"...
I- İPTAL İSTEMİNİN GEREKÇESİ
Dava dilekçesinin iptal ve yürürlüğün durdurulması istemlerini
içeren gerekçe bölümü şöyledir:
“I. OLAY
14 Eylül 1993 tarih ve 21698 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan
Telekomünikasyon Anonim Şirketi Kurulması Hakkında 509 sayılı Kanun Hükmünde
Kararname ile başlayan ve Anayasaya aykırılıkları nedeniyle defalarca Anayasa
Mahkemesi tarafından iptal edilen yasa değişikliklerine, 16.06.2004 tarih ve
5189 sayılı “Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” ile bir
yenisi daha eklenmiştir.
5189 sayılı Kanun ile yapılan bu düzenlemede; Anayasa hükümleri,
ülkenin stratejik hedefleri ve kamu yararı gözardı edilmiş, yalnızca sermaye
kesiminin ve uluslararası bazı kuruluşların istekleri, tek ölçüt olarak dikkate
alınmıştır.
Anayasa Mahkemesinin kararlarında da belirtildiği üzere,
özelleştirme ile ilgili yasalarda yabancılarla ilgili kimi sınırlamalar getirilmesi
ülkenin bağımsızlığı ve ulusun güvenliği ile doğrudan ilgili olup böyle bir
düzenlemenin bulunmaması, uygulamanın, anılan ilkeleri zedeleyici sonuç
doğurmasına neden olabilir.
Devletin kuruluş, işletme, altyapı gibi ekonominin öğesi ve gücü
olan tüm kamusal varlıklarının, gelir ortaklığı, satış yada işletme hakkı
yoluyla yerli - yabancı ayırımı gözetilerek elden çıkarılmasının geleneksel
yapısı ve niteliğiyle Anayasada öngörülen devlet düzenine uygun düşmeyeceği,
Anayasa Mahkemesi tarafından vurgulanmış olmasına karşın, (Anym. 07.07.1994,
E.1994/49, K.1994/45-2) 5189 sayılı Kanunun kimi hükümlerinde yapılan
düzenlemelerle, yabancıların Türk Telekom'un yönetim ve denetiminde söz sahibi
olmasını önleyen yasaklar kaldırılmış; bu suretle Türk Telekom'un uluslararası
tekellerin eline tam anlamıyla geçmesinin önü açılmıştır. Anayasaya açıkça
aykırı olan ve iptalleri istenilen bu hükümlerin uygulanması halinde, ileride
“giderilmesi güç yada olanaksız” durum ve zararlar doğabilecektir. Bu yolla
belki de, verilebilecek iptal kararı sonuçsuz kalacaktır. Bu nedenle, iptal
davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulması da istenerek, bu hükümler
hakkında Anayasa Mahkemesine iptal davası açılmıştır.
Aşağıda önce 5189 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanunun iptali istenen hükümlerine yer verildikten sonra, iptali istenen
hükümlerle ilgili olarak Anayasaya aykırılık gerekçeleri açıklanmıştır.
II. İPTALİ İSTENEN HÜKÜMLER
a) 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 2 nci maddesindeki “devamı
süresince tekel mahiyetinin yaratabileceği sakıncalar da dahil” ibaresi.
16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun söz konusu ibareyi de
içeren 2 nci maddesi aynen şöyledir:
“MADDE 2. - 406 sayılı Kanunun ek 17 nci maddesinin birinci
fıkrasının birinci cümlesinde yer alan “devamı süresince tekel mahiyetinin
yaratabileceği sakıncalar da dahil” ve ikinci cümlesinde yer alan “yeni
şirketler kurulması veya kurulu bulunan şirketlere iştirak edilmesi,
uluslararası telekomünikasyon birliklerine katılınması veya uluslararası
anlaşmalara taraf olunması” ibareleri ile aynı maddenin üçüncü fıkrası madde
metninden çıkarılmıştır.”
İptali istenen, “devamı süresince tekel mahiyetinin yaratabileceği
sakıncalarda dahil” ibaresidir.
b) 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 2 nci maddesindeki “ile
aynı
maddenin üçüncü fıkrası” ibaresi.
“MADDE 2. - 406 sayılı Kanunun ek 17 nci maddesinin birinci
fıkrasının birinci cümlesinde yer alan “devamı süresince tekel mahiyetinin
yaratabileceği sakıncalar da dahil” ve ikinci cümlesinde yer alan “yeni
şirketler kurulması veya kurulu bulunan şirketlere iştirak edilmesi,
uluslararası telekomünikasyon birliklerine katılınması veya uluslararası
anlaşmalara taraf olunması” ibareleri ile aynı maddenin üçüncü fıkrası madde
metninden çıkarılmıştır.”
İptali istenen, “aynı maddenin üçüncü fıkrası” ibaresidir.
c) 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 4 üncü maddesinin
değiştirdiği 406 sayılı Kanunun Ek Madde 29'unun ikinci fıkrasının birinci
cümlesi.
16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 4 üncü maddesi ile
değiştirilen 406 sayılı Kanunun Ek Madde 29'unun ikinci fıkrasının birinci
cümlesi aynen şöyledir:
“Liste halinde bildirilen personel, 24.11.1994 tarihli ve 4046
sayılı Kanunun 22 nci maddesinde belirtilen esas ve usuller çerçevesinde Devlet
Personel Başkanlığı tarafından başka kamu kurum ve kuruluşlarına nakledilir ve
söz konusu personel hakkında anılan madde hükümleri uygulanır”
d) 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 5 inci maddesinin 406 sayılı
Kanuna eklediği Ek Madde 33'ün dördüncü fıkrasının birinci cümlesindeki “ve
aleyhe” ibaresi.
16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 5 inci maddesi ile 406
sayılı Kanuna eklenen ve iptali istenilen ibareyi içeren Ek Madde 33'ün
dördüncü fıkrasının birinci cümlesi aynen şöyledir:
“Türk Telekomun, uydu haberleşmesiyle ilgili tüm uyduları, uydu
yer kontrol istasyonları, uydu haberleşme ve iletişim yer istasyonları, uydu
yörünge pozisyonları, uydu haberleşmesinde kullanılan taşınır ve taşınmazlar,
her türlü teçhizat, araç, gereç, malzeme, yazılım ve donanımlar, her türlü
fikrî ve sınaî haklar ile sair hak ve alacaklar, merkezi Monaco'da bulunan
Eurasiasat SAM şirketindeki tüm hisseleri, uydu hizmetlerine ve yörünge
pozisyonlarına ilişkin frekans tahsis, koordinasyon ve tescilleri, uydu
hizmetlerine ilişkin her türlü sözleşmeleri ve kredi anlaşmaları ile hak,
alacak ve borçları, leh ve aleyhe açılmış ve açılacak olan davalar ve icra
takipleri, Intelsat, Eutelsat, ICO ve Inmarsat şirketlerindeki tüm hisseleri
bütün hak, borç, alacak ve yetkileri ile birlikte faaliyete geçmesini müteakip
iki ay içerisinde Türksat A.Ş.'ye yapılacak protokoller ile devredilir.”
İptali istenen, söz konusu cümledeki “ve aleyhe” ibaresidir.
e) 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 6 ncı maddesinin 406
sayılı
Kanuna eklediği Geçici Madde 8'in birinci ve üçüncü fıkraları.
16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 6 ncı maddesi ile 406
sayılı Kanuna eklenen Geçici madde 8'in birinci ve üçüncü fıkraları aynen
şöyledir:
“GEÇİCİ MADDE 8.- PTT Personeli Müteselsil Kefalet Sandığının
işletilmesine, tasfiyesine ve bu konuda gerekli düzenlemeleri yapmaya PTT Genel
Müdürlüğü Yönetim Kurulu yetkilidir.
Sandığın bu ödemeden sonra kalan toplam nakit mevcudundan
ihtilaflı borçları için gerekli meblağ ayrıldıktan sonra kalan tutarın % 70'i
nemalandırılmak suretiyle PTT Genel Müdürlüğünün taşıt, otomasyon ve
modernizasyon hizmetlerine ilişkin harcamalar ile Yönetim Kurulunca
belirlenecek usul ve esaslara göre eleman temininde güçlük çekilen yerlerde
çalışan personele (3000) gösterge rakamının memur aylık katsayısı ile çarpımı
sonucu bulunacak tutarı geçmeyecek şekilde ek ödeme yapılmak üzere ayrılır.
Geriye kalan % 30'u ise bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihi izleyen bir ay
içinde Genel Bütçeye gelir kaydedilmek üzere Maliye Bakanlığı Merkez Saymanlık
Müdürlüğüne aktarılır.”
f) 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 12 nci maddesinin (d)
bendi.
16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 12 nci maddesinin (d)
bendi aynen şöyledir:
“d) 24.11.1994 tarihli ve 4046 sayılı Özelleştirme Uygulamalarının
Düzenlenmesine ve Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanunun 37 nci maddesinin (a) bendinde yer alan “ve
Limanların, mülkiyetin devri dışındaki yöntemlerle özelleştirilmelerinden Türk
uyruklu gerçek ve tüzel kişiler yararlanabilir” ibaresi ile aynı bendin son
cümlesi.”
III. GEREKÇE
1) 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 2 nci maddesindeki
“devamı süresince tekel mahiyetinin yaratabileceği sakıncalar da dahil”
ibaresinin Anayasaya Aykırılığı.
5189 sayılı Kanunun 2 nci maddesi 406 sayılı Kanunun ek 17 nci
maddesinin birinci fıkrasını değiştirmiştir.
5189 sayılı Kanun ile yapılan bu değişiklik ile, 406 sayılı
Kanunun Ek 17 nci maddenin birinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan
“devamı süresince tekel mahiyetinin yaratacağı sakıncalar da dahil” ibaresi
madde metninden çıkarılmıştır. Böylece, milli yararların korunması amacıyla
oluşturulan “imtiyazlı hisseye”, şirketin yönetimi ve faaliyetleri üzerinde
tanınan denetim ve kontrol yetkisi sınırlandırılmakta, tekelleşmenin önlenmesi
amacıyla Devlet'e tanınan hak ve ayrıcalık sona erdirilmektedir.
Anayasanın 167 nci maddesinin birinci fıkrasında “Devlet, para,
kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemlerini
sağlayıcı ve geliştirici tedbirleri alır; piyasalarda fiili veya anlaşma sonucu
doğacak tekelleşme ve kartelleşmeyi önler” denilmektedir.
Bu hükümle, yalnız fiilen oluşacak tekelleşme ve kartelleşmenin
değil, anlaşma sonucu doğacak tekelleşme ve kartelleşmenin de önlenmesi görevi
Devlet'e verilmiştir. Bu maddenin gerekçesinde şu açıklama yapılmıştır:
“Tekelciliğin her türlüsünün zararlarından fertleri ve toplumu
korumak, toplumun huzur ve refahı ile de ilgilidir.
...tekel teşkil etmemekle beraber, tekel oluşturamayan üretim ve
hizmet kuruluşlarının fiyat anlaşmaları, üretim hataları, coğrafi bölge
paylaşma ve benzeri suretlerde gerçekleştirecekleri kartellerde
yasaklanmıştır”.
Madde gerekçesinde, “tekelleşme” kavramı açıklanırken, yalnız
tekellerin değil, tekel benzeri gruplaşmaların da bu kapsamda görüldüğü
belirtilmiştir. Ayrıca, tekelleşmenin önlenmesinin tüketim sektörü yanında
hizmet sektörü yönünden de gerekliliği vurgulanmış; bu görevin “sağlıklı bir
toplum” ve “sağlıklı bir demokrasinin” vazgeçilmez koşulu olduğu açıklanmıştır.
Buna göre, tekelciliğin her türlüsünün zararından bireyleri ve toplumu korumak,
“kişinin ve toplumun huzuru ve refahı” ile de ilgilidir. Maddede yalnız,
tekelleşme değil, tekel oluşturmayan üretim ve hizmet kuruluşlarının “fiyat
anlaşmaları”, “coğrafi bölge paylaşma” ve “benzeri suretle”
gerçekleştirilecekleri kartelleşme de yasaklanmış; Devlet, bunu engelleyici
önlemleri almakla yükümlü tutulmuştur. Böylece rekabetin ortadan kaldırılması,
tekellerin ve kartellerin fiyatları oluşturması ve etkilemesi önlenmek
istenmiştir.
Anayasa Mahkemesinin 07.05.2002 tarihli E.2000/17, K.2002/46
sayılı kararında,
“Devletin tekelleşmeyi ve kartelleşmeyi önlemek görevi, temelde
tüketiciyi koruma amacı gütmektedir. Anayasanın 172 nci maddesi ile Devlet'e
verilen tüketicileri koruma görevi ancak, tekelleşme ve kartelleşmelerin önlenerek
özgür rekabet ortamının sağlanması ile güvenceye alınabilir. Piyasa
ekonomisinin etkinliği, serbest rekabet koşullarının varlığına bağlıdır.
Tekelleşmeye veya kartelleşmeye olanak veren ortamlarda piyasa ekonomisi
etkinliğini yitirir. Tekel konumundaki bir kuruluş önlem alınmadan
özelleştirildiğinde, kamu tekelinin yerini özel tekelin alması kaçınılmazdır.
Üstelik kamu tekeli konumundaki mal ve hizmet üretiminde Devlet'in doğrudan
karışması olanağı varken, özel tekel durumunda bu olanak da söz konusu olmayacak,
mal ve hizmet fiyatları kamu tekelinde olduğundan daha yüksekte belirleneceği
gibi kalite de bundan olumsuz etkilenecektir. Bu nedenle, özelleştirmeye
ilişkin yasal düzenlemelerde, tekelleşme ve kartelleşmeyi önlemeye, dolayısıyla
bireyleri ve toplumu korumaya yönelik kuralların bulunması zorunludur. Bu
husus, Anayasanın 5 inci maddesindeki Devlet'in “kişilerin ve toplumun refah,
huzur ve mutluluğunu sağlamak” görevleri ile de doğrudan ilgilidir.”
denilerek Anayasanın 5 inci ve 172 nci maddeleri ile Devlete
verilen görevlerin de, ancak tekelleşme ve kartelleşmelerin önlenmesi yoluyla
gerçekleştirilebileceği açıklanarak Devletin tekelleşmeyi ve kartelleşmeyi
önlemek görevinin önemi üzerinde durulmuş ve özelleştirmeye ilişkin yasal
düzenlemelerde, tekelleşme ve kartelleşmeyi önlemeye, dolayısıyla bireyleri ve
toplumu korumaya yönelik kuralların bulunmasının zorunlu olduğu açık bir
şekilde vurgulanmıştır.
Türk Telekom'un özelleştirilmesiyle verimliliğin artacağı, rekabet
sonucu fiyatların ucuzlayacağı, kalitenin artacağı, teknolojinin ilerleyeceği
doğru değildir. Verimliliğin mülkiyetle ilişkisi yoktur; işletmedeki beceri ve
iyi yönetimle kamu işletmeleri büyük kâr sağlayabilmektedirler. Dünyada doğal
tekel konumuna sahip hiçbir kamu hizmeti kuruluşu, özelleştirildikten sonra
fiyatlar ucuzlamamıştır. Özel sektörün esas amacı, sadece kârdır. Kurum
içerisinde teknoloji, kamu tarafından geliştirilmiş, AR - GE çalışmalarına
devlet kaynak ayırmıştır. Hiçbir yabancı tekel, yerli teknolojimizi
geliştirmez. Getirilen düzenlemeyle rekabet önlenmektedir; yapılmak istenen,
kamu eliyle özel tekel yaratmaktır.
Tekeller ve tekel benzeri gruplaşmaları önlemek sağlıklı bir
toplum, sağlıklı bir demokrasi için vazgeçilmez şartlardır. Hal böyle iken,
imtiyazlı hisse ile tekelleşmenin önlenmesi konusunda devlete tanınan hak ve
ayrıcalığın kaldırılması; Anayasa Mahkemesinin bulunmasında zorunluluk gördüğü
bir kuralın yasadan çıkarılması demektir ki bu da, Anayasanın 167 nci maddesine
açıkça aykırılık teşkil etmektedir. Anayasaya aykırı bir kuralın Anayasanın 2
nci maddesindeki “hukuk devleti”, 11 inci maddesindeki “Anayasanın
bağlayıcılığı ve üstünlüğü” ilkeleriyle ile bağdaşması da mümkün olmadığından
söz konusu ibare, Anayasanın 2 nci ve 11 inci maddelerine de aykırıdır ve
iptali gerekir.
2) 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 2 nci maddesindeki “ile
aynı maddenin üçüncü fıkrası” ibaresinin Anayasaya Aykırılığı.
5189 sayılı Kanunun 2 nci maddesinde yer verilen “ile aynı
maddenin üçüncü fıkrası” ibaresiyle, 04.02.1924 tarihli ve 406 sayılı Telgraf
ve Telefon Kanununun Ek 17 nci maddesinin üçüncü fıkrası Ek 17 nci maddenin
metninden çıkarılmaktadır. Ek 17 nci madde metninden çıkarılan bu fıkra,
“Yabancı gerçek veya tüzel kişilerin Türk Telekomdaki hisse oranı
% 45'i geçemez ve bunlar doğrudan ya da dolaylı olarak şirketin çoğunluk
hisselerine sahip olamazlar. Yabancı gerçek ve tüzel kişilere Türk Telekomun
yönetim ve denetiminde oy çoğunluğu sağlanamaz. Tüm satış işlemlerinde bu şart
ve karşılıklılık ilkesi göz önünde bulundurulur.”
hükmünü taşımaktadır. Görüldüğü üzere madde metninden çıkarılan
üçüncü fıkra, yabancı gerçek ve tüzel kişiler için Türk Telekomünikasyon
A.Ş.'de (Türk Telekom) sahip olabilecekleri hisse konusunda sınırlama getiren
ve karşılıklılık ilkesini öngören hükümdür.
5189 sayılı Kanunun genel ve madde gerekçelerinde özetle;
“Geçmişte bu konuda iptal kararları veren Anayasa Mahkemesinin
endişeleri 406 sayılı Kanunda yapılan değişiklikler ile giderilmiş, günümüzde
Türk Telekom'un tekel hakkı kalkmış ve Anayasada da özelleştirmeyi öngören
değişiklikler yapılmıştır”.
şeklinde açıklanmıştır. Ancak, aşağıda belirtilen nedenlerle bu
gerekçeye katılmak mümkün değildir.
Özelleştirme konusunun Anayasada öngörülmesi, telekomünikasyon
hizmetlerinin tümüyle yabancılara açılması konusundaki Anayasal engellerin
ortadan kaldırıldığı anlamına gelmemektedir. Anayasa Mahkemesi, değişiklikten
önce de özelleştirme yapılabileceğini kabul etmekte ancak, bunun koşullarını da
belirtmektedir. Nitekim Yüce Mahkemenin 28.02.1996 tarihli E.1995/38, K.1996/7
sayılı kararında, “Özelleştirme Anayasada yasaklanmadığına göre yasama organı,
yararlı, gerekli ya da uygun gördüğü kamu varlıklarının özelleştirilmesini
Anayasanın 11 inci maddesi gereğince Anayasanın ilkelerine ve kurallarına bağlı
kalarak, yasayla belirleyebilir” denilmiştir.
Anayasa Mahkemesinin 07.07.1994 tarih ve E.1994/49, K.1994/45-2
sayılı kararında, “Telekomünikasyon, elektrik üretim, iletim ve dağıtım gibi
stratejik önemi olan alanlara yabancıların girmesinin ötesinde egemen olması,
güvenlik, bağımsızlık ve ekonomik yönlerden çok sakıncalı olabilir. Çünkü, bu
tür kamu hizmetleri ülke güvenliği ile çok yakından ilgilidir.” denilmiştir.
Yine Anayasa Mahkemesinin bu kararında, “Özelleştirmeyle KİT'lerin
arazi, arsa bina, makine gibi tüm varlığı satılabilecektir. Türkiye'de kamu
işletmelerinin bir çoğunun taşınmaz mal varlıkları çok değerlidir. Bu nedenle
yerli ve yabancı özel sektöre çoğu kuruluş çekici gelmektedir. Önemli olan
KİT'lere ilişkin araç ve gereçlerle birlikte taşınmaz malların da satılmasıdır.
Bu yöntemle, Anayasa Mahkemesinin (13.06.1985 tarihli, E.1984/14, K.1985/7
sayılı kararı ile) Anayasaya aykırı bularak kapatmış olduğu yabancılara
taşınmaz mal satışı yolu, bu konuda dolaylı olarak yeniden açılmış olacaktır
ki, bu da Anayasa Mahkemesi kararlarını etkisiz kılma anlamına gelir. Bu
kararlar ve karşılıklılık ilkesi gözetilmeden yapılacak özelleştirme Anayasaya
aykırı olur”
görüşü açıklanmıştır. Diğer taraftan, bu yöntem (özelleştirme)
stratejik konumda olan bölgelerde de yabancıların taşınmaz mal edinmelerine
olanak sağlayacaktır. Türkiye'de yabancının toprak (arazi, arsa, bina) edinmesi
yalnızca bir mülkiyet sorunu olarak görülemez. Çünkü toprak devletin
vazgeçilmez temel öğesi, egemenliğin ve bağımsızlığın simgesidir. Yabancı
tüzelkişilerin ülkede mülk edinemeyeceklerine ilişkin esasa kimi yasalarla
getirilen ayrıklıkların çok önemli ulusal yararlarımızla ilgili olduğu açıktır.
Anayasamızın Başlangıç kısmının ikinci paragrafı, milletlerarası
ilişkilerde geçerli olması gereken en önemli unsurun eşitlik olduğunu
göstermektedir. Eşitliği sağlayacak hususların en başta geleni ise
karşılıklılıktır.
Türk Yabancılar Hukukunun genel ilkelerinden olan karşılıklı
muamele (mütekabiliyet) esası, öğretide en az iki devlet arasında uygulanan ve
her birinin ülkesinde diğerinin vatandaşlarına aynı mahiyetteki hakları
karşılıklı tanımalarını ifade eden bir prensip olarak izah olunmaktadır. Bu
prensibe göre; bir yabancının Türkiye'de bir haktan yararlanabilmesi, Türklerin
de o yabancının ülkesinde aynı tür ve nitelikte olan haklardan yararlanmasına
bağlıdır. Karşılıklı muamele esası antlaşma ile (ahdi veya siyasi) ya da
kanunla (kanuni veya fiili) olabilir. Hukukumuzda, kanuni karşılıklı muamele,
yabancı gerçek kişilerin ülkemizde taşınmaz mal edinme ve miras hakları
konusunda da aranmaktadır. Yabancının klasik insan hak ve özgürlüklerinden
bazılarından vatandaş gibi yararlandırılmamasının, bu hakların kimi sınırlama
ya da kısıtlamalara tabi tutulmasının nedenlerini Devleti korumak, onun
devamlılığını sağlamak gibi düşüncelerde aramak gerekir. Devletler arasında,
ticari, iktisadi, askeri ve kültürel ilişkilerin olabildiğince arttığı,
insancıl düşüncelerin son derece yaygınlaştığı günümüzde aynı mülahazaların
büsbütün gücünü yitirdiği söylenemez. Tarih boyunca, devletler ülkelerindeki
yabancı unsurlara kuşku ile bakmışlar, bazı hakları onlardan esirgemişler, bazılarını
ise kimi koşullara, bağlamak suretiyle sınırlamışlardır. Anayasamızın 16 ncı
maddesinde de, Anayasanın 12 nci maddesinde herkese tanınan temel hak ve
özgürlüklerin, yabancılar için, uluslararası hukuka uygun olarak yasayla
sınırlandırılabileceği kurala bağlanmıştır.
Yabancıların temel hak ve özgürlüklerin kimilerinden yurttaşlar
gibi yararlandırılmamasının, bu hakların kimi sınırlama ya da kısıtlamalara
bağlı tutulmasının nedenlerini Anayasa Mahkemesinin yabancılara mülk satışı ile
ilgili 13.06.1985 günlü, Esas 1984/14, Karar 1985/7 sayılı kararında da
belirtildiği gibi, Devlet'i korumak, onun sürekliliğini sağlamak gibi
düşüncelerde aramak gerekir.
Devletin geleceği üzerinde doğrudan etkisi olan yaşamsal önemdeki
konularda, yabancıların ağırlığını önleyici kuralların getirilmesi,
bağımsızlığın korunması yönünden zorunludur.
Sınırlamaya tabi tutulan hakların başlıcalarından biri mülk edinme
hakkıdır. Zira bu hak, ülke denilen yurt toprağıyla ilgilidir.
Ülke devletin asli ve maddi unsurlarından biridir. Ülke olmadan
devlet olmaz. Ülke devlet otoritesinin geçerli olacağı alanı belli eder. Devlet
sahip olduğu, kurucu unsur niteliğini taşıyan üstün kudretine dayanmak
suretiyle, ülkede yerleşik olan ve devletin diğer asli - maddi unsurunu
oluşturan insan topluluğunun güvenliğini ve yararını kollamak ve gözetmek
durumundadır. Devlet bu asli görevi nedeniyledir ki, ülke üzerinde egemenliğe
dayalı üstün bir hakka sahiptir. Toprak ile alakalı konuda insan haklarına
saygılı, ölçülü, adil bir sınırlama, Devlet için bir nefsi müdafaa tedbiri
niteliğindedir; böyle bir tedbirden vazgeçebilmek çoğu kez olası değildir.
Türkiye Cumhuriyetinin dünya milletler ailesine bağımsız bir
devlet olarak kabulünün uluslararası belgesi Lozan Barış Antlaşmasıdır. Bu
antlaşmaya ekli İkamet ve Selahiyeti Adliye Hakkındaki Mukavelenamede;
yabancıların ülkede mülk edinmeleri konusunda mütekabiliyet şartı öngörülmüş,
bu tarihten sonra düzenlenen konu ile ilgili yasalarda ve yapılan bir çok
antlaşmada mütekabiliyet şartı getirilmek suretiyle, karşılıklı muamele esası,
gerek antlaşmalar hukuku, gerek mevzuu hukuk olarak Türk Yabancılar Hukukunun
genel ilkelerinden biri haline dönüştürülmüştür.
Anayasanın 176 ncı maddesinde, Anayasanın dayandığı temel görüş ve
ilkeleri belirten Başlangıç kısmının, Anayasa metnine dahil olduğu açıklanmış,
anılan maddenin gerekçesinde de Başlangıç kısmının, Anayasanın diğer
hükümleriyle eşdeğerde olduğu vurgulanmıştır.
Anayasanın cumhuriyetin niteliklerini belirleyen 2 nci maddesinde
ise “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı
içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Başlangıçta
belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devleti”
olduğu belirtilmiştir.
Başlangıcın 2 nci paragrafındaki; Türkiye Cumhuriyetinin “Dünya
milletler ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olduğu ilkesiyle,
devletin beşeri unsurunu oluşturan milletin diğer milletlerle hak eşitliğine
sahip bulunduğu vurgulanmıştır.
Başlangıcın 5 inci paragrafında ise “Hiçbir faaliyetin Türk milli
menfaatlerinin karşısında korunma göremeyeceği” ilkesi ile, Anayasanın
öngördüğü hukuk düzeni içinde, milli menfaatlerin her şeyin üstünde tutulması
gereği belirlenmiştir.
Yabancı yatırımcıların Türkiye'de kurdukları veya iştirak
ettikleri tüzel kişiliğe sahip şirketlerin, Türk vatandaşlarının edinimine açık
olan bölgelerde taşınmaz mülkiyeti veya sınırlı aynî hak edinmeleri salt bir
mülkiyet sorunu gibi değerlendirilemez. Karşılıklı muamele (mütekabiliyet)
esası uluslararası ilişkilerde eşitliği sağlayan bir denge aracıdır.
5189 sayılı Kanunun karşılıklılık aramaksızın yabancı
yatırımcılara Türkiye'de Kurulmuş Türk Telekomünikasyon Anonim Şirketinin (Türk
Telekom) paylarını satın almak suretiyle, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının
edinimine açık olan bölgelerde taşınmaz mal edinmek hakkını tanıyarak, bu
eşitliği ve dengeyi bozmuş; Anayasanın Başlangıç'ının ikinci paragrafına aykırı
bir durumun ortaya çıkmasına da yol açmıştır.
Türk Telekom'un hisselerinin hiçbir sınır getirilmeden “tamamının”
devredilmesine imkan veren bir düzenlemenin Anayasanın 5 inci maddesindeki
“Türk milletinin bağımsızlığını koruma” görevi ile çeliştiği de açıktır. Burada
göz önünde tutulması gereken ilke; bağımsızlık ve özellikle ekonomik
bağımsızlıktır.
Bağımsızlık, Büyük Atatürk'ün dediği gibi tam bağımsızlıktır.
Bunun içerisinde siyasal bağımsızlık yanında ekonomik bağımsızlık da mevcuttur.
Nitekim Anayasa Mahkemesinin 18.02.1985 tarih ve E.1984/9, K.1985/4 sayılı
kararında, “Anayasanın 5 inci maddesinde yer alan Türk Milletinin bağımsızlığı
ilkesinin, siyasi ve ekonomik bağımsızlığı içerdiği kuşkusuzdur; siyasi ve
ekonomik bağımsızlık kavramlarının yalnız başlarına bir anlam ifade
etmedikleri, birbirlerini tamamlayan kavramlar oldukları görüşü de doğrudur.”
denilmiştir. Ayrıca bir ülkedeki bağımsızlık kavramının ulusal
savunma ve ulusal güvenlik ile ilişkisi düşünüldüğünde önemli bir haberleşme
şebekesinin yabancı sermayeye bırakma sonucunu verebilecek bir düzenlemenin,
ülke savunması bakımından yaratacağı sakıncaları ayrıntılı biçimde belirtmeye
herhalde gerek yoktur. Çünkü, haberleşme birimleri yabancılarca işletilen bir
devletin bu alanda bağımsızlığından söz edilemeyeceği gibi, bir savaş durumunda
ulusal savunmasının temellerinden olan ulusal ve askeri haberleşmesinin felce
uğrayacağı, böylelikle eli kolu bağlı duruma düşeceği herkesçe bilinmektedir.
Ekonomik bağımsızlık açısından hayati önem taşıyan kamusal
kuruluşların özelleştirilmesi ile doğacak “özel tekeller”in yaratacağı iktisadi
sakıncalar yanında asıl tehlike: ekonomik bağımsızlığın “kale”leri olan bu
işletmelerin özelleştirilmesinin devletin ekonomik bağımsızlığına ipotek
getirecek olmasıdır.
Türk Telekom'un satışının verimlilik ve fiyatların ucuzlamasıyla
bir ilgisi yoktur. Kurum, neoliberal küreselleşme politikaları gereği, IMF ve
Dünya Bankası'nın istekleri doğrultusunda, hukuksal ilkelerin yıpranıp
yıkılması pahasına özelleştirilmek istenmektedir.
Kuruluş amacı kamu hizmeti vermek olan, ülkemizin çağ atlamasında
öncülük eden, 160 yıllık deneyimi ile faaliyetini sürdüren ileri teknolojiye
sahip, santralde yüzde 90'ı aşan, transmisyonda yüzde 97'yi aşan dijitalleşme
oranı olan, 51.000 köy ve kasabaya mesken düzeyinde hizmet götürebilen bu
ulusal varlığımız; yaklaşık, 21 162 000 sabit telefon hattı kapasitesine
sahiptir. Bugün 19 000 000'dan fazla sabit telefon abonesi, 1 100 000 kablolu
televizyon abonesi, 420 000 internet abonesi bulunmaktadır. 80 000 ankesörlü
telefonu olup 90 000 kilometre fiber optik kablo hattı ve yaklaşık 3 000 000
000 dolar değerinde menkul ve gayrimenkul değerlere sahip kârlı bir kuruluştur.
Dünyanın 13 üncü büyük şebekesine sahip Türk Telekom, ekonomiye 13 000 000 000
dolarlık bir katmadeğer sağlamaktadır.
Türk Telekomünikasyon Anonim Şirketi, herhangi bir haberleşme
şirketi değildir; tüm telekomünikasyon altyapısına, yer, tesis, bina, makine
gibi haberleşmenin temel tesislerine ve araçlarına sahip olan bir kuruluştur. O
nedenle, bu kuruluşun yabancıların eline geçmesi fevkalade önemlidir.
Telekomünikasyonun altyapısı söz konusu olduğunda, özelleştirmeyle rekabetin
artması da beklenemez. Çünkü, çok büyük değerlere ulaşan sabit tesisler söz
konusudur ve bu tür tesislerin her şirket tarafından ayrı ayrı kurulması söz
konusu olamaz. Kaldı ki, Türk Telekom Anonim Şirketini tek başına bir şirket
olarak düşünmek de gerçekçi değildir; zira, Türk Telekom Anonim Şirketi mobil
telekomünikasyon şirketleriyle iç içedir ve söz konusu şirketler,
Şebekelerarası İrtibat ve İşbirliği Sözleşmesiyle, Türk Telekomun yer, tesis,
bina, altyapı ve imkânlarından ücret karşılığı yararlanmaktadırlar.
Görüldüğü gibi Türk Telekom Anonim Şirketi; ülke savunmasını,
güvenliğini, ekonomisini, sosyal yaşamını etkileyen ve bu nedenle Ülkenin
bağımsızlığını doğrudan ilgilendiren çok stratejik bir kuruluştur. Bu stratejik
kuruluşun kamu elinde kalması ve yabancı tekele dönüşmemesi gerekirken yapılan
düzenlemeyle tümüyle yabancılara satılmasının önünün açılması ve bu amaçla 406
sayılı Kanunun Ek 17 nci maddesinin üçüncü fıkrasının madde metninden
çıkartılması; Anayasanın başlangıç kısmının 03.10.2001 tarih ve 4709 sayılı
Kanun ile değişik beşinci paragrafında, “Hiçbir faaliyetin Türk milli
menfaatleri...nin karşısında korunma göremeyeceği...” ilkesine aykırı,
Anayasanın 5 inci maddesindeki “Türk Milletinin bağımsızlığını koruma” görevi
ile çelişen bir düzenlemedir.
406 sayılı Kanunun Ek 17 nci maddesinin üçüncü fıkrasının madde
metninden çıkarılması, Anayasa Mahkemesinin kararlarında vurgulandığı üzere,
hukuk devletinin vazgeçilmez öğeleri içinde yer alan “yasaların kamu yararına
dayanması” ilkesiyle de bağdaşmamaktadır. Bütün kamusal girişimlerin temelinde
bulunması doğal olan kamu yararı düşüncesinin yasalara egemen olması ve
özellikle bir ülkenin en önemli stratejik kuruluşlarının korunması için
yasakoyucunun bu esası gözardı etmemesi ve bunu en iyi şekilde yansıtması
zorunludur. Günümüzde “kamu yararı kavram yanında; “toplum yararı” “ortak
çıkar”, “genel yarar” gibi birbirinin yerine kullanılan kavramlarla anlatılmak
istenen; tümünün “bireysel çıkâr”dan farklı onun, üstünde ya da dışında ortak
bir yararı amaçlamasıdır (Anym., T. 21.10.1992, E.92/13, K.92/50).
Özel mülkiyet için Anayasanın getirdiği koruma ve güvence kamu
mülkiyeti için de geçerli olduğundan, özel mülkiyet konusundaki özenin kamu
mülkiyeti konusunda öncelikle düşünüleceğinde duraksanamaz. Bu nedenle, kamu
mülkiyetinin sona erdirilmesine ilişkin esasların yasayla düzenlenmesi,
Anayasanın 35 inci maddesinin getirdiği bir zorunluluktur. Kişisel mülkiyeti
güvenceye bağlayan Anayasanın kamu mülkiyetini güvencesiz bıraktığı
düşünülemez. Nitekim mülkiyet hakkını kişiler yönünden güvenceye alan 35 inci
maddenin birinci fıkrası yanında, ikinci ve üçüncü fıkralarındaki bu hakkın
ancak yasayla sınırlanabileceği ve kullanılmasının toplum yararına aykırı
olamayacağı hususları kamu mülkiyetini de kapsamaktadır. Kamu mülkiyeti için de
geçerli olan bu güvence gözardı edilemez. Kamu mülkiyeti de kamu yararı amacıyla
sınırlanabilir ve toplum yararına aykırı biçimde kullanılamaz.
Bugüne kadar yapılan uygulamalarda, yabancı sermayeden arzu edilen
ve beklenen katkının da alınamadığı yadsınamayacak bir gerçektir. Yabancı
sermaye işletmeler kurmamış, yeni yatırım, üretim ve istihdama gitmemiştir.
Aksine hazır işletmelere, hem de çok uygun fiyatlarla sahip olmayı yeğlemiştir.
1954 yılında yürürlüğe giren 6224 sayılı Yabancı Sermayeyi Teşvik
Kanunu, yatırım yapacak yabancı sermayenin ancak “Türk girişimcilerine açık,
tekel ve özel ayrıcalığı olmayan alanlara yatırım yapabileceklerini” şart
koşmuştur. Bu nedenle Devlet Planlama Teşkilatı otuz yıl süreyle Türk özel
sektörünün bile tekel yaratmamasına özen göstermiştir.
1986 yılında çıkarılan 3291 sayılı kamu iktisadi teşebbüslerinin
özelleştirilmesine ilişkin yasanın uygulama döneminde 1987 yılında Yüksek
Planlama Kurulu; satılacak hisselerin öncelikle çalışanlara, yöre halkına,
küçük tasarruf sahiplerine, yurt dışında çalışan işçilerle halka satışının
amaçlandığını açıklıyordu. Bunun gerçek niyeti yansıtmadığı kısa sürede
anlaşılmış, özelleştirme nedenleri ve öncelikleri bir yana itilmiş, blok
halinde yabancılara satışa geçilmiştir. Bu durumu yakından gözlemleyen Anayasa
Mahkemesi de, yukarıda değinilen 07.07.1994 tarih ve E.1994/49, K.1994/45-2
sayılı kararında “Halka ya da çalışana “satılsa bile yasada önlem
getirilmedikçe payların hızla el değiştirmesi her zaman için olanaklıdır.
Özelleştirilen ve ilk aşamada halka satılan kuruluşların sonradan yerli ya da
yabancı sermaye gruplarının eline geçme olasılığı fazladır. Düzenlemelerin bu
tür durumları önleyecek biçimde yapılması gerekir” demek ihtiyacını duymuştur.
Ülkenin ekonomik, sosyal ve siyasal geleceği ile sıkı sıkıya bağlı
bu önemli konunun, tüm yasal, siyasal olanaklardan yararlanarak önce halka mal
edilmesi ve bu bağlamda Türk Telekom'un hisselerinin de halka satışını
sağlayacak, özendirecek ve payların yabancılara geçmesini önleyecek tedbirlerin
alınması gerekirken bu stratejik Kuruluşun tümüyle yabancılara satışının önünün
açılmasında hukuksal ilkelerin yıpranıp yıkılmasına duyarsız kalınması kabul
edilemez.
Anayasa Mahkemesi 07.07.1994 tarihli E.1994/49, 1994/45-2 sayılı
kararında, “Kalkınmayı hızlandırmak için elbette dış borçlanma, yabancı
sermaye, yabancı ortaklıklardan yararlanmak gerekir; ancak, özelleştirme
yoluyla giderek yabancıların nüfuzuna yol açılması ülke bağımsızlığı yönünden
kabul edilemez. Bu gerçek, özelleştirme politikası uygulayan gelişmiş kimi
ülkeleri bile önlem almak zorunda bırakmıştır” derken, ulusal varlıklarımızın
yabancılaştırılması konusuna dikkat çekmiştir. Yine mahkeme aynı kararında
“Telekomünikasyon ve elektrik gibi stratejik öneme sahip kamu hizmetlerinin
yabancılaşması, ülke savunması, güvenliği ve bağımsızlığı yönünden sakıncalıdır”
demektedir.
Anayasa Mahkemesinin bu kararında da belirtildiği üzere, ülke
savunmasını, güvenliğini, ekonomisini, sosyal yaşamını etkileyen ve bu nedenle
Ülkenin bağımsızlığını doğrudan ilgilendiren stratejik bir kuruluş olan Türk
Telekom A.Ş.nin yabancılara satışında kamu yararı olduğunu söylemek mümkün
değildir.
Anayasa Mahkemesinin 07.11.1989 tarihli E.1989/6. K.1989/42 sayılı
kararında,
“Yasal düzenlemelerin Cumhuriyetin temel niteliklerinden birisi
olan hukuk devleti ilkesine uygun olması kaçınılmaz bir zorunluluktur.
Yönetilenlere, en güçlü, en etkin ve en kapsamlı biçimde hukuksal güvenceyi
sağlayan hukuk devleti, tüm devlet organlarının eylem ve işlemlerinin hukuka
uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayarak insan hakları, temel haklar ve özgürlükler
yönünden Anayasal ilkeler düzeyine ulaşmış kurallara dayanır. Hukukun
üstünlüğünü, toplumsal barışı ve ulusal dayanışmayı amaçlamayan Anayasanın
öncelik ve bağlayıcılığını gözetmeyen, hukukun evrensel kurallarına saygılı
olmayan, adaletli bir düzeni gerçekleştirmeyen, kişilere değer vermeyen, çağdaş
kurum ve kurallarla uyum sağlamayan devletin hukuk devleti olduğundan söz
edilemez. Yetkilerle güçlendirilen devlet, vergilendirme konusunda gerekli
düzenlemeleri gerçekleştirirken de hak ve özgürlükleri özenle koruyacak,
devlete kaynak sağlamak amacıyla hukuksal ilkelerin yıpranıp yıkılmasına
duyarsız kalmayacaktır. Gelir elde edilmesi amacıyla hukuk devleti
niteliklerinden vazgeçilemez.”
Anayasa Mahkemesinin bu kararında devlete kaynak sağlamak amacıyla
gerekli düzenlemeler gerçekleştirilirken hukuksal ilkelerin yıpranıp
yıkılmasına duyarsız kalınamayacağı açıkça belirtilmiştir. 5189 sayılı Kanunun
2 nci maddesinin 406 sayılı Kanunun ek 17 nci maddesinin üçüncü fıkrasını madde
metninden çıkarılması için yapılan düzenlemede; Türk Telekom'un yabancılara
satılarak devlete kaynak yaratılmak istenmesi tek ölçek olarak görülmüş, hukuk
devletinin vazgeçilmez öğelerinden olan “yasaların kamu yararına dayanması”
ilkesi gözetilmediği gibi “karşılıklılık, “hukuk devleti” ve “Anayasanın
üstünlüğü ve bağlayıcılığı” ilkeleri de dikkate alınmamış ve nihayet
“bağımsızlık ilkesi”nin yıpranmasına duyarsız kalınmıştır. Bu nedenle, yapılan
bu düzenleme Anayasanın 2 ve 11 inci maddelerine ve Anayasa Mahkemesinin
yukarıda açıklanan kararına da aykırıdır.
Anayasanın 153 üncü maddesinin son fıkrasında Anayasa Mahkemesi
kararlarının yasama yürütme ve yargı organları ile yönetim makamlarını, gerçek
ve tüzelkişileri bağlayacağı öngörülmüştür. Bu kural gereğince Yasama Organı,
yapacağı yeni düzenlemelerde daha önce aynı konuda verilen Anayasa Mahkemesi
kararlarını gözönünde bulundurmak, bu kararları etkisiz bırakacak biçimde yeni
yasa çıkarmamak ve Anayasaya aykırı bulunarak iptal edilen kuralları tekrar
yasalaştırmamak yükümlülüğündedir.
16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Çeşitli Kanunlarda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanunun 2 nci maddesi ile; Anayasa Mahkemesinin yukarıda
değinilen kararları göz önünde bulundurulmayıp bu kararları etkisiz bırakacak
şekilde yeni düzenleme yapıldığından bu madde hükmü Anayasanın 153 üncü
maddesine de aykırılık teşkil etmektedir.
Stratejik kamu hizmetlerinde çoğunluğun yabancıların eline geçmesi
durumunda bile, Devletin bu hizmetler üzerindeki denetim ve düzenleme
yetkilerinin devam ettiği, Telekomünikasyon Kurumu'nun ulusal güvenliğin ve
milli yararların tehlikeye düşmesini önleyecek tedbirleri alabileceği,
sözleşmeyi tek taraflı feshedebileceği görüşü isabetli değildir.
406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununun değişik 2 nci maddesine
göre, telekomünikasyon hizmetlerini yürütmek veya alt yapısını işletmek ve/veya
kurmak için mutlaka bir görev sözleşmesi, imtiyaz sözleşmesi, ruhsat veya genel
izin bulunması gerekmektedir.
Diğer yandan 3 üncü maddenin (c) bendine göre; eğer bir
telekomünikasyon hizmeti veya alt yapısı, frekans, uydu pozisyonu ve
numaralandırma gibi kıt kaynakların tahsisini içeriyorsa veya bu hizmet/alt
yapı “her bir işletmeciye belirli, özel hak ve yükümlülüklerin verilmesini
gerektiriyorsa” veya “sınırlı sayıda işletmeci tarafından yürütülecekse”,
sadece bir imtiyaz sözleşmesi ile gördürülebilir.
Görev ve imtiyaz sözleşmesi olsun, telekomünikasyon ruhsatı ve
genel izin olsun, kanunda telekomünikasyon hizmeti yürütme yöntemi olan
belirlenen kamu hizmeti görme yöntemlerinin “kamu hukuku rejimine tabi
yöntemler” olduğu kuşkusuzdur. Kamu hukuku rejimine tabi kamu hizmeti görme
yöntemleri için ise, idarenin her zaman, kamu yararı gerektirdiğinde tek yanlı
değişiklik yapma, hizmetin görülme şartlarını yenileme, feshetme gibi yetkileri
bulunduğu ileri sürülerek Türk Telekom'un yabancılara satışı halinde de milli
yarar ve güvenliğin korunmasının mümkün olduğu savunulmaktadır. Ancak uygulama,
kamu hukukundan kaynaklanan güvencenin sanıldığı gibi olmadığını, mevcut
düzenlemenin de yeterli olmadığını çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır.
406 sayılı Kanunun 10 uncu maddesinde mobil telekomünikasyon, data
ve Türk Telekomünikasyon Kurumu'nun belirleyeceği diğer hizmet ve alt yapı
işletmecileri için zorunlu roaming öngörülmüştür, “aynı alandaki diğer işletmecilerin
müşterilerine ait ekipmanların kendi telekomünikasyon sistemleri üzerinden de
çalışabilmesine izin verilmesi” olarak tanımlanan roaming'in herhangi bir
işletmeci hakkında zorunlu olabilmesi için, bu roaming talebinin “makul,
ekonomik açıdan oranlı ve teknik açıdan mümkün olması” gerekmektedir.
Roaming konusunda işletmecilerin ruhsat taleplerini karşılamakla
yükümlü oldukları (zorunlu roaming) belirtilmekle birlikte bu talebin
karşılanmaması durumunda ne olacağı konusunda açık bir hüküm yoktur, yani
Telekomünikasyon Kurumuna yaptırım uygulama gibi açık bir yetki verilmemiştir.
Yasal bir yetki bulunmadığından ancak imtiyaz sözleşmesindeki
yaptırımlara başvurulabilecektir. İmtiyaz sahibine uygulanacak yaptırımlar
imtiyaz sözleşmesinde öngörülmektedir. Üç tür yaptırım söz konusudur.
- Parasal Yaptırımlar: Sözleşmede imtiyaz sahibinin
yükümlülüklerini yerine getirmemesi durumunda uygulanacak parasal yaptırımlar
öngörülebilir.
- El Koyma: İmtiyaz sahibinin kamu hizmetinin görülmesini
aksatması halinde idarenin geçici olarak imtiyaz sahibinin yerini alarak
hizmeti sürdürmesidir.
Bu geçici bir durumdur.
- İmtiyazın düşürülmesi: İmtiyaz işlemine son verilmesi anlamına
gelmektedir. Sözleşmede bu yetkinin idareye verilmesi hali dışında imtiyazın düşürülmesine
yargıç karar verir.
Ancak bu yaptırımların uygulanması sanıldığı kadar kolay değildir.
Çünkü imtiyaz sözleşmelerine bu sözleşmeden doğacak ihtilafların milletlerarası
tahkim yoluyla çözülmesi yolunda hükümler konulmakta, haklı ve yasal istekler
karşısında (zorunlu roaming) dahi milletlerarası tahkim yoluna
başvurulmaktadır.
Nitekim, “Türkiye'deki GSM 900 ve 1800 Şebeke Operatörleri
Arasında Makul, Ekonomik Açıdan Orantılı ve Teknik Açıdan Uygulanabilir Bir
Ulusal Roaming Sözleşmesi Gerçekleştirmek İçin Telekomünikasyon Kurumu
Tarafından Belirlenen Hüküm ve Şartlar” adlı düzenlemenin iptali için, Telsim
ve Türkcell Anonim şirketleri tarafından; Milletlerarası Ticaret Odası (ICC)
Milletlerarası Tahkim Mahkemesinde Ulaştırma Bakanlığı ve Telekomünikasyon
Kurumu aleyhine 2001 yılında davalar açılmıştır (ICC - 11871/DB/EC; ICC -
11867/DK).
Tahkim Mahkemesi Telsim tarafından açılan davada (11871/ DB/EC) 27
Mayıs 2003 tarihinde verdiği kararında;
- “Türkiye'deki GSM 900 ve 1800 Şebeke Operatörleri Arasında
Makul, Ekonomik Açıdan Orantılı ve Teknik açıdan Uygulanabilir Bir Ulusal
Roaming Sözleşmesi gerçekleştirmek için Telekomünikasyon Kurumu Tarafından
Belirlenen Hüküm ve Şartlar” başlıklı belgedeki hükümlerin Lisans sözleşmesine
aykırı olmadığına,
- Davalıların Davacı ve İş - Tim (diğer işletmeci) arasında
yapılacak roaming sözleşmesine müdahalelerinin hukuka aykırı olup olmadığı
konusunda Heyet'in görevsiz olduğuna,
karar vermiştir. Karar'ın incelenmesinden de anlaşılacağı üzere
aradan iki yıl gibi bir süre geçmiş ancak uyuşmazlık bütün yönleri ile çözüme
kavuşturulamamıştır. Kaldı ki, Tahkim Mahkemesinin kararı aleyhine de genel
mahkemede iptal davası açılması mümkün bulunmaktadır. Nitekim davacı tarafça
iptal davası yoluna gidildiği de edinilen bilgiler arasındadır.
Görüldüğü üzere imtiyaz sözleşmesinden kaynaklanan yaptırımların
uygulanarak sonuca ulaşılması sanıldığı kadar kolay değildir.
Diğer taraftan, 5189 sayılı Kanunun 2 nci maddesiyle 406 sayılı
Kanunun ek 17 nci maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan
“devamı süresince tekel mahiyetinin yaratabileceği sakıncalar da dahil” ve
ikinci cümlesinde yer alan “yeni şirketler kurulması veya kurulu bulunan
şirketlere iştirak edilmesi, uluslararası telekomünikasyon birliklerine
katılınması veya uluslararası anlaşmalara taraf olunması” ibarelerinin
çıkarıldığından, milli yararların korunması amacıyla “oluşturulan “imtiyazlı
hisseye”; şirketin yönetimi ve faaliyetleri üzerinde tanınan denetim ve kontrol
yetkisi sınırlandırılmıştır. Kaldı ki sınırlandırılmamış dahi olsa, imtiyazlı
hisse yoluyla milli yararların korunması da mümkün görülmemektedir. Nitekim,
Avrupa Birliği Komisyonu, “altın hisse” uygulamasını sermayenin serbest
dolaşımını ve rekabeti engellediği gerekçesiyle, Telecom Italia'daki ve İtalyan
petrol şirketi ENİ'deki “altın hisse” kuralını Avrupa Adalet Divanı'na götürmüş
ve davayı kazanmıştır. Aynı konudaki üç davada Adalet Divanı'nda sürmektedir.
Diğer taraftan yabancıların her an kendi devletlerinin himayesinde
olduğu dikkate alındığında yaptırım uygulaması yoluna gidilmesinin
devletlerarası çetin sorunları davet etmesi de kaçınılmazdır. Kaldı ki önceden
önleme olanağı varken, sonuçta bu denli sorunlarla yüklü bir yola girmek,
mantıkla da bağdaşamaz (Anym. 07.07.1994, E.1994/49, K.1994/45 - 2).
Açıklanan nedenlerle, 406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununun Ek
17 nci maddesinin üçüncü fıkrasını madde metninden çıkaran 5189 sayılı Kanunun
2 nci maddesindeki “ile aynı maddenin üçüncü fıkrası” ibaresi, Anayasanın
“Başlangıç” kısmının ikinci ve beşinci paragraflarına ve Anayasanın 2 nci, 5
inci, 11 inci ve 153 üncü maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir.
3) 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 4 üncü maddesinin
değiştirdiği 406 sayılı Kanunun Ek Madde 29'unun ikinci fıkrasının birinci
cümlesinin Anayasaya Aykırılığı.
İptali istenilen bu hüküm ile, 24.11.1994 tarihli ve 4046 sayılı
Kanunun 01.08.2003 tarihli ve 4971 sayılı Kanun ile değiştirilen 22 nci
maddesine “atıfta” bulunulmaktadır. Ancak söz konusu değişik 22 nci maddenin
ikinci fıkrasının birinci, ikinci ve üçüncü cümleleri ile altıncı fıkrasının
birinci cümlesindeki; “ikinci fıkra uyarınca atandıkları târihi izleyen
aybaşından geçerli olmak üzere üç yıl süre ile” ibaresi Anayasaya aykırıdır.
Şöyle ki:
a) 4971 Sayılı Kanunun 6 ncı maddesinin değiştirdiği 4046 sayılı
Kanunun 22 nci maddesinin ikinci fıkrasının birinci ve ikinci cümlesinin
Anayasaya Aykırılığı
Söz konusu maddenin ikinci fıkrasının üçüncü cümlesinde, 399
sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin eki (I) Sayılı Cetvele tabi personelle
ilgili özel bir düzenleme yer aldığından, birinci ve ikinci cümlelerdeki
düzenleme esas olarak 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin eki (II) Sayılı
Cetvele tabi personeli ilgilendirmektedir. Bu düzenleme çerçevesinde, önceki
kurumunda kazanılmış hak aylık derecesi 3 üncü derecenin 1 inci kademesi olan
bir II nci Müdür veya Şef, 3 üncü dereceli, unvansız, düz bir memur kadrosuna
atanabilecektir
Birinci ve ikinci cümlelerde yer alan hükümlerle Devlet Personel
Başkanlığına, personelin nakledileceği kadroların tespiti konusunda kapsamı,
sınırları, koşulları belirlenmeden, mutlak bir yetki verilmektedir.
Kanunla getirilen tek koşul, teklif edilen kadronun kazanılmış hak
aylık derecesinden aşağı olmaması, koşuludur. Oysa, ataması yapılacak memurun
statüsü ve görev unvanı, kazanılmış hak aylığı kadar önemlidir.
Söz konusu düzenlemeyle personelin nakledileceği kadronun
saptanmasında, Devlet Personel Başkanlığına, yasama organınca kullanılması
gereken bir yetki verilmiştir. Oysa Anayasanın 128 inci maddesinin ikinci
fıkrasında, memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları,
görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer
özlük işleri kanunla düzenlenir, hükmü yer almaktadır.
Bu hükme rağmen anılan personelin özlük işlerine ilişkin
düzenlemeleri yapmak üzere Devlet Personel Başkanlığına yetki verilmesi,
Anayasanın 128 inci maddesine aykırıdır. Böyle bir yetkilendirme ayrıca
Anayasanın 7 nci maddesine aykırı olarak, yasama yetkisinin yürütmeye
devredilmesi anlamını da taşır.
Anayasanın Başlangıcının dördüncü paragrafında, “kuvvetler
ayrımı”nın devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip,
belli devlet yetkilerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir
işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve yasalarda
bulunduğu; 6 ncı maddesinde, kayıtsız şartsız milletin olan egemenlik hakkının,
Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili kılınan organlar eliyle kullanılacağı;
7 nci maddesinde, yasama yetkisinin, Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet
Meclisinde olduğu, bu yetkinin devredilemeyeceği; 8 inci maddesinde, yürütme
yetkisinin ve görevinin Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından Anayasa ve
yasalara uygun olarak kullanılacağı ve yerine getirileceği yazılıdır.
Bu hükümler kural olarak, Anayasada gösterilen ayrık haller
dışında yürütmenin asli düzenleme yetkisi bulunmadığını göstermektedir.
Buna karşın Devlet Personel Başkanlığına verilen yetki asli bir
düzenleme yetkisi niteliğini taşımaktadır. Anayasanın 7 nci maddesine aykırı
bir nitelik taşıyan bu yetkilendirme, kökenini Anayasadan almadığı için
Anayasanın 6 ncı maddesi ile de uyumsuzdur.
Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti, bütün işlem ve
eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her
alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek
sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasaya aykırı durum ve
tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, Anayasa ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren,
yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda
olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasanın bulunduğu bilinci olan devlettir.
Yasama organı, kanunla düzenleme yaparken, Anayasanın 11 inci
maddesi gereğince, Anayasanın diğer hükümlerine de uygun hareket etmek
zorundadır. Bu bakımdan, Anayasanın çeşitli hükümleriyle çelişen söz konusu
düzenleme Anayasanın 11 inci maddesine de aykırıdır.
Sonuç olarak, yukarıda belirtilen nedenlerle, 4971 sayılı Kanunun
6 ncı maddesinin değiştirdiği 4046 sayılı Kanunun 22 nci maddesinin ikinci
fıkrasının birinci ve ikinci cümlesi; Anayasanın Başlangıç'ının dördüncü
paragrafındaki kuvvetler ayrımı ilkesine; 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine,
6 ncı maddesindeki, egemenlik hakkının, Anayasanın koyduğu esaslara göre
yetkili kılınan organlar eliyle kullanılacağı kuralına; 7 nci maddesindeki,
yasama yetkisinin, Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinde olduğu,
bu yetkinin devredilemeyeceği kuralına; 8 inci maddesindeki, idarenin
kanuniliği ilkesine; 11 inci maddesindeki Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü
ilkesine ve yasa ile düzenlenmesi gereken fakat yasa ile düzenlenmemiş bir
konuda Devlet Personel Başkanlığına asli düzenleme yetkisi verdiği için,
Anayasanın 128 inci maddesine aykırıdır.
b) 4971 Sayılı Kanunun 6 ncı Maddesinin Değiştirdiği 4046 sayılı
Kanunun 22 nci Maddesinin İkinci Fıkrasının Üçüncü Cümlesinin Anayasaya
Aykırılığı
4971 sayılı Kanunun 6 ncı maddesi ile 4046 sayılı Kanunun 22 nci
maddesinde değişiklik yapılmış olup, yeni düzenleme: “Bu personelden 399 sayılı
Kanun Hükmünde Kararnamenin eki (I) Sayılı Cetveldeki kadrolarda istihdam
edilmekte olanlar ile burada sayılan unvanlarla çalışan diğer statülerdeki
personelin atama teklifleri araştırmacı unvanlı kadrolara yapılır,”
şeklindedir.
Bu düzenlemeye göre, 399 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri
Personel Rejiminin Düzenlenmesi ve 233 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Bazı
Maddelerinin Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin Eki
(I) Sayılı Cetvelde yer alan, Genel Müdür; Genel Müdür Yardımcısı; Teftiş
Kurulu Başkanı; Kurul Başkanı; Daire Başkanı; Müessese Müdürü; Bölge Müdürü;
Fabrika Müdürü; İşletme Müdürü; Şube Müdürü; Müfettiş; Müfettiş Yardımcısı;
Bölge Müdür Yardımcısı ve Şube Müdür Yardımcılarının atama teklifleri
“Araştırmacı” unvanlı kadrolara yapılacaktır.
Kanun değişikliğinden önceki düzenleme; “Bu bilgilerin Devlet
Personel Başkanlığına bildirilmesinden itibaren en geç kırkbeş gün içinde bu
Başkanlığın teklifi üzerine ilgili personel, kamu kurum ve kuruluşlarında
durumlarına uygun boş kadro ve pozisyonlara atanırlar,” şeklinde idi.
Görüldüğü üzere Kanunun eski hali, personelin durumlarına uygun
kadrolara atanmasını gerekli kılarken, yeni düzenleme, farklı düzeydeki
görevlilerin tümünün araştırmacı kadrosuna atanmasını öngörmektedir.
4971 sayılı Kanunun yayımı tarihinden itibaren aynı kurumda aynı
unvanla çalışan personelden, ataması 4971 sayılı Kanundan önce yapılanların,
unvan ve statülerine uygun kadrolarda görevlendirilmesi yasal bir zorunluluk
idi. Oysa, ataması 4971 sayılı Kanundan sonra yapılanlar, unvan ve statülerini
kaybederek görevlendirileceklerdir.
399 sayılı KHK Eki (I) Sayılı Cetvelde yer alan personelin görev
unvanları ile araştırmacı kadro görev unvanı arasında hiçbir benzerlik olmadığı
gibi, bu kadrolarla araştırmacı kadrosu arasında ek gösterge ve tazminat
oranları bakımından da büyük farklılıklar vardır.
657 sayılı Kanunda araştırmacı unvanlı kadroyla ilgili net bir
tanımlama olmamasına karşın, araştırmacı kadrosunun; müsteşar, müsteşar
yardımcısı, genel müdür, genel müdür yardımcısı, daire başkanı, bölge müdürü,
bölge müdür yardımcısı, şube müdürü, şef gibi hiyerarşik kademe ve birimlerle
ilgisinin olmadığı ve müfettişlik mesleği gibi bir kariyer meslek olmadığı
konusunda hiçbir şüphe yoktur.
3046 sayılı Bakanlıkların Kuruluş ve Görev Esasları Hakkında
Kanunda gösterilen hiyerarşik kademe ve birimler arasında araştırmacı unvanı
yoktur. Öte yandan, 657 sayılı Kanunun Ek Göstergeleri düzenleyen 43 üncü
maddesinde 1 inci derecedeki müfettişlerin ek göstergesi 3600 olarak
belirlenmiştir. Yine aynı maddede 1 inci derecedeki Banka Şube Müdürlerinin ek
göstergesi 3000 olarak, Daire Başkanlarının ek göstergesi 3600 olarak
belirlenmiştir. Buna karşılık, 1 inci derecede araştırmacı kadrosunda görev
yapanların ek göstergesi, Genel İdari Hizmetler sınıfında olup da cetvelde
sayılanların dışında kalanlar gibi olup, 2200'dür.
Benzer şekilde, 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin eki (I)
Sayılı Cetveldeki kadrolarda istihdam edilmekte olan personelin özel hizmet
tazminatları ile araştırmacı kadrosunda görev yapanların özel hizmet
tazminatları arasında da farklılıklar vardır. Örneğin, Daire Başkanının Özel
Hizmet Tazminatı oranı % 200 iken, Araştırmacının Özel Hizmet Tazminatı oranı %
60'dır.
Bu farklılıklar nedeniyle, 4971 sayılı Kanunla değiştirilen söz
konusu 22 nci maddenin beşinci ve altıncı fıkrasında yapılan düzenlemeyle
araştırmacı kadrosuna atananların eski görev aylıkları ile yeni görev aylıkları
arasındaki fark kapanana kadar aradaki farkın, tazminat olarak ödenmesi, ancak
fark ödemesine ilişkin tazminat ödemesinin 3 yıl ile sınırlandırılması hükme
bağlanmıştır.
Anayasanın 128 inci maddesi uyarınca, memurların ve diğer kamu
görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri,
aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işlerini kanunla düzenlenir.
Yasama organı, kanunla düzenleme yaparken, Anayasanın 11 inci
maddesi gereğince, Anayasanın diğer hükümlerine de uygun hareket etmek
zorundadır.
Her şeyden önce yasa ile yapılan düzenlemelerde, Anayasanın kanun
önünde eşitlik ilkesine, hukuk devleti ilkesine uygun hareket edilmesi ve
ilgililerin kazanılmış haklarına dokunulmaması gerekir. Kazanılmış hakların
korunması, hukuk devleti ilkesinin gereğidir. Hukuk devletinde bütün devlet
faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun olması önemli ve temel bir ilkedir.
Anayasada yer alan hukuk devleti ilkesi, Anayasanın temel
ilkelerinden biridir. Hukuk devleti; yönetilenlere hukuk güvenliği sağlayan,
adaletli bir hukuk sistemine dayanan devlet düzeninin adıdır. Hukuka güvenin,
kamu düzeninin ve istikrarın korunması da kazanılmış hakların korunması
ilkesine bağlılık ile mümkündür.
Kazanılmış haklar, hukuk devleti kavramının temelini oluşturan en
önemli unsurdur. Kazanılmış hakları ortadan kaldırıcı nitelikte sonuçlara yol
açan uygulamalar Anayasanın 2 nci maddesinde açıklanan “Türkiye Cumhuriyeti
sosyal bir hukuk devletidir.” hükmüne aykırılık oluşturacağı gibi, toplumsal
kararlılığı ve hukuksal güvenceyi ortadan kaldırır, belirsizlik ortamına neden
olur ve kabul edilemez.
Söz konusu düzenleme kazanılmış hakları yeterince korumadığı için
hukuk devleti ilkesine aykırı bir nitelik taşımaktadır; ayrıca nitelik ve
kazanılmış haklardan doğan farklılıkları gözetmeden “araştırmacı” kadrosuna atama
yapılmasına imkan tanınması kanun önünde eşitlik ilkesiyle de bağdaşmamaktadır.
Yukarıda açıklanan nedenlerle; 4971 sayılı Kanunun 6 ncı
maddesinin değiştirdiği 4046 sayılı Kanunun 22 nci maddesinin ikinci fıkrasının
üçüncü cümlesi, Anayasanın 10 uncu maddesindeki kanun önünde eşitlik ilkesine,
2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine ve Anayasanın 11 inci maddesindeki
Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesine aykırıdır.
c) 4971 Sayılı Kanunun 6 ncı Maddesinin Değiştirdiği 4046 sayılı
Kanunun 22 nci Maddesinin Altıncı Fıkrasının Birinci Cümlesindeki; “ikinci
fıkra uyarınca atandıkları tarihi izleyen aybaşından geçerli olmak üzere üç yıl
süre ile” ibaresinin Anayasaya Aykırılığı
4971 sayılı Kanunun 6 ncı maddesinin değiştirdiği 4046 sayılı Kanunun
22 nci maddesinin altıncı fıkrasının birinci cümlesindeki “ikinci fıkra
uyarınca atandıkları tarihi izleyen aybaşından geçerli olmak üzere üç yıl süre
ile” İbaresiyle, başka kamu kurumlarına nakledilen personelin eski kadrolarına
ait haklarının üç yıl süre ile sınırlı olmak üzere saklı tutulması
öngörülmektedir.
4971 sayılı Kanun ile değişiklik yapılmadan önce yürürlükte olan
hükümlere göre, bu personelin hakları şahıslarına bağlı olarak atandıkları
görevlerde kaldıkları sürece saklı tutulmakta idi.
4971 sayılı Kanunun bu düzenlemesine göre, 399 sayılı Kanun
Hükmünde Kararnameye ekli (I) sayılı cetvelde belirtilen personelin, eski
kadrolarına ait aylık, ek gösterge, zam, özel hizmet tazminatı, makam
tazminatı, temsil tazminatı ve görev tazminatı gibi hakları atandıkları tarihi
izleyen aybaşından geçerli olmak üzere üç yıl süre ile şahıslarına bağlı olarak
saklı tutulacak; üç yıl sonra ise, araştırmacı kadrosunun hakları geçerli
olacaktır.
Anayasada yer alan hukuk devleti ilkesi, Anayasanın temel
ilkelerinden biridir. Hukuk devleti; yönetilenlere hukuk güvenliği sağlayan,
adaletli bir hukuk sistemine dayanan devlet düzeninin adıdır. Hukuka güvenin,
kamu düzeninin ve istikrarın korunması da kazanılmış hakların korunması
ilkesine bağlılık ile mümkündür.
Kazanılmış haklar hukuk devleti kavramının temelini oluşturan en
önemli unsurlarındandır. Kazanılmış hakları ortadan kaldırıcı nitelikte
sonuçlara yol açan uygulamalar Anayasanın 2 nci maddesinde açıklanan ‘Türkiye
Cumhuriyeti sosyal bir hukuk devletidir” hükmüne aykırılık oluşturacağı gibi,
toplumsal kararlılığı hukuksal güvenceyi ortadan kaldırır, belirsizlik ortamına
neden olur ve kabul edilemez.
4971 sayılı Kanunun 6 ncı maddesinin değiştirdiği 4046 sayılı
Kanunun 22 nci maddesinin altıncı fıkrasının birinci cümlesindeki “ikinci fıkra
uyarınca atandıkları tarihi izleyen aybaşından geçerli olmak üzere üç yıl süre
ile” ibaresi; kazanılmış hakların korunmasına süre sınırlaması getirdiğinden, Anayasanın
2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Anayasanın herhangi bir
hükmüne aykırı bir düzenlemenin Anayasanın bağlayıcılığı ilkesini ifade eden
Anayasanın 11 inci maddesi ile bağdaşmayacağı da açıktır. Yukarıda açıklanan
nedenlerle, Anayasanın 2 ve 11 inci maddelerine de aykırıdır.
5189 sayılı Kanunun 4 üncü maddesi ile değiştirilen 406 sayılı
Kanunun Ek Madde 29'unun iptali istenilen ikinci fıkrasının birinci cümlesinde
24.11.1994 tarihli ve 4046 sayılı Kanunun 01.08.2003 tarihli ve 4971 sayılı
Kanun ile değiştirilen 22 nci maddesine ve dolayısıyla yukarıda açıklanan
Anayasaya aykırı olan hükümlerine “atıfta” bulunularak bu hükümlerin
uygulanması istenilmektedir. Anayasaya aykırı bir hükmün uygulanması,
Anayasanın 2 nci maddesindeki “hukuk devleti” ilkesi ile 11 inci maddesindeki
“Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı” ilkesi ile bağdaşmayacağından söz
konusu birinci cümlenin iptali gerekmektedir.
4) 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 5 nci maddesinin 406
sayılı Kanuna eklediği Ek Madde 33'ün dördüncü fıkrasının birinci cümlesindeki
“ve aleyhe” ibaresinin Anayasanın 2 nci, 11 inci ve 48 inci maddelerine
Aykırılığı.
5189 sayılı Kanunun 5 inci maddesi ile 406 sayılı Kanuna eklenen
“Ek Madde 33” hükmü ile, Türksat Uydu Haberleşme ve İşletme Anonim Şirketi
(Türksat A.Ş.) kurulması ve kurulan bu şirkete, faaliyete geçmesini müteakip
iki ay içerisinde, Türk Telekom'un; uydu hizmetlerine ilişkin her türlü
sözleşmeleri ve kredi anlaşmaları ile hak, alacak ve borçları, leh ve aleyhe
açılmış ve açılacak olan davalar ve icra takiplerinin, İntelsat, ICO ve
Inmersat şirketlerindeki tüm hisselerinin, bütün hak, borç, alacak ve yetkileri
ile birlikte yapılacak protokoller ile devredilmesi öngörülmüştür.
Türksat A.Ş. ile yapılan devir protokolleri, Borçlar Kanununun 173
üncü maddesinin buyruğu karşısında Türk Telekom'u borçlarından kurtarmayacağı
gibi, üçüncü şahıs gerçek veya tüzelkişileri de hukuken ilzam etmeyen bu harici
ilişki yani Türk Telekom ile Türksat A.Ş. arasındaki ilişki, onların da devir
alanları “borcun nakli müteahhidi” olarak tanımalarına geçerli bir neden
olamaz. Borcun naklinin asıl borçluyu borç ilişkisinden çıkarması için, borcun
iç yüklenilmesi (borçtan kurtarma vaadi) yanında ayrıca borcun dış
yüklenilmesinin de gerçekleşmesi gerekir. Borcun dış yüklenilmesinde üçüncü
şahsın icabının alacaklı tarafından kabulü açık veya zımni olabilir. Ancak, söz
konusu maddede; borcun üçüncü şahıs Türksat A.Ş. tarafından üstlenilerek asıl
borçlu Türk Telekom'un borç ilişkisinden çıkmasına yönelik alacaklıların
olurlarının alınacağına dair bir düzenleme bulunmamaktadır.
Diğer taraftan Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 186 nci maddesi
hükmüne göre, “müddeabihin temliki” mümkündür. Yani Türk Telekom davacı olduğu
veya alacaklı sıfatı ile başlattığı icra takiplerine ilişkin hak ve
alacaklarını Türksat AŞ.'ne devredebilir. Ancak bir davaya ıslah suretiyle de
olsa hasım ilave edilmesi veya davadaki “davalının değiştirilmesi” mümkün
değildir. İcra takibinde Türksat A.Ş., Türk Telekom'un borçlarına “müşterek ve
müteselsil borçlu ve kefil” olabilir ancak bu kefalet Türk Telekom'u borçtan
ber'i kılmaz.
Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan hukuk devleti, bütün işlem ve
eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her
alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek
sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasaya aykırı durum ve
tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, Anayasa ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren,
yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda
olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasanın bulunduğu bilinci olan devlettir.
Borçlar Kanununun ve Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun değinilen
hükümleri ortada iken Türk Telekom aleyhine açılmış dava ve icra takiplerinin
Türksat A.Ş.ne devredilmesi hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmaz.
Anayasanın 48 inci maddesiyle düzenlenen sözleşme özgürlüğü temel
hak ve özgürlüklerdendir. Bu kural Anayasanın Sosyal ve Ekonomik Haklar ve
Ödevler bölümünde yer almıştır. Bu maddede de düzenlenen özel teşebbüs
özgürlüğü hem gerçek kişilere tek tek ve toplu olarak hem de tüzel kişilere
tanınmıştır. Türk Telekom aleyhine açılmış dava ve icra takiplerinin Türksat
A.Ş.'ne devredilmesi; sözleşme hürriyeti bağlamında Türk Telekom A.Ş. ile
alacak - borç ilişkisine giren gerçek ve tüzel kişilerin tarafı oldukları
sözleşmelerin karşı tarafını kanun hükmü ile değiştirme anlamına gelecektir ki,
böyle bir düzenleme de Anayasanın sözleşme hürriyetini düzenleyen 48 inci
maddesine de aykırılık teşkil edecektir. Anayasanın bir kuralına aykırı hükmün
Anayasanın 11 inci maddesindeki “Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü”
ilkeleriyle bağdaşması da mümkün olmadığından söz konusu düzenleme, Anayasanın
bu maddesine de aykırıdır
Bu nedenle, 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 5 inci maddesi
ile 406 sayılı Kanuna eklenen Ek Madde 33'ün dördüncü fıkrasındaki “ve aleyhe”
ibaresinin Anayasanın 2 nci, 11 inci ve 48 inci maddelerine aykırı olduğundan
iptali gerekir.
5) 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 6 ncı maddesinin 406
sayılı Kanuna eklediği Geçici Madde 8'in birinci ve üçüncü fıkralarının
Anayasaya Aykırılığı
13.07.1953 tarih ve 6145 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Posta, Telgraf
ve Telefon İşletmesi Kuruluş Kanunun 17 nci maddesi ile kurulan “PTT Mensupları
Müteselsil Kefalet Sandığı”; PTT Genel Müdürlüğünün, PTT ve Türk
Telekomünikasyon A.Ş. olarak iki ayrı kuruluşa dönüştürülmesinden sonra,
27.01.2000 tarih ve 4502 sayılı Kanunun 13 üncü maddesiyle 04.02.1924 tarihli
ve 406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanununa eklenen Ek madde 24 hükmü ile infisah
ettirilmiş ve hak ve yükümlülüklerinin devamını sağlamak üzere, “PTT Personeli
Müteselsil Kefalet Sandığı” ve “Türk Telekom Personeli Müteselsil Kefalet
Sandığı” adı altında iki müstakil sandık kurulmuş, bunlardan PTT Personeli
Müteselsil Kefalet Sandığı da, 02.06.1934 tarihli ve 2489 sayılı Kefalet
Kanununda belirtilen hükümlere tabi tutulmuştur.
2489 sayılı Kefalet Kanununun Muvakkat 1 inci maddesinde,
tasfiyenin ne şekilde yapılacağı açıklanmıştır. Bu maddenin A, B ve C fıkraları
hükmü şöyledir:
“MUVAKKAT MADDE 1 - A - Tasfiye mebdei: Bu kanunun neşrinden sonra
ilk tanzim edilecek bilanço senesinin son günüdür. Bu tarihe kadar hangi
daireye (Hususi idareler ve belediyeler dahil) ait olursa olsun kefalete bağlı
memur ve müstahdemlerin aidatlarını almağa ve katiyet kesbederek ibraz edilen
ilamlardaki paraları ödemeğe Sandık mecburdur. Bilançodan sonra ibraz edilen ve
bu kanun dışındaki daire ve müesseseler lehine olan ilamların muhtevası, tefrik
edilen hisselerden verilmek üzere alakadar dairelerden aranır.
B- Birinci fıkrada yazılı alacaklar alındıktan ve borçlar da
verildikten sonra bilançoda kalan miktar; bu kanunun dışında kalan daire ve
müesseselerin memur ve müstahdemlerinin son bilanço tarihinde alacaklı
bulundukları miktarlara göre tevzi edilir. Ancak hususi idareler ile belediye
memurlarına tevzii lazım gelen paralar kendilerine verilmeyerek alakadarların
hakları mahfuz kalmak şartıyla Dahiliye Vekaletince bu idareler ve belediyeler
sandıklarına iptidai sermaye olarak tahsis olunur. Bu memurların isimleriyle
bilançodaki bakiye alacaklarını ve bilançodaki sermayeden hisselerine düşen
miktarlarını ihtiva eden birer cetvel cüzdanlarıyla daire ve müesseseler
üzerine tanzim edilir. Bu cetvellerle birlikte her cetvele isabet eden bakiye
nakit, ayrılan daire ve müesseselerin bağlı bulundukları vekalet ve idare
emrine milli bankalardan birisine bilanço tarihinden en çok on beş gün sonra
yatırılır.
C- (A) fıkrasındaki bilançodan evvel Sandıktan ödenip de alakadar
zimmetlilerden henüz istifa edilemeyen alacaklardan tahsilat vuku buldukça
yukarda ki fıkrada yazılı daire ve müesseselere tasfiyedeki hisseleri
nispetinde taksim edilir.”
Bu hükümden de anlaşılacağı üzere; PTT Personeli Müteselsil
Kefalet Sandığı'nın alacakları tahsil edilip borçları ödendikten sonra kalan
miktarın, hiçbir kesintiye tabi tutulmaksızın tamamının bu kanunun dışında
kalan daire ve müesseselerin memur ve müstahdemlerinin son bilanço tarihinde
alacaklı bulundukları miktarlara göre tevzi edilmesi öngörülmüştür.
2489 sayılı Kefalet Kanununun yukarıda açıklanan “Muvakkat Madde
1” hükmünün Sandık mensupları için “kazanılmış hak” teşkil ettiği kuşkusuzdur.
Kazanılmış hakların korunması, hukuk devleti ilkesinin gereğidir.
Hukuk devletinde bütün devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun olması
önemli ve temel bir ilkedir.
Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında belirtildiği üzere “...
(Hukuk devletinin temel unsuru bütün devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına
uygun olmasıdır.) Hukuk devleti, insan haklarına saygı gösteren ve bu hakları
koruyucu, âdil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye kendini zorunlu
sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasaya uyan bir devlet olmak
gerekir. Hukuk devletinde kanun koyucu organ da dâhil olmak üzere, devletin
bütün organları üstünde hukukun mutlak bir hâkimiyeti haiz olması, kanun
koyucunun yasama faaliyetlerinde kendisini her zaman Anayasa ve hukukun üstün
kuralları ile bağlı tutması lâzımdır. Zira kanunun da üstünde kanun koyucunun
bozamayacağı temel hukuk prensipleri ve Anayasa vardır.
Devlet faaliyetlerinin hukuk kurallarına uygun olması, kazanılmış
haklara saygı duyulmasını gerektirir” (Anym. 03.07.1986 tarih ve E. 1986/3,
K.1986/15).
PTT Personeli Müteselsil Kefalet Sandığı'nın mevcudundan % 70'inin
PTT Genel Müdürlüğüne ilişkin çeşitli harcamalar için ayrılmasını ve geriye
kalan % 30'unun ise, Genel Bütçeye gelir kaydedilmesini öngören 5189 sayılı
Kanunun 6 ncı maddesi ile 406 sayılı Kanuna eklenen Geçici madde 8'in üçüncü
fıkrası; Sandık mensuplarının kazanılmış haklarını ihlal ettiğinden “hukuk
devleti” ilkesi ile bağdaşmayacağından, Anayasanın 2 nci maddesine aykırı olup
iptali gerekmektedir.
Diğer taraftan Anayasanın 35 inci maddesinde, mülkiyet hakkının
kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabileceği hükme bağlanmıştır. Esas
itibariyle Sandık sermayesinin kefalete tabi görevlerde çalışan personelin maaş
ve ücretinden kesilen giriş aidatı ile aylık aidatlar ve diğer kesintilerden
oluştuğu, PTT ile Hazine'nin katkı ve sermayesinin olmadığı açıkken Sandığın
nakit mevcudunun büyük bölümünün PTT Genel Müdürlüğü ile Genel Bütçe arasında %
70 ve % 30 oranlarında pay edilmesinde kamu yararı bulunduğunu söylemek mümkün
değildir.
Yine mal ve mülk edinme hürriyeti, insan haklarının en
önemlilerinden biridir. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi 17 nci maddesiyle bu
hakkı açıkladıktan sonra hiç kimsenin keyfî olarak mal ve mülkünden yoksun
edilemeyeceğini ilân etmiştir. Bunun gibi devletimizin de 6366 sayılı Kanunla
katıldığı İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Koruma Sözleşmesine ek Protokolün
1 inci maddesinde her gerçek veya tüzel kişinin mallarının dokunulmazlığına
riayet edilmesi hakkına sahip olduğu, herhangi bir kimsenin ancak kamu yararına
olarak kanunun öngördüğü şartlar ve devletler hukukunun genel prensipleri
içinde mülkünden yoksun edilebileceği açıklanmıştır.
İptali istenilen Geçici madde 8'in üçüncü fıkrası bu hükümlerle
karşılaştırılarak incelendiği zaman bu hükmün kamu yararına olarak geleceği
düzenleyici, mücerret şahsi olmayan, genel hukuk kuralları koymadığı, aksine olarak
yayımlanmasından önce kazanılmış hakları ortadan kaldıran adeta özel bir
müsadere hükmü koyduğu açıkça görülmektedir. Bu nedenle söz konusu hüküm, İnsan
Haklarını ve Ana Hürriyetleri Koruma Sözleşmesine ek Protokolün 1 inci
maddesine ve Anayasanın 35 inci maddesine de aykırılık teşkil etmektedir.
Anayasaya aykırı bir hüküm, Anayasanın 11 inci maddesindeki
“Anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü” ilkesi ile bağdaşmadığı gibi usulüne
göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası andlaşmaya ve dolayısıyla “Ahde vefa”
ilkesine aykırı olduğu için de Anayasanın 90 inci maddesine aykırılık teşkil
edecektir.
Geçici madde 8'in üçüncü fıkrasının, Anayasanın 2 nci, 11 inci, 35
inci ve 90 ıncı maddelerine aykırılığı nedeniyle iptal edilmesi gerekmektedir.
Geçici madde 8'in birinci fıkrasında ise PTT Genel Müdürlüğü
Yönetim Kuruluna düzenleme yetkisi verildiği görülmektedir. Bu düzenlemenin
esasları ile ilgili hususlar kısmen üçüncü fıkrada ve yukarıda açıklandığı gibi
Anayasaya aykırı bir biçimde gösterilmiştir. Kuşkusuz üçüncü fıkrada yer alan
Anayasaya aykırı hususlar birinci fıkrada yer alan düzenleme yetkisini de
etkileyecektir. Diğer yandan geçici madde 8 de, PTT Genel Müdürlüğü Yönetim
Kuruluna üçüncü fıkra dışındaki alanlarda Anayasanın 6, 7 ve 8 inci maddelerine
aykırı bir biçimde asli düzenleme yetkisinin devredildiği görülmektedir.
Anayasaya aykırı bir düzenlemenin Anayasanın 2 nci maddesinde ifade edilen
hukuk devleti, 11 inci maddesinde ifade edilen Anayasanın üstünlüğü ve
bağlayıcılığı ilkeleriyle bağdaşması da beklenemez.
Açıklanan nedenlerle Geçici madde 8'in iptali istenilen üçüncü
fıkrası yanında birinci fıkrasının da, Anayasanın 2, 6, 7, 8 ve 11 inci
maddelerine aykırılığı nedeniyle iptali gerekmektedir.
6) 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 12 nci maddesinin (d)
bendinin Anayasaya Aykırılığı.
5189 sayılı Kanunun 12 nci maddesinin (d) bendi ile, 24.11.1994
tarihli 4046 sayılı Özelleştirme Uygulamalarının Düzenlenmesine ve Bazı Kanun
ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 37 nci
maddesinin (a) bendinde yer alan, “ve limanların, mülkiyetin devri dışındaki
yöntemlerle özelleştirilmelerinden Türk uyruklu gerçek ve tüzel kişiler
yararlanabilir” ibaresi ile aynı bendin son cümlesi olan “Bu haktan
yararlanabilecek şirketin Türk Ticaret Siciline tescil edilmiş olması, yabancı
sermaye payının % 49'u geçmemesi, idare ve temsil etmeye yetkili olanların
ekseriyetinin Türk vatandaşı olması ve şirket ana sözleşmesine göre oy ekseriyetinin
Türk vatandaşlarında bulunması zorunludur”
cümlesi yürürlükten kaldırılmaktadır.
Yapılan bu düzenleme ile limanların mülkiyetin devri dışındaki
yöntemlerle özelleştirilmesi yabancılara açılmaktadır. Yukarıda da (1) numaralı
başlık altında açıklandığı üzere, Anayasa Mahkemesinin 07.07.1994 tarih ve
E.1994/49, K.1994/45-2 sayılı kararında, ‘Telekomünikasyon, elektrik üretim,
iletim ve dağıtım gibi stratejik önemi olan alanlara yabancıların girmesinin
ötesinde egemen olması, güvenlik, bağımsızlık ve ekonomik yönlerden çok
sakıncalı olabilir. Çünkü, bu tür kamu hizmetleri ülke güvenliği ile çok
yakından ilgilidir.” denilmiştir. Limanların da “stratejik alan”lardan olduğu
kuşkusuzdur. Bir ülkedeki limanların, ulusal savunma ve ulusal güvenlik ile
ilişkisi düşünüldüğünde bunları yabancılara bırakma sonucunu verebilecek bir
düzenlemenin, ülke savunması bakımından yaratacağı sakıncaları ayrıntılı
biçimde belirtmeye herhalde gerek yoktur.
Bu bakımdan söz konusu 12 nci maddenin (d) bendinde yer alan
düzenlemenin Anayasanın 5 inci maddesinde Devlete verilen görevlerle ve
Anayasanın başlangıç kısmının 2 ve 5 inci paragraflarında dile getirilen
ilkelerle ve Anayasa Mahkemesinin çeşitli tarihlerde verdiği kararlarda
vurguladığı özelleştirmelerde ulusal çıkarların gözetilmesinin gerekliliği ile
bağdaştırılması mümkün değildir. Halbuki Anayasanın 153 üncü maddesi, Anayasa
Mahkemesinin kararlarının bağlayıcılığı ilkesini ifade etmektedir. Anayasa
Mahkemesi kararlarına aykırı bir düzenleme Anayasanın 153 üncü maddesi ile
bağdaşmayacaktır.
Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenlemenin ise,
Anayasanın 2 nci maddesinde ifade edilen “hukuk devleti”, 11 inci maddesinde
ifade edilen “Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı” ilkeleri ile çelişeceği de
açıktır.
Açıklanan nedenlerle 5189 sayılı Kanunun 12 nci maddesinin (d)
bendi, Anayasanın “Başlangıç” kısmına, 2 nci, 5 inci, 11 inci ve 153 üncü
maddelerine (aykırıdır ve iptali gerekmektedir.
IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ
Anayasa Mahkemesinin yukarıda açıklanan kararlarında;
(1) “Telekomünikasyon, elektrik üretim, iletim ve dağıtım gibi
stratejik önemi
olan alanlara yabancıların girmesinin ötesinde egemen olması, güvenlik,
bağımsızlık
ve ekonomik yönlerden çok sakıncalı olabilir. Çünkü, bu tür kamu hizmetleri
ülke
güvenliği ile çok yakından ilgilidir.”,
(2) “Devlete kaynak sağlamak amacıyla hukuksal ilkelerin yıpranıp
yıkılmasına
duyarsız kalınamaz. Gelir elde edilmesi amacıyla hukuk devleti niteliklerinden
vazgeçilemez.”,
(3) “Anayasa Mahkemesinin Anayasaya aykırı bularak kapatmış olduğu
yabancılara taşınmaz mal satışı yolu, bu konuda dolaylı olarak yeniden açılmış
olacaktır ki, bu da Anayasa Mahkemesi kararlarını etkisiz kılma anlamına gelir.
Bu
kararlar ve karşılıklılık ilkesi gözetilmeden yapılacak özelleştirme Anayasaya
aykırı
olur”,
(4) Yabancıların temel hak ve özgürlüklerin kimilerinden
yurttaşlar gibi
yararlandırılmamasının, bu hakların kimi sınırlama ya da kısıtlamalara bağlı
tutulmasının nedenlerini, Devlet'i korumak, onun sürekliliğini sağlamak gibi
düşüncelerde aramak gerekir.”
(5) Özelleştirmeye ilişkin yasal düzenlemelerde, tekelleşme ve
kartelleşmeyi
önlemeye, dolayısıyla bireyleri ve toplumu korumaya yönelik kuralların
bulunması
zorunludur”
denilmiş olmasına karşın, Anayasa kuralları ve Anayasa
Mahkemesinin bu kararları hiç dikkate alınmayarak 16.06.2004 tarih ve 5189
sayılı Kanunun 2 nci maddesiyle 04.02.1924 tarihli ve 406 sayılı Telgraf ve
Telefon Kanununun Ek 17 nci maddesinin üçüncü fıkrası, yürürlükten kaldırılmış
ülke savunmasını, güvenliğini, ekonomisini, sosyal yaşamını etkileyen ve bu
nedenle ülkenin bağımsızlığını doğrudan ilgilendiren çok stratejik bir kuruluş
olan Türk Telekomünikasyon Anonim Şirketinin; uluslararası tekellerin eline tam
anlamıyla geçmesinin önü de açılmıştır. Böylece Anayasaya açıkça aykırı olan ve
iptalleri istenilen 16.06.2004 tarih, ve 5189 sayılı Kanunun 2 nci maddesindeki
“devamı süresince tekel mahiyetinin yaratabileceği sakıncalar da dahil”
ibaresinin, 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 2 nci maddesindeki “ile
aynı maddenin üçüncü fıkrası” ibaresinin, 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı
Kanunun 4 üncü maddesinin değiştirdiği 406 sayılı Kanunun Ek madde 29'unun
ikinci fıkrasının birinci cümlesi, 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 5
inci maddesinin 406 Sayılı Kanuna eklediği Ek Madde 33'ün dördüncü fıkrasının
birinci cümlesindeki “ve aleyhe” ibaresi, 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı
Kanunun 6 ncı maddesinin 406 sayılı Kanuna eklediği Geçici Madde 8'in birinci
ve üçüncü fıkralarının, 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 12 nci
maddesinin (d) bendinin uygulanması halinde ileride “giderilmesi güç yada
olanaksız” durum ve zararlar doğacağından, verilebilecek iptal kararı da
sonuçsuz kalacaktır. Bu nedenle, iptal davası sonuçlanıncaya kadar söz konusu
hükümlerin yürürlüğünün durdurulması gerekmektedir.
V. SONUÇ VE İSTEM
Yukarıda açıklanan gerekçelerle;
1) 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 2 nci maddesindeki
“devamı
süresince tekel mahiyetinin yaratabileceği sakıncalar da dahil” ibaresinin,
Anayasanın
2, 11 ve 167 nci maddelerine aykırı olduğundan iptaline,
2) 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 2 nci maddesindeki “ile
aynı
maddenin üçüncü fıkrası” ibaresinin, Anayasanın “Başlangıç” kısmının
ikinci ve beşinci paragraflarına ve Anayasanın 2, 5, 11 ve 153 üncü maddelerine
aykırı olduğundan iptaline,
3) 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 4 üncü maddesinin
değiştirdiği
406 sayılı Kanunun Ek Madde 29'unun ikinci fıkrasının birinci cümlesinin, Anayasanın
2 ve 11 inci maddelerine aykırı olduğundan iptaline,
4) 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 5 inci maddesinin 406
sayılı
Kanuna eklediği Ek Madde 33'ün dördüncü fıkrasının birinci cümlesindeki “ve
aleyhe” ibaresinin, Anayasanın 2, 11 ve 48 inci maddelerine aykırı olduğundan
iptaline,
5) 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 6 ncı maddesinin 406
sayılı
Kanuna eklediği Geçici Madde 8'in birinci ve üçüncü fıkralarının, Anayasanın 2,
6, 7,
8, 11, 35 ve 90 ıncı maddelerine aykırı olduğundan iptaline,
6) 16.06.2004 tarih ve 5189 sayılı Kanunun 12 nci maddesinin (d)
bendinin,
Anayasanın “Başlangıç” kısmına, 2, 5, 11 ve 153 üncü maddelerine aykırı
olduğundan iptaline,
ve uygulanmaları halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve
durumlar doğacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin
durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.”"