"...
I- İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ
Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir:
“II. GEREKÇE
06.04.2011 tarihli ve 6225 sayılı olup, 26.04.2011 tarihli ve
27916 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan “Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un bazı hükümlerinin
yürürlüğünün durdurulması ve iptali istemiyle Anayasa Mahkemesinde açılan
2011/65 Esas sayılı davada verilen 12.7.2011 tarihli Karar ile dava
dilekçesinde saptanmış olan bir kısım noksanlıkların bir ay içinde giderilmesi
gerektiği bildirilmiştir. Söz konusu noksanlıklara ilişkin gerekli açıklamaları
da içerecek biçimde yeniden hazırlanan yürürlüğün durdurulması ve iptal
isteminin gerekçeleri aşağıda sunulmuştur.
A)3359 Sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanununa Eklenen Ek Madde
10'un Dokuzuncu Fıkrasının Birinci Tümcesindeki, “Etik kurullar, en az biri
sağlık mesleği mensubu olmayan kişi ve biri de hukukçu olmak kaydıyla ve
üyelerinin çoğunluğu doktora veya tıpta uzmanlık seviyesinde eğitimli sağlık
mesleği mensubu olacak şekilde, en az yedi ve en çok onbeş üyeden oluşturulur.”
ve Onuncu Fıkrasının Birinci Tümcesindeki “Klinik Araştırmalar Danışma Kurulu
ise; Sağlık Bakanlığı Müsteşarı veya uygun göreceği bir Müsteşar yardımcısının
başkanlığında tıbbın cerrahi, dahili ve temel bilimlerinden Bakanlıkça seçilen
uzmanlığını almış veya doktorasını yapmış üçer kişi, birer klinik psikolog ve
ilahiyatçı ile Bakanlık 1. Hukuk Müşaviri veya görevlendireceği bir hukuk
müşavirinden oluşur.” Hükümlerinin Anayasaya Aykırılığı
a) 3359 Sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanununa Ek 10 uncu madde
eklenerek, gönüllü insanlar üzerinde gerçekleştirilecek klinik araştırmaların
ne şekilde yapılabileceği düzenlenmiştir. Buna göre, Yasada belirtilen diğer
koşulların yanı sıra “Yapılacak araştırmayı ilgili etik kurulun uygun görmesi”
de bu tür çalışmaların yapılabilmesinin önkoşulunu oluşturmaktadır.
Anılan Ek 10 uncu maddenin sekizinci fıkrası uyarınca; “Sağlık
Bakanlığınca, insanlar üzerinde gerçekleştirilecek klinik araştırmalara
katılacak gönüllülerin hakları, sağlık güvenliği ve esenliğinin korunmasını
sağlamak ve klinik araştırmaları etik yönden değerlendirmek amacıyla etik
kurullar; klinik araştırmalarla ilgili konularda Bakanlığa görüş bildirmek
üzere Klinik Araştırmalar Danışma Kurulu teşkil olunur.”
Aynı maddenin dokuzuncu fıkrasının ilk tümcesinde ise “Etik
kurullar, en az biri sağlık mesleği mensubu olmayan kişi ve biri de hukukçu
olmak kaydıyla ve üyelerinin çoğunluğu doktora veya tıpta uzmanlık seviyesinde
eğitimli sağlık mesleği mensubu olacak şekilde, en az yedi ve en çok onbeş
üyeden oluşturulur.” düzenlemesi yer almaktadır.
Sözü edilen etik kurullar, araştırmaya katılacak gönüllülerin
hakları, sağlık yönünden güvenliği ve esenliğinin korunması, araştırmanın
mevzuata uygun şekilde yapılmasının ve takip edilmesinin sağlanması amacıyla
kurulmaktadır. Bu çerçevede etik kurullar; araştırma protokolü,
araştırmacıların uygunluğu, araştırma yapılacak yerlerin yeterliliği ve
gönüllülerin bilgilendirilmesi ve bu kişilerden alınacak aydınlatılmış onamlar
ile araştırmalarla ilgili diğer konularda bilimsel ve etik yönden görüş
oluşturmakla, bir araştırmanın yürütülmesinde en önemli görevi üstlenen kurul
olma özelliğini taşımaktadırlar.
Etik Kurulların amaca elverişli bir üye bileşimiyle; yapısı,
çalışmaları ve kararlarının yönetsel otorite, politika, destekleyici vb. her
türlü dış etkiden uzak olması, bilimsel ve kurumsal özerklik perspektifi
içinde, bilim ve gönüllüler yararına çalışması esastır. Bu zorunluluk
03.12.2003 tarihli ve 5013 sayılı Kanunla onaylanması uygun bulunarak
20.04.2004 tarih ve 25439 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan Biyoloji Tıbbın
Uygulanması Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması
Sözleşmesi'nin (kısaca BİYOTIP Sözleşmesi) “Üzerinde araştırma yapılan
kişilerin korunması” başlıklı 16 ncı maddesinin üçüncü bendinde ifade
edilmiştir. Buna göre, bir kişi üzerinde araştırma ancak; “araştırma projesinin
bilimsel değerinin, araştırma amacının öneminin değerlendirilmesi ve etik
bakımdan kabul edilebilirliğinin çok disiplinli bir gözden geçirmeye tabi
tutulması dahil, yetkili bir kurum tarafından bağımsız bir şekilde
incelendikten sonra onaylanmış olması” koşulunun yerine getirilmesi durumunda
yapılabilir. Aynı mahiyette bir düzenleme Dünya Tabipler Birliği Helsinki
Bildirgesinin 15 inci maddesinde de yer almaktadır.
Bu düzenlemeler uyarınca etik kurulların yönetsel otorite ve
politikaların tümüyle dışında olması gereklidir. Bu Kurulların Sağlık
Bakanlığı'nca oluşturulması kuruluş amacına uygun olmadığı gibi hukuka da
aykırıdır.
Bilindiği gibi Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk
devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve
özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup
bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan,
Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine
açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da uyması gereken temel hukuk ilkeleri
ve Anayasanın bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu çerçevede, yapılan
hukuksal düzenlemelerin de temel hukuksal normlar gözetilerek yapılması
gerekmektedir. Anayasanın 90 ıncı maddesinin son fıkrasına göre, usulüne göre
yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası
andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle
çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.
Anayasanın 5 inci maddesinde göre, insanın maddi ve manevi
varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamak devletin temel ve amaç ve
görevleri arasındadır. Anayasanın 12 nci maddesine göre, herkes kişiliğine
bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.
Anayasanın 17 nci maddesine göre, herkes yaşama, maddi ve manevi
varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir. Aynı maddenin ikinci fıkrasına
göre, tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında kişinin vücut
bütünlüğüne dokunulamaz; kimse, rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi
tutulamaz. Anayasanın 56 ncı maddesi uyarınca devlet, herkesin hayatını, beden
ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak zorundadır.
İnsan üzerinde yapılan klinik araştırmalar, kişinin vücut
bütünlüğü ve yaşama hakkı ile doğrudan ilgilidir. İnsan üzerinde yapılacak
klinik araştırmalar için öngörülen koşulların eksiksiz yerine getirilmediği
durumlarda, bu araştırmaların hukuka ve Anayasamızın yukarıda belirtilen
düzenlemelerine uygunluğundan söz etmeye olanak bulunmamaktadır. Bu koşulların
başında, “yapılacak klinik araştırmanın etik kurul tarafından uygun görülmesi”
yer aldığına göre ve burada sözü edilen etik kurulların “bağımsızlığı”nın da en
temel niteliği olması karşısında; etik kurulun bileşimi, Sağlık Bakanlığı
tarafından oluşturulmasına ilişkin düzenleme ile birlikte değerlendirildiğinde,
kuruluş amacına uygun ve bağımsız olarak inceleme yapabilmesini sağlamaya
elverişli değildir.
Öte yandan, Biyotıp Sözleşmesi'nin yukarıda değinilen 16 ncı
maddesinin üçüncü bendine göre, insan üzerinde ancak “araştırma projesinin
bilimsel değerinin, araştırma amacının öneminin değerlendirilmesi ve etik
bakımdan kabul edilebilirliğinin çok disiplinli bir gözden geçirmeye tabi
tutulması dahil, yetkili bir kurum tarafından bağımsız bir şekilde
incelendikten sonra onaylanmış olması” durumunda araştırma yapılabileceği
gözetildiğinde, bu değerlendirmeyi yapacak etik kurulun gerek nicelik ve
gerekse nitelik olarak “çok disiplinli bir gözden geçirmeyi” yapabilecek
şekilde oluşturulabilmesi gerekmektedir. Ne var ki iptali istenen fıkrada
belirtilen en az sayı yetersiz olup, bir klinik araştırmanın ikisi sağlık
alanından olmayan toplam 7 kişilik bir kurulca değerlendirilmesi belirlenen
amaca uygun düşmemektedir.
Tüm bu nedenlerle; 6225 sayılı Yasa'nın 8 inci maddesi ile 3359
sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanununa eklenen Ek 10 uncu maddenin dokuzuncu
fıkrasının ilk tümcesi, Anayasanın 2 nci, 5 inci, 12 nci, 17 nci, 56 ncı ve
90/son maddesine aykırılık oluşturduğundan, iptali gerekir.
b) Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu'nun Ek 10 uncu maddesinin onuncu
fıkrasının ilk tümcesinde “Klinik Araştırmalar Danışma Kurulu ise; Sağlık
Bakanlığı Müsteşarı veya uygun göreceği bir Müsteşar yardımcısının
başkanlığında tıbbın cerrahi, dahili ve temel bilimlerinden Bakanlıkça seçilen
uzmanlığını almış veya doktorasını yapmış üçer kişi, birer klinik psikolog ve
ilahiyatçı ile Bakanlık 1. Hukuk Müşaviri veya görevlendireceği bir hukuk müşavirinden
oluşur.” düzenlemesi yer almaktadır.
3359 sayılı Yasa'nın Ek 10 uncu maddesinin sekizinci fıkrasında
Klinik Araştırma Danışma Kurulunun kuruluş amacı, “klinik araştırmalarla ilgili
konularda Bakanlığa görüş bildirmek” olduğu belirtilmektedir. Bakanlığa
bildirilecek görüşler ise hem bilimsel, hem de etik yönden olacaktır.
Sağlık Bakanlığı'na klinik araştırmaların yürütülmesinde etik ve
bilimsel olarak görüş bildirecek olan bu kurulun da, tıpkı etik kurullar gibi
kuruluş amacına uygun ve yukarıda değinilen mevzuat çerçevesinde bağımsız karar
verebilecek şekilde oluşturulması gerekmektedir. Ne var ki Klinik Araştırma
Danışma Kurulu'nun oluşumunda hukuk devleti ilkesi ihlal edilmiş; bu kurullar
kuruluş amaç ve hedeflerinden uzak bir şekilde yapılandırılarak tümüyle
Bakanlığa bağlı bir şube niteliğine bürünmüştür.
Nitekim Klinik Araştırma Danışma Kurulu'nun Sağlık Bakanlığı
Müsteşarı veya uygun göreceği bir Müsteşar yardımcısının başkanlığında
toplanması, Sağlık Bakanlığı'na danışmanlık yapacak olan kurulun bağımsızlığını
tümüyle ortadan kaldıran bir düzenleme niteliğindedir.
Ayrıca tıbbın cerrahi, dahili ve temel bilimlerinden olan üyelerin
Bakanlıkça seçilmesi de yine Kurulun “bağımsızlığı” niteliğiyle
bağdaşmamaktadır.
Öte yandan sözkonusu düzenleme, Anayasanın öngördüğü,
düzenlenmesini zorunlu kıldığı unsurları içermemekle de hukuka aykırıdır:
Anayasanın Başlangıç kısmıyla 2 nci ve 5 inci maddelerinde
demokrasi, devletin korumakla ve özen göstermekle yükümlü olduğu ilkeler
arasında yer almakta, özgürlükçü niteliğinin erdemi ve değeri de, hukuk
devletinin çağdaşlaşmasına katkısı nedeniyle büyük önem kazanmaktadır.
Demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde sağlanıp güvence
altına alındığı rejimlerdir. (AYMK., 06.11.2008 tarih ve E.2007/66,
K.2008/157).
Demokrasi, tüm üye veya vatandaşların, organizasyon veya devlet
politikasını şekillendirmede eşit hakka sahip olduğu bir yönetim biçimi olarak
tanımlanabilir. Yönetimin işleyişinin demokratik olabilmesi için, özel ya da
tüzel kişilerin merkezi idarenin karar alma sürecine katılarak onu etkileyebilme
yeteneğine sahip olabileceği özelliklere kavuşturulması gerekir. Burada sözü
edilen tüzel kişiler özel hukuk tüzel kişileri olabileceği gibi kamu tüzel
kişileri de olabilir. Bir baskı grubu olarak düşünülen kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluşlarının da bu anlamda merkezi idarenin karar alma
sürecine etki edeceği doğaldır. İdarenin, bu etkiyi azaltmaya ya da ortadan
kaldırmaya yönelik olan her türlü müdahalesi ise hukuka aykırı olacaktır.
Meslek kuruluşlarına, üyelerinin nitelik ve niceliği, ürettikleri
iş ve hizmetlerin toplumun temel ihtiyaçlarına yönelik olması ve ülke genelinde
yaygınlığı, çoğulcu demokratik gelişim ortamında etkili bir sivil toplum örgütü
rolünde bulunmaları, örgütlülüğün üyelere getirdiği yararlar ile toplum
çıkarlarının uygun düzeylerde dengelenebilmesi ve demokratik toplum kültürünün
kamu düzeninde olumsuzluk yaratmadan derinleştirilebilmesi nedenleriyle,
kamusal nitelik kazandırılarak, Anayasada yer verilmiştir.
Klinik Araştırma Danışma Kurulunda, meslek mensuplarının menfaatlerinin
ve mesleki deontolojinin olduğu kadar, halk sağlığının da korunması temel
amaçlarıyla kurulan meslek kuruluşlarının liyakati, konuya yaklaşımı ve
bilimsel bilgi birikimi ile bu kurullarda yer verilmemesi, devletin demokratik
olması özelliğiyle bağdaşmamaktadır.
Bu şekilde yapılan düzenleme, Anayasanın 135 inci maddesine de
aykırıdır. Zira, Anayasanın 135 inci maddesinde, kamu kurumu niteliğindeki
meslek kuruşlarının amaçları arasında, meslek mensuplarının birbirleriyle ve
halk ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve güveni hâkim kılmak üzere meslek
disiplini ve ahlâkını korumak maksadı da bulunmaktadır. Kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluşlarının etik kurulda temsil edilmemesi, bu
kuruluşların Anayasal statüsü ve Anayasada sayılan görev ve yetkileri gözönüne
alındığında, varlık nedenleri ile uygun düşmediği gibi, Anayasanın 17 nci
maddesi ile ilgili bir konu alanında, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşlarının temsil edilmemesi, yasama organın takdirinde olan bir konu
olarak görülemez.
Kamu hukuku kurallarına göre yönetilmesi anayasal güvence altında
bulunan kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının işlev ve etkileri de
hukukun koruması altındadır. Meslek kuruluşlarının etkinliği, sorumluluğu ve
yükümlülüğü, belirli bir düzen ve disiplin içinde faaliyette bulunması,
görevlerinin boyut ve kapsamına bağlıdır. İşlevsizliği ve biçimsel örgütlenmeyi
aşmanın yolu, mesleğin tüm alanlarında ve meslekle ilgili işlemlerde, ilgili
meslek kuruluşuyla organik bağlantının, meslek kuruluşunun kimlik ya da
belgesinin esas alınması, diğer bir deyişle, meslekle ilgili faaliyetlerle
meslek kuruluşu arasındaki olgusal bağın koparılmamasıdır. (AYMK., E.2007/66).
Anayasa Mahkemesi'nin E.1988/3, K.1989/4 sayılı kararında
belirtildiği üzere “Anayasanın öngördüğü, düzenlenmesini zorunlu kıldığı bir
konudaki boşluk, aykırılık oluşturan bir eksiklik sayılarak iptal nedeni
yapılmaktadır”.
Davaya konu düzenlemede, Türk Tabipleri Birliği, Türk Dişhekimleri
Birliği, Türk Eczacılar Birliği gibi kamu kurumu niteliğinde meslek
kuruluşlarına yer verilmemesi, yukarıda açıklandığı üzere Anayasaya aykırılık
oluşturan bir eksikliktir.
Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı unsurlar taşıyan bir
düzenlemenin Anayasanın 2 nci maddesinde ifade edilen hukuk devleti ilkesiyle
uyumlu olmayacağı açıktır.
Açıklanan nedenlerle 6225 sayılı Yasa'nın 8 inci maddesi ile 3359
sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanununa eklenen Ek 10 uncu maddenin onuncu
fıkrasının ilk tümcesi Anayasanın, 2 nci, 5 inci, 90/son ve 135 inci
maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir.
B) 1219 Sayılı Tababet ve Şuabatı San'atlarının Tarzı İcrasına
Dair Kanuna Eklenen Ek Madde 13 (b) Bendinin İkinci Fıkrasındaki “… veya
uzmanlık eğitimleri sırasında fiziksel tıp ve rehabilitasyon rotasyonu yapmış
veya uzmanlık sonrasında ilgili dalın rotasyon süresi kadar fiziksel tıp ve
rehabilitasyon eğitimi almış uzman tabiplerin kendi uzmanlık alanları ile
ilgili …” Tümcesinin Anayasaya Aykırılığı
Maddenin (b) bendinde yer alan tümce ile fiziksel tıp ve
rehabilitasyon uzman hekiminin yanı sıra “… uzmanlık eğitimleri sırasında
fiziksel tıp ve rehabilitasyon rotasyonu yapan” hekimler ile uzmanlık dalında
Fiziksel tıp ve rehabilitasyon rotasyonu bulunmakla birlikte uzmanlık eğitimi
sırasında bu rotasyonu yapmamış hekimlerin de sonradan “uzmanlık sonrasında
ilgili dalın rotasyon süresi kadar fiziksel tıp ve rehabilitasyon eğitimi”
alarak kendi uzmanlık alanları ile ilgili teşhis ve tedavi için yönlendirmeleri
ile; “Fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanı”nın teşhisi ve tedavi için
yönlendirmesi olmaksızın Fizyoterapistin hastaların hareket ve fiziksel
fonksiyon bozukluklarının ortadan kaldırılması veya iyileştirilmesi amacıyla
gerekli uygulamaları yapması, kısaca fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanı
olmaksızın da hastaya rehabilitasyon tıbbı kapsamında sağlık hizmeti
verilmesini düzenlemektedir.
İptali istenilen tümce, tıpta uzmanlık alanlarının görev, yetki ve
uygulama alanları ile ilgili olduğundan, Anayasaya aykırılığının ortaya
konulabilmesi için tıpta uzmanlık ve uzmanlık eğitimine ilişkin düzenlemeler
ile bilimsel kurul kararlarının ortaya konulması gerekmektedir.
1219 sayılı Yasanın 1 inci maddesi uyarınca her ne surette olursa
olsun hastaları tedavi etmek için tıp fakültesi mezunu hekim olmak, 1219 sayılı
Yasanın 8 inci maddesi uyarınca da bir alanda uzman olabilmek için o alanda
uzmanlık eğitimi görüp uzmanlık diploması almak gerekmektedir.
Her bir tıpta uzmanlık alanında “uzman hekim” in hangi
uygulamaları yapabileceği, görev ve yetkilerinin ne olduğu, aldıkları uzmanlık
eğitimin içeriği ile belirlenmektedir. Uzmanlık eğitiminin içeriğini bir diğer
söyleyişle uzmanlık eğitimi sırasında uygulanması gereken asgari eğitim ve
öğretimi çekirdek eğitim müfredatları belirlemektedir. 18 Temmuz 2009 gün ve
27292 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe konulan Tıpta Ve Diş
Hekimliğinde Uzmanlık Eğitimi Yönetmeliği'nin 7 nci maddesi uyarınca “ilgili
uzmanlık dalının çekirdek eğitim müfredatını belirlemek ve ilan etmek” görevi
1219 sayılı Yasa'nın 9 uncu Maddesi uyarınca kurulan Tıpta Uzmanlık Kurulu'na
aittir. Ancak Tıpta Ve Diş Hekimliğinde Uzmanlık Eğitimi Yönetmeliği uyarınca
ilan edilmesi gereken uzmanlık dallarına ait çekirdek eğitim müfredatlarını
belirleme çalışmaları henüz tamamlandığından müfredatlar da ilan edilmemiştir.
Nitekim 1219 Sayılı Yasaya 6.4.2011 gün ve 6225 sayılı Yasa ile
eklenen Ek Madde 14'ün son fıkrasında “Uzmanlık dallarının eğitim müfredatları
ve bu müfredatlara göre uzmanlık dallarının temel uygulama alanları ile görev
ve yetkilerinin çerçevesi Tıpta Uzmanlık Kurulunca belirlenir” düzenlemesine
yer verilmiştir.
Her bir uzmanlık dalının hangi alanlarda rotasyon yapacağını
belirleme yetkisi de Tıpta Uzmanlık Kurulu'na aittir. Tıpta Uzmanlık Kurulu
tıpta uzmanlık ve yan dal uzmanlık alanlarının hangi uzmanlık alanlarında ne
kadar süreyle rotasyon yapacaklarını belirlemiş ve ilan etmiştir[1].
Rotasyon;bir tıpta uzmanlık dalının uzmanlık öğrencisinin, kendi
uzmanlık alanının görev ve yetki alanındaki bilgi ve beceri ve uygulamalarını
geliştirmek üzere, diğer tıpta uzmanlık dalına ait eğitim biriminde o uzmanlık
alanının bilgi ve uygulamaları konusunda belli süre ile eğitim amacı ile
görevlendirilmesidir. Rotasyon uygulaması, öğrenciye rotasyon yaptığı diğer
uzmanlık dalının görev ve yetkisini kazandırmamaktadır.
Örneğin Tıpta Uzmanlık Kurulu tarafından ilan edilen karar
uyarınca, acil tıp uzmanlık eğitimi gören öğrenciler, uzmanlık eğitimleri
içinde 10 farklı uzmanlık alanında değişik sürelerle rotasyon yapmaktadır. Bu
alanın rotasyon yaptığı on ayrı uzmanlık alanının içinde 1 ay süre ile Ortopedi
ve Travmatoloji alanı da bulunmaktadır. Harp Cerrahisi Uzmanlık alanı da
Ortopedi ve Travmatoloji alanında 2 ay süre ile rotasyon yapmaktadır. Harp
Cerrahisi Uzmanlarına bu rotasyon sonucu “Acil şartlarda ekstremitelerin
hayatiyetini değerlendirme ve gereken vakalarda hayat kurtarıcı amputasyonları
yapma”[2]öğretilmekte
ve uzmanlık sonrasında da acil şartlarda uygulama yetkisi verilmektedir. Ancak
aynı alanda rotasyon yapan Acil Tıp Uzmanlarına bu yetki tanınmamaktadır.
Esasında Harp Cerrahisi uzmanları da cerrahi eğitimi almalarına rağmen Ortopedi
ve Travmatoloji uzmanlık alanına ait sınırlı yetkileri normal koşullarda
kullanamamakta, yalnızca acil şartlarda kendi müfredatlarında yer alan bilgi ve
becerileri çerçevesinde bu yetkiye sahip kılınmaktadır.
Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Uzmanlık Dalında ise;
El cerrahisi Yan Dal Uzmanlığı 1 ay,
İş ve Meslek Hastalıkları Uzmanlığı 2 ay,
Ortopedi Ve Travmatoloji Uzmanlığı 1 ay,
Romatoloji Yan Dal Uzmanlığı 6 ay,
Spor Hekimliği Uzmanlığı 4 Ay,
Tıbbi Ekoloji ve Hidroklimatoloji Uzmanlığı 3 ay,
Algoloji Yan Dal Uzmanlığı ise 2 ay[3].
olmak üzere toplam 7 ayrı uzmanlık alanının rotasyonu
bulunmaktadır. Bu rotasyon süreleri belirtildiği üzere 1 ila 6 ay arasında
değişmektedir.
Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon uzmanlık dalı, 1219 sayılı Yasaya
6225 Sayılı Yasa ile eklenen Ek Madde 14 uyarınca 1 Sayılı Ekli Çizelgenin 14
üncü satırında 4 yıllık bir eğitim süresine sahip bir uzmanlık alanı olarak
düzenlenmiştir. 3153 Sayılı Radiyoloji, Radiyom Ve Elektrikle Tedavi Ve Diğer
Fizyoterapi Müesseseleri Hakkında Kanun ve bu Kanun uyarınca 12 Ekim 1957 gün
ve 9730 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe konulan Fizyoterapi Ve
Bunlara Benzer Müesseseler Hakkında Tüzük hükümleri uyarınca fizyoterapi
müesseselerini açmaya yetkili uzmanlık dalı Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon
uzmanlık dalıdır.
1219 Sayılı Yasa'nın 13 üncü Ek Maddesinde, rehabilitasyon
ekibinde yer alan diğer sağlık personellerinden biri olan “fizyoterapi
teknikerinin” düzenlendiği (o) fıkrasında fiziksel tıp ve rehabilitasyon
ekibinde yer alan yetkili uzman hekimin “fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanı”
olduğu belirtilmektedir.
Yükseköğretim Kurulu 05.02.2009 günlü yazısı ile
Üniversitelerarası Kurula başvurarak Fizyoterapi ve Rehabilitasyon yüksek
lisans eğitimini tamamlamış fizyoterapistlerin Kardiyoloji, Göğüs Hastalıkları,
Göğüs Cerrahisi vb. Anabilim Dallarında fizyoterapist olarak çalışıp
çalışamayacakları konusunda görüş istemiştir. Kurul bu istemi Tıp-Sağlık
Bilimleri Eğitim Konseyi'ne yönlendirmiş, Konsey 17.04.2009 günlü toplantısının
sonucunda 4 nolu kararı ileFizyoterapi ve Rehabilitasyon yüksek lisans eğitimi
alanların fizyoterapist olarak Kardiyoloji, Göğüs Hastalıkları, Göğüs Cerrahisi
vb. Anabilim Dalı uzmanlarının gözetim ve denetimi altında bağımsız
çalışamayacaklarına, ancak Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Uzman Doktoru
gözetiminde görev yapabileceklerine oybirliği ile karar vermiştir. Bu karar
Üniversitelerarası Kurul tarafından 28.04.2009 günlü ve 176 sayılı
toplantısında onaylanmıştır.
Rehabilitasyon tıbbı alanındaki uzman hekim Fiziksel Tıp ve
Rehabilitasyon Uzmanı olduğu, Avrupa Tıp Uzmanları Birliği(UEMS) Yürütme
Kurulu'nun Brüksel'de 28 Nisan 1989 da alınan ve daha sonra 1990 yılında
“Avrupa doktorları daimi komitesi”nin genel toplantısında onaylanan
kararlarında, 2006 yılında Avrupa Tıp Uzmanları Birliği Fiziksel Tıp ve
Rehabilitasyon Bölüm ve Yeterlik Kurulu (UEMS PRM Section and Board), Avrupa Rehabilitasyon
Tıbbı Akademisi ve Avrupa Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Derneği tarafından
ortaklaşa yayınlanan ve Kasım 2009'da revize edilen “White Book On Physical and
Rehabilitation Medicine In Europe” başlıklı yayında ayrıntılı olarak
belirtilmektedir.
Prof. Dr. Bertil Emrah Oder'in 6225 Sayılı Bazı Kanun ve Kanun
Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 9 uncu ve 10 uncu
maddeleri Uyarınca Tababet ve Şuabatı San'atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanuna
Eklenen “Ek madde 13/(b, o, s, ş) hükümlerinin ve “Ek madde 14” Hükmünün Kimi
Yönlerinin Anayasaya Aykırılığı Hakkında Mütalaa'sında belirttiği üzere;
“Hastalık durumlarında” fizyoterapistin görev ve yetkisinin
kullanımı -dolayısıyla mesleğin icrası- bakımından getirilen düzenlemeler,
Anayasanın temel hak ve özgürlükler için öngördüğü ilkeler başta olmak üzere
aşağıda belirtilecek ilkeler, haklar ve özgürlüklere aykırı düşmektedir. Yasa
koyucu, mesleğin icrasına ilişkin olarak yasama yetkisini kullanırken siyasal
takdir yetkisine sahiptir. Ancak;
(a) özgül yeterlilikler gerektiren,
(b) profesyonel yeterlilik alanları meslek kuruluşları tarafından
ulusal ve uluslararası biçimde tanımlanmış olan ve
(c) yeterlilikleri ile meslek icraları insan sağlığı alanına
ilişkin olduğu için yaşam hakkı ve kişinin bedensel ve ruhsal bütünlüğünün
korunması ve geliştirilmesi ile doğrudan ilintili mesleklerde, siyasal takdir
yetkisinin kullanımı özel bir dikkat ve sıkı bir yargısal denetimi (strict
scrunity) gerekli kılabilir.
“Ek madde 13/(b)”de “hastalık durumlarında” fizyoterapistin görev
ve yetkisinin kullanımı –dolayısıyla mesleğin icrası- bakımından getirilen sınırlamalar,
bu yönüyle Anayasa ile bağdaşmamaktadır. Düzenlemeye göre,
“Hastalık durumlarında ise fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanı
tabibin veya uzmanlık eğitimleri sırasında fiziksel tıp ve rehabilitasyon
rotasyonu yapmış veya uzmanlık sonrasında ilgili dalın rotasyon süresi kadar
fiziksel tıp ve rehabilitasyon eğitimi almış uzman tabiplerin kendi uzmanlık
alanları ile ilgili teşhisine ve tedavi için yönlendirmesine bağlı olarak
hastaların hareket ve fiziksel fonksiyon bozukluklarının ortadan kaldırılması
veya iyileştirilmesi amacıyla gerekli uygulamaları yapar.”
Bu çerçevede, fizyoterapistin teşhis ve tedavi için
yönlendirmelerine bağlı olarak hareket edeceği tabipler aslında üç farklı
grupta ve “veya” bağlacı nedeniyle eşit yetkili olarak düzenlenmiştir:
(1) Fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanı tabip.
(2) Uzmanlık eğitimleri sırasında fiziksel tıp ve rehabilitasyon
rotasyonu yapmış tabipler.
(3) Uzmanlık sonrasında ilgili dalın rotasyon süresi kadar
fiziksel tıp ve rehabilitasyon eğitimi almış uzman tabipler.
Öte yandan, düzenlemenin içeriği fizyoterapistin tedavi kapsamında
ekip içinde fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanı olmaksızın hastaya
rehabilitasyon tıbbı alanında hizmet vereceği kanısını vermektedir.
Fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanı tabipler dışındaki uzman
tabiplere yetki veren düzenlemenin Anayasaya aykırılığı, tabiplik yeterliliğine
sahip olmayan fizyoterapist için “evleviyetle” geçerlidir (“argumentum a
fortiori”). Düzenleme yakından incelendiğinde Anayasaya aykırılık sorunu
(“Anayasa meselesi”) aşağıdaki biçimde somutlaşmaktadır:
Ek madde 13/(b), hastalık durumunda tıp alanında özel
yeterlilikler gerektirdiği ulusal ve uluslararası standartlarla saptanmış olan
fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanlarını, fiziksel tıp ve rehabilitasyon
tedavisinin yan ve seçimlik öğesi statüsüne sokarak, bu alanın özgül düzenleme
gerektiren niteliğine aykırı düşmektedir. Ek madde 13/(b)'deki düzenleme,
yeterliliğe dayalı yetkilerden fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanı tabibin
yetkilerini hem başka alanlardaki uzmanlara hem de fizyoterapiste devretmektedir.
Bu yönüyle düzenleme, temel hak ve özgürlükler bakımından;
(a) yeterli mesleki ulusal ve uluslararası standartlara sahip
uzmandan nitelikli sağlık hizmeti alma hakkının Anayasadaki temeli olan yaşam
hakkı ve kişinin maddi ve manevi bütünlüğünün korunması ve geliştirilmesi hakkı
ile
(b) fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanı tabiplerin çalışma
özgürlüğü ve hakkı bakımından hukuksal değerlendirmeye muhtaçtır.
Aşağıdaki değerlendirmeler, öncelikle yukarıdaki a ve b şıklarını
esas alarak yapılacaktır. Ancak a ve b şıklarında ele alınan temel hak ve
özgürlük ihlallerinin diğer Anayasa kuralları ile yakından ilintisi nedeniyle,
burada yapılan değerlendirmeler -sistematik yorum doğrultusunda “Anayasanın
bütünlüğü ilkesi” gözetilerek- Anayasanın 2 nci, 5 inci, 13 üncü, 15 inci, 17
nci ve 56 ncı maddelerini ve uluslararası insan hakları hukukunu içerecek
biçimde ele alınacaktır.
(i) Ek madde 13/(b), yeterli mesleki ulusal ve uluslararası
standartlara sahip uzmandan nitelikli sağlık hizmeti alma hakkının Anayasadaki
temeli olan yaşam hakkı ve kişinin maddi ve manevi bütünlüğünün korunması ve
geliştirilmesi hakkı ile bağdaşmamaktadır.
Anayasanın 17 nci maddesinde düzenlenen bu iki hak, özgül biçimde
korunmaktadır. Bunun anlamı, öncelikle her iki hak bakımından “pozitifleşmiş öz
güvenceleri” ya da “ek güvenceler” olarak bilinen güvencelerin Anayasada yer
almış olmasıdır. O nedenle, bilimsel ve tıbbi deneylere tutulmada kişinin
rızanın aranması ya da tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında
kişinin vücut bütünlüğüne dokunulamaması özgül olarak düzenlenmiştir. Yaşam
hakkına yönelik müdahalenin istisnaları da Anayasada (madde 17/son) açıkça ve
sınırlı sayıda (numerus clausus) olmak üzere sayılmıştır. Öte yandan, her iki
hakkın “sert çekirdekli haklar” olarak özel ve göreceli önemi, bunların
Anayasanın 15/2 nci maddesinde ayrıca vurgulanmış olmaları ile de
pekişmektedir. Anayasanın 15/2 nci maddesi olağanüstü yönetim usulleri gibi
temel hak ve özgürlükler bakımından en riskli uygulamalarda dahi, “savaş hukukuna
uygun fiiller sonucu meydana gelen ölümler dışında, kişinin yaşam hakkına,
maddi ve manevi varlığının bütünlüğüne dokunulamayacağını” güvence altına
almaktadır. Anayasa Mahkemesi içtihadında da yaşam hakkı ve kişinin maddi ve
manevi bütünlüğünün korunması, bu hakların diğer hakların kullanımının öncülü
olmaları ya da “ana hak” nitelikleri ile uyumludur. Anayasa Mahkemesi yaşam
hakkını temel bir yorum ilkesi olarak benimseyerek tüm hukuk düzenine egemen
kılarken, bu hakkın öncül ve ana hak değerini sadece kişiye özgü (sübjektif)
yönüyle değil, nesnel yönüyle de tanımaktadır:
“Şu yönü de açıklamak gerekir ki, hukuk devletinde korunması
gereken en büyük değerin insanın canı ve sağlığı olduğu açıktır ve bu konuda
görüş birliği vardır. Nitekim Anayasanın 10 uncu, 14 üncü ve 49 uncu
maddelerindeki kurallara desteklik eden temel ilke dahi bu düşünceye
dayanmaktadır. Hukuk kurallarının konuluşunda ve yorumlanmasında, insan canı ve
sağlığının en yüksek ve en önemli değer olduğu yolundaki bu temel ilkenin sürekli
olarak göz önünde tutulması zorunludur (...)”[4]
Anayasa Mahkemesi, Anayasanın 17 nci maddesinde yer alan kişinin
yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı ile Anayasanın 56
ncı maddesinde devlete sağlık konusunda verilen ödev (“herkesin hayatını beden
ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak” amacıyla sağlık kuruluşlarını tek
elden planlayıp hizmet vermesini düzenleme) arasındaki ilişkiyi bütüncül
biçimde yorumlamaktadır:
“Anayasanın 17 nci maddesinin birinci fıkrası “Herkes, yaşama,
maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir” şeklindedir.”
“Kişinin yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma hakkı,
birbirleriyle sıkı bağlantıları olan, devredilmez, vazgeçilmez temel
haklardandır. Bu haklara karşı her türlü engelin ortadan kaldırılması da
devlete görev olarak verilmiştir. Güçlüler karşısında güçsüzleri koruyacak olan
devlet, gerçek eşitliği sağlayacak, toplumsal dengeyi koruyacak ve böylece
devlet sosyal niteliğine ulaşacaktır. Sosyal devlet, yaşama hakkının korunması,
sosyal güvenliğin sağlanmasıyla gerçekleşecektir. Yaşama hakkının korunması ve
sosyal güvenliğin sağlanması, sosyal devlet olmanın gereğidir. Sosyal güvenlik
kuruluşlarına ilişkin düzenlemelerin “yaşama hakkı ile maddî ve manevî varlığı
koruma haklarını, zedeleyecek veya ortadan kaldıracak kuralları içermemesi
gerekir.”
“Anayasanın 56 ncı maddesiyle, Devlete, herkesin hayatını, beden
ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak amacıyla sağlık kuruluşlarının
hizmetlerini düzenleme, denetleme ve organize etme gibi görevler verilmiştir.
Devlet, bu görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal güvenlik
kurumlarını oluşturarak onlardan yararlanarak ve onları denetleyerek yerine
getirecektir. Devlet için bir görev, kişiler için de bir hak olan bu amacın
gerçekleştirilmesinde, bu hakkı sınırlayıcı, yararlanmayı zorlaştırıcı ya da
zayıflatıcı düzenlemeler 56 ncı maddede yer alan kurallara aykırı düşer.”[5]
Anayasa Mahkemesi'nin yaşam hakkı ile kişinin maddi ve manevi
varlığını koruma ve geliştirme hakkı bağlamında, bu haklarla ilintili olarak
“kişinin hayatını beden ve ruh sağlığı içinde sürdürme hakkı”ndan da söz ettiği
ve bu konuda devletin ödevini vurguladığı gözden kaçırılmamalıdır:
“(...) Ek 14 üncü maddenin (a) bendinin sağlık yardımı bakımından
sınırlayıcı düzenleme getiren itiraz konusu ikinci fıkrası, henüz tedavisi
süren kişinin yaşama hakkını, hayatını beden ve ruh sağlığı içinde sürdürme
hakkının özünü zedelediğinden ve Devletin, kişilerin yaşamını, ruh ve beden
sağlığı içinde sürdürmelerini sağlamak amacını yerine getirmesini sınırlayıp
zorlaştırdığından Anayasanın 17 nci ve 56 ncı maddelerine aykırıdır.”[6]
Anayasa Mahkemesi'nin kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve
geliştirme hakkını devletin sosyal ödevleri bağlamında gören bu yaklaşımı,
Anayasanın 5 inci maddesi bakımından da hukuksal dayanağa sahiptir. Anayasanın
5 inci maddesine göre, devlet “kişinin temel hak ve hürriyetlerini sosyal hukuk
devleti ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal,
ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının
gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya” çalışmalıdır. Böylece, kişinin
maddi ve manevi varlığının korunması ve geliştirilmesi saygı duyulması gereken
bir hak olduğu kadar, devletin pozitif edimleri ile yaşama geçirilmesi gereken
bir yükümlülük olarak belirmektedir. Bu durumda Anayasa, söz konusu hakkın
sınırlanmasını değil, gerçekleştirilmesini hukuksal bir varsayım olarak kabul
etmektedir.
Ek madde 13/(b)'de fizyoterapistin uygulamalarında fiziksel tıp ve
rehabilitasyon uzmanının yönlendirmesini zorunlu kılmayan düzenleme, “kişinin
hayatını beden ve ruh sağlığı içinde sürdürme hakkı”nı zayıflatarak onun özünü
zedelemektedir. Anayasanın 13 üncü maddesinde temel hak ve özgürlüklerin
sınırlanması bakımından uygulanan bir ölçüt olan hakkın özü, sadece onu açık ya
da örtülü biçimde kullanılamaz duruma getiren sınırlamalar için değil,
kullanımını güçleştiren, “zayıflatan ya da etkisiz hale getiren” sınırlamalar
için de geçerlidir. Ek madde 13/(b)'de fizyoterapistin uygulamalarında fiziksel
tıp ve rehabilitasyon uzmanının yönlendirmesini zorunlu kılmayan düzenleme,
hakkın etkili biçimde kullanımını sağlamayarak “zayıflatılması”na neden
olmaktadır.
Hakkın özüne dokunan bir düzenlemenin Anayasanın 13 üncü
maddesinde yer alan ve sınırlama aracı ile sınırlama amacı arasında
“hakkaniyete uygun makul bir denge”nin kurulmasını emreden “ölçülülük ilkesi”ne
uygun olduğu; bu ilkenin alt ilkeleri olan “elverişlilik, gereklilik ve
orantılılık” ilkelerini karşıladığı da söylenemez.
Hakkın kullanımını zayıflatarak onun özüne dokunan bir
düzenlemenin, Anayasanın 13 üncü maddesinde yer alan “demokratik toplum
düzeninin gerekleri” bakımından da değeri yoktur. Çünkü bu tür bir düzenleme,
“demokratik toplumda gerekli bir toplumsal ihtiyaca karşılık vermemekte”,
tersine demokratik toplumda gerekli toplumsal ihtiyacı karşılamayı
engellemektedir.
Anayasanın 13 üncü maddesinde temel hak ve özgürlüklere ilişkin
sınırlamaların denetiminde belirtilen diğer bir ölçüt olan “Anayasanın ruhu ve
sözüne aykırı olmama” ölçütü de karşılanmamaktadır. Aksine, Anayasanın yaşam
hakkı ve kişinin maddi ve manevi varlığını koruması ve geliştirmesi hakkına
ilişkin normatif bağlam (sistematik), bu hakların geniş biçimde yorumlanmasını
ve öncelikli olarak gözetilmesini gerektirmektedir: Anayasanın 17 nci
maddesinde yaşam hakkına ilişkin istisnaların sınırlı sayıda tutulmuş olması,
bu hakka istisnalar dışında mutlak nitelik kazandırmakta; yaşam hakkı ve
kişinin maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkı, Anayasanın 15/2 nci maddesi
çerçevesinde “sert çekirdekli haklar” arasında sayılmakta; 17 nci maddede her
iki hakkı ilgilendiren pozitifleşmiş öz güvencelerine yer verilmekte ve kişinin
maddi ve manevi varlığını geliştirme sadece hak değil, devletin ödevi olarak
nesnel anlamıyla kabul edilmektedir. Bu normatif bağlam ışığında, Ek madde
13/(b)'de fizyoterapistin uygulamalarında fiziksel tıp ve rehabilitasyon
uzmanının yönlendirmesini zorunlu kılmayan düzenlemenin, “Anayasanın bütünlüğü
ilkesi çerçevesinde” “Anayasanın sözüne ve ruhu”na uygun olduğu söylenemez.
Sonuç olarak, Ek madde 13/(b)'deki düzenleme, Anayasanın 2 nci, 5 inci, 17 nci
ve 56 ncı maddelerine aykırıdır.
Ek madde 13/(b)'deki düzenleme, uluslararası insan hakları hukuku
bakımından incelendiğinde de, sağlık alanında insan haklarının korunması ve
mesleki standartlara uygun sağlık hizmeti alma hakkı ile çelişmektedir. Bu
konuda en açık ve temel “destek ölçü norm” Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması
Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Onurunun (Haysiyetinin) Korunması Sözleşmesidir.
Sözleşme'nin 1 inci ve 3 üncü maddeleri uyarınca, Taraf Devletler temel iki
yükümlülük altındadır:
- İnsan onuru ve kimliğini koruyarak biyoloji ve tıbbın
uygulanmasında, ayırım yapmadan herkesin, bütünlüğüne ve diğer hak ve
özgürlüklerine saygı gösterilmesini güvence altına almak
- Uygun nitelikteki sağlık hizmetlerinden adil bir şekilde
yararlanılmasını sağlayacak uygun önlemleri almak.
Bu yükümlülüklere ek olarak, “mesleki standartlara uygun araştırma
ve müdahale” özel bir hükümle düzenlenmiştir. Sözleşme'nin 4 üncü maddesine
uyarınca, “araştırma dahil, sağlık alanında herhangi bir müdahalenin, ilgili
mesleki yükümlülükler ve standartlara uygun olarak” yapılması gerekir.
Sözleşme'nin 23 üncü maddesi, Sözleşmedeki güvencelerin siyasal değil, etkili
bir yaptırım düzeneği ile “hukuksal” olmasını sağlayan (“normatif
bağlayıcılık”) ayrı bir hüküm içermektedir:
“Taraflar, bu Sözleşme'de öngörülen hakların ve ilkelerin hukuka
aykırı bir şekilde ihlalinin en kısa sürede önlenmesi veya durdurulması için
uygun yargısal korumayı sağlayacaklardır.”
Anayasa Mahkemesi uluslararası insan hakları hukukunun temel
belgeleri ile Anayasanın uyumlu yorumlanmasını kabul eden içtihadında, Anayasa
ile uluslararası insan hakları belgelerinin koruduğu değerleri özdeş saymıştır.[7]“Özde uyum”
yaklaşımı olarak adlandırılabilecek bu yargısal yorum, Anayasanın 2 nci
maddesindeki insan haklarına saygılı devlet ilkesi ile Anayasanın 15/2 nci ve
90/son maddelerinde de ortaya çıkan “Anayasanın uluslararası insan hakları
hukukuna açıklığı ilkesi”nin bir sonucudur. Ek madde 13/(b)'de yer alan
düzenleme, Taraf Devletlerin yükümlülükleri ve özellikle “araştırma dahil,
sağlık alanında herhangi bir müdahalenin, ilgili meslekî yükümlülükler ve
standartlara uygun olarak” yapılması kuralına (Sözleşme madde 4) aykırı
düşmektedir. Anayasanın öngördüğü yaşam hakkı ve kişinin maddi ve manevi
varlığının korunması ve geliştirilmesi hakkı Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması
Bakımından İnsan Hakları ve İnsan Onurunun (Haysiyetinin) Korunması Sözleşmesi
ile uyumlu yorumlandığında, Ek madde 13/(b)'nin içerdiği düzenlemenin Anayasaya
uygun olduğu söylenemez.
(ii) Ek madde 13/(b), fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanı
tabiplerin çalışma özgürlüğü ve hakkı bakımından Anayasaya aykırıdır.
Fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanlığı, karmaşık sağlık
sorunlarına birden çok tıp profesyonelinin katıldığı, organize çözümler ve
özelleşmiş rehabilitasyon ekipleri gerektiren bir mesleki faaliyet alanına
karşılık gelmektedir. Bu uzmanlık alanının özgüllüğü Avrupa Tıp Uzmanları
Birliği (UEMS) Yürütme Kurulu, Avrupa Doktorları Daimi Komitesi, Avrupa
Rehabilitasyon Tıbbı Akademisi, Avrupa Fiziksel Tıp ve Rehabilitasyon Derneği
gibi farklı mesleki kuruluşların karar ve rapor biçimindeki işlemleri ile de
kabul edilmiştir. Fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanlık diploması 6225 sayılı
Kanunun Tababet ve Şuabatı San'atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanuna eklediği
madde uyarınca (Ek madde 14 ve 1 sayılı ekli çizelge 14 nolu satır) 4 yıllık
eğitim süresinin sonunda kazanılmaktadır. Ek madde 13/(b) fiziksel tıp ve
rehabilitasyon uzmanı tabiplerin uzmanlık bilgisini zorunluluk değil, bir
seçenek durumuna indirgediği için, “mesleki faaliyetin yetkili kişiler
tarafından icrası anlamında” çalışma özgürlüğüne yönelik bir müdahaledir.
“Mesleki faaliyetin yetkili kişiler tarafından icrası anlamında”
çalışma özgürlüğüne ilişkin müdahaleler
- mesleğe girişte ve yükselmede şekil koşullarını,
- mesleğin kapsamını, tanımını,
- meslek mensuplarının görev, yetki ve sorumluluk alanını,
- mesleki faaliyetin diğer meslekler karşısındaki sınırları ile
aynı mesleğin uzmanlık dalları içindeki sınırları
içerirler. Bu tür müdahalelerin Anayasaya uygun sayılması için
Anayasanın sınırlama ilkelerine ve “çalışma özgürlüğü”ne ilişkin güvenceye
aykırı olmaması gerekir.
Anayasa çalışma özgürlüğünü genel olarak meslekler, yeterlilik
kuralları ya da herhangi mesleğe sahip olmadan çalışma yönünden ayrıntılı
düzenlemeye tabi tutmamıştır. Ancak özel bir hüküm ile (Anayasa madde 135) kamu
kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarını düzenleyerek, mesleklerin özgül
niteliklerine bağlı kimi konuların da olabileceğini zımnen kabul etmiştir.
Tabiplik, avukatlık, mühendislik, mimarlık ve eczacılık gibi eğitim, uzmanlık
eğitimi ve özel yeterlilik koşulları ya da standartları gerektirebilen
meslekler ve bunların farklı yoğunlaşma alanlarında, çalışma özgürlüğü bir hak
ve yetki boyutu da kazanmaktadır. O nedenle bu tür mesleklerde, özel imza veya
müdahale yetkileri ya da mesleğin kamu hizmeti niteliği taşıması gibi (örneğin;
avukatlık) unsurlar kanun, tüzük ve yönetmeliklerle açıkça düzenlenmektedir.
Sayılan gerekçelerle, bu tür mesleklerde çalışma özgürlüğü ile çalışma hak ve
yetkisinden söz etmek daha uygun olur. Anılan türden meslekler için çalışma
hakkı, Anayasanın 49/2 nci maddesindeki “istihdam” odaklı çalışma hakkı ve
ödevinden çok, 48 inci maddedeki çalışma özgürlüğünün bir sonucu gibidir
(“özgürlüğün implikasyonu”). Bu nedenle, anılan mesleklere ilişkin hukuksal
sorunlar, çalışma özgürlüğü ile bağlantılı biçimde çalışma hakkının (Anayasa
madde 49/1) norm alanına da girerler.
Yasa koyucu, çalışma özgürlüğünde “mesleğin icrasına ilişkin
çerçeve”yi (mesleğe girişte ve yükselmede şekil koşulları, mesleğin kapsamı,
tanımı, görev, yetki ve sorumluluk alanı, mesleki faaliyetin diğer meslekler
karşısındaki sınırları ve aynı mesleğin uzmanlık dalları içindeki sınırlar)
düzenlerken iki unsurla bağlıdır:
(1) Yasa koyucu öncelikle “mesleğin uzmanlık alanına ilişkin
yeterlilik standartları”nı “eşyanın doğası” gereği gözetmek zorundadır. Bu
zorunluluk, “mesleğin amacına uygun” düzenleme yapılmasının önkoşuludur.
(2) Yasa koyucu, ilk unsurla da bağlantılı olmak üzere, mesleğin
icrasına ilişkin çerçeveyi “ölçülülük ilkesi”ne uygun biçimde belirlemek
zorundadır. Bu iki unsur, Anayasanın 13 üncü maddesinde yer alan sınırlama
ilkelerinin uygulanmasında kendini gösterir.
Ek madde 13/(b), fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanı tabiplerin
çalışma özgürlüğü ve hakkı yönünden incelendiğinde aşağıdaki sonuçlara
ulaşılabilir:
- Anayasanın 48 inci maddesi, çalışma özgürlüğünü düzenlerken
yalnızca bir koruma normuna yer vermekte ve “mesleki çalışma özgürlüğü”
bakımından özel düzenleme ya da sınırlama nedenleri içermemektedir. Bu durumda,
mesleki çalışma özgürlüğü “Anayasanın sözü ve ruhu”na uygunluk ölçütü uyarınca,
sistematik yorum kuralları ışığında, Anayasanın bütünlüğü ilkesi gözetilerek
sınırlanabilir.[8]Başka bir
anlatımla, mesleki çalışma özgürlüğü diğer “anayasal değerler” ile (diğer hak
ve özgürlükler ve anayasal ilkeler) çatıştığı ölçüde ve bu çatışma ölçülülük
ilkesi ışığında uyumlaştırılarak sınırlanabilir.
- Mesleki çalışma özgürlüğü bakımından, Ek madde 13/(b)'deki
düzenlemede, fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanı tabiplerin çalışma özgürlüğü
ile fizyoterapist ve hükümde sayılan diğer tabiplerin çalışma özgürlükleri
çatışmaktadır. Bu çatışmanın uyumlaştırılmasında sınırlamanın “demokratik
toplum düzeninin gereklerine aykırı olamaması”, “ölçülülük ilkesi” ve “öze
dokunma yasağı” özel değer taşımaktadır.
- Demokratik toplum düzeninin gerekleri bakımından, fiziksel tıp
ve rehabilitasyon uzmanı tabiplerin çalışma özgürlüğünün sınırlanmasında, bu
sınırlamayı nesnel biçimde haklı kılacak “zorlayıcı bir toplumsal ihtiyaç”
bulunmamaktadır. Fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanı tabiplerin uzmanlık
eğitiminin niteliği, süresi ve sürekli profesyonellik eğitimleri bakımından
eşdeğer statüde olmayan tabip ve fizyoterapistlerle eşdeğer tutulmalarını
“zorlayıcı bir toplumsal ihtiyaç”la açıklayacak hiçbir rasyonel gerekçe yoktur.
- Ölçülülük ilkesi bakımından, yasakoyucunun mesleki çalışma
özgürlüğüne ilişkin getirdiği sınırlamanın aracının, sınırlama amacı ile
hakkaniyete uygun makul bir denge kurması gerekir. Ancak bu dengenin
kurulmasında ilk aşama, sınırlama aracının rasyonel olması ve faaliyet alanının
gerek ve amaçlarına uygun düşmesidir. Fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanı
tabiplerin fizyoterapisti “yönlendirme” işlevini seçimlik hale getirerek, bu
tabiplerin çalışma özgürlüğünü sınırlayan Ek madde 13/(b) ne rasyonel ne de
uzmanlık yeterliliklerinin nesnel biçimde haklı ya da eşdeğer kıldığı verilere
dayanmaktadır. Bu nedenle, ölçülülük ilkesinin alt ilkesi olan “elverişlilik
ilkesi” bakımından, sınırlama aracının sınırlama amacını gerçekleştirmeye
elverişli olduğu dahi sürülemez. Ölçülülük ilkesinin alt ilkelerinden olan
“gereklilik ilkesi” bakımından, sınırlama aracının sınırlama amacını
gerçekleştirmek için gerekli olması aranır. Ek madde 13/(b)'de fizyoterapist
ile fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanı dışında anılan tabiplerin çalışma
özgürlüğünün korunması bakımından, fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanı
tabiplerin çalışma özgürlüklerinin sınırlanması “gerekli” değildir. Ölçülülük
ilkesinin diğer bir alt ilkesi olan “orantılılık ilkesi” bakımından da durum incelenmelidir.
Bu alt ilke, sınırlama amacı ile sınırlama aracı arasında orantısız bir
ilişkinin kurulmamasını gerektirir. Ek madde 13/(b), fiziksel tıp ve
rehabilitasyon uzmanı tabiplerin uzmanlık yeterliliğine ilişkin özgül
koşullarını, maddedeki diğer meslek grupları ile eş sayarak “orantısız” bir
düzenleme yapmaktadır. Bu yönüyle madde, eşitlik ilkesine aykırıdır ve bu
konudaki hukuksal değerlendirme aşağıda yapılacaktır. Ancak Ek madde 13/(b)'nin
eşitlik ilkesine aykırılığı, aynı zamanda onun “orantısız” bir düzenleme
sayılmasını pekiştiren bir unsurdur.
- “Öze dokunma yasağı” bakımından incelendiğinde, Ek madde 13/(b),
bu yasağı ihlal etmektedir. Ek madde 13/(b), fiziksel tıp ve rehabilitasyon
uzmanlığının özgül niteliğini üstü örtülü (zımni) biçimde yok saymaktadır.
Çünkü onu, mesleki yeterlilikler ve standartlar bakımından kendisiyle
karşılaştırılamayacak uzmanlık gruplarına eşdeğer saymaktadır. Bu eşdeğerlik
varsayımı, hiçbir nesnel, bilimsel ve mesleki veri ve standartlarla
açıklanamamaktadır. Böyle bir durum karşısında, orta ve uzun vadede fiziksel
tıp ve rehabilitasyon uzmanlığının yalnızca özgüllüğü değil, kendisini de
ortadan kalkma riski altındadır. Karşılaştırmalı hukukta da gözlendiği gibi,
- bir “mesleği seçmeyi” nesnel koşullar yaratmaksızın engelleyen
ya da
- o mesleğin ortadan kalkmasına yol açan üstü örtülü düzenlemeler,
“mesleğin icra tarzı”na ilişkin düzenlemelerle de yapılabilir.[9]Mesleğin
icra tarzına ilişkin düzenlemelerle meslek seçimine müdahale eden
düzenlemelerin Anayasaya uygunluğu, çok daha sıkı bir denetime tabi
tutulmalıdır. Bu tür düzenlemelerde, yasa koyucunun takdir yetkisi daha
sınırlıdır. Meslek seçimini değersiz ya da önemsiz kılarak, o mesleğin ve
meslek içi uzmanlık alanının ortadan kalkmasına yol açabilen yasama işlemleri
“öze dokunma yasağı”nı ihlal ederler. Ek madde 13/(b), fiziksel tıp ve
rehabilitasyon uzmanlığının nesnel ve bilimsel olarak tartışmasız olan özgül
niteliğini yok sayarak, orta ve uzun vadede bu uzmanlığın seçimini tehlikeye
düşürmektedir. Böylece, fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanlarının çalışma
özgürlüğü ve hakkının özünü, uzmanlığı “etkisiz hale getirerek” ve
“zayıflatarak” ortadan kaldırmaktadır. Bu durum hukuk devletinde kabul
edilemez.
(iii) Fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanı tabiplerin -bu
uzmanlık alanının özel yeterlilikleri, eğitim süreleri, eğitim yoğunlukları ve
sürekli profesyonellik eğitimi uygulamaları gibi unsurlar yönünden- düzenlemede
belirtilen diğer uzman tabiplerle (“uzmanlık eğitimleri sırasında fiziksel tıp
ve rehabilitasyon rotasyonu yapmış veya uzmanlık sonrasında ilgili dalın
rotasyon süresi kadar fiziksel tıp ve rehabilitasyon eğitimi almış uzman
tabipler”) eşdeğer sayılması Anayasanın eşitlik ilkesine aykırıdır.
Özellikle rotasyon yapan tabipler, rotasyon yaptıkları alanın
uzmanlık yetkilerini kazanmadıkları gibi, tabiplerin rotasyon yapılan alanda
bilgi edinme süreleri ve yoğunlukları, fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanı
tabiplerin uzmanlık eğitimi ile karşılaştırılamayacak kadar azdır. Eşitlik
ilkesi öncelikle, aynı hukuksal konumlarda olanların eşitliği olarak (de jure /
hukuksal eşitlik) anlaşılmakta ve Anayasa Mahkemesi hukuksal eşitliğe öncelik
veren yorumunu sürekli biçimde yinelemektedir. Eşdeğer sayılamayacak kişi ya da
kişi gruplarından bir kısmı, mesleğin gerekleri bakımından özel yeterlilik ve
beceriler ile donatılmış iseler, nesnel olarak bu tür yeterlilikleri farklı
uzmanlıkları nedeniyle daha az olanların, diğerleri ile eş tutulması
düşünülemez. Çünkü bu tür eşdeğerliği, eşitlik ilkesi yönünden nesnel ve
hakkaniyete uygun biçimde meşru kılacak hiçbir “haklı neden” bulunmamaktadır.
Aksi, farklı uzmanlıkları nedeniyle fizik tedavi ve rehabilitasyon yeterliliği
az olanların imtiyazlı muameleye tabi tutulması anlamına gelir. İmtiyazlı
muamele ise Anayasa madde 10/4 uyarınca yasaklanmıştır. Sonuç olarak, aynı
hukuksal konumda olmayan kişi veya kişi gruplarının, fizyoterapistin
yönlendirilmesi söz konusu olduğunda, yetki ve sorumluluk yönünden eşit
sayılması Anayasanın 10 uncu maddesine aykırıdır.
(iv) Ek madde 13/(b), fiziksel tıp ve rehabilitasyon uzmanı
tabipler ile “uzmanlık eğitimleri sırasında fiziksel tıp ve rehabilitasyon
rotasyonu yapmış veya uzmanlık sonrasında ilgili dalın rotasyon süresi kadar
fiziksel tıp ve rehabilitasyon eğitimi almış uzman tabipler” ve fizyoterapist
arasındaki mesleğin gereklerine bağlı işlevsel dağılımı ve uzmanlık dengesini
bozmaktadır. Bu yön, tıp etiğine aykırı olduğu kadar, hukuk etiğine de
aykırılık içermektedir. Hukuk etiğine ilişkin ilkeler “hukukun genel ilkeleri”
olarak, Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan “hukuk devleti”nin kapsamında
değerlendirilirler. Bu tür ilkeler, öncelikle hakkaniyete uygun sonuçlar
doğuracak kamusal işlemlerin yapılmasını emrederler. Dava konusu düzenleme
bakımından “eşyanın doğası”, mesleğin belirli liyakat koşullarına uygun biçimde
icrasını zorunlu kılmaktadır. Uzmanlık bilgisi çerçevesinde özel yeterlilik
koşulları ve standartlara bağlı mesleklerde, ilgili mesleğin ulusal ve
uluslararası özgül koşul ve ölçütleri gözetilmeksizin yapılan düzenlemeler
“eşyanın doğası” ile bağdaşmaz. Bu halde, hakkaniyete ve dolayısıyla hukuk
devletine uygun bir düzenlemenin varlığından söz edilemez.
Yukarıda açıklanan nedenlerle, 6225 sayılı Kanunun 9 uncu maddesi
ile 1219 sayılı Tababet ve Şuabatı San'atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanuna
eklenen Ek 13 üncü maddesinin (b) bendinin “… veya uzmanlık eğitimleri
sırasında fiziksel tıp ve rehabilitasyon rotasyonu yapmış veya uzmanlık
sonrasında ilgili dalın rotasyon süresi kadar fiziksel tıp ve rehabilitasyon
eğitimi almış uzman tabiplerin kendi uzmanlık alanları ile ilgili …” bölümü,
Anayasanın özellikle 2 nci, 5 inci, 10 uncu, 17 nci, 48 inci ve 56 ncı maddelerine
ve Anayasa ile özde uyum içinde olan Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından
İnsan Hakları ve İnsan Onurunun (Haysiyetinin) Korunması Sözleşmesi'ne aykırı
olduğundan iptali gerekir.
C- 1219 Sayılı Kanuna Eklenen Ek Madde 14'ün Birinci Fıkrasındaki
“Tıpta uzmanlık ana dalları ile eğitim süreleri EK–1 sayılı çizelgede; diş
tabipliğinde uzmanlık ana dalları ile eğitim süreleri EK–2 sayılı çizelgede;
tıpta uzmanlık yan dalları, bağlı ana dalları ve eğitim süreleri de EK–3 sayılı
çizelgede belirtilmiştir.” Hükmü ile İkinci Fıkrasındaki “ve EK-1 sayılı
çizelgenin 3 üncü sütununda belirtilen uzmanların ikinci uzmanlık eğitimlerine”
Şeklindeki Hükmün ve Kanunun Eki Ek-1, Ek – 2 ve Ek – 3 Çizelgelerin Anayasaya
Aykırılığı
Maddenin birinci fıkrasının birinci tümcesi ile hekimlerin tıp
fakültesi eğitimi üzerine tıpta uzmanlık eğitimi görerek uzman olacakları ve
uzmanlık eğitimi üzerine yan dal uzmanlık eğitimi görerek yan dal uzmanı
olacakları alanlar ile bu alanların eğitim süreleri Ek-1 ve Ek-3 sayılı çizelgelerle
düzenlendiği belirtilmiştir. Diş hekimleri yönünden ise uzmanlık alanları ve
süreleri ise Ek-2 sayılı çizelge ile düzenlenmiştir. İkinci fıkrada ise daha
kısa süre ile ikinci uzmanlık eğitimi yapma hakkına sahip hekimlerin Tıpta
Uzmanlık Eğitimine Giriş sınavı dışında Yan Dal Giriş Sınavı ile de uzmanlık
eğitimine başlama olanağı verilmiştir.
Aşağıda tıpta uzmanlık ana dalları, tıpta uzmanlık yan dallarına
ilişkin tümce ve ekli çizelgeler ile diş tabipliğinde uzmanlık ana dallarına
ilişkin tümce ve ekli çizelgenin Anayasaya aykırılığı konunun anlaşılır
kılınması bakımından iki ayrı alt başlık altında, ikinci fıkra ise üçüncü alt
başlık altında irdelenecektir.
C.1. 1219 Sayılı Kanunun 14 üncü Ek Maddesinin Birinci
Fıkrasındaki “Tıpta uzmanlık ana dalları ile eğitim süreleri EK–1 sayılı
çizelgede..; tıpta uzmanlık yan dalları, bağlı ana dalları ve eğitim süreleri
de EK–3 sayılı çizelgede belirtilmiştir.” Hükmü ile Kanunun Eki Ek-1 ve Ek – 3
Nolu Çizelgelerin Anayasaya Aykırılığı
Tıpta uzmanlık dalları ve eğitim süreleri 6225 Sayılı Kanun'un
kabulüne kadar; 14 Nisan 1928 gün ve 863 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak
yürürlüğe konulan 1219 Sayılı Tababet Ve Şuabatı San'atlarının Tarzı İcrasına
Dair Kanun'un 9 uncu maddesi uyarınca çıkarılan alt düzenleyici işlemlerle
düzenlenmiştir.
Kronolojik olarak 8 Mayıs 1929 tarihli Tababet ve İhtisas
Vesikaları Hakkında Nizamname,1947 yılında
Tababet Uzmanlık Belgeleri Tüzüğü,1956 yılında Tababet İhtisas Nizamnamesi,
1961 yılında Tababet İhtisas Tüzüğü,1962 yılında Tababet Uzmanlık Tüzüğü,1973
yılında Tababet Uzmanlık Tüzüğü, 2002 yılında ise Tıpta Uzmanlık Tüzüğü'nde
düzenlemeler yapılmıştır.
1219 sayılı Yasa'nın 9 uncu Maddesinde 28.3.2007 gün ve 5614
sayılı Yasa'nın 4 üncü maddesiyle yapılan değişiklik üzerine bu kez tıpta
uzmanlık ve yan dal uzmanlık dalları ve eğitim süreleri 18 Temmuz 2009 tarih ve
27292 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe konulan Tıpta ve Diş
Hekimliğinde Uzmanlık Eğitimi Yönetmeliği'ne ekli çizelgelerle düzenlenmiştir.
Tıp alanında hızlanan gelişmeler, bilgilerin yarılanma ömrünün
kısalığı gibi unsurlar nedeniyle eğitim içeriklerinin gözden geçirilmesi, bu
gelişmelere bağlı olarak uzmanlık alanları ve eğitim sürelerinde değişiklik
gereksinimi bu alanda dinamik bir düzenleme gereksinimini ortaya koymuştur.Anılan idari metinlerdetıpta uzmanlık dalları,
zaman içinde ortaya çıkan değişiklikleri de yansıtacak bir biçimde
dönüştürülerek düzenlenmiştir.
18 Temmuz 2009 tarih ve 27292 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak
yürürlüğe konulan Tıpta ve Diş Hekimliğinde Uzmanlık Eğitimi Yönetmeliği'nde
düzenlenen uzmanlık dalları ve eğitim sürelerine ilişkin ekli çizelgelere karşı
meslek kuruluşları, uzmanlık dernekleri ve kişiler tarafından pek çok dava
açılmıştır. Açılan davalarda Danıştay 8. Daire, “İdari işlemlerin bir sebebe ve
gerekçeye dayalı olması hukukun genel ilkelerindendir. Bu ilke, genel anlamda
düzenleme veya işlem yapan idareyi uyguladığı veya düzenleme yaptığı yasayı
kavramaya, doğru olgular ortaya koymaya ve denetim yapmaya zorlar. İşlemlerde
gösterilen sebep ve gerekçe, işlemin yasaya uygunluğu ve dayanağını
değerlendirme, itiraz edip etmeme konusunda ilgililere yardımcı olmakla
birlikte, idarenin saydamlığı, savunma hakları ve idareye güven ilkeleri ve
hukuk devleti anlayışının oluşumu noktalarında büyük öneme sahiptir”
gerekçesiyle dava konusu ekli çizelgelerde yer alan kimi uzmanlık, yan dal
uzmanlığı alanlarının, eğitim sürelerinin gerekçelerinin bilimsel raporla
ortaya konulamadığını belirterek, yürütmeyi durdurma ve iptal kararları
vermiştir.
Bu kapsamda;
-Tıpta uzmanlık dallarını ve eğitim sürelerini
düzenleyen Ek-1 Sayılı Çizelgenin 3 üncü sırasında yer alanAğız, Yüz ve Çene
Cerrahisi ana dalının yürütmesi Danıştay İdari Dava Dairelerinin 2010/643 YD
itiraz nolu kararı ile,
-Tıpta uzmanlık dallarını ve eğitim sürelerini
düzenleyen Ek-1 Sayılı Çizelgenin 31 inci sırasında yer alanPlastik
Rekonstrüktif ve Estetik Cerrahisi ana dalının 5 yıllık eğitim süresi Danıştay
Sekizinci Dairesinin E. 2009/7827 nolu kararı ile,
-Tıpta uzmanlık dallarını ve eğitim sürelerini
düzenleyenEk-1 sayılı çizelgesinin 25. sırasında yer alan Kalp ve Damar
Cerrahisi ana dalı nın 5 yıllık uzmanlık eğitimi süresi Danıştay Sekizinci
DairesininE:2009/7855sayılı kararı ile
-Tıpta uzmanlık dallarını ve eğitim sürelerini
düzenleyen Ek-1 Sayılı Çizelgenin 24 üncü sırasında yer alanKadın Hastalıkları
ve Doğum ana dalının 4 yıllık eğitim süresi Danıştay Sekizinci Dairesinin E.
2009/10357 nolu kararı ile,
-Tıpta uzmanlık dallarını ve eğitim sürelerini
düzenleyen Ek-1 Sayılı Çizelgenin 27 inci sırasında yer alanKulak Burun Boğaz
Hastalıkları ana dalının 4 yıllık eğitim süresi Danıştay Sekizinci Dairesinin
E. 2009/7859 nolu kararı ile,
-Tıpta uzmanlık dallarını ve eğitim sürelerini
düzenleyen Ek-1 Sayılı Çizelgenin 28 inci sırasında yer alan Nörolojiana
dalının 4 yıllık eğitim süresi Danıştay Sekizinci Dairesinin E. 2010/7171 nolu
kararı ile,
-Tıpta uzmanlık dallarını ve eğitim sürelerini
düzenleyen Ek-1 Sayılı Çizelgenin 34 üncü sırasında yer alan Ruh Sağlığı ve
Hastalıklarıana dalının 4 yıllık eğitim süresi Danıştay Sekizinci Dairesinin E.
2010/7143 nolu kararı ile,
-Tıpta uzmanlık dallarını ve eğitim sürelerini
düzenleyen Ek-1 Sayılı Çizelgenin 18 inci sırasında yer alan Göğüs Hastalıklarıana
dalının 4 yıllık eğitim süresi Danıştay Sekizinci Dairesinin E. 2010/7144 nolu
kararı ile,
-Tıpta uzmanlık yan dalları, bağlı ana dalları ve
eğitim sürelerini düzenleyen Ek-3 Sayılı Çizelgenin 1 inci sırasında yer alan
Algoloji yan dalına ilişkin düzenlemeDanıştay Sekizinci Dairesinin E. 2009/7826
nolu kararı ile,
-Tıpta uzmanlık yan dalları, bağlı ana dalları ve
eğitim sürelerini düzenleyen Ek-3 Sayılı ÇizelgeninYoğun Bakım ve Çocuk Bakım
yan dallarını ve bu yan dalların bağlı olduğu ana dalları düzenleyen 21 ve 44
üncü satırları Danıştay Sekizinci Dairesinin E. 2009/7858 nolu kararı ile,
-Tıpta uzmanlık yan dalları, bağlı ana dalları ve
eğitim sürelerini düzenleyen Ek-3 Sayılı ÇizelgeÜreme Endokrinolojisi ve
İnfertilite disiplinine yer verilmemesine ilişkin eksik düzenleme nedeniyle
Danıştay Sekizinci Dairesinin E. 2009/10357 nolu kararı ile,
-Tıpta uzmanlık yan dalları, bağlı ana dalları ve
eğitim sürelerini düzenleyen Ek-3 Sayılı Çizelgenin“Çocuk İmmünolojisi ve
Alerji Hastalıkları” yan dalını düzenleyen 12 inci satırı Danıştay Sekizinci
Dairesinin E. 2010/6862 nolu kararı ile,
-Tıpta uzmanlık yan dalları, bağlı ana dalları ve
eğitim sürelerini düzenleyen Ek-3 Sayılı Çizelgenin“Cerrahi Onkoloji” yan
dalını düzenleyen 3 üncü satırı Danıştay İdari Dava Dairelerinin 2010/542 YD
itiraz nolu kararı ile,
-Tıpta uzmanlık yan dalları, bağlı ana dalları ve
eğitim sürelerini düzenleyen Ek-3 Sayılı Çizelgenin“Çocuk Hematolojisi ve
Onkolojisi” yan dalını düzenleyen 11. satırı Danıştay Sekizinci Dairesinin E.
2010/106 nolu kararı ile,yürütmesi durdurulmuştur.
Ekli çizelgeler ile ilgili burada belirtilen
kararların yanı sıra itiraz üzerine verilen yürütmeyi durdurma kararları
kaldırılan ancak esastan henüz karara bağlanmamış çok sayıda uyuşmazlık
bulunmaktadır.
Değinilen yürütmeyi durdurma kararlarından sonra ilgili uzmanlık
ve yan dal uzmanlık alanlarında yapılacak düzenlemelerin sebep unsurunu hukuka
uygun olarak ortaya koyacak bilimsel çalışmalar yapılmamıştır. Ne var ki bu
eksiklikler giderilmeden verilen bir yasa teklifi ile yürütmesi durdurulan veya
iptal edilen alanları da içeren çizelgeler Yasa kuralı haline getirilmiştir.
Böylece Tıpta uzmanlık alanları ve eğitim süreleri Türkiye Cumhuriyeti
tarihinde ilk olarak Yasa hükümleri ile düzenlenmiş bulunmaktadır.
Yasa koyucu, mesleklerin icrasına ilişkin olarak yasama yetkisini
kullanırken takdir yetkisine sahip olmakla birlikte, belli bir yeterliliğe
bağlı olarak, yeterlilik alanları anayasal güvence altındaki meslek kuruluşları
tarafından ulusal ve uluslararası alanda tanımlanmış, bireylerin yaşam hakkı
ile bireyin bedensel ve ruhsal bütünlüğünün korunması ve geliştirilmesine
ilişkin mesleklerde takdir yetkisinin kullanımı özel bir dikkat ve sıkı bir
yargısal denetimi gerektirir.
Topluma gereksinim duyduğu sağlık hizmeti, sağlık alanında
yetiştirilecek insan gücü ile verilecek olup bu insan gücünün hangi alanlarda,
hangi sürede, nasıl bir bilgi, beceri ve tutuma sahip olarak yetiştirileceğinin
saptanması çok sayıda uzmanlık alanının bilimsel bilgi birikimini de gerektirdiğinden;
bilimsel bilgi birikiminin ve bilimsel bir yöntemin kullanılmasını zorunlu
kılmaktadır.
Bilindiği gibi bir hukuk devletinde tüm kamu işlemlerinin nihai
amacı, kamu yararıdır. Bu gereklilik, kamu yararını, yasama organının takdir
yetkisi için de bir sınır konumuna getirir. Nitekim Anayasa Mahkemesinin
E.1985/1, K.1986/4 sayılı kararında; “Yasa koyucuya verilen düzenleme yetkisi,
hiçbir şekilde kamu yararını ortadan kaldıracak veya engelleyecek... biçimde
kullanılamaz” denilmektedir.
Bu alanda kamu yararının sağlanabilmesi, toplumun ihtiyaç duyduğu
sağlık hizmetini verecek uzmanlık alanlarının ve bu alanların eğitim
sürelerinin bilimsel gerekliliklere göre belirlenerek bu alandaki insan gücünün
eğitimine ilişkin düzenlemelerin yapılması ile mümkündür. Yukarıda değinilen
yargı kararları ile bu gereklilik saptanmıştır.
Sağlık hakkı, yaşam hakkının ayrılmaz bir parçasını
oluşturmaktadır. Bu hakkın korunup geliştirilmesinde temel rolü bulunan
hekimlik mesleğine ilişkin düzenlemeler sağlık ve yaşam hakkından dolayısıyla
maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkından ayrı değerlendirilemez. Nitekim
Anayasa Mahkemesi'nin E. 2005/10, K.2008/63 sayılı kararında “Anayasanın, 2
nci, 5 inci, 17 nci ve 56 ncı maddeleriyle kişilere, yaşama, maddi ve manevi
varlığını koruma ve geliştirme ve hayatını beden ve ruh sağlığı içinde
sürdürebilme hakkı tanınmış ve Devlete de, herkesin maddi ve manevi varlığını
geliştirmesi için gerekli şartları hazırlama, kişilerin hayatını, beden ve ruh
sağlığı içinde sürdürmesini sağlama görevi verilmiştir. Kişilerin maddi ve
manevi varlıklarını geliştirilebilmelerinin, mutlu ve huzurlu olabilmelerinin
başlıca şartı, ihtiyaç duydukları anda sağlık hizmetlerine ulaşıp ihtiyaç
duydukları oranda bu hizmetlerden yararlanabilmeleridir. Devlet için bir görev
ve kişiler için de bir hak olan bu amacın gerçekleştirilmesinde, bu haktan
yararlanmayı zorlaştırıcı ya da zayıflatıcı düzenlemeler Anayasaya aykırı
düşer” gerekçesi ile bu durum belirtmiştir.
Anayasa Mahkemesi'nin E.2010/29, K.2010/90 sayılı ve 16.07.2010
günlü kararında da hekimliğin Anayasanın 17 nci maddesinde yer alan ve bireyin
en önemli hakkı olan yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme
hakkı ile doğrudan ilgili bir meslek olduğu vurgulanmıştır.
Devletin düzenleme ödevinin sağlık insan gücünün planlamasını
dolayısıyla bu alandaki eğitimi de kapsadığı açıktır. Anayasa Mahkemesi'nin
E.2007/78, K.2010/120 sayılı ve 30.12.2010 günlü kararında hemşirelik
eğitiminin uluslararası standartlara uygunluğunun 56 ncı maddenin kapsamında
olduğu belirtilmiştir.
Yasa koyucu, tıpta uzmanlık ve yan dal uzmanlık alanları ve eğitim
sürelerine ilişkin düzenleme yaparken takdir yetkisini uzmanlık eğitimi sonucu
topluma verilecek sağlık hizmetinden beklenen kamu yararını engelleyici biçimde
kullanmıştır. Bu nedenle yaşam, maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkı ile
sağlık hakkına ilişkin Anayasanın 17 nci ve 56 ncı maddelerine aykırılığı söz
konusudur.
Anayasada belirtilen amacı ya da bir kamu yararını gerçekleştirmek
ereğiyle, yasa koyucu belli bir sonucu elde etmek için değişik yolların
seçimini siyasi tercihlerine göre yapmakta serbest ise de yasa koyucunun
kişisel, siyasi ya da saklı bir amaç güttüğü durumlarda, yani kamu yararına
yönelik olmayan başka bir amaca ulaşmak için bir konuyu yasayla düzenlediği
durumlarda bir “yetki saptırması” ve giderek de amaç öğesi bakımından Yasa'nın
sakatlığı ve dolayısıyla Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti
ilkesine aykırılığı söz konusu olacaktır.
İptali istenilen Yasa hükümlerinde yasama erki, yargı kararlarının
uygulanmasını engellemek amacına yönelik olarak kullanılmıştır. Anayasa
Mahkemesi kararlarında hukuk devleti insan haklarına dayanan, bu hak ve
özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her
alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya
aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen
kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık,
Anayasanın ve yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk
ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlet olarak tanımlanmıştır[10]. Hukuk
devleti ilkesi ve Anayasanın138 inci maddesinin dördüncü fıkrası uyarınca
yasama organı dahil bütün devlet organlarının mahkeme kararlarına uyması bir
zorunluluktur. Yargı kararlarını uygulama yükümlülüğü, kararın şeklen uygulanmasını
değil aynı zamanda içeriğe uygun işlem tesis edilmesini de zorunlu kılmaktadır.
Anılan yükümlülüğün yasama organını da bağladığı açıktır. Aksi halde yasama
organı beğenmediği yargı kararlarını, kanun çıkartıp etkisiz hale getirir ki bu
durumda yargı bağımsızlığı zedelenecektir.
“Açıklanan nedenlerle 6225 sayılı Yasa'nın 10 uncu maddesi ile
1219 sayılı Tababet ve Şuabatı San'atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanuna eklenen
Ek Madde 14'ün Birinci Fıkrasındaki “Tıpta uzmanlık ana dalları ile eğitim süreleri
EK–1 sayılı çizelgede..; tıpta uzmanlık yan dalları, bağlı ana dalları ve
eğitim süreleri de EK–3 sayılı çizelgede belirtilmiştir.” hükmü Anayasanın 2
nci, 5 inci, 17 nci, 56 ncı ve 138 inci maddelerine aykırı olduğundan ve bu
hükmün iptalinin sonucu olarak Kanunun Eki Ek-1 ve Ek – 3 Nolu Çizelgelerin
iptali gerekir.”
C.2 1219 Sayılı Kanuna Eklenen Ek Madde 14'ün Birinci Fıkrasındaki
“…diş tabipliğinde uzmanlık ana dalları ile eğitim süreleri EK-2 sayılı
çizelgede;… belirtilmiştir.” Hükmü ile Kanunun Eki Ek – 2 nolu Çizelgenin
Anayasaya Aykırılığı
6225 sayılı Yasa ile dişhekimliğinin uzmanlık alanlarının
belirlenmesine ilişkin olarak da yukarıda C.1 bölümünde belirtilen hukuka
aykırılıklar bulunmakta olup, bunları tekrardan kaçınarak, dişhekimliğinde
uzmanlık düzenlemesi aşağıda ayrıntılı olarak değerlendirilecektir.
Dişhekimliği mesleğinin yetki ve görev alanı 1219 sayılı Tababet
ve Şuabatı Sanatlarının Tarzı İcrasına Dair Kanun'un 29 uncu maddesinde “insan
sağlığına ilişkin olarak, dişlerin, diş etlerinin ve bunlarla doğrudan
bağlantılı olan ağız ve çene dokularının sağlığının korunması, hastalıklarının
ve düzensizliklerinin teşhisi ve tedavisi ve rehabilite edilmesi ile ilgili her
türlü mesleki faaliyet” şeklinde tanımlanmıştır.
Dişhekimliği mesleğinde belirli alanların uzmanlık olarak kabul
edilebilmesi için söz konusu alanlarda hizmetin lisans eğitimi ile sunulmasında
güçlük olduğunun ve ilgili fakültelerin söz konusu alanlarında verilen hizmetin
de ihtiyaca yanıt verme noktasında yeterli olmadığının saptanmış olması
gereklidir.
Uzmanlık, mesleğin kimi alanlarında özellikle akademik çalışma
yapmak değil, söz konusu alanda lisans eğitimini tamamlamış kişilerin
yapamadığı/yapmakta zorlandığı ve halkın da yaygın biçimde ihtiyacı olan
tedavileri yapabilmek amacıyla kişinin belli bilgi ve yetenekle donatılmış
olmasıdır. Başka bir ifadeyle, uzmanlık eğitimi, var olan insan gücü tarafından
hastaların ihtiyaç duyduğu bazı tedavilerin giderilememiş olması sonucu bu
gereksinime yanıt verebilecek yetkin insan gücünün yetiştirilmesidir. Bu
yönüyle uzmanlık alanlarının saptanmasında söz konusu gereksinimlerin
araştırılıp değerlendirilmiş olması gerekir. Zira uzmanlık olarak kabul edilen
alanda insangücü yetiştirmek için ek bir kamu kaynağı kullanılacağı gibi, söz
konusu alanda sunulacak uzman diş hekimi hizmetine ödenecek yüksek bedel
sebebiyle sağlık hizmetinin maliyetinin artacağı da tartışmasızdır.
Bu çerçevede, 6225 sayılı Yasa düzenlemesinde, dişhekimliğinde
sekiz ayrı alanda uzmanlığın kabul edilmiş olmasının bilimsel bir dayanağı
bulunmamaktadır. Zira, ülkemizde verilen dişhekimliği eğitimi sonrasında
yapılabilecek sağlık hizmetlerinin değerlendirilmesinde uzmanlık olarak kabul
edilen alanlarda lisans eğitimini tamamlamış bir dişhekiminin yapamayacağı çok
çok az işlem bulunmaktadır. Bu işlemlerin nitelik ve nicelik bakımından
değerlendirilmesinde ortodonti ve ağız, diş ve çene cerrahisi alanlarında
ülkemizde toplumun uzman gereksiniminin bulunduğu, ancak bu dallar dışında
kalan ve dişhekimlerinin genel olarak yapmakta zorlandıkları kimi işlemlerle
ilgili olarak ortaya çıkan bütün gereksinimin de dişhekimliği fakültelerinin
ilgili dallarında verilen hizmet ile karşılandığı bilinmektedir. Bir başka
anlatımla, Yasa ile uzmanlık alanı olarak belirlenmiş olan ortodonti ve ağız,
diş ve çene cerrahisi dışında, dişhekimlerinin yapmakta zorlandıkları işler
için dişhekimliği fakültelerindeki anabilim dalı yapılanmaları içersinde
sunulan hizmet yeterlidir.
Ayrıca, ülkemizde dişhekimliği lisans eğitiminde verilen derslere
bakıldığında lisans eğitimini tamamlamış bir dişhekiminin, ortodonti ve ağız,
diş ve çene cerrahisi uzmanlık alanındaki bir takım işler dışında, ağız ve diş
hastalıklarının teşhis ve tedavisinde her türlü işlemi yapabilecek şekilde
yetiştirildiği görülecektir. Uzmanlık alanı olarak belirlenen alanları bu
bakımdan incelediğimizde de lisans eğitiminde verilen bilgi ve becerinin hizmet
sunumu bakımından yeterli olduğu anlaşılmaktadır.
Öte yandan bir alanın uzmanlık alanı olarak kabul edilebilmesi
için öncelikle objektif ölçütler geliştirilmiş ve uzmanlık alanı olmak isteyen
anabilim dallarının bu ölçütler uyarınca değerlendirilmiş olması gereklidir.
Yasa'da belirlenen uzmanlık alanlarının hangi ölçütler çerçevesinde
belirlendiğine ilişkin hiçbir açıklama mevcut olmadığı gibi bu dalların
uzmanlık olarak belirlenmesinin Avrupa Birliği Müktesebatına uyum bakımından
gerekli olduğu şeklindeki açıklamalar da doğru değildir.
Avrupa Birliği ülkelerine baktığımızda, dişhekimliği
uzmanlıklarının belirlenmesi ve uygulamalarında bir çok farklılıklar olduğu
göze çarpmaktadır. Avrupa Birliğini oluşturan ülkelerin kiminde dişhekimliğinin
neredeyse bütün bölümlerinin uzmanlık olarak tanımlanmakta (İngiltere,
Hırvatistan,İsveç) kimilerinde ise resmi olarak hiç uzmanlık bulunmamaktadır
(Avusturya, Lüksemburg, İspanya). Fransa'da sadece ortodonti alanında uzmanlık
kabul edilirken Avrupa Birliği ülkelerinin çoğunda dişhekimliğinin iki alanında
uzmanlık kabul edilmiş (Almanya, Çek Cumhuriyeti, Danimarka, Yunanistan,
İrlanda, İtalya, Hollanda, Portekiz); bazı ülkelerde ise bu uzmanlıkların
yanında klinik dişhekimliği veya halk dişhekimliği gibi bir uzmanlık alanı daha
eklenmiştir (Estonya, Finlandiya, Almanya, Romanya, Slovakya). Ayrıca
vurgulamak gerekir ki Avrupa Birliği ülkelerindeki çağdaş eğilim uzmanlık
alanlarının belirlenmesinde meslek birliklerin görüş ve düşüncelerinin
önemsenmesi, hatta uzmanlık sayılarını belirleme yetkisinin meslek birliğine
verilmesi yönündedir.
Ülkeler arasındaki bütün bu farklılıklar bir yana, Avrupa Birliği
tarafından serbest dolaşımda resmen kabul edilen dişhekimliği uzmanlıkları ise
sadece ortodonti ve ağız, diş, çene cerrahisidir.
Bütün bunlardan başka, dişhekimliği ile ilgili ülkemiz verilerine
baktığımızda da; uzman dişhekimi hizmetinin değil, genel olarak ağız diş
sağlığı hizmetlerine erişimin temel sorun olduğu anlaşılmaktadır.
Ülkemizde halen aktif olarak çalışan yaklaşık 23.000 dişhekimi
bulunmaktadır. Bu dişhekimlerinin yaklaşık % 60'ı özel muayenehane ya da sağlık
kuruluşlarında % 40'ı ise kamu sağlık tesislerinde görev yapmaktadır. Özel
muayenehane ve sağlık kuruluşlarına başvuran hastalar dişhekimleri tarafından
hastalıklarının teşhisinden tedavinin yapılmasına kadar bütün işleri
gerçekleştirmekte; ender olarak kimi vakalarda ise hastaları ileri teşhis ve
tedavi olanaklarının kullanılması için dişhekimliği fakültelerindeki ilgili
kliniklere yönlendirmektedirler.
Kamu sağlık tesisleri olan ağız ve diş sağlığı merkezlerinde de
hizmet sunumu benzer şekilde yürütülmektedir. Dişhekimliği hizmeti bir bütün
olarak her dişhekimi tarafından verilmektedir. Sağlık Bakanlığı tarafından,
kamu sağlık tesislerinde kısa bir süre, dişhekimliği hizmetini bölümlerine göre
sunma uygulaması yapılmış ise de uygulamanın başarısızlığından sonra, Sağlık
Bakanlığının 17.10.2007 tarih ve 21481 sayılı Genelgesiyle, her dişhekiminin
bütün dişhekimliği hizmetlerini sunması şeklinde tanımlanabilecek olan ‘entegre
hizmet sunumu' sistemine geçilmiştir.
Ülkemizde şu anda mevcut dişhekimliği fakültesi 40, burada görev
yapan öğretim elemanlarının sayısı 1.060, öğretim görevlilerinin sayısı ise
510'dur. Fakültelerin coğrafi dağılımı da genel olarak dişhekimlerinin ve
toplumun ihtiyaç duyduğu ileri hizmetlere erişim bakımından gereksinimi
karşılamaktadır.
Bütün bunlardan başka, önemle üzerinde durulması gereken nokta
dişhekimliği mesleğinin sekiz ayrı alanda uzmanlığa bölünerek hizmet vermesinin
hizmet gereklerine uygun olup olmadığı ve bunda kamu yararı bulunup
bulunmadığıdır.
Lisans eğitimi ile dişhekimliği mesleki alanının ne kadarının
kapsanabileceği, bir başka anlatımla lisans eğitimi sonrasında dişhekiminin
kazanması gereken asgari bilgi ve becerilerin neler olması gerektiği Avrupa
Birliği tarafından verilen destek ile Avrupa'daki yaklaşık 200 dişhekimliği
fakültesinden 120'yi aşan kısmının üye olduğuAvrupa
Dişhekimliği Eğitimi Derneği tarafındanhazırlanmış olan Avrupa'lı
Dişhekiminin Profil ve Yeterlilikleri raporunda belirlenmiştir. Buna göre
lisans eğitimini tamamlayarak dişhekimliği mesleğine başlayan kişinin aşağıda
belirtilen alan yeterliliklerine sahip olması gereklidir:
-Her yaştaki hastası için tanı koyabilmeli
istek veihtiyaçlarına göre tedavi planı
yapabilmelidir
-Her yaştaki hastasına ağız hastalıklarından
korunma vetedavi konularında mevcut kavramlara ağırlık
veren ve sistemik ve ağız sağlığınıdestekleyen primer bakım
hizmetlerini sunabilecek ve bu konuda eğitebilecek yeterlilikte olmalıdır
-Her yaştaki hastanın sık görülen mukozal
hastalık vebozuklukları teşhis ederek tedavisini gerçekleştirebilecek
yetenekte olmalıdır.
-Her yaştaki hastasının periodontal
hastalıklarını tedaviedebilecek yeterlilikte olmalıdır
-Her yaştaki hastasının diş çürüğü, pulpa ve
periradiküler bozukluklarını tedaviedebilecek yeterlilikte
olmalıdır
-Dişlerin çekimi, köklerin çıkarılması
gerekli olduğudurumlarda minör yumuşak doku cerrahisi, ve
tedaviye destek olacakfarmakolojik
ajanların uygulanması dahil olmak üzere her yaştaki hastanınyumuşak ve sert dokularındaki onarıma yönelik basit
cerrahi işlemler gerektirendurumları
halledebilecek yeterlilikte olmalıdır
-Orofasiyal ağrı, psikolojik huzursuzluk ve
sıkıntı haliniortadan kaldıracak uygun teknikleri
uygulayabilecek yeterlilikte olmalıdır.
-Her yaştaki hastasının kusurlu ve/veya eksik
dişini kabul edilebilir form, fonksiyon ve estetikte restore edebilecek
yeterlilikte olmalıdır.
-Primer ve daimi dişlenme dönemlerinde,
sınırlı gelişimselveya edinilmiş dentoalveolar, gelişimsel ve
fonksyonel anomalilerin gereklitedavilerini
yapabilecek;uzmana havale etmek dahil olmak üzere her tür
ortodontik acil durumuhalledebilecek
yetenekte olmalıdır
-Karşılaşabileceği medikal ve dentalacil durumların büyük bölümünü etkin bir biçimde
önleyebilecek ve tedaviedebilecek yeterlilikte olmalıdır.
Bundan başka, aynı raporda, dişhekiminin lisans eğitimi sonrasında
sahip olması gereken 148 yeterlilik alanı detaylı bir şekilde belirtilmiş ve
hangi dallarda uzmana ihtiyaç duyulacağına ilişkin bilgi de verilmiştir.
Ayrıca, 24 Temmuz 2003 tarih ve 25178 mükerrer sayılı Resmi
Gazete'de yayınlanmış olan Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin
Türkiye Ulusal Programı uyarınca, Avrupa Parlamentosu ve Avrupa Konseyinin
Mesleki Niteliklerin Tanınması başlıklı 2005/36 sayılı Direktifi dikkate
alınarak hazırlanmış olan Mesleki Yeterliliklerin Düzenlenmesi ve Tanınması
Hakkında Kanun Tasarısı Taslağı'nın 34 üncü maddesine göre de ülkemizdeki
dişhekiminin sahip olması gereken bilgi ve beceriler aşağıdaki gibi
belirlenmiştir:
“Diş hekimliği için eğitim, kişilerin aşağıdaki bilgi ve beceriyi
kazanmasını sağlamalıdır.
- Diş hekimliğinin temelini teşkil eden fen bilimlerinde yeterli
bilgiye ve bilimsel olayların takibi ve verilerin analizi ile biyolojik
fonksiyonları ölçme prensipleri dahil olmak üzere bilimsel metotlara hakim
olmak,
- Sağlıklı ve hasta insanın yapısı, fonksiyon ve davranışlarını
anlayabilme kabiliyeti ve bireylerin fiziksel ve sosyal ortamlarının diş
sağlığı ile bağlantısını anlayabilme yeteneğine sahip olmak,
- Sağlıklı diş, ağız, çene ve çevre doku yapısı ve işlevleri
konusunda, genel sağlık ve hastanın fiziksel ve sosyal ortamı ile bağlantısını
anlayabilme yeteneğine sahip olmak,
- Düzensizlik, lezyon, diş, ağız, çene ve çevre ile ilgili doku
hastalıkları klinik disiplin ve metotları konusunda ve önleyici, teşhis edici
ve tedavi edici diş hekimliği konusunda yeterli bilgiye sahip olmak,
- Yeterli denetim altında klinik tecrübe edinmek.
Bu eğitim, söz konusu kişiye diş, ağız, çene ve çevre dokuların
rahatsızlık ve düzensizliklerini önleme, teşhis ve tedavi etme konusunda
yeterli becerileri kazandırmalıdır.”
Yükseköğretim Kurulu tarafından, Avrupa Birliği'nin Direktifi ile
paralel biçimde hazırlanan; Doktorluk, Hemşirelik, Ebelik, Diş Hekimliği,
Veterinerlik, Eczacılık Ve Mimarlık Eğitim Programlarının Asgari Eğitim
Koşullarının Belirlenmesine Dair Yönetmelik, 02.02.2008 tarih ve 26775 sayılı
Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe konulmuştur. Söz konusu Yönetmelik'te,
dava konusu ile doğrudan bağlantılı olan dişhekimliği eğitiminin en az eğitim
koşulları da belirlenmiştir:
Diş hekimliği
MADDE 6 -(1) Temel diş hekimliği eğitimine kabul edilebilmek için
asgari lise mezunu olmak gerekir.
(2) Temel diş hekimliği eğitimi bir üniversitede tam gün üzerinden
en az beş yıllık teorik ve pratik eğitimden oluşur.
(3) Temel diş hekimliği eğitimi sonunda mezun olan diş
hekimlerinin;
a) Diş Hekimliğinin dayandığı bilimler hakkında yeterli bilgiye
sahip olmaları, biyolojik fonksiyonların ölçülmesi, bilimsel olarak kanıtlanmış
verilerin değerlendirilmesi ve data analizi prensipleri dahil olmak üzere
bilimsel yöntemleri yeterli düzeyde anlayabilmeleri,
b) Sağlıklı ve hasta bireyin yapısı, fizyolojik fonksiyonları ve
davranışı ile doğal ve sosyal çevrenin sağlıklı birey üzerindeki etkisi
hakkında, diş hekimliğini ilgilendirdiği ölçüde, yeterli bilgiye sahip
olmaları,
c) Sağlıklı ve hastalıklı diş, ağız, çene ve komşu dokuların yapı
ve fonksiyonları hakkında yeterli bilgiye sahip olmaları ve bunların hastanın
genel sağlık durumu ve fiziksel ve sosyal refahı ile ilişkisini yeterli düzeyde
anlayabilmeleri,
ç) Diş, ağız, çene ve komşu dokulara ait lezyon, hastalık ve
anomalilerin teşhis, tedavi ve koruyucu diş hekimliği uygulamaları ile ilgili
bilimsel yöntem ve uygulamalı disiplinler hakkında yeterli bilgiye sahip
olmaları,
d) Yetkililer gözetiminde diş, ağız, çene ve çevre dokularla
ilgili hastalık ve anomalilerin teşhis, tedavi ve koruyuculuğunu içeren tüm
aktivitelerin yürütebileceği düzeyde gerekli becerilerin verileceği uygun
klinik eğitimi ile deneyim sahibi olmaları,
gerekmektedir.
(4) Diş Hekimliği eğitimindeki asgari eğitim koşullarının sağlanabilmesi
için, bu alanda yürütülen yükseköğretim programlarımızın eğitim müfredatlarında
Ek-3 sayılı cetvelde belirtilen derslerin bulunması zorunludur.
Belirtilen düzenlemeler dişhekimliği fakültesinden mezun olan
kişinin, her yaştan bireyde ortaya çıkan ağız ve diş sağlığı sorunlarını teşhis
ve tedavi edebilecek yeterlilikte olması gerektiğini ifade etmektedir.
Ülkemizde verilen diş hekimliği eğitimine, özellikle müfredat boyutuyla,
baktığımızda da söz konusu yeterliliğin büyük ölçüde sağlandığı görülmektedir.
Dişhekimliği alanlarının her birinin kapsadığı hastalıkların büyük
bölümü dişhekimleri tarafından çözümlenebildiğine/tedavi edilebildiğine göre bu
alanlarda uzmanlık eğitimine neden gereksinim duyulmaktadır' Bu sorunun yanıtı
olarak dişhekimliği alanlarının, dişhekimleri tarafından yapılamadığı iddia
edilen tedavileri söylenebilir ise de bu küçük kısım için fakültelerde verilen
hizmetin yeterliliği karşısında söz konusu ifadenin herhangi bir değeri
bulunmamaktadır.
Lisans eğitimini bitirmiş bir dişhekiminin bilimsel gelişmeleri ve
yeni teknolojileri takip edebilmesi için kendisini sürekli olarak geliştirmesi
gereklidir. Bunun için Türk Dişhekimleri Birliği 1988 yılında Sürekli Dişhekimi
Eğitimi Yüksek Kurulunu kurarak lisans sonrası sürekli eğitime ne kadar önem
verdiğini göstermiş; o günden sonra da Dişhekimleri Odaları ve akademik
kuruluşlar ile birlikte sürekli kongre, sempozyum, kurs vb. etkinlikleri
düzenlemektedirler. Başka bir söyleyişle, bir dişhekiminin yetkinleşmesi için
tek şart uzmanlık eğitimi değildir, master vb. programlar ihtiyaç duyulan az
miktardaki yetkinliği sağlayabilecek programlardır.
Bütün bunlardan başka, dişhekimliğinin uzmanlık adıyla bölündüğü
alanlar tek tek ele alınarak söz konusu alanda hizmet sunumunun uzman marifetiyle
yapılmasının mümkün ve gerekli olup olmadığının incelenmesinde de 6225 sayılı
Yasa'nın anılan hükmü ile dişhekimliği uzmanlıklarının belirlenmesinin kamu
yararına aykırı olduğu anlaşılmaktadır.
Yasa ile dişhekimliğinin bir uzmanlık alanı olarak belirlenmiş
olan Çocuk Diş Hekimliği, çocukların ağız ve diş sağlığı ile ilgili
çalışmaların yapıldığı bir alandır. Bu niteliğiyle, 0-18 yaş arasındaki nüfusun
söz konusu uzmanlığın ilgi alanında bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu grupta, 0-2
yaş aralığındaki bebekleri saymazsak, yaklaşık 21 milyon kişi bulunmaktadır. Bu
yaş grubunda her çocuğa yapılacak işlem adedi, 4 - 4,5 arasında değişmektedir.
Kişi sayısı ile işlem sayısının çarpılmasıyla anılan yaş grubunda toplam 84-94
milyon adet tedavi gereksinimi olduğu ortaya çıkmaktadır. Bu tedavi
gereksinimi, halen ülkemizdeki dişhekimlerinin tamamının çalışması ile
giderilmekte olup bu yönüyle, çocuk diş hekimliği alanında, ek bir uzmanlık
bilgi ve becerisi gerektirmediği açıktır. Çocuklara verilen ağız diş sağlığı hizmetinin
yetersizliğiyle ilgili özel bir yakınma olmadığı gibi bu yönde herhangi bir
bilimsel çalışma da yoktur. Bu alanın uzmanlık olarak tanımlanmasıyla,
ülkemizin bütün çocuklarının ağız diş sağlığı sorunlarının çocuk dişhekimleri
tarafından giderilmesinin beklenmesi gerekli olmadığı gibi bugün ve uzak
gelecekte sayısal olarak da olanak dışıdır. Zira, dişhekimlerinin
doktoralarının uzmanlık olarak kabul edilmesiyle birlikte, halen yaklaşık 250
kişi olan çocuk diş hekimlerinin, yaklaşık 21 milyon kişinin tedavilerini
yürütebilmelerinin mümkün olmayacağı açıktır. Dişhekimliği lisans eğitiminden
sonra hangi gereksinimin karşılanması için üç yıl daha eğitim verilerek Çocuk
Diş Hekimi yetiştirilmek istendiği Yasa'nın gerekçesinde olmadığı gibi
böylesine bir düzenleme kaynakların verimli kullanılması ve madde ve insan
gücünden tasarruf edilmesi gerekliliğine de aykırılık oluşturmaktadır.
Benzer durum diş eti hastalıkları ve tedavisi anlamındaki
periodontoloji alanında da vardır. Bu alanda dişhekimlerinin aldıkları lisans
eğitimi ile üstesinden gelemeyecekleri tedavi gereksinimi çok düşüktür. Söz
konusu gereksinim, diş hekimliği fakültelerindeki ilgili anabilim dallarında
rahatlıkla karşılanmaktadır. Bu alanda uzman diş hekimi bilgi ve becerisini
gerektiren olguların sayısal azlığı da dikkate alındığında, çok büyük bölümü
lisans eğitimindeki bilgi ve beceri ile çözümlenebilen olguların teşhis ve
tedavisi için lisans sonrası üç yıl süreyle uzmanlık eğitimi verilmesi, kamu
kaynağının gereksinim duyulmayan bir alanda kullanılmasından başka bir anlama
gelmemektedir.
Endodonti ve Restoratif Diş Tedavisi de 6225 sayılı Yasa ile
getirilen, lisans sonrası üç yıllık ek bir eğitim ile kazanılabilen
uzmanlıklardır. Endodonti alanı kanal tedavisi, Restoratif Diş Tedavisi de çürük
sebebiyle bozulan diş yapısının dolgu ile giderilmesi şeklinde tanımlanabilir.
Genel olarak ülkemizdeki dişhekimliği uygulamalarına bakıldığında en sık
karşılaşılan ağız diş sağlığı sorununun diş çürüğü olduğu gözlemlenmektedir.
Çürük tedavisinde en sık uygulanan tedavi yöntemi ise kanal tedavisi ve
dolgudur. Bu durumun doğal sonucu olarak, söz konusu sağlık sorununun
giderilmesi dişhekimlerinin lisans eğitiminde tam olarak öğretilmekte olup diş
hekimleri tarafından gerektiğinde en iyi şekilde uygulanmaktadır. Böylesine
yaygın bir sağlık sorununun çözümünün lisans eğitiminde öğretilmeyip gerekli
bilgi ve becerinin lisans sonrası uzmanlık eğitimine bırakılması akılcı
olmadığı gibi anılan hizmetten yararlanacak hastaların sağlık hizmetine
erişimlerini de engeller niteliktedir.
Aynı şekilde Protetik Diş Tedavisi alanının uğraş konusu olan
protez de dişhekimliği lisans eğitiminde en yoğun eğitimin alındığı, mezuniyet
sonrasında da en çok vaka görülen; dolayısıyla genel olarak dişhekimlerinin en
yetkin çalışma alanlarından biridir. Bir başka anlatımla ülkemizde hastaların
sıklıkla karşılaştıkları dişsizlik sorununun çözüm yollarından biri olan
protez, bütün dişhekimlerinin lisans eğitimlerinde edindikleri bilgi ve beceri
ile tam olarak yapabildikleri işler arasında yer almaktadır; bunun lisans
eğitiminden sonra üç yıl daha eğitimle kazanılabilecek bir uzmanlık olarak
belirlenmesinin pratik ve bilimsel bir yararı olmayacağı gibi tedavi
seçeneğinin yaygınlığını ortadan kaldırıp pahalı hale getireceğinden, hastaların
sağlık hizmetine erişimini zorlaştıracaktır.
Dişhekimliğinin uzmanlık alanı olarak belirlenen çalışma
alanlarından biri de Ağız, Diş ve Çene Radyolojisi'dir. Bu alanda oral ve
maksillofasiyal doku ve organların sistematik olarak incelenmekte, bu yapılara
ait tüm fizyolojik ve patolojik değişiklikler klinik ve radyografik olarak
yorumlanmaktadır. Daha basit ifade etmek gerekirse ağız ve diş sağlığına
ilişkin hastalıklara tanı konulması için yürütülen bir kısım çalışmalar Ağız,
Diş ve Çene Radyolojisinin çalışma alanını oluşturmaktadır. Bu bakımdan, bütün
diş hekimlerinin her gün, her hastada yaptığı hastalığa tanı konulması işinin 3
yıllık eğitim sonunda kazanılabilen ayrı bir uzmanlık haline getirilmesi
suretiyle hastalığın tanı ve tedavisinin bu derece parçalanması tedavi
sürecinin bütünlüğünü bozup süreyi uzatacağı gibi hizmetin maliyetinin de
artmasına sebep olacaktır. Diğer taraftan, söz konusu çalışma alanı, bizimki
gibi akademik ve sağlık sistemine sahip olan ülkelerden hemen hiçbirinde
uzmanlık olarak tanımlanmamış; bu alanda ortaya çıkabilecek, ayrıntılı bilgi ve
beceri gerektirebilecek istisnai durumlarda akademik çalışma birimlerinin
yardımının alınması suretiyle hizmetin yürütülmesi hizmetin gereğine uygun,
akılcı bir yol olarak düşünülmüş, düzenlenmiştir.
Bu çerçevede, dişhekimliğinin sekiz ayrı dala bölünerek uzmanlık
belirlemesi yapılmasında kamu yararı bulunmadığından, 6225 sayılı Yasa ile
yapılan düzenleme, madde ve insan gücünden tasarruf edilecek biçimde sağlık
hizmetlerinin organize edilmesi konusunda Devlet'e yükümlülük yükleyen Anayasanın
56 ncı maddesindeki düzenlemeye de aykırılık oluşturmaktadır.
Bütün bunlardan başka, 18 Temmuz 2009 tarih ve 27292 sayılı Resmi
Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe konulan Tıpta ve Diş Hekimliğinde Uzmanlık
Eğitimi Yönetmeliği'nde düzenlenen dişhekimliği uzmanlık dalları ve eğitim
sürelerine ilişkin ekli çizelgelere karşı meslek kuruluşu ve diğer ilgililer
tarafından pek çok dava açılmıştır. Açılan davalarda Danıştay 8. Daire, “İdari
işlemlerin bir sebebe ve gerekçeye dayalı olması hukukun genel ilkelerindendir.
Bu ilke, genel anlamda düzenleme veya işlem yapan idareyi uyguladığı veya
düzenleme yaptığı yasayı kavramaya, doğru olgular ortaya koymaya ve denetim
yapmaya zorlar. İşlemlerde gösterilen sebep ve gerekçe, işlemin yasaya
uygunluğu ve dayanağını değerlendirme, itiraz edip etmeme konusunda ilgililere
yardımcı olmakla birlikte, idarenin saydamlığı, savunma hakları ve idareye
güven ilkeleri ve hukuk devleti anlayışının oluşumu noktalarında büyük öneme
sahiptir” gerekçesiyle dava konusu ekli çizelgenin düzenlenme gerekçelerinin
bilimsel raporla ortaya konulamadığını belirterek, yürütmeyi durdurma kararları
vermiştir[11].
Danıştay Kararı ile yürütmesi durdurulan bu Çizelge, bazı
değişiklikler ve eklemelerle, Kanun Teklifi olarak teklif edilmiş ve
nihayetinde 6225 sayılı Yasa ekinde aynen yasalaşmıştır.
Dişhekimliği mesleğine uzun dönem içinde önemli etkileri olacak
olan böylesi bir konunun bilimsel kriterlere dayanmadan keyfi, subjektif
nedenlere dayandırılarak, yargı kararları göz ardı edilerek ve idari yargının
denetiminden kaçınabilmek için yasa olarak düzenlenmesi keyfi bir yaklaşım
olduğu kadar, Türkiye Cumhuriyetinin hukuksal birikimine, Hukuk Devleti
ilkesine ve Anayasanın 138 inci maddesine açıkça aykırıdır.
Açıklanan nedenlerle 6225 sayılı Yasa'nın 10 uncu maddesi ile 1219
sayılı Tababet ve Şuabatı San'atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanuna eklenen Ek
Madde 14'ün birinci fıkrasındaki “…diş tabipliğinde uzmanlık ana dalları ile
eğitim süreleri EK–2 sayılı çizelgede;… belirtilmiştir.” Hükmü ile Kanunun Eki
Ek – 2 nolu Çizelgenin Anayasanın 2 nci, 5 inci, 17 nci, 56 ncı ve 138 inci
maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir.
C.3- 1219 Sayılı Kanun'un 14 üncü Ek Maddesinin İkinci
Fıkrasındaki “ve EK-1 sayılı çizelgenin 3 üncü sütununda belirtilen uzmanların
ikinci uzmanlık eğitimlerine” Şeklindeki Hükmün Anayasaya Aykırılığı
1219 Sayılı Tababet Ve Şuabatı San'atlarının Tarzı İcrasına Dair
Kanun'un 9 uncu maddesi uyarınca1947 yılında
çıkarılan Tababet Uzmanlık Belgeleri Tüzüğü,1956 yılında Tababet İhtisas
Nizamnamesi, 1961 yılında Tababet İhtisas Tüzüğü,1962 yılında Tababet Uzmanlık
Tüzüğü,1973 yılında Tababet Uzmanlık Tüzüğü, 2002 yılında ise Tıpta Uzmanlık
Tüzüğü'ndetıpta uzmanlık dallarına girişin hep bir yarışma sınavı ile
olacağı düzenlenmiştir.
Öteden beri bu düzenlemelerle bazı ana dallarda uzmanlık eğitimini
tamamlamış hekimlere, uzman olduğu disiplinle ilintili olan diğer tıpta
uzmanlık alanlarında öngörülenden daha kısa süreli bir eğitim alarak uzman olma
imkanı tanınmıştır. Ancak, daha kısa süreli uzmanlık eğitimi ile ikinci
uzmanlık eğitimlerini alacak olanlarda da Tıpta Uzmanlık Eğitimine Giriş
Sınavında (TUS) başarılı olma koşulu aranmış, herhangi bir istisnaya yer
verilmemiştir.
Belli bir tıp alanında uzmanlık eğitimi alan tabiplerin ileri
ihtisas olarak bilinen, kendi uzmanlık alanlarına bağlı yan dal uzmanlık
eğitimine girişleri ise içerik ve kapsam olarak TUS'tan farklı olan Yan Dal
Uzmanlık Eğitimi Giriş Sınavı (YDUS) ile gerçekleştirilmektedir.
18.07.2009 tarih ve 27292 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Tıpta
ve Diş Hekimliğinde Uzmanlık Eğitimi Yönetmeliğinde de tıpta uzmanlık eğitimine
giriş için TUS' da başarılı olunma koşulu aranmaktadır. Ancak Yönetmeliğin 15
inci maddesinin dördüncü fıkrasında ‘veya kontenjan açıldığı takdirde uzman
oldukları alanlarda yapılan YDUS ile' ibaresine yer verilmiştir. Bu hüküm ile
bir tıpta uzmanlık alanında uzman olan hekimlerin kısa süreli eğitim olanağı
tanınan ikinci uzmanlık eğitimlerine girişlerinin kontenjan açıldığı takdirde
Yan Dal Uzmanlık Eğitimi Giriş Sınavını geçmek suretiyle mümkün olacağı
düzenlenmiştir.
Türk Tabipleri Birliği ve kimi tıpta uzmanlık dernekleri
tarafından bu düzenlemelere karşı açılan davalarda Tıpta ve Dişhekimliğinde
Uzmanlık Eğitimi Yönetmeliğinin 15 inci maddesinin dördüncü fıkrasının hukuka
açıkça aykırı olduğu tespiti ile yürütmesi durdurulmuştur.[12]Karar
gerekçelerinde YDUS'un sadece tıpta yan dal uzmanlık eğitimine girmeyi hak
kazananları belirlemeye yönelik bir sınav olduğu, giriş sınavları, eğitim
süreleri ve verilen uzmanlık belgeleri itibariyle tıpta uzmanlık eğitimi ile
yan dal uzmanlık eğitiminin ve dolayısıyla da bu eğitimlere giriş için yapılan
sınavların önemli farklılıklar taşıdığı ve her iki sınavın birbirinin yerine
ikame edilmesinin mümkün olmadığı ifade edilmiştir.
İptali istenilen tümceyle, yargı kararıyla hukuka aykırı olduğu
saptanan ve yürütmesi durdurulan Yönetmelik hükmü, küçük değişikliklerle bir
Yasa kuralı olarak tekrar sonuç doğurur hale getirilmiştir. Kamu yararına sonuç
doğurmayacak, adalet anlayışına aykırı böyle bir durumun, Anayasanın 2 nci
maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesi ile bağdaştırılamayacağı açıktır.[13]Anayasada
belirtilen amacı ya da bir kamu yararını gerçekleştirmek ereğiyle, yasa koyucu
belli bir sonucu elde etmek için değişik yolların seçimini siyasi tercihlerine
göre yapmakta serbest ise de yasa koyucunun kişisel, siyasi ya da saklı bir
amaç güttüğü durumlarda, yani kamu yararına yönelik olmayan başka bir amaca
ulaşmak için bir konuyu yasayla düzenlediği durumlarda bir “yetki saptırması”
ve giderek de amaç öğesi bakımından Yasa'nın sakatlığı ve dolayısıyla
Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti ilkesine aykırılığı söz
konusu olacaktır.
Öte yandan tıpta uzmanlık eğitimine kapsam ve içerikleri farklı
iki ayrı sınavla öğrenci alınması yönündeki uygulama Anayasanın 10 uncu
maddesinde güvence altına alınan eşitlik ilkesine de aykırılık taşımaktadır.
TUS'da ve YDUS'da adaylara yöneltilen soruların içerik ve kapsamları farklıdır.
Yan Dal Uzmanlık Eğitimi Giriş Sınavı Yönetmeliği'nin 11 inci maddesinde,
uygulanacak mesleki bilim sınavının sorularının adayın yan dal eğitiminde
kendinden beklenen performansı en iyi şekilde sürdürebilmesini mümkün kılacak
temel bilgileri değerlendirmek amacıyla, “yan dalın bağlı olduğu ana dal genel
eğitim programı” çerçevesinde hazırlanacağı ifade edilmiştir. Bu yönetmelik
maddesine göre YDUS, yalnızca yan dalın bağlı olduğu ana dal genel eğitim
programındaki konularda yapılacaktır. Tıpta ve Diş Hekimliğinde Uzmanlık
Eğitimi Yönetmeliği'nin 17 nci maddesine göre ise TUS'un kapsamı “genel tıp
bilimleri” konularıdır.[14]
Anayasaya aykırılığı belirtilen hüküm uyarınca YDUS'a girerek bir
ana dalda uzmanlık eğitimi görmek isteyen bir aday yalnızca uzmanı olduğu alana
ilişkin konulardan sorumlu tutulup, kendisine yalnızca bu konulara ilişkin
sorular yöneltilirken; TUS'a girerek aynı ana dalda uzmanlık eğitimi görmek
isteyen bir başka aday, kapsamı son derece geniş olan birçok konudan sorumlu
tutulacaktır. Hal böyleyken ikinci uzmanlık eğitimi olduğu için YDUS'a girerek
programa yerleşebilecek olan bir aday, ilk uzmanlık eğitim programına
yerleşmesi nedeniyle TUS'a girme zorunluluğu olan adaya göre daha avantajlı bir
durumda olacaktır.
Yukarıda değinilen Yargı kararlarını uygulama yükümlülüğü, kararın
şeklen uygulanmasını değil aynı zamanda içeriğe uygun işlem tesis edilmesini de
zorunlu kılmaktadır. Anılan yükümlülüğün yasama organını da bağladığı açıktır.
Aksi halde yasama organı beğenmediği yargı kararlarını, kanun çıkartıp etkisiz
hale getirir ki bu durumda yargı bağımsızlığı zedelenecektir.
Tüm bu nedenlerle 1219 Sayılı Kanun'un 14 üncü ek maddesinin
ikinci fıkrasındaki “ve EK-1 sayılı çizelgenin 3 üncü sütununda belirtilen
uzmanların ikinci uzmanlık eğitimlerine” şeklindeki hükmün Anayasanın 2 nci, 10
uncu ve 138 inci maddelerine aykırı olup iptali gerekir.
D- 1219 Sayılı Kanuna Eklenen Geçici 8 inci Maddenin Anayasaya
Aykırılığı
GEÇİCİ MADDE 8'de, “Bu Kanunun ek 14 üncü maddesinin yürürlüğe
girmesinden önce ilgili mevzuatına uygun olarak uzmanlık eğitimi yapmış,
eğitime başlamış veya bir uzmanlık eğitimi kontenjanına yerleşmiş olanların
hakları saklıdır.
Ağız, Yüz ve Çene Cerrahisi ana dalında, bu maddenin yürürlüğe
girdiği tarihten önce yurt içinde veya yurt dışında en az dört yılı eğitim
kurumlarında olmak üzere altı yıl süreyle araştırma, uygulama ve inceleme
yapmış bulunanlar, yaptıkları araştırma, uygulama ve incelemeler ile aldıkları
eğitimlere ait belgelerini ve bu alanda yurt içi ve yurt dışında yayımlanmış
bilimsel yayınlarını ibraz ederek, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten
itibaren üç ay içerisinde uzmanlık belgesi almak için Sağlık Bakanlığına
başvurabilir. Tıpta Uzmanlık Kurulu, başvuru süresinin bitiminden itibaren bir
yıl içerisinde başvuruları değerlendirir. Çalışmaları yeterli görülenlerin
uzmanlık belgeleri, Bakanlıkça düzenlenir ve tescil edilir.
Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce bu Kanunla diş
tabipliğinde uzmanlık dalı olarak belirlenen alanlardan birinde doktora eğitimi
yapmış olanlar ile bu alanlarda doktora eğitimine başlamış olanlardan
eğitimlerini başarı ile bitirenlere uzmanlık belgesi verilir.
Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce;
a) Göğüs Hastalıkları ana dalına bağlı Alerji Hastalıkları yan
dalında uzmanlık eğitimi yapmakta olanlar, eğitimlerine İmmünoloji ve Alerji
Hastalıkları adı altında devam ederler.
b) Deri ve Zührevi Hastalıkları, Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik
Mikrobiyoloji ve Göğüs Hastalıkları ana dallarına bağlı Alerjik Hastalıklar,
Alerjik Göğüs Hastalıkları ya da Alerji Hastalıkları adıyla uzmanlık belgesi
almış olanların, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren üç ay
içerisinde İmmünoloji ve Alerji Hastalıkları alanında yaptıkları araştırma,
uygulama ve incelemelere ait belgelerini ibraz ederek başvurmaları ve Tıpta
Uzmanlık Kurulu tarafından uygun bulunması halinde uzmanlık belgeleri
İmmünoloji ve Alerji Hastalıkları olarak değiştirilir.
c) Enfeksiyon Hastalıkları adıyla uzmanlık belgesi alanların bu
maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren üç ay içerisinde başvurmaları
halinde uzmanlık belgeleri Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji
olarak değiştirilir. Halen bu alanda uzmanlık eğitimlerine devam edenlerin
eğitimlerini başarıyla bitirmeleri halinde belgeleri Enfeksiyon Hastalıkları ve
Klinik Mikrobiyoloji adıyla tescil edilir.
ç) Çocuk Hematolojisi ya da Çocuk Onkolojisi adıyla uzmanlık
belgesi almış olanların bu iki alanda yaptıkları araştırma, uygulama ve
incelemelere ait belgelerini ibraz ederek, bu maddenin yürürlüğe girdiği
tarihten itibaren üç ay içerisinde başvurmaları ve Tıpta Uzmanlık Kurulu
tarafından uygun bulunması halinde uzmanlık belgeleri Çocuk Hematolojisi ve
Onkolojisi olarak değiştirilir. Çocuk Hematolojisi ya da Çocuk Onkolojisi yan
dallarında uzmanlık eğitimi yapmakta olanlar eğitimlerine Çocuk Hematolojisi ve
Onkolojisi adı altında devam ederler.
d) Çocuk Alerjisi ya da Çocuk İmmünolojisi adıyla uzmanlık belgesi
almış olanların bu iki alanda yaptıkları araştırma, uygulama ve incelemelere
ait belgelerini ibraz ederek, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren
üç ay içerisinde başvurmaları ve Tıpta Uzmanlık Kurulu tarafından uygun bulunması
halinde uzmanlık belgeleri Çocuk İmmünolojisi ve Alerji Hastalıkları olarak
değiştirilir. Çocuk Alerjisi ya da Çocuk İmmünolojisi yan dallarında uzmanlık
eğitimi yapmakta olanlar eğitimlerine Çocuk İmmünolojisi ve Alerji Hastalıkları
adı altında devam ederler.
e) Gelişimsel Pediatri, Cerrahi Onkoloji, Yoğun Bakım, İş ve
Meslek Hastalıkları, Çocuk Metabolizma Hastalıkları ve El Cerrahisi yan
dallarında, bağlı ana dallarda uzman olduktan sonra o yan dal alanında yurt
içinde veya yurt dışında beş yıl süreyle araştırma, uygulama ve inceleme yapmış
bulunanlar, yaptıkları araştırma, uygulama ve incelemeler ile aldıkları
eğitimlere ait belgelerini ve bu alanda yurt içi ve yurt dışında yayımlanmış
bilimsel yayınlarını ibraz ederek, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten
itibaren üç ay içerisinde uzmanlık belgesi almak için Sağlık Bakanlığına
başvurabilir. Tıpta Uzmanlık Kurulu, başvuru süresinin bitiminden itibaren bir
yıl içerisinde başvuruları değerlendirir. Çalışmaları yeterli görülenlerin
uzmanlık belgeleri, Bakanlıkça düzenlenir ve tescil edilir.” Şeklindedir.
1219 sayılı Yasa'ya eklenen geçici 8 inci madde ile yine 6225
sayılı Yasa ile 1219 sayılı Yasa'ya eklenen Ek 14 üncü madde ile tanımlanan bir
takım uzmanlık alanları ile ilgili geçiş hükmü getirilmektedir.
Söz konusu madde hükmünün Anayasaya aykırılığı hususu yukarıda
1219 sayılı Yasa'ya eklenen Ek Madde 14 ile ilgili kısımda yapılmıştır.
Maddenin ikinci fıkrasındaki “Ağız, Yüz ve Çene Cerrahisi” ana
dalına , dördüncü fıkrasının (ç) bendindeki Çocuk Hematolojisi ya da Çocuk
Onkolojisi, (d) bendindeki Çocuk Alerjisi ya da Çocuk İmmünolojisi, (e)
bendindeki Cerrahi Onkoloji, Yoğun Bakım, yan dallarına ilişkin düzenlemeler
nedeniyle yukarıda değinilen yürütmeyi durdurma kararları bulunmaktadır.
Bu yürütmeyi durdurma kararlarından sonra ilgili uzmanlık ve yan
dal uzmanlık alanlarında yapılacak düzenlemelerin sebep unsurunu hukuka uygun
olarak ortaya koyacak bilimsel çalışmalar yapılmamıştır. Ne var ki bu
eksiklikler giderilmeden verilen bir yasa teklifi ile yürütmesi durdurulan veya
iptal edilen alanları da içeren çizelgeler Yasa kuralı haline getirilmiştir.
Geçici 8 inci madde ile de bu alanlarda uzmanlık eğitimi görmeksizin istisnai
olarak uzmanlık ve yan dal uzmanlık belgelerinin verilmesine ilişkin kurallar
düzenlenmiştir.
Söz konusu madde hükümlerin Anayasaya aykırılığı hususu yukarıda
1219 sayılı Yasa'ya eklenen Ek Madde 14 ile ilgili kısımda yapılmış olup anılan
gerekçeler bu madde için de geçerli olmakla birlikte dişhekimliği ile ilgili
olarak biraz daha ayrıntılı açıklamalar yapılacaktır.
6225 sayılı Yasanın 12 nci maddesi Yasa Teklifine Sağlık, Aile,
Çalışma ve Sosyal İşler Komisyonunda eklenmiştir. Bu madde ile 1219 sayılı
Yasa'ya eklenen Geçici 8 inci maddenin üçüncü fıkrasına göre “Bu maddenin
yürürlüğe girdiği tarihten önce bu Kanunla diş tabipliğinde uzmanlık dalı
olarak belirlenen alanlardan birinde doktora eğitimi yapmış olanlar ile bu
alanlarda doktora eğitimine başlamış olanlardan eğitimlerini başarı ile
bitirenlere uzmanlık belgesi verilir.”
Ülkemizde dişhekimliği uzmanlıklarının bilimsel ölçütleri
belirlenip eğitimleri yürütülmediğinden kendisini belli bir alanda daha yetkin
kılmak isteyen diş hekimlerinin üniversitelerde açılan doktora programlarına
başvurdukları ve eğitim aldıkları; ancak bu eğitimlerinin uzmanlık olarak kabul
edilmediği bilinmektedir.
Söz konusu sürecin sorumluluğu doktora eğitimi alan ancak ilgili
alanın uzmanı kabul edilmeyen dişhekimlerinde olmamakla birlikte; Yasa ile
sekiz dalda dişhekimliği uzmanlığı belirlenmesi, bu alanlarda doktora yapmış ya
da yapmakta olanlara da doğrudan uzmanlık belgesi verilmesiyle ülkemizde bir
anda, doktora eğitimlerinin uzmanlık eğitimi ile örtüşüp örtüşmediği
sorgulanmayan binlerce uzman diş tabibi ortaya çıkacaktır.
Dişhekimlerinin yürüttüğü hizmetin doğrudan insan sağlığı üzerinde
etki etmesi sebebiyle bu alanda yapılacak temel düzenlemelerin sağlık ve yaşam
hakkı ile doğrudan ilgisi olduğunda kuşku bulunmamaktadır. Doktora eğitimi ile
tıpta uzmanlık eğitimlerinin ayrı eğitimler olduklarına ilişkin Danıştay
kararları da mevcut olmasına karşın, dişhekimliğinin uzmanlık gerektiren
alanlarında yetki tanınan kişilerin eğitimlerine ilişkin hiçbir sorgulama
yapılmaması, doktora eğitimini uzmanlık eğitimi gibi pratik süreçlerle birlikte
yapanlarla akademik doktora eğitimi yaparak bu unvanı elde edenler arasında
hiçbir ayrım yapılmamış olması Yasal düzenlemeyi Anayasanın 17 nci ve 56 ncı
maddelerine aykırı hale getirmiştir.
Diğer yandan, Yasal düzenleme ile ulaşılmak istenen amaç,
2009/15153 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı ekinde 18.07.2009 tarih ve 27292
sayılı Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiş olan Tıpta ve Diş
Hekimliğinde Uzmanlık Eğitimi Yönetmeliğinin Geçici 9 uncu maddesinde
düzenlenmiş;söz konusu hükme karşı açılan davalar sonucunda Danıştay 8. Dairesi
2009/7773 E. ve 2009/7840 E. sayılı Kararlarında “Diş Hekimliğinde Uzmanlık Ana
Dalları ve Eğitim Sürelerine Dair Ek-2 sayılı Çizelgesinin hukuka aykırı olduğu
ve uygulanması halinde telafisi güç veya imkansız zararların doğacağı
gerekçesiyle yürütülmesinin durdurulmasına karar verildiğinden, dava konusu
Yönetmeliğin yeni ihdas edilen ana dallarda uzmanlık belgesi verilmesini
düzenleyen Geçici 9 uncu maddesinin diş hekimleri yönünden uygulanma imkanı
kalmamıştır” gerekçesiyle bu hükmün de yürütmesini durdurmuştur.
Anayasanın 138 inci maddesine göre “Yasama ve yürütme organları
ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme
kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini
geciktiremez.”
Yargı kararlarına uymanın yürütme organları ile idarenin yanı sıra
yasama bakımından da bir zorunluluk olduğuna ilişkin açık anayasal hüküm
karşısında, yargı kararının uygulanmasını önlemek bakımından yasa çıkartılması
–yasal geçerlik sağlanması- kural olarak mümkün değildir.
Örneğin, Fransa'da bir okulun giriş sınavına karşı açılan davanın
iki yıl sonra iptal edilmesi üzerine, iki yıl süreyle öğrenim görenlerin
haklarının korunabilmesi için yasal düzenleme yapılması tartışmalara sebep
olmuştur. “Yasal geçerlik kazandırılması istenen konuların, diğer yasaların
içine sıkıştırılarak geçirildiği, hükümetin yasama yetkisi ile donatıldığı
hallerde, hükümetin hem yargı hem de parlamento denetiminden kurtulma yoluna
gittiği ileri sürülmüş, bu yöntemin kuvvetler ayrılığı ilkesine ve kesin hüküm
ilkesine aykırılık teşkil ettiği belirtilmiştir. Öğretide, Fransız Anayasa
Mahkemesinin, yasal geçerlik sağlama yöntemini kural olarak Anayasaya aykırı
bulduğu belirtilmekle beraber Anayasaya uygun olduğu yönünde kararlarının da
bulunduğu ifade edilmektedir.
1982 Anayasasının 138 inci maddesinde “Yasama ve yürütme organları
ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme
kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini
geciktiremez.” Hükmü yer almaktadır. Bu hüküm karşısında, yasama yoluyla yargı
kararlarının etkisiz duruma getirilmesi, yasal geçerlik sağlama yönteminin
savunulması pek mümkün değildir. Gözübüyük, yasal geçerlik sağlama yönteminin
Anayasa gereği mümkün olmadığını, ancak yargı kararlarının yerine getirilmesini
kolaylaştırmak ve iptal kararlarından doğan boşlukları doldurmak yönünde yasama
organının işe karışabileceğini ifade etmektedir[15].
Özeren/Bayhan ise[16], yasal
geçerlik sağlama yönteminin, kuvvetler ayrılığı ilkesine ve kesin hükmün
uygulanması ilkesine aykırı olacağını vurgulamaktadır.[17]“[18]
Yukarıda ve bu dava dilekçesinin (C) bölümünde açıklanan
nedenlerle 6225 sayılı Yasanın 12 nci maddesiyle 1219 sayılı Yasa'ya eklenen
Geçici 8 inci madde Anayasanın 2 nci, 5 inci, 17 nci, 56 ncı ve 138 inci
maddelerine aykırı olup iptali gereklidir.
E- 4924 Sayılı Eleman Temininde Güçlük Çekilen Yerlerde Sözleşmeli
Sağlık Personeli Çalıştırılması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 5 inci Maddesinin 6225 Sayılı Yasayla
Değişik Sekizinci Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı
Sekizinci fıkra, “Sözleşmeli personel, istihdam edildiği hizmet
biriminde, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunundaki hükümler çerçevesinde
başhekim, başhekim yardımcısı ve başhemşire olarak görevlendirilebilir. Bu
görevleri yürüttükleri sürece kendilerine bu görevlerinden dolayı başkaca bir ücret
ödenmez” şeklindedir.
Danıştay, daha önce sağlık hizmetleri ve yardımcı sağlık
hizmetleri sınıfındaki unvanlarda sözleşmeli personel statüsünde çalıştırılmak
istenenler hakkında verdiği kararlarında[19]; hizmet
sözleşmelerine konulan “sözleşmeli personele normal çalışma saatleri dışında
veya tatil günlerinde yapacakları çalışmaları karşılığında herhangi bir ek
ücret ödenmeyeceği” doğrultusundaki hükümlerin yürürlüğünün durdurulmasına ve
iptaline karar vermiştir. Mahkeme, Anayasanın “Ücrette Adalet Sağlanması”
başlıklı 55 inci maddesini kararlarına dayanak olarak göstermiş ve sözleşmeli
personele yönelik düzenlenen hizmet sözleşmelerinin dava konusu edilen
kısımlarının üst hukuk normları dikkate alınmadan düzenlendiği gerekçesiyle
anılan hükümleri hukuka aykırı bulmuştur.
Anayasanın 55 inci maddesine göre, “Ücret emeğin karşılığıdır.
Devlet, çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve
diğer sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri alır.”
Sözleşmeli personelin istihdam edildiği hizmet biriminde normal
olarak ifa ettiği göreve ek olarak başhekim, başhekim yardımcısı ve başhemşire
olarak da görevlendirilebilmesi, gerçekleştirdiği ek çalışmanın
ücretlendirilmemesi anlamına gelmektedir.
Getirilen yasa değişikliği ile; sözleşmeli personelin
yükümlülüklerinde çok büyük ölçüde artma meydana gelirken hak, aylık ve
ödeneklerinde hiçbir iyileşme olmayacağı hükme bağlanmaktadır. Dolayısıyla;
ücrette adaleti sağlamaya yönelik olarak Devlet'e düşen ödev yok sayılarak,
hukuk devleti ilkesi ihlal edilmektedir.
Söz konusu değişikliğin, ücrette adaletin sağlanması doğrultusundaki
anayasal ilkeye aykırılığının yanı sıra; daha önce bu hususta verilmiş mahkeme
kararlarının bu yasal düzenleme ile etkisiz kılınmaya çalışıldığı da göze
çarpmaktadır.
Anayasanın 138 inci maddesinin son fıkrası uyarınca, “Yasama ve
yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar
ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine
getirilmesini geciktiremez.”
Hükümden anlaşıldığı gibi, Danıştay tarafından verilen iptal
kararları yalnızca ilgili idare için değil yasama ve yürütme organları için de
bağlayıcı niteliktedir. Anayasaya aykırılığı bir kez mahkeme kararıyla tespit
edilen bir idari düzenlemenin bu kez yasa ile düzenlenmeye çalışılmasının onu
hukuka uygun kılmayacağı ve mahkeme kararlarının uygulanmaması anlamına
geleceği açıktır.
Öte yandan, “başhekim, başhekim yardımcısı ve başhemşire”
görevleri, Anayasanın 128 inci maddesi kapsamında, genel idare esaslarına göre
yürütülmekle yükümlü asli ve sürekli görevlerdir. Bu görevlerin, nitelikleri,
atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri
ve diğer özlük işleri yasayla düzenlenen memur ve diğer kamu görevlileri eliyle
görülmesi de 128 inci madde gereğidir. Sözleşmeli personelin bu kapsamda
değerlendirilebilmesi için Anayasada sayılan konuların, mali ve sosyal haklara
ilişkin toplu sözleşme hükümleri saklı kalmak üzere, mutlaka yasayla
düzenlenmesi gerekir. Dava konusu fıkra kapsamındaki sözleşmeli personeli
Anayasanın 128 inci maddesindeki ilkeler kapsamında nitelendirmek de olanaklı
değildir.
Bütün bunlardan başka, 20.10.2005 günlü, 5413 sayılı Yasa ile
Eleman Temininde Güçlük Çekilen Yerlerde Sözleşmeli Sağlık Personeli
Çalıştırılması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılması Hakkında Kanun'un 5 inci maddesine eklenen bir fıkra ile “Sözleşmeli
personel, istihdam edildiği hizmet biriminde gereği halinde başhekim, başhekim
yardımcısı ve başhemşire olarak görevlendirilebilir” hükmü getirilmiştir.
Anılan hükmün iptali için açılan davada Anayasa Mahkemesi, aşağıdaki gerekçeyle,
söz konusu hükmün iptaline karar vermiştir:
“4924 sayılı Kanunun 1 inci maddesinde istihdam edilecek
sözleşmeli personel unvanları ve bunlarda aranılacak nitelikler ekli (1) sayılı
cetvelde gösterilmiştir. Cetvelde, baştabip, baştabip yardımcısı ve başhemşire
unvanları yoktur.
(1) sayılı cetvelde gösterilen tabip, uzman tabip, hemşire gibi
sözleşmeli personel atama yoluyla istihdam edilirken, söz konusu sözleşmeli
personel 5413 sayılı Kanunla 4924 sayılı Kanunun 5 inci maddesine eklenen
fıkranın ilk cümlesinde yer alan: “Sözleşmeli personel, istihdam edildiği
hizmet biriminde gereği halinde başhekim, başhekim yardımcısı ve başhemşire
olarak görevlendirilebilir” cümlesi uyarınca baştabip, baştabip yardımcısı ve
başhemşire olarak görevlendirilebilecektir.
Yani, daha üst görevler olduğunda şüphe olmayan baştabip, baştabip
yardımcısı ve başhemşire görevlerine atama değil görevlendirme yapılacaktır.
657 sayılı Kanunun 69 uncu maddesinde “idari görevlere atama”, 86
ncı maddesinde “vekalet görevi”, 88 inci maddesinde “ikinci görev”, Ek Madde
8'de “geçici süreli görevlendirme” düzenlenmiştir. “Görevlendirme”, 657 sayılı
Kanunda yer almayan bir ifadedir. Görevlendirme ile ilgili 4924 ve 5413 sayılı
yasalarda da herhangi bir düzenleme yoktur.
Bu anlamda görevlendirme ibaresi, memur veya diğer kamu
görevlilerine güvence sağlayan bir ifade değildir. Buna karşılık “atama”
ibaresi memur veya diğer kamu görevlilerine güvence sağlayan unsurlardan
biridir.
308 sayılı KHK'nin iptaline ilişkin Anayasa Mahkemesi kararının
gerekçesinde; “O halde devlet, genel idare esasları dışındaki hizmetlerde birer
çalıştırılan konumunda bulunan KİT'lerdeki sözleşmeli personelin hukuksal
statüsünü belirlemek ve istihdam güvencesini sağlamak için, yapılacak idari
sözleşmelere esas olmak üzere, Anayasanın 128 inci maddesinin ikinci fıkrasında
memur ya da diğer kamu görevlilerine, 49 uncu – 55 inci maddelerde işçilere
ilişkin güvencelerin benzerlerini, KİT'lerin hizmet özelliklerine uygun öğeleri
içeren bir çerçeve ile kurallara bağlamak zorundadır.” şeklinde yer alan
anlatım, sözleşmeli personel için güvence getirilmesi gerektiğini belirtmekte,
bunun yanında getirilecek güvencenin KİT'lerin hizmet özelliklerine uygunluğunu
da öngörmektedir.
Sözleşmeli personelin atama veya görevlendirmesine ilişkin
kurallarının yasa ile düzenlenmesi ve memurlara olduğu gibi diğer kamu
görevlilerine de yasal güvence oluşturulması Anayasal zorunluluktur.
“Görevlendirme”, “atama” işleminden tamamen farklı olan ve
memurlar veya diğer kamu görevlilerine güvence sağlamayan bir idari işlemdir.
Bu nedenle, 5413 sayılı Kanunla 4924 sayılı Kanunun 5 inci
maddesine eklenen fıkranın ilk cümlesinde yer alan: “Sözleşmeli personel,
istihdam edildiği hizmet biriminde gereği halinde başhekim, başhekim yardımcısı
ve başhemşire olarak görevlendirilebilir” cümlesi; Anayasanın 128 inci
maddesinde yer alan “Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri,
atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri
ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir” kuralına aykırıdır.
Öte yandan, Sözleşmeli personelin, istihdam edildiği hizmet
biriminde gereği halinde başhekim, başhekim yardımcısı ve başhemşire olarak
görevlendirilebilmesi “yürütmenin kanuniliği” ilkesine de aykırı bir
düzenlemedir. Yasama organı, “gerektiği hallerde” ibaresini kullanarak, yürütme
organına gerektiği halleri asli olarak belirleme yetkisini yani asli düzenleme
yapma yetkisini vermiştir.
Anayasada yasayla düzenlenmesi öngörülen konularda, yürütme
organına genel ve sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi
olanaklı değildir. Yürütmenin düzenleme yetkisi, sınırlı, tamamlayıcı ve
bağımlı bir yetkidir. Bu nedenle Anayasada öngörülen ayrık durumlar dışında,
yasalarla düzenlenmemiş bir alanda, yasa ile yürütmeye genel nitelikte kural
koyma yetkisi verilemez.
Yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının
Anayasanın 7 nci maddesine uygun olabilmesi için temel ilkeleri koyması
çerçeveyi çizmesi, sınırsız, belirsiz, geniş bir alanı yürütmenin düzenlemesine
bırakmaması gerekir.
Anayasanın 6 ncı maddesine göre, hiçbir kimse veya organ kaynağını
Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağı için, söz konusu
düzenleme Anayasanın 6 ncı maddesine de aykırıdır.
Devlet organlarının düzenli çalışması, yönetimde istikrarın sağlanmasıyla
olanaklıdır. Yönetimde istikrar ise, kamu hizmetinin değişken öğesi olan
iktidardaki siyasal partilerle değil, kamu hizmetinin değişmez öğesi olan kamu
görevlilerine sağlanacak “görev güvence”siyle gerçekleştirebilecektir. Kamu
hizmetinin sürekliliğinin sağlanması için, kamu görevlilerinin atama
güvencesine kavuşturulmasında kamu yararı bulunmaktadır.
Anayasanın 128 inci, 6 ncı ve 7 nci maddelerine açıkça aykırı olan
bu düzenlemenin hukuk devleti ilkesiyle bağdaştığı söylenemez.
Çünkü hukuk devletinin, işlem ve eylemlerinin hukuka uygun olması,
hukukun üstünlüğü ilkesini içtenlikle benimsemesi, yasa koyucunun
çalışmalarında kendisini her zaman Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla bağlı
tutması, yasa koyucu da dahil devletin tüm organları üstünde hukukun mutlak bir
egemenliğe sahip olması, adil bir hukuk düzeni kurarak geliştirmeyi zorunlu
sayması gerekir.
Hukuk devleti olmak, yönetilenlere hukuk güvencesi sağlayan bir
düzen kurmaktır. Böyle bir düzenin kurulması, yasama ve yargı yetkileriyle yürütme
alanına giren tüm işlemlerin hukuk kuralları içinde kalması ile
gerçekleşebilir. Bu bağlamda hukuk devleti, her dilediğini yapamayan, kendini
hukukla bağlı sayan ve tüm yetkilerinin sınırının hukuksal kurallarla
belirlendiği Devlettir.
Ayrıca, Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenlemenin
Anayasanın 11 inci maddesindeki Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı
ilkeleriyle uyum halinde olması da düşünülemez.
Yukarıda açıklanan nedenlerle, 5413 sayılı Kanunlun 2 nci
maddesiyle 4924 sayılı Kanunun 5 inci maddesine eklenen fıkranın ilk cümlesinde
yer alan: “Sözleşmeli personel, istihdam edildiği hizmet biriminde gereği
halinde başhekim, başhekim yardımcısı ve başhemşire olarak görevlendirilebilir”
cümlesi; Anayasanın 2 nci, 6 ncı, 7 nci, 11 inci ve 128 inci maddelerine aykırı
olup, iptali gerekir.[20]“
Bilindiği üzere, Anayasanın 153 üncü maddesinin son fıkrasına göre
“Anayasa Mahkemesi kararları Resmî Gazetede hemen yayımlanır ve yasama, yürütme
ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzelkişileri bağlar.”
İptali istenen düzenlemeyle, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal
edilen bir yasa hükmünün aynı şekilde yeniden yürürlüğe sokulduğu, bu suretle
Anayasa Mahkemesi Kararının eylemli olarak ihlal edildiği/uygulanamaz hale
getirildiği anlaşılmakta olup bu niteliğiyle dava konusu hüküm Anayasaya açıkça
aykırıdır.
Açıklanan nedenlerle 6225 sayılı Yasa'nın 13 üncü maddesiyle
yeniden düzenlenen 4924 sayılı Eleman Temininde Güçlük Çekilen Yerlerde
Sözleşmeli Sağlık Personeli Çalıştırılması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 5 inci maddesinin
sekizinci fıkrası Anayasanın 2 nci, 128 inci ve 153 üncü maddelerine aykırı
olduğundan iptali gerekir.
F- 181 Sayılı Sağlık Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında
Kanun Hükmünde Kararnamenin 17/B Maddesinin 6225 Sayılı Yasayla Değişik (d) Bendinin
Anayasaya Aykırılığı
181 sayılı KHK'nin 17/B maddesinin 6225 sayılı Yasa ile değişik
(d) bendi, “Sağlık Bakanlığının ihtiyaç duyduğu her türlü tesis, hastane,
sağlık eğitim tesisi, sağlık kampüsü, sosyal donatılar ve diğer tesisleri,
düzenlenecek protokol esasları çerçevesinde Toplu Konut İdaresi Başkanlığına
veya inşaat işleri ile ilgili araştırma, proje, taahhüt, finansman ve yapım
işlemleri konusunda görevli ve yetkili kamu tüzelkişiliğine sahip diğer kurum
ve kuruluşlara doğrudan yaptırmak; bunların bedelini, Sağlık Bakanlığı
bütçesinin ilgili tertiplerine bu amaçla konulan ödeneklerden, döner sermaye
gelirlerinden, Sağlık Bakanlığına tahsisli veya Hazinenin özel mülkiyetindeki
taşınmazları üzerindeki yapılarla birlikte devrederek ödemek.” şeklindedir.
181 sayılı KHK'nin 17/B maddesinin (d) bendinde yapılan
değişiklikle, bendin önceki halinde mevcut yapı sınırlamaları tümüyle
kaldırılarak, Sağlık Bakanlığının ihtiyaç duyduğu her türlü yapıyı düzenlenecek
protokol esaslarına göre Toplu Konut İdaresi Başkanlığı'na veya inşaat işleri
ile ilgili araştırma, proje, taahhüt, finansman ve yapım işlemleri konusunda
görevli ve yetkili kamu tüzelkişiliğine sahip diğer kurum ve kuruluşlara
doğrudan yaptırmak Sağlık Bakanlığı İnşaat ve Onarım Dairesi Başkanlığının
görevleri arasına eklenmiş; bu işlerin bedelinin ödeneceği kaynağın, bentte
sayılanlar arasından, tercih ve tespiti de yine İnşaat ve Onarım Dairesi
Başkanlığının görevleri arasında sayılmıştır.
Düzenleme ile kamu taşınmazları üzerinde sınırları belirsiz bir
tasarruf yetkisi Sağlık Bakanlığı İnşaat ve Onarım Dairesi Başkanlığına
verilmektedir. Zira, bu düzenlemelerle Sağlık Bakanlığı, kamu kurum ve
kuruluşlarına ait veya tahsisli bütün taşınmazların kendisine tahsisini veya
devrini talep edebilecektir. Her ne kadar gerekçede “Sağlık tesislerinin
yapılmasına uygun olup başka kamu kurum ve kuruluşlarının mülkiyetinde olan
veya onlara tahsisli olan taşınmazların Sağlık Bakanlığına tahsisinin veya devrinin
sağlanması” denilmekte ise de madde metninde “Sağlık tesislerinin yapılmasına
uygun olup” ibaresi mevcut bulunmadığından ve 17/B maddesinin (d) bendinde
yapılan değişiklikle ihtiyaç duyulan her türlü tesis kapsama alınmış
olduğundan, Sağlık Bakanlığı, kamu kurum ve kuruluşlarına ait veya tahsisli
bütün taşınmazların kendisine tahsisini veya devrini talep edebilme olanağına
sahip olmuştur.
Bir çok Anayasa Mahkemesi kararında vurgulandığı üzere “Kamu
varlıklarının satılmasında düzenleme yetkisi yasama organınındır. Bu yetki,
yasama organının kamu mülkiyetinin koruyucusu olmasının da doğal sonucudur.
Kamu varlığının satışında, kamu mülkiyeti sona erdiğinden bu satışların esas ve
yöntemlerine ilişkin bir düzenlemenin yasayla yapılması zorunludur.” (Any.Mah.kararı,
T.12.12.1996, E.1996/64, K.1996/47; AMKD, S.34, C.l, s.105)
Dava konusu düzenlemede, Sağlık Bakanlığı'nın kamu taşınmazlarını
doğrudan satmasından bahsedilmemekte ise de düzenlemenin dolaylı sonucu
Bakanlığa tahsisli yahut Hazinenin mülkiyetinde bulunan taşınmazları üzerindeki
yapılarla birlikte Toplu Konut İdaresine devretmesi; TOKİ'nin de bu
taşınmazları 2985 sayılı Toplu Konut Kanunu uyarınca “70 sayılı Kanun Hükmünde
Kararname'nin 38 inci ve 50 nci maddeleri, 1050 sayılı Muhesebei UmumiyeKanunu, 832 sayılı
SayıştayKanunuve 2886 sayılı
Devlet İhaleKanunuhükümleri
uygulanmaksızın[21]“ her
çeşit araştırma, proje ve taahhüt işlemlerinin sözleşmeyle yaptırılmasında veya
kar amaçlı projelerle uygulamalar yapmak veya yaptırmakta kullanabilecektir[22].
Bu düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde, Sağlık Bakanlığına
tahsisli olan ya da Hazinenin mülkiyetinde bulunan taşınmazlar Sağlık Bakanlığı
tarafından TOKİ'ye devredilebilecek; söz konusu kamu taşınmazları, herhangi bir
kamusal denetime tabi olmaksızın TOKİ tarafından kısmen ya da tamamen
satılabilecektir.
Söz konusu düzenlemenin temel sebebi yeni dönemin gözde sağlık
yatırımı olarak pazarlanan kamu özel ortaklığının uygulamasıdır. Kamu özel
ortaklığı adıyla yürütülen projelerde, en basit tanımıyla, yapılacak çok büyük
sağlık tesislerinde tıbbi hizmeti kamu/Sağlık Bakanlığı sunacak, bunun
dışındaki bütün hizmetleri ise sağlık tesisinin yapımını da üstlenmiş olan şirket
yürütecek; kamu, anılan firmaya taşınmaz sağlamanın yanı sıra kira da
ödeyecektir.
İlk ihale Kayseri'de yapılan, ardından Ankara Etlik'te yapılacak
tesisin ihalesinin yapıldığı ve sırada 20 civarında tesis ihalesinin de
bulunduğu bu projenin Ankara bölümüne baktığımızda; 3056 yataklı olması
planlanan “sağlık kampusü tamamlandıktan sonra Sami Ulus Çocuk Hastanesi, Ulus
Devlet Hastanesi, Dışkapı Yıldırım Beyazıt Hastanesi, Dış Kapı Çocuk Hastanesi,
Ulucanlar Göz Hastanesi, Zekai Tahir Burak Kadın ve Doğum Hastanesi,
Abdurrahman Yurtaslan Ankara Onkoloji Eğitim ve Araştırma Hastanesi Etlik
Kampüsü'ne taşınacaktır. Bu hastanelerin eski yerleri ise kazanan ortaklık
tarafından otel, alışveriş merkezi (AVM) gibi ticaret merkezlerine
dönüştürülecek.[23]“ Dava
konusu düzenleme de bu noktada devreye girecek; adı geçen hastanelerin, hepsi
kent merkezinin en değerli yerlerinde bulunan taşınmazları, istenilen firmaya
verilmek üzere, TOKİ'ye devredilecektir! Böylece ne Sayıştay denetimi ne de
Devlet İhale Kanununa tabi olmaksızın kamu taşınmazları üzerinde sınırsız ve
sorumsuz tasarruf imkânı yaratılmaktadır. Kamu taşınmazları üzerinde idarenin
bu derece sınırsız bir yetki kullanmasına izin verilmesinin yasama yetkisinin
devredilmezliği ilkesiyle bağdaşmadığı kuşkusuzdur.
Zira, Anayasanın 7 nci maddesinde, “Yasama yetkisi Türk Milleti
adına Türkiye Büyük Millet Meclisi'nindir. Bu yetki devredilemez.”; 8 inci
maddesinde de “yürütme yetkisi ve görevi Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu
tarafından Anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.”
denilmektedir. Buna göre, yasa koyucunun temel ilkeleri koymadan, çerçeveyi
çizmeden yürütmeye yetki vermemesi, sınırsız, belirsiz bir alanı, yönetimin
düzenlemesine bırakmaması gerekir.
Yasayla düzenlemenin en belirgin özelliği, “belirlilik”tir.
Belirlilik ilkesini içermeyen, açık, net, anlaşılır ve öngörülebilir olmayan
düzenlemeler, yasayla da yapılsa hukuk devletine aykırılık oluşturur.
Açıklanan nedenlerle 181 sayılı KHK'nin 17/B maddesinin 6225
sayılı Yasa'nın 14 üncü maddesiyle değişik (d) bendi Anayasanın 2 nci maddesine
aykırı olduğundan iptal edilmesi gerekmektedir.
G- 5502 Sayılı Kanuna 6225 Sayılı Kanun ile Eklenen Ek 3 üncü ve
Geçici 9 uncu Maddelerin Anayasaya Aykırılığı
Ek 3 üncü madde; “Hakkında inceleme, soruşturma, teftiş işlemi
devam edenler ile örnekleme için tespit edilen sağlık hizmet sunucuları
tarafından teslim edilen fatura, reçete ve eki belgeler hariç olmak üzere
sağlık hizmet sunucularından temin edilen hizmet bedellerini gösterir fatura,
reçete ve eki belgelerden incelemesi tamamlanarak bütçeye gider kaydedilenler,
ödemenin yapıldığı mali yılı izleyen beşinci yıldan sonra imha edilir.
Bunlardan, hakkında inceleme, soruşturma, teftiş işlemi devam eden sağlık
hizmet sunucuları tarafından teslim edilen fatura, reçete ve eki belgeler ise
inceleme, soruşturma, teftiş işlemi tamamlandıktan sonra yargı sürecisöz konusu
değilse imha edilir.” Şeklinde,
Geçici 9 uncu madde ise, “Hakkında inceleme, soruşturma, teftiş
işlemi devam edenler ile örnekleme için tespit edilen sağlık hizmet sunucuları
tarafından teslim edilen fatura, reçete ve eki belgeler hariç olmak üzere
sağlık hizmet sunucularından temin edilen hizmet bedellerini gösterir fatura,
reçete ve eki belgelerden, bu maddenin yürürlük tarihine kadar incelemesi
tamamlanarak bütçeye gider kaydedilenler, ödemenin yapıldığı mali yılı izleyen
beşinci yıldan sonra imha edilir. Bunlardan, hakkında inceleme, soruşturma,
teftiş işlemi devam eden sağlık hizmet sunucuları tarafından teslim edilen
fatura, reçete ve eki belgeler ise inceleme, soruşturma, teftiş işlemi
tamamlandıktan sonra yargı süreci söz konusu değilse imha edilir.” Şeklindedir.
6225 sayılı Yasa ile 5502 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Yasasına
iki madde eklenmiştir. Her iki düzenleme de birbirinin aynısıdır. Aralarındaki
tek fark geçici madde ile yasanın yürürlüğünün geçmişe de uygulanmasını
sağlayabilmektir.
Söz konusu düzenlemelerle, Sosyal Güvenlik Kurumunun sağlık hizmet
sunucularına yaptığı ödemelere esas alınan belgelerden hakkında inceleme,
soruşturma ve teftiş işlemi devam edenler ile örnekleme için teslim alınanlar
dışında kalanların ödemenin yapıldığı mali yılı izleyen beşinci yıldan sonra
imha edilmesi gereği belirtilmiştir. Bu düzenlemenin tek gerekçesi olarak
belgelerin arşivde muhafaza edilmesinin büyük idari ve mali yüke neden olması
gösterilmiştir.
Muhafazasına lüzum kalmayan evrak ve malzemenin ayıklama ve imha
işlemlerine ilişkin usul ve esaslar 3473 sayılı Muhafazasına Lüzum Kalmayan
Evrak ve Malzemenin Yok Edilmesi Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin
Değiştirilerek Kabulü Hakkında Kanun ile düzenlenmiştir. Kanunun 1 inci
maddesine göre, “Bu Kanunun amacı, genel ve katma bütçeli dairelerle (saklama,
ayıklama ve imha işlemleri kendi mevzuatına tabi olmak kaydıyla
Cumhurbaşkanlığı, Türkiye Büyük Millet Meclisi, Genelkurmay Başkanlığı, Millî
Savunma Bakanlığı, İçişleri Bakanlığı “Dışişleri Bakanlığı” ve Millî İstihbarat
Teşkilatı hariç) mahallî idareler, üniversiteler ve bunlara bağlı sabit ve
döner sermayeli kuruluşlar, kamu iktisadî teşebbüsleri, özel kanunlarla kurulan
kamu bankaları ve teşekkülleri elinde bulunan ve arşivlerinde arşiv malzemesi
ve arşivlik malzeme niteliği taşımayan, muhafazasına lüzum görülmeyen, yok
edilecek evrak ve her türlü malzemenin, ayıklama ve imha işlemlerine dair usul
ve esasları düzenlemektir.” Sosyal Güvenlik Kurumu'nun elinde bulunan ve
arşivlerinde arşiv malzemesi ve arşivlik malzeme niteliği taşımayan,
muhafazasına lüzum görülmeyen, yok edilecek evrak ve her türlü malzeme de kanun
kapsamına girmektedir.
Aynı kanunun 2 nci maddesinin (d) bendinde, “imha” kavramı
tanımlanmıştır. İmha, “İleride kullanılmasına ve muhafazasına lüzum görülmeyen,
arşiv malzemesi ve arşivlik malzeme dışında kalan, hukukî kıymetini ve bir
delil olma vasfını kaybetmiş malzemenin ayrılarak, yönetmelikte belirtilecek
usul ve esaslara göre imhası işlemi”ni ifade etmektedir. 6225 sayılı Yasanın 17
nci maddesiyle, 5502 sayılı Sosyal Güvenlik Kurumu Kanununa eklenen ek 3 üncü
madde ile aynı kanuna eklenen geçici 9 uncu maddede ise, imha edilmesi
öngörülen belgelerin “hukuki kıymetini ve bir delil olma vasfını kaybetmiş
olması” ölçütü hiçbir surette gözetilmemektedir.
Fatura, reçete ve eki belgelere ilişkin inceleme, soruşturma ve
teftiş işlemlerinin tamamlanmış olması ya da bunların dava konusu edilmemiş
olması bu belgeleri kesin surette hukuka uygun kılmayacaktır ya da bunların
hukuki kıymetini ya da delil olma vasfını tümüyle kaybetmeleri sonucunu
doğurmayacaktır. Getirilen hüküm ileride doğması muhtemel bir uyuşmazlık
bakımından her türlü meşru vasıta ve yolları; dolayısıyla iddia ve savunma ile
adil yargılanma hakkını mutlak olarak ortadan kaldırmaktadır. Böylece, anayasal
güvence altında olan adil yargılanma hakkı zedelenerek hukuk devleti ihlal
edilmektedir.
Diğer yandan, Sosyal Güvenlik Kurumu (SGK), ülkemizdeki bütün
sigortalıların çatı örgütü olarak kurulmuş olup sigortalıların tedavi
giderlerini 5510 sayılı Yasa uyarınca karşılamaktadır.
Çok büyük bir kamu kaynağını kullanan SGK, önceki bir takım yasal
düzenlemeler de gözetildiğinde oldukça zayıf bir denetimle sağlık hizmet
bedellerini ödemektedir. Zira, 5502 sayılı Yasa'ya 5597 sayılı Yasa ile 2007
yılında eklenen ek madde ile “Sağlık hizmeti sunan gerçek veya tüzel kişiler
ile kamu idarelerine ait döner sermayeli işletmelerin hizmet bedeli olarak
düzenledikleri ve ödenmek üzere Kuruma (5502 sayılıKanun‘la devredilen
kurumlar dahil) gönderdikleri faturalar, genel sonuçlar verecek şekilde % 5 ila
% 10 oranında örnekleme metoduyla incelenir. Bu inceleme sonucunda sağlık
hizmeti sunan gerçek veya tüzel kişiler ile kamu idarelerine ait döner
sermayeli işletmelerin incelenen döneme ait bütün faturalarına uygulanmak
suretiyle ödenecek tutar tespit edilir ve buna göre ödeme yapılır.” hükmü
getirilmiş; bu suretle ödemesi yapılacak sağlık hizmeti belgelerinin örnekleme
yoluyla denetlenmesi yeterli sayılmış, ilgili kuruluşun diğer belgeleri
denetlenmeksizin ödeme yapılması mümkün hale gelmiştir.
6225 sayılı Yasa ile 5502 sayılı Yasa'ya eklenen dava konusu
maddelerle, zaten sınırlı denetim sonucu ödemesi yapılan fatura, reçete ve eki
belgelerin beş yıl sonra imha edilmesine olanak sağlanarak, sorumluluk
süresinde başkaca bir denetime tabi tutulabilmesi engellenmektedir.
5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun
93 üncü maddesine göre “Kurumun prim ve diğer alacakları ödeme süresinin
dolduğu tarihi takip eden takvim yılı başından başlayarak on yıllık
zamanaşımına tabidir. Yine aynı maddeye göre “Bu Kanuna dayanılarak Kurumca
açılacak tazminat ve rücû davaları, on yıllık zamanaşımına tâbidir.”
Bu durumda, Kurumun on yıl içinde takip edebileceği bir alacağın
belgesi yahut on yıl içinde Kuruma karşı açılabilecek bir davada Kurumun
işlemlerini savunabileceği kayıtlar, zamanaşımı süresinin dolmasına henüz beş
yıl var iken yasal düzenleme uyarınca imha edilecektir. Söz konusu yasal
düzenleme sebebiyle belgelerin imha edilmesi, kamu kaynaklarının kullanımının
zamanaşımı süresi içinde denetlenmesini olanaksız hale getirdiği gibi; kamu
kaynağının sarfından sorumlu olanların sorumluluğunun belgelerin imha
edilmesinden sonra saptanmasını da olanaksızlaştırmaktadır.
Sorumlu kamu görevlilerinin suç teşkil eden en hafif eylemleri
sebebiyle ceza zamanaşımının, Türk Ceza Yasasının 66 ncı maddesi gereğince,
sekiz yıl olduğu düşünüldüğünde; 6225 sayılı Yasa ile getirilen düzenlemedeki
beş yıllık sürenin yetersizliği ayrıca görülmektedir.
Diğer yandan, 5502 sayılı Yasa'nın 93 üncü maddesinin (b) bendine
göre “Kurum, uygun gördüğü sağlık hizmeti sunan gerçek veya tüzel kişiler ile
kamu idarelerine ait döner sermayeli işletmelerden verdikleri hizmete ilişkin
fatura ve benzeri belgeleri 4/1/1961 tarihli ve 213 sayılı Vergi Usul
Kanunu'nun Mükerrer 242 nci maddesine uygun olarak elektronik ortamda
düzenlemelerini ve bunların dayanağı belgelerle birlikte elektronik ortamda
göndermelerini isteyebilir. Bu takdirde ilgililere yapılacak ödemeler bu
belgeler üzerinde yapılacak incelemelere göre sonuçlandırılır. Elektronik
ortamda belge düzenlenmesine, bu belgelerin saklanmak veya incelenmek üzere
Kuruma veya belirleyeceği gerçek veya tüzel kişiler ile kamu idarelerine ait
döner sermayeli işletmelere iletilmesine, bilgi aktarımında uyulacak format ve
standartlar ile uygulamaya ilişkin usul ve esasları Maliye Bakanlığının
görüşlerini alarak belirlemeye Kurum yetkilidir.” Bu madde uyarınca Kurum
sağlık hizmet sunucularına kayıtlarını elektronik ortamda düzenleyip dayanak
belgelerle birlikte elektronik ortamda göndermelerini isteyebileceğine göre
6225 sayılı Yasa ile 5502 sayılı Yasa'ya eklenen maddelerin gerekçesi olarak
öne sürülen, belgelerin arşivde muhafaza edilmesinin büyük idari ve mali yüke
neden olması hususunun yeni bir yasal düzenleme yapılmasına gerek olmaksızın
çözümlenebileceğini göstermektedir. Bir başka anlatımla Kurum, belgelerin
arşivde muhafazasının getirdiği yükten kurtulmak isteğinde ise 5502 sayılı
Yasa'nın tanıdığı olanağı kullanarak ilgililerden kayıtlarını elektronik olarak
göndermelerini isteyebilecek iken beş yıl sonra denetimi imkansız hale
getirecek şekilde bir düzenlemeye gidilmesinin hukuka uygun bir dayanağı
bulunmamaktadır.
Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan
haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve
işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku
tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan,
yargı denetimine açık, Anayasanın ve yasaların üstünde yasakoyucunun da
bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir.[24]
Hukuki güvenlik ilkesi bağlamında bakıldığında da “hukuk devleti;
yönetilenlere hukuki güvenlik sağlayan bir yapılanma olup, bunu
gerçekleştirirken de devlet görevlerinin belirli kurallar içinde yürütülmesi
amaçlanmıştır. Daha açık bir anlatımla hukuk devleti anlayışı, bir ülkede
yerleşmiş hukuk düzenine yalnız yönetilenlerin değil yönetiminde uymasını
gerektirecek kurallar bütünüdür. Bu ilkenin bir anlam kazanabilmesi için, o
ülkede egemen olan hukukun yönetilenlere, devlete karşı da hukuk güvenliği
sağlaması boyutunun da gerçekleşmesi gerektiği tartışmasızdır. Böylelikle
devlet, toplum yaşamını düzenlerken ortaya koyduğu ilkelerle kişilerde tam bir
güven duygusu yaratacak, onlara hukuk kurallarının tam anlamıyla geçerli olduğu
ve toplumun bütün unsurlarıyla birlikte uyum içinde yürüdüğünü gösteren bir
güven ortamını tesis edecektir. (Danıştay) 1, l.D.12.06.1995, K: 1995/1861 D.
Dergisi 5.90.1180-1181)”
Dava konusu Ek 3 üncü madde ve bu madde ile aynı içerikte ancak
eski belgelerin daha kısa zamanda imhasını sağlamaya yönelik olarak geçici
nitelikte çıkartılan Geçici 9 uncu madde ile kamu kaynağının önemli ölçüde
transferi niteliğindeki sağlık hizmet bedellerinin tek denetim olanağını
sağlayan bir takım belgelerin olağan süresinden önce imha edilmesine olanak
sağlanmasının yukarıda belirtilen Anayasal ilke ve kurallara aykırı olduğu
açıktır.
Açıklanan nedenlerle 5502 sayılı Yasa'ya 6225 sayılı Yasa ile
eklenen ek 3. ve Geçici 9 uncu maddeler Anayasanın 2 nci maddesine aykırı olup
iptalleri gerekmektedir.
III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ
Hukuk devletine aykırı olan, temel hak ve özgürlükleri ölçüsüzce
sınırlandıran ve Anayasaya açıkça aykırı olan bir düzenlemenin, uygulanması
halinde, sonradan giderilmesi olanaksız zararlara yol açacağı çok açıktır.
Öte yandan, anayasal düzenin en kısa sürede hukuka aykırı
kurallardan arındırılması, hukuk devleti sayılmanın da gereğidir. Anayasaya
aykırılığın sürdürülmesinin, bir hukuk devletinde sübjektif yararların üstünde,
özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyeceği
kuşkusuzdur. Hukukun üstünlüğü ilkesinin sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve
özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesinin
hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacağında
duraksama bulunmamaktadır.
6225 sayılı“Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un Anayasanın hükümlerine açıkça aykırılık taşıyan
yukarıdaki kurallarının uygulamaya geçmesi durumunda, evrensel hukuk
ilkelerinin, yaşam ve sağlık hakları ile hukuk devleti ilkesinin ihlali
nedenleriyle telafisi imkansız zararlar doğacaktır.
İptali istenen yasal düzenlemelerin sağlık hizmetlerinin
yürütülmesinde bir takım yetki ve görevlere ilişkin hükümler içermesi ve tıbbi
hizmetlerden kaynaklanan zararın telafisinin mümkün bulunmadığı kuşkusuzdur.
Ayrıca, iptali istenen düzenlemelerle bir takım tıbbi unvan ve buna bağlı
olarak yetki verilmekte; diğer yandan bir kısım kamu taşınmazları üzerinde
kuralsız ve sınırsız biçimde tasarruf imkanı sağlanmakta, çok büyük kamu
kaynağının transferine ilişkin belgelerin imhası suretiyle denetimleri de
imkansız hale getirilmektedir. İptali istenen kuralların uygulanması
sonrasında, Anayasa Mahkemesi tarafından bu kurallar iptal edilse dahi
-belgelerin imhasında- Kararın fiilen uygulanma olanağı olmayacaktır. Kaldı ki,
Anayasa Mahkemesi kararlarının geriye yürümezliği ilkesi sebebiyle, kişilerin
elde ettiği hak ve statüler sebebiyle sağlık hizmet sunumunda önemli ölçüde
karışıklık olacaktır. Aynı şekilde, kamu taşınmazları üzerindeki tasarrufların
da geriye dönük olarak ortadan kaldırılmasında fiili ve hukuki imkansızlıklarla
karşılaşılması büyük bir olasılık olarak görünmektedir.
Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya
açıkça aykırı olan iptali istenen bölümlerin, iptal davası sonuçlanıncaya kadar
yürürlüklerinin de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır.
IV. SONUÇ
Yukarıda açıklanan gerekçelerle, 06.04.2011 tarihli ve 6225 sayılı
“Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun”un;
1. 8 inci maddesiyle, 07.05.1987 tarihli ve 3359 sayılı Sağlık
Hizmetleri Temel Kanununa eklenen ek 10 uncu maddenin dokuzuncu fıkrasının
birinci tümcesi ile onuncu fıkrasının birinci tümcesinin,
2. 9 uncu maddesiyle, 11.04.1928 tarihli ve 1219 sayılı Tababet ve
Şuabatı San'atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanuna eklenen ek 13 üncü maddenin
(b) bendinin “… veya uzmanlık eğitimleri sırasında fiziksel tıp ve
rehabilitasyon rotasyonu yapmış veya uzmanlık sonrasında ilgili dalın rotasyon
süresi kadar fiziksel tıp ve rehabilitasyon eğitimi almış uzman tabiplerin
kendi uzmanlık alanları ile ilgili …” bölümünün,
3. 10 uncu maddesiyle, 11.04.1928 tarihli ve 1219 sayılı Tababet
ve Şuabatı San'atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanuna eklenen ek 14 üncü maddenin
birinci fıkrasının birinci tümcesi ile ikinci fıkrasında yer alan “… ve EK-1
sayılı çizelgenin 3 üncü sütununda belirtilen uzmanların ikinci uzmanlık
eğitimlerine …” bölümü ve Ek 1, 2 ve 3 sayılı çizelgelerinin,
4. 12 nci maddesiyle, 11.04.1928 tarihli ve 1219 sayılı Tababet ve
Şuabatı San'atlarının Tarzı İcrasına Dair Kanuna eklenen geçici 8 inci
maddenin,
5. 13 üncü maddesiyle yeniden düzenlenen, 10.07.2003 tarihli ve
4924 sayılı Eleman Temininde Güçlük Çekilen Yerlerde Sözleşmeli Sağlık
Personeli Çalıştırılması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 5 inci maddesinin sekizinci fıkrasının,
6. 14 üncü maddesiyle değiştirilen, 13.12.1983 tarihli ve 181
sayılı Sağlık Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde
Kararnamenin 17/B maddesinin (d) bendinin,
7. 17 nci maddesiyle, 16.05.2006 tarihli ve 5502 sayılı Sosyal
Güvenlik Kurumu Kanununa eklenen ek 3 üncü maddenin,
8. 18 inci maddesiyle, 16.05.2006 tarihli ve 5502 sayılı Sosyal
Güvenlik Kurumu Kanununa eklenen geçici 9 uncu maddenin,
Anayasaya aykırı olduklarından iptallerine, Anayasaya açıkça
aykırı olmaları ve uygulanmaları halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar
ve durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin
durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.”"
[1]21-22-23.06.2010
gün ve 82 sayılı Tıpta Uzmanlık Kurulu kararı
[2]21-22-23.06.2010
gün ve 82 sayılı Tıpta Uzmanlık Kurulu kararı
[3]2- 3
Mayıs 2011 gün ve 185 sayılı Tıpta Uzmanlık Kurulu kararı
[4]1961 Anayasası
döneminde verilen bu karar için bkz. AYMK, E. 1975/198, K. 1976/18, K.t.
18.3.1976. İtalik (eğik yazı) bölüm özellikle vurgulanmıştır.
[5]AYMK, E. 1996/17, K.
1996/38, K.t. 16.10.1996.
[6]AYMK, E. 1996/17,
K. 1996/38, K.t. 16.10.1996.
[7]Örnek olarak bkz.
AYMK, E. 1997/62, K. 1998/52, K.t. 16.9.1998; E. 1997/1, K. 1998/1, K.t. 16.1.1998;
E. 1990/30, K. 1990/31, K.t. 29.11.1990; E. 1996/15, K. 1996/34, K.t.
23.9.1996. Uluslararası insan hakları belgelerinin Anayasa-üstü sayılması
bakımından karş. AYM, E. 1990/15, K. 1991/5, K.t. 28.2.1991: “Uygarülkeler,
nesebi sahih ve nesebigayri sahih çocuklar arasındaki tüm eşitsizlikleri
kaldırmışlar,Anayasa üstü normlar olarak niteleyebileceğimiz sözleşmelerdeçocuklar
arasında her türlü ayrımcılığa son vermişlerdir.”
[8]Karş.
AYM, E. 2001 / 309, K. 2002 / 91, K.t. 15.10.2002: “Anayasanın tüm maddeleri
aynı etki ve değerde olup, aralarında bir üstünlük sıralaması bulunmadığından,
uygulamada bunlardan birine öncelik tanımak olanaklı değildir. Bu nedenle, kimi
zaman zorunlu olarak birlikte uygulanan iki Anayasa kuralından biri diğerinin
sınırını oluşturabilir. Ne var ki bu sınırlamaların da temel hak ve
özgürlüklerin özüne dokunmaması, demokratik toplum düzeninin gerekli
kıldığından fazla olmaması ve ulaşılmak istenilen amacı aşmaması, başka bir
anlatımla ölçülülük ilkesiyle uyum içinde bulunması zorunludur.” Ayrıca bkz.
AYM, E. 2001 / 309, K. 2002 / 91, K.t. 15.10.2002: “Anayasanın 48 inci
maddesinde de, herkesin, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine
sahip olduğu belirtilirkenbu özgürlük için bir sınırlama nedeniöngörülmemiş
ise de dava konusu kuralla getirilen sınırlama, bu maddeden değil, Anayasanınmahkemelerin
bağımsızlığı ilkesini düzenleyen 138. maddesinden kaynaklanmaktadır.”
İtalik (eğik yazı) bölüm özellikle vurgulanmıştır.
[9]Özellikle “meslek
özgürlüğü” üst başlığında, “meslek seçimi” ve “mesleğin icrası”nı birbirinden
ayırmakla birlikte, onları ilişkilendiren Alman hukukundaki tartışmalar için
bkz. Gubelt, Manfred, “Berufsfreiheit”, Grundgesetz-Kommentar, Band 1, 4.
Auflage, München, Verlag C.H. Beck, 1992, Rdnr. 45 / 49; Avrupa kamu hukukunda
karşılaştırmalı gözlemler bakımından bkz. Borrmann, Alexandra, Der Schutz der
Berufsfreiheit im deutschen Verfassungsrecht und im europäischen
Gemeinschaftsrecht: eine rechtsvergleichende Studie, Berlin, Duncker u. Humblot
Verlag, 2002; ayırca bkz. Auer, Arnd, Berufsbegriff des Art. 12 Abs 1
Grundgesetz, Frankfurt a. Main, Lang Verlag, 1991.
[10]Anayasa
Mahkemesi'nin E.2009/20, K.2010/23 sayılı ve 28.01.2010 günlü kararı
[11]Danıştay 8.
Dairesi'nin 2009 / 8191 E. ve 2009 / 7773 E. sayılı kararlarıyla “uzmanlıkların
oluşturulmasında bilimsel kriterlerin ortaya konulamaması” gerekçesi ile söz
konusu çizelgenin yürütmesi durdurulmuş; Sağlık Bakanlığının itirazı da
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu tarafından reddedilmiştir.
[12]Danıştay
8. Dairenin, 2009/10046 E. sayılı ve 03.05.2010 tarihli kararı ile Danıştay 8.
Dairenin 2010/3389 E. sayılı ve 01.10.2010 tarihli kararı.
[13]Anayasa
Mahkemesi'nin E.2009/20, K.2010/23 sayılı ve 28.01.2010 günlü kararı
[14]Son
uygulanan 2011 Tıpta Uzmanlık Eğitimi Giriş Sınavı (TUS) İlkbahar Dönemi
Kılavuzunun ekindeki TUS sınav kılavuzuna göre tıp fakültesi mezunu bir adayayöneltilecek
soruların yaklaşık kapsamlarıTemel Tıp Bilimleri Testi - 1“Anatomi,
Embriyoloji ve Histoloji, Fizyoloji, Mikrobiyoloji ve Klinik Mikrobiyoloji,
Tıbbi Biyokimya, Tıbbi Patoloji, Tıbbi Farmakoloji, Embriyoloji ve Histoloji”ve
Klinik Tıp Bilimleri Testi“Dahiliye Grubu (iç hastalıkları, psikiyatri,
dermatoloji, tıbbi ekoloji ve hidroklimatoloji, hava ve uzay hekimliği, nükleer
tıp, göğüs hastalıkları, enfeksiyon hastalıkları ve klinik mikrobiyoloji,
nöroloji, fiziksel tıp ve rehabilitasyon, radyoloji, halk sağlığı, sualtı
hekimliği ve hiperbarik tıp, adli tıp, aile hekimliği, tıbbi genetik,
kardiyoloji), Pediatri (çocuk sağlığı ve hastalıkları), Cerrahi Grubu (genel
cerrahi, çocuk cerrahisi, kalp ve damar cerrahisi, göğüs cerrahisi, plastik,
rekonstrüktif ve estetik cerrahi, anesteziyoloji ve reanimasyon,
kulak-burun-boğaz hastalıkları, beyin ve sinir cerrahisi, ortopedi ve
travmatoloji, göz hastalıkları, üroloji), Kadın Hastalıkları ve Doğum”olarak
belirlenmiştir.
[15]Ş.Gözübüyük,
Yönetsel Yargı, 12. Baskı Ankara 1998, s.279
[16]A.Ş.Özeren-T.Bayhan,
İdari yargı kararlarının uygulanması, Ankara 1992, s.63-64
[17]R.Çağlayan, İdari
yargı kararlarının sonuçları ve uygulanması, 3. Baskı, Kasım 2004, s.205-206
[18]Aynı yönde görüş:
Y. Sabuncu, Anayasaya Giriş, 8. Basım, İmaj Yayıncılık, Ankara 2002, s. 186
[19]Danıştay 12.
Daire, E.2010/982, T.17.05.2010; Danıştay 12. Daire, E.2008/791, K.2009/7084,
T.15.12.2008
[20]Anayasa
Mahkemesinin 23.7.2009 tarih ve 2005/145 E. 2009/112 K. sayılı kararı
[21]2985 sayılı
Kanun, Madde 6
[22]2985 sayılı
Kanun, Ek Madde 1
[23]http://www.turkiyeajansi.com/haber/588-ankarada-dunyanin-en-buyuk-saglik-kampusu-insaa-edilecek;http://www.aktifhaber.com/ankaraya-en-buyuk-saglik-kampusu-463007h.htm;
[24]Anayasa
Mahkemesinin 16.7.2010 tarih ve 2010/29 E. 2010/90 K.