerine
aykırılığı,
c- 5237 sayılı Türk Ceza Yasası'nın 301 nci maddesinin 4 ncü
fıkrasının, Anayasa'nın 2, 10, 11, 13, 14/2, 25, 26, 90/son, 138 nci
maddelerine aykırılığı,
d-02.7.2012 tarih ve 6352 sayılı Yasa'nın Geçici 1 nci maddesinin
l/b fıkrasının ve bu maddenin 2 nci fıkrasının, yine anılan hükümler iptal
edilince uygulanma yeteneği kalmayan bu maddenin tamamının Anayasa'nın 2, 5,
12, 15, 36 ncı maddelerine aykırılığı karşısında,
iptal edilmeleri istemiyle Anayasa'nın 152 nci maddesi uyarınca
Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına,
2- Anayasa'nın 152/1. maddesi koşulları çerçevesinde Anayasa
Mahkemesine başvurulan konularda Anayasa Mahkemesi kararının beklenilmesine,
3- Yargılama ekonomisi gözetilerek, sanığın atılı suçlama
konusunda görevsizlik kararı tebliği ile savunmanın alınmasına, Anayasa'ya
aykırılık iddiası ve incelemesi gözetilerek özgürlüğünün kısıtlanmaması için
Türkiye'de bulunmayan sanık hakkında yakalama kararı çıkartılmamasına,
4- İddianame ve görevsizlik kararına konu edilen olaylar hakkında
Eyüp Kaya, Yasir Asan, İbrahim Hakseven ve Mehmet Aydemir'in tanık sıfatıyla
dinlenmelerine, bu nedenle bulundukları yerlerdeki asliye ceza mahkemelerine
yazı yazılmasına,
5- Bu nedenle duruşmanın 17.9.2013 saat 11.00'a bırakılmasına
karar verildi.""