ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı : 2011/42
Karar Sayısı : 2013/60
Karar Günü : 9.5.2013
R.G. Tarih-Sayı :
25.7.2014-29071
İPTAL DAVASINI AÇAN : Anamuhalefet
(Cumhuriyet Halk Partisi) Partisi Türkiye Büyük Millet Meclisi Grubu adına Grup
Başkanvekilleri Kemal ANADOL ve M. Akif HAMZAÇEBİ (E.2011/42)
İTİRAZ YOLUNA BAŞVURAN : İstanbul 15. İcra
Hukuk Mahkemesi (E.2012/42)
DAVA VE İTİRAZIN KONUSU : 13.2.2011 günlü, 6111
sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Sosyal Sigortalar ve Genel
Sağlık Sigortası Kanunu ve Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun'un;
1- 40. maddesiyle değiştirilen, 31.5.2006 günlü, 5510 sayılı
Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu'nun 86. maddesinin dördüncü
fıkrasının "Kurumca belirlenen işyerlerinde bu şart aranmaz."
biçiminde ikinci cümlesinin,
2- 53. maddesiyle, 17.7.1964 günlü, 506 sayılı Sosyal
Sigortalar Kanunu'nun geçici 20. maddesine eklenen fıkranın,
3- 64. maddesiyle değiştirilen, 5.6.1986 günlü, 3308 sayılı
Meslekî Eğitim Kanunu'nun 25. maddesinin birinci fıkrasının son cümlesinde yer
alan ".net tutarının yirmi ve üzerinde personel çalıştırılan
işyerlerinde." ve ".yirmiden az personel çalıştırılan
işyerlerinde yüzde 15'inden." ibarelerinin,
4- 67. maddesiyle, 1.7.1976 günlü, 2022 sayılı 65 Yaşını
Doldurmuş Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması
Hakkında Kanun'a eklenen geçici 2. maddenin birinci fıkrasında yer alan ".3
aylık süre içerisinde." ibaresinin,
5- 98. maddesiyle, 11.1.1954 günlü, 6219 sayılı Türkiye Vakıflar
Bankası Türk Anonim Ortaklığı Kanunu'na eklenen geçici 4. maddenin,
6- 101. maddesiyle değiştirilen, 14.7.1965 günlü, 657 sayılı
Devlet Memurları Kanunu'nun 68. maddesinin (B) bendinin ikinci paragrafının
".Başbakanlık ve bakanlıkların bağlı ve ilgili kuruluşlarının müsteşar
ve müsteşar yardımcıları ile en üst yönetici konumundaki genel müdür ve başkan
kadrolarına atanacaklar için tamamı, diğer kadrolara atanacaklar için."
bölümünün,
7- 115. maddesiyle, 657 sayılı Kanun'un başlığıyla birlikte
değiştirilen ek 8. maddesinin ikinci fıkrasının,
8- 133. maddesiyle, 8.6.1994 günlü, 3996 sayılı Bazı Yatırım
ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde Yaptırılması Hakkında
Kanun'un 12. maddesine eklenen fıkranın,
9- 166. maddesinin,
10- 169. maddesiyle, 9.12.1994 günlü, 4059 sayılı Hazine
Müsteşarlığı ile Dış Ticaret Müsteşarlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında
Kanun'a eklenen ek 3. maddenin;
a- İkinci fıkrasının;
aa- Birinci cümlesinde yer alan ".Türkiye İhracatçılar
Meclisi/İhracatçı Birlikleri; Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı ve
görevlendireceği ilgili diğer kurum ve kuruluşlar." ibaresinin,
ab- Dördüncü cümlesinde yer alan ".Türkiye İhracatçılar
Meclisi/İhracatçı Birlikleri, Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı ile Dış
Ticaret Müsteşarlığınca görevlendirilen ilgili diğer kurum ve kuruluşlar."
ibaresinin,
ac- Sekizinci ve dokuzuncu cümlelerinde yer alan ".Türkiye
İhracatçılar Meclisi/İhracatçı Birlikleri, Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı
ve görevlendirilen ilgili diğer kurum ve kuruluşlar." ibaresinin,
b- Üçüncü fıkrasında yer alan ".Türkiye İhracatçılar
Meclisi/İhracatçı Birlikleri, Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı ile Dış
Ticaret Müsteşarlığı tarafından bu madde çerçevesinde görevlendirilen ilgili
diğer kurum ve kuruluşların." ibaresinin,
11- 177. maddesiyle, 4.1.2002 günlü, 4734 sayılı Kamu İhale
Kanunu'nun 3. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (r) bendinin,
12- 179. maddesiyle değiştirilen, 4734 sayılı Kanun'un 68.
maddesinin (c) fıkrasının birinci cümlesindeki "projelerde"
ibaresinin,
13- 206. maddesiyle, 18.4.2001 günlü, 4646 sayılı Doğal Gaz
Piyasası Kanunu'nun 4. maddesinin dördüncü fıkrasının (d) bendine eklenen (3)
numaralı alt bendin "Ancak, başvurulardan birinde depolama faaliyetinin
yapılacağı sahada yer alan taşınmazların asgari yarısının mülkiyetinin lisans
başvurusunda bulunan tüzel kişi ve/veya ortaklarına ait olması ve/veya depolama
faaliyetinin yapılacağı sahada yer alan taşınmazların asgari yarısının üzerinde
lisans başvurusunda bulunan tüzel kişi ve/veya ortakları adına depolama
faaliyetinde bulunma imkanı verecek kullanma ve/veya irtifak hakkı ve benzer
izinlerin tesis edilmiş olması halinde bu başvuru kabul edilir; diğer
başvurular reddedilir." biçimindeki dördüncü cümlesinin,
14- 208. maddesiyle, 20.2.2008 günlü, 5737 sayılı Vakıflar
Kanunu'nun 7. maddesine eklenen fıkraların,
15- 209. maddesiyle, 5737 sayılı Kanun'a eklenen geçici 10.
maddenin,
16- Geçici 2. maddesinin (1) numaralı fıkrasının,
17- Geçici 17. maddesinin (1) numaralı fıkrasının,
Anayasa'nın 2., 6., 7., 10., 13., 35., 36., 46., 48., 49., 55.,
60., 69., 87., 123., 126., 127., 128., 135. ve 138. maddelerine aykırılığı
ileri sürülerek iptallerine ve yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesi
istemidir.
II- YASA METİNLERİ
A- Dava ve İtiraz Konusu Yasa Kuralları
Kanun'un iptali istenilen kuralları da içeren maddeleri şöyledir:
"MADDE 40- 5510 sayılı
Kanunun 86 ncı maddesinin dördüncü fıkrasının ikinci cümlesi "Kurumca
belirlenen işyerlerinde bu şart aranmaz." şeklinde değiştirilmiş
ve altıncı fıkrası yürürlükten kaldırılmıştır.
MADDE 53- 17/7/1964 tarihli ve 506
sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun geçici 20 nci maddesine aşağıdaki fıkra
eklenmiştir.
"Birinci fıkranın (b) bendinin uygulanmasında, yardımların
sağlanması ve bağlanması yönünden alt sınırın belirlenmesinde muadil miktar
karşılaştırması esas alınır. Ancak, gelir ve aylıkların artırılmasında 506
sayılı Kanuna göre bağlanan gelir ve aylıkların artırımına ilişkin hükümler
devir tarihine kadar uygulanmaz. 5510 sayılı Kanunun geçici 20 nci maddesinin
onikinci fıkrasında yer alan sınırlama dâhilinde sandıkların kuruluş
senetlerinde yer alan hükümler ve sandıkların uygulamaları saklıdır. Bu hüküm,
yürürlüğe girdiği tarihten önceki artışlarda ve görülmekte olan davalar
hakkında da uygulanır."
MADDE 64- 3308 sayılı Kanunun 25
inci maddesinin birinci fıkrasının son cümlesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiş,
dördüncü fıkrasına "Bakanlık" ibaresinden sonra gelmek üzere "ve
mesleki ve teknik eğitim yapan yükseköğretim kurumlarının bağlı olduğu
üniversitelerin" ibaresi eklenmiştir.
"Ancak, işletmelerde meslek eğitimi gören örgün eğitim
öğrencilerine, asgari ücretin net tutarının yirmi ve üzerinde personel
çalıştıran işyerlerinde yüzde 30'undan, yirmiden az personel
çalıştıran işyerlerinde yüzde 15'inden, aday çırak ve çırağa yaşına uygun
asgari ücretin yüzde 30'undan aşağı ücret ödenemez."
MADDE 67- 2022 sayılı Kanuna
aşağıdaki geçici madde eklenmiştir.
"GEÇİCİ MADDE 2- Bu maddenin yayımı tarihinden itibaren 3
aylık süre içerisinde talepte bulunan ve sosyal güvenlik mevzuatına
tabi olarak çalışmayan, sosyal güvenlik kurumlarından ya da yabancı bir ülke
sosyal güvenlik kurumundan her ne ad altında olursa olsun herhangi bir gelir
veya aylık almayan ve silikozis hastalığı nedeniyle meslekte kazanma gücünü en
az % 15 kaybettiğine Sosyal Güvenlik Kurumu Sağlık Kurulunca meslek
hastalıkları tespit hükümleri çerçevesinde karar verilen kişilere, bu maddede
belirtilen şartları sağlamaları halinde aşağıda belirtilen esaslara göre Sosyal
Güvenlik Kurumunca aylık bağlanır.
Meslekte kazanma gücünü;
a) % 15 ila % 34 arasında kaybedenlere 7000,
b) % 35 ila % 54 arasında kaybedenlere 8000,
c) % 55 ve üzerinde kaybedenlere 9000,
gösterge rakamının her yıl bütçe kanunu ile tespit edilecek aylık
katsayısı ile çarpımı sonucunda bulunan tutarda aylık bağlanır.
Yukarıda belirtilen şartlara göre aylık almakta iken ölen
silikozis hastasının; 5510 sayılı Kanunun 5 inci maddesinin birinci fıkrasının;
(a), (b) ve (e) bentleri hariç olmak üzere, 5510 sayılı Kanun veya yabancı bir
ülke mevzuatı kapsamında çalışmayan veya kendi sigortalılığı nedeniyle gelir
veya aylık almayan;
a) Dul eşine % 50'si, bu madde kapsamında aylık alan çocuğu
bulunmayan dul eşine % 75'i,
b) Çocuklarından;
1) 18 yaşını, lise ve dengi öğrenim görmesi halinde 20 yaşını,
yüksek öğrenim yapması halinde 25 yaşını doldurmayan ve evli olmayan veya,
2) Sosyal Güvenlik Kurumu Sağlık Kurulu kararı ile çalışma gücünü
en az % 60 oranında yitirip malul olduğu anlaşılanların veya,
3) Yaşları ne olursa olsan evli olmayan, evli olmakla beraber
sonradan boşanan veya dul kalan kızlarının,
her birine % 25'i,
oranında aylığın tamamı dağıtılacak şekilde aylık bağlanır. Eş ve
çocuklara bağlanacak aylıkların toplamı silikozis hastasına bağlanan aylığın
tutarını geçemez. Bu sınırın aşılmaması için gerekirse eş ve çocukların
aylıklarından orantılı olarak indirimler yapılır.
Eş ve çocukların aylıkları yukarıda belirtilen koşulların ortadan
kalkması halinde kesilir.
Bu maddeye göre tarafına aylık bağlanan silikozis hastası ile eş
ve çocuklarının tedavi giderleri, 18/6/1992 tarihli ve 3816 sayılı Ödeme Gücü
Olmayan Vatandaşların Tedavi Giderlerinin Yeşil Kart Verilerek Devlet
Tarafından Karşılanması Hakkında Kanun hükümlerine göre, Kanunun 2 nci
maddesinde belirtilen aile içindeki kişi başına düşen gelir payına
bakılmaksızın yeşil kart verilerek karşılanır.
Bu maddeye göre aylık alanların 5510 sayılı Kanuna göre çalışmaya
veya sosyal güvenlik kurumlarından ya da yabancı bir ülke sosyal güvenlik
kurumundan her ne ad altında olursa olsun gelir veya aylık almaya başlamaları
halinde aylıkları kesilir."
MADDE 98- 6219 sayılı Kanuna
aşağıdaki geçici madde eklenmiştir.
"GEÇİCİ MADDE 4- 6219 sayılı Kanunun değişik 18 inci maddesi,
1/1/2004 tarihinden itibaren geçerli olup, Banka ve ortaklıkları hakkında yargı
mercilerine açılmış davalar ve icra takipleri hakkında da uygulanır."
MADDE 101- 657 sayılı Kanunun 68
inci maddesinin (A) bendinin (d) alt bendi yürürlükten kaldırılmış, (B)
bendinin ikinci paragrafı aşağıdaki şekilde değiştirilmiş, maddenin sonuna
aşağıdaki bent eklenmiştir.
"Ancak, bu şekilde bir atamanın yapılabilmesi için ilgilinin;
a) 1 inci dereceli kadrolardan ek göstergesi 5300 ve daha yukarıda
olanlar için en az 12 yıl,
b) 1 inci ve 2 nci dereceli kadrolardan ek göstergesi 5300'den az
olanlar için en az 10 yıl,
c) 3 üncü ve 4 üncü dereceli kadrolar için en az 8 yıl,
hizmetinin bulunması ve yükseköğrenim görmüş olması şarttır. Dört
yıldan az süreli yükseköğrenim görenler için bu sürelere iki yıl ilave edilir.
Bu sürelerin hesabında; 8/6/1984 tarihli ve 217 sayılı Kanun Hükmünde
Kararnamenin 2 nci maddesi kapsamına dâhil kurumlarda fiilen çalışılan süreler
ile Yasama Organı Üyeliğinde, belediye başkanlığında, belediye ve il genel
meclisi üyeliğinde, kanunlarla kurulan fonlarda, muvazzaf askerlikte, okul
devresi dâhil yedek subaylıkta ve uluslararası kuruluşlarda geçen sürelerin
tamamı ile yükseköğrenim gördükten sonra özel kurumlarda veya serbest olarak
çalıştıkları sürenin; Başbakanlık ve bakanlıkların bağlı ve ilgili
kuruluşlarının müsteşar ve müsteşar yardımcıları ile en üst yönetici
konumundaki genel müdür ve başkan kadrolarına atanacaklar için tamamı, diğer
kadrolara atanacaklar için altı yılı geçmemek üzere dörtte üçü dikkate
alınır."
"C) Derece yükselmesi ile ilgili onay mercii atamaya yetkili
amirdir. Müşterek kararla atanmış olanların derece yükselmeleri, ilgili bakanın
veya yetkili kıldığı makamın onayı ile yapılır. Üst derece kadroya atanmış olup
da kazanılmış hak ve emeklilik keseneğine esas aylık dereceleri daha aşağıda
bulunanların (45 inci maddenin ikinci fıkrasına göre yapılan atamalar hariç),
kazanılmış hak ve emeklilik keseneğine esas aylık derecelerinin yükseltilmeleri
için, bu hâlin devamı süresince yukarıda belirtilen onay aranmaz."
MADDE 115- 657 sayılı Kanunun ek
8 inci maddesi başlığıyla birlikte aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
"Kurumlar arası geçici süreli görevlendirme:
EK MADDE 8- Memurlar, geçici görevlendirme yapmak isteyen kurumun
talebi ve çalıştıkları kurumun izni ile diğer kamu kurum ve kuruluşlarında
aşağıda belirtilen şartlarla geçici süreli olarak görevlendirilebilir:
a) Yurtdışında görevlendirilen güvenlik görevlileri hariç olmak
üzere, memurun görevlendirileceği kurumda göreve ilişkin 4 üncü ve daha yukarı
bir dereceden boş bir kadronun bulunması şarttır.
b) Geçici süreli görevlendirilen memurlar, geçici süreli olarak
görevlendirildikleri kurumların mevzuatına uymakla yükümlüdür.
c) Geçici süreli olarak görevlendirilen memurlar, yurtdışında
görevlendirilen güvenlik görevlileri hariç olmak üzere, aylıkları ile diğer
malî ve sosyal haklarını kurumlarından alır. Bu memurların kadroları ile
ilişkileri, kendi sınıf ve derecelerindeki terfi ve emeklilik hakları devam
eder.
d) Geçici süreli görevlendirme süresi bir yılda altı ayı geçemez.
Yurtdışında görevlendirilen güvenlik görevlileri için geçici görevlendirme
süresi en çok iki yıldır; gerekli görülmesi hâlinde bu süre bir katına kadar
uzatılabilir.
e) Geçici süreli görevlendirmenin, memurların göreviyle ilgili
olması şarttır.
f) Geçici süreli görevlendirmede memurun muvafakati aranır.
Birinci fıkrada belirtilen hâller dışında memurlar, kamu yararı ve
hizmet gerekleri sebebiyle ihtiyaç duyulması hâlinde kurumlarınca, Devlet
Personel Başkanlığının uygun görüşü alınarak diğer kamu kurum ve kuruluşlarında
altı aya kadar geçici süreli olarak görevlendirilebilir."
MADDE 133- 3996 sayılı Kanunun 12
nci maddesine aşağıdaki fıkra eklenmiştir.
"Yap-işlet-devret modeli ile yapılacak projelerde ilgili
idaresince 4/1/2002 tarihli ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanununa tabi olunmadan
yapım ve işletme sürelerinde müşavirlik hizmet alımı yapılabilir. Söz
konusu hizmet alımına ilişkin esas ve usuller ilgili bakanlıklar tarafından
belirlenir."
MADDE 166- (1) İl özel
idarelerinin sürekli işçi kadrolarında çalışan ihtiyaç fazlası işçiler,
Karayolları Genel Müdürlüğünün taşra teşkilatındaki sürekli işçi kadrolarına,
belediyelerin (bağlı kuruluşları hariç) sürekli işçi kadrolarında çalışan
ihtiyaç fazlası işçiler, Milli Eğitim Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğünün
taşra teşkilatındaki sürekli işçi kadroları ile sürekli işçi norm kadro
dâhilinde olmak üzere ihtiyacı bulunan mahalli idarelere atanır.
(2) İhtiyaç fazlası işçilerin tespitini yapmak üzere vali veya
görevlendireceği vali yardımcısının başkanlığında, il emniyet müdürü,
defterdar, il milli eğitim müdürü, Türkiye İş Kurumu il müdürü, Karayolları
Genel Müdürlüğü bölge müdürü, il mahalli idareler müdürü ve işçi devreden
işyerinde toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkili işçi sendikası temsilcisinden
oluşan bir komisyon kurulur.
(3) Tespitin yapılmasına esas işçilerin listesi; birinci fıkrada
belirtilen mahalli idareler tarafından bu Kanunun yayımından itibaren kırkbeş
gün içinde gerekçesi ile birlikte komisyona sunulur. İhtiyaç fazlası olarak
bildirilen işçilerden norm kadro fazlası olanlar komisyon tarafından birinci
fıkrada belirtilen kurumlara atanmak üzere tespit edilir. Mahalli idarelerin
norm kadrosu dâhilinde olup da ihtiyaç fazlası olarak bildirilen işçiler ise,
5393 sayılı Belediye Kanununun 49 uncu maddesindeki oranlar, kurumun bütçe
dengesi, norm kadrosu ve yürütmekle görevli olduğu hizmetin gereği ile nüfus
kriterleri değerlendirilmek suretiyle birinci fıkrada belirtilen kurumlara
atanmak üzere tespit edilir. İldeki diğer kamu kurum ve kuruluşlarının talepte
bulunması halinde, özelleştirme programında bulunan kuruluşlar hariç olmak
üzere işçinin muvafakatı alınmak kaydıyla bu idarelerde sürekli işçi statüsünde
istihdam edilmek üzere atama işlemi yapılabilir. Komisyon çalışmasını kırkbeş
gün içinde tamamlar. Bu listelerin tespitinden sonra valilerce atama yapılır.
(4) Bu madde kapsamında valilikler tarafından atama işleminin kamu
kurum ve kuruluşlarına bildirim yapıldığı tarih itibarıyla sürekli işçi
kadroları, diğer kanunlardaki hükümlere bakılmaksızın ve başka bir işleme gerek
kalmaksızın ihdas ve tahsis edilmiş sayılır. İlgili kurumlar sürekli işçi
kadrolarına yapılan atama işlemini onbeş gün içinde tekemmül ettirerek
sonuçlandırır. Atama işlemi yapılan personel ilgili valilikler tarafından
en geç on gün içinde Devlet Personel Başkanlığına bildirilir.
(5) Ataması tekemmül ettirilen işçiler, çalıştıkları kurumlarınca
atama emirlerinin tebliğini izleyen günden itibaren beş iş günü içinde yeni
görevlerine başlamak zorundadırlar. Bu süre içinde yeni kurumunda işe
başlamayan işçilerin atamaları iptal edilerek 22/5/2003 tarihli ve 4857 sayılı
İş Kanununun 17 nci maddesine göre iş sözleşmeleri sona erdirilir.
(6) Devredilen işçilerin ücret ile diğer malî ve sosyal hakları;
toplu iş sözleşmesi bulunan işçiler bakımından yenileri düzenleninceye kadar
devir işleminden önce tabi oldukları toplu iş sözleşmesi hükümlerine göre,
toplu iş sözleşmesi olmayan işçiler bakımından 2010 yılı Kasım ayında geçerli
olan bireysel iş sözleşmesi hükümlerine göre belirlenir. Devre konu işçiler
bakımından devir tarihinden önce doğmuş ve devir tarihinde ödenmesi gereken
borçlardan devralan kurum sorumlu tutulamaz. Kıdem tazminatına ilişkin hükümler
saklıdır.
(7) Bu madde kapsamında işçi nakleden mahalli idarelerin nakil
sonrasında oluşan işçi sayısında beş yıl süreyle artış yapılamaz.
(8) Bu madde kapsamında işçi nakleden mahalli idarelerce üç yıl
süreyle, gerçekleşen en son yıl bütçe gideri içinde yer alan hizmet alımı
tutarının, 213 sayılı Vergi Usul Kanununa göre belirlenecek yeniden değerleme
oranında artırılarak hesaplanacak tutarı aşmayacak şekilde hizmet alımı için
harcama yapılabilir. Bu kapsamda yapılacak harcamaların hizmet gereklerine
dayalı olarak belirlenen sınırdan fazla yapılmasının gerekmesi halinde İçişleri
Bakanlığından izin alınması zorunludur.
(9) Bu maddenin uygulanmasına ilişkin olarak gerekli görülmesi
halinde, Maliye Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Devlet
Personel Başkanlığı ve ilgili diğer kurumların görüşünü alarak uygulamayı
yönlendirmeye ve ortaya çıkabilecek tereddütleri gidermeye İçişleri Bakanlığı
yetkilidir.
MADDE 169- 9/12/1994
tarihli ve 4059 sayılı Hazine Müsteşarlığı ile Dış Ticaret Müsteşarlığı
Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunun geçici 5 inci maddesinde yer alan
"Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonu ve" ibaresi madde metninden
çıkarılmış ve Kanuna aşağıdaki ek madde eklenmiştir.
"EK MADDE 3- İhracata yönelik devlet yardımları kapsamında
Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonu ile ilgili yetki ve görevler ile her türlü
işlemler Dış Ticaret Müsteşarlığı tarafından yürütülür. İhracata yönelik devlet
yardımlarına ilişkin mevzuatla Hazine Müsteşarlığına yapılan atıflar Destekleme
ve Fiyat İstikrar Fonu bakımından Dış Ticaret Müsteşarlığına yapılmış sayılır.
Dış Ticaret Müsteşarlığı, Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonundan
ihracata yönelik devlet yardımları kapsamında yapılan ödemelere ilişkin iş ve
işlemleri, bağlı kuruluşları olan İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi/Türkiye
İhracatçılar Meclisi/İhracatçı Birlikleri; Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı
ve görevlendireceği ilgili diğer kurum ve kuruluşlar vasıtasıyla da
gerçekleştirebilir. İhracata yönelik devlet yardımları kapsamında Destekleme
Fiyat İstikrar Fonuna aktarılmak üzere ilgili yıl merkezi yönetim bütçe
kanununda Dış Ticaret Müsteşarlığı bütçesi için öngörülen ödenek, ilgili
mevzuatı çerçevesinde yapılacak destek ödemelerinde kullanılmak üzere, ilgili
kuruluşlar tarafından bildirilen tutarların karşılanması için Destekleme ve
Fiyat İstikrar Fonuna tahakkuka bağlanmak suretiyle ödenir. Aktarılan bu tutar,
ihracata yönelik devlet yardımlarına dair mevzuat hükümleri çerçevesinde
kullandırılır. Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonundan ihracata yönelik devlet
yardımları kapsamında yapılan destek ödemelerinin İhracatı Geliştirme Etüd
Merkezi/Türkiye İhracatçılar Meclisi/İhracatçı Birlikleri, Türkiye Teknoloji
Geliştirme Vakfı ile Dış Ticaret Müsteşarlığınca görevlendirilen ilgili diğer
kurum ve kuruluşlarvasıtasıyla yapılması halinde, ilgili mevzuatında
belirtilen usul ve esaslar çerçevesinde destekten yararlanmak isteyen başvuru
sahipleri bu kuruluşlara başvurur. Başvuruya istinaden bu kuruluşlarca ilgili
mevzuatında belirtilen esas ve usuller kapsamında inceleme yapılır ve destek
ödemeleri tutarları tespit edilir. Destek ödemelerine ilişkin tahakkuk
listeleri bu kuruluşlarca Dış Ticaret Müsteşarlığına sunularak Destekleme ve
Fiyat İstikrar Fonundan başvuru sahiplerinin hesabına aktarılması gereken
tutarlar bildirilir. Dış Ticaret Müsteşarlığı bu tahakkuk listelerine istinaden
Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonundan gerekli ödemelerin yapılmasını ilgili mevzuatında
belirtilen esas ve usuller çerçevesinde sağlar. Destekleme ve Fiyat İstikrar
Fonundan bu şekilde yapılan destek ödemelerine ilişkin olarak Türkiye
İhracatçılar Meclisi/İhracatçı Birlikleri, Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı
ve görevlendirilen ilgili diğer kurum ve kuruluşlar Dış Ticaret
Müsteşarlığına karşı mali açıdan sorumludur. Destekleme ve Fiyat İstikrar
Fonundan ihracata yönelik devlet yardımları kapsamında verilen krediler ile
yapılan fazla ve/veya yersiz ödemeler amme alacağı sayılır ve Türkiye
İhracatçılar Meclisi/İhracatçı Birlikleri, Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı
ve görevlendirilen ilgili diğer kurum ve kuruluşlar nezdinde 6183
sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümlerine göre takip ve
tahsil edilir. Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce ihracata yönelik
devlet yardımları kapsamında yapılan ödemelere ilişkin olarak ortaya çıkmış
veya çıkacak hukuki ihtilaflar sonucunda mahkemelerce hak sahiplerine
ödenmesine karar verilen devlet yardımları kapsamındaki ödemeler de Dış Ticaret
Müsteşarlığınca Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonundan yapılır.
Bu madde kapsamında Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonundan yapılan
ihracata yönelik devlet yardımlarının harcanması, belgelendirilmesi,
muhasebeleştirilmesi, belgelerin muhafazası ve ibrazı, raporlanması, kontrolü
ile İhracatı Geliştirme Etüd Merkezi/Türkiye İhracatçılar Meclisi/İhracatçı
Birlikleri, Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı ile Dış Ticaret Müsteşarlığı
tarafından bu madde çerçevesinde görevlendirilen ilgili diğer kurum ve
kuruluşların Dış Ticaret Müsteşarlığınca denetimine ilişkin esas ve usuller
Dış Ticaret Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakanlıkça belirlenir.
4572 sayılı Tarım Satış Kooperatif ve Birlikleri Hakkında Kanun ve ilgili
diğer mevzuat hükümleri uyarınca, Tarım Satış Kooperatif ve Birlikleri ile
ilgili olarak Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonu kapsamındaki yetki ve görevler
ile her türlü işlemler Hazine Müsteşarlığının bağlı olduğu Bakan ve Hazine
Müsteşarlığı tarafından yürütülür. Destekleme ve Fiyat İstikrar Fonunun ilgili
mevzuat kapsamında devir tarihi itibarıyla Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankası
nezdindeki gider hesabı bakiyesi genel bütçeye gelir kaydedilmek üzere Hazine
İç Ödemeler Muhasebe Biriminin Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası nezdindeki
hesabına aktarılır. Bu tarihten sonra Tarım Satış Kooperatif ve Birlikleri
tarafından yapılacak kredi geri ödemeleri genel bütçeye gelir kaydedilmek üzere
aynı hesaba aktarılır. Bu fıkra ile ilgili esas ve usuller Bakanlar Kurulu
kararı ile belirlenir."
MADDE 177- 4734 sayılı Kanunun 3
üncü maddesinin birinci fıkrasına 22/2/2007 tarihli ve 5583 sayılı Kanunun 9
uncu maddesi ile eklenen "(k)" bendi "(p)" bendi olarak
teselsül ettirilmiş, fıkraya aşağıdaki bent eklenmiştir.
"r) Fakir ailelere kömür yardımı yapılmasına ilişkin Bakanlar
Kurulu kararnameleri kapsamında; işleticisi kim olursa olsun, Türkiye Kömür
İşletmeleri Kurumu Genel Müdürlüğünün kendisine veya bağlı ortaklık veya
iştiraklerine ait olan kömür sahalarından yapacağı mal ve hizmet
alımları,"
MADDE 179- 4734 sayılı Kanunun 68
inci maddesinin (c) fıkrasının birinci cümlesinde yer alan "toplu konut
projelerinde" ibaresi "projelerde" olarak
değiştirilmiştir.
MADDE 206- 18/4/2001 tarihli ve
4646 sayılı Doğal Gaz Piyasası Kanununun 4 üncü maddesinin dördüncü fıkrasının
(d) bendine aşağıdaki alt bent eklenmiştir.
"3) Yapılmış ve yapılacak depolama lisansı başvurularında;
başvuruya konu yerin il, ilçe, köy, mahalle, ada, parsel bilgilerini de içeren
bilgiler Kurum internet sayfasında duyurulur. Duyuruda belirlenecek sürede,
duyuru konusu yerde faaliyet göstermek üzere başka doğal gaz depolama lisansı
başvurusunun olması durumunda, başvuruda bulunan tüzel kişilerin depolama
lisansı almak için aranılan şartları taşımaları kaydı ile; lisans
başvurularının değerlendirilmesi Kurul tarafından belirlenecek kriterler esas
alınarak yapılır. Bu değerlendirme sonucunda birden fazla başvurunun kalması
durumunda bu tüzel kişiler arasında lisans bedelinin artırılması esasına göre
yarışma yapılır. Ancak, başvurulardan birinde depolama faaliyetinin
yapılacağı sahada yer alan taşınmazların asgari yarısının mülkiyetinin lisans
başvurusunda bulunan tüzel kişi ve/veya ortaklarına ait olması ve/veya depolama
faaliyetinin yapılacağı sahada yer alan taşınmazların asgari yarısının üzerinde
lisans başvurusunda bulunan tüzel kişi ve/veya ortakları adına depolama
faaliyetinde bulunma imkanı verecek kullanma ve/veya irtifak hakkı ve benzer
izinlerin tesis edilmiş olması halinde bu başvuru kabul edilir; diğer
başvurular reddedilir. Başvurunun duyurusu, değerlendirme kriterleri
ve yarışmaya ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle düzenlenir."
MADDE 208- 20/2/2008 tarihli ve
5737 sayılı Vakıflar Kanununun 7 nci maddesine aşağıdaki fıkralar eklenmiştir.
"İntifa haklarına ilişkin talepler galle fazlası almaya hak
kazanıldığını gösteren mahkeme kararının kesinleştiği tarihten itibaren beş yıl
geçmekle düşer.
Mazbut vakıflarda intifa hakları, galle fazlası almaya hak
kazanıldığını gösteren mahkeme kararının kesinleştiği tarihten itibaren, vakfın
son beş yıl içindeki malvarlığı, gelirleri ve giderleri ile sınırlı olmak ve
galle fazlasının mevcudiyeti şartıyla Genel Müdürlükçe belirlenir."
MADDE 209- 5737
sayılı Kanuna aşağıdaki geçici madde eklenmiştir.
"GEÇİCİ MADDE 10- Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih
itibarıyla bu Kanunun 7 nci maddesine eklenen hükümler, bu maddenin yürürlüğe
girdiği tarihten önce açılmış ve halen devam eden intifa haklarının ödenmesi,
malvarlığı ve gelirlerinin tespitine ilişkin davalarda da uygulanır."
GEÇİCİ MADDE 2- (1) Bu
Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onbeş yıl süreyle geçerli olmak
üzere; 4/11/1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun geçici 6 ncı
maddesi hükmü, 4/11/1983 tarihinden sonraki kamulaştırmasız el koyma
işlemlerine de uygulanır. Ancak, bu tarihten sonraki
kamulaştırmasız el koyma işlemleri sebebiyle açılan tazminat davalarında
verilen ve kesinleşen mahkeme kararlarına istinaden 2942 sayılı Kanunun geçici
6 ncı maddesinin yedinci fıkrası uyarınca ödemelerde kullanılmak üzere, ihtiyaç
olması halinde, idarelerin yılı bütçelerinde sermaye giderleri için öngörülen
ödeneklerden ayrıca yüzde beş pay ayrılır.
GEÇİCİ MADDE 17- (1) Bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten
önce haklarında kapatma kararı verilen siyasi partilerden; kapatma kararının
verildiği tarihten önceki döneme ilişkin olarak kesin hesabın verilmemiş olması
nedeniyle Anayasa Mahkemesi tarafından denetim yapılmadığı için hesapları
hakkında karar verilmemiş olanların Hazineye intikal etmesi gereken
malvarlığına ilişkin olarak sorumlular aleyhine açılmış ve bu Kanunun
yayımlandığı tarih itibarıyla kesin hükme bağlanmamış davalardan; davalıların
davaya konu alacak aslının % 50'sini ve bu tutara alacağın Hazineye intikali
gereken tarihten bu Kanunun yayımlandığı tarihe kadar geçen süreye TEFE/ÜFE
aylık değişim oranları esas alınarak hesaplanacak tutarı, bu Kanunun 18 inci
maddesinin üçüncü fıkrasında öngörülen süre ve şekilde ödemeleri şartıyla,
vazgeçilir ve kalan alacak aslı ile fer'i tutarlar tahsil edilmez. Bu şekilde
hesaplanan fer'i tutar bu maddeye göre ödenmesi gereken asıl alacak tutarının
yarısını geçemez. Bu hükümden yararlanmak isteyen davalıların Kanunun yayımını
izleyen ikinci ayın sonuna kadar başvuruda bulunmaları şarttır. Bu madde
hükmünden yararlanılması halinde yargılama masrafı ve vekâlet ücretleri
karşılıklı olarak talep edilmez. Madde hükmünden yararlanmak üzere başvuruda
bulunulduğu halde taksitlerden birinin ödenmemesi halinde madde hükmüne göre
ödenmesi gereken alacağın tamamı muaccel olur ve muaccel hale geldiği tarihten
itibaren 6183 sayılı Kanunun 51 inci maddesine göre belirlenen gecikme zammı
oranında bir faiz ile birlikte başkaca bir işleme gerek kalmaksızın tahsil
edilir."
B- Dayanılan Anayasa Kuralları
Dava dilekçesi ve başvuru kararında, Anayasa'nın 2., 6., 7., 10.,
13., 35., 36., 46., 48., 49., 55., 60., 69., 87., 123., 126., 127., 128., 135.
ve 138. maddelerine dayanılmıştır.
III- İLK İNCELEME
A- E.2011/42 Sayılı Başvuru Yönünden
Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün 8. maddesi gereğince Haşim KILIÇ,
Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Serruh KALELİ, Fulya KANTARCIOĞLU, Ahmet AKYALÇIN,
Mehmet ERTEN, Fettah OTO, Serdar ÖZGÜLDÜR, Zehra Ayla PERKTAŞ, Recep KÖMÜRCÜ,
Alparslan ALTAN, Burhan ÜSTÜN, Engin YILDIRIM, Nuri NECİPOĞLU, Hicabi DURSUN,
Celal Mümtaz AKINCI ve Erdal TERCAN'ın katılımlarıyla 4.5.2011 gününde yapılan
ilk inceleme toplantısında;
1- Dosyada eksiklik bulunmadığından işin esasının incelenmesine,
2- Yürürlüğü durdurma isteminin
esas inceleme aşamasında karara bağlanmasına,
OYBİRLİĞİYLE karar
verilmiştir.
B- E.2012/42
Sayılı Başvuru Yönünden
Anayasa Mahkemesi
İçtüzüğü'nün 8. maddesi gereğince Haşim KILIÇ, Serruh KALELİ, Alparslan ALTAN,
Fulya KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, Serdar ÖZGÜLDÜR, Osman Alifeyyaz PAKSÜT,
Zehra Ayla PERKTAŞ, Recep KÖMÜRCÜ, Burhan ÜSTÜN, Engin YILDIRIM, Nuri NECİPOĞLU,
Hicabi DURSUN, Celal Mümtaz AKINCI, Erdal TERCAN, Muammer TOPAL ve Zühtü
ARSLAN'ın katılımlarıyla 17.5.2012 gününde yapılan ilk inceleme toplantısında,
dosyada eksiklik bulunmadığından işin esasının incelenmesine OYBİRLİĞİYLE karar
verilmiştir.
IV- BİRLEŞTİRME KARARI
13.2.2011 günlü, 6111 sayılı Bazı Alacakların Yeniden
Yapılandırılması ile Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ve
Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında
Kanun'un geçici 2. maddesinin iptaline karar verilmesi istemiyle yapılan itiraz
başvurusuna ilişkin davanın, aralarındaki hukuki irtibat nedeniyle E.2011/42
sayılı dava ile BİRLEŞTİRİLMESİNE, E.2012/42 sayılı dosyanın esasının
kapatılmasına, esas incelemenin E.2011/42 sayılı dosya üzerinden yürütülmesine,
17.5.2012 gününde OYBİRLİĞİYLE karar verilmiştir.
V- ESASIN İNCELENMESİ
Dava dilekçesi, başvuru kararı ve ekleri, Raportör Selim
ERDEM tarafından hazırlanan işin esasına ilişkin rapor, iptal ve itiraz
konusu yasa kuralları, dayanılan Anayasa kuralları ve bunların gerekçeleri ile
diğer yasama belgeleri okunup incelendikten sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
A- Kanun'un 40. Maddesiyle Değiştirilen, 5510 Sayılı Kanun'un 86.
Maddesinin Dördüncü Fıkrasının "Kurumca belirlenen işyerlerinde bu şart
aranmaz." Biçimindeki İkinci Cümlesinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, ay içinde bazı işgünlerinde çalıştırılmadığı ve
ücret ödenmediği beyan edilen sigortalıların, otuz günden az çalıştıklarını
ispatlayan belgelerin işverence ilgili aya ait aylık prim ve hizmet belgesine
eklenmesi yükümlülüğünden muaf tutulacak işyerlerini belirleme yetkisinin,
amaç, ilke ve sınırları belirtilmeksizin ve bir ölçüye bağlanmaksızın Sosyal
Güvenlik Kurumuna (SGK) verilmesinin hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmayacağı, bu
şekilde Kuruma yetki verilmesinin yasama yetkisinin devri anlamına geldiği,
yapılan değişiklikle bir yandan kısmi zamanlı çalışma, işçiler aleyhine
genişletilirken diğer yandan kısmi zamanlı çalışmayı haklı kılan nedenlere
ilişkin belge ibraz etme yükümlülüğünün idarenin takdirine bırakılmasının
emeğin istismarına yol açacağı ve bu bağlamda düzenlemenin sosyal devlet
ilkesine de aykırı olduğu belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 2., 7. ve 60.
maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Kanun'un 40. maddesiyle değiştirilen, 5510 sayılı Kanun'un
86. maddesinin dördüncü fıkrasının birinci cümlesinde, ay içinde bazı
işgünlerinde çalıştırılmadığı ve ücret ödenmediği beyan edilen sigortalıların,
otuz günden az çalıştıklarını ispatlayan belgelerin işverence ilgili aya ait
aylık prim ve hizmet belgesine eklenmesinin şart olduğu belirtilmiş; dava
konusu ikinci cümlesinde ise bu kurala istisna getirilerek SGK tarafından
belirlenen işyerlerinde bu şartın aranmayacağı hükme bağlanmıştır.
Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen sosyal hukuk devleti, insan
haklarına dayanan, kişilerin huzur, refah ve mutluluk içinde yaşamalarını
güvence altına alan, kişi hak ve özgürlükleriyle kamu yararı arasında adil bir
denge kurabilen, çalışma hayatını geliştirerek ve ekonomik önlemler alarak
çalışanlarını koruyan, onların insan onuruna uygun hayat sürdürmelerini
sağlayan, milli gelirin adalete uygun biçimde dağıtılması için gereken
önlemleri alan, sosyal güvenlik hakkını yaşama geçirebilen, güçsüzleri güçlüler
karşısında koruyarak sosyal adaleti ve toplumsal dengeleri gözeten devlettir.
Anayasa'nın 60. maddesinde de "Herkes, sosyal güvenlik
hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve
teşkilatı kurar." denilmektedir. Bu maddeye göre, sosyal güvenlik
herkes için bir hak ve bunu gerçekleştirmek ise Devlet için bir görevdir.
Sosyal güvenlik hakkı, sosyal sigorta kuruluşlarınca kendi kuralları
çerçevesinde yerine getirilir. Sosyal sigortanın kapsamı, sigorta alanı ve
içerdiği riskler ile alınacak primler kanunlarla belirlenmiştir. Sosyal
güvenliğin ve sigortanın varlık nedeni sosyal risklerin karşılanmasıdır.
Sosyal güvenlik, bireylerin istek ve iradeleri dışında oluşan
sosyal risklerin, kendilerinin ve geçindirmekle yükümlü oldukları kişilerin
üzerlerindeki gelir azaltıcı ve harcama artırıcı etkilerini en aza indirmek,
ayrıca sağlıklı ve asgari hayat standardını güvence altına alabilmektir. Bu güvencenin
gerçekleştirilebilmesi için sosyal güvenlik kuruluşları oluşturularak,
kişilerin yaşlılık, hastalık, malûllük, kaza ve ölüm gibi sosyal risklere karşı
asgari yaşam düzeylerinin korunması amaçlanmaktadır. Bu amaç, sosyal sigorta
kuruluşlarınca, kendi kuralları çerçevesinde gerçekleştirilir ve yerine
getirilir.
5510 sayılı Kanun'un 86. maddesine göre, işverenler bir ay içinde
çalıştırdıkları sigortalıların ad ve soyadlarını, kimlik numaralarını, prime
esas kazançlarını, prim ödeme gün sayıları ile prim tutarlarını gösteren aylık
prim ve hizmet belgelerini SGK'ya bildirmekle yükümlüdürler. Dava konusu kural
ise SGK'ya, ay içinde bazı işgünlerinde çalıştırılmadığı ve ücret ödenmediği
beyan edilen sigortalıların, otuz günden az çalıştıklarını ispatlayan
belgelerini ilgili aya ait aylık prim ve hizmet belgesine eklemek zorunda
olmayan işyerlerini belirleme yetkisi verilmesine ilişkindir.
Ay içinde bazı işgünlerinde çalıştırılmayan ve ücret ödenmeyen
sigortalıların, bu durumlarını ispatlayan belgeleri ibraz etmek zorunda olmayan
işyerlerini belirleme yetkisinin, belge ibrazından muaf tutulacak işyerlerinin
günün şartlarına ve ihtiyaca göre belirlenebilmesi, iş ve işlemlerin, gerek
işveren ve sigortalılar gerekse Kurum yönünden en uygun koşullarla yerine
getirilmesinin sağlanması amacıyla SGK'ya verilmesinin hukuk devleti ilkesine
aykırı bir yönü bulunmamaktadır.
Devletin Anayasa'da güvence altına alınan sosyal güvenlik
haklarının yaşama geçirilmesi için gerekli teşkilatı kurması ve diğer önlemleri
alması, sosyal güvenlik politikalarını bilimsel verilere göre belirlemesi ve
bunun için gerekli yasal düzenlemeleri yapması doğaldır. Sosyal sigorta
programlarının sigortacılık ilkeleri ve çağdaş standartlarla uyumu ve mali
açıdan sürdürülebilirliği, sosyal sigorta kuruluşlarının idari ve mali
etkinliklerinin artırılması için gerekli rejimin oluşturulmasını zorunlu kılar.
Nesnel ve sürekli kurallarla sağlam ve sağlıklı temellere oturtulmayan bir
sosyal güvenlik sisteminin sürdürülebilir olması düşünülemez. Bu düzenin
korunması Anayasa'nın 60. maddesinde yer alan sosyal güvenlik hakkının
güvenceye alınması için de zorunludur.
Ülkemizde sosyal güvenliği kendi kuralları çerçevesinde
gerçekleştirme görev ve yetkisi SGK'ya verilmiştir. 5502 sayılı Sosyal Güvenlik
Kurumu Kanunu'na göre SGK'nın amacı, sosyal sigortacılık ilkelerine dayalı,
etkin, adil, kolay erişilebilir, aktüeryal ve mali açıdan sürdürülebilir bir
sosyal güvenlik sistemini yürütmektir. Sosyal güvenlik sistemi içerisinde
primli sistem olarak adlandırılan sisteme göre çalışmakta olan SGK, ülkenin
ekonomik gelişmesi ve mali gücü ile kurumun aktüeryal dengesini göz önünde
bulundurarak sosyal güvenlik alanında tedbirler almakla görevlidir.
5510 sayılı Kanun'da kimlerin sigortalı sayılacağı, sigortalılığın
başlangıcı ve sona ermesi, işyerlerinin bildirilmesi, işverenler ile
sigortalıların hak ve yükümlülükleri, sigorta kollarına göre prim oranları,
ödenecek primlerin miktarı ve ödenme zamanı, verilmesi gereken bilgi ve
belgeler, bunları vermeyenler hakkında uygulanacak cezalar vb. sosyal
güvenlikle ilgili temel esaslar gösterilmiştir.
Diğer taraftan, belge ibraz etme yükümlülüğünden muaf tutulacak
işyerlerinin SGK tarafından belirlenmesinin, işçilerin çalışma süresi, sosyal
güvenlik hakkı ve sigortalılık statüsüne bir etkisi bulunmadığından kuralın,
Devletin Anayasa'nın 60. maddesinde belirtilen sosyal güvenliği sağlayacak
gerekli tedbirleri alacağı yönündeki hükme aykırı olduğu da söylenemez.
Anayasa'nın 7. maddesinde, "Yasama yetkisi Türk
Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez."denilmektedir.
Yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olması ve bu
yetkinin devredilememesi, kuvvetler ayrılığı ilkesinin bir gereğidir. Bu hükme
yer veren Anayasa'nın 7. maddesinin gerekçesinde yasama yetkisinin parlamentoya
ait olması "demokrasi rejimini benimseyen siyasi rejimlerde
kaçınılmaz bir durum" olarak nitelendirilmiştir. Ayrıca,
gerekçede "Millet adına kanun koyma yetkisini yasama meclisi yerine
getirir. Bu yetki devredilemez. Ancak, Anayasanın 99 ve 129 uncu maddeleri
hükümleri saklıdır" denilmek suretiyle bu ilkenin anlamı ve
istisnaları belirtilmiştir.
Madde gerekçesinden de anlaşılacağı üzere, yasama yetkisinin
devredilemezliği, esasen kanun koyma yetkisinin TBMM dışında başka bir organca
kullanılamaması anlamına gelmektedir. Anayasa'nın 7. maddesi ile yasaklanan,
kanun yapma yetkisinin devredilmesidir.
Bununla birlikte, çok geniş yorumlandığında yasama yetkisinin
devredilemezliği ilkesi kanunla düzenlenmesi gereken konuların yürütmeye bırakılmasını
da yasaklamaktadır. Bu noktada Anayasa gereğince kanunla düzenlenmesi gereken
hususlarla diğerleri arasında bir ayrım yapmak gerekmektedir. Anayasa temel hak
ve özgürlüklerin sınırlandırılması (m.13), vergi ve benzeri mali
yükümlülüklerin konması (m.73) ve memurların atanmaları, özlük hakları vb.
(m.128) gibi bazı konularda düzenlemenin münhasıran kanunla yapılmasını
öngörmektedir. Bu konularda kanunun temel esasları, ilkeleri ve çerçeveyi
belirlemeden düzenleme yetkisini yürütmeye bırakması yasama yetkisinin
devredilemezliği ilkesine aykırılık teşkil edebilmektedir.
Anayasa'nın açıkça kanunla düzenlenmesini öngörmediği konularda
ise kanunda çok genel ifadelerle düzenleme yapılarak, ayrıntının yürütmeye
bırakılması mümkündür. Anayasa'da münhasıran kanunla düzenleme yapılması
öngörülmeyen konularda yürütme organının doğrudan ve ilk elden düzenleyici
işlem yapabileceği düşünülebilirse de yasamanın asliliği ve yürütmenin
türevselliği gereği idari işlemlerin kanuna dayanması zorunluluğu vardır.
Nitekim, Anayasa'nın gerek yürütme yetkisinin kanunlara uygun olarak
kullanılacağını ifade eden 8. maddesi, gerekse yönetmeliklerin kanunların
uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamak kaydıyla
çıkarılabileceğini belirten 124. maddesi bu zorunluluğa işaret etmektedir.
Ancak, bu durumda kanunda belirlenmesi beklenen çerçeve, Anayasa'nın kanunla
düzenlenmesini öngördüğü durumdakinden çok daha geniş olabilecektir. Başka bir
ifadeyle, Anayasa'ya göre mutlaka kanunla düzenlenmesi gerekmeyen bir konu,
kanuni dayanağı olmak kaydıyla idarenin düzenleyici işlemlerine bırakılabilir.
Aksi yorum, Anayasa'da bazı hususların kanunla düzenlenmesinin öngörülmüş
olmasını anlamsız hâle getirmektedir.
Sosyal güvenlik sistemi çerçevesinde, SGK'ya hangi belgelerin
ibraz edileceği ve ne tür belgelerin ibraz yükümlülüğünün dışında tutulacağının
belirlenmesi, Anayasa'da "kanunla" düzenlenme
zorunluluğu getirilen hususlar arasında bulunmadığı gibi doğrudan sosyal
güvenlik hakkıyla ilgili bir mesele de değildir. Bu nedenle, belge ibraz etmek
zorunda olmayan işyerlerini belirleme yetkisinin, iş ve işlemlerin, gerek
işveren ve sigortalılar gerekse Kurum yönünden en uygun koşullarla yerine
getirilmesinin sağlanması amacıyla SGK'ya verilmesi, yasama yetkisinin devri
olarak nitelendirilemez.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 2., 7. ve 60.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Osman Alifeyyaz PAKSÜT bu görüşe katılmamıştır.
B- Kanun'un 53. Maddesiyle, 506 Sayılı Kanun'un Geçici 20.
Maddesine Eklenen Fıkranın İncelenmesi
1- Kuralın Anlam ve Kapsamı
Ülkemizde kanunla oluşturulan sosyal güvenlik kurumlarının
yanında, bankalar, sigorta ve reasürans şirketleri, ticaret ve sanayi odaları,
borsalar veya bunların teşkil ettikleri birliklerin personelinin malullük,
yaşlılık veya ölümlerinde yardım yapmak üzere vakıf şeklinde kurulmuş özel
sandıklar da sosyal güvenlik hizmeti vermektedir. Bu sandıklarla ilgili olarak
standart ve norm birliği sağlamak, sosyal güvenlikte dağınıklığa son vermek ve
özel hukuk alanında faaliyet gösteren bu kuruluşları kamu hukuku alanına
çekebilmek amacıyla 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu'nun geçici 20. maddesi
düzenlenmiştir. Ayrıca, 17.4.2008 günlü, 5754 sayılı Kanun'un 73. maddesiyle,
5510 sayılı Kanun'a eklenen geçici 20. maddeyle, 506 sayılı Kanun'un geçici 20.
maddesi kapsamındaki sandıkların iştirakçileri ile aylık veya gelir bağlanmış
olanlar ile bunların hak sahiplerinin herhangi bir işleme gerek kalmaksızın bu
maddenin yayımı tarihinden itibaren üç yıl içinde SGK'ya devredilerek bu Kanun
kapsamına alınacağı ve bu üç yıllık sürenin Bakanlar Kurulu kararı ile en fazla
dört yıl daha uzatılabileceği öngörülmüştür. Bakanlar Kurulu, anılan maddeden
kaynaklanan yetkisini kullanarak devir süresini uzatmış olup öngörülen süre
henüz dolmamış ve söz konusu sandıkların tasfiyesi henüz
gerçekleştirilememiştir.
Personelinin sosyal güvenliğini sağlamak amacıyla kurulan ve tüzel
kişiliği haiz olan bu sandıklara, ilgili bulundukları kuruluşların bütün
personelinin tabi olması zorunlu olup, sandıkların kapsamına giren kişilerin
üyelikten vazgeçmesi veya sandığın ilgiliyi kapsam dışı bırakması söz konusu
olamaz. Vakıf sandıklarının ileriye yönelik olarak yapacakları tasarruflar ile
aktüeryal dengeleri tamamen kendi kontrollerinde bulunmaktadır. Devletin,
sandıkların finansman modelleri ve politikaları üzerinde hiçbir etkisi
bulunmamaktadır. Vakıf sandıkları sosyal güvenlik sistemi içerisinde primli
sistem olarak adlandırılan sisteme göre çalışmakta olup, üyelerinin katkısıyla
yani aidat ve katılma paylarıyla finanse edilmektedirler. Devletin bu
kuruluşlara doğrudan veya dolaylı olarak yardımda bulunması veya bunların
açıklarını kapatması söz konusu değildir.
Sandıkların mensuplarına yapacakları sosyal yardım ve aylık
ödemeleri ile sağlık hizmetleri tamamen kendi öngörüleri çerçevesinde
oluşturacakları finansman modeli ve gelir gider tablolarına göre
şekillenmektedir. Vakıf sandıkları, üyelerine, 506 sayılı Kanun'un geçici 20.
maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde belirtildiği üzere iş kazaları,
meslek hastalıkları, hastalık, analık, malullük, yaşlılık ve ölüm, eşlerinin
analık, eş ve çocuklarının hastalık hâllerinde, en az 506 sayılı Kanun'da
belirtilen yardımları sağlamakla yükümlüdürler. Bu hükme göre, sandık
tarafından yapılan yardımlar, aynı şartları taşıyan SGK sigortalısı bir kişiye
yapılan yardımlardan aşağı olamaz. SGK sigortalısının yapılan zamma göre oluşan
aylığı, aynı konumdaki sandık üyesinin aylığından fazla olduğu takdirde,
sandık, bu üyesinin aylığını aradaki farkı ödeyerek sigortalı aylığına eşitlemek
zorundadır. Ancak, sandık üyesinin aylığı fazla olduğu takdirde, sandığın,
üyesinin aylığına sigortalı aylığına uygulanan zammı uygulamak zorunluluğu
yoktur.
Bununla birlikte, uygulamada, sandıklarca yapılacak yardımların,
aynı şartları taşıyan SGK sigortalısı bir kişiye yapılan yardımlardan aşağı
olamayacağı yönündeki kural, sandıkça, aylık ve yardımlara tatbik edilecek
artışların da SGK'nın aylık artış oranlarından aşağı olamamasını gerektirdiği
biçiminde uygulandığı anlaşılmaktadır. Vakıfların aktüeryal dengesini olumsuz
olarak etkileyebileceği değerlendirilen bu durumun düzeltilmesi ve hükmün
uygulanmasına ilişkin yorum farklarının giderilmesi amacıyla, dava konusu fıkra
ihdas edilerek 506 sayılı Kanun'un geçici 20. maddesine eklenmiştir.
Buna göre, geçici 20. maddenin birinci fıkrasının (b) bendinin
uygulanmasında, yani, iş kazaları, meslek hastalıkları, hastalık, analık,
malûllük, yaşlılık ve ölüm, eşlerinin analık, eş ve çocuklarının hastalık
hallerinde öngörülen yardımların sağlanması ve bağlanması yönünden alt sınırın
belirlenmesinde muadil miktar karşılaştırması esas alınacaktır. Dolayısıyla,
kuralla, sandıkların ödeyeceği gelir ve aylıkların artırılmasında, SGK
tarafından yapılan artış oranlarının değil, kendi sigortalısına ödenen muadil
miktarın esas alınması gerektiği hususu açıklığa kavuşturulmuş ve bu konuda
oluşan tereddütler giderilmiştir. Diğer bir ifadeyle, sandıklar, miktar
itibarıyla muadil SGK sigortalısının altına düşmemek kaydıyla, sigortalılarına
ödedikleri gelir ve aylıklara yapacakları artışları serbestçe
belirleyebilirler. Bu hususta, SGK'nın artış oranlarıyla bağlı değillerdir.
Bununla beraber, kuralda, 5510 sayılı Kanun'un geçici 20. maddesinin onikinci
fıkrasında yer alan sınırlama dâhilinde sandıkların kuruluş senetlerinde yer
alan hükümler ve sandıkların uygulamaları saklı tutulmuştur.
Diğer taraftan, sandık tarafından yapılan yardımlarda alt sınırın
hatalı belirlenmesi sonucu aleyhine uygulama yapılan sandık üyelerinin
haklarının ihlal edilmemesi amacıyla hükmün yürürlüğe girdiği tarihten önceki
artışlarda da uygulanacağı öngörülmüştür. Ayrıca, hükmün görülmekte olan
davalar hakkında da uygulanacağı belirtilmek suretiyle, maddenin uygulanmasında
ortaya çıkan ihtilafın yeni yapılan düzenleme doğrultusunda giderilmesi
amaçlanmıştır. Böylece, sandık tarafından yapılan yardımlarda alt sınırın
belirlenmesinde miktar karşılaştırması yerine artış oranlarının esas alınması
gerektiği iddiasıyla, söz konusu düzenleme yapılmadan önce açılmış ancak düzenlemenin
yürürlüğe girdiği tarihte sonuçlanmamış davalar hakkında da bu hükmün
uygulanması sağlanmıştır.
Fıkranın gerekçesinde düzenlemenin, söz konusu sandıklar
tarafından bağlanan aylık ve gelirlerin artırılmasında 506 sayılı Kanun'a göre
bağlanan aylıklara uygulanan artışların esas alınmasının, sandıkların aktüeryal
dengelerini bozmasından dolayı, yapılacak artışlarda muadil miktar
karşılaştırmasının esas alınmasının sağlanması ve bu nedenle doğmuş ve doğacak
olan uyuşmazlıkların giderilmesi amacıyla yapıldığı belirtilmiştir.
2- Anayasa'ya Aykırılık Sorunu
Dava dilekçesinde, 506 sayılı Kanun'un geçici 20. maddesinde
belirtilen sandıkların, bağlı bulundukları kuruluşların personeli hakkında
yasal düzenleme alanı içinde SGK'nın yüklendiği görevleri, sağladığı hakları, o
düzeyin altına düşmemek üzere yüklenmiş kuruluşlar olduğu, bunların görev ve
yükümlülüklerinin kanunla belirlendiği, mahkemeler tarafından vakıf
sandıklarınca bağlanan aylıklara yapılan artışın oran olarak alt sınırının 506
sayılı Kanun uyarınca aylık alanlara yapılan artış oranından az olmaması
gerektiği yönünde kararlar verildiği, eklenen fıkra ile alt sınırın
belirlenmesinde miktar karşılaştırmasının esas alınmasının öngörüldüğü, bunun
ise kazanılmış hakları ortadan kaldırdığı, yasaların geriye yürümeyeceği
ilkesine aykırı olduğu ve görülmekte olan davaları geçersiz kıldığı, sandık
kapsamındaki sigortalıların emekli maaş artışı konusunda açmış oldukları
davalardan bir kısmının kesinleştiği bir kısmının ise hâlen devam ettiği ve
düzenleme ile görülmekte olan davaların ortadan kaldırıldığı belirtilerek
kuralın, Anayasa'nın 2. ve 138. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve
işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren,
Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla
kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir.
Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesinin vazgeçilmez
unsurlarından birisi kanunların hukuk güvenliğini sağlaması, bu doğrultuda
geleceğe yönelik, öngörülebilir kurallar içermesi gerekliliğidir. Bu nedenle,
hukuk devletinde güven ve istikrarın korunabilmesi için kural olarak kanunlar,
yürürlüğe girdikleri tarihten sonraki olaylara uygulanırlar. Kanunların geriye
yürümezliği ilkesi uyarınca, kanunlar kamu yararı ve kamu düzeninin gereği,
kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı
durumlar dışında ilke olarak yürürlük tarihlerinden sonraki olay, işlem ve
eylemlere uygulanmak üzere çıkarılırlar. Yürürlüğe giren kanunların geçmişe ve
kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel
ilkelerindendir.
Kazanılmış haklara saygı ilkesi, hukukun genel ilkelerinden birisi
olup, hukuk güvenliği ilkesinin bir sonucudur. Kazanılmış bir haktan söz
edilebilmesi için bu hakkın, yeni kanundan önce yürürlükte olan kurallara göre
bütün sonuçlarıyla fiilen elde edilmiş olması gerekir. Kazanılmış hak, kişinin
bulunduğu statüden doğan, kendisi yönünden kesinleşmiş ve kişisel niteliğe
dönüşmüş haktır. Bir statüye bağlı olarak ileriye dönük, beklenen haklar ise bu
nitelikte değildir. Kanunlarda yapılan değişiklikler kazanılmış hakları
etkilemediği ve hukuk güvenliğini zedelemediği sürece bu değişikliklerin hukuk
devleti ilkesine aykırı oldukları ileri sürülemez.
Anayasa'nın 138. maddesinde hâkimlerin görevlerinde bağımsız
oldukları, Anayasa, kanun ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre
hüküm verecekleri, hiç bir organ, makam, merci veya kişinin yargı yetkisinin
kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremeyeceği, genelge
gönderemeyeceği, tavsiye ve telkinde bulunamayacağı, görülmekte olan bir dava
hakkında Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru
sorulamayacağı, görüşme yapılamayacağı veya herhangi bir beyanda
bulunulamayacağı, yasama ve yürütme organları ile idarenin mahkeme kararlarına
uymak zorunda bulundukları, bu organlar ve idarenin mahkeme kararlarını hiçbir
suretle değiştiremeyeceği ve bunların yerine getirilmesini geciktiremeyeceği
hükme bağlanmıştır.
Yasama organının mahkeme kararlarını değiştirememesi ilkesi yasama
organının kanun yoluyla kesinleşmiş olan kararları ortadan kaldıramaması
anlamına gelir. Mahkeme kararının kanun yoluyla değiştirilememesi ilkesi, maddi
hukukta herhangi bir değişiklik yapmaksızın sadece somut mahkeme kararlarının
kanun yoluyla değiştirilmesi ya da uygulanmasının engellenmesi hâlleri için söz
konusu olacaktır.
506 sayılı Kanun'un geçici 20. maddesinde, bazı kuruluşlara
personelinin sosyal güvenliğini sağlaması amacıyla vakıf veya dernek şeklinde
sandık kurabilme yetkisi verilmiştir. Maddenin birinci fıkrasının (b) bendinde,
bu madde uyarınca kurulan sandıkların üyelerine en az 506 sayılı Kanun'da
belirtilen yardımları sağlayacağı belirtilmiştir.
Kural, sandıklarca sağlanan yardımların SGK sigortalısına sağlanan
yardımlardan aşağı olmaması yönündeki hükmün uygulanmasında, yardım miktarları
dışında aylık artış oranlarının da SGK sigortalısının aylık artış oranlarından
aşağı olamayacağı yönünde ortaya çıkan ihtilafların giderilmesi amacıyla
getirilmiştir. Düzenlemeyle, sandıkların sağladıkları yardımın alt sınırının
belirlenmesinde muadil miktar karşılaştırmasının esas alınacağı belirtilmek
suretiyle mevcut hükümden ne anlaşılması gerektiği ve maddenin lafzına ve
amacına uygun nasıl uygulanacağı konusu açıklığa kavuşturulmuştur.
Vakıf senedi gereği üyelerine sağladıkları yardımlardaki artış
oranını SGK tarafından uygulanan oranın altında tutan vakıf sandıklarının bu
uygulamasını onun mali yapısını ve aktüeryal dengesini sağlam tutmaya yönelik
bağımsız bir kararı olarak görmek gerekmektedir. Dolayısıyla, sandıkların alt
sınır kuralını ihlal etmedikleri sürece, sağladıkları yardımlar için SGK'dan
daha düşük artış oranı belirleyebilmeleri mümkün görülmelidir. Aksi hâlde
sandığın asli görevi olan üyelerinin sosyal güvenliğini sağlama fonksiyonu
tehlikeye girecektir.
Kanunların, kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması,
genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi ve
kazanılmış hakları ihlal etmemesi Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk
devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle kanun koyucunun hukuki düzenlemelerde
kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet
ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir.
Vakıf sandıklarının mali yapısını ve aktüeryal dengesini sağlam
tutarak üyelerinin sosyal güvenliğini sağlama yönündeki asli görevini yerine
getirebilmesinin tehlikeye girmemesi için mevcut kanun hükmünün uygulanmasına
ilişkin olarak ortaya çıkan ihtilafların giderilmesi amacıyla yapıldığı hususu
göz önünde bulundurulduğunda, yeni bir uygulama getirmeyen ve sadece
sandıkların sağladıkları yardımın alt sınırı belirlenirken muadil miktar
karşılaştırmasının esas alınacağı belirtilmek suretiyle mevcut hükümden ne
anlaşılması gerektiğini açıklığa kavuşturan kural, kamu yararı amacıyla
getirilmiş olup, Anayasa'ya aykırı bir yönü bulunmamaktadır.
Diğer taraftan, söz konusu sandıklar tarafından bağlanan aylık ve
gelirlerin artırılmasında muadil miktar karşılaştırmasının esas alınmasının
sağlanmasına yönelik düzenlemenin yürürlüğe girdiği tarihten önceki artışlarda
da uygulanacağı öngörülerek geriye yürütülmesi, sandık tarafından yapılan
yardımlarda alt sınırın hatalı belirlenmesi sonucu aleyhine uygulamada
bulunulan sandık üyelerinin haklarının ihlal edilmemesi amacıyla kabul edildiği
anlaşıldığından, hukuk güvenliği ilkesini ihlal eden bir durum da
bulunmamaktadır.
Kanun koyucu tarafından bir kanun hükmünün farklı yorumlanmasından
kaynaklanan ihtilafları gidermek amacıyla yapılan düzenlemelerin söz konusu
ihtilaf nedeniyle açılmış ve düzenlemenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla
henüz sonuçlanmamış davalar hakkında da uygulanmasını sağlamak amacıyla
getirilen kuralın, yargılamanın ne yönde yapılacağı veya belirli somut bir
uyuşmazlığı nasıl karara bağlayacağı hususunda bir ifade içermediği gibi
hâkimlerin görevlerini bağımsızlık içinde yapmalarını, Anayasa'ya, kanuna ve
hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm vermelerini engelleyen ve
yargı yetkisinin kullanılması bakımından mahkemelere ve hâkimlere emir ve
talimat verilmesine yol açan bir yönü de bulunmamaktadır.
Her kanunun muhatapları ve uygulayıcılar açısından uyulması
zorunlu emirler niteliğinde olması hukuk kurallarının normatif doğasından
kaynaklanır. Bir hukuk devletinde her kamusal yetkinin hukuka uygun
kullanılması gerektiği gibi mahkemelerin de önlerine gelen uyuşmazlıklar
hakkında karar verirken ilgili kanunlara uyma yükümlülüğü vardır. Bu nedenle
sandıklarca yapılacak yardımlardan kaynaklanan uyuşmazlıkları karara bağlarken
mahkemelerin uymaları gereken esasları belirleyen kuralın yargı bağımsızlığını
ihlal edici nitelikte olduğu söylenemez.
Öte yandan, sandıkça ödenecek gelir ve aylıklar nedeniyle açılacak
davaların kazanılmış hak doğurması, davada, sigortalı lehine karar verilmesi ve
bu kararın kesinleşmesiyle söz konusu olacaktır. Anılan uyuşmazlıklarla ilgili
olarak dava açılmış olması, o ihtilafın sigortalı lehine sonuçlanacağı anlamına
gelmeyeceği gibi bu kişiler için kazanılmış herhangi bir haktan da söz
edilemez.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 2. ve 138.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Serdar ÖZGÜLDÜR maddenin tümü yönünden; Mehmet ERTEN ile Osman
Alifeyyaz PAKSÜT maddenin dördüncü cümlesi yönünden; Serruh KALELİ ile Zehra
Ayla PERKTAŞ ise maddenin dördüncü cümlesinin ".yürürlüğe girdiği
tarihten önceki artışlarda ve."bölümü yönünden bu görüşe
katılmamışlardır.
C- Kanun'un 64. Maddesiyle Değiştirilen, 3308 Sayılı Kanun'un 25.
Maddesinin Birinci Fıkrasının Son Cümlesinde Yer Alan ".net tutarının
yirmi ve üzerinde personel çalıştırılan işyerlerinde." ve ".yirmiden
az personel çalıştırılan işyerlerinde yüzde 15'inden." İbarelerinin
İncelenmesi
Dava dilekçesinde, işletmelerde meslek eğitimi gören öğrencilere
ödenecek ücrette yirmi ve üzeri personel çalıştıran işyeri-yirmiden az personel
çalıştıran işyeri ayrımına gidilmesi ve brüt asgari ücret yerine net asgari
ücretin esas alınması suretiyle öğrenci ücretlerinin düşürüldüğü, bunun ise
mevcut kanunlara göre kazanılmış hakların sonradan çıkacak kanunlarla tanınması
zorunluluğunu ortadan kaldırdığı, ödenecek ücretlerde, geçerli bir nedene
dayanmayan böyle bir ayrıma gidilmesinin eşitlik ve ücrette adalet sağlanması
ilkelerine de aykırı olduğu belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 2., 10. ve 55.
maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
3308 sayılı Mesleki Eğitim Kanunu'nun 25. maddesinin birinci
fıkrasında, aday çırak, çırak ve işletmelerde meslek eğitimi gören öğrencilere
ödenecek ücret ve bu ücretlerdeki artışların, aday çırak veya çırağın velisi
veya vasisi veya kişi reşit ise kendisi, öğrenciler için okul müdürlüğü ile
işyeri sahibi arasında Milli Eğitim Bakanlığınca belirlenen esaslara göre
düzenlenecek sözleşme ile tespit edileceği belirtilmiş ve ödenecek ücretin alt
sınırı gösterilmiştir.
Söz konusu fıkranın 6111 sayılı Kanun'un 64. maddesi ile
değiştirilen ve dava konusu sözcükleri de içeren son cümlesinde, işletmelerde
meslek eğitimi gören örgün eğitim öğrencilerine, asgari ücretin net tutarının
yirmi ve üzerinde personel çalıştıran işyerlerinde yüzde 30'undan, yirmiden az
personel çalıştıran işyerlerinde yüzde 15'inden aşağı ücret ödenemeyeceği
kurala bağlanmıştır.
Kazanılmış hak, kişinin bulunduğu statüden doğan, kendisi yönünden
kesinleşmiş ve kişisel niteliğe dönüşmüş haktır. Bir statüye bağlı olarak
ileriye dönük, beklenen haklar ise bu nitelikte değildir. Kanunlarda yapılan
değişiklikler kazanılmış hakları etkilemediği ve hukuk güvenliğini zedelemediği
sürece bu değişikliklerin hukuk devleti ilkesine aykırı oldukları ileri
sürülemez.
Dava konusu kural, öğrencilere ödenecek ücretlerin alt sınırını
belirlemeye yönelik olup, fiilen ödenecek ücretleri göstermemektedir. Ödenecek
ücretler, iş durumu ve çalışma koşulları göz önünde bulundurularak okul
müdürlüğü ile işyeri sahibi arasında düzenlenecek sözleşme ile tespit
edilmektedir. Her sözleşmede öngörülen ücret, o sözleşme dönemi süresince
ödenecek olup, yeni dönemde yenilenen sözleşme ile öngörülen ücret ödenmeye
başlanacaktır. İşletmelerde meslek eğitimi gören öğrencilerle ilgili olarak
imzalanan bir sözleşmede öngörülen ücret, sadece o sözleşme dönemi için
kazanılmış hak sayılacağından, öğrencilere sonraki sözleşme dönemi için
ödenecek ücretlerin alt sınırının işletmelerin çalıştırdıkları personel
sayısına göre belirlenmesini öngören kuralın kazanılmış hakları ihlal eden bir
yönü bulunmamaktadır.
Teorik eğitimlerini mesleki ve teknik eğitim okul ve kurumlarında
veya işletme veya kurumlarca tesis edilen eğitim birimlerinde yapan mesleki ve
teknik eğitim okul ve kurumları öğrencileri, mesleki bilgi, beceri, tutum ve
davranışlarını geliştirmek, iş hayatına uyum sağlamak ve gerçek üretim ve
hizmet ortamında yetişebilmek amacıyla işletmelerde mesleki eğitim yapmakla
yükümlüdürler.
Bunun yanında, mesleki eğitim yapması öngörülen işletmelerin söz
konusu öğrencileri bu eğitim kapsamında çalıştırması da kanuni bir zorunluluk
olup, mesleki eğitim kapsamında olduğu hâlde bu eğitimi yaptırmayan
işletmelerin mesleki eğitime katılma payı adı altında belli bir para yatırma
yükümlülüğü bulunmaktadır.
İşletmeler, mali yapı, iş alanı, iş kapasitesi ve çalıştırdıkları
personel sayısı bakımından farklılık göstermektedir. Beceri eğitimi vermek
üzere öğrenci çalıştırmak, özellikle küçük ve orta ölçekli işletmelere ilave
yük getirerek, katlanmak zorunda oldukları maliyetlerde artışa neden olacaktır.
Küçük ve orta ölçekli işletmelerin mali durumları ile iş kapasiteleri büyük
işletmelere göre daha düşük düzeyde kaldığından, bu işletmelerin
katlanabilecekleri maliyetler de sınırlı olmaktadır. Ülkenin ekonomik ve mali
yapısına göre işletmelerde meslek eğitimi gören öğrencilere ödenecek ücretlerin
alt sınırının belli bir sayıya kadar personel çalıştıran işyerlerinde düşük, o
sayıdan fazla personel çalıştıran işyerleri için daha yüksek belirlenmesi kanun
koyucunun takdir yetkisi kapsamında kalmaktadır.
Anayasa'nın 10. maddesinde belirtilen eşitlik ilkesi, aynı hukuki
durumda bulunanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal
eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin
kanunlar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım
yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Kanun önünde eşitlik, herkesin
her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Aynı durumda
bulunanların aynı, ayrı durumda bulunanların ayrı kurallara bağlanması eşitlik
ilkesini zedelemez.
Kanun koyucu, kuralla işletmelerde meslek eğitimi gören
öğrencilere ödenecek ücretlerin alt sınırını, yirmi ve üzerinde personel
çalıştıran işyerleri ile yirmiden az personel çalıştıran işyerleri için farklı
belirlemiştir. Yirmiden az personel çalıştıran işyerleri ile yirmiden fazla
personel çalıştıran işyerlerinin, iş kapasitesi ve çalışma koşulları
birbirinden farklılık göstermektedir. Beceri eğitimi gören öğrencilere ödenecek
ücret, iş durumu ve çalışma koşulları göz önünde bulundurularak okul müdürlüğü
ile işyeri sahibi arasında düzenlenecek sözleşme ile tespit edileceğinden,
öğrencilerin tamamına aynı ücretin ödenmesi söz konusu değildir. Dolayısıyla,
öğrencilere ödenecek ücretin alt sınırının çalıştırılan personel sayısına göre
farklı belirlenmesi eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmamaktadır.
Diğer taraftan, Anayasa'nın 55. maddesinde, ücretin emeğin
karşılığı olduğu ve Devletin çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret
elde etmeleri ve diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli
tedbirleri alacağı ifade edilmiştir. Adaletli bir ücret dağılımı yapılan işe
uygun olarak aynı durumda bulunanlara aynı ücretin, farklı durumda bulunanlara
da farklı ücretin verilmesi ile sağlanabilecektir. Kuralda belirtilen oranlar,
öğrencilere ödenecek ücretin alt sınırını göstermekte olup, ödenecek ücret bu
sınırın altına düşmemek üzere düzenlenecek sözleşme ile serbest bir şekilde
tespit edilebileceğinden, öğrencilere ödenecek ücretin alt sınırının
işletmelerin çalıştırdıkları personel sayısı dikkate alınarak belirlenmesinin,
çalışanların adaletli ücret elde etmelerini engelleyici bir yönü de
bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 2., 10. ve 55.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Osman Alifeyyaz PAKSÜT bu görüşe katılmamıştır.
D- Kanun'un 67. Maddesiyle, 2022 Sayılı Kanun'a Eklenen
Geçici 2. Maddenin Birinci Fıkrasında Yer Alan ".3 aylık süre
içerisinde." İbaresinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, sosyal güvenlik mevzuatına tabi olarak
çalışmayan, sosyal güvenlik kurumlarından her ne ad altında olursa olsun
herhangi bir gelir veya aylık almayan ve silikozis hastalığı nedeniyle meslekte
kazanma gücünü en az %15 kaybettiğine karar verilen kişilere, SGK tarafından
aylık bağlanmasının Kanun'un yayım tarihinden itibaren 3 aylık süre içinde
talepte bulunulması şartına bağlandığı, düzenlemeye göre bu 3 aylık süre içinde
başvuramayanlar ile Kanun'un yayımı tarihinden sonra silikozis hastalığına
yakalananların söz konusu haktan yararlanamayacağı, silikozis hastalarına
tanınmış olan bir hakkın belli süreyle sınırlanmasının ve bu süreden sonra
hasta olanların Kanun'un kapsamı dışında tutulmasının sosyal hukuk devleti
ilkesi ile bağdaşmayacağı gibi eşitlik ilkesine de aykırılık oluşturduğu
belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 2. ve 10. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
Kanun'un 67. maddesi ile 2022 sayılı 65 Yaşını Doldurmuş Muhtaç,
Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında Kanun'a
eklenen geçici 2. maddenin birinci fıkrasında, bu maddenin yayımı tarihi olan
25.2.2011 tarihinden itibaren 3 aylık süre içerisinde talepte bulunan ve sosyal
güvenlik mevzuatına tabi olarak çalışmayan, sosyal güvenlik kurumlarından her
ne ad altında olursa olsun herhangi bir gelir veya aylık almayan ve silikozis
hastalığı nedeniyle meslekte kazanma gücünü en az %15 kaybettiğine Sosyal
Güvenlik Kurumu Sağlık Kurulunca meslek hastalıkları tespit hükümleri
çerçevesinde karar verilen kişilere, maddede öngörülen şartları sağlamaları
hâlinde, belirlenen esaslara göre SGK tarafından aylık bağlanacağı
düzenlenmiştir.
Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen sosyal devlet ilkesi, kişinin
doğuştan sahip olduğu onurlu bir yaşam sürdürme, maddi ve manevi varlığını bu
yönde geliştirme hak ve yetkisini kullanmasını sağlar. Sosyal devletin görevi,
güçsüzleri koruyarak sosyal adaleti, sosyal refahı ve sosyal güvenliği
sağlamaktır. Sosyal hukuk devleti, kişisel özgürlük, sosyal adalet ve sosyal
güvenlik ögelerini birbirleriyle bağdaştırarak "hukuk devleti"
ile "sosyal devlet" arasındaki uyumu sağlar.
Silikozis, kristal yapıya sahip silika tozlarının bir süre
solunması sonucu akciğerlerde kalıcı ve ilerleyebilen hasara yol açan bir
meslek hastalığı olup, cam ve seramik malzemesi hazırlama, taş kırma,
madencilik, kumlama, taşlama sırasında açığa çıkan kristal silika tozlarına
uzun süre maruz kalma sonucu oluşmaktadır. Ülkemizde son yıllarda herhangi bir
sosyal güvencesi olmadan kayıt dışı çalışanlardan silikozis hastalığına
yakalananlar, yaygın olarak tekstil sektöründe-kot kumlama atölyelerinde görülmüştür.
Kot kumlama sektöründe bu hastalığın görülme sıklığının yüksek olması nedeniyle
Sağlık Bakanlığı 2009 yılında, her türlü kot giysi ve kumaşlara uygulanan
püskürtme işleminde kum veya silika kristalleri içeren herhangi bir madde
kullanılmasını yasaklamıştır.
Kural, silikozis meslek hastalığında, kayıt dışı çalışmış
olanların işyerleriyle çalışma ilişkisinin kurulamaması nedeniyle iş kazası ve
meslek hastalığı sigortasından yararlanamayanların 2022 sayılı Kanun'dan
yararlandırılarak sosyal güvenliklerinin sağlanması amacıyla getirilmiştir. Söz
konusu düzenlemeden yararlanan kişiler sosyal güvenliğe tabi olmadan kayıt dışı
çalışan kişilerdir.
Anayasa'nın 60. maddesinde, herkesin, sosyal güvenlik hakkına
sahip olduğu, Devletin, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alacağı ve
örgütü kuracağı kurala bağlanmıştır. Bu maddeye göre, sosyal güvenlik herkes
için bir hak ve bunu gerçekleştirmek ise Devlet için bir görevdir. Sosyal
güvenlik hakkı, sosyal sigorta kuruluşlarınca kendi kuralları çerçevesinde
yerine getirilir. Sosyal güvenliğin ve sigortanın varlık nedeni sosyal
risklerin karşılanmasıdır. Devletin Anayasa'da güvence altına alınan sosyal
güvenlik haklarının yaşama geçirilmesi için gerekli önlemleri alması, sosyal
güvenlik politikalarını bilimsel verilere göre belirlemesi ve bunun için
gerekli yasal düzenlemeleri yapması doğaldır. Nesnel ve sürekli kurallarla
sağlam ve sağlıklı temellere oturtulmayan bir sosyal güvenlik sisteminin
sürdürülebilir olması düşünülemez. Bu düzenin korunması Anayasa'nın 60.
maddesinde yer alan sosyal güvenlik hakkının güvenceye alınması için de
zorunludur.
Çalışmaya başlayan kişilerin bir sosyal güvenlik kurumuna kayıtlı
olması esastır. Böylece, çalışanların yaptıkları işle ilgili olarak girecekleri
sosyal riskler, tabi oldukları sosyal güvenlik kurumları tarafından
karşılanacaktır.
Sosyal güvenlik mevzuatına tabi olarak çalışmayan, sosyal güvenlik
kurumlarından her ne ad altında olursa olsun herhangi bir gelir veya aylık
almayan ve silikozis hastalığı nedeniyle meslekte kazanma gücünü belli oranda
kaybeden kişilere aylık bağlanması ile ilgili olarak, maddenin yayımı
tarihinden itibaren 3 aylık süre içerisinde talepte bulunma şartı
getirilmesinde kamu yararı dışında bir amacın gözetildiği söylenemez.
Dava konusu kuralla, daha önceki dönemlerde kayıt dışı
çalıştırılan ve silikozis meslek hastalığına yakalananların mağduriyetlerinin
giderilmesi amaçlanmıştır. Bu nedenle, kural, Kanun'un yürürlüğe girdiği tarihten
önceki durumları kapsamına almış ve belli bir süre içinde başvuranlara, belli
haklardan yararlanma imkânı getirmiştir. Kamu yararını gerçekleştirmek amacıyla
çözümlenmesi gereken bir sorun olarak gördüğü konuları bir tarih belirleyerek
çözüme kavuşturması, herhangi bir sosyal güvencesi olmadan kayıt dışı çalışan
ve silikozis hastalığına yakalanan kişilere aylık bağlanması ve talepte
bulunulması için belli süre öngörülmesi kanun koyucunun takdir yetkisi
kapsamında kalmaktadır.
Anayasa'nın 65. maddesinde, Devletin, sosyal ve ekonomik alanlarda
Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri
gözeterek mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getireceği
açıklanmıştır. Buna göre, kanun koyucunun ülkedeki sosyal ve ekonomik
gelişmelere paralel olarak, mali kaynakların yeterliliği ölçüsünde, herkesi
sosyal ve ekonomik güvencelere kavuşturacak düzenlemeleri yapacağında kuşku
bulunmamaktadır.
Dava dilekçesinde, Devlet tarafından yasaklanan üretim işlerinin
devam edeceği ve belirtilen tarihten sonra da herhangi bir sosyal güvencesi
olmadan kayıt dışı çalışıp, söz konusu hastalığa yakalananların olabileceği,
başvuru süresinin 3 ayla sınırlı tutulmasının bu kişilerin mağduriyetine yol
açacağı ileri sürülmüş ise de hukuk devletinde kamu otoritelerince yasaklanan
hususlara yönelik faaliyetlerde bulunulmaması asıl ve olağandır. Kanun
koyucunun, kanunlarla yasaklanmış faaliyetlerin sürdürüleceği olasılığı üzerine
hukuk inşa etmesi beklenemez. Kayıt dışı istihdamla mücadele etmek sosyal
devlet ilkesinin gereği olup, tüm çalışanları sosyal güvenlik çatısı altında
birleştirmek ve çalışanların sosyal güvenliğini sağlayacak önlemleri almak,
Devletin görevleri arasındadır. Ayrıca, kayıt dışı olarak ve herhangi bir
sosyal güvenlik kurumuna tabi olmadan ve işçilerin sağlığını etkilemesi
dolayısıyla Devlet tarafından yasaklanan işlerde çalışan kişilerin, yaptıkları
işle ilgili olarak girecekleri sosyal riskleri karşılayıp karşılamama konusu
kanun koyucunun takdirindedir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 2. ve 10.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Osman Alifeyyaz PAKSÜT bu görüşe katılmamıştır.
E- Kanun'un 98. Maddesiyle, 6219 Sayılı Kanun'a Eklenen
Geçici 4. Maddenin İncelenmesi
1- Kuralın Anlam ve Kapsamı
6219 sayılı Türkiye Vakıflar Bankası Türk Anonim Ortaklığı
Kanunu'nun 18. maddesinde, Vakıflar Bankası (Banka) ve ortaklıkları
hakkında uygulanmayacak kanunlar düzenlenmiştir. Maddenin önceki hâlinde,
Banka ve kuracağı ortaklıklar hakkında uygulanmayacak kanunlar, 1050
sayılı Muhasebe-i Umumiye Kanunu, 2490 sayılı Artırma, Eksiltme ve İhale Kanunu
ile 3460 sayılı Sermayesinin Tamamı Devlet Tarafından Verilmek Suretiyle
Kurulan İktisadi Teşekküllerin Teşkilatıyla İdare ve Murakabeleri Hakkındaki
Kanun şeklinde sayılmış iken 6111 sayılı Kanun'un 97.
maddesiyle yapılan değişiklikle bunların kapsamı genişletilmiştir. Buna
göre, 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu, 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu, 233
sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, 399 sayılı
Kamu İktisadi Teşebbüsleri Personel Rejiminin Düzenlenmesi ve 233 sayılı Kanun
Hükmünde Kararnamenin Bazı Maddelerinin Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanun
Hükmünde Kararname, 195 sayılı Basın İlan Kurumu Teşkiline Dair Kanun ve 3624
sayılı Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeleri Geliştirme ve Destekleme İdaresi
Başkanlığı Kurulması Hakkında Kanun, Banka ve ortaklıkları hakkında
uygulanmayacaktır. Yapılan düzenlemeyle 399 sayılı KHK ile 195 ve 3624
sayılı Kanunların da Banka ve ortaklıkları hakkında uygulanmaması sağlanmıştır.
195 sayılı Basın İlan Kurumunun Teşkiline Dair Kanun'un 2.
maddesinde, resmi ilanların mevkutelerde yayınlanmasına aracılık etmenin Basın
İlan Kurumunun görevi olduğu belirtilmiş ve 24. maddesinde de Kurumun
yayınlanmasına aracı olduğu ilan ve reklâmlardan %15 oranında komisyon ücreti
alacağı hüküm altına alınmıştır.
3624 sayılı Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeleri Geliştirme ve
Destekleme İdaresi Başkanlığı (KOSGEB) Kurulması Hakkında Kanun'un 14.
maddesinde, sermayesinin %50'sinden fazlası kamu kurum ve kuruluşlarına ait
bankaların kurumlar vergisine matrah olan yıllık kârlarının %2'si oranında
kuruma aidat ödeyeceği kurala bağlanmıştır.
Banka ve ortaklıklarının, 195 ve 3624 sayılı Kanunlarda belirtilen
mali yükümlülüklere tabi olup olmadıkları konusunda ihtilaflar çıkmış ve konu
yargıya intikal etmiştir. 6111 sayılı Kanun'un 97. maddesiyle, 6219 sayılı
Kanun'un 18. maddesinde yapılan değişiklikle, Banka ve ortaklıklarının anılan
mali yükümlülüklere tabi olmadığı hususu açıklığa kavuşturulmak suretiyle bu
konuda yaşanan tartışmalar sonlandırılmıştır. Maddenin gerekçesinde,
değişiklikle, uygulamada Banka aleyhine yaşanan haksız rekabetin giderilmesinin
amaçlandığı belirtilmiştir.
6111 sayılı Kanun'un dava konusu 98. maddesiyle 6219 sayılı
Kanun'a eklenen geçici 4. madde ile de, 6219 sayılı Kanun'un değişik 18.
maddesinin 1.1.2004 tarihinden itibaren geçerli olması ve Banka ve ortaklıkları
hakkında yargı mercilerine açılmış davalar ve icra takipleri hakkında da
uygulanması öngörülmektedir. Böylece, anılan kanunlar uyarınca, Banka ve
ortaklıkları hakkında dava ve icra safhasında bulunanlar da dâhil olmak üzere
1.1.2004 tarihinden itibaren tahakkuk eden mali yükümlülüklerin ortadan
kaldırılması sağlanmıştır.
2- Anayasa'ya Aykırılık Sorunu
Dava dilekçesinde, sonradan yürürlüğe giren kanunların geçmiş ve
kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmamasının hukukun genel
ilkeleri arasında yer aldığı, Devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun
olmasının yanında kazanılmış haklara saygı duyulmasını da gerektirdiği, bu
ilkenin temel amacının ise bireylerin hukuk güvenliğini sağlamak olduğu,
25.2.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6219 sayılı Kanun'un değişik 18. maddesinin
geçmişi kapsayacak şekilde 1.1.2004 tarihinden itibaren geçerli olmasını
sağlayan kuralın hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu, düzenlemenin yasama
organının yetkisi kapsamında olmadığı ve yürümekte olan dava ve icra
takiplerine açık bir müdahale anlamına geldiği belirtilerek kuralın,
Anayasa'nın 2., 87. ve 138. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
6111 sayılı Kanun'un 97. maddesiyle 6219 sayılı Kanun'un 18.
maddesinde yapılan değişiklikle, Banka ve ortaklıklarının 195 ve 3624 sayılı
Kanunlarda belirtilen mali yükümlülüklere tabi olmadıkları hususu açıklığa
kavuşturulmuş, dava konusu kuralla ise 6219 sayılı Kanun'un değişik 18. maddesi
hükümlerinin 1.1.2004 tarihinden itibaren geçerli olacağı ve Banka ve
ortaklıkları hakkında açılmış davalar ile icra takipleri hakkında da
uygulanacağı hükme bağlanmak suretiyle, 1.1.2004 tarihinden sonraki dönemde
Banka ve ortaklıkları adına (195 ve 3624 sayılı Kanunlar uyarınca) tahakkuk
eden veya edecek olan tüm mali yükümlülükler, mahkeme ve icra safhasında
bulunanlar da dâhil olmak üzere geçmişe etkili olarak ortadan kaldırılmıştır.
Kanunların geriye yürümezliği ilkesi uyarınca kamu yararı ve kamu
düzeni, kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi
ayrıksı durumlar dışında kanunlar, ilke olarak yürürlük tarihlerinden sonraki olay,
işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılırlar. Ancak, kanun koyucunun
kişilerin lehine yeni haklar sağlayan kanuni düzenlemeleri geçmişe etkili
olarak yapma konusunda takdir yetkisine sahip olduğunda kuşku yoktur.
Dava konusu kuralla, Banka ve ortaklıklarının 195 ve 3624 sayılı
Kanunlarda belirtilen mali yükümlülüklere tabi olmadıklarını açıklığa
kavuşturan değişiklik, 1.1.2004 tarihine kadar geriye yürütülmüş ise de bu
durumun bireylerin haklarının ihlaline yol açtığı söylenemez. Basın İlan Kurumu
ve KOSGEB, kamu tüzel kişiliğini haiz hizmet yerinden yönetim kuruluşları olup,
kamu kurumu oldukları açıktır. Banka ve ortaklıklarınca, 195 ve 3624 sayılı
Kanunlar uyarınca bu kurumlara ödenmesi gereken mali yükümlükler de kamu
alacağı vasfını taşımaktadır. Devletin, kamu kurumlarının alacaklarından
vazgeçmesi yolunda düzenleme yapması, ilgili kurumların hakkının ihlali olarak
değerlendirilemez. Esasen kamu kurumlarının insan haklarının süjesi olarak
görülmeleri de mümkün değildir. Anayasa Mahkemesi kararlarında vurgulandığı
gibi mevcut mali yükümlülüklerin tümünü ya da bir kısmını kaldırmak kanun
koyucunun takdirindedir. Bu itibarla, kanun koyucunun Banka aleyhine haksız
rekabete yol açtığı değerlendirilen mali yükümlülükleri geçmişe yönelik olarak
ortadan kaldırmasında kamu yararı dışında bir amacın gözetildiği söylenemez.
Öte yandan, Devletin, mahkeme kararıyla kesinleşen alacaklarından
vazgeçmesi yolunda düzenleme yapması da mümkündür. Bu nedenle, yukarıda yapılan
değerlendirmeler, mahkeme kararına bağlanan ve icra safhasında bulunan kamu
alacakları için de geçerlidir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 2. ve 138.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Mehmet ERTEN, Osman Alifeyyaz PAKSÜT ile Zehra Ayla PERKTAŞ bu
görüşe katılmamıştır.
Kuralın, Anayasa'nın 87. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
F- Kanun'un 101. Maddesiyle Değiştirilen, 657 Sayılı Kanun'un 68.
Maddesinin (B) Bendinin İkinci Paragrafının ".Başbakanlık ve
bakanlıkların bağlı ve ilgili kuruluşlarının müsteşar ve müsteşar yardımcıları
ile en üst yönetici konumundaki genel müdür ve başkan kadrolarına atanacaklar
için tamamı, diğer kadrolara atanacaklar için." Bölümünün İncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kural uyarınca, üniversiteyi
bitirdikten sonra 12 yıl özel kurumlarda ve serbest olarak çalışmış kişilerin
hiç memuriyet yapmadan kurumların doğrudan üst yönetici kadrolarına
atanabilecekleri, Anayasa'nın 128. maddesinde üst kademe yöneticilerinin
yetiştirilme usul ve esaslarının kanunla özel olarak düzenleneceği hükmüne yer
verildiği, yükseköğrenim gördükten sonra özel kurumlarda veya serbest olarak 12
yıl çalışan ve bu yanıyla da kamu hizmeti birikimi ile Devlet memuriyeti
kariyeri ve deneyimi olmayanların üst yönetici konumundaki kadrolara
atanmalarını öngören düzenlemenin kamu hizmetleri ve kamu yararı ile kamu
görevi ve görevlileri arasındaki fonksiyonel ilişkiyi tek göstergesi fiyat olan
piyasa mantığına indirgeyerek statü hukukunun bütün gereklerini ortadan
kaldırdığı belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 128. maddesine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
657
sayılı Kanun'un 68. maddesinde memurların derece yükselmesinin usul ve esasları
düzenlenmiştir. Maddenin (A) bendinde derece yükselmesinin şartları, üst
derecelerden boş bir kadronun bulunması, derecesi içinde en az 3 yıl ve bu
derecenin 3. kademesinde 1 yıl bulunmuş olmak ve kadronun tahsis edildiği görev
için öngörülen nitelikleri elde etmiş olmak şeklinde belirtilmiştir. Maddenin
(B) bendinde ise eğitim ve öğretim hizmetleri sınıfı hariç, sınıfların 1, 2, 3
ve 4. derecelerindeki kadrolarına, derece yükselmesindeki süre kaydı
aranmaksızın daha aşağıdaki derecelerden atama yapılabileceği öngörülmüş, ancak
bu şekilde yapılacak atamada atanacak kişilerin yükseköğrenim görmüş olması ve
atanılacak görevin derecesi ve ek göstergesine göre belirli hizmet yılına (8,
10, 12 yıl) sahip bulunması şart koşulmuş ve hizmet sürelerinin hesaplanmasında
hangi çalışmaların ne kadarının sayılacağı hususu düzenlenmiştir.
Dava
konusu düzenlemeyle sınıfların üst derecelerindeki kadrolarına daha alt
derecelerden atanacak memurların hizmet yılının hesaplanmasında, yükseköğrenim
gördükten sonra özel kurumlarda veya serbest olarak çalıştıkları sürelerin,
Başbakanlık ve bakanlıkların bağlı ve ilgili kuruluşlarının müsteşar ve
müsteşar yardımcıları ile en üst yönetici konumundaki genel müdür ve başkan
kadrolarına atanacaklar için tamamının, diğer kadrolara atanacaklar için altı
yılı geçmemek üzere dörtte üçünün dikkate alınacağı kurala bağlanmıştır.
Anayasa'nın 128. maddesinde, Devletin, kamu iktisadi teşebbüsleri
ve diğer kamu tüzel kişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü
oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerinin,
memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görüleceği, memurların ve diğer kamu
görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve
yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işlerinin kanunla
düzenleneceği ve üst kademe yöneticilerinin yetiştirilme usul ve esaslarının
kanunla özel olarak düzenleneceği hükme bağlanmıştır.
Memurların atanması, görev ve yetkileri, aylıkları ve ödenekleri
ve diğer özlük işleri, kısacası memurluk statüsü 657 sayılı Kanun'da
düzenlenmiştir. Bu Kanun bütün memurların genel statüsü niteliğindedir.
Memurluk, 657 sayılı Kanun'un öngördüğü asli ve sürekli istihdam biçimidir.
Kanun'un 4/A maddesine göre memurlar, mevcut kuruluş biçimine bakılmaksızın,
Devlet ve diğer kamu tüzel kişiliklerince genel idare esaslarına göre yürütülen
asli ve sürekli kamu hizmetlerini ifa ile görevlendirilmişlerdir.
Memur ile idare arasındaki ilişki, yasama organı tarafından,
hizmetin gereklerine göre kanunla düzenlenmektedir. Bu ilişki, karşılıklı
anlaşmaya dayanarak saptanmamaktadır. Memur, belirli bir statüde, nesnel
kurallara göre hizmet yürütmekte, o statünün sağladığı aylık, ücret, atanma,
yükselme, nakil gibi kimi öznel haklara sahip olmaktadır.
Kanun koyucu, bir kamu hizmetinde, görevin gerektirdiği
nitelikleri ve koşulları saptamayı ya da saptanmış olanları değiştirmeyi,
anayasal ilkeler içerisinde kalmak kaydıyla, görevin ve ülkenin gereklerine ve
zorunluluklarına göre serbestçe takdir edebilir. Kamu hukuku alanında anayasa,
kanun, tüzük, yönetmelik gibi düzenleyici tasarruflarla konmuş kurallar, kamu
hizmetinin gerekleri, gereksinmeleri gibi nedenlerle ve konuldukları yöntemlere
uyulmak, anayasaya ve kanunlara uygun düşmek kaydıyla her zaman
değiştirilebilirler veya kaldırılabilirler.
Memurların derece yükselmeleri ve üst derecelere atanmaları statü
hukukuna ilişkindir. Statü hukukuna göre yürütülen görevlere atanmanın
usulleri, görevin kapsamı ve süresi ile ilgili konularda değişiklikler yapmak
kanun koyucunun takdirindedir. Bu bağlamda, daha alt derecelerde bulunan
memurların, sınıfların ilk dört derecesine atanmasında aranacak hizmet
süresinin hesabında hangi çalışmaların ne kadarının sayılacağı hususunda
düzenleme yapmanın ve bu sürelerin atanılacak kadro unvanlarına göre belirlenmesinin
statü hukuku çerçevesinde kanun koyucunun takdirinde olduğu açıktır.
Ayrıca, düzenlemenin 657 sayılı Kanun'un 68. maddesinde yapılan
değişikle getirildiği dikkate alındığında, Anayasa'nın 128. maddesinde ifade
edilen memurlarla ilgili düzenlemelerin kanunla yapılacağı yönündeki hükme
aykırı bir durum da bulunmamaktadır.
Diğer taraftan, dava dilekçesinde, yapılan düzenleme ile
üniversiteyi bitirdikten sonra 12 yıl özel kurumlarda ve serbest olarak
çalışmış kişilerin hiç memuriyet yapmadan kurumların doğrudan üst yönetici
kadrolarına atanabilecekleri, bunun da Anayasa'nın 128. maddesine aykırı olduğu
ileri sürülmüştür. 657 sayılı Kanun'un değişik maddelerinde memuriyete nasıl
girileceği ve şartları ayrıntılı olarak düzenlenmiştir. Kanun'un 68. maddesi
ise memurların derece yükselmesinin usul ve esaslarının belirlenmesine ilişkin
olup, memuriyete girişle ilgili değildir. Dava konusu kuralla, üst
derecelerdeki kadrolara daha alt derecelerden atanacak memurların hizmet yılının
hesaplanmasında, özel kurumlarda veya serbest olarak çalışılan sürelerin nasıl
değerlendirileceği belirlenmiş olduğundan, söz konusu iddianın da yerinde
olduğu söylenemez.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 128. maddesine
aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Osman Alifeyyaz PAKSÜT bu görüşe katılmamıştır.
G- Kanun'un 115. Maddesiyle, 657 Sayılı Kanun'un Başlığıyla
Birlikte Değiştirilen Ek 8. Maddesinin İkinci Fıkrasının İncelenmesi
Dava dilekçesinde, düzenlemeyle memurların geçici olarak
görevlendirilmesinin, memurun geçici görevlendirileceği kurumun talebi
olmaksızın çalışmakta oldukları kurumların isteği ve Devlet Personel
Başkanlığının uygun görüşü ile yapılacağının öngörüldüğü, düzenlemede memurun
göreviyle ilgili olması ve onayının alınması gibi geçici görevlendirmenin asli
unsurlarına yer verilmediği, bu hâliyle ihtiyaçtan fazla personeli olan kamu
kurumlarındaki personel fazlalığını memurlara sıkıntı vererek eritmeyi amaçladığı,
geçici görevlendirmenin asli unsurlarını taşımayan ve memurların hukuki
güvenliğini ortadan kaldıran söz konusu düzenlemenin hukuk devleti ilkesine
aykırı olduğu, kadro fazlası olan kurumlardan başka kurumlara 6 aylık süreyle
geçici olarak görevlendirilecek memurların hiçbir ölçüye bağlı olmadan
idarelerce seçilecek olmasının siyasi ve başkaca tercihlerle geçici
görevlendirme yapılarak memurlar arasında eşitsizliğe yol açacağı, 6 aylık
sürenin çok kısa olduğu, bu nedenle görevlendirme süresinin kurumun neyi nasıl
yaptığının, hizmet üretme süreçlerinin ve iş akışlarının öğrenilmesi ile
geçeceği, dolayısıyla bu şekilde yapılacak görevlendirmelerde kamu yararı
olmadığı ve görevlendirilen kurumlarda kamu hizmetlerinin etkin, verimli ve
ekonomik yürütülmesini de olumsuz etkileyeceği belirtilerek kuralın,
Anayasa'nın 2., 10. ve 128. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
657 sayılı Kanun'un ek 8. maddesinde kurumlar arası geçici süreli
görevlendirme şartları düzenlenmiştir. Maddenin birinci fıkrasında memurların,
geçici görevlendirme yapmak isteyen kurumun talebi ve çalıştıkları kurumun izni
ile diğer kamu kurum ve kuruluşlarında geçici süreli olarak
görevlendirilebilecekleri, geçici görevlendirmede memurun muvafakatinin aranacağı,
görevlendirme süresinin bir yılda altı ayı geçemeyeceği, geçici
görevlendirmenin 4. ve daha yukarı derecelerdeki boş kadrolara tahsis edilmiş
görevler hakkında uygulanacağı ve görevlendirmenin memurun göreviyle ilgili
olması gerektiği belirtilmiştir.
Dava konusu olan ek 8. maddenin ikinci fıkrasında ise maddenin
birinci fıkrasında belirtilen hâller dışında memurların, kamu yararı ve hizmet
gerekleri sebebiyle ihtiyaç duyulması hâlinde kurumlarınca, Devlet Personel
Başkanlığının uygun görüşü alınarak diğer kamu kurum ve kuruluşlarında altı aya
kadar geçici süreli olarak görevlendirilebileceği kurala bağlanmıştır.
657 sayılı Kanun'a göre, bir kamu kurumunun görev alanı içinde yer
alan bir hizmeti yürütmek amacıyla o hizmetlerle ilgili konulardaki kamu
görevlilerini kadroları üzerinde kalmak koşulu ile kendi uzmanlık
alanına giren işler için belirli bir süre ile geçici görevlendirilmeleri mümkün
bulunmaktadır. İdarenin bu konuda sahip olduğu takdir yetkisini hizmetin
gerekli kıldığı durumlarda kullanması sürenin belirli olması ve hizmetin ifası
için öngörülen sürenin sonunda ilgilinin kadro görevine döndürülmesi
gerekmektedir.
Geçici görevlendirme işleminin, her idari işlem ve eylem için
aranan amaç unsuruna da uygun olması gerekmektedir. İdari işlem ve eylemlerin
genel amacı, kamu yararı ölçütüdür. Bundan anlaşılması gereken ise geçici
görevlendirme işleminin, gerçekten de acil gereksinim duyulan bir kamu
hizmetinin sağlıklı ve yeterli biçimde yürütülmesi amacına uygun olmasıdır.
Temelde asli bir yetkiye dayanılarak yürürlüğe konulan kanun ile
bağımlı bir yetkiyle çıkarılan tüzük, yönetmelik, kararname gibi yürütmenin
genel düzenleyici işlemlerini içeren kural işlemler, objektif ve genel hukuksal
durumlar yaratırken, düzenledikleri konularda statü oluştururlar. Kişilerin bu
statülere alınmaları, özel ve kişisel bir işlemle olur.
Kanun koyucu, bir kamu hizmetinde, görevin gerektirdiği
nitelikleri ve koşulları saptamayı ya da saptanmış olanları değiştirmeyi,
anayasal ilkeler çerçevesi içerisinde kalmak kaydıyla, görevin ve ülkenin
gereklerine ve zorunluluklarına göre serbestçe takdir edebilir.
Memurların kamu yararı ve hizmet gerekleri sebebiyle ihtiyaç
duyulması hâlinde kurumlarınca Devlet Personel Başkanlığının uygun görüşü alınarak
diğer kamu kurum ve kuruluşlarında görevlendirilebileceğine ilişkin düzenleme
statü hukukuna ilişkindir. Statü hukukuna göre yürütülen görevlere atanmanın
usulleri, görevin kapsamı ve süresi ile ilgili konularda değişiklikler yapmak
kanun koyucunun takdirindedir.
Statü hukuku esasına dayalı nesnel ve düzenleyici kuralların
egemen olduğu idare hukuku alanında statü hukukunun olanak verdiği oranlarda ve
koşullarda, genel durumun kişisel duruma dönüşmesinden sonra kazanılmış haklar
ortaya çıkabilmektedir. Objektif ve genel hukuksal durumun, şart işlemle özel
hukuksal duruma dönüşmesi kazanılmış hak yönünden yeterli değildir. Kural
işlemler her zaman değiştirilebilir ya da yargı organları tarafından Anayasa'ya
veya kanuna aykırı görülerek iptal edilebilir. Kural işlemin değişmesi ya da
ortadan kaldırılması, ona bağlı kişi ile ilgili şart işlemi de etkiler. Bu
durumda ilerisi için kazanılmış haktan söz edilemez. Ancak kişi, yeni kural
tasarrufa göre oluşan statüde yerini alır.
Personel statüsü bakımından ilerisi için beklenen hakların kanun
değişikliğinde korunması söz konusu değildir. Kanun koyucu statü kurallarını
ileriye dönük olarak her zaman değiştirebilir. İlgililer yeni kurallara uymak
zorundadır. 657 sayılı Kanun'un dava konusu ek 8. maddesinin, önceki ve yeni
düzenleniş biçimleriyle kazanılmış bir hak oluşturmadığı gibi anılan
düzenlemede kazanılmış hak ihlali de söz konusu olmadığı için hukuk güvenliği
dolayısıyla hukuk devleti ilkesine aykırılıktan söz edilemez.
Kamu personelinin hukuki statüsü ve uygulanması esaslarını tespit
etmek, kamu kurum ve kuruluşlarının personel ihtiyaçlarını karşılamak için
uygulanacak usul ve esasları düzenlemek ve kamu kuruluşlarında personel
planlaması yapılması ve uygulamasına yardımcı olmak konusunda görevli ve
yetkili olan Devlet Personel Başkanlığının, kurumların personel ve hizmet
durumlarını göz önünde bulundurarak geçici görevlendirmelerin kamu yararı ve
hizmet gereği olup olmadığı konusunu değerlendirerek uygun görüş verip vermemek
takdir yetkisi bulunmaktadır. Kuralla, memurların belirtilen şekilde
görevlendirilebilmesi Devlet Personel Başkanlığının uygun görüşüne bağlı
kılınarak, memurların hukuki güvenliği güvence altına alınmıştır.
Diğer taraftan, dava dilekçesinde, öngörülen geçici görevlendirme
ile ilgili olarak hiçbir objektif ölçünün getirilmediği, başka kurumlara 6
aylık süreyle geçici olarak görevlendirilecek memurların hiçbir ölçüye bağlı
olmadan idarelerce seçilecek olmaları, siyasi ve başkaca tercihlerle geçici
görevlendirme yapılarak memurlar arasında eşitsizliğe yol açılacağı soyut bir
iddia olup, anayasal denetimin dışında kalmaktadır.
Kaldı ki, statü kanunlarında, gelişen bir dinamik yapı olan idare ve
onun ajanları konusunda öngörülemeyen tüm detayların kanunla karşılanması
yoluna gidilmemekte, bu gibi hâllerde idareye gerekli olan takdir yetkisine
dayalı ve idari yargı denetimine doğal olarak tabi hükümler öngörülmektedir.
İlgililerin idari yargı yoluna başvurması durumunda ise bu yargı yerlerinin,
iptal istemine konu kuraldaki gibi geçici görevlendirmelerin kamu yararı ve
hizmet gereği olup olmadığını yani bu idari tasarrufun gerekli olup olmadığını
yargı denetimine tabi tutarak bir karar verecekleri açıktır.
Ayrıca, dava dilekçesinde düzenlemenin ihtiyaçtan fazla personeli
olan kamu kurumlarındaki personel fazlalığını memurları taciz ederek eritmeyi
amaçladığı ifade edilmişse de söz konusu düzenlemede personel fazlası olan
kurumlardan görevlendirme yapılacağına ilişkin bir ifade yer almamaktadır.
Bahse konu fıkrada belirtilen görevlendirme, kamu yararı ve hizmet gerekleri
sebebiyle ihtiyaç duyulması hâlinde Devlet Personel Başkanlığının uygun görüşü
alınarak bütün kuruluşlardan yapılabileceğinden ve altı aya kadar görevlendirme
yapılabileceği öngörüldüğünden, söz konusu iddianın da yerinde olduğu
söylenemez.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu
kural Anayasa'nın 2. ve 128. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi
gerekir.
Kuralın, Anayasa'nın 10. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
H- Kanun'un 133. Maddesiyle, 3996 Sayılı Kanun'un 12. Maddesine
Eklenen Fıkranın İncelenmesi
Dava dilekçesinde, 3996 sayılı Kanun'da belirtilen yatırım ve
hizmet ihalelerinin 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu kapsamında olmayıp 3996
sayılı Kanun'un kapsamında kaldığı, ancak yapım ve işletme sürelerindeki
müşavirlik/danışmanlık hizmeti alımlarının 4734 sayılı Kanun'un 4. maddesindeki
hizmet tanımı kapsamında olduğundan bu Kanun'a tabi olduğu, anılan Kanun'un 66.
maddesinde Kanun hükümlerindeki değişikliklerin ancak bu Kanun'a hüküm eklenmek
veya değişiklik yapılmak suretiyle düzenleneceğinin belirtilmesine rağmen
müşavirlik hizmetlerinin 4734 sayılı Kanun'a tabi olunmadan ilgili bakanlıklar
tarafından belirlenecek usul ve esaslara göre yapılacağı hususunun 3996 sayılı
Kanun'a fıkra eklenmek suretiyle yapıldığı, bu durumun ise kanun hükümlerinin
uygulamasında çelişki ve belirsizliklerin doğmasına neden olacağı, öte yandan
ihale usul ve esaslarını belirleme yetkisinin ilgili bakanlıklara verilmesiyle
her bakanlığın ayrı usul ve esas belirlemesine zemin hazırlandığı ve bu
durumun, aynı konuda birden fazla usul ve esasın ortaya çıkmasına neden
olacağı, düzenlenen alanda temel ilkeler konulup çerçeve çizilmeden
müşavirlik/danışmanlık hizmeti alımına ilişkin usul ve esasları belirleme
yetkisinin ilgili bakanlıklara verilmesinin yasama yetkisinin devri anlamına da
geleceği belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 2., 6., 7. ve 87. maddelerine aykırı
olduğu ileri sürülmüştür.
Kanun'un 133. maddesiyle 3996 sayılı Kanun'un 12. maddesine
eklenen ve iptal davasına konu olan ikinci fıkrada, yap-işlet-devret modeli ile
yapılacak projelerde ilgili idaresince 4734 sayılı Kanun'a tabi olunmadan yapım
ve işletme sürelerinde müşavirlik hizmet alımı yapılabileceği ve söz konusu
hizmet alımına ilişkin esas ve usullerin ilgili bakanlıklar tarafından
belirleneceği kurala bağlanmıştır.
Kamu-özel sektör ortaklığı esasına dayanan yap-işlet-devret (YİD)
modeli, ileri teknoloji ve yüksek maddi kaynak ihtiyacı duyulan bir kamu
yatırım veya hizmetinin finansmanının özel bir şirket tarafından karşılanarak
gerçekleştirilmesi, sözleşme ile önceden belirlenen bir süre için işletilmesi,
bu süre içerisinde üretilen mal veya hizmetin kamu kurum ve kuruluşlarınca veya
hizmetten yararlananlarca satın alınarak yatırım bedelinin bu suretle ödenmesi
ve sürenin sonunda işletilmekte olan tesislerin, borçsuz, bakımı yapılmış,
eksiksiz ve işler durumda, ilgili kamu kurum veya kuruluşuna bedelsiz olarak
devredilmesi şeklinde tanımlanmaktadır.
YİD modeliyle yaptırılabilecek işler 3996 sayılı Kanun'un 2.
maddesinde köprü, tünel, baraj, sulama, içme ve kullanma suyu, arıtma tesisi,
kanalizasyon, haberleşme, elektrik üretim, iletim, dağıtım ve ticareti, maden
ve işletmeleri, fabrika ve benzeri tesisler, çevre kirliliğini önleyici
yatırımlar, otoyol, trafiği yoğun karayolu, demiryolu, gar kompleksi, lojistik
merkezi, yeraltı ve yerüstü otoparkı ve sivil kullanıma yönelik deniz ve hava
alanları ve limanları, yük ve/veya yolcu ve yat limanları ile kompleksleri,
sınır kapıları, milli park, tabiat parkı, tabiatı koruma alanı ve yaban hayatı
koruma ve geliştirme sahalarında planlarda öngörülen yapı ve tesisleri,
toptancı halleri vb. yatırım ve hizmetlerin yaptırılması, işletilmesi ve
devredilmesi olarak sayılmıştır.
4734 sayılı Kanun, kamunun mal ve hizmet alımlarına ilişkin ihalelerinde
saydamlığın, rekabetin, eşit muamelenin, güvenilirliğin, gizliliğin, kamuoyu
denetiminin, ihtiyaçların uygun şartlarla ve zamanında karşılanmasının ve
kaynakların verimli kullanılmasının en geniş şekilde sağlanması, kamu kurum ve
kuruluşlarının kullanımlarında bulunan her türlü kaynaktan yapacakları
ihalelerde tek bir yasal düzenlemeye tâbi olmaları amacıyla çıkarılmıştır.
Anayasa Mahkemesi kararlarında da vurgulandığı gibi, Devlet
harcamalarında Kamu İhale Kanunu'nun uygulanmasını zorunlu kılan bir Anayasa
kuralı bulunmamaktadır. Kanun koyucunun bazı mal ve hizmetler yönünden farklı
usuller benimsemesinde anayasal açıdan bir engel yoktur. Ancak, kanun
koyucunun, bazı mal ve hizmetleri Kamu İhale Kanunu'nda öngörülen usullerin
dışında tutarak farklı usullere tâbi kılabilme yetkisine sahip olması, bu
amaçla çıkarılacak kanunlarda hiçbir anayasal ilkeyle bağlı olmayacağı anlamına
gelmez. Bir mal ve hizmet alımı ihalesinin Kamu İhale Kanunu'nda öngörülen
usullerin dışına çıkarılırken, özellikle hukuk devleti ilkesinin bir gereği
olan kamu yararı amacı gözetilmelidir.
Hukuk devletinde kanunların kamu yararı gözetilerek çıkarılması
zorunludur. Kanun koyucu, Anayasa'ya ve hukukun genel ilkelerine aykırı olmamak
kaydıyla her türlü düzenlemeyi yapmak yetkisine sahip olup, düzenlemede kamu
yararının bulunup bulunmadığının belirlenerek takdir edilmesi kanun koyucuya
aittir. Anayasa'ya uygunluk denetiminde, kanun koyucunun kamu yararı
anlayışının isabetli olup olmadığı değil, incelenen kuralın kamu yararı dışında
belli bireylerin ya da grupların çıkarları gözetilerek yasalaştırılmış olup
olmadığının incelenebileceği açıktır.
Müşavirlik/danışmanlık hizmetleri, yatırım ve hizmet işlerinin
yapımı ve yerine getirilmesi ile doğrudan ilgisi olmayan bir takım proje ve
planların hazırlanması, yazılım tasarım geliştirilmesi, denetim ve kontrolün
sağlanması gibi teknik, mali, hukuki vb. alanlardaki hizmetleri kapsamaktadır.
Dava konusu kuralla, YİD projelerinin yüksek maddi kaynak veya
ileri teknoloji gerektirmesi ve uluslararası boyutunun bulunması dolayısıyla
uzun bir hazırlık sürecini de beraberinde getirmesi, bu projelerin hazırlanması
ve yürütülmesi safhasındaki müşavirlik hizmeti alımının Kamu İhale Kanunu'ndan
muaf tutularak sürecin kısaltılması ve uygulamanın kolaylaştırılmasının
amaçlandığı anlaşılmaktadır.
Esas ve usulleri 3996 sayılı Kanun ve bu Kanun'un verdiği yetkiyle
çıkarılan Bakanlar Kurulu Kararı ile düzenlenen ve 4734 sayılı Kanun kapsamında
bulunmayan YİD modeli ile yapılacak projelerin yapım ve işletme sürelerinde
alınacak müşavirlik hizmetinin, ihale ve yapım sürecinin kısaltılması ve
uygulamanın kolaylaştırılması amacıyla 4734 sayılı Kanun'a tabi olunmadan, esas
ve usulleri ilgili bakanlıklar tarafından belirlenmesi suretiyle
alınmasında kamu yararı dışında bir
amacın bulunduğu söylenemez.
Kamu ihalelerinin hangi usullere göre yapılacağına ilişkin
Anayasa'da bir hüküm bulunmadığı gibi, ihale usul ve esasları "kanunla" düzenlenme
zorunluluğu getirilen hususlar arasında yer almamaktadır. Bu nedenle, 3996
sayılı Kanun kapsamında kalan ve YİD modeli ile yapılacak projelerin yapım ve
işletme sürelerinde alınacak müşavirlik hizmetinin usul ve esaslarını belirleme
yetkisinin bakanlıklara bırakılması, yapılacak işlerin uzmanlık gerektirmesi,
teknik ve detaya ilişkin düzenlemeleri içermesi nedeniyle yasama yetkisinin
devri olarak nitelendirilemez.
Diğer taraftan, dava dilekçesinde, müşavirlik/danışmanlık
hizmetlerinin İhale Kanunu kapsamından çıkarılmasına ilişkin düzenlemenin 3996
sayılı Kanun'a fıkra eklenmek suretiyle yapıldığı ve bu bakımdan 4734 sayılı
Kanun'un 66. maddesinde yer alan "Bu Kanun hükümlerine ilişkin
değişikliklerin ancak bu Kanuna hüküm eklenmek veya bu Kanunda değişiklik
yapılmak suretiyle düzenlenir."yönündeki hükümle çelişkiye yol açacağı
ve belirlilik ilkesine aykırı olacağı ileri sürülmüştür.
Bir yasa kuralının başka bir norm ile uyumlu olmaması onun iptal
edilmesini gerektiren bir durum değildir. Anayasa Mahkemesi kanunların başka
kanunlara ya da daha alt düzeydeki diğer normlara uyumluluğunu değil,
kanunların Anayasa'ya uyumluluğunu denetlemektedir. Bu nedenle söz konusu
gerekçeye dayanan Anayasa'ya aykırılık iddiası geçerli değildir.
Dava dilekçesinde, müşavirlik hizmet
alımına ilişkin usul ve esasların belirlenmesi yetkisinin ilgili bakanlıklara
verilmesinin, her bakanlığın ayrı usul ve esas belirlemesine ve aynı konuda
birden fazla usul ve esasın ortaya çıkmasına yol açabileceği ifade edilmişse
de, her bakanlığın YİD projelerinin yapım ve işletme sürelerinde müşavirlik
hizmeti alımına ilişkin farklı usul ve esas belirlemesinin, faaliyet alanının
ve yaptığı işlerin birbirinden farklı olmasının ve usul ve esasların uzmanlık
gerektiren, teknik ve detaya ilişkin düzenlemeleri içermesinin bir sonucu
olarak kabul etmek gerekir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural
Anayasa'nın 2. ve 7. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi
gerekir.
Kuralın, Anayasa'nın 6. ve 87. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
I- Kanun'un 166. Maddesinin İncelenmesi
1- Kuralın Anlam ve Kapsamı
Kanun'un 166. maddesinde, il özel
idarelerinin sürekli işçi kadrolarında çalışan ihtiyaç fazlası işçilerin Karayolları Genel
Müdürlüğünün taşra teşkilatındaki sürekli işçi kadrolarına, belediyelerin sürekli
işçi kadrolarında çalışan ihtiyaç fazlası
işçilerin ise Milli Eğitim Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğünün taşra
teşkilatındaki sürekli işçi kadroları ile sürekli işçi norm kadro dâhilinde
olmak üzere ihtiyacı bulunan mahalli idarelere atanması öngörülmekte ve buna
ilişkin esas ve usuller düzenlenmektedir.
Kural, il özel idareleri ve
belediyelerde ihtiyaç fazlası olan işçilerin diğer kurumlara atanabilmesini
sağlamak amacıyla getirilmiştir. Kuralla, sürekli işçi kadrolarında çalışıp
ihtiyaç fazlası olan işçilerden;
- İl özel idarelerinde çalışanlar, muvafakatları aranmaksızın
Karayolları Genel Müdürlüğünün taşra teşkilatlarının ve muvafakatları alınarak
bulundukları ildeki diğer kamu kurum ve kuruluşlarından talepte bulunanların
(özelleştirme programında bulunanlar hariç) sürekli işçi kadrolarına,
- Belediyelerde çalışanlar ise muvafakatları aranmaksızın Milli
Eğitim Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğünün taşra teşkilatları ile sürekli
işçi norm kadro dahilinde olmak üzere ihtiyacı bulunan mahalli idarelerin ve
muvafakatları alınarak bulundukları ildeki diğer kamu kurum ve kuruluşlarından
talepte bulunanların (özelleştirme programında bulunanlar hariç) sürekli işçi
kadrolarına,
atanmaları öngörülmüştür.
Ayrıca, bu şekilde ataması yapılacak ihtiyaç fazlası işçilerin
tespitinin, vali veya görevlendireceği vali yardımcısının başkanlığında, il
emniyet müdürü, defterdar, il milli eğitim müdürü, Türkiye İş Kurumu il müdürü,
Karayolları Genel Müdürlüğü bölge müdürü, il mahalli idareler müdürü ve işçi
devreden işyerinde toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkili işçi sendikası
temsilcisinden oluşan bir komisyon tarafından yapılması kurala bağlanmıştır.
Düzenlemede, tespitin yapılmasına esas işçilerin listesinin, il
özel idareleri ve belediyeler tarafından Kanun'un yayımından itibaren kırkbeş
gün içinde gerekçesi ile birlikte söz konusu komisyona sunulacağı
öngörülmüştür. Mahalli idarelerin ihtiyaç fazlası işçi bildirme zorunlulukları
bulunmamakta olup, ihtiyaç fazlası işçi bildirip bildirmemek tamamen mahalli
idarelerin takdirindedir.
Mahalli idarelerce ihtiyaç fazlası olarak bildirilen işçilerden
norm kadro fazlası olanların doğrudan komisyon tarafından belirtilen kurumlara
atanmak üzere tespit edileceği, norm kadro dâhilinde olup da ihtiyaç fazlası
olarak bildirilenlerin ise personel gider oranları, kurumun bütçe dengesi, norm
kadro sayısı ve yürütmekle görevli olduğu hizmetlerin gereği ile nüfus kriterleri
değerlendirilmek suretiyle tespit edileceği kurala bağlanmıştır. Bu şekilde
tespit edilen işçilerin atanmasının valiler tarafından yapılması ve atama
işlemi yapılan personelin ilgili valilikler tarafından en geç on gün içinde
Devlet Personel Başkanlığına bildirilmesi öngörülmüştür.
Söz konusu 166. maddede komisyonca belirlenen işçi listesinin
kesinleşmesinden sonra kendisine tebligat yapılan işçinin, atama kararının
tebliğinden itibaren beş iş günü içinde belirlenen yeni işyerinde işe başlamak
zorunda olduğu ve bu süre içinde yeni kurumunda işe başlamayan işçilerin
atamalarının iptal edilerek, 4857 sayılı İş Kanunu'nun 17. maddesi gereğince iş
sözleşmelerin sona erdirileceği hükmüne yer verilmiştir.
Bu şekilde ataması yapılan işçilerin ücret ile diğer mali ve
sosyal haklarının, toplu iş sözleşmesi bulunan işçiler bakımından yenileri
düzenleninceye kadar devir işleminden önce tabi oldukları toplu iş sözleşmesi
hükümlerine göre, toplu iş sözleşmesi olmayan işçiler bakımından 2010 yılı
Kasım ayında geçerli olan bireysel iş sözleşmesi hükümlerine göre belirlenmesi
kurala bağlanmıştır.
Diğer taraftan, düzenleme ile işçi fazlası bildirip işçilerini
diğer kurum ve kuruluşlara nakledecek mahalli idarelerin, gerekli özeni
gösterip görev ve yetkilerini dikkate alarak belirlemelerde bulunmalarını
sağlamak amacıyla, işçi nakleden mahalli idarelerin nakil sonrasında oluşan
işçi sayısında beş yıl süreyle artış yapılamayacağı ve üç yıl süreyle,
gerçekleşen en son yıl bütçe gideri içinde yer alan hizmet alımı tutarını
aşmayacak şekilde hizmet alımı için harcama yapılabileceği yönünde sınırlama
getirilmiştir.
Ayrıca, kuralda İçişleri Bakanlığına maddenin uygulanmasına
ilişkin olarak gerekli görülmesi hâlinde, Maliye Bakanlığı, Çalışma ve Sosyal
Güvenlik Bakanlığı, Devlet Personel Başkanlığı ve ilgili diğer kurumların
görüşünü alarak uygulamayı yönlendirme ve ortaya çıkabilecek tereddütleri
giderme yetkisi verilmiştir.
657
sayılı Kanun'un 4. maddesi kamu kurumlarındaki istihdam şekillerini
düzenlemektedir. Buna göre, kamu hizmetleri, memur, sözleşmeli personel, geçici
personel ve işçiler eliyle yürütülür. Söz konusu 4. maddede işçiler "memurlar,
sözleşmeli personel ve geçici personel dışında kalan ve ilgili mevzuatı
gereğince tahsis edilen sürekli işçi kadrolarında belirsiz süreli iş
sözleşmeleriyle çalıştırılan sürekli işçiler ile mevsimlik veya kampanya
işlerinde ya da orman yangınıyla mücadele hizmetlerinde ilgili mevzuatına göre
geçici iş pozisyonlarında altı aydan az olmak üzere belirli süreli iş
sözleşmeleriyle çalıştırılan geçici işçilerdir." şeklinde
tanımlanmıştır.
İşçiler,
4857 sayılı Kanun çerçevesinde istihdam edilmektedir. Bu Kanun'un 2. maddesinde
işçinin tanımı "Bir iş sözleşmesine dayanarak çalışan gerçek
kişi." şeklinde yapılmıştır. İşçi istihdamı, kamu kesiminde
tümüyle iş hukukuna bağlı olarak gerçekleştirilmekte olup, işçiler bakımından
kamuya özgü kurallar getirilmemiştir. Bununla birlikte, işçi istihdamı hizmete
girişte sınava tabi tutulma ve kamu hizmetlerinde süreklilik ilkeleri ile
kendine özgü boyutlara ulaşmış ve özel sektör işçi istihdamından
farklılaşmıştır.
4857 sayılı Kanun'a
göre işverenlerce, iş sözleşmeleri önceden karşı tarafa bildirimde bulunmak ve
ihbar ve kıdem tazminatı ödenmek suretiyle feshedilebilecektir. 4857 sayılı
Kanun'un 17. maddesinde, belirsiz süreli iş sözleşmelerinin feshinden önce
durumun diğer tarafa bildirilmesi gerektiği ve bildirimin diğer tarafa
yapılmasından başlayarak çalışılan zamana göre belirlenen sürelerin geçmesinden
sonra iş sözleşmelerinin feshedilmiş sayılacağı hüküm altına alınmıştır.
Maddede ayrıca, bildirim şartına uymayan tarafın bildirim süresine ilişkin
ücret tutarında tazminat ödemek zorunda olduğu ve işverenin bildirim süresine
ait ücreti peşin vermek suretiyle iş sözleşmesini feshedebileceği ifade
edilmiştir.
2- Anayasa'ya Aykırılık Sorunu
Dava dilekçesinde, il özel idareleri ve belediyelerin sürekli işçi
kadrolarında gerçek anlamda ihtiyaç fazlası işçi bulunmadığı, ihtiyaç fazlası
işçiden söz edilmesinin nedeninin işlerin ihaleyle üçüncü şahıslara yaptırılmak
istenmesi olduğu, işçilerin bu şekilde atanmalarında kamu yararı bulunmadığı,
kamu yararına yönelik olmayan, kamu hizmetinin gerekleriyle bağdaşmayan, adil
ve makul olmayan, kamu hizmetlerinin etkin, verimli ve ekonomik sunulmasına
katkı sağlamayan düzenlemelerin hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmayacağı,
sürekli işçi kadrolarında çalışan işçilerin anayasal güvence altında olan
sözleşme ve çalışma hürriyeti kapsamında bireysel iş sözleşmesi imzalayarak
çalışmaya başladıkları ve toplu iş sözleşmeleri ile çalışma koşullarının
düzenlendiği, ortada il özel idareleri ile belediyelerin kapanması veya
görevlerinin başka kamu kurum ve kuruluşlarına devredilmesi gibi zorlayıcı bir
neden olmamasına rağmen sözleşmelerin taraflarının değiştirilmesinin hukuka uygun
olmayacağı belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 2., 48., 49. ve 127. maddelerine
aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Çalışma ve sözleşme
hürriyeti, Anayasa'nın 48. maddesinde düzenlenmiş ve "Herkes,
dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir. Özel teşebbüsler
kurmak serbesttir." denilmiştir. Bu maddenin gerekçesinde,
hürriyet temeline dayalı bir toplumda irade serbestliği çerçevesinde ferdin
sözleşme yapma, meslek seçme ve çalışma hürriyetlerinin garanti altına
alınmasının tabii olduğu ve bu hürriyetlerin ancak, kamu yararı amacıyla ve
kanunla sınırlanabileceği ifade edilmiştir.
Anayasa'nın 49. maddesinde de çalışmanın herkesin hakkı ve ödevi
olduğu belirtilmiş; Devlete, çalışanların yaşam düzeyini yükseltmek, çalışma hayatını
geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek,
işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını
sağlamak için gerekli tedbirleri almak ödevi verilmiştir.
Dava konusu maddede, il özel
idareleri ve belediyelerde sürekli işçi kadrolarında istihdam edilmekte olan ihtiyaç fazlası işçilerden il
özel idarelerinde görevli olanların Karayolları Genel Müdürlüğüne,
belediyelerde görevli olanların Milli Eğitim Bakanlığı ve Emniyet Genel
Müdürlüğü ile norm kadroları dâhilinde ihtiyacı bulunan mahalli idarelere, yine
il özel idareleri ve belediyelerin ihtiyaç fazlası işçilerinin talepte bulunan
diğer kamu kurum ve kuruluşlarına atanması ve bu atamalara ilişkin esas ve
usuller düzenlenmektedir.
Madde gerekçesinde, mahalli idarelerin sürekli
işçi kadrolarında çalışan ihtiyaç fazlası işçilerin ihtiyacı bulunan kamu kurum
ve kuruluşlarının taşra teşkilatındaki sürekli işçi kadrolarına atanmasının
amaçlandığı, böylece mahalli idarelerin bütçelerine personel giderlerinin aşırı
yük getirmesinin önüne geçilebileceği ve yerel nitelikteki hizmetleri etkin bir
şekilde sunmaları için mali yapılarının dengeli hale getirilmesinin ve
kaynakları etkin kullanmasının sağlanabileceği ifade edilmiştir.
Hukuk devletinde kanun koyucu, memur ve diğer kamu görevlileri ile
bunların dışında çalışanlarla ilgili olarak, Anayasa'da belirlenen kurallara
bağlı kalmak, adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini gözetmek koşuluyla
ihtiyaç duyduğu düzenlemeyi yapma yetkisine sahiptir. Hukuk devletinde diğer
tüm kamusal yetkilerde olduğu gibi yasama işlemlerinde de kişisel yararların
değil, kamu yararının gözetilmesi gerekir. Kamu yararı kavramı, genel bir
ifadeyle, özel veya bireysel çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan toplumsal
yararı ifade etmektedir.
Kanun koyucu, Anayasa'ya ve hukukun genel ilkelerine aykırı
olmamak kaydıyla her türlü düzenlemeyi yapmak yetkisine sahip olup, düzenlemede
kamu yararının bulunup bulunmadığının belirlenerek takdir edilmesi kanun
koyucuya aittir. Anayasa'ya uygunluk denetiminde, kanun koyucunun kamu yararı
anlayışının isabetli olup olmadığı değil, incelenen kuralın kamu yararı dışında
belli bireylerin ya da grupların çıkarları gözetilerek yasalaştırılmış olup
olmadığının incelenebileceği açıktır.
Naklen atanması öngörülen işçiler, çalıştıkları
mahalli idarelerde ihtiyaç fazlası olanlardır. Bu şekilde atanacak işçilerin
bizzat mahalli idarenin kendisi tarafından belirlenmesi öngörülmüş olup, söz
konusu idareleri ihtiyaç fazlası işçi bildirme konusunda zorlayıcı bir hüküm
bulunmamaktadır. İhtiyaç fazlası işçi bildirip bildirmeme yetkisi tamamıyla
mahalli idarelerin takdirindedir.
Dava dilekçesinde, düzenlemenin amacının kamu
yararı olmadığı ileri sürülmüşse de kuralın amacının kamu yararı dışında ne
olduğu ya da kuralda hangi özel yararın gözetildiği açıklanmamıştır. Kanun
koyucunun, mahalli idarelerdeki ihtiyaç fazlası işçi yığılmalarını engellemek
amacıyla, bu şekildeki işçilerin diğer kamu kurum ve kuruluşlarında
görevlendirebilmesi için gerekli düzenlemeleri yapmasının kamu yararı amacına
yönelik olduğu ve bu nedenle hukuk devleti ilkesine aykırı olmadığı açıktır.
Kuralla,
ihtiyaç fazlası işçilerin tespit edilmesi işleminin, vali veya görevlendireceği
vali yardımcısının başkanlığında, il emniyet müdürü, defterdar, il milli eğitim
müdürü, Türkiye İş Kurumu il müdürü, Karayolları Genel Müdürlüğü bölge müdürü,
il mahalli idareler müdürü ve işçi devreden işyerinde toplu iş sözleşmesi
yapmaya yetkili işçi sendikası temsilcisinden oluşan bir komisyon tarafından
yapılması öngörülmüş ve norm kadro fazlası işçiler ile norm kadro dâhilinde
olup, ihtiyaç fazlası işçilerin belirtilen kurumlara geçişi ayrı ayrı
düzenlenmiş ve farklı kriterlere tabi tutulmuştur. Bu düzenlemeler,
kurumlarında ihtiyaç fazlası durumunda olan işçilerin diğer kurum ve
kuruluşlara naklinin objektif kıstaslara dayandırıldığını ve böylece keyfi
uygulamaların önlenmesine ilişkin tedbirlerin alındığını göstermektedir.
İşverenlerin
ihtiyaç olmadan bir kişiyi çalıştırması beklenemez. İş hayatına ilişkin
kuralların belirlenmesinde kamu yararı esas olup, ayrıca işçi ve işveren
arasındaki denge de gözetilmektedir. 4857 sayılı Kanun'da
işçi ve işverenin hak ve yükümlülükleri arasındaki denge, işverene tazminat
ödeme yükümlülüğü getirilmek suretiyle kurulmuştur. İşverenler, her
hâlükârda 4857 sayılı Kanun
çerçevesinde öngörülen tazminatları ödeyerek işçilerin sözleşmelerini sona
erdirebilecektir. Bu husus göz önünde bulundurulduğunda, mahalli idarelerin
ihtiyaç fazlası işçilerinin sözleşmelerini, öngörülen tazminatları ödeyerek
sona erdirmesi yerine, ihtiyacı olan diğer kurum ve kuruluşlara nakline imkân
sağlanmasına yönelik düzenleme ile bu işçilerin lehine bir uygulama getirildiği
anlaşılmaktadır.
Ayrıca, düzenleme ile işçi fazlası bildirip işçilerini diğer kamu
kurum ve kuruluşlarına nakleden mahalli idarelerin, nakil sonrasında oluşan
işçi sayısında beş yıl süreyle artış yapılamayacağı ve üç yıl süreyle,
gerçekleşen en son yıl bütçe gideri içinde yer alan hizmet alımı tutarını
aşmayacak şekilde hizmet alımı için harcama yapılabileceği yönünde sınırlama
getirilmek suretiyle, işçi nakledecek mahalli idarelerin görev ve yetkilerini
göz önünde tutarak personel durumu, mali yapısı ve bütçe dengelerine uygun bir
şekilde nakil işlemini gerçekleştirmesine yönelik sınırlayıcı bir düzenleme
yapılmıştır.
Bu şekilde ataması yapılan işçilerin ücret ile diğer mali ve
sosyal haklarının, toplu iş sözleşmesi bulunan işçiler bakımından yenileri
düzenleninceye kadar devir işleminden önce tabi oldukları toplu iş sözleşmesi
hükümlerine göre, toplu iş sözleşmesi olmayan işçiler bakımından 2010 yılı
Kasım ayında geçerli olan bireysel iş sözleşmesi hükümlerine göre belirleneceği
öngörülmek suretiyle, naklen atanan işçilerin gittikleri yeni
kurumlarında önceki haklarının tamamı muhafaza edilmiş ve maaş, ek ücret, kıdem
tazminatı, prim, yol gideri, gıda, yardım vs. sosyal alacaklar açısından da
herhangi bir olumsuzluğa yol açılmamıştır.
Bu itibarla, mahalli idarelerde ihtiyaç fazlası durumunda olan
işçilerin diğer kamu kurum ve kuruluşlarına atanabilmesine imkân sağlayan
düzenlemenin hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmayan bir yönü bulunduğu
söylenemez.
Çalışma özgürlüğü, herkesin dilediği mesleği seçmede özgür
olmasını ve zorla çalıştırılmamayı ifade eder. Birey bu özgürlüğünü kullanarak
dilediği alanı ve işi seçebilir. Çalışma hakkı ise bireyin özgür iradesiyle
seçtiği mesleği veya işi icra etmesini ve Devletin de çalışmak isteyenlere iş
temin etmek için gereken tedbirleri almasını gerektirmektedir. Devlet,
çalışanların yaşam düzeyini yükseltmek, çalışma yaşamını geliştirmek için
çalışanları korumak, çalışmayı desteklemek ve işsizliği gidermeye elverişli
ekonomik bir ortam oluşturmak ve çalışma barışını sağlamak için gerekli
önlemleri almakla yükümlüdür.
Sözleşme iki taraflı bir hukuki işlem olup, tarafların karşılıklı
ve birbirine uygun surette irade açıklamalarıyla meydana gelir. Sözleşme
özgürlüğü, özel hukuktaki irade özerkliği ilkesinin Anayasa Hukuku alanındaki
dayanağıdır. Özel hukukta irade özerkliği, özel kişilerin yasal sınırlar
içerisinde istedikleri hukuki sonuca bu yoldaki iradelerini yeterince açığa
vurarak ulaşabilmeleri demektir. Anayasa açısından sözleşme özgürlüğü ise
Devletin, özel kişilerin istedikleri hukuki sonuçlara ulaşmalarını sağlaması ve
bu bağlamda, özel kişilerin belli hukuki sonuçlara yönelen iradelerini geçerli
olarak tanıması, onların iradelerinin yöneldiği hukuki sonuçların doğacağını
ilke olarak benimsemesi ve koruması demektir.
Kuralla, mahalli idarelerin sürekli işçi kadrolarında bulunup da
ihtiyaç fazlası olan işçilere, diğer kamu kurum ve kuruluşlarının sürekli işçi
kadrolarına atanabilmeleri bir hak olarak verilmiş olup, bu şekilde atanan
işçilerin imzalamış oldukları toplu iş sözleşmelerinin yenileri düzenleninceye
kadar geçerli olacağı ve ücret ile diğer mali ve sosyal haklarının mevcut
sözleşme hükümlerine göre belirleneceği öngörülmüştür.
Söz konusu işçiler diğer kamu kurum ve kuruluşlarının sürekli işçi
kadrolarına atanacak olduğundan, bu işçilerin devren atandıkları kurum ve
kuruluşlarla sözleşme yenileme veya mevcut sözleşmelerinin süresinin bitiminde
yeni sözleşme imzalama hakları bulunmaktadır.
Ayrıca, çalıştıkları mahalli idarelerde ihtiyaç fazlası durumunda
olan işçilerin diğer kamu kurum ve kuruşlarına atanmayı kabul etmeme ve 4857
sayılı Kanun hükümlerine göre sözleşmelerini feshetme seçeneğini kullanma
hakları her zaman vardır.
Kuralla, naklen atanması öngörülen işçiler hakkında atandıkları
yeni kurumda da devir işleminden önce tabi oldukları sözleşme hükümlerinin
aynen uygulanması ve işçilerin mali ve sosyal haklarının tamamının muhafaza
edilmesi öngörüldüğünden, kuralın çalışma ve sözleşme özgürlüğü ile çalışma
hakkının özünü zedeleyen bir yönü de bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 2., 48. ve 49.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın, Anayasa'nın 127. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
J- Kanun'un 169. Maddesiyle, 4059 Sayılı Kanun'a Eklenen Ek 3.
Maddenin İkinci Fıkrasının Birinci Cümlesinde Yer Alan ".Türkiye
İhracatçılar Meclisi/İhracatçı Birlikleri; Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı
ve görevlendireceği ilgili diğer kurum ve kuruluşlar." İbaresinin,
Dördüncü Cümlesinde Yer Alan ".Türkiye İhracatçılar Meclisi/İhracatçı
Birlikleri, Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı ile Dış Ticaret Müsteşarlığınca
görevlendirilen ilgili diğer kurum ve kuruluşlar." İbaresinin,
Sekizinci ve Dokuzuncu Cümlelerinde Yer Alan ".Türkiye İhracatçılar
Meclisi/İhracatçı Birlikleri, Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı ve
görevlendirilen ilgili diğer kurum ve kuruluşlar." İbaresinin ve
Üçüncü Fıkrasında Yer Alan ".Türkiye İhracatçılar Meclisi/İhracatçı
Birlikleri, Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı ile Dış Ticaret Müsteşarlığı
tarafından bu madde çerçevesinde görevlendirilen ilgili diğer kurum ve
kuruluşların." İbaresinin İncelenmesi
Kanun'un 169. maddesiyle, 4059 sayılı Hazine Müsteşarlığı ile Dış
Ticaret Müsteşarlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun'a eklenen ek 3.
madde, 8.6.2011 günlü, 637 sayılı Ekonomi Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri
Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin 38. maddesinin (3) numaralı fıkrasının
(h) bendiyle yürürlükten kaldırılmıştır. Bu nedenle, konusu kalmayan istem
hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar verilmesi gerekir.
K- Kanun'un 177. Maddesiyle, 4734 Sayılı Kanun'un 3. Maddesinin
Birinci Fıkrasına Eklenen (r) Bendinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumunun 4734 sayılı
Kanun'a tabi bir kamu kurumu olduğu ve bu kurumun kendisine veya bağlı ortaklık
ya da iştiraklerine ait olan kömür sahalarının büyük bir çoğunluğunun özel
firmalarca işletildiği, fakir ailelere yardım olarak dağıtılacak kömürlerin
kalitesinin standartlara uygun olmasının, maliyetinin rekabetçi fiyatlarla
oluşmasının ve satın alma işleminin eşit muamele şartlarında, saydamlık içinde
ve rekabetçi koşullarda karşılanmasının kamu yararına olduğu, hukuk devletinde
kanunların kamu yararını gerçekleştirmek amacıyla çıkarıldığı, kamu hizmetinin
gerekleriyle uyuşmayan, adil ve makul olmayan, kaynakların etkili, verimli ve
tasarruflu kullanılmasını olumsuz etkileyen kuralın kamu yararına olmadığı ve
hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmadığı, Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumuna ihale
yapmadan kömür alımı yetkisi verilmesinin kömür üreticisi firmalara eşit
muamelede bulunma yükümlülüğünü ortadan kaldıracağı, bunun ise eşitlik ilkesine
aykırı olduğu belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 2. ve 10. maddelerine aykırı
olduğu ileri sürülmüştür.
Kanun'un 177. maddesiyle 4734 sayılı Kanun'un 3. maddesine eklenen
(r) bendi ile fakir ailelere kömür yardımı yapılmasına ilişkin Bakanlar Kurulu
kararnameleri kapsamında, işleticisi kim olursa olsun Türkiye Kömür İşletmeleri
Kurumu Genel Müdürlüğünün (TKİ) kendisine veya bağlı ortaklık veya
iştiraklerine ait olan kömür sahalarından yapacağı mal ve hizmet alımları
Kanun'un kapsamı dışına çıkarılmıştır.
Devletin fakir ailelere ısınma amaçlı kömür yardımı yapması sosyal
devlet olmasının bir gereğidir. Bu kapsamda, 2003 yılından itibaren her yıl
çıkarılan Bakanlar Kurulu kararnameleriyle il ve ilçe sosyal yardımlaşma ve
dayanışma vakıflarınca belirlenerek valiliklere bildirilecek fakir ailelere
müracaatları üzerine asgari 500 kg. bedelsiz kömür verilmektedir. Fakir ailelere
dağıtılacak kömürü temin etme görevi ise TKİ'ye verilmiştir. TKİ dağıtılacak
kömürü öncelikle kendi ocaklarından karşılamakta, bunun mümkün olmaması
durumunda ise diğer üreticilerden kömür alınması yoluna başvurmaktadır.
Yardım kapsamında talep edilen kömür miktarının aşırı yükselmesi
sonucu TKİ'nin kendi ocaklarında ürettiği kömür, yardımları karşılayamaz duruma
geldiği için, yardımların aksamaması amacıyla TKİ ihale yoluyla diğer
üreticilerden kömür temin etme yoluna gitmektedir. Ancak, çevre mevzuatında
yapılan değişiklikler dolayısıyla ısınmada kullanılacak vasıfta yerli kömür
verebilecek üretici sayısının düşüklüğü ve bunların ihalelere girmek istememesi
ve ihale mevzuatındaki bir takım işlemlerin uzun zaman alması nedeniyle, TKİ talepleri
karşılayacak kömür temin etmekte zorluklar yaşamaya başlamış ve bunların
aşılması amacıyla dava konusu kural getirilmiştir.
Anayasa Mahkemesi kararlarında da vurgulandığı gibi, Devlet
harcamalarında 4734 sayılı Kanun'un uygulanmasını zorunlu kılan bir Anayasa
kuralı bulunmamaktadır. Kanun koyucunun bazı mal ve hizmetler yönünden farklı
usuller benimsemesinde anayasal açıdan bir engel yoktur. Ancak, kanun
koyucunun, bazı mal ve hizmetleri Kamu İhale Kanunu'nda öngörülen usullerin
dışında tutarak farklı usullere tâbi kılabilme yetkisine sahip olması, bu
amaçla çıkarılacak kanunlarda hiçbir anayasal ilkeyle bağlı olmayacağı anlamına
gelmez. Bir mal ve hizmet alımı ihalesinin 4734 sayılı Kanun'da öngörülen
usullerin dışına çıkarılırken, özellikle hukuk devleti ilkesinin bir gereği
olan kamu yararı amacı gözetilmelidir.
Hukuk devletinde kanunların kamu yararı gözetilerek çıkarılması
zorunludur. Kanun koyucu, Anayasa'ya ve hukukun genel ilkelerine aykırı olmamak
kaydıyla her türlü düzenlemeyi yapmak yetkisine sahip olup, düzenlemede kamu
yararının bulunup bulunmadığının belirlenerek takdir edilmesi kanun koyucuya aittir.
Anayasa'ya uygunluk denetiminde, kanun koyucunun kamu yararı anlayışının
isabetli olup olmadığı değil, incelenen kuralın kamu yararı dışında belli
bireylerin ya da grupların çıkarları gözetilerek yasalaştırılmış olup
olmadığının incelenebileceği açıktır.
Dava konusu kuralla, TKİ'nin
fakir ailelere dağıtılmak üzere, kendisine veya bağlı ortaklık veya
iştiraklerine ait olan kömür sahalarından yapacağı mal ve hizmet alımlarının
4734 sayılı Kanun kapsamının dışına çıkarılarak, çevre mevzuatına uygun
vasıfta, talebi karşılayacak miktarda kömürün zamanında temin edilebilmesinin
ve dağıtım yerlerine kadar naklinin herhangi bir aksama olmadan
yapılabilmesinin ve uygulamada karşılaşılan zorlukların bertaraf edilmesinin
amaçlandığı anlaşılmaktadır. Sosyal devlet olmanın bir gereği olarak fakir
ailelere ısınma amaçlı kömür yardımı yapılması kapsamında, talebi karşılayacak
miktarda kömürün zamanında temin edilebilmesi ve dağıtım yerlerine kadar
naklinin herhangi bir aksama olmadan yapılabilmesi amacıyla, TKİ'nin kendisine
veya bağlı ortaklık veya iştiraklerine ait olan kömür sahalarından yapacağı mal
ve hizmet alımlarının 4734 sayılı Kanun'dan istisna tutulmasının, hukuk
devletinin gereği olarak gözetilmesi gereken kamu yararına aykırı bir yönünün
bulunmadığı anlaşılmaktadır.
Ayrıca, fakir ailelere kömür yardımı yapılmasına ilişkin Bakanlar
Kurulu kararlarında kömür yardımının Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı
tarafından belirlenecek kriterlere göre yapılacağı kabul edilmiştir. Bu
bağlamda, TKİ'nin 4734 sayılı Kanun'un 3. maddesinin birinci fıkrasının (r)
bendi kapsamında yapacağı kömür alımına dair usul ve esaslar ikincil
düzenlemelerle belirlenmiş ve bazı şartlar öngörülmüştür. Bu şekilde alınacak
kömürlerin fiyatının TKİ'nin kendi satış fiyatına, nakliye ton/km birim fiyatı
ve KDV'nin eklenmesi ile bulunacak tutarı aşamayacağı hükmüne yer verilmiş ve
temin edilecek mal ve hizmete ilişkin yaklaşık maliyet hazırlanması, komisyon
oluşturulması ve alınan tekliflerin değerlendirilmesi usul ve esaslarına
ilişkin düzenlemeler yapılmıştır.
Kömür yardımı kapsamında TKİ tarafından yapılacak mal ve hizmet
alım işlemlerinin hem kanuna hem de çıkarılan yönetmelik, genelge, tebliğ,
şartname, usul ve esaslara uygun olarak yapılmaması halinde, hukuka aykırı
işlem veya eylemler nedeniyle bir hak kaybına veya zarara uğradığını veya
zarara uğramasının muhtemel olduğunu iddia eden aday veya istekli ile istekli
olabilecekler için yargı yoluna gitme imkânı her zaman bulunmaktadır.
Anayasa'nın 10. maddesinde yer alan kanun önünde eşitlik ilkesi,
hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil
hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesine aykırılıktan söz
edilebilmesi için bir kanunun aynı hukuksal durumda olanlar arasında bir ayırım
veya ayrıcalık oluşturması gerekmektedir.
TKİ'ye veya bağlı ortaklık veya iştiraklerine ait kömür
sahalarında üretim yapacak firmalar, elde edecekleri üründen veya ürünün
hâsılatından pay vermek üzere kendisine rödövans yöntemi ile saha tahsis edilen
firmalardır. Bunlar ile TKİ arasında ihale işlemleri sonucunda akdedilmiş
rödövans sözleşmeleri bulunmaktadır. TKİ'nin kendisine, bağlı
ortaklıklarına veya iştiraklerine ait kömür sahalarında üretim yapan firmalar
ile özel olarak kendi adına ruhsatlı kömür sahalarında üretim yapan firmaların
aynı konumda görülmesi mümkün olmadığından bunlar arasında eşitlik
karşılaştırması yapılamaz.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 2. ve 10.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
L- Kanun'un 179. Maddesiyle Değiştirilen, 4734 Sayılı Kanun'un 68.
Maddesinin (c) Fıkrasının Birinci Cümlesindeki "projelerde"
İbaresinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, yasa kurallarının genel, soyut, açık ve anlaşılabilir
olması gerektiği, aynı yapım işi devletin bütün kurum ve kuruluşlarında aynı
normlara bağlı iken Toplu Konut İdaresi (TOKİ) tarafından yapılınca veya
yaptırılınca bazı kurallardan istisna tutulmasının hukuk devleti ilkesiyle
bağdaşmayacağı, kanunların genelliği ilkesinin özel, aktüel ve geçici bir
durumu gözetmemeyi, belli bir kişi, grup veya kurumu hedef almamayı ve aynı
durumlar için aynı kuralların uygulanmasını zorunlu kıldığı, aynı işin TOKİ
tarafından ihale edilince farklı kurallara tabi olmasının kanunların genelliği
ilkesine de aykırılık oluşturduğu, yasama organının kamu hizmetlerinin
görülmesinde verim ve uyumu da gözetmek durumunda bulunduğu, 4734 sayılı
Kanun'daki sınırlayıcı hükümlerden kaçınmak isteyen idarelerin yapım işlerini
TOKİ'ye yaptırmak isteyecekleri, bunun sonucunda da Bayındırlık Bakanlığı
işlevsiz kalırken TOKİ'nin asıl görevinden uzaklaşarak zaman ve mesaisini diğer
işlere ayırmak durumunda kalacağı, dolayısıyla verimliliğin düşeceği ve uyumun
ortadan kalkacağı belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 2. ve 126. maddelerine
aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Kanun'un 179. maddesiyle 4734 sayılı Kanun'un 68. maddesinin (c)
fıkrasının birinci cümlesinde yer alan "toplu konut
projelerinde" sözcüğü "projelerde" şeklinde
değiştirilmiştir. Buna göre, 2985 sayılı Toplu Konut Kanunu kapsamındaki
projelerin tamamında, 4734 sayılı Kanun'un 5. maddesinin beşinci ve altıncı
fıkraları ile 62. maddesinin (a) ve (b) bentleri ile (c) bendindeki
kamulaştırma, mülkiyet, arsa temini, imar işlemleri ve uygulama projesine
ilişkin şartlar aranmaksızın ihaleye çıkılması mümkün hale gelmekte, ancak,
çevresel etki değerlendirme (ÇED) raporu zorunluluğu bulunan hallerde sözleşme
imzalanmadan önce bu raporun alınması zorunlu olmaktadır.
Anayasa Mahkemesi kararlarında da vurgulandığı gibi, Devlet
harcamalarında 4734 sayılı Kanun'un uygulanmasını zorunlu kılan bir Anayasa
kuralı bulunmamaktadır. Kanun koyucunun bazı mal ve hizmetler yönünden farklı
usuller benimsemesinde anayasal açıdan bir engel yoktur. Ancak, kanun
koyucunun, bazı mal ve hizmetleri Kamu İhale Kanunu'nda öngörülen usullerin
dışında tutarak farklı usullere tabi kılabilme yetkisine sahip olması, bu
amaçla çıkarılacak kanunlarda hiçbir anayasal ilkeyle bağlı olmayacağı anlamına
gelmez. Bir mal ve hizmet alımı ihalesinin 4734 sayılı Kanun'da öngörülen
usullerin dışına çıkarılırken, özellikle hukuk devleti ilkesinin bir gereği
olan kamu yararı amacı gözetilmelidir.
Dava konusu kuralla 2985 sayılı Kanun kapsamındaki projeler için,
ihaleye çıkılmadan önce yerine getirilmesi öngörülen ödenek temini ve
planlaması, kamulaştırma, mülkiyet, arsa temini, imar işlemleri ve projelere
ilişkin şartların aranmayacağı öngörülmüştür. Yapılacak ihalelerde saydamlığı,
katılımı, rekabeti, eşit muameleyi ve ihtiyaçların uygun şartlarla ve zamanında
karşılanmasını etkilemeyen ve ihale öncesi sürecin kısaltılması ve projelerin
hızlandırılmasını amaçlayan bu düzenleme kanun koyucunun takdirinde olup, hukuk
devletinin gereği olarak gözetilmesi gereken kamu yararına bir aykırılık
oluşturmamaktadır. Öte yandan, Bakanlıklara ait proje ve uygulamaların TOKİ'ye
yaptırılmasının, 4734 sayılı Kanun'da öngörülen saydamlık, rekabet, eşit
muamele, güvenilirlik, gizlilik ve kamuoyu denetimini ortadan kaldıracağı, kamu
hizmetlerinin görülmesinde verimliliği düşüreceği ve uyumsuzluğa neden olacağı
hususu bir yerindelik sorunu olup, anayasallık denetiminin kapsamı dışındadır.
Kanunların, ilke olarak genel ve nesnel nitelikte bulunmaları
gerekir. Kanunun genelliği, onun belli bir kişiyi hedef almayan, özel, aktüel,
geçici bir durumu gözetmeyen, fakat önceden saptanmış olup, soyut şekilde
uygulanabileceği bütün kişilere hitap eden hükümler içermesi demektir. Anayasa
Mahkemesine göre kanun, genel hukuk kuralları koymalı, genel, soyut ve kişilik
dışı hükümler içermelidir. Kanunun genel olması, herkesin statüsünü
düzenleyeceği anlamına gelmemekte, yalnızca kanunun belli bir kişiyi veya
kişileri göz önünde tutmaksızın genel hükümler koymasını, hukuki durumları
soyut olarak düzenlemesini gerektirmektedir. Şu halde, kanun hükümlerinin genel
nitelikte olması, herkes için nesnel hukuki durumlar yaratması ve aynı hukuki
durumda bulunan kişilere ayrım gözetilmeksizin uygulanabilir olmasını
gerektirir.
Kuralla, 2985 sayılı Kanun'a dahil olan projelerde ihale öncesi
sürecin kısaltılması ve projelerin hızlandırılması amaçlanmakta olup, kural,
2985 sayılı Kanun'a dahil olan projelerin tamamını kapsamına almaktadır. Bu
bağlamda, kuralın belli bir kişiyi veya kişileri göz önünde tutmaksızın genel
hükümler içerdiği anlaşıldığından kural, kanunların genelliği ve hukuk devleti
ilkesine aykırı değildir.
Anayasa'nın "Merkezi idare" başlıklı 126.
maddesinde, Türkiye'nin, merkezi idare kuruluşu bakımından, coğrafi durumuna,
ekonomik şartlara ve kamu hizmetlerinin gereklerine göre illere, illerin de
diğer kademeli bölümlere ayrılacağı, illerin idaresinin yetki genişliği esasına
dayanacağı, kamu hizmetlerinin görülmesinde verim ve uyum sağlamak amacıyla,
birden çok ili içine alan merkezi idare teşkilatının kurulabileceği, bu
teşkilatın görev ve yetkilerinin kanunla düzenleneceği ifade edilmiştir.
Maddede, merkezi yönetimin örgütlenmesine ilişkin ölçütler "coğrafya
durumu, ekonomik koşullar ve kamu hizmetlerinin gerekleri" olarak
sayılmış, ancak merkezi yönetimin görevlerini belirginleştiren ya da sınırlayan
bir düzenleme yapılmamıştır.
Anayasa'da yer alan düzenlemeler, kanun koyucuya, toplumsal
ihtiyaçlar doğrultusunda yeni idari birimler oluşturma, görev alanlarında
değişiklik yapma veya bu birimleri kaldırma yetkisi vermektedir. Bir kamu
hizmetinin hangi kamu kurum veya kuruluşunca yerine getirileceğini belirleme
konusunda kanun koyucunun takdir yetkisine sahip olduğu açıktır.
Anayasa'da yapım işlerinin kimler tarafından yapılacağına ilişkin
bir kural yer almamakta olup, ihtiyaçlara göre bu hususun belirlenmesi kanun
koyucunun takdirindedir. Bu bağlamda, bakanlıklara ait proje ve uygulamaların
2985 sayılı Kanun hükmü uyarınca TOKİ'ye yaptırılması yönündeki düzenleme de
kanun koyucunun takdir alanında kalmaktadır.
Diğer taraftan, bazı bakanlıkların bir takım işlerinin, talep
etmeleri ve TOKİ'nin bağlı bulunduğu bakanlığın onaylaması hâlinde TOKİ'ye
yaptırılmasına ilişkin düzenlemeyle, ne Bayındırlık ve İskan Bakanlığının ne de
onun yerine geçen Çevre ve Şehircilik Bakanlığının görev ve yetkilerinde
herhangi bir değişiklik olmamıştır. Söz konusu Bakanlığın kuruluş kanun
hükmünde kararnamesinde belirtilen görev ve yetkileri aynen devam etmekte
olduğundan, TOKİ'nin Bakanlığın yerine geçmesi ve kamu hizmetinin görülmesinde
verim ve uyumun ortadan kalkması söz konusu değildir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 2. ve 126.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
M- Kanun'un 206. Maddesiyle, 4646 Sayılı Kanun'un 4. Maddesinin
Dördüncü Fıkrasının (d) Bendine Eklenen (3) Numaralı Alt Bendin "Ancak,
başvurulardan birinde depolama faaliyetinin yapılacağı sahada yer alan
taşınmazların asgari yarısının mülkiyetinin lisans başvurusunda bulunan tüzel
kişi ve/veya ortaklarına ait olması ve/veya depolama faaliyetinin yapılacağı
sahada yer alan taşınmazların asgari yarısının üzerinde lisans başvurusunda
bulunan tüzel kişi ve/veya ortakları adına depolama faaliyetinde bulunma imkanı
verecek kullanma ve/veya irtifak hakkı ve benzer izinlerin tesis edilmiş olması
halinde bu başvuru kabul edilir; diğer başvurular reddedilir."
Biçimindeki Dördüncü Cümlesinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, düzenlemenin depolama faaliyeti yapılacak
alanın en az yarısının mülkiyetine veya yararlanma hakkına sahip olanlara,
diğer başvuru sahiplerine göre özel çıkar veya yarar sağlayıp, lisans bedelinin
artırılmasına yönelik yarışmayı da ortadan kaldırarak toplumu kamu gelirinden
yoksun bıraktığı, bir yasa kuralının konulmasında kamu yararı bulunduğunun
kabulü için kanunun toplumun geneline yönelik yararlar sağlamayı amaçlaması
gerektiği, belirli bir alanda birbiriyle çatışan çıkarların kamu yararı ile
adalet ve hakkaniyet ölçülerine göre uzlaştırılmasının öncelikli yönteminin
yarışma olduğu, lisans bedelinin artırılmasına yönelik yarışmayı ortadan
kaldıran düzenlemenin bu açıdan da hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu,
durumları aynı olan istekliler arasında doğal gaz depolama alanı yapılacak
alanda yer alan taşınmazların en az yarısının mülkiyetine veya kullanma hakkına
sahip olanlara ayrıcalık tanınmasının eşitlik ilkesi ile de bağdaşmadığı
belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 2. ve 10. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
4646
sayılı Doğal Gaz Piyasası Kanunu'nun 4. maddesinde doğal gaz piyasa
faaliyetlerinde bulunacak tüzel kişilerin gerekli lisansları almalarının şart
olduğu belirtilmiş olup, maddenin dördüncü fıkrasında doğal gaz piyasa
faaliyetleri ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştır. Anılan fıkranın (d) bendinde
ise doğal gazın depolanması faaliyetine yer verilmiş ve depolama faaliyeti
yapacak olan tüzel kişilerde, depolama yapacak teknik ve ekonomik yeterliliğe
sahip olmak, tasarrufları altında bulunacak depolama kapasitelerinin tümünü
sistemin eşgüdümlü ve güvenli bir tarzda işlemesine yardımcı olacak şekilde idare
edeceklerini ve kapasitelerinin sistem elverişli olduğu takdirde tarafsız ve
eşit bir şekilde hizmete sunulacağını taahhüt etmek şartlarının aranacağı ifade
edilmiştir.
6111
sayılı Kanun'un 206. maddesiyle söz konusu (d) bendine eklenen (3) numaralı alt
bentle, aynı yer için birden fazla başvuru olması durumunda yapılacak işlemlere
ilişkin düzenleme yapılmış, başvuruya konu yerin il, ilçe, köy, mahalle, ada,
parsel bilgilerini de içeren bilgilerin Kurum internet sayfasında duyurulacağı,
duyuruda belirlenecek sürede başvuruda bulunan tüzel kişilerin depolama lisansı
almak için aranılan şartları taşımaları kaydıyla lisans başvurularının Kurul
tarafından değerlendirileceği, bu değerlendirme sonucunda birden fazla
başvurunun kalması durumunda bunlar arasında lisans bedelinin artırılması
esasına göre yarışma yapılacağı hükme bağlanmıştır.
Söz
konusu (3) numaralı alt bendin iptal davasına konu cümlesinde ise başvurulardan
birinde depolama faaliyetinin yapılacağı sahada yer alan taşınmazların asgari
yarısının mülkiyetinin lisans başvurusunda bulunan tüzel kişi ve/veya
ortaklarına ait olması ve/veya depolama faaliyetinin yapılacağı sahada yer alan
taşınmazların asgari yarısının üzerinde lisans başvurusunda bulunan tüzel kişi
ve/veya ortakları adına depolama faaliyetinde bulunma imkânı verecek kullanma
ve/veya irtifak hakkı ve benzer izinlerin tesis edilmiş olması hâlinde bu
başvurunun kabul edileceği, diğer başvuruların ise reddedileceği öngörülmüştür.
Madde gerekçesinde, doğal gaz depolama lisansı için aynı yere
birden fazla başvuru olması durumunda yapılacak işlemlere ilişkin düzenlemenin,
doğalgaz yatırımlarında sürecin hızlandırılması amacıyla yapıldığı ifade
edilmiştir.
Kanun koyucunun dava konusu kuralla, doğal gaz depolama sahaları
için lisans başvurusunda bulunan tüzel kişilerden, o sahaların asgari yarısının
üzerinde mülkiyet veya kullanım hakkı bulunanlara öncelik verilerek, depolama
yapılacak yerin satın alınması, kiralanması veya kamulaştırılması gibi
işlemlerle uğraşmak zorunda kalmayacak kişilerin değerlendirmeye tabi
tutulmasını ve doğal gaz depolama yatırımlarındaki sürecin hızlandırılmasını
amaçladığı anlaşılmaktadır.
Doğal gazın kullanım alanlarının geniş ve kullanım miktarının
fazla olması, ihtiyacın tamamına yakınının ithalat yoluyla karşılanması,
depolanmasının ülkemiz açısından büyük öneme sahip olması, depolama
yapılabilecek alanların sınırlı olması ve depolama lisansının uzun süreli
olarak verilmesi hususları göz önünde bulundurulduğunda, doğal gaz depolama
lisansı verilmesinde depolama yapılacak alanla ilgili olarak kamulaştırma,
mülkiyet ve arsa temini gibi işlemlerle zaman kaybedilmemesini, bu suretle
sürecin kısaltılması ve projelerin hızlandırılmasını amaçlayan
düzenlemenin kamu yararı amacı dışında bir
yönünün bulunmadığı ve bu nedenle hukuk devleti ilkesine aykırı olmadığı
açıktır.
Dava dilekçesinde, düzenlemenin lisans bedelinin arttırılmasına
yönelik yarışmayı ortadan kaldırdığı ve toplumu kamu gelirinden yoksun
bıraktığı, dolayısıyla kamu yararına olmadığı ileri sürülmüşse de
kural, lisans bedelinin arttırılması şeklindeki yarışmayı ortadan
kaldırmamaktadır. Kuralla, sadece, lisans verilecek yerdeki taşınmazlar
üzerinde mülkiyet ve kullanım hakkı olanlara öncelik verilerek onlar arasında
yarışma yapılması öngörülmektedir. Bahse konu haklara sahip tüzel kişilerin
bulunmaması durumunda ise genel şartları taşıyan başvurucular arasında yarışma
yapılmaktadır. Kaldı ki, depolama yapılacak saha üzerinde mülkiyet sahibi
olmayan ve kullanım hakkı da bulunmayan kişilerin bu hakları almasının zaman
alabileceği ve bu durumun yatırımın gecikmesine veya hiç gerçekleşmemesine
sebep olabileceği dikkate alındığında, yarışma yapılarak en yüksek teklifi
veren başvurucuya lisans hakkının verilmesi her zaman kamu yararının
gerçekleşmesi sonucunu doğurmayabilecektir.
Doğal gaz depolama lisansı için başvuruda bulunan ve depolama
faaliyetinin yapılacağı sahada yer alan taşınmazların asgari yarısının
mülkiyetine sahip olan veya asgari yarısının üzerinde depolama faaliyetinde
bulunma imkânı verecek kullanma veya irtifak hakkı vb. izinlere sahip olan
tüzel kişiler ile söz konusu taşınmazlar üzerinde belirtilen haklara sahip
olmayan tüzel kişiler arasında ayırım yapılması haklı bir nedene dayandığı için
eşitlik ilkesinin ihlal edildiğinden söz edilemez.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 2. ve 10.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
N- Kanun'un 208. Maddesiyle, 5737 Sayılı Kanun'un 7. Maddesine
Eklenen Fıkraların İncelenmesi
1- Kuralın Anlam ve Kapsamı
Kanun'un 208. maddesiyle, 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 7.
maddesine iki fıkra eklenmiştir. Anılan fıkralarda, intifa haklarına ilişkin
taleplerin galle fazlası almaya hak kazanıldığını gösteren mahkeme kararının
kesinleştiği tarihten itibaren beş yıl geçmekle düşmesi ve mazbut vakıflarda
intifa haklarının galle fazlası almaya hak kazanıldığını gösteren mahkeme
kararının kesinleştiği tarihten itibaren, vakfın son beş yıl içindeki malvarlığı,
gelirleri ve giderleri ile sınırlı olmak ve galle fazlasının mevcudiyeti
şartıyla Vakıflar Genel Müdürlüğünce belirlenmesi öngörülmektedir.
İntifa hakkı, mazbut ve mülhak vakıflarda, vakfiyelerindeki
şartlara göre ilgililere bırakılmış galle fazlaları ve haklarını ifade
etmektedir. Galle fazlası ise mazbut ve mülhak vakıflarda, vakfın hayrat ve
akarlarının onarımı ile vakfiyelerindeki hayrat hizmetlerin ifasından sonra
kalan gelir miktarını göstermektedir. İntifa hakkı ödemeleri mazbut vakıflarda,
yönetim ve temsille yetkili olan Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından, mülhak
vakıflarda ise vakfın kendi gelirlerinden mütevellileri tarafından
yapılmaktadır.
5737 sayılı Kanun ve bu Kanun'dan önce yürürlükte bulunan 2762
sayılı Vakıflar Kanunu ile bunlara dayanılarak çıkarılan ikincil mevzuat
uyarınca, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından idare ve temsil edilen mazbut
vakıflar ile on seneden beri mütevelliliği kimseye tevcih edilmemiş olan
vakıflarda, ilgililere vakfiyeye göre intifa hakları ödenmektedir. İntifa
hakkı, vakıf evladı veya ilgilisi olduğunu kesinleşmiş mahkeme kararıyla ispat
edenlere ödenmektedir. Bunun için, vakfiyede evlada ödeme yapılmasının
öngörülmüş olması, kişilerin vakfiyede belirtilen niteliklere haiz vakıf evladı
arasında bulunması ve vakfın gelir fazlasının mevcut olması şartlarının bir
arada gerçekleşmesi gerekmektedir.
5737 sayılı Kanun'un 7. maddesine eklenen dava konusu dördüncü
fıkrada, intifa haklarına ilişkin taleplerin galle fazlası almaya hak
kazanıldığını gösteren mahkeme kararının kesinleştiği tarihten itibaren beş yıl
geçmekle düşeceği belirtilmiştir. Buradaki beş yıllık sürenin hak düşürücü süre
niteliğinde olduğu açıktır. Hak düşürücü süre, hukukun, haklarla ilgili bir
kurumu olan zamanaşımının dar anlamda kullanılan bir ifadesidir. Dar anlamda
zamanaşımı, alacaklının hakkını talep veya dava etmesinden mahrum olmayı
gerektiren bir sükut sebebidir.
Kanun koyucu, bahse konu dördüncü fıkrada, vakıfların ve vakıf
idaresinin amaçlarını gerçekleştirebilmesi ve faaliyetlerini sürdürebilmesi ve
yıllarca dava tehdidi altında kalmasının önüne geçilebilmesi amacıyla, intifa
hakkı taleplerine ilişkin olarak, galle fazlası almaya hak kazanıldığını
gösteren mahkeme kararının kesinleştiği tarihten itibaren beş yıllık bir hak
düşürücü süre uygulanacağını öngörmüştür.
Söz konusu 7. maddeye eklenen ve dava konusu olan beşinci fıkrada
ise mazbut vakıflarda intifa haklarının galle fazlası almaya hak kazanıldığını
gösteren mahkeme kararının kesinleştiği tarihten itibaren, vakfın son beş yıl
içindeki malvarlığı, gelirleri ve giderleri ile sınırlı olmak ve galle
fazlasının mevcudiyeti şartıyla Vakıflar Genel Müdürlüğünce belirleneceği
öngörülmüştür.
Kanun koyucu, dava konusu beşinci fıkra ile intifa hakkı
davalarının sayısında yaşanan artışın ve açılan davalarda vakıf evladı lehine
ve Vakıflar Genel Müdürlüğü aleyhine yüksek miktarlarda galle fazlasına
hükmedilmesinin, vakıfların ve hatta Vakıflar Genel Müdürlüğünün mali
imkânlarını ciddi biçimde etkilememesini, başka bir deyişle vakıfların
amaçlarına ulaşmasını ve geleceklerinin olumsuz yönde etkilenmemesini sağlamayı
amaçlamıştır.
2- Anayasa'ya Aykırılık Sorunu
a- Maddeye Eklenen Dördüncü Fıkranın İncelenmesi
Dava dilekçesinde, 5737 sayılı Kanun'un 7. maddesine eklenen
dördüncü fıkra ile vakıf evladına galle fazlasını almaya hak kazandıklarını
gösteren mahkeme kararından itibaren beş yıllık hak düşürücü süre getirildiği,
bu nedenle pek çok davanın esasa bile girilmeden reddedilmesi durumunda
kalınacağı, düzenlemenin ayrıca muhtelif tarihlerde mahkemelerce verilen
galleye müstahak vakıf evlatlık kararlarını ortadan kaldırdığı, oysa bir
mahkeme kararı ancak o konuda alınacak ve iptali sağlanacak başka bir mahkeme
kararıyla geçersiz kılınabilinirken, düzenlemeyle mahkeme kararlarının hukuka
aykırı bir şekilde yasama organınca ortadan kaldırıldığı, bu durumun ise hak arama
hürriyeti ile adil yargılanma hakkına ve yargı kararlarının bağlayıcılığı
ilkesine aykırı olduğu belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 36. ve 138.
maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Anayasa'nın "Hak arama hürriyeti"
başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrasında, "Herkes meşru vasıta ve
yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı
olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir."
denilerek yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal
sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına
alınmıştır. Maddeyle güvence altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü,
kendisi bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde, diğer temel hak ve özgürlüklerden
gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili
güvencelerden biridir. Kişilere yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması
adil bir yargılanmanın ön koşulunu oluşturur.
Anayasa'nın 138. maddesinde de ".Yasama
ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu
organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların
yerine getirilmesini geciktiremez." denilmiştir. Yasama organının mahkeme kararlarını değiştirememesi
ilkesi yasama organının kanun yoluyla kesinleşmiş olan kararları ortadan
kaldıramaması anlamına gelir. Mahkeme kararının kanun yoluyla değiştirilememesi
ilkesi, maddi hukukta herhangi bir değişiklik yapmaksızın sadece somut mahkeme
kararlarının kanun yoluyla değiştirilmesi ya da uygulanmasının engellenmesi
hâlleri için söz konusu olacaktır.
Vakıf, bir mülkün menfaatlerinin sosyal ve kültürel hizmetlere
tahsis edilmek üzere özel mülkiyetten çıkarılarak temlik ve temellükten
yasaklanmak suretiyle kamu yararına özgülenmesidir. Vakfın en önemli özelliği
mülkün veya gelirlerinin belli bir süreyle sınırlı olmaksızın kamunun
menfaatine tahsis edilmesidir. Vakıflar sahip oldukları bu özellikler nedeniyle
hukukumuzda yer aldıkları ilk günden itibaren özel bir konumda kabul edilerek
diğer kurumlardan farklı düzenlemelere bağlı tutulmuşlardır.
Vakıflar, özel hukuk kurumu olmalarına karşın, tarihten gelen
özellikleri, kuruluş irade ve amaçları ile vakıf senetlerindeki koşullar gereği
korunmaları ve sürekliliklerinin sağlanmaları için özel hukuk yanında kamu
hukukunun da kapsamı içinde nitelendirilmişlerdir. Toplumun ortak varlığı
hâline gelen vakıflar, ayrı bir kanun ile düzenlenmiş, yönetimleri ve
kontrolleri Devlete bırakılmıştır. Vakıflarla ilgili düzenlemeler yapılırken,
vakıfların vakfiyelerinden kaynaklanan varlıklarının, statülerinin ve
amaçlarının özel hukuk hükümlerine göre korunmasına önem verilmiş, kamu düzeni
ve vakfiyeye uygun korumanın ve sürekliliğin sağlanması için kamunun temsil ve
yönetimi sağlanmış, böylece, özel alanın kamu düzeni ve yararı için kamu
tarafından korunması ve yönetilmesi amacıyla kendine özgü bir müessese
oluşturulmuştur.
Dava konusu kuralda, vakfiye şartlarına göre intifa hakkı bulunan
ilgililerin intifa haklarına ilişkin taleplerinin galle fazlası almaya hak
kazanıldığını gösteren mahkeme kararının kesinleştiği tarihten itibaren beş yıl
geçmekle düşeceği öngörülmüştür.
Kanun koyucunun, kural ile vakıfların ve vakıf idaresinin
amaçlarını gerçekleştirebilmesini ve faaliyetlerini sürdürebilmesini ve bu
kuruluşların yıllarca eski iddialara hedef olmasının önüne geçilebilmesini
amaçladığı anlaşılmaktadır.
Kamu düzeninin gerektirdiği durumlarda kanun koyucunun kimi hak
düşürücü süreler koyabileceği doğaldır. Bu hak düşürücü sürelerin varlığı, bazı
meşru nedenlere dayanır. Çok eski iddiaların gündeme getirilmesinin zararları,
savunma tarafının geçmiş olaylara ilişkin iddiaları yanıtlama açısından eskimiş
delillere ulaşmada zorluklarla karşılaşmasının önlenmesi gibi nedenler, bu tür
sınırlamaları haklı kılar. Diğer taraftan, hukuki işlem ve kuralların sürekli
dava tehdidi altında bulunması hukuk devletinin unsurları olan hukuki istikrar
ve hukuki güvenlik ilkeleriyle de bağdaşmaz. Bu nedenle hak arama özgürlüğü ile
hukuki istikrar ve hukuki güvenlik gerekleri arasında makul bir denge
gözetilmelidir. Dava konusu kuralla getirilen süre sınırlamasının, kamu
düzeniyle ilgili olan vakıfların ve vakıf idaresinin amaçlarını
gerçekleştirebilmesini ve faaliyetlerini sürdürebilmesini amaçladığı
anlaşılmaktadır. Vakıfların her an dava tehdidi altında bulunması,
vakfiyelerinde belirtilen hayır işlerinin gerçekleşmesine engel olarak kamu
hizmetinin aksamasına neden olacağından, intifa hakkı talepleri için bir süre
sınırlaması getirilmesinde kamu yararı bulunmaktadır.
Hayır ve hizmet kuruluşu statüsünde olan ve toplumsal ihtiyaçlar
için kurulan mazbut vakıflar, vakfiyelerinde belirtilen hayrî, sosyal,
kültürel ve ekonomik şart ve hizmetleri vakfedilen mal ve hakların gelirleri
ile yerine getirmektedirler. Vakfın gelirlerinden intifa hakkı talebi olmaması
durumunda bütün gelirler, vakfiyelerinde belirtilen hayrî, sosyal, kültürel ve
ekonomik şart ve hizmetlere tahsis edilmektedir. Galle fazlası almaya hak
kazanan vakıf evladının uzun süre intifa hakkı talebinde bulunmayıp, yıllar
geçtikten sonra bu hakkını geriye dönük talep etmesi, vakfı kaynaklarını kullanma
ve planlama yapma konusunda tereddüde sevk edeceği gibi sonraki yıllarda vakfın
amaçlarını gerçekleştirmesini ve faaliyetlerini sürdürmesini de
zorlaştıracaktır. Bu itibarla, mazbut vakıfların gelirlerini kullanma
planlarını isabetli bir şekilde yapmalarını sağlamak, faaliyetlerini
sürdürebilmek ve uzun yıllar sonra eski iddialara hedef olmalarını engellemek
üzere, vakıf evladının vakfiyelerde öngörülen intifa hakkını talep etmesi
konusunda, hukuki bir müessese olan, hak düşürücü süreler kuralından yararlanılmasında
Anayasa'ya bir aykırılık olmadığı gibi bu sürenin takdir ve tespiti de esas
itibariyle kanun koyucunun takdir yetkisi içinde kalmaktadır.
Dava konusu kuralla, hakkın kullanılması için hak düşürücü süre
öngörülmüş olup, kişilerin, vakıf evladı veya ilgilisi olduğuna ve galle
fazlası almak için vakfiyede belirtilen nitelikleri haiz vakıf evladı arasında
bulunduğuna ilişkin dava açmalarını ve mahkeme kararlarının uygulanmasını
engellenmediği gibi kuralın, süresinde başvuruda bulunan vakıf evladının intifa
haklarını almalarını engelleyen bir yönü de bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 36. ve 138.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
b- Maddeye Eklenen Beşinci Fıkranın İncelenmesi
Dava dilekçesinde, kuralın mazbut vakıflarda vakıf evladına sadece
son beş yıllık dönemde vakıfların mevcut malvarlığı hesaba katılarak intifa
hakkı ödenmesini öngördüğü, yüzyıllar önce kurulmuş bulunan mazbut vakıfların
malvarlıklarının çoğunun 1936-2011 yılları arasında Vakıflar Genel Müdürlüğü
tarafından, vakıf evladına haber verilmeksizin elden çıkarıldığı ve
bedellerinin de tahsil edildiği, dolayısıyla günümüzde bu vakıfların
malvarlıklarının cami ve türbelerle etrafındaki mülklerden ibaret kaldığı, düzenlemenin
vakfedenlerin iradesine aykırı olarak yıllarca tahsil ettiği bedellerin
Vakıflar Genel Müdürlüğü uhdesinde kalmasını sağladığı, bu durumun ise Anayasa
ile güvence altına alınan mülkiyet ve miras hakkına açık bir müdahale anlamına
geldiği belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 35. maddesine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
6216 sayılı Kanun'un 43. maddesine göre, ilgisi nedeniyle dava
konusu kural Anayasa'nın 13. maddesi yönünden de incelenmiştir.
Anayasa'nın 35. maddesinde "Herkes, mülkiyet ve miras
haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla
sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz."
hükmüne yer verilerek, mülkiyet hakkı, miras hakkıyla birlikte bir temel hak
olarak güvence altına alınmıştır. Mülkiyet hakkı, kişiye başkasının hakkına
zarar vermemek ve kanunların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla, sahibi
olduğu şeyi dilediği gibi kullanma, ürünlerinden yararlanma ve tasarruf olanağı
veren bir haktır. Anayasa'nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak
olarak düzenlenmemiş, kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği
öngörülmüştür.
Anayasa'nın 13. maddesine göre temel hak ve özgürlüklere yönelik
sınırlamalar, demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve
ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı gibi hak ve özgürlüklerin özlerine de
dokunamaz.
Çağdaş demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde
sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Temel hak ve özgürlükleri büyük
ölçüde kısıtlayan ve kullanılamaz hâle getiren sınırlamalar hakkın özüne
dokunur. Temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamaların yalnız ölçüsü
değil, koşulları, nedeni, yöntemi, kısıtlamaya karşı öngörülen kanun yolları
gibi güvenceler demokratik toplum düzeni kavramı içinde değerlendirilmelidir.
Bu nedenle, temel hak ve özgürlükler, istisnaî olarak ve özüne dokunmamak
koşuluyla demokratik toplum düzeninin gerekleri için zorunlu olduğu ölçüde ve
ancak kanunla sınırlandırılabilirler.
Demokratik bir toplumda temel hak ve özgürlüklere getirilen
sınırlamanın, bu sınırlamayla güdülen amacın gerektirdiğinden fazla olması
düşünülemez. Demokratik hukuk devletinde güdülen amaç ne olursa olsun,
kısıtlamaların, bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir
özgürlüğün kullanılmasını önemli ölçüde zorlaştıracak ya da ortadan kaldıracak
düzeye vardırılmaması gerekir.
Dava konusu kuralla, mazbut vakıflarda intifa haklarının, galle
fazlası almaya hak kazanıldığını gösteren mahkeme kararının kesinleştiği
tarihten itibaren, vakfın son beş yıl içindeki malvarlığı, gelirleri ve
giderleri ile sınırlı olmak ve galle fazlasının mevcudiyeti şartıyla Vakıflar
Genel Müdürlüğünce belirleneceği öngörülmüştür. Buna göre, bir mazbut vakfın
geriye dönük olarak ödeyeceği intifa hakkı, vakfın son beş yıl içindeki
varlıkları ile sınırlandırılmış olmaktadır.
Vakıf evladı veya ilgililerinin, vakfın gelirlerinden vakfiyede
belirtilen hayır işlerine yapılan harcamalar düşüldükten sonra kalan miktar
üzerindeki intifa hakları (galle fazlası) bir alacak hakkı olup, bunun mülkiyet
hakkı kapsamında değerlendirilmesi gerekir. Bu bağlamda, intifa haklarının
vakfın son beş yıllık gelirleri ile sınırlandırılmasının mülkiyet hakkına
müdahale niteliği taşıdığı açıktır.
Vakfın, değişen ekonomik, sosyal ve hayat şartları ile bilim ve
teknolojik gelişmelere paralel olarak varlığını koruması ve faaliyetini
sürdürebilmesi, vakfiyesinde belirtilen hayır ve hizmet işlerine yetecek
miktarda gelire sahip bulunmasıyla mümkün olabilir. Aksi hâlde, bütün vakıflar
zamanla etkisiz hâle gelecek ve faaliyetlerini sürdüremediğinden vakfın
tasfiyesi sonucu ile karşı karşıya kalınabilecektir. Dava konusu kural, vakfın
faaliyetlerini sürdürebilmesi için gerekli gelirin sağlanmasına yönelik
tedbirler alınması ve vakfın aciz hâline düşmesinin önüne geçilerek devamının
sağlanması amacıyla, intifa haklarının vakfın son beş yıllık gelirleri ile
sınırlı olmak şartıyla Vakıflar Genel Müdürlüğünce belirlenmesine olanak
tanımaktadır. Bu açıklamalar ışığında değerlendirildiğinde, düzenlemenin bir
zorunluluktan kaynaklandığı sonucuna ulaşılmaktadır.
Vakıfların devamlılığının sağlanması ve vakfiyelerinde belirtilen
hayır işlerini yerine getirerek faaliyetlerini sürdürebilmesi kamu yararınadır.
Bunların sağlanabilmesinin vakıfların ihtiyacı olan gelire sahip olmasına bağlı
olduğu dikkate alındığında, vakıf evladına ödenecek intifa haklarının,
vakıfların son beş yıl içindeki gelirleri ile sınırlandırılması, vakıf amacı,
kamu yararı ve kamu düzeni gereği yapılmıştır.
Ayrıca, vakıf evladı veya ilgililerine galle fazlası almaya hak
kazanıldığını gösteren mahkeme kararının kesinleştiği tarihten itibaren gelir
fazlası olan her yıl için intifa hakkı ödeneceği ve geriye dönük olarak
yapılacak intifa hakkı ödemelerinin vakfın son beş yıllık geliri ile sınırlı
olacağı dikkate alındığında, kamu yararı ile kişi hak ve özgürlükleri arasında
adil bir denge kurulduğu, kamu yararını gerçekleştirmeye yönelik
sınırlamaların, kişilerin hak ve özgürlüklerinin kullanılmasını ortadan
kaldıracak düzeye vardırılmadığı, bu nedenle ölçülülük ilkesine ve demokratik
toplum düzeninin gereklerine aykırı hareket edilmediği anlaşılmaktadır.
Diğer taraftan, kamusal yarar gözetilerek mazbut vakıfların
amacına ulaşmalarını sağlayacak ekonomik kaynaklardan mahrum kalmalarının
önlenmesi amacıyla, galle fazlası alacaklarının vakfın son beş yıl içindeki
malvarlığı, gelirleri ve giderleri ile sınırlı olarak belirleneceği öngörülmüş
ise de hak sahiplerinin, galle fazlası alacakları tamamen ortadan
kaldırılmamıştır. Dolayısıyla, intifa hakkını, vakfın son beş yıl içindeki
malvarlığı, gelirleri ve giderleri ile sınırlayan dava konusu kuralın, bireysel
yarar ile kamu yararı arasında açık ve hakkaniyete aykırı bir dengesizlik
oluşturmadığı gibi mülkiyet hakkının özünü zedeleyen bir yönü de bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 13. ve 35.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
O- Kanun'un 209. Maddesiyle, 5737 Sayılı Kanun'a Eklenen Geçici
10. Maddenin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, kanunların geriye yürümezliği ilkesinin bir
hukuki eylem ya da davranışın, bir hukuki ilişkinin vuku bulduğu ya da meydana
geldiği dönemdeki kanun hükümlerine tabi kalmakta devam edeceği anlamına
geldiği, sonradan çıkan kanunun kural olarak yürürlüğünden önceki olaylara ve
ilişkilere uygulanmayacağı, hukuk devletinin temel özelliğinin bütün
vatandaşlara hukuki güvence sağlaması ve hukuki güvencenin ilk ve en basit
şartının da aleyhteki kanunların geriye yürümemesi olduğu, 6111 sayılı Kanun
ile 5737 sayılı Kanun'un 7. maddesine eklenen hükümlerin bu maddenin yürürlüğe
girdiği tarihten önce açılmış ve hâlen devam eden intifa haklarının ödenmesi,
malvarlığı ve gelirlerinin tespitine ilişkin davalarda da uygulanacağını
öngören düzenlemenin hukuk devleti ilkesi ile Anayasa'nın 138. maddesinin
üçüncü fıkrasına aykırılık oluşturduğu belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 2. ve
138. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Kanun'un 209. maddesiyle 5737 sayılı Kanun'a eklenen geçici 10.
maddede, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla 5737 sayılı Kanun'un 7.
maddesine eklenen hükümlerin, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce
açılmış ve hâlen devam eden intifa haklarının ödenmesi, malvarlığı ve
gelirlerin tespitine ilişkin davalarda da uygulanacağı kurala bağlanmıştır.
Vakıflar, vakfiyelerinde belirtilen hayrî, sosyal, kültürel
ve ekonomik şart ve hizmetleri vakfedilen mal ve hakların gelirleri ile yerine
getirmektedirler. Vakfın gelirlerinden vakfiyelerinde belirtilen hayrî, sosyal,
kültürel ve ekonomik şart ve hizmetlere tahsis edilenler ile vakıf için yapılan
giderler çıkarıldıktan sonra, vakıf evladı veya ilgililerine ödenecek intifa
hakkı belirlenmektedir.
Kuralla, vakıflarda intifa hakları konusunda ortaya çıkan
ihtilafların, 5737 sayılı Kanun'un 7. maddesine eklenen yeni hükümler
doğrultusunda çözüme kavuşturulması amaçlanmıştır. Böylece, vakıflarda intifa
hakkı taleplerinin galle fazlası almaya hak kazanıldığını gösteren mahkeme
kararının kesinleşmesinden itibaren beş yıl geçmekle düşeceği ve mazbut
vakıflarda intifa haklarının söz konusu mahkeme kararının kesinleşmesinden
itibaren vakfın son beş yıl içindeki malvarlığı, gelir ve giderleri ile sınırlı
olmak ve galle fazlasının bulunması şartıyla Vakıflar Genel Müdürlüğünce
belirleneceği yönündeki düzenlemenin, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten
önce açılmış ve devam eden davalarda da uygulanması sağlanmıştır.
Dava konusu kuralın, bir yandan vakıfların gelirlerini amaçlarına
uygun olarak verimli bir şekilde kullanmalarını, vakfiyelerinde belirtilen
hayrî, sosyal, kültürel ve ekonomik şart ve hizmetleri yerine getirebilmelerini
ve bu faaliyetlerini sürdürebilmelerini sağlamak, diğer yandan uzun yıllar
sonra eski iddialara hedef olmalarını ve devamlı olarak dava tehdidi altında
bulunmalarını engellemek amacıyla kabul edildiği anlaşılmaktadır. Vakıflarda
intifa hakları konusunda ortaya çıkan hukuksal sorunların çözümlenmesi amacıyla
Vakıflar Kanunu'na eklenen hükümlerin maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce
açılmış ve hâlen devam eden davalarda da uygulanmasını öngören kural, kamu
yararı amacıyla getirilmiş olup, Anayasa'ya aykırı bir yönü bulunmamaktadır.
Maddenin yürürlüğe girmesinden önce açılmış davalarda da
uygulanacağı belirtilen düzenlemelerin, Kanun'un yürürlüğünden önce, vakıf
evladı veya ilgilisi olan kişilerin açtıkları davalardaki ihtilaf konusuyla
ilgili tamamlanmış ve hukuksal sonuçlar doğurmuş kararlara bir etkisi
bulunmamaktadır. Bu nedenle, kuralın, söz konusu düzenlemelerin geriye
yürütülmesi ve kazanılmış hakların ihlal edilmesi sonucunu doğurduğu da
söylenemez.
Kanun koyucu tarafından hukuki ihtilafları gidermek amacıyla
yapılan düzenlemelerin, söz konusu ihtilaf nedeniyle açılmış ve düzenlemenin
yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla henüz sonuçlanmamış davalar hakkında da
uygulanmasının sağlanması yargıya müdahale anlamına gelmeyecektir. Bir
ihtilafla ilgili olarak dava açılmış olması, o ihtilafın dava açan kişiler
lehine sonuçlanacağı anlamına gelmeyeceği gibi bu kişiler için kazanılmış
herhangi bir hakkın bulunduğunu göstermeyecektir.
5737 sayılı Kanun'un 7. maddesine eklenen fıkra hükümlerinin,
maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce açılmış ve devam eden davalara da
uygulanacağını gösteren ve dava konusu olan kuralın, vakıf evladı veya ilgilisi
olan ve intifa hakkı bulunan kişilerin kazanılmış haklarını ihlal eden ve bu
kişiler hakkında verilmiş olan mahkeme kararlarının uygulanmaması sonucunu
doğuran bir yönü bulunmamaktadır.
Kural, yargılamanın ne yönde yapılacağı veya belirli somut bir
uyuşmazlığın nasıl karara bağlanacağı hususunda bir ifadeye yer vermediği gibi,
hâkimlerin görevlerini bağımsızlık içinde yapmalarını, Anayasa'ya, kanuna ve
hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm tesisini engellememekte ve
yargı yetkisinin kullanılması bakımından mahkemelere ve hâkimlere emir ve
talimat verilmesine de yol açmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 2. ve 138.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Mehmet ERTEN bu görüşe katılmamıştır.
P- Kanun'un Geçici 2. Maddesinin (1) Numaralı Fıkrasının
İncelenmesi
Kanun'un geçici 2. maddesinin (1) numaralı fıkrası, Anayasa
Mahkemesinin 1.11.2012 günlü, E.2010/83, K.2012/169 sayılı kararı ile iptal
edilmiştir. Bu nedenle, konusu kalmayan istem hakkında karar verilmesine yer
olmadığına karar verilmesi gerekir.
R- Kanun'un Geçici 17. Maddesinin (1) Numaralı
Fıkrasının İncelenmesi
1- Şekil Yönünden İnceleme
Dava dilekçesinde, maddenin özel af niteliğinde olduğu ve
Anayasa'nın 87. maddesi uyarınca genel ve özel affın TBMM'nin üye tam sayısının
beşte üç çoğunluğu olan 330 milletvekilinin oyuyla kabul edilmiş olması
gerektiği, ancak TBMM Genel Kurulunun 65. birleşiminde 12.2.2011 tarihinde
yapılan tasarının tümü üzerindeki oylamada tasarının 272 oyla kabul edildiği
belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 87. maddesine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
Anayasa'nın 148. maddesinin ikinci fıkrası, "Kanunların
şekil bakımından denetlenmesi, son oylamanın, öngörülen çoğunlukla yapılıp
yapılmadığı;...hususları ile sınırlıdır.Kanunun yayımlandığı tarihten itibaren
on gün geçtikten sonra, şekil bozukluğuna dayalı iptal davası açılamaz; def'i
yoluyla da ileri sürülemez." hükmünü içermektedir.
6216 sayılı Kanun'un 36. maddesinde kanunların şekil bakımından
denetlenmesinin son oylamanın öngörülen çoğunlukla yapılıp yapılmadığı
hususlarıyla sınırlı olduğu ve 37. maddesinde de kanunların şekil yönünden
Anayasa'ya aykırılıkları iddiası ile doğrudan doğruya iptal davası açma
hakkının, bunların Resmi Gazete'de yayımlanmalarından başlayarak on gün sonra
düşeceği ifade edilmiştir.
Kanun, 25.2.2011 günlü, 27857 mükerrer sayılı Resmi Gazete'de
yayımlanmış, iptal davası ise 21.4.2011 gününde açılmıştır. Bu durumda, bu
maddenin şekil bakımından Anayasa'ya aykırı olduğuna ilişkin başvuru, süresi
içinde yapılmadığından, bu maddenin şekil bakımından Anayasa'ya aykırılığına
ilişkin iptal isteminin süre aşımı nedeniyle reddi gerekir.
2- Esas Yönünden İnceleme
Dava dilekçesinde, kanun koyucunun kişisel, siyasi ya da saklı bir
amaç güttüğü kamu yararına yönelik olmayan başka bir amaca ulaşmak için bir
konuyu kanunla düzenlediği durumlarda, amaç ögesi bakımından kanunun sakatlığının
ve dolayısıyla hukuk devleti ilkesine aykırılığın söz konusu
olacağı, siyasi partilerin mal edinimleri ile gelir ve giderlerinin kanuna
uygunluğunun tespitinin Anayasa Mahkemesince yapılacağı, söz konusu
denetimin Siyasi Partiler Kanunu hükümlerine göre yapılacağı ve kesin
hesabın verilmemiş olması nedeniyle denetimin yapılamamasının cezai
yaptırıma bağlandığı, düzenleme ile kesin hesabını vermemiş olmanın
cezalandırılmak yerine ödüllendirildiği, iptali istenen maddenin mahkeme kararlarını
hükümsüz kılmayı amaçladığı belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 2., 69. ve 138.
maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Kanun'un geçici 17. maddesinde, Kanun'un yürürlüğe girdiği
tarihten önce haklarında kapatma kararı verilen siyasi partilerden, kapatma
kararının verildiği tarihten önceki döneme ilişkin olarak kesin hesabın
verilmemiş olması nedeniyle Anayasa Mahkemesince denetlenmediği için hesapları
hakkında karar verilmemiş olanların Hazineye intikal etmesi gereken malvarlığı
ile ilgili olarak sorumlular aleyhine açılmış ve bu Kanun'un yayımlandığı tarih
itibarıyla kesin hükme bağlanmamış olan davalardan, davalıların davaya konu
alacak aslının %50'sini ve bu tutara alacağın Hazineye intikali gereken
tarihten bu Kanun'un yayımlandığı tarihe kadar geçen süreye TEFE/ÜFE aylık
değişim oranları esas alınarak hesaplanacak tutarı, Kanun'da öngörülen süre ve
şekilde ödemeleri şartıyla, vazgeçileceği ve kalan alacak aslı ile fer'i
tutarların tahsil edilmeyeceği belirtilmiştir.
Maddede ayrıca, hesaplanan fer'i tutarın ödenmesi gereken asıl
alacak tutarının yarısını geçemeyeceği, bu hükümden yararlanmak isteyen
davalıların Kanun'un yayımını izleyen ikinci ayın sonuna kadar başvuruda
bulunmalarının şart olduğu, yargılama masrafı ve vekâlet ücretlerinin
karşılıklı olarak talep edilmeyeceği, madde hükmünden yararlanmak üzere
başvuruda bulunulduğu halde taksitlerden birinin ödenmemesi halinde madde
hükmüne göre ödenmesi gereken alacağın tamamının muaccel olacağı ve muaccel
hale geldiği tarihten itibaren 6183 sayılı Kanun'un 51. maddesine göre
belirlenen gecikme zammı oranında bir faiz ile birlikte başkaca bir işleme
gerek kalmaksızın tahsil edileceği kurala bağlanmıştır.
Anayasa'nın 69. maddesinde ".Siyasi partilerin gelir ve
giderlerinin amaçlarına uygun olması gereklidir. Bu kuralın uygulanması kanunla
düzenlenir. Anayasa Mahkemesince siyasi partilerin mal edinimleri ile gelir ve
giderlerinin kanuna uygunluğunun tespiti, bu hususun denetim yöntemleri ve
aykırılık halinde uygulanacak yaptırımlar kanunda gösterilir. Anayasa
Mahkemesi, bu denetim görevini yerine getirirken Sayıştaydan yardım sağlar.
Anayasa Mahkemesinin bu denetim sonunda vereceği kararlar kesindir." denilmektedir.
Dava konusu kuralın, haklarında kapatma kararı verilen siyasi
partilerin Hazineye intikal etmesi gereken malvarlığı ile ilgili olarak
sorumlular aleyhine açılmış ve bu Kanun'un yayımlandığı tarih itibarıyla kesin
hükme bağlanmamış olan davalara konu alacakların yapılandırılarak tahsilâtının
sağlanmasına yönelik olup, kuralla öngörülen düzenlemenin Anayasa Mahkemesinin
siyasi partilerin mal edinimleri ile gelir ve giderlerinin kanuna uygunluğunun
tespiti için yapacağı inceleme ve denetim ile bu denetim sonucunun gereğinin
yapılmasını engelleyen bir yönü bulunmamaktadır.
Hukuk devleti, yönetilenlere hukuk güvencesi
sağlar. Bu bağlamda kanun koyucu sosyal yaşamı düzenlemek için kamu yararı
amacı ile kimi kurallar koyabilir. Zaman içinde değişen toplumsal
gereksinmeleri karşılamak, kişi ve toplum yararının zorunlu kıldığı
düzenlemeleri yapmak, toplumdaki değişikliklere koşut olarak bu yönde alınan
önlemleri güçlendiren, geliştiren, etkilerini daha çok artıran ya da bunları
hafifleten veya tümüyle ortadan kaldıran işlemlerde bulunmak yetkisi, kanun koyucunun
görevidir.
Devlet, sosyal ve ekonomik politika gereği bazı durumlarda bir
miktar kamu alacağından belirli şartlarla vazgeçebilecektir. Kamu hizmetlerinin
yürütülmesinde gerekli kaynağın elde edilmesi amacıyla kanun koyucunun kamu
alacaklarının takip ve tahsili için kolaylık ve hızlılık sağlanmasına yönelik
hukuki düzenlemeler yapması yasama yetkisinin bir gereğidir.
Hukuk devletinde kanunların kamu yararı gözetilerek çıkarılması
zorunludur. Kanun koyucu, Anayasa'ya ve hukukun genel ilkelerine aykırı olmamak
kaydıyla her türlü düzenlemeyi yapmak yetkisine sahip olup, düzenlemede kamu
yararının bulunup bulunmadığının belirlenerek takdir edilmesi kanun koyucuya
aittir. Anayasa'ya uygunluk denetiminde, kanun koyucunun kamu yararı anlayışının
isabetli olup olmadığı değil, incelenen kuralın kamu yararı dışında belli
bireylerin ya da grupların çıkarları gözetilerek yasalaştırılmış olup
olmadığının incelenebileceği açıktır.
Kapatılan siyasi partilerin Hazineye intikal etmesi gereken
malvarlığı ile ilgili olan ve davaları devam eden alacakların tahsilatının
hızlandırılması ve dava dosyalarının azaltılması amacıyla, TEFE/ÜFE aylık
değişim oranları esas alınarak yapılandırılmasına yönelik düzenleme, kanun
koyucunun takdirinde olup, hukuk devletinin gereği olarak gözetilmesi gereken
kamu yararına aykırı da değildir.
Dava konusu kural, bu Kanun'un yürürlüğe girdiği tarihten önce
haklarında kapatma kararı verilen siyasi partilerin tamamını kapsadığı ve
siyasi partiler arasında bir ayırım yapılmadığı anlaşıldığından, kuralın
kanunların genelliği ilkesine aykırı olduğu söylenemez.
Anayasa'nın 138. maddesinde mahkemelerin bağımsızlığı ve hiçbir
organ ya da kişinin yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere emir ve
talimat veremeyeceği, tavsiye ve telkinde bulunamayacağı, görülmekte olan bir
dava hakkında Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru
sorulamayacağı, görüşme yapılamayacağı veya herhangi bir beyanda
bulunulamayacağı hükme bağlanmıştır.
Kural, kesinleşmiş mahkeme kararlarının yerine getirilmemesine
veya değiştirilmesine ilişkin bir ifade içermemektedir. Kamu alacaklarının
tahsilâtının hızlandırılması ve alacaklara ilişkin dava dosyalarının
azaltılması amacıyla enflasyon oranına endekslenerek yapılandırılmasını öngören
kuralın, yargı kararlarının bağlayıcılığı ilkesine aykırı bir yönü de
bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 2., 69. ve
138. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
VI- YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİ
13.2.2011 günlü, 6111 sayılı Bazı Alacakların Yeniden
Yapılandırılması ile Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ve
Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında
Kanun'un;
A- 1- 40. maddesiyle değiştirilen, 31.5.2006 günlü, 5510 sayılı
Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu'nun 86. maddesinin dördüncü
fıkrasının "Kurumca belirlenen işyerlerinde bu şart aranmaz." biçimindeki
ikinci cümlesine,
2- 53. maddesiyle, 17.7.1964 günlü,506 sayılı Sosyal Sigortalar
Kanunu'nun geçici 20. maddesine eklenen fıkraya,
3- 64. maddesiyle değiştirilen, 5.6.1986 günlü, 3308 sayılı
Meslekî Eğitim Kanunu'nun 25. maddesinin birinci fıkrasının son cümlesinde yer
alan ".net tutarının yirmi ve üzerinde personel çalıştırılan
işyerlerinde." ve ".yirmiden az personel
çalıştırılan işyerlerinde yüzde 15'inden." ibarelerine,
4- 67. maddesiyle, 1.7.1976 günlü, 2022 sayılı 65 Yaşını Doldurmuş
Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında
Kanun'a eklenen geçici 2. maddenin birinci fıkrasında yer alan ".3
aylık süre içerisinde." ibareye,
5- 98. maddesiyle, 11.1.1954 günlü, 6219
sayılı Türkiye Vakıflar Bankası Türk Anonim Ortaklığı Kanunu'na eklenen geçici
4. maddeye,
6- 101. maddesiyle değiştirilen, 14.7.1965 günlü, 657 sayılı
Devlet Memurları Kanunu'nun 68. maddesinin (B) bendinin ikinci
paragrafının ".Başbakanlık ve bakanlıkların bağlı ve ilgili
kuruluşlarının müsteşar ve müsteşar yardımcıları ile en üst yönetici
konumundaki genel müdür ve başkan kadrolarına atanacaklar için tamamı, diğer
kadrolara atanacaklar için." bölümüne,
7- 115. maddesiyle, 657 sayılı Kanun'un
başlığıyla birlikte değiştirilen ek 8. maddesinin ikinci fıkrasına,
8- 133. maddesiyle, 8.6.1994 günlü,3996
sayılı Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde
Yaptırılması Hakkında Kanun'un 12. maddesine eklenen fıkraya,
9- 166. maddesine,
10- 177. maddesiyle, 4.1.2002 günlü,
4734 sayılı Kamu İhale Kanunu'nun 3. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (r)
bendine,
11- 179. maddesiyle değiştirilen, 4734
sayılı Kanun'un 68. maddesinin (c) fıkrasının birinci cümlesindeki "projelerde"ibaresine,
12- 206. maddesiyle, 18.4.2001 günlü, 4646 sayılı Doğal Gaz
Piyasası Kanunu'nun 4. maddesinin dördüncü fıkrasının (d) bendine eklenen (3)
numaralı alt bendin "Ancak, başvurulardan birinde depolama
faaliyetinin yapılacağı sahada yer alan taşınmazların asgari yarısının
mülkiyetinin lisans başvurusunda bulunan tüzel kişi ve/veya ortaklarına ait
olması ve/veya depolama faaliyetinin yapılacağı sahada yer alan taşınmazların
asgari yarısının üzerinde lisans başvurusunda bulunan tüzel kişi ve/veya ortakları
adına depolama faaliyetinde bulunma imkanı verecek kullanma ve/veya irtifak
hakkı ve benzer izinlerin tesis edilmiş olması halinde bu başvuru kabul edilir;
diğer başvurular reddedilir." biçimindeki dördüncü cümlesine,
13- 208.
maddesiyle, 20.2.2008 günlü,5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 7. maddesine
eklenen fıkralara,
14- 209. maddesiyle, 5737 sayılı Kanun'a eklenen geçici 10.
maddesine,
15- Geçici 17. maddesinin (1) numaralı fıkrasına,
yönelik iptal istemleri, 9.5.2013 günlü, E.2011/42, K.2013/60
sayılı kararla reddedildiğinden, bu maddelere, fıkralara, bende, cümlelere,
bölüme ve ibarelere ilişkin yürürlüğün durdurulması istemlerinin REDDİNE,
B- 1- 169. maddesiyle, 9.12.1994 günlü, 4059 sayılı Hazine
Müsteşarlığı ile Dış Ticaret Müsteşarlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında
Kanun'a eklenen ek 3. maddesinin;
a- İkinci fıkrasının;
aa- Birinci cümlesinde yer alan ".Türkiye
İhracatçılar Meclisi/İhracatçı Birlikleri; Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı ve görevlendireceği ilgili diğer
kurum ve kuruluşlar." ibaresi,
ab- Dördüncü cümlesinde yer alan ".Türkiye
İhracatçılar Meclisi/İhracatçı Birlikleri, Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı
ile Dış Ticaret Müsteşarlığınca görevlendirilen ilgili diğer kurum ve
kuruluşlar." ibaresi,
ac- Sekizinci ve dokuzuncu cümlelerinde yer alan ".Türkiye
İhracatçılar Meclisi/İhracatçı Birlikleri, Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı
ve görevlendirilen ilgili diğer kurum ve kuruluşlar." ibaresi,
b- Üçüncü fıkrasında yer alan ".Türkiye İhracatçılar
Meclisi/İhracatçı Birlikleri, Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı ile Dış
Ticaret Müsteşarlığı tarafından bu madde çerçevesinde görevlendirilen ilgili
diğer kurum ve kuruluşların." ibaresi,
2- Geçici 2. maddesinin (1) numaralı fıkrasının birinci cümlesi,
hakkında, 9.5.2013 günlü, E.2011/42, K.2013/60 sayılı kararla
karar verilmesine yer olmadığına karar verildiğinden, bu cümleye ve ibarelere
ilişkin yürürlüğün durdurulması istemleri hakkında KARAR VERİLMESİNE YER
OLMADIĞINA,
9.5.2013 gününde OYBİRLİĞİYLE karar verilmiştir.
VII- SONUÇ
13.2.2011 günlü, 6111 sayılı Bazı Alacakların Yeniden
Yapılandırılması ile Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ve
Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında
Kanun'un;
A- 40. maddesiyle değiştirilen, 31.5.2006 günlü, 5510 sayılı
Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu'nun 86. maddesinin dördüncü
fıkrasının "Kurumca belirlenen işyerlerinde bu şart aranmaz." biçimindeki
ikinci cümlesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE,
Osman Alifeyyaz PAKSÜT'ün karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,
B- 53. maddesiyle, 17.7.1964 günlü,506 sayılı Sosyal Sigortalar
Kanunu'nun geçici 20. maddesine eklenen fıkranın;
1- Birinci, ikinci ve üçüncü cümlelerinin Anayasa'ya aykırı
olmadığına ve iptal istemlerinin REDDİNE, Serdar ÖZGÜLDÜR'ün karşıoyu ve
OYÇOKLUĞUYLA,
2- Dördüncü cümlesinin;
a- ".yürürlüğe girdiği tarihten önceki artışlarda
ve." bölümünün Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal
isteminin REDDİNE, Serruh KALELİ, Mehmet ERTEN, Serdar ÖZGÜLDÜR, Osman
Alifeyyaz PAKSÜT ile Zehra Ayla PERKTAŞ'ın karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
b- Kalan bölümünün Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal
isteminin REDDİNE, Mehmet ERTEN, Serdar ÖZGÜLDÜR ile Osman Alifeyyaz
PAKSÜT'ün karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
C- 64. maddesiyle değiştirilen, 5.6.1986 günlü, 3308 sayılı
Meslekî Eğitim Kanunu'nun 25. maddesinin birinci fıkrasının son cümlesinde yer
alan ".net tutarının yirmi ve üzerinde personel çalıştırılan
işyerlerinde." ve ".yirmiden az personel
çalıştırılan işyerlerinde yüzde 15'inden." ibarelerinin Anayasa'ya
aykırı olmadığına ve iptal istemlerinin REDDİNE, Osman Alifeyyaz PAKSÜT'ün
karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,
D- 67. maddesiyle, 1.7.1976 günlü, 2022 sayılı 65 Yaşını Doldurmuş
Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında
Kanun'a eklenen geçici 2. maddenin birinci fıkrasında yer alan ".3
aylık süre içerisinde." ibaresinin Anayasa'ya aykırı olmadığına
ve iptal isteminin REDDİNE, Osman Alifeyyaz PAKSÜT'ün karşıoyu ve
OYÇOKLUĞUYLA,
E- 98. maddesiyle, 11.1.1954 günlü, 6219
sayılı Türkiye Vakıflar Bankası Türk Anonim Ortaklığı Kanunu'na eklenen geçici
4. maddenin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE,
Mehmet ERTEN, Osman Alifeyyaz PAKSÜT ile Zehra Ayla PERKTAŞ'ın karşıoyları ve
OYÇOKLUĞUYLA,
F- 101. maddesiyle değiştirilen, 14.7.1965 günlü, 657 sayılı
Devlet Memurları Kanunu'nun 68. maddesinin (B) bendinin ikinci
paragrafının ".Başbakanlık ve bakanlıkların bağlı ve ilgili
kuruluşlarının müsteşar ve müsteşar yardımcıları ile en üst yönetici
konumundaki genel müdür ve başkan kadrolarına atanacaklar için tamamı, diğer
kadrolara atanacaklar için." bölümünün Anayasa'ya aykırı
olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, Osman Alifeyyaz PAKSÜT'ün karşıoyu
ve OYÇOKLUĞUYLA,
G- 115. maddesiyle, 657 sayılı Kanun'un
başlığıyla birlikte değiştirilen ek 8. maddesinin ikinci fıkrasının Anayasa'ya
aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
H- 133. maddesiyle, 8.6.1994 günlü,3996
sayılı Bazı Yatırım ve Hizmetlerin Yap-İşlet-Devret Modeli Çerçevesinde
Yaptırılması Hakkında Kanun'un 12. maddesine eklenen fıkranın Anayasa'ya
aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
I- 166. maddesinin Anayasa'ya
aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
J- 169. maddesiyle, 9.12.1994 günlü, 4059 sayılı Hazine
Müsteşarlığı ile Dış Ticaret Müsteşarlığı Teşkilat ve Görevleri Hakkında
Kanun'a eklenen ek 3. maddenin;
1- İkinci fıkrasının;
a- Birinci cümlesinde yer alan ".Türkiye İhracatçılar
Meclisi/İhracatçı Birlikleri; Türkiye
Teknoloji Geliştirme Vakfı ve görevlendireceği ilgili diğer kurum ve
kuruluşlar." ibaresi,
b- Dördüncü cümlesinde yer alan ".Türkiye
İhracatçılar Meclisi/İhracatçı Birlikleri, Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı
ile Dış Ticaret Müsteşarlığınca görevlendirilen ilgili diğer kurum ve
kuruluşlar." ibaresi,
c- Sekizinci ve dokuzuncu cümlelerinde yer alan ".Türkiye
İhracatçılar Meclisi/İhracatçı Birlikleri, Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı
ve görevlendirilen ilgili diğer kurum ve kuruluşlar." ibaresi,
2- Üçüncü fıkrasında yer alan ".Türkiye İhracatçılar
Meclisi/İhracatçı Birlikleri, Türkiye Teknoloji Geliştirme Vakfı ile Dış
Ticaret Müsteşarlığı tarafından bu madde çerçevesinde görevlendirilen ilgili
diğer kurum ve kuruluşların." ibaresi,
ek 3. madde, 3.6.2011 günlü, 637 sayılı Ekonomi Bakanlığının
Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname'nin 38. maddesinin (3)
numaralı fıkrasının (h) bendi ile yürürlükten
kaldırıldığından, konusu kalmayan bu ibarelere ilişkin iptal
istemleri hakkında KARAR VERİLMESİNE YER OLMADIĞINA, OYBİRLİĞİYLE,
K- 177. maddesiyle, 4.1.2002 günlü, 4734
sayılı Kamu İhale Kanunu'nun 3. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (r)
bendinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE,
OYBİRLİĞİYLE,
L- 179. maddesiyle değiştirilen, 4734
sayılı Kanun'un 68. maddesinin (c) fıkrasının birinci cümlesindeki "projelerde"ibaresinin Anayasa'ya
aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
M- 206. maddesiyle, 18.4.2001 günlü, 4646 sayılı Doğal Gaz
Piyasası Kanunu'nun 4. maddesinin dördüncü fıkrasının (d) bendine eklenen (3)
numaralı alt bendin "Ancak, başvurulardan birinde depolama
faaliyetinin yapılacağı sahada yer alan taşınmazların asgari yarısının mülkiyetinin
lisans başvurusunda bulunan tüzel kişi ve/veya ortaklarına ait olması ve/veya
depolama faaliyetinin yapılacağı sahada yer alan taşınmazların asgari yarısının
üzerinde lisans başvurusunda bulunan tüzel kişi ve/veya ortakları adına
depolama faaliyetinde bulunma imkanı verecek kullanma ve/veya irtifak hakkı ve
benzer izinlerin tesis edilmiş olması halinde bu başvuru kabul edilir; diğer
başvurular reddedilir." biçimindeki dördüncü cümlesinin Anayasa'ya
aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
N- 208. maddesiyle,
20.2.2008 günlü,5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 7. maddesine eklenen
fıkraların Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE,
OYBİRLİĞİYLE,
O- 209. maddesiyle, 5737 sayılı Kanun'a eklenen geçici 10.
maddenin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE,
Mehmet ERTEN'in karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,
P- Geçici 2. maddesinin (1) numaralı fıkrası, 1.11.2012 günlü,
E.2010/83, K.2012/169 sayılı karar ile iptal edildiğinden, konusu kalmayan
bu fıkraya ilişkin iptal istemi hakkında KARAR VERİLMESİNE YER
OLMADIĞINA, OYBİRLİĞİYLE,
R- Geçici 17. maddesinin (1) numaralı fıkrasının;
1- Şekil yönünden iptali istemiyle açılan davanın, süre aşımı
nedeniyle REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
2- Esas yönünden Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal
isteminin REDDİNE,OYBİRLİĞİYLE,
9.5.2013 gününde karar verildi.
Başkan
Haşim KILIÇ
|
Başkanvekili
Serruh KALELİ
|
Başkanvekili
Alparslan
ALTAN
|
Üye
Mehmet ERTEN
|
Üye
Serdar
ÖZGÜLDÜR
|
Üye
Osman
Alifeyyaz PAKSÜT
|
Üye
Zehra Ayla
PERKTAŞ
|
Üye
Recep KÖMÜRCÜ
|
Üye
Burhan ÜSTÜN
|
Üye
Engin YILDIRIM
|
Üye
Nuri NECİPOĞLU
|
Üye
Hicabi DURSUN
|
Üye
Celal Mümtaz
AKINCI
|
Üye
Erdal TERCAN
|
Üye
Muammer TOPAL
|
Üye
Zühtü ARSLAN
|
Üye
M. Emin KUZ
|
KARŞIOY GEREKÇESİ
13.2.2011 tarih ve 6111 sayılı Kanun'un 53. maddesiyle 1.7.1964
tarih ve 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu'nun Geçici 20. maddesine eklenen
dava konusu fıkra ile, aynı maddenin (Geçici 20'inci madde) birinci fıkrasının
(b) bendinin uygulanmasında, yardımların sağlanması ve bağlanması yönünden alt
sınırın belirlenmesinde muaidil miktar karşılaştırmasının esas alınacağı, ancak
gelir ve aylıkların artırılmasında 506 sayılı Kanun'a göre bağlanan
gelir ve aylıkların artırımına ilişkin hükümlerin devir tarihine kadar
uygulanmayacağı ve bu hükmün, yürürlüğe girdiği tarihten önceki
artışlarda ve görülmekte olan davalar hakkında da uygulanacağıhüküm
altına alınmaktadır.
17.7.1964 tarih ve 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu'nun Geçici
20. maddesiyle bankalar, sigorta ve reasürans şirketleri, ticaret odaları,
sanayi odaları, borsalar veya teşkil ettikleri birliklerin personeline
malullük, yaşlılık ve ölümlerinde yardım yapmak üzere birer vakıf teşkil
etmekle yükümlü oldukları, bu vakıfların yapacakları aylık dahil emeklilik
yardımlarının 506 sayılı Kanun'da öngörülen tutarlardan aşağı olamayacağı,
sözkonusu vakıfların (sandıkların) hem Çalışma Bakanlığı hem de Maliye ve
Ticaret Bakanlıklarının kontrol ve denetimine tâbi tutulacağı hüküm altına
alınmış; 11.5.1976 tarih ve 1992 sayılı Kanunla hem bu sandıklar hem de
bunların iştirakçileri ile sandıklarından aylık alanların bir yıl içerisinde
Sosyal Sigortalar Kurumu'na devredilmesi öngörülmüştür.
Sözkonusu yasal düzenlemenin iptali için Cumhurbaşkanı'nca açılan
iptal davası üzerine Anayasa Mahkemesi, 25.1.1977 tarih ve E.1976/36, K.1977/2
sayılı kararıyla, aşağıdaki gerekçesiyle sözkonusu kuralın iptaline karar
vermiştir.
". Geçici 20. madde ile getirilen durumu özetlemek
gerekirse; bu maddede sayılan kuruluşlara ait personelin sosyal güvenliğini
sağlamak için, Devlet, bu kuruluşlara sosyal sigorta örgütü kurdurmuştur. Vakıf
yolu ile kurulan bu örgütlerin mensuplarına sağladığı yararların genel sosyal
güvenlikten, başka bir deyimle 506 sayılı Kanunla sağlanandan aşağı düşmesi
halinde, üç Bakanlıktan oluşan denetim organının alınmasına lüzum gördüğü
önlemlerin yerine getirilmesiyle sandıklar ve ilgili kuruluşlar yükümlü
tutulmuş ve böylece bu maddenin kapsamında olan personelin sosyal güvenliği,
genel sosyal güvenlikten aşağı olmayacak bir biçimde sağlanmış olmaktadır.
Sosyal hukuk devletinin temel ereği, sosyal hakların ve sözgelimi sosyal güvenliğin
en iyi, en sağlam ve en etkin bir biçimde sağlanmasıdır. Bunun için devlet ya
kendisi bu işi üstlenerek sosyal güvenlik hakları sağlayacak ya da kendi
dışında bu hakkın sağlanmasına olanak yaratarak kurduğu örgütü
denetleyecektir. Devletin, haklı bir neden ortaya koymaksızın, kendi
kurduğu örgütten farksız ve hatta ondan daha üstün sosyal güvenlik hakkı
sağlayan vakıf kuruluşlarına el atması, sosyal hukuk devleti ilkesi ile
bağdaştırılmaz. O haldekuruluşlar hakkında hiçbir inceleme yapılmadan
ve bu örgütlerin durumları açık ve seçik olarak ortaya konulmadan mensuplarının
sosyal sigortalar kapsamına ilke olarak alınmasında Anayasa'ya uyarlık
yoktur. Devletin görevi, bu kuruluşların doğal kaynaklarını kurutmak
değil, onların güçlenmelerini sağlamak ve bu yolla ilgililerin sosyal güvenlik
haklarını güvence altına almaktır. Dava konusu EK 1. madde hükmünün
tümünün Anayasaya aykırı olduğuna ve İPTALİNE."
506 sayılı Kanun'un Geçici 20. maddesinin ikinci değiştirilme
girişimi 19.10.2005 tarih ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu'nun Geçici 23.
maddesiyle yapılmış ve anılan kuralla, sözkonusu sandıkların iştirakçileri ile
bu sandıklardan kendilerine yaşlılık ve ölüm aylığı ve gelir bağlanmış olanlar
ile bunların hak sahiplerinin, herhangi bir işleme gerek kalmaksızın, bu
maddenin yayımı tarihinden itibaren üç yıl içinde Sosyal Sigortalar Kurumu'na
devredilerek 506 sayılı Kanun kapsamına alınacağı ve bu Kanun kapsamında
sigortalı sayılacakları hüküm altına alınmış; bu yasal düzenlemeye karşı
Cumhurbaşkanı ve 119 milletvekilinin açtıkları iptal davalarında Anayasa
Mahkemesi, 22.3.2007 tarih ve E.2005/139, K.2007/33 sayılı kararıyla, aşağıdaki
gerekçeyle kuralın iptaline karar vermiştir:
". sosyal devletin görevi, güçsüzleri koruyarak sosyal
adaleti, sosyal refahı ve sosyal güvenliği sağlamaktır. Sosyal hukuk devleti,
kişisel özgürlük, sosyal adalet ve sosyal güvenlik öğelerini birbirleriyle
bağdaştırarak 'hukuk devleti' ile 'sosyal devlet' arasındaki uyumu sağlar.
Çağdaş uygarlığın simgesi olarak tüm toplumlarca benimsenmiş ve evrensellik
kazanmış olan sosyal güvenlik kavramı, özde bireyin karşılaşacağı tehlikelere
karşı güvence arayışının ürünüdür. Bireye asgari bir güvence sağlamak, sosyal
güvenliğin temel amacıdır. Maddenin birinci fıkrası, sandık iştirakçileri ile
malullük, yaşlılık ve ölüm sigortasından aylık veya gelir bağlanmış olanlar ile
bunların hak sahiplerinin 506 sayılı Yasa kapsamına alınmak suretiyle devrini
öngörürken, altıncı fıkrası bu devrin iştirakçilerin 506 sayılı Yasa'ya göre
emsallerine uygun olarak intibaklarının yapılması suretiyle
gerçekleştirileceğini belirtmektedir. Bu durum, 506 sayılı Yasa
kapsamındakilere uygulan prim oranlarının üzerinde prim uygulamasında bulunan sandıklardan,
malullük, yaşlılık ve ölüm sigortasından aylık ve bağlanmış olanlar ile
bunların hak sahiplerinin gelecekte gelir kaybına uğramalarına yol
açabilecektir. Her ne kadar sandıkların varlıkları sona erdirilmemekte ve
maddenin beşinci fıkrasında da sandıkların 506 sayılı Yasa'nın öngördüğü sosyal
hakların ve ödemelerin üzerinde sağlamış oldukları sosyal sigorta haklarına ve
ödemelerine devam edebilecekleri belirtilmekte ise de, kural gereği devir
tarihi itibariyle devredilen kişilerle ilgili olarak sandıkların yükümlülüğünün
peşin değerinin hesaplanarak borçlandırılması ve sandık iştirakçilerinin devri
nedeniyle sağlanan prim gelirleri yönünden de büyük kayba uğrayacak olmaları,
sandıkların 506 sayılı Yasa'nın öngördüğü sosyal hakların ve ödemelerin üzerinde
sağlamış oldukları sosyal sigorta haklarını ve ödemelerini
gerçekleştirebilmelerini ve devam ettirebilmelerini tehlikeye düşürebilecektir.
Sandıkların bu hakları ve ödemeleri gelecekte karşılamakta ödeme güçlüğüne
düşebilecekleri gözetildiğinde, bu kişilerin haklarının korunması için gerekli
düzenlemelerin yapılması sosyal hukuk devleti ilkesinin bir gereğidir.
Açıklanan nedenlerle kural Anayasanın 2. maddesine aykırıdır. İptali
gerekir."
Anayasa Mahkemesi'nin bu iptal kararı üzerine 17.4.2008 tarih ve
5754 sayılı Kanun'un 73. maddesiyle 5510 sayılı Kanun'a "506 sayılı
Kanunun Geçici 20 nci maddesi kapsamındaki sandıklar ve ilgili hükümler"
başlığıyla Geçici madde 20 eklenmiş; bu maddenin birinci fıkrasının iptali
istemiyle açılan iptal davasında Anayasa Mahkemesi 30.3.2011 tarih ve
E.2008/56, K.2011/58 sayılı kararı ile iptal isteminin reddine (oyçokluğuyla)
karar vermiştir. Anılan düzenlemeyle, 506 sayılı Kanun'un Geçici 20. maddesi
kapsamındaki bankalar, sigorta ve reasürans şirketleri, ticaret odaları, sanayi
odaları, borsalar veya bunların teşkil ettikleri birlikler personeli işin
kurulmuş bulunan sandıkların "iştirakçileri ile aylık
veya gelir bağlanmış olanlar ile bunların hak sahiplerinin" herhangi bir
işleme gerek kalmaksızın, bu maddenin yayımı tarihinden (8.5.2008) itibaren üç
yıl içinde Sosyal Güvenlik Kurumu'na devredilerek 5510 sayılı Kanun kapsamına
alınacağı, devir için öngörülen bu sürenin Bakanlar Kurulu kararı ile en fazla
iki yıl daha uzatabileceğini, devir tarihi itibariyle sözkonusu sandık
iştirakçilerinin 5510 sayılı Kanun'un 4. maddesinin (a) bendi kapsamında
sigortalı sayılacakları hüküm altına alınmış; bu sandıkların mensupları yeni
sosyal güvenlik sistemine intibak ettirilmiş olmakla beraber, bu sandıkları
kapatılmamış ve sözkonusu yasal düzenlemeyle mensuplarına ek sosyal güvenlik
sağlama foksiyonlarına müdahale edilmemiştir. Öte yandan, Anayasa Mahkemesi'nin
işaret edilen 30.3.2011 tarih ve E.2008/56, K.2011/58 sayılı red kararının
gerekçesinde de ".5510 sayılı Kanun'a eklenen Geçici 20. maddenin iptal
istemi dışında kalan diğer fıkralarında, kural kapsamındakilerin aylık ve gelir
farklarının Sosyal Güvenlik Kurumu tarafından ödenmeye devam edilmesi
zorunluluğunun bulunması ve vakıf senedinde bulunmasına rağmen karşılanmayan
diğer sosyal haklar ile ödemelerin yalnızca sandıklar tarafından değil, aynı
zamanda sandık iştirakçilerini istihdam eden kuruluşlarca da ödenmesi
öngörüldüğünden, kural kapsamındakilerin haklarının korunmadığı
söylenemez." denilmektedir.
506 sayılı Kanun'un Geçici 20. maddesinin birinci fıkrasının (b)
bendinde, maddede düzenlenen "sandık"ların personelinin, iş
kazalarıyla meslek hastalıkları, hastalık, analık, malullük, yaşlılık ve ölüm,
eşlerinin analık, eş ve çocuklarının hastalık hallerinde, en az
bu kanunda belirtilen yardımları sağlayacak birer tesis (vakıf)
şeklinde teşkilatlanmaları hüküm altına alınmıştır. 506 sayılı Kanun Geçici 20.
maddesine iptal istemine konu fıkra eklenmeden önce uygulamada Sosyal Güvenlik
Kurumu'nca bu hükmün asıl amacının vakıflarca (sandıklarca) sağlanan
yardımların miktarının, aynı şartları taşıyan 4/1-a sigortalısı bir kişiye
sağlanan yardımların miktarından aşağı olmamasını sağlamak olduğu, bu hükmün ve
yardım kavramının aylık artışlarını içermediğinin savunulmasına karşılık;
sandıktan emekli aylığı almakta olan bir kısım şahısların açtıkları davalarda,
yardım miktarları dışında aylık artış oranlarının da Sosyal Güvenlik Kurumunca
belirlenen aylık artış oranlarından aşağı olamayacağı yolunda adli yargı
kararları verilmiş, bu kararlardan bir kısmı Yargıtay 10. Hukuk Dairesince
onanmak suretiyle benimsenmiştir. 5510 sayılı Kanun Geçici 20. maddesi hükmü
8.5.2013 tarihinde yürürlüğe gireceğinden; bu tarih öncesi geçiş döneminde 506
sayılı Kanun Geçici 20. maddesinin esas alınması gerektiği kuşkusuzdur ve
sandık emeklilerinin de, emekli aylıklarındaki artışlar yönünden yasadan doğan
haklarının yorumu bakımından adli yargıya başvurmaları hukuki ve doğal bir
süreçtir. Adli yargının ilgili yasa maddesi konusunda yaptığı yorum ve vardığı
sonucu ortadan kaldırıcı ve sandık emeklileri aleyhine sonuç doğurucu
mahiyetteki dava konusu yasal düzenleme, gelecekte daha iyi bir emeklilik
aylığı bağlanması beklentisinde olan sandık emeklilerinin sosyal güvenlik
haklarını zaafa uğrattığı gibi; emekli aylığı alanların gelecekte
alacakları/almakta oldukları yüksek emekli aylıkları ve artışları imkânından
mahrum bırakılmaları itibariyle, hukuk devletinin "öngörülebilirlik"
ve "hakkaniyet" ilkelerine de aykırı düşmektedir. Diğer bir deyişle,
yasayla kurulmuş vakıf tüzel kişiliğinin hukuki himayesinde olan sandık
emeklilerinin özel hukuk kaynaklı beklenen hakları bu yasal düzenlemeyle büyük
ölçüde zedelenmiş; hukuk devletinin "hukuki güvenlik" ilkesi de ihlâl
edilmiştir.
Öte yandan, dava konusu fıkranın ikinci cümlesi de hem bu
düzenlemenin yürürlüğe girdiği tarihten önceki artışları kapsaması hem de
görülmekte olan davalarda uygulanacağının belirtilmesi karşısında; hukuk
güvenliği ve hukuk devleti ilkelerine açıkça aykırı düşmektedir. Kaldı ki,
birinci cümlenin açıkça Anayasa'ya aykırı olması nedeniyle, buna bağlı ikinci
cümlenin de Anayasaya aykırılığında kuşku bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenle, Anayasa'nın 2. ve 60. maddelerine aykırı
bulunan 506 sayılı Kanun'un Geçici 20. maddesine eklenen fıkranın iptali
gerektiği kanaatine vardığımızdan; çoğunluğun aksi yöndeki kararına
katılmıyoruz.
Başkanvekili
Serruh KALELİ
|
Üye
Serdar ÖZGÜLDÜR
|
KARŞIOY GEREKÇESİ
13.2.2011 günlü, 6111 sayılı Bazı Alacakların Yeniden
Yapılandırılması ile Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ve
Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında
Kanun'un;
1- 53. maddesiyle 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu'nun geçici
20. maddesine eklenen ve iptali istenilen fıkranın son cümlesinde "Bu
hüküm, yürürlüğe girdiği tarihten önceki artışlarda ve görülmekte olan davalar
hakkında da uygulanır."
2- 98. maddesiyle 6219 sayılı Kanun'a eklenen ve iptali
istenilen geçici 4. maddesinde "6219 sayılı Kanunun değişik 18
inci maddesi, 1/1/2004 tarihinden itibaren geçerli olup, Banka ve ortaklıkları
hakkında yargı mercilerine açılmış davalar ve icra takipleri hakkında da uygulanır."
3- 209. maddesiyle 5737 sayılı Kanun'a eklenen ve iptali
istenilen geçici 10. maddesinde "Bu maddenin yürürlüğe girdiği
tarih itibarıyla bu Kanunun 7 nci maddesine eklenen hükümler, bu maddenin
yürürlüğe girdiği tarihten önce açılmış ve halen devam eden intifa haklarının
ödenmesi, malvarlığı ve gelirlerinin tespitine ilişkin davalarda da
uygulanır."
denilmektedir.
İptali istenilen hükümler sırasıyla incelendiğinde;
506 sayılı Kanun'un geçici 20. maddesine eklenen son cümlede, bu
maddenin birinci fıkranın (b) bendinin uygulanmasında, yardımların sağlanması
ve bağlanması yönünden alt sınırın belirlenmesinde muadil miktar
karşılaştırmasının esas alınacağına, ancak, gelir ve aylıkların artırılmasında
506 sayılı Kanun'a göre bağlanan gelir ve aylıkların artırımına ilişkin
hükümlerin devir tarihine kadar uygulanmayacağına, 5510 sayılı Kanun'un geçici
20. maddesinin on ikinci fıkrasında yer alan sınırlama dâhilinde sandıkların
kuruluş senetlerinde yer alan hükümler ve sandıkların uygulamalarının saklı
kalacağına ilişkin hükmün, yürürlüğe girdiği tarihten önceki artışlara ve
görülmekte olan davalara da uygulanacağı,
6219 sayılı Kanun'a eklenen geçici 4. maddede, 8/9/1983 tarihli ve
2886 sayılı Devlet İhale Kanunu, 4/1/2002 tarihli ve 4734 sayılı Kamu İhale
Kanunu, 8/6/1984 tarihli ve 233 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Hakkında
Kanun Hükmünde Kararname ve 22/1/1990 tarihli ve 399 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri
Personel Rejiminin Düzenlenmesi ve 233 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Bazı
Maddelerinin Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname, 2/1/1961
tarihli ve 195 sayılı Basın İlan Kurumu Teşkiline Dair Kanun ve 12/4/1990
tarihli ve 3624 sayılı Küçük ve Orta Ölçekli İşletmeleri Geliştirme ve
Destekleme İdaresi Başkanlığı Kurulması Hakkında Kanun Banka ve ortaklıkları
hakkında uygulanmayacağına ilişkin 18. madde hükmünün, 1/1/2004 tarihinden
itibaren geçerli olacağı, Banka ve ortaklıkları hakkında yargı mercilerine
açılmış davalar ve icra takipleri hakkında da uygulanacağı,
5737 sayılı Kanun'a eklenen geçici 10. maddede, 7. maddeye
eklenen, intifa haklarına ilişkin talepler galle fazlası almaya hak
kazanıldığını gösteren mahkeme kararının kesinleştiği tarihten itibaren beş yıl
geçmekle düşeceğine, mazbut vakıflarda intifa hakları, galle fazlası almaya hak
kazanıldığını gösteren mahkeme kararının kesinleştiği tarihten itibaren, vakfın
son beş yıl içindeki malvarlığı, gelirleri ve giderleri ile sınırlı olmak ve
galle fazlasının mevcudiyeti şartıyla Genel Müdürlükçe belirleneceğine ilişkin
hükümlerin bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce açılmış ve halen devam
eden intifa haklarının ödenmesi, malvarlığı ve gelirlerinin tespitine ilişkin
davalarda da uygulanacağı,
öngörülerek, ileriye yönelik olarak yapılan bu düzenlemelerin sözü
edilen ve iptali istenilen hükümlerle yürürlük tarihleri geriye götürülmek
suretiyle önceki olay, işlem ve eylemlere de uygulanacağı ifade edilmiştir.
Hukuk devletinde, hukuki güvenlik, kural olarak yasaların geriye
yürütülmemesini gerekli kılar.Yasalar,geriye yürümezlik ilkesi uyarınca
kazanılmış hak, kamu düzeni, kamu yararı ve mali haklarda iyileştirme gibi
durumlar dışında kural olarak yürürlük tarihlerinden sonraki olay, işlem ve
eylemlere uygulanmak üzere çıkarılırlar. Yürürlüğe giren yasaların geçmişe
etkili olmaması hukukun temel ilkelerindendir.
Anayasa'nın 2. maddesinde "Türkiye Cumhuriyeti,
toplumun huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına
saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere
dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir." denilmektedir.
Bu maddede belirtilen hukuk devleti, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde
devlete güven duyabilmesini, devletin de gerçekleştirdiği yasal düzenlemelerde
bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Hukuk
güvenliğinin sağlanması, yasaların geleceğe yönelik öngörülebilir kurallar
içermesiyle mümkün olur. Daha önce tesis edilmiş işlemlerden ya da yürürlükte
olan yasalardan yararlanacağı umuduyla hak arama yollarına başvuranların elde
etmek istedikleri hukuki sonuçları etkisiz hale getirecek şekilde geriye dönük
düzenlemelerle yasama tasarrufunda bulunulması, hukuki güvenlik ilkesiyle
bağdaşmaz.
Kişilerin devlete güven duymaları, maddî ve manevî varlıklarını
geliştirebilmeleri, temel hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri, hukuki
güvenliğinin sağlanmasıyla gerçekleşebilir.
İptali istenilen kurallarla ileriye yönelik olarak düzenlenen
hükümlerin yürürlük tarihlerinin kamu düzeni, kamu yararı ve mali haklarda
iyileştirme gibi nedenler bulunmadığı halde geriye götürülmek suretiyle
yürürlük tarihinden önce meydana gelmiş artışlar, yargı mercilerine açılmış
bulunan davalar ve başlatılmış icra takipleri için de uygulanması
sağlanarak, hak arama yollarına başvuran bireylerin elde etmek istedikleri
hukuki sonuçların yasama tasarruflarıyla etkisizleştirmesi, Devlete olan güven
duygusunu ortadan kaldırmaktadır. Bu durum hukuki güvenlik ve Anayasa'nın 2.
maddesinde öngörülen hukuk devleti ilkesine uygun düşmemektedir.
Açıklanan nedenlerle hükümlerin geriye yürütülmesini sağlayan
kurallar Anayasa'ya aykırıdır.
İptalleri gerekir.
KARŞIOY YAZISI
1- Kanun'un 40. maddesiyle, 5510 sayılı
Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu'nun 86. maddesinin dördüncü
fıkrasında değişiklik yapılarak, Kurumca belirlenen işyerlerinde, ay içerisinde
bazı iş günlerinde çalıştırılmadığı ve ücret ödenmediği beyan edilen
sigortalıların otuz günden az çalıştıklarını ispatlayan belgelerin işverence
ilgili aya ait aylık prim ve hizmet belgesine eklenmesi zorunluluğundan, "Kurumca
belirlenen" işyerlerinin hariç tutulacağı öngörülmüştür.
Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen sosyal hukuk devleti, 10.
maddesindeki eşitlik ilkesi ve 60. maddesinde düzenlenen "herkes
sosyal güvenlik hakkına sahiptir" hükmü, sosyal güvenlik alanında
yasaların emek sahiplerini aynı düzeyde korumasını gerektirir.
İptali istenen kuralla, sosyal güvenlik alanında kişilerin hak
sahipliğinin belgelenmesinde önemli bir işlev görecek olan düzenlemeden,
Kurumca belirlenecek işyerlerinin istisna tutulabileceği anlaşılmaktadır.
Anayasal güvence altındaki sosyal güvenlik hakkından kişilerin yararlanmasını
etkileyecek düzenlemelerin, çalışanlar arasındaki eşitliği bozacak ve keyfi
şekilde kullanılabilecek bir yasa kuralı ile Kurumun takdirine bırakılması,
Anayasa'nın 2. ve 60. maddelerine aykırıdır.
Anayasa'nın 7. maddesinde yasama yetkisinin TBMM'ne ait olduğu ve
devredilemeyeceği belirtilmiştir. Çalışanların hizmetlerini belgelemeleri
konusunda demokratik ve sosyal bir devlette zorunlu olan farklı düzenlemelerin
yasa ile yapılması, çerçevesi çizilmemiş geniş bir alanın idarenin takdirine
bırakılmaması gerekir. Kural bu yönüyle Anayasa'nın 7. maddesine de aykırıdır.
2- Kanun'un 53. maddesiyle 506 sayılı
Sosyal Sigortalar Kanunu'nun 20. maddesine eklenen fıkranın dördüncü
cümlesinde, fıkra ile getirilen kuralların, Kanun'un yürürlüğe girdiği tarihten
önceki artışlarda ve görülmekte olan davalar hakkında da uygulanacağı
öngörülmüştür.
Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devletinin başlıca
ilkelerinden biri de hukuk güvenliğidir. Bu çerçevede, yasalarla getirilen
düzenlemelerin, kişilerin öngöremeyecekleri biçimde hak ve yükümlülükleri
etkilememesi, açılmış olan davalar kesin hükümle sonuçlanmadan kişiler aleyhine
değişiklikler getirmemesi gerekir. Kuralla öngörülen düzenlemenin Anayasa'nın
2. maddesine uyarlık taşıdığı söylenemez. Bu nedenle iptali gerekir.
3- Kanun'un 64. maddesiyle değiştirilen
3308 sayılı Kanun'un 25. maddesinin birinci fıkrasının son cümlesinde yer
alan ".net tutarının yirmi ve üzerinde personel çalıştıran
işyerlerinde." ve ".yirmiden az personel
çalıştırılan işyerlerinde yüzde 15'inden." ibareleriyle,işletmelerde
meslek eğitimi gören öğrencilere ödenecek ücrette personel sayısı üzerinden
ayrıma gidilmiştir.
Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, 10.
maddesinde eşitlik ilkesi yer almış, 55. maddesinde "Ücret, emeğin
karşılığıdır" denilmiştir.İptali istenen kuralla getirilen
ayrımın, Anayasa Mahkemesinin E:2013/23, K:2013/123 sayılı kararına ilişkin
olup, işletmelerin personel sayısına göre emeğin farklı şekillerde
değerlendirilmesini öngören yasa hükümlerinde Anayasa'ya aykırılık bulunduğuna
dair karşıoy gerekçemde belirtilen nedenlerle iptali gerektiği düşüncesindeyim.
4-Kanun'un 67. maddesiyle, 2022 sayılı 65 Yaşını Doldurmuş Muhtaç,
Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında Kanun'a
eklenen Geçici 2. maddenin birinci fıkrasında yer alan ".3 aylık
süre içerisinde." kuralıyla, silikozis hastalığı
nedeniyle meslekte kazanma gücünü en az %15 kaybettiğine karar verilen
kişilere, SGK tarafından aylık bağlanması, Kanun'un yayım tarihinden itibaren
üç ay içerisinde talepte bulunma şartına bağlanmıştır.
Silikozis hastalığına Kanun'un yayımından sonra
yakalanan veya daha önce yakalanıp da üç ay içinde başvurmayan kişilerin
Kanundan yararlanmasının mümkün olamayacağı anlaşılmaktadır.
Kişilerin ellerinde olmayan nedenlerle hastalığa yakalandıkları,
sosyal hukuk devletinde hasta kişilere yardımın yasa tarihine göre veya esasen
makul olmayan, kısa başvuru süresi içinde başvurup başvurmadıklarına bakılarak
farklı sosyal güvenceler sağlanmasının sosyal hukuk devleti, eşitlik ve
herkesin sosyal güvenlik hakkı bulunduğu yolundaki Anayasal ilkelere uymadığı
açıktır. Bu nedenle kural, Anayasa'nın 2., 10. ve 60. maddelerine aykırıdır.
5- Kanun'un 98. maddesiyle, 6219 sayılı Türkiye Vakıflar
Bankası Türk Anonim Ortaklığı Kanunu'na eklenen Geçici 4. madde ile 6219 sayılı
Kanun'un değişik 18. maddesinin, 1/1/2014 tarihinden itibaren geçerli olup,
banka ve ortaklıkları hakkında yargı mercilerinde açılmış davalar ve icra
takiplerinde de uygulanacağı öngörülmüştür. Buna göre, 1/1/2004 tarihinden
sonraki dönemde Banka ve ortaklıkları adına tahakkuk eden veya edecek olan tüm
mali yükümlülükler, mahkeme ve icra safhasında bulunanlar da dahil olmak üzere,
geçmişe etkili olarak ortadan kaldırılmıştır.
Hukuk devletinin gereği olan kanunların geriye yürümezliği ve
hukuk güvenliği ilkelerine aykırı olarak, yürümekte olan dava ve icra
takiplerini ortadan kaldıran yasa kuralında Anayasa'ya uyarlık bulunmadığı
açıktır. Bu tür düzenlemeler yasa koyucunun takdir alanı içerisinde kabul
edilemezler, kazanılmış hakları fiilen ihlal edip etmediklerine bakılmaksızın
Anayasaya aykırılık teşkil ederler. Aksi düşüncenin kabulü halinde Anayasa
Mahkemesinin pek çok kararında gözetilen hukuk güvenliği ilkesinin etkisiz hale
gelmesi söz konusu olur. İptali istenen kuralın soyut Anayasallık denetimi,
iptal kararı verilmesini gerektirir.
6- Kanun'un 101. maddesiyle değiştirilen
657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 68. maddesinin (B) bendinin ikinci
paragrafının ".Başbakanlık ve Bakanlıkların ve bağlı ve ilgili
kuruluşlarının müsteşar ve müsteşar yardımcıları ile en üst yönetici
konumundaki genel müdür ve başkan kadrolarına atanacaklar için tamamı, diğer
kadrolara atanacaklar için." bölümü, özel kurumlarda çalışmış ve
hiç devlet memuriyeti yapmamış kişilerden, kuralda sayılan görevlere atama
yapılabilmesini düzenlemiştir.
Anayasa'nın 128. maddesinde kamu hizmeti görevlileriyle ilgili
esaslar belirtilmiş, "Üst kademe yöneticilerinin yetiştirilme usul
ve esasları, kanunla özel olarak düzenlenir" denilmiştir.
Anayasa'nın, üst kademe yöneticilerinin göreve gelmeden önce
belirli bir düzeyde birikim ve donanım kazanmalarını öngörmüş olduğu açıktır.
Anayasa'nın açık hükmü karşısında hiç devlet hizmeti olmayan kişilerin özel
sektörde kazandıkları deneyimin üst kademe yöneticilik yapabilmek için gereken
yetkinliği ne ölçüde ve hangi yönlerden sağlayacağına ilişkin ölçüt ve esasları
içermeyen, idareye çerçevesi çizilmemiş, çok geniş bir alanda takdir yetkisi
veren kuralın, Anayasa'nın 128. maddesinin öngördüğü anlamda yasa ile yapılmış
bir düzenleme sayılabileceğinden söz edilemez. Kuralın 128. maddeye aykırılık
nedeniyle iptali gerekir.
Üye
Osman
Alifeyyaz PAKSÜT
|
KARŞIOY GEREKÇESİ
13.2.2011 günlü, 6111 sayılı Bazı Alacakların Yeniden
Yapılandırılması ile Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ve
Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında
Kanun'un;
1) 53. maddesi ile 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu'nun Geçici
20. maddesine eklenen fıkranın incelenmesi;
"Birinci fıkranın (b) bendinin uygulanmasında, yardımların
sağlanması ve bağlanması yönünden alt sınırın belirlenmesinde muadil miktar
karşılaştırması esas alınır. Ancak, gelir ve aylıkların artırılmasında 506
sayılı Kanuna göre bağlanan gelir ve aylıkların artırımına ilişkin hükümler
devir tarihine kadar uygulanmaz. 5510 sayılı Kanunun geçici 20 nci maddesinin
onikinci fıkrasında yer alan sınırlama dahilinde sandıkların kuruluş
senetlerinde yer alan hükümler ve sandıkların uygulamaları saklıdır. Bu hüküm,
yürürlüğe girdiği tarihten önceki artışlarda ve görülmekte olan davalar
hakkında da uygulanır." denilmektedir.
506 sayılı Kanun'un geçici 20. maddesinde, bazı kuruluşlar
personelinin sosyal güvenliğini sağlamak amacıyla vakıf veya dernek şeklinde
sandık kurabilme yetkisi verilmiştir. Maddenin birinci fıkrasının (b) bendinde,
bu madde uyarınca kurulan sandıkların üyelerine en az 506 sayılı Kanun'da
belirtilen yardımları sağlayacağı öngörülmektedir. Eklenen ve dava konusu olan
fıkrada ise "Bu hüküm, yürürlüğe girdiği tarihten önceki artışlarda ve
görülmekte olan davalar hakkında da uygulanır" denildiğinden sandıkların
üyelerine sağladığı yardımlarda, maddenin yürürlüğe girdiği 25.02.2011
tarihinden önce yapılan artışlar hakkında da alt sınırın belirlenmesinde miktar
karşılaştırmasının esas alınacağı anlaşılmaktadır.
Anayasa'nın 2. maddesinde öngörülen "hukuk devleti"
eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve
özgürlükleri koruyup güçlendiren her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun
üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir.
Anayasa'nın "Mahkemelerin bağımsızlığı" başlıklı 138.
maddesinin dördüncü fıkrasında ise "Yasama ve yürütme organları ile idare,
mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare mahkeme kararlarını
hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini
geciktiremez." denilmektedir.
Hukuk devleti ilkesinin vazgeçilmez unsurlarından birisi hukuk
güvenliğinin sağlanması bu doğrultuda kazanılmış hakların korunması ve hukuk
normlarının öngörülebilir olmasıdır. Bu nedenle hukuk devletinde güven ve
istikrarın korunabilmesi için kural olarak kanunların yürürlüğe girdikleri
tarihten sonraki olaylara uygulanması gerekmektedir.
Bu durumda Sosyal Sigortalar Kurumu sigortalılarının aylıklarına
uygulanan artış oranının kendilerine de uygulanması yönünde mahkeme kararı
bulunan sandık üyeleri hakkında, alt sınırın belirlenmesinde muadil miktar
karşılaştırmasının esas alınmasına yönelik 13.2.2011 tarihli dava konusu
düzenlemenin uygulanması halinde bu kişiler için düzenlemenin geriye
yürütülmesi suretiyle kazanılmış hakların ihlal edilmesine neden olacağı
açıktır.
Bu nedenle dava konusu fıkrada yer alan ". yürürlüğe girdiği
tarihten önceki artışlarda ." ibaresinin hukuk güvenliğini zedelemesi
nedeniyle hukuk devleti ilkesine aykırı olduğu gibi , bu konuda kesinleşmiş
mahkeme kararlarının uygulanmaması sonucunu doğuracağından Anayasa'nın 2. ve
138. maddelerine aykırıdır.
2) 98. maddesi ile 6219 sayılı Kanun'a eklenen Geçici 4. maddenin
incelenmesi;
"6219 sayılı Kanunun değişik 18. maddesi, 1.1.2004
tarihinden itibaren geçerli olup, Banka ve ortaklıkları hakkında yargı
mercilerine açılmış davalar ve icra takipleri hakkında dauygulanır."denilmektedir.
Dava konusu olan Geçici 4. madde de, Vakıflar Bankası ve
ortaklıkları hakkında uygulanmayacak kanunları gösteren 6219 sayılı Kanun'un
değişik 18. maddesinin 1.1.2004 tarihinden itibaren geçerli olmasını ve açılmış
davalar ile icra takipleri hakkında uygulanmasını, başka bir deyişle 13.2.2011
tarihinde yapılan düzenlemenin bu tarihten önceki dönemde ve bu konuda açılmış
davalar ve icra takipleri hakkında da uygulanması öngörülmektedir.
Yukarıda daha geniş şekilde açıklandığı gibi, geriye dönük
düzenlemelerle kişilerin haklarının hukuki istikrar ve güvenlik ilkesi
gözetilmeden kısıtlanması Anayasa'nın 2. maddesinde düzenlenen hukuk devleti
ilkesiyle bağdaşmaz. Diğer taraftan Anayasa'nın 138. maddesi karşısında Yasama
organının Kanun yolu ile mahkeme kararlarını değiştirmemesi ya da uygulanmasını
engelleyemeyeceği açıktır.
Bu durumda dava konusu 6219 sayılı Kanun'un değişik 18.
maddesinin 1.1.2004 tarihinden itibaren geçerli olacağı ve Banka ve
ortaklıkları hakkında açılmış bulunan dava ve icra takiplerinde de uygulanacağı
yolundaki düzenleme kazanılmış hakların ihlali,hukuki güvenliğin zedelenmesi ve
bu konuda verilen mahkeme kararlarının uygulanamaması ve icra takiplerinin
yapılamaması sonucunu doğuracağından Anayasa'nın 2. ve 138. maddelerine
aykırıdır.
Açıklanan nedenle 13.2.2011 günlü 6111 sayılı Yasa'nın yukarıda
belirtilen dava konusu ibare ve kuralın iptali gerektiği düşüncesiyle çoğunluk
görüşüne katılmıyorum.