ANAYASA
MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı : 2002/146
Karar Sayısı : 2002/201
Karar Günü : 27.12.2002
Resmi Gazete tarih/sayı: 11.12.2003/25282
İPTAL DAVASINI AÇAN : Türkiye Büyük Millet Meclisi
üyeleri Faruk BAL, Mehmet NACAR ve 121 Milletvekili
İPTAL DAVASININ KONUSU : 3.8.2002 günlü, 4771
sayılı "Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin Kanun"un:
A- 1. maddesinin (A) fıkrasının birinci paragrafının ve bu
düzenlemeyle bağlantılı geçici 1. maddesinin, Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 3.,
4., 5., 17., 38. ve 87. maddelerine,
B- 4. maddesinin (A) fıkrasıyla 5.6.1935 günlü, 2762 sayılı
Vakıflar Kanunu'nun 1. maddesinin sonuna eklenen fıkraların, Anayasa'nın
Başlangıç'ı ile 2., 6., 9., 10., 35. ve 138. maddelerine,
C- 6. maddesinin (A) fıkrasıyla 18.6.1927 günlü, 1086 sayılı Hukuk
Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 445. maddesinden sonra gelmek üzere eklenen 445/A
maddesinin ve bu maddeyle bağlantılı geçici 2. maddesi ile 13. maddesinde yer
alan ".....6 ve 7 inci maddeleri, bu Kanununun yayımı tarihinden bir yıl
sonra,....." bölümünün Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 2., 4., 6., 9. ve 138.
maddelerine,
D- 7. maddesinin (A) fıkrasıyla 4.4.1929 günlü, 1412 sayılı Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun 327. maddesinden sonra gelmek üzere eklenen 327/a
maddesinin ve bu maddeyle bağlantılı geçici 2. maddesi ile 13. maddesinde yer
alan ".....6 ve 7 inci maddeleri, bu Kanununun yayımı tarihinden bir yıl
sonra,....." bölümünün Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 2., 4., 6., 9. ve 138.
maddelerine,
E- 8. maddesinin (A) fıkrasıyla 13.4.1994 günlü ve 3984 sayılı
Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun'un 4. maddesinin
birinci fıkrasına eklenen hükümlerin Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 3., 4., 5.,
14. ve 42. maddelerine,
F- 11. maddesinin, 14.10.1983 günlü, 2923 sayılı Yabancı Dil
Eğitimi ve Öğretimi Kanunu'nun adını, "Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi ile
Türk Vatandaşlarının Farklı Dil ve Lehçelerinin Öğrenilmesi Hakkında
Kanun" şeklinde değiştiren (A) fıkrasının; 1. maddesini değiştiren (B)
fıkrasının; 2. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendine hükümler ekleyen (C)
fıkrasının, Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 3., 4., 5., 14. ve 42. maddelerine,
aykırılığı savıyla şekil ve esas yönlerinden iptallerine ve
yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesi istemidir.
II- YASA METİNLERİ
A- İptali İstenen Yasa Kuralları
3.8.2002 günlü, 4771 sayılı Yasa'nın iptali istenen kural ve bölümleri
de içeren maddeleri şöyledir:
1- "MADDE 1.- A) Savaş ve çok yakın
savaş tehdidi hâ llerinde işlenmiş suçlar için öngörülen idam cezaları
hariç olmak üzere, 1.3.1926 tarihli ve 765 sayılı Türk Ceza Kanunu, 7.1.1932
tarihli ve 1918 sayılı Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Kanun ile 31.8.1956
tarihli ve 6831 sayılı Orman Kanununda yer alan idam cezaları müebbet ağır
hapis cezasına dönüştürülmüştür."
2- "MADDE 4.- A) 5.6.1935 tarihli ve 2762
sayılı Vakıflar Kanununun 1 inci maddesinin sonuna aşağıdaki fıkralar
eklenmiştir.
Cemaat vakıfları, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın,
Bakanlar Kurulunun izniyle dinî , hayrî , sosyal, eğitsel, sıhhî ve
kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilirler
ve taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilirler.
Bu vakıfların dinî , hayrî , sosyal, eğitsel, sıhhî ve
kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere, her ne suretle olursa
olsun, tasarrufları altında bulunduğu, vergi kayıtları, kira sözleşmeleri ve
diğer belgelerle belirlenen taşınmaz mallar, bu Kanunun yürürlüğe girdiği
tarihten itibaren altı ay içinde başvurulması hâ linde vakıf adına tescil
olunur. Cemaat vakıfları adına bağışlanan veya vasiyet olunan taşınmaz mallar
da bu madde hükümlerine tâ bidir."
3- "MADDE 6.- A) 18.6.1927 tarihli
ve 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 445 inci maddesinden sonra
gelmek üzere aşağıdaki 445/A maddesi eklenmiştir.
MADDE 445/A.- Kesin olarak verilmiş veya kesinleşmiş olan bir
kararın, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince, İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri
Korumaya Dair Sözleşmenin veya eki protokollerin ihlâ li suretiyle
verildiği saptandığında, ihlâ lin niteliği ve ağırlığı bakımından
Sözleşmenin 41 inci maddesine göre hükmedilmiş olan tazminatla giderilemeyecek
sonuçlar doğurduğu anlaşılırsa; Adalet Bakanı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuruda bulunan veya yasal temsilcisi,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararının kesinleştiği tarihten itibaren bir yıl
içinde Yargıtay Birinci Başkanlığından muhakemenin iadesi isteminde
bulunabilirler.
Bu istem, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca incelenir. Yargıtay Hukuk
Genel Kurulu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince saptanan ihlâ lin
sonuçları tazminatla giderilmiş veya istem süresi içinde yapılmamış ise
reddine; aksi hâ lde, dosyanın davaya bakması için kararı veren mahkemeye
gönderilmesine duruşma yapmaksızın kesin olarak karar verir."
4- "MADDE 7.- A) 4.4.1929 tarihli ve
1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 327. maddesinden sonra gelmek
üzere aşağıdaki 327/a maddesi eklenmiştir.
MADDE 327/a.- Kesinleşmiş bir ceza hükmünün Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesince, İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmenin
veya eki protokollerin ihlâ li suretiyle verildiği saptandığında ihlâ lin
niteliği ve ağırlığı bakımından Sözleşmenin 41 inci maddesine göre hükmedilmiş
olan tazminatla giderilemeyecek sonuçlar doğurduğu anlaşılırsa; Adalet Bakanı,
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuruda
bulunan veya yasal temsilcisi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararının
kesinleştiği tarihten itibaren bir yıl içinde Yargıtay Birinci Başkanlığından
muhakemenin iadesi isteminde bulunabilirler.
Bu istem, Yargıtay Ceza Genel Kurulunca incelenir. Yargıtay Ceza
Genel Kurulu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince saptanan ihlâ lin
sonuçları tazminatla giderilmiş veya istem süresi içinde yapılmamış ise
reddine; aksi hâ lde, dosyanın davaya bakması için kararı veren mahkemeye
gönderilmesine duruşma yapmaksızın kesin olarak karar verir."
5- "MADDE 8.- A) 13.4.1994 tarihli
ve 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanunun 4
üncü maddesinin birinci fıkrasına aşağıdaki hükümler eklenmiştir.
Ayrıca, Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak
kullandıkları farklı dil ve lehçelerde de yayın yapılabilir. Bu yayınlar,
Cumhuriyetin Anayasada belirtilen temel niteliklerine, Devletin ülkesiyle ve
milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı olamaz. Bu yayınların yapılmasına ve
denetimine ilişkin usul ve esaslar, Üst Kurulca çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir."
6- "MADDE 11.- A) 14.10.1983 tarihli
ve 2923 sayılı Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi Kanununun adı "Yabancı Dil
Eğitimi ve Öğretimi ile Türk Vatandaşlarının Farklı Dil ve Lehçelerinin
Öğrenilmesi Hakkında Kanun" şeklinde değiştirilmiştir.
B) Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi Kanununun 1 inci maddesi
aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
Madde 1.- Bu Kanunun amacı, eğitim ve öğretim kurumlarında
okutulacak yabancı diller, yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okullar ile
Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı
dil ve lehçelerin öğreniminin tâ bi olacağı esasları düzenlemektir.
C) Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi Kanununun 2 nci maddesinin
birinci fıkrasının (a) bendine aşağıdaki hükümler eklenmiştir.
Ancak, Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak
kullandıkları farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesi için 8.6.1965 tarihli ve 625
sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu hükümlerine tâ bi olmak üzere özel
kurslar açılabilir. Bu kurslar, Cumhuriyetin Anayasada belirtilen temel
niteliklerine, Devletin ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı
olamaz. Bu kursların açılmasına ve denetimine ilişkin esasve usuller, Milli
Eğitim Bakanlığınca çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir."
7- "GEÇİCİ MADDE 1.- Bu Kanunun yürürlüğe
girdiği tarihten önce 1 inci maddenin (A) fıkrası kapsamına giren suçlardan
dolayı haklarında idam cezası verilen hükümlülerin dosyalarından;
a) Henüz Yargıtaya gönderilmemiş veya Yargıtay Cumhuriyet
Başsavcılığında bulunanlar ile daha önce Türkiye Büyük Millet Meclisine
gönderilmiş olanlar hükmü veren mahkemece,
b) Yargıtayda bulunanlar ilgili ceza dairesince,
Acele işlerden sayılmak ve Türk Ceza Kanununun 2 nci maddesi
dikkate alınmak suretiyle karara bağlanır.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığında veya Türkiye Büyük Millet
Meclisinde bulunan dosyalar, gelişlerindeki usule uygun olarak Kanunun yürürlük
tarihinden itibaren bir ay içinde hükmü veren mahkemeye geri gönderilir.
Askerî mahkemeler, Askerî Yargıtay Başsavcılığı ve Askerî Yargıtayda
bulunan dosyalar hakkında da bu madde hükümleri kıyas yoluyla uygulanır."
8- "GEÇİCİ MADDE 2.- Bu Kanunun 6 ve 7 nci
maddeleri, bu maddelerin yürürlüğe girdiği tarihten sonra Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesine yapılan başvurular üzerine verilecek kararlar hakkında
uygulanır."
9- "MADDE 13.- Bu kanunun 6 ve 7 nci
maddeleri, bu Kanunun yayımı tarihinden bir yıl sonra, diğer hükümleri yayımı
tarihinde yürürlüğe girer."
B- Dayanılan Anayasa Kuralları
Yasa'nın iptali istenen kurallarının Anayasa'nın Başlangıç'ı ile,
2., 3., 4., 5., 6., 9., 10., 14., 17., 35., 38., 42., 87. ve 138.
maddelerine aykırılığı ileri sürülmüştür.
III- İLK İNCELEME
Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün 8. maddesi gereğince, Mustafa
BUMİN, Haşim KILIÇ, Yalçın ACARGÜN, Sacit ADALI, Ali HÜNER, Nurettin TURAN,
Aysel PEKİNER, Ertuğrul ERSOY, Tülay TUĞCU, Enis TUNGA ve Mehmet ERTEN'in
katılımlarıyla 12.9.2002 günü yapılan ilk inceleme toplantısında, öncelikle
davacıların şekil yönünden iptal istemleri görüşülmüştür:
Anayasa'nın 148. maddesinin ikinci fıkrasında, şekil bakımından
denetlemenin Cumhurbaşkanı'nca veya Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerinin
beşte biri tarafından istenebileceği, kanunun yayımlandığı tarihten itibaren on
gün geçtikten sonra şekil bozukluğuna dayalı iptal davası açılamayacağı, def'i
yoluyla da ileri sürülemeyeceği belirtilmiş, 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 21. ve 22. maddeleriyle de bu
düzenlemeye koşut kurallar getirilmiştir.
Kimi kurallarının iptali istenen 4771 sayılı Yasa, 9.8.2002 günlü,
24841 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanmış, iptal davası ise şekil yönünden iptal
isteminde bulunulabilmesi için Anayasa ve 2949 sayılı Yasa ile belirli on
günlük süre geçirildikten sonra 9.9.2002 gününde açılmıştır. Bu nedenle, şekil
yönünden iptal isteminin reddine, dosyada eksiklik bulunmadığından işin
esasının incelenmesine, yürürlüğü durdurma isteminin bu konudaki raporun
hazırlanmasından sonra karara bağlanmasına oybirliğiyle karar verilmiştir.
IV- YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİ
3.8.2002 günlü, 4771 sayılı Yasa'nın 1. maddesinin (A) fıkrasının
birinci paragrafının, 4. maddesinin (A) fıkrasıyla 2762 sayılı Yasa'nın 1.
maddesinin sonuna eklenen fıkraların, 8. maddesinin (A) fıkrasıyla 3984 sayılı
Yasa'nın 4. maddesinin birinci fıkrasına eklenen hükümlerin, 11. maddesinin
2923 sayılı Yasa'nın kimi hükümlerine ilişkin değişiklik ve eklemeler içeren
(A), (B) ve (C) fıkralarının, geçici 1. ve 2. maddelerinin ve 13. maddesinin
"...6 ve 7 nci maddeleri, bu Kanunun yayımı tarihinden bir yıl
sonra..." bölümünün yürürlüklerinin durdurulması isteminin reddine, 6.
maddesinin (A) fıkrasıyla 1086 sayılı Yasa'ya eklenen ve yürürlüğe girmeyen
445/A ile 7. maddesinin (A) fıkrasıyla 1412 sayılı Yasaya eklenen ve yürürlüğe
girmeyen 327/a maddelerinin yürürlüklerinin durdurulması isteminin
incelenmeksizin reddine 8.10.2002 gününde oybirliğiyle karar verilmiştir.
V- ESASIN İNCELENMESİ
Dava dilekçesi ve ekleri, işin esasına ilişkin rapor, iptali
istenen yasa kuralları, dayanılan Anayasa kurallarıyla bunların gerekçeleri ve
diğer yasama belgeleri okunup incelendikten sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
A- 4771 sayılı Yasa'nın 1. maddesinin (A) fıkrasının birinci
paragrafının ve geçici 1. maddesinin incelenmesi
4771 sayılı Yasa'nın, 1. maddesinin (A) fıkrasının dava konusu
birinci paragrafındaki kuralla, savaş ve çok yakın savaş tehdidi hallerinde
işlenmiş suçlar için öngörülen idam cezaları hariç olmak üzere,1.3.1926 günlü,
765 sayılı Türk Ceza Kanunu, 7.1.1932 günlü, 1918 sayılı Kaçakçılığın Men ve
Takibine Dair Kanun ve 31.8.1956 günlü, 6831 sayılı Orman Kanunu'nda yer alan
idam cezaları müebbet ağır hapis cezasına dönüştürülmüş, geçici 1. maddesi ile
de, bu Yasa'nın yürürlüğe girdiği 9.8.2002 tarihinden önce 1. maddenin (A)
fıkrası kapsamına giren suçlardan dolayı haklarında idam cezası verilen
hükümlülerin dosyalarından, henüz Yargıtay'a gönderilmemiş veya Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nda bulunanlar ile daha önce Türkiye Büyük Millet
Meclisi'ne gönderilmiş olanların hükmü veren mahkemece, Yargıtay'da
bulunanların ilgili ceza dairesince acele işlerden sayılmak ve Türk Ceza
Kanunu'nun 2 nci maddesi dikkate alınmak suretiyle karara bağlanacağı, Yargıtay
Cumhuriyet Başsavcılığı'nda ve Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde bulunan
dosyaların, gelişlerindeki usule uygun olarak Kanun'un yürürlük tarihinden
itibaren bir ay içinde hükmü veren mahkemeye geri gönderileceği, Askeri
mahkemeler, Askeri Yargıtay Başsavcılığı ve Askeri Yargıtay'da bulunan dosyalar
hakkında da bu madde hükümlerinin kıyas yoluyla uygulanacağı hükme bağlanarak
1. maddenin uygulanmasına ilişkin esaslar belirlenmiştir.
Dava konusu 1. maddenin gerekçesinde, yapılan değişiklikle temel
hak ve hürriyetler bakımından bir genişleme sağlandığı, böylece bir yandan
Anayasa'da yapılan değişikliklere, diğer yandan Birleşmiş Milletler Genel
Kurulu'nca kabul edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi ile Avrupa Konseyi
bünyesinde imzalanan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve eki protokollere de
uyum sağlanmasının amaçlandığı belirtilmiştir.
Dava dilekçesinde, Anayasa'nın 38. maddesine 4709 sayılı Yasayla
eklenen dokuzuncu fıkrada, "Savaş, çok yakın savaş tehdidi ve terör
suçları halleri dışında ölüm cezası verilemez" denilmesine karşın dava
konusu 1. maddede, "savaş ve çok yakın savaş tehdidi halleri" dışında
kalan ölüm cezalarının müebbet hapse dönüştürüldüğü, böylece Anayasa'da ölüm
cezası öngörülen haller arasında yer alan terör suçlarının, ölüm cezası
uygulanması gereken suçlar arasından çıkarıldığı, ciddi ve sürekli bir terör
tehdidi altında bulunulduğu halde, terör suçlarına uygulanan idam cezasının
kaldırılmasıyla terör eylemleri sonucunda hayatını kaybeden insanların da yaşam
haklarının korunamadığı; getirilen düzenlemenin Türkiye'nin üniter yapısını
tehlikeye soktuğu, maddenin, terör suçlarından idam cezası almış olan
mahkumların cezasını müebbet ağır hapis cezasına dönüştürmesi nedeniyle 4771 sayılı
Yasa'nın yürürlüğe girmesinden önce işlenmiş suçlar bakımından özel af yasası
niteliğinde olduğu, 3.10.2001 günlü 4709 sayılı Yasa'nın geçici maddesinin (B)
bendi ile bu Yasa'nın yürürlük tarihi olan 17.10.2001 tarihinden önce işlenmiş
terör eylemlerinin faillerinin, herhangi bir biçimde genel veya özel affa tabi
tutulamayacakları, oysa Anayasa ile kapatılan bu af yolunun 4771 sayılı Yasa
ile aşıldığı belirtilerek kuralın, Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 3, 4, 5, 17, 38,
ve 87. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmektedir.
Ceza yasalarının, ülkenin siyasi, sosyal ve ekonomik koşullarının
zorunlu kıldığı gereksinmeleri karşılamak amacıyla Anayasa ve ceza hukukunun
temel ilkeleri gözetilerek düzenlendiği kuşkusuzdur. Bu bağlamda, diğer yasalar
gibi ceza yasalarının da Anayasa'nın 2. maddesinde nitelikleri, 5. maddesinde
de temel amaç ve görevleri belirtilen hukuk devleti ilkesiyle uyum içinde
olması gerekir. Ceza önlemiyle toplumsal barışı hedef alan devlet, suçların
niteliği, işlenme biçimi ve kamu düzeni için yarattığı tehlikeyi gözeterek
hangi eylemlerin suç sayılacağı veya suç olmaktan çıkarılacağı, suç sayılan
eylemlerin hangi tür ve ölçüde cezai yaptırıma bağlanacağı konusunda takdir
yetkisine sahip olduğu gibi ortaya çıkan yeni durumlara göre ceza yasalarında
değişiklik yapmaya da yetkilidir.
Ceza hukukunun genel ilkelerine koşut olarak suç ve cezalara
ilişkin esasların düzenlendiği Anayasa'nın 38. maddesine 3.10.2001 günlü, 4709
sayılı Yasa ile eklenen dokuzuncu fıkrada, savaş, çok yakın savaş tehdidi ve
terör suçları halleri dışında ölüm cezası verilemeyeceği belirtilerek ceza
hukuku alanında daha çağdaş bir anlayış benimsenirken Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi ve eki protokollerle de uyum sağlanmıştır. Böylece savaş, çok yakın
savaş tehdidi ya da terör suçları söz konusu olduğunda ölüm cezası
verilebilmesi yasakoyucunun takdirine bırakılmıştır. Buna göre, toplumsal
gereksinmeler gözetilerek maddede belirtilen üç halin tümü için ya da yalnız
bir veya ikisi için ölüm cezası öngörülebilecek veya kaldırılabilecektir.
Anayasa'da yapılan bu değişiklik doğrultusunda, 3.8.2002 günlü, 4771 sayılı
Yasa'nın birinci maddesi ile de savaş ve çok yakın savaş tehdidi hallerinde
işlenmiş suçlar için öngörülen idam cezaları hariç olmak üzere 765 sayılı Türk
Ceza Kanunu, 1918 sayılı Kaçakçılığın Men ve Takibine Dair Kanun ile 6831
sayılı Orman Kanunu'nda yer alan idam cezaları müebbet ağır hapis cezasına
dönüştürülmüştür. Bu bağlamda, yasakoyucu tarafından Anayasa ile tanınan takdir
yetkisi kullanılarak ölüm cezası verilebilmesine olanak tanınan üç halden
yalnız savaş ve çok yakın savaş tehdidi için idam cezası saklı tutulmuş, terör
suçları ise kapsam dışı bırakılmıştır.
Öte yandan, dava konusu kuralla belirli suçlar için öngörülen idam
cezasının müebbet ağır hapis cezasına dönüştürülmesi sonucunda kimi
hükümlülerin, ceza hukukunun temel ilkeleri arasında bulunan ve Türk Ceza
Kanunu'nun 2. maddesinde ifade edilen failin lehinde olan kanunun tatbik ve
infaz olunacağını öngören kuraldan yararlanmalarının, devletin cezalandırma
hakkından geçici olarak feragat etmesi anlamına gelen "af"la bir
ilgisi yoktur. Tersine düşünce, ağır cezaların daha hafif cezalara
çevrilmesinin her zaman "af" olarak nitelendirilmesi sonucunu
doğuracağından kabul edilemez. Bu nedenle, Kanun'un Anayasa'nın 87. maddesinde
belirtilen TBMM'nin "af" yetkisi içinde değerlendirilmesi
olanaksızdır. Terör eylemlerine neden olanlar için cezalandırma konusundaki
yetkisini ne yönde kullanacağı ise, yasakoyucunun takdirinde olup, saptanacak
cezanın, söz konusu eylemler sonucu hayatını kaybedenlerin yaşam hakkı yönünden
bir etki yaratmayacağı açıktır.
Belirtilen nedenlerle, Yasa'nın (A) fıkrasının ilk paragrafı ile
getirilen dava konusu kural ile bu kuralın Yasa'nın yürürlüğe girdiği tarihten
önce oluşmuş hükümlülük halleri için uygulanabilme koşullarını düzenleyen
Geçici Madde 1, Anayasa'nın 17, 38 ve 87. maddelerine aykırı değildir. Bu
kurallara ilişkin iptal isteminin reddi gerekir.
Kural Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 2, 3, 4 ve 5. maddeleriyle
ilgili görülmemiştir.
B- 4771 sayılı Yasa'nın 4. maddesinin (A) fıkrasıyla 5.6.1935
günlü, 2762 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 1. maddesinin sonuna eklenen fıkraların
incelenmesi
4771 sayılı Yasa'nın 4. maddesinin (A) fıkrasıyla 2762 sayılı
Vakıflar Kanunu'nun 1. maddesinin sonuna eklenen dava konusu iki fıkra ile
cemaat vakıflarının taşınmaz mal edinmeleri, bunlar üzerinde tasarrufta
bulunmaları ve tasarrufları altında bulunan taşınmaz malların bu vakıflar adına
tescil edilmeleriyle ilgili düzenlemeler getirilmiştir. Buna göre, cemaat
vakıfları, vakfiyeleri olup olmadıklarına bakılmaksızın, Bakanlar Kurulu'nun
izniyle dinî, hayrî, sosyal, eğitsel, sıhhî ve kültürel alanlardaki
ihtiyaçlarını karşılamak üzere, taşınmaz mal edinebilecekler ve taşınmaz
malları üzerinde tasarrufta bulunabileceklerdir. Bu vakıfların aynı alanlardaki
ihtiyaçlarını karşılamak üzere, her ne suretle olursa olsun, tasarrufları
altında bulunduğu vergi kayıtları, kira sözleşmeleri ve diğer belgelerle
belirlenen taşınmaz mallar 4771 sayılı Yasa'nın yürürlüğe girdiği 9.8.2002
tarihinden itibaren altı ay içinde başvurulması halinde vakıf adına tescil
edilecek, cemaat vakıfları adına bağışlanan veya vasiyet olunan taşınmaz mallar
da bu madde hükümlerine tabi olacaktır.
Cemaat vakıfları, Türkiye'deki müslüman olmayan Türk uyruklu
cemaatlere ait olup, Lozan Barış Antlaşması ile koruma altına alınan ve 2762
sayılı Vakıflar Kanunu kapsamında bulunan mülhak vakıf niteliğindeki
tüzelkişilerdir. 2762 sayılı Yasa ile hukuki durumları yeniden belirlenen bu
vakıflar, 2762 sayılı Yasa'nın 1. maddesinin beşinci fıkrasına göre,
kendilerince seçilen kişi veya kurullarca yönetilmekte ve Vakıflar Genel
Müdürlüğü tarafından denetlenmektedirler. Cemaat vakıflarının taşınmaz malları,
2762 sayılı Yasa'nın 44. maddesi uyarınca, 16.2.1328 günlü Eşhası Hükmiyenin
Emvali Gayrimenkuleye Tasarruflarına Dair Muvakkat Kanun gereğince yapılan
bildirimlerle ve 2762 sayılı Yasa'nın geçici 1. maddesi uyarınca verilen
beyannamelere dayanılarak vakıf kütüğüne kaydedilmiş ve bu kayıt esas alınarak
tapuları verilmiştir.
2762 sayılı Yasa'da, yönetim şekilleriyle ilgili 1. madde ve
taşınmaz mal kaydı ile ilgili 44. madde dışında özel düzenleme bulunmaması
nedeniyle cemaat vakıflarının taşınmaz mal edinmeleri konusu, ortaya çıkan
uyuşmazlıklara ilişkin yargı kararlarının, bu vakıfların özel bir
yönetim şekline tabi tutularak tüzel kişiliklerine dokunulmamak üzere bir
statüye bağlandıkları, 2762 sayılı Yasa ile vakıf niteliği kazanan cemaatlere
ait hayrî, ilmî, bedii amaçlar güden bu kuruluşların düzenlenmiş vakıfnameleri
bulunmadığı için 44. madde gereğince verdikleri beyannamelerinin vakıfname
olarak kabulü zorunluluğunun ortaya çıktığı, nasıl ki vakıfnamede mal edinme
için açıklık olmayan hallerde vakıf tüzelkişiliği mal edinemezse,
beyannamelerinde bu konuda açıklık olmayan bu kurumların da gerek doğrudan
doğruya, gerekse vasiyet yoluyla taşınmaz edinemeyecekleri biçimindeki
gerekçeleriyle sonuca bağlanmıştır. Mal edinmeleri hususunda yasal
düzenlemelerde açıklık bulunmaması ve yargı kararlarıyla da sorunun çözüme
kavuşturulamaması nedeniyle getirildiği anlaşılan dava konusu düzenlemenin
gerekçesinde, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinde düzenlenen ayrımcılık yasağı
ve Ek 1 sayılı Protokolle güvence altına alınan mülkiyet hakkının koruması
ilkeleri ile uyum sağlandığı, böylece, cemaat vakıflarının taşınmaz mal
edinebilme ve taşınmazları üzerinde her türlü tasarrufta bulunabilmelerinin
olanaklı hale getirildiği, Avrupa Birliği müktesebatı ile azınlıkların
bulundukları ülkelerde, diğer vatandaşlara göre ayırımcı işleme tabi
olmamalarının, çoğunluğa mensup kişiler gibi tüm haklardan yararlanmalarının
öngörüldüğü belirtilmiştir.
Dava dilekçesinde, cemaat vakıflarına yeni taşınmaz mal edinme ve
taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilme hakkı tanınırken, Vakıflar Kanunu'na
tabi diğer vakıflarla cemaat vakıfları arasında farklılık yaratıldığı, cemaat
vakıflarının, Türk Medeni Kanunu'nun vakıflara ilişkin hükümlerinin bir
istisnası olarak Vakıflar Kanunu ile korunduğu, azınlık statüsündeki
vatandaşların vakıfları lehine getirilen bu uygulamanın, Türk vatandaşlarının
kurduğu vakıflar yönünden Türk Medeni Kanunu'nun 101. maddesinin dördüncü
fıkrası gereğince yapılan sınırlama nedeniyle eşitsizlik yarattığı, 4771 sayılı
Yasa ile getirilen düzenlemenin 2762 sayılı Yasa'nın vakıf kütüğüne kaydı
düzenleyen genel nitelikteki 44. maddesini cemaat vakıfları için değiştirdiği,
böylece 2762 sayılı Yasa kapsamındaki diğer vakıflar kapsam dışında tutularak
eşitlik ilkesine aykırı davranıldığı, kira sözleşmesi ve diğer belgeler adı altında,
şahsi borç doğuran belgelere mülkiyet hakkı kazandırıldığı, ayni hak doğuran
belgelere karşı şahsi belgelere üstünlük tanınarak mülkiyet hakkının ihlal
edildiği, getirilen düzenlemeyle cemaat vakıflarının şimdiye kadar hukuken elde
edemedikleri taşınmaz malların onlara kazandırılmasının amaçlandığı, yargı
kararlarıyla bir çok uyuşmazlığın çözümlenerek bağışların sahiplerine,
vasiyetlerin mirasçılarına iadesinin, yoksa mazbut vakıflar tüzelkişiliğine
veya hazineye intikalinin kararlaştırıldığı, bu yolla kesinleşmiş yargı
kararlarının etkisiz hale getirilmesinin yargı bağımsızlığına aykırı olduğu,
kuvvetler ayrılığı ilkesini zedelediği, kanunların geriye yürümezliği, hukuki
güven ve hukuki istikrar gibi hukukun genel ilkelerinin ihlal edildiği belirtilerek
dava konusu düzenlemenin, Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 2, 6, 9, 10, 35 ve 138.
maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmektedir.
"Yasa önünde eşitlik ilkesi" hukuksal durumları aynı
olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür.
Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı
işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık
tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve
topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin çiğnenmesi
yasaklanmıştır. Yasa önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı
tutulacağı anlamına gelmez. Durumlarındaki özellikler, kimi kişi ya da
topluluklar için değişik kuralları ve uygulamaları gerektirebilir. Aynı
hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa
Anayasa'da öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez.
2762 sayılı Vakıflar Kanunu'nda cemaat vakıfları ile aynı
nitelikteki mülhak vakıflar arasında temel olarak bir ayrım gözetilmemekle
birlikte, cemaat vakıfları, kurucularının farklılığı nedeniyle kendileri
tarafından seçilen kişi ve kurullarca yönetilmişlerdir. Kuruluşlarındaki
farklılık ve vakfiyelerinin bulunmaması gibi nedenlerle, cemaat vakıflarının
taşınmaz mal edinmeleri ve bunlar üzerinde tasarrufta bulunabilmeleri
konusundaki yargı kararları farklı hukuki durumlar ortaya çıkarmış, 2762 sayılı
Yasa kapsamındaki diğer vakıflar, Yasa'nın öngördüğü şekilde taşınmaz mal
edinme hakkına sahip olurken cemaat vakıfları bu haktan yoksun
bırakılmışlardır. Dava konusu düzenleme ile bu gelişmelerden olumsuz yönde
etkilenen cemaat vakıflarının, kuruluş amaçlarına uygun olarak ve dinî, hayrî,
sosyal, eğitsel, sıhhî ve kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz
mal edinme ve taşınmaz mallar üzerinde tasarrufta bulunabilmeleri olanağı
getirilerek mülkiyet haklarının korunması sağlanmıştır.
2762 sayılı Yasa kapsamındaki cemaat vakıfları ile diğerleri ve
Türk Medeni Kanunu'na göre kurulan vakıflar aynı hukuksal durumda
bulunmadıklarından bunların farklı kurallara bağlı tutulmalarında eşitlik
ilkesine aykırılık yoktur.
Anayasa'nın 35. maddesinde, herkesin mülkiyet ve miras haklarına
sahip olduğu, bu hakların ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabileceği
ve mülkiyet hakkının kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağı
belirtilmiştir.
Dava konusu düzenleme ile, cemaat vakıflarının, yasalar ve yargı
kararlarıyla oluşan hukuki durumları nedeniyle adlarına tapuya tescil
edilemeyen ve dinî, hayrî, sosyal, eğitsel, sıhhî ve kültürel alanlardaki
ihtiyaçlarını karşılamak üzere, her ne suretle olursa olsun, tasarrufları
altında bulunduğu belgelerle belirlenen taşınmaz mallarının, maddede belirtilen
süre içinde başvurulması halinde, tescili öngörülmektedir. Bu işlem yapılırken
genel hükümlere göre taşınmaz üzerinde başka bir mülkiyet iddiası veya ayni hak
olup olmadığı araştırılarak buna göre bir sonuca varılacağında duraksanamaz. Bu
nedenle mülkiyet hakkına aykırılık bulunmamaktadır.
2762 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 1. maddesine 4771 sayılı Yasa'nın
4. maddesinin (A) fıkrasıyla eklenen kurallarla mülkiyet hakkı konusunda
kesinleşmiş yargı kararlarıyla oluşmuş hukuksal durumlara dokunulmamakta, kimi
taşınmazları elinde bulundurup da çeşitli nedenlerle bunları üzerlerine tescil
ettiremeyen cemaat vakıflarına yeni bir olanak getirilmektedir. Yasalardaki
değişikliklere bağlı olarak mahkeme içtihatlarının da değişmesi doğal bir süreç
olup bu durumun yargı bağımsızlığını zedeleyen veya kuvvetler ayrılığı ilkesine
aykırı düşen bir yanı bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle dava konusu kural, Anayasa'nın Başlangıç'ı
ile 2., 6., 9., 10., 35. ve 138. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin
reddi gerekir.
Ali HÜNER, Ertuğrul ERSOY, Tülay TUĞCU, Ahmet AKYALÇIN ve Enis TUNGA
bu görüşe katılmamışlardır.
C- 4771 sayılı Yasa'nın 6. maddesinin (A) fıkrasıyla 1086 sayılı
Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu'na eklenen 445/A. maddenin; 7. maddesinin (A)
fıkrasıyla 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'na eklenen 327/a.
maddenin ve geçici 2. maddesi ile 13. maddesinde yer alan ".....6 ve 7
inci maddeleri, bu Kanununun yayımı tarihinden bir yıl sonra,....."
ibaresinin incelenmesi
4771 sayılı Yasayla 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu ve
1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'na eklenen dava konusu maddelerle
kesin olarak verilmiş veya kesinleşmiş bir kararın veya kesinleşmiş bir ceza
hükmünün, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesince, İnsan Haklarını ve Ana
Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmenin veya eki protokollerin ihlali suretiyle
verildiği saptandığında, ihlalin niteliği ve ağırlığı bakımından Sözleşmenin
41. maddesine göre hükmedilmiş olan tazminatla giderilemeyecek sonuçlar
doğurduğu anlaşılırsa, Adalet Bakanına, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısına,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuruda bulunana veya yasal temsilcisine,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararının kesinleştiği tarihten itibaren bir yıl
içinde Yargıtay Birinci Başkanlığından muhakemenin iadesi isteminde bulunabilme
olanağı tanınmış, bu istemin, Yargıtay Hukuk Genel Kurulunca incelenerek Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesince saptanan ihlâlin sonuçları tazminatla giderilmiş
veya istem süresi içinde yapılmamışsa reddine; aksi halde, dosyanın davaya
bakması için kararı veren mahkemeye gönderilmesine duruşma yapmaksızın kesin
olarak karar verileceği hükme bağlanmıştır.
Dava dilekçesinde, yargı yetkisinin Ulus adına bağımsız Türk
mahkemelerince kullanılacağı, dava konusu düzenleme ile egemenliğin kullanımı
olan yargı yetkisinin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'ne kısmen devredildiği ve
bu suretle bağımsız Türk mahkemelerinin üzerinde bir yargı makamı ihdas
edildiği, dosya, davaya bakması için karar veren mahkemeye gönderildiğinde, bu
mahkemenin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararı ile bağlı olup olmadığının
belli olmadığı, mahkemenin kararında diretmesi halinde ne olacağının maddede
açıklanmadığı, bunun da hukuk güvenliğinin sağlanmasını engellediği
belirtilerek söz konusu düzenlemenin, Anayasa'nın Başlangıç'ı ile, 2., 4., 6.,
9. ve 138. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Anayasa'nın Başlangıç'ının üçüncü paragrafı ile 6. maddesinde,
Ulus iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Ulusa ait olduğu
ve Türk Ulusunun egemenliğini, Anayasa'nın koyduğu esaslara göre, yetkili
organları eliyle "Yargı yetkisi" başlıklı 9. maddesinde de, yargı
yetkisinin Türk Ulusu adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağı belirtilmiştir.
Eylem ve işlemlerinin hukuka uygunluğu ön koşul olan, her alanda
adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirmek ve hukuku tüm devlet organlarına
egemen kılmak, bu bağlamda etkili bir yargı denetimi sağlama yükümlülüğündeki
hukuk devletinde, Anayasa'nın 138. maddesinde düzenlenen mahkemelerin
bağımsızlığı, yargının yasama ve yürütme organlarına karşı bağımsız yapısını,
hakimlerin bağımsızlığı ise onların Anayasa'ya, kanuna ve hukuka uygun olarak
vicdani kanaatlerine göre hüküm vermelerini ifade eder.
Kesin hükme bağlanmış olan bir dava hakkında yeniden yargılama
yapılmasını sağlayan ve olağanüstü bir kanun yolu olan yargılamanın yenilenmesi
sebepleri ilgili yasalarda sayılarak belirlenmiş, dava konusu düzenlemeyle de,
hükmün, İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmenin veya eki
protokollerin ihlali suretiyle verildiğinin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin
kesinleşmiş kararlarıyla saptanması, bu sebepler arasına eklenmiştir. Buna
göre, yargılamanın yenilenmesi isteminin yasaya uygun olarak yapıldığının
Yargıtay'ın ilgili genel kurullarınca saptanması halinde, dosya kararı veren
mahkemeye gönderilecek, davanın tâ bi olduğu usul hukuku kuralları
uygulanmak suretiyle yargılamanın yenilenmesi sebebi değerlendirilip, istem
uygun görüldüğünde kabul edilerek davanın esası hakkında yeni bir karar
verilecektir. Yargılamanın sonucuna göre, mahkemenin önceki kararını onaylaması
da bir olasılık olup, getirilen düzenlemede bunu engelleyecek bir kural yer
almamaktadır. Ayrıca, davaya bakan hâkimler, Anayasa'ya, kanuna ve hukuka uygun
olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm vereceklerinden, iç hukukun yargılama
usulüne müdahale veya yargı yetkisinin devri ya da mahkemelerin bağımsızlığını
zedeleyen bir durum söz konusu değildir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kurallar ile bu kurallarla
bağlantılı olarak 4771 sayılı Yasa'nın geçici 2. maddesi ve 13. maddesinde yer
alan "... 6 ve 7 inci maddeleri, bu Kanunun yayımı tarihinden bir yıl
sonra ..." ibaresi, Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 2., 4., 6., 9. ve 138.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
D- 4771 sayılı Yasa'nın 8. maddesinin (A) fıkrasıyla 13.4.1994
günlü, 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında
Kanun'un 4. maddesinin birinci fıkrasına eklenen hükmün incelenmesi
3984 sayılı Yasa'nın, yayın ilkeleri başlıklı 4. maddesinin
birinci fıkrasında, radyo, televizyon ve veri yayınlarının Türkçe yapılmasının
esas olduğu, ancak, evrensel kültür ve bilim eserlerinin oluşmasına katkısı
olan yabancı dillerin öğretilmesi veya bu dillerde müzik veya haber iletilmesi
amacıyla da yayın yapılabileceği belirtilmiştir. 4771 sayılı Yasayla fıkranın
sonuna eklenen dava konusu hükümle de, Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında
geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde de yayın
yapılabileceği, bu yayınların Cumhuriyetin Anayasa'da belirtilen temel
niteliklerine, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı
olamayacağı belirtilmiş, yayınların yapılmasına ve denetimine ilişkin usul ve
esasların düzenlenmesi ise Radyo ve Televizyon Üst Kurulunca çıkarılacak
yönetmeliğe bırakılmıştır.
Yasa'nın gerekçesinde, fıkraya eklenen bu hükümle ilgili olarak
bireysel hak ve özgürlükler çerçevesinde kültürel yaşam alanının
genişletilmesinin amaçlandığı, böylece Anayasa'nın 26. ve 28. maddelerinde 4709
sayılı Yasayla yapılan değişikliklere paralellik ve uluslararası sözleşmelere
de uyum sağlandığı, Türk vatandaşlarına günlük yaşamda kullandıkları farklı dil
ve lehçelerde yayın yapılabilmesi imkanı getirilirken, bu yayınların
Cumhuriyetin Anayasa'da belirtilen temel niteliklerine, Devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğüne aykırı olamayacağının vurgulandığı belirtilmiştir.
Dava dilekçesinde, Türk vatandaşı olan kişilerin Türkçeden başka
bir dili anadili olarak öğrenmelerinin, bu amaçla kurslar açılmasının, radyo ve
televizyon yoluyla yayınlar yapılmasının, Anayasa'nın 3. maddesinde ifadesini
bulan Türkiye Devleti'nin dili Türkçedir kuralına, dolayısıyla da bu maddenin
değiştirilemeyeceğine ilişkin 4. maddesine, devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez bütünlüğünü ifade eden Başlangıç'ı ile 5. ve 14. maddelerine ve 42.
maddesinin dokuzuncu fıkrasında yer alan Türkçeden başka hiçbir dilin, eğitim
ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamayacağı
ve öğretilemeyeceğine ilişkin kurala aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Anayasa'nın 3. maddesinde, Türkiye Devleti'nin dilinin Türkçe
olduğu belirtilmiş, Anayasa'nın, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti başlıklı
26. ve basın hürriyeti başlıklı 28. maddelerinde 3.10.2001 günlü 4709 sayılı
Yasa ile değişiklik yapılarak düşüncelerin açıklanması ve yayılmasında kanunla
yasaklanmış olan herhangi bir dilin kullanılamayacağı, ve bu dilde yayım
yapılamayacağı şeklindeki düzenlemeler Anayasa metninden çıkarılmak suretiyle
düşünce ve anlatım özgürlüğünün sınırları genişletilip, vatandaşların günlük
yaşamlarında farklı dil ve lehçeleri kullanmaları ve yayım yapmalarına olanak
tanınmıştır.
3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında
Kanun'un "yayın ilkeleri" başlıklı 4. maddesinin birinci fıkrasında,
radyo, televizyon ve veri yayınlarının, hukukun üstünlüğüne, Anayasanın genel
ilkelerine, temel hak ve özgürlüklere, millî güvenliğe ve genel ahlâ ka
uygun olarak kamu hizmeti anlayışı çerçevesinde yapılacağı, yayınların Türkçe
yapılmasının esas olduğu, ancak, evrensel kültür ve bilim eserlerinin
oluşmasına katkısı olan yabancı dillerin öğretilmesi veya bu dillerde müzik
veya haber iletilmesi amacıyla da yayın yapılabileceği belirtildiğinden 4771
sayılı Yasa ile eklenen dava konusu hükümlerin de fıkrada öngörülen bu yayın
ilkeleri doğrultusunda değerlendirilerek uygulanması zorunludur.
Yapılan düzenleme ile Cumhuriyetin Anayasa'da belirtilen temel
niteliklerine, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı
olmamak koşuluyla resmi ve ana dil olan Türkçe'nin yanında geleneksel olarak
kullanılan farklı dil ve lehçelerde de yayın yapılması olanaklı hale
getirilerek Anayasa'nın 26 ve 28. maddelerinde yapılan değişikliğe koşut olarak
bireysel hak ve özgürlükler çerçevesinde düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğü
ile basın özgürlüğünün kapsamı genişletilmiş ise de söz konusu kuralın,
uygulanmasında, Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 5 ve 14. maddelerinde yer alan ve
madde metninde de dile getirilen devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğüne aykırı faaliyetlere izin verilemeyeceği kuşkusuzdur.
Öte yandan, Anayasa'nın 42. maddesinin dokuzuncu fıkrasında,
Türkçeden başka hiç bir dilin, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk
vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamayacağı ve öğretilemeyeceği
öngörülmüştür. Bu kuralın eğitim ve öğretim kurumlarının radyo, televizyon ve
veri yayınlarıyla yapacakları eğitim ve öğretim programları yönünden de geçerli
olduğunda duraksanamaz.
Açıklanan nedenlerle iptali istenen kural, Anayasa'nın Başlangıç'ı
ile 3., 4., 5. ve 14. ve 42. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi
gerekir.
Ali HÜNER ve Ertuğrul ERSOY bu görüşe katılmamışlardır.
E- 2923 sayılı Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi ile Türk
Vatandaşlarının Farklı Dil ve Lehçelerinin Öğrenilmesi Hakkında Kanun'un 4771
sayılı Yasa'nın 11. maddesinin (A) fıkrasıyla değiştirilen adının, (B)
fıkrasıyla değiştirilen 1. maddesinin, (C) fıkrasıyla 2. maddesinin birinci
fıkrasının (a) bendine eklenen hükmün incelenmesi
4771 sayılı Kanunun dava konusu 11. maddesiyle 2923 sayılı Yabancı
Dil Eğitimi ve Öğretimi Kanunu'nun adı Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi ile Türk
Vatandaşlarının Farklı Dil ve Lehçelerinin Öğrenilmesi Hakkında Kanun olarak,
amaç başlıklı 1. maddesi de, "Bu Kanunun amacı, eğitim ve öğretim
kurumlarında okutulacak yabancı diller, yabancı dille eğitim ve öğretim yapan
okullar ile Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak
kullandıkları farklı dil ve lehçelerin öğreniminin tabi olacağı esasları
düzenlemektir" biçiminde değiştirilmiş, bu değişikliğin uygulanabilmesi için,
aynı Yasa'nın ikinci maddesinin birinci fıkrasının, "Türk vatandaşlarına
ana dilleri, Türkçeden başka hiçbir dille okutulamaz ve öğretilemez"
şeklindeki (a) bendine de ekleme yapılmıştır. Eklenen bu hükme göre, Türk
vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil
ve lehçelerin öğrenilmesi için 8.6.1965 günlü ve 625 sayılı Özel Öğretim
Kurumları Kanunu hükümlerine tabi olmak üzere özel kurslar açılabilecek, bu
kurslar Cumhuriyetin Anayasada belirtilen temel niteliklerine, Devletin ülkesi
ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı olamayacak, açılmalarına ve
denetimlerine ilişkin esas ve usuller Milli Eğitim Bakanlığınca çıkarılacak
yönetmelikle düzenlenecektir.
Dava dilekçesinde, söz konusu hükümlerin Anayasa'nın Başlangıç'ı
ile 3., 4., 5., 14. ve 42. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Anayasa'nın 3. maddesinde Türkiye Devletinin dilinin Türkçe olduğu
belirtilmiş, 4. maddesinde Anayasa'nın değiştirilemeyecek ve değiştirilmesi
teklif edilemeyecek maddeleri arasında 3. madde de sayılmıştır. 42. maddenin
ilk fıkrasında kimsenin eğitim ve öğretim hakkından yoksun bırakılamayacağı,
üçüncü fıkrasında eğitim ve öğretimin Atatürk ilkeleri ve inkılapları
doğrultusunda, çağdaş bilim ve eğitim esaslarına göre Devletin gözetim ve denetimi
altında yapılacağı, bu esaslara aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamayacağı,
dördüncü fıkrasında eğitim ve öğretim hürriyetinin Anayasa'ya sadakat borcunu
ortadan kaldırmayacağı, son fıkrasında da Türkçeden başka hiç bir dilin, eğitim
ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamayacağı
ve öğretilemeyeceği öngörülmüştür.
Getirilen yeni düzenlemeyle Anayasa'nın belirtilen ilkeleri
çerçevesinde Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak
kullandıkları farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesi için özel kurslar açılmasına
izin verilmiştir. Ancak bu kurslar, dava konusu kuralla 625 sayılı Özel Öğretim
Kurumları Kanunu hükümlerine bağlı tutulduklarından bu Yasa'nın 2. maddesi
uyarınca Milli Eğitim Bakanlığının denetim ve gözetimi altındadır. Nitekim,
maddede bu husus vurgulanarak, "açılmalarına ve denetimlerine ilişkin esas
ve usuller Milli Eğitim Bakanlığınca çıkarılacak yönetmelikle
düzenlenecektir" denilmektedir. Buna göre, söz konusu kursların Milli
Eğitim Bakanlığı tarafından Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 3, 4, 5 ve 14.
maddelerinde yer alan ve madde metninde de ifade edilen Cumhuriyetin Anayasa'da
belirtilen temel niteliklerine, devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğüne aykırı faaliyetlerine izin verilemeyeceği gibi, Anayasa'nın 42.
maddesinde öngörülen ilkelerle de tam uyum içinde bulunmalarının sağlanacağı
açıktır.
Bu nedenlerle, kural Anayasa'nın 3, 4, 5, 14 ve 42. maddelerine
aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Ali HÜNER, Ertuğrul ERSOY ve Tülay TUĞCU bu görüşe
katılmamışlardır.
VI- SONUÇ
3.8.2002 günlü, 4771 sayılı "Çeşitli Kanunlarda Değişiklik
Yapılmasına İlişkin Kanun"un:
A- 1. maddesinin (A) fıkrasının birinci paragrafının Anayasa'ya
aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
B- 4. maddesinin (A) fıkrasıyla 5.6.1935 günlü, 2762 sayılı Vakıflar
Kanunu'nun 1. maddesinin sonuna eklenen fıkraların Anayasa'ya aykırı olmadığına
ve iptal isteminin REDDİNE, Ali HÜNER, Ertuğrul ERSOY, Tülay TUĞCU, Ahmet
AKYALÇIN ile Enis TUNGA'nın karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
C- 6. maddesinin (A) fıkrasıyla 18.6.1927 günlü, 1086 sayılı Hukuk
Usulü Muhakemeleri Kanunu'nun 445. maddesinden sonra gelmek üzere eklenen 445/A
maddesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE,
OYBİRLİĞİYLE,
D- 7. maddesinin (A) fıkrasıyla 4.4.1929 günlü, 1412 sayılı
Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu'nun 327. maddesinden sonra gelmek üzere eklenen
327/a maddesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE,
OYBİRLİĞİYLE,
E- 8. maddesinin (A) fıkrasıyla 13.4.1994 günlü, 3984 sayılı Radyo ve
Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında Kanun'un 4. maddesinin birinci
fıkrasına eklenen hükümlerin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin
REDDİNE, Ali HÜNER ile Ertuğrul ERSOY'un karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
F- 11. maddesinin, 14.10.1983 günlü, 2923 sayılı Yabancı Dil Eğitimi
ve Öğretimi Kanunu'nun;
1- Adını, "Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi ile Türk
Vatandaşlarının Farklı Dil ve Lehçelerinin Öğrenilmesi Hakkında Kanun"
şeklinde değiştiren (A) fıkrasının,
2- 1. maddesini değiştiren (B) fıkrasının,
3- 2. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendine hükümler ekleyen (C)
fıkrasının,
Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, Ali
HÜNER, Ertuğrul ERSOY ile Tülay TUĞCU'nun karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
G- Geçici 1. maddesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal
isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
H- Geçici 2. maddesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal
isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
I- 13. maddesinin "... 6 ve 7 nci maddeleri, bu Kanunun yayımı
tarihinden bir yıl sonra,..." bölümünün Anayasa'ya aykırı olmadığına ve
iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
27.12.2002 gününde karar verildi.
|
|
|
Başkan
Mustafa BUMİN
|
Başkanvekili
Haşim KILIÇ
|
Üye
Yalçın ACARGÜN
|
|
|
|
Üye
Sacit ADALI
|
Üye
Ali HÜNER
|
Üye
Fulya
KANTARCIOĞLU
|
|
|
|
Üye
Ertuğrul ERSOY
|
Üye
Tülay TUĞCU
|
Üye
Ahmet AKYALÇIN
|
|
|
Üye
Enis TUNGA
|
Üye
Mehmet ERTEN
|
|
|
|
|
KARŞIOY
YAZISI
3.8.2002 günlü, 4771 sayılı "Çeşitli Kanunlarda Değişiklik
Yapılmasına İlişkin Kanun"un kimi kurallarının iptali istemiyle açılan
dava sonucunda verilen 27.12.2002 günlü, 2002/146 Esas, 2002/201 Karar sayılı
iptal isteminin reddine ilişkin kararda:
1- 4771 sayılı Yasa'nın 4. maddesinin (A) fıkrasıyla 5.6.1935
günlü, 2762 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 1. maddesinin sonuna eklenen fıkraların,
Anayasa'ya aykırı oldukları düşüncesiyle iptallerine karar verilmesi
gerekirken, Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin reddine ilişkin
çoğunluk görüşüne katılmıyoruz.
Yasa'nın 4. maddesinin (A) fıkrasıyla, 2762 sayılı Vakıflar
Kanunu'nun 1. maddesinin sonuna iki fıkra eklenmiştir. İptali istenen
fıkralarda :
"Cemaat vakıfları, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın,
Bakanlar Kurulunun izniyle dinî, hayrî, sosyal, eğitsel, sıhhî ve kültürel
alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilirler ve
taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilirler.
Bu vakıfların dinî, hayrı, sosyal, eğitsel, sıhhî ve kültürel
alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere, her ne suretle olursa olsun,
tasarrufları altında bulunduğu, vergi kayıtları, kira sözleşmeleri ve diğer
belgelerle belirlenen taşınmaz mallar, bu Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten
itibaren altı ay içinde başvurulması hâlinde vakıf adına tescil olunur. Cemaat
vakıfları adına bağışlanan veya vasiyet olunan taşınmaz mallar da bu madde
hükümlerine tâbidir." denilmektedir. Bu kurallara göre:
a) Cemaat vakıfları, vakfiyeleri olup olmadıklarına bakılmaksızın,
dinî, hayrî, sosyal, eğitsel, sıhhî ve kültürel alanlarındaki ihtiyaçlarını
karşılamak üzere, taşınmaz mal edinebilecekler ve taşınmaz mallar üzerinde
tasarrufta bulunabileceklerdir.
b) Bu vakıfların taşınmaz mal edinme ve taşınmaz malları üzerinde
tasarrufta bulunabilmeleri Bakanlar Kurulu'nun iznine bağlı olacaktır.
c) Bu vakıfların dinî, hayrî, sosyal, eğitsel, sıhhî ve kültürel
alanlarındaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere, her ne suretle olursa olsun,
tasarrufları altında bulunduğu, vergi kayıtları, kira sözleşmeleri ve diğer
belgelerle belirlenen taşınmaz mallar, bu Yasa'nın yürürlüğe girdiği tarihten
itibaren altı ay içinde başvurulması halinde vakıf adına tescil olunacaktır.
d) Cemaat vakıfları adına bağışlanan veya vasiyet olunan taşınmaz
mallar da bu madde hükümlerine tâbi olacaktır.
Bu yapılan geniş yasal düzenleme üzerine cemaat vakıfları ve
genelde vakıf kurumu hakkında kısa da olsa açıklamalarda bulunulması
gerekmektedir.
Cemaat (azınlık) vakıfları, Türkiye'de yaşıyan ve Türk
vatandaşları olan, müslüman olmayan, Ermeni, Yahudi ve Rum olanlara ve daha
sonraları bunlara ilâve olarak Keldani, Süryani, Bulgar ortodoksları ile
Hıristiyan Gürcülere ait dinî ve hayrî müesseselerdir.
Osmanlı Devleti döneminde azınlıklar kilise, okul, mezarlık,
hastahane gibi dinî, sağlık ve sosyal ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir bina
yapmak veya onarım istediklerinde, gerekçelerini göstererek Padişaha müracaat
ederlerdi. Ayrıca binaların inşaası veya onarımı için gerekli para, başvuru
sırasında önceden hazır bulunurdu. Cemaatten daha sonra ve ayrıca para
toplanmazdı. Buna izin verilmezdi. Padişah fermanı ile bina inşaasına veya
onarımına izin verilir, yapılan işler devamlı denetlenirdi. Ancak bu şekildeki
Padişah fermanları, vakıf kurulması için bir izin belgesi mahiyetinde olmayıp,
adeta bir yapı ruhsatı veya yapı izniydi. Bunlar gerçek anlamda vakıf değil,
tek tek dinî veya hayrî kurumlardı.
Özellikleri bu şekilde belirtilen kurumlar, vakıf olmadıklarından
vakfiyeleri, hâkimin yani kadının, bu kurumların teşkiline ilişkin kararı,
vakfedeni, mütevellileri (Yöneticileri) yoktu. Mallar genellikle tapuda din
adamları veya cemaatin güvenilir insanları üzerinde kayıtlı bulunurdu. Bu hayır
kurumlarını ve mallarını Patriğin, Hahambaşının ve cemaatlerine ait cismani ve
ruhani meclisleri yönetiyordu.
1328 (1912) Tarihli Muvakkat Kanunla, Osmanlı Tabiyetindeki
şirketlere, cemaat ve hayır kurumlarına taşınmaz mallara tasarruf etme yetkisi
yani mal edinme hakkı tanınmıştır. Yedi maddeden ibaret olan Muvakkat Kanunun
adı "Eşhas Hûkmiyenin Emvali Gayrimenkuleye Tasarruflarına Mahsus Kanunu
Muvakkat'tır. Bu Kanunla, Osmanlı tabiyetindeki şirketlere, cemaat ve hayır
kurumlarına taşınmaz mallara tasarruf etme yetkisi verilmişti. Ancak dikkât
edilecek bir husus, sözü edilen bu Kanun metninde Vakıf adı veya sözü
geçmemekte sadece Müessesat-ı Hayriye ifadesine yer verilmektedir. Bilindiği
gibi vakıf, Osmanlıda yaygın bir kurum olarak çok eskilerden beri mevcuttu.
Sözü edilen 1328 tarihli Muvakkat Kanunla, azınlık veya cemaat vakıflarına mal
edinme hakkı ve yetkisi değil, Kanunun adı ve metninden anlaşılacağı gibi
tapuda başkaları adına kayıtlı mallarını kendi adına kaydettirme olanağı
vermesi ve bu kuruluşların tüzelkişilik kazanmalarıdır. Zira hayır kurumları,
gerçek anlamda birer vakıf olmadıklarından, vakfiyeleri ve mütevellileride
bulunmamaktadır.
Lozan Barış Antlaşmasının 37- 45. maddelerinde ise Azınlıkların
Korunması düzenlenmiştir. Konu ile ilgili olan 42. maddenin üçüncü fıkrasında;
"Türk Hükümeti, söz konusu azınlıklara ait kiliselere,
havralara, mezarlıklara ve öteki din kurumlarına tam bir koruma sağlamayı
yükümlenir. Bu azınlıkların Türkiye'deki vakıflarına, din ve hayır işleri
kurumlarına her türlü kolaylıklar ve izinler sağlanacak ve Türk Hükümeti,
yeniden din ve hayır kurumları kurulması için, bu nitelikte öteki özel
kurumlara sağlanmış gerekli kolaylıklardan hiçbirini esirgemeyecektir."
denilmektedir. Bu kuralla ilk defa azınlıkların vakıflarından söz edilmektedir.
42. maddenin açık anlamı, azınlık vakıflarına veya din ve hayır kurumlarına
daha çok imkân ve kolaylıklar tanınması değil, eşit bir şekilde diğer vakıflara
veya kurumlara ne kadar kolaylık, izin veya imkân verilebiliyorsa azınlık vakıflarına
da o oranda kolaylık ve izin verilebilecektir. Azınlık vakıfları veya dinî,
hayri kurumlar ile diğer kurumlar eşit seviyede olacaklardır.
17.2.1926 günlü 743 sayılı Türk Kanunu Medenisinin yürürlüğe
girmesiyle, bu
dönemden önce kurulan eski vakıfların yeni Yasa hükümlerine bağlı olması uygun
görülmediğinden 19.6.1926 gün ve 864 sayılı "Kanunu Medeninin Sureti
Meriyet ve Şekli
Tatbiki Hakkında Kanun'un 8. maddesinde, Medeni Kanunun yürürlüğe girmesinden
önce kurulan vakıflar hakkında ayrı bir yasal düzenleme yapılacağı belirtilmiş
ve bu madde uyarınca 5.6.1935 günlü 2762 sayılı Vakıflar Kanunu çıkarılmıştır.
Bu Kanunla Türk Kanunu Medenisinden önce eski hukuka göre kurulan vakıflara,
varlıklarına ve vakfiyelerine zorunlu durumlar dışında dokunmadan yeni usul ve
esaslar getirilmiştir. Lozan Barış Antlaşmasının 42. maddesinde sözü edilen
azınlık vakıfları 2762
sayılı Vakıflar Kanununa dahil edilmişlerdir. 864 sayılı Kanunu yürürlükten
kaldıran 3.12.2001 günlü, 4722 sayılı yeni Medeni Kanunun 8. maddesinde ise,
Türk Kanunu Medenisinin yürürlüğe girmesinden önce kurulmuş bulunan vakıflar
için yürürlükte olan özel hükümlerin saklı kalmaya devam edeceği kuralı
getirilmekle 2762 sayılı Kanunun uygulanmasına devam edileceği öngörülmüştür.
4.10.1926 tarihinden önce kurulan tüm vakıflar ile cemaatlere ait
vakıflarda, halen yürürlükte olan 2762 sayılı Vakıflar Kanunu hükümlerine tabi
olup Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından denetlenmektedir. Yasa'nın 44.
maddesine göre vakıf olarak tasarruf ettikleri, vergi kayıtları, kira
mukaveleleri ve 1328 tarihli Yasa'nın yayınlanmasından sonra tapuya verilmiş
defterler ve müesseselerin hesap defterleri ve buna benzer vesikalarla
anlaşılacak olan yerler "vakıf kütüğüne" kaydedilmiş, ayrıca Geçici
Madde uyarınca, sahip oldukları tüm taşınır ve taşınmaz malların envanterini
gösteren "beyannameler" verilmiştir. Böylece 2762 sayılı Kanun
uyarınca, "vakıf kütüğüne" kaydedilen ve "Türk Vakfı"
statüsü kazanan cemaat (azınlık) vakıfları, aynı Kanunun 1. maddesi gereği,
ilgili cemaatler tarafından seçilen kişi veya kurullarca yönetilmekte, Vakıflar
Genel Müdürlüğü tarafından denetlenmektedirler.
Yukarıdan beri belirtilen yasal düzenlemeler gözetildiğinde gerek
1328 (1912) sayılı Muvakkat Kanunda, Lozan Barış Antlaşmasının 42. maddesinde,
743 sayılı Türk Kanunu Medenisinde ve 2762 sayılı Vakıflar Kanununda, cemaat
(azınlık) vakıfları ile diğer vakıflar arasında bir ayrım yapılmamış, cemaat
vakıflarının bağış, vasiyet, satınalma yoluyla mal edinebileceklerine dair bir
kural bulunmadığından, diğer vakıflara da aynı statü uygulanmıştır. Ayrıca
Osmanlı Devleti döneminde kurulan mazbut veya mülhak vakıfların hiçbirisinin
vakfiyesinde bağış alacağına dair bir hüküm yoktur. Kaldı ki 743 sayılı Türk
Kanunu Medenisi yerine yürürlüğe konulan 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu'nun
vakıflarla ilgili 101. maddesinde, "Cumhuriyetin Anayasa ile belirlenen
niteliklerine ve Anayasa'nın temel ilkelerine, hukuka, ahlâka, milli birliğe ve
milli menfaatlere aykırı veya belli bir ırk ya da cemaat mensuplarını desteklemek
amacıyla vakıf kurulamaz" kuralı getirilmiştir.
Açıklandığı gibi Yasalarda, vakıfların taşınmaz mal edinme, bağış
ve vasiyet kabul etme hususunda açık kural olmadığından konu yargı alanında
yıllarca tartışma konusu olmuş, 8.5.1974 günlü, 1971/2-820 Esas,1974/505 Karar
sayılı Yargıtay Hukuk Genel Kurul Kararı ile, vakıfların 2762 sayılı Kanuna
göre verdikleri "beyanname"ler, "vakıfname" olarak kabul
edilmiş, ancak bu vakıfnamede mal edinmeye ilişkin bir şerhin bulunmaması karşısında
mal edinemeyeceklerine, bağış ve vasiyet kabul edemeyeceklerine hükmedilmiş
böylece bu yöndeki tartışmalar sona ermiştir. İptal istemine konu olan 4771
sayılı Kanunun yürürlüğe konulmasına kadar da Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun bu
yöndeki kararı uygulanmıştır. Tüm vakıflar hakkında uygulanması geçerli olan
Yargıtay Hukuk Genel Kurul kararına rağmen çıkarılan iptal konusu Yasa kuralı
ile cemaat vakıflarına, taşınmaz mal edinmeleri ve taşınmaz mallar üzerinde
tasarrufta bulunmaları, bağış ve vasiyet kabul etme imkânı tanınmıştır.
Diğer taraftan 2762 sayılı Yasa kapsamındaki cemaat vakıflarının
sayısı 160 olup, Medeni Kanuna göre yeni cemaat vakfı kurulması da
yasaklanmıştır. Ancak uygulamada, uluslararası hukuk kuralları gereğince
azınlık tanımı yerine Türkiye'nin imzaladığı antlaşmalardaki azınlıkların esas
alındığı görülmektedir ki, bu bağlamda Türkiye'deki azınlıklar
"gayrimüslüm azınlıklar" olarak tanımlanmakta ve kaynağı da Lozan
Barış Antlaşmasına ve 18.10.1925 tarihli Türkiye-Bulgaristan Dostluk Antlaşmasına
dayanmaktadır. Bu Antlaşmalara göre Rum, Ermeni, Musevi ve Ortodoks Bulgarlar
azınlık statüsünde olup, gayrimüslim oldukları halde, azınlık olarak tanınmayan
Süryani, Keldani ve Gürcülere ait cemaat vakıfları ise cemaat vakfı
sınıflanmasına sokulmayarak mülhak vakıf olarak nitelendirilmektedir. Nitekim
4.10.2002 günlü 24896 sayılı, Resmi Gazetede yayımlanan "Cemaat
Vakıflarının Taşınmaz Mal Edinmeleri ve Bunlar Üzerinde Tasarrufta Bulunmaları
Hakkında Yönetmelik'in kapsam başlıklı 2. maddesince "Vakfiyeleri olup
olmadığına bakılmaksızın Lozan ve diğer uluslar arası antlaşmalarla azınlık
statüsü verilen cemaatlere ait vakıflara" uygulanacağı belirtilmiştir.
İptal istemiyle yakından ilgisi bulunan ve çok önemli olan bir
konuda, Lozan Barış Antlaşması'nın 45. maddesinde yer alan mütekabiliyet
kuralıdır. Antlaşma'nın 45. maddesinde, "Bu kesimdeki hükümlerle,
Türkiye'nin Müslüman olmayan azınlıklarına tanınmış olan haklar, Yunanistan'ca
da, kendi ülkesinde bulunan Müslüman azınlığa tanınmıştır." denilmektedir.
Bu hükmün anlamı çok açıktır. Türkiye'de yaşayan Müslüman olmayan Rum
vatandaşlara ait cemaat vakıflarına tanınan ve daha önemlisi Türk vakıflarına tanınmayan
haklar, Yunanistan'da yaşayan Müslüman azınlıklara tanınmakta mıdır' Yıllar
öncesinde ecdadımızın kurdukları Türk ve Müslüman cemaatlara ait vakıfların,
Yunanistan'da ve diğer Balkan Devletlerinde hukuki haklarına sahip olmak, yeni
yasal haklar elde etmek bir yana, Müslümanların seçme hakkını kullandıkları
Müftülerinin bile seçimi kabul edilmemekte, ısrar edildiğinde ise hapisle
cezalandırılmaktadırlar.
Ülkemizde yukarıda da açıklandığı gibi gerek Osmanlı Devleti
zamanında kurulan cemaat dinî ve hayrî kuruluşları ve gerekse 2762 sayılı
Kanun'un 1. maddesi uyarınca kurulan cemaat vakıfları, din adamları veya
cemaatin güvenilir kişileri üzerinde kayıtlı, yine cemaatler tarafından seçilen
kişi veya kurullarca ve daha önemlisi Patrik veya Hahambaşı tarafından
yönetilmekte, Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından sadece denetlenmektedirler.
Buna karşılık Müslüman olmayan cemaat vakıflarına tanınan haklar diğer
ülkelerde, örneğin Yunanistan'da mevcut Türk ve Müslüman vakıflarına
tanınmamaktadır. Böylece dava konusu 4771 sayılı Yasa'nın 4. maddesiyle adı
geçen Müslüman olmayan cemaat vakıflarına daha üstün ve imtiyazlı haklar
getirilmiştir.
Anayasa'nın 10. maddesinde, "Herkes, dil, ırk, renk,
cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle
ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya
sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idare makamları bütün
işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek
zorundadırlar." denilmektedir.
Buna göre, yasaların uygulanmasında dil, ırk, renk, cinsiyet,
siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep ayrılığı gözetilemeyecek; hiçbir
kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınmayacak ve bu nedenlerle
eşitsizliğe yol açılmayacaktır. Bu ilkeyle birbirlerinin aynı durumunda
olanlara ayrı kuralların uygulanması ve ayrıcalıklı kişi ve topluluklar,
zümreler yaratılması engellenmektedir Yasa önünde eşitlik herkesin her yönden
aynı kurallara bağlı olacağı anlamına gelmemektedir. Ancak, kimilerinin Anayasanın
13. maddesinde öngörülen nedenlerle, değişik kurallara bağlı tutulmaları
eşitlik ilkesine aykırılık oluşturmaz. Durum ve konumlarındaki özellikler kimi
kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları ve değişik uygulamaları
gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar ayrı
kurallara bağlı tutulursa eşitlik ilkesi bozulmaz.
Yukarıda açıklanan nedenler gözetildiğinde; 1328 (1912) sayılı
Muvakkat Kanunda, Lozan Barış Antlaşmasının 42 ve 45. maddelerinde, Türk Medeni
Kanununda ve 2762 sayılı Vakıflar Kanununda, cemaat (azınlık) vakıfları ile
diğer vakıflar arasında ayırım yapılmamış, Anayasa Mahkemesi'nin tüm
kararlarında ısrarla belirtilerek kabul edildiği üzere aynı hukuksal durumda
olduklarından aynı kurallara tabi olacakları öngörülmüştür. Anayasa'nın 10.
maddesinde yer alan eşitlik ilkesi uyarınca, yasaların uygulanmasında hiçbir
fert ve kuruluşa, aileye, zümreye ve bir sınıfa ayırım yapılmayacak, imtiyaz
tanınmayacaktır. Aynı hukuksal durumda olanlar hakkında farklı uygulamalar veya
kurallar getirilirse eşitlik ilkesine aykırılık oluşturulur. Aykırılık
oluşturan kuralın da iptali gerekir.
İptal konusu 4771 sayılı Yasa'nın 4. maddesinin (A) fıkrasıyla,
cemaat vakıflarına diğer vakıflardan, ayrı ve farklı düzenlemeler getirilmiş,
cemaat vakıfları için Anayasa'nın 10. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan
"Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz"
kuralına uyulmamıştır.
4771 sayılı Yasa'nın 4. maddesinin (A) fıkrasıyla, 2762 sayılı
Vakıflar Kanunu'nun 1. maddesi sonuna eklenen fıkralarla getirilen kurallar,
cemaat vakıfları ile diğer vakıflar arasında ayırım yapılarak, Anayasa'nın 10.
maddesine aykırılık teşkil ettiğinden bu kuralların iptali yerine reddine karar
veren çoğunluk görüşüne katılmıyoruz.
2- 4771 sayılı Yasa'nın 8. maddesinin (A) fıkrasıyla, 13.4.1994
günlü 3984 sayılı "Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında
Kanun" un 4. maddesinin birinci fıkrasına eklenen hükümlerle, 4771 sayılı
Yasa'nın 11. maddesiyle, 14.10.1983 günlü, 2923 sayılı "Yabancı Dil
Eğitimi ve Öğretimi Kanunu"nun adını değiştiren (A) fıkrasının, 1.
maddesini değiştiren (B) fıkrasının ve 2. maddesinin birinci fıkrasının (a)
bendine hükümler ekleyen (C) fıkrasının, Anayasa'ya aykırı oldukları
düşüncesiyle iptallerine karar verilmesi gerekirken, Anayasa'ya aykırı
olmadığına ve iptal isteminin reddine ilişkin çoğunluk görüşüne katılmıyoruz.
İptal konusu edilen 4771 sayılı Yasa'nın 8. maddesinin (A)
fıkrasıyla, 3984 sayılı Yasa'nın 4. maddesinin birinci fıkrasına ekleme
yapılarak:
"Ayrıca Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel
olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerde de yayın yapılabilir. Bu
yayınlar, Cumhuriyetin Anayasada belirtilen temel niteliklerine, Devletin
ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı olamaz. Bu yayınların
yapılmasına ve denetimine ilişkin usul ve esaslar, Üst Kurulca çıkarılacak
yönetmelikle düzenlenir." şeklinde hükümler getirilmiştir. Bu yapılan
düzenlemeyle Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak
kullandıkları farklı dil ve lehçelerde de yayın yapılabilecektir. 3984 sayılı
Yasa'nın 4. maddesiyle 4756 sayılı Yasa ile değişen hükümde yer alan,
"Yayınların Türkçe yapılması esastır" kuralı terkedilerek farklı dil
ve lehçelerde de yayın yapılabileceği kuralı getirilmiştir.
4771 sayılı Yasa'nın 11. maddesiyle, 2923 sayılı "Yabancı Dil
ve Öğretimi Kanunu"nun adı, "Yabancı Dil Eğitim ve Öğretimi ile Türk
Vatandaşlarının Farklı Dil ve Lehçelerinin Öğrenilmesi Hakkında Kanun"
olarak düzenlenmiş; 2923 sayılı Yasa'nın amaç başlıklı 1. maddesi
değiştirilerek;
"Bu Kanununun amacı, eğitim ve öğretim kurumlarında
okutulacak yabancı diller, yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okullar ile
Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı
dil ve lehçelerin öğreniminin tabî olacağı esasları düzenlemektir."
şeklinde gösterilmiş; yine 2923 sayılı Yasa'nın 2. maddesinin birinci
fıkrasının (a) bendine aşağıda yer alan:
"Ancak, Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel
olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesi için 8.6.1965 tarihli
ve 625 sayılı Özel Öğretim Kurumları Kanunu hükümlerine tâbi olmak üzere özel
kurslar açılabilir. Bu kurslar, Cumhuriyetin Anayasada belirtilen temel
niteliklerine, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı
olamaz. Bu kursların açılmasına ve denetimine ilişkin esas ve usuller, Milli
Eğitim Bakanlığınca çıkarılacak yönetmelikle düzenlenir." yönündeki
hükümler eklenmiştir.
Dava konusu Kanunun gerekçesinde, Türkiye'nin Avrupa Birliğine
üyelik sürecinde, Katılım Ortakları Belgesi ve Ulusal Program hedefleri
doğrultusunda, bireysel hak ve özgürlükler çerçevesinde kültürel yasal alanının
genişletmesinin amaçlandığı; böylece Anayasa'nın 26. ve 28. maddelerine 4709
sayılı Yasa ile yapılan değişikliklere paralellik getirildiği ve uluslararası
sözleşmelerede uyum sağlandığı; 3984 sayılı Yasa'nın 4. maddesinde daha önceden
4756 sayılı Yasa ile yapılan değişiklikle radyo ve televizyon yayınlarının
Türkçe yapılması esas olmakla birlikte, Türk vatandaşlarına günlük yaşamda
kullandıkları farklı dil ve lehçelerde yayın yapılabilmesi imkânının
getirildiği belirtilmiştir.
Yapılan bu yasal düzenlemelere göre, Türk vatandaşı olan kişiler,
Türkçe dışında bir başka dili veya lehçeyi öğrenmek ve eğitimde bulunmak
hususunda Devlet'ten gerekli izin ve kolaylıkların sağlanmasını
isteyebilecektir.
Anayasa'nın 3. maddesi birinci fıkrasında, "Türkiye Devleti,
ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir." kuralı çok
açık bir şekilde yer almaktadır. Bu maddede ve aynı fıkrada Türkiye Cumhuriyeti
Devletinin, ülkesi ve milletiyle bölünmezliği ve bütünlüğü ifade edilerek
"Dilinin Türkçe olduğu" belirtilmektedir. Anayasa'nın bu maddesinde
Türkçe Dili ile Devlet bütünlüğünün aynı yerde açıklanmasının anlamı, TEK
DEVLET- TEK MİLLET- TEK DİL ve her üç unsurunun BÖLÜNMEZ BÜTÜNLÜĞÜDÜR. Bu
maddede Türkçe Dili ile Türk Devleti Birliği esası korunmaktadır. Anayasanın bu
maddesiyle, Türkiye'de başka halklara, başka dillere izin verilmemekte; halklar
değil, Türk ulusu; başka diller değil, Türk Dili esas ve kuralı kabul
edilmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Devletinin ve Türk Dilinin bütünlüğü
birbirinden ayrılamaz.
Anayasa'nın 42. maddesinin sonuncu fıkrasında, "Türkçeden
başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana
dilleri olarak okutulamaz ve öğretilmez. Eğitim ve öğretim kurumlarında
okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların
tabi olacağı esaslar kanunla düzenlenir. Milletlerarası andlaşma hükümleri
saklıdır." kuralı yer almaktadır. Maddede belirtilen eğitim ve öğretim
kurumlarında okutulacak yabancı dillerle ilgili düzenleme 2923 sayılı "
Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretim Kanunu" ile yapılmıştır. Kanunun 1.
maddesinde, "Bu Kanunun amacı; eğitim ve öğretim kurumlarında okutulacak
yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların tabi olacağı
esasları düzenlemektir." şeklinde iken iptal konusu 4771 sayılı Kanun'un
11. maddesiyle, adı geçen Kanunun adı değiştirilmiş ve yukarıda yazıldığı üzere
"Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları
farklı dil ve lehçelerin öğreniminin tâbi olacağı esasları
düzenlemektedir." şeklinde ifade edilmiş ve aynı maddeyle yapılan
değişikliklerle de "özel kurslar açılabilir" yolunda hükümlere yer
verilmiştir. Anayasa'nın 42. maddesinde yer alan kurala uygun olarak düzenlenen
2923 sayılı Yasa'nın 2. maddesinin (a) bendinde yazılı olan "Türk
vatandaşlarına ana dilleri, Türkçeden başka hiçbir dil okutulamaz ve
öğretilemez" kuralı 4771 sayılı Yasa ile değiştirilmediğinden bu hüküm hâ lâ yürürlükte
bulunmaktadır.
Anayasa'nın Başlangıç bölümünün 5. paragrafında, "hiçbir
faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle
bölünmezliği esasının ... karşısında korunma göremeyeceği ..." çok açık
bir şekilde ifade edilmektedir.
Yine Anayasa'nın 14. maddesinde, "Anayasa'da yer alan hak ve
hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü
bozmayı ... kullanılamaz." kuralı yer almaktadır.
Hernekadar 4771 sayılı Yasa'nın gerekçesinde; Anayasa'nın 26. ve
28. maddelerinde 4709 sayılı Yasa ile yapılan değişikliklere ve uluslararası
sözleşmelere uyum sağlandığı ileri sürülmüş ise de, Anayasa'nın "Düşünceyi
açıklama ve yayma hürriyeti" başlıklı 26. maddesinde ve "Basın
Hürriyeti" başlıklı 28. maddesinde 4709 sayılı Yasa ile değişiklik
yapılmış ve "Düşüncenin açıklanması ve yayılmasında kanunla yasaklanmış
olan herhangi bir dil"in kullanılamayacağı; "Kanunla yasaklanmış olan
herhangi bir dilde yayım yapılamayacağı" şeklindeki düzenlemeler Anayasa
metninden çıkarılmıştır. Anayasa kurallarına göre, eğitim, öğretim, yayın yayma
ve yayın alma gibi haklar Türk vatandaşı için Anayasal hak ve hürriyetler
olarak kabul edilmiştir. Bu yönde hiçbir tereddüt ve Anayasaya aykırılık
görülemez ve düşünülemez. Ancak 4771 sayılı Yasa'nın 8. ve 11. maddeleri ile getirilen
kurallar aynı boyutta ve aynı anlamda değildir. 4771 sayılı Yasa ile yapılan
değişikliklerle, Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel olarak
kullandıkları farklı dil ve lehçeleriyle de yazılı ve görsel yayın yapabilme
olanağı sağlanmıştır. Bu bakımdan 4709 ve 4771 sayılı Yasa ile getirilen
kurallar amaç ve anlam yönünden farklıdır.
"Yukarıda açıklandığı gibi Anayasa'nın 42. maddesinin son
fıkrasında, Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk
vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez kuralı getirilirken eğitim
ve öğretim kurumlarında okutulacak yabancı diller ile yabancı dille eğitim ve
öğretim yapan okulların tabi olacağı esasların, kanunla düzenleneceği ve
Milletlerarası andlaşma hükümlerinin saklı olacağı da belirtilmiştir. Bu
anlamda, 2923 sayılı "Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi Kanunu"
çıkarılmış, 2. maddesinde, Milletlerarası andlaşma hükümleri saklı kalmak üzere,
resmi ve özel her derece ve türdeki örgün ve yaygın eğitim kurumlarında
okutulacak yabancı dillerin ve yabancı dille eğitim ve öğretim yapan okulların
tabi olacağı esaslar gösterilmiş, "Türk vatandaşlarına ana dilleri
Türkçeden başka hiçbir dil okutulamaz ve öğretilemez" esası getirilmiştir.
İptal konusu edilen 4771 sayılı Yasa ile 2923 sayılı Yasa'nın başlığı
değiştirilerek ikinci maddesinin (a) bendine de ekleme yapılmıştır.
Yabancı dil, Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından tanınmış
devletlerin kullandıkları resmi dilleri olarak 2923 sayılı Yasa ile kabul
edilip tanımlanmış olup resmi ve özel her derece ve türdeki örgün ve yaygın
eğitim kurumlarında okutulacak yabancı dillerdir. 4771 sayılı Yasa ile
getirilen kurallarla, burada belirtilen yabancı dillerin hiçbir ilgisi
bulunmamaktadır.
Diğer taraftan Anayasa'nın 42. maddesinin son fıkrasının son
cümlesinde ve 2923 sayılı Yasa'nın 2. maddesinde yer alan "Milletlerarası
andlaşma hükümlerinin saklı olduğu'' şeklindeki kurallarla zikredilen
andlaşmalar, Lozan Barış Andlaşması ile 18.10.1925 günlü Türkiye ve Bulgaristan
Arasındaki Dostluk Andlaşmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nda, azınlık ve
azınlık hakları gibi düzenlemelere yer verilmemiştir. Dil, ırk ve din ayırımı
gözetilmeksizin hukuksal vatandaşlık benimsenmiştir. Anayasa'ya uygun olarak iç
hukukumuzda da azınlıklar yer almamıştır. Lozan Barış Andlaşması ile Türkiye ve
Bulgaristan Arasındaki Dostluk Andlaşmasında sayılan gayrimüslimler dışında
Türkiye'de azınlık bulunmamaktadır. Lozan Barış Andlaşmasının
"Azınlıkların Korunması" başlıklı 37- 45. maddelerinde belirtilen hükümlere
göre, Türkiye'de yaşayan ve Türk vatandaşı olan Müslüman olmayanlar azınlık
olarak kabul edilmiş olup bunlar da Rum, Yahudi ve Ermeni vatandaşlarımızdır.
Bunlarla birlikte Türkiye'de yaşayan ve Türk vatandaşı olan Bulgar Ortodoksları
dışında kalanlar azınlık olarak kabul edilmemiştir. Anayasa'nın 42. ve 2923
sayılı Yasa'nın 2. maddesinde sözü edilen milletlerarası andlaşmalara dahil
olanlar bunlardır.
İptal konusu 4771 sayılı Yasa'nın 8. ve 11. maddeleriyle, hukuk
sistemimize "yabancı dil" ibaresiyle birlikte "günlük yaşamda
geleneksel olarak kullanılan farklı dil ve lehçe" kavramı girmiştir. Bu
şekildeki bir deyim veya aynı anlama gelen bir ifade, Anayasa'nın 26. ve 42.
maddelerinde bulunmadığı gibi diğer hükümlerinde de yer almamaktadır. Hernekadar
Bölgesel ve Azınlık Dilleri Avrupa Sözleşmesinde, vatandaşların geleneksel
olarak kullandıkları farklı dil ve lehçeler belirtilmekte ise de, sözü edilen
bu Sözleşmeye Türkiye imza atmamış ve bu sözleşmenin tarafı olmamıştır. Bu
nedenle, Anayasa'nın 42. ve 2923 sayılı Yasa'nın 2. maddesinde yer alan
"milletlerarası andlaşma" kapsamında bulunmamaktadır. Sonuç olarak
belirtmek gerekir ki, yukarıda sayılan her iki Yasa'da belirtilen
"Milletlerarası andlaşma" kapsamında Lozan Andlaşmaşı ve Türkiye ve
Bulgaristan Arasındaki Dostluk Andlaşmaşı dışında bu anlamda ülkemiz için
Milletlerarası Andlaşma mevcut değildir. Bu nedenle 4771 sayılı Yasa ile
getirilen yeni düzenlemelerle hukukumuza girmiş olan "vatandaşların
geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçeleri" ifadesi Anayasa
ve Milletlerarası Andlaşmalarda yer almadığı gibi Anayasal dayanağı da
bulunmamaktadır.
Açıklandığı gibi bu Yasa'nın gerekçesinde, Türkiye'nin Avrupa
Birliğine üyelik sürecinde, Katılım Ortaklığı ve Ulusal Program hedefleri
doğrultusunda, bireysel hak ve özgürlükler çerçevesinde kültürel yaşam alanının
genişletilmesinin amaçlandığı gösterilmiştir. 4771 sayılı Yasa'da yer alan
"Günlük yaşamda kullanılan geleneksel olarak kullanılan farklı dil ve
lehçe" sözlerinin, deyimlerinin neleri kapsadığı, hangi dillerin bu
kapsama girdiği hiçbir şekilde bir araştırma konusu yapılmamıştır. Türk Dil ve
Türk Tarih Kurumu'ndan üniversitelerin edebiyat fakültelerinden, dil konusunda
yetkili ve bilgisi olan aydınlardan, bilim adamlarından görüşleri alınmamış, bu
yönde bir araştırma yapılmamıştır. Türk ve Dünya basınında veya bilimsel
yayınlarda bu konuda yer alan görüşler incelenmemiştir. Kuralda yer alan
tarifler, deyimler, açık değildir. Yasa'nın gerekçesi de bu yönde tatminkâr
değildir. Türkiye'de yaşayan vatandaşlarımızdan hangileri "geleneksel
olarak kullandıkları farklı dil ve lehçe"yi kullanacaklardır' Bu yönde bir
araştırma, inceleme veya tespit yapılmamıştır. Bu getirilen kurallar, Türk
dili, Türk Devleti ve Milletiyle bölünmez bütünlüğümüze uygun mudur" Sakınca
veya faydaları nelerdir'
Avrupa Birliğine mensup Devletlerin hiçbirinde; Devletin
Milletiyle, ülkesiyle, diliyle birliğini bozan faaliyetlere izin verilmemekte,
bu yönde de bir kural getirilmemektedir. Halen Avrupa Birliğinin mutabakata
vardığı ve ölçü olarak kabul ettiği 31 ülkeden hiçbirisine, Türkiye'ye
dayatılan siyasi önerilerin benzeri yapılmamıştır. Türkiye'den istenilen anadil
ile ilgili öneriler de esasen Avrupa Birliğinin anlaştığı ölçü ve kriterler de
değildir. Bu konuda, Fransa'da hükümetin hazırladığı mahalli dil ve şivelere
özgürlük verilmesi kanununun Fransa Anayasa Mahkemesince 17.7.1999 tarihinde
kabul edilmemesi önemli bir örnektir. Yerel dillere özgürlük konusunda Anayasa
değişikliği istemi de Fransa Cumhurbaşkanı tarafından reddedilmiştir Red
gerekçesi de, Fransızca dilinin, Devletin dayandığı temel ilke olarak kabul
edilmesidir.
Halen Avrupa Birliğinde, Ulus-Devlet kuralı yürümekte olup, üyeler
Avrupa Birliğinin içişlerine karışmasına izin vermemektedirler.
Her Devlet için olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti
Devleti için de asıl olan kural, o Devletin dilinin yerleştirilmesi,
geliştirilmesi, öğretilmesi, ana dilde eğitim ve öğretiminin yapılmasıdır.
Devletin birlik, beraberlik ve bütünlüğü için aranan, bilinen bu esaslardır.
Türk Devletindeki her vatandaşa yapılacak olan yardım, eğitim ve öğretim, TÜRK
DİLİNİ ANLAYACAK, OKUYACAK DÜZEYE GETİRECEK VASITALARI BULMAK, GETİRMEK, ELDE
ETMEKTİR.
Açıklanan nedenlerle, 4771 sayılı Yasa:nın 8.
maddesinin (A) fıkrasıyla, 3984 sayılı "Radyo ve Televizyonların Kuruluş
ve Yayınları Hakkında Kanun"un 4. maddesinin birinci fıkrasına eklenen
hükümlerle, 4771 sayılı Yasa'nın 11. maddesiyle, 2923 sayılı "Yabancı Dil
Eğitimi ve Öğretimi Kanun"un adını değiştiren (A) fıkrasının, birinci maddesini
değiştiren (B) fıkrasının ve 2. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendine
hükümler ekleyen (C) fıkrasının:
Anayasa'nın Başlangıç bölümünün 5. paragrafında yer alan
"Hiçbir faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve
ülkesiyle bölünmezliği esasının ... karşısında korunma göremeyeceği"
kuralına; Anayasa'nın 3. maddesinde belirtilen "Türkiye Devleti, ülkesi ve
milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir" hükümlerine; 42.
maddesinde yazılan "Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim
kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve
öğretilemez" şeklindeki kurallarına ve 14. maddesinde gösterilen
"Anayasa'da yer alan hak ve hürriyetlerden hiçbiri, Devletin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğünü bozmayı ve insan haklarına dayanan demokratik
lâik Cumhuriyeti ortadan kaldırmayı amaçlayan faaliyetler biçiminde
kullanılamaz" yolundaki hükümlerine aykırı olduğundan, iptal isteminin
reddine ilişkin çoğunluk görüşüne katılmıyoruz.
|
|
Üye
Ali HÜNER
|
Üye
Ertuğrul ERSOY
|
|
|
KARŞIOY
YAZISI
A- Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına İlişkin 4771
sayılı Kanunun, 2762 sayılı Vakıflar Kanununun 1. maddesinin sonuna ekleme
yapan ve cemaat vakıflarına yeni taşınmaz mal edinebilme olanağını sağlayan 4.
maddesinin Anayasa'nın 10. maddesine aykırı olduğu savıyla iptali
istenmektedir.
Mevzuatımıza göre, Türk Medeni Kanunu'ndan önce kurulan vakıflar
5.6.1935 gün ve 2762 sayılı Vakıflar Kanunu hükümlerine tabidirler. Bu Yasa
kapsamında aynı dönemlerde kurulan mazbut ve mülhak vakıflarla mülhak vakıf
benzeri cemaat vakıfları bulunmaktadır.
Vakıf genel tanımıyla özel bir mülkün kamu yararına tahsisidir.
Cemaat vakıfları ise, Türk uyruklu olup müslüman olmayan, belli bir şehir veya
mahallede oturan, kökeni, dini ve mezhebi müşterek olan ve genel olarak azınlık
diye ifade edilen cemaatlerin, kilise, mezarlık, okul, hastane gibi
ihtiyaçlarına hizmet etmek amacıyla gideri bu cemaatler tarafından sağlanan mal
varlıklarıdır. Bu nedenledir ki cemaat vakıflarının tescilleri, vakfedeni,
mütevellileri bulunmamakta Osmanlı mevzuatında da hukuki durumları vakıf olarak
değil müessesaat-ı hayriye olarak geçmektedir.
Lozan Barış Anlaşması görüşmelerinde Büyük Millet Meclisinin,
hakların ve ödevlerin, çıkarların ve yükümlülüklerin eşit olarak paylaşılması
esasını benimsediği İsmet İnönü tarafından ifade edilmiş ve bu esasa dayanarak
düzenlenen Anlaşmanın 42. maddesinin, azınlıkların Türkiye'deki vakıflarına,
din ve hayır işleri kurumlarına her türlü kolaylıklar ve izin sağlanacağı ve bu
nitelikteki öteki özel kurumlara sağlanmış gerekli kolaylıklardan hiç birinin
esirgenmeyeceği biçimindeki düzenlemesi nedeniyle bu azınlık kuruluşları da
Vakıflar Kanunu kapsamına alınmış, vakıf olarak tescil edilmiş ve mülhak
vakıflar gibi faaliyetlerinin devamına olanak sağlanmıştır.
Vakıflar Kanunu'nun yürürlüğe girdiği tarihte var olan ve
kapsamına alınan bu müesseselerin kuruluş, işleyiş ve denetimi düzenlenirken
mülhak ve mazbut vakıf niteliğine uygun kurallar getirmiştir. Yasa'nın 44.
maddesi ile bu hayratların beyanları alınarak mal varlıkları saptanmış ve vakıf
kütüğüne kaydolunarak vakıf statüsü kazandırılmıştır. Yasa'nın sağladığı
olanakla vakıf niteliği kazanan hayratların birer vakfiyesi olması beklenemez.
Bu nedenledir ki vakfiyesinin taşınmaz mal edinmeye ya da bağış kabul etmeye müsait
olup olmadığının araştırılması ve bulunması olası değildir. Bu durumda yasa
gereği tescil edilen mallar dışında cemaat vakıflarının yeni taşınmaz
edinmeleri olanağı bulunmamaktadır. Yasa'nın 10. maddesi, işe yaramaz hale
gelen vakıfların mümkün mertebe gayece aynı olan diğer hayrata tahsis
edilebileceğini öngörmekte 12. maddesi "Mevkilerine ve temin ettikleri
menfaate göre kalmaları gerekli görülmeyen mazbut ve mülhak vakıflara ait akar
ve toprakları idare meclisinin kararı ile satmaya veya başka gayrimenkulle
değiştirmeye Umum Müdürlük selahiyetlidir. Bu satışlarla elde edilecek paralar
tercihan mahallerinde akar satın almaya veya yaptırmaya veya o vakfın mevcut
akarının tamirine sarf olunur" demektedir. Madde, Vakıflar Kanunu'na tabi
olup vakfiyesinde taşınmaz mal edinebilme hükmü bulunmayan vakıfların hangi
koşullarda yeni akar (taşınmaz) sahibi olabileceğini ve buna karar verecek
makamı açıkça göstermektedir. Ne 10. maddede ne de 12. maddede yeni mal edinmek
suretiyle vakfın mamelekini genişletmek ve bu yolla amacını gerçekleştirmeyi
sağlamak gibi bir seçenek öngörülmemiştir.
4771 sayılı Yasa'nın itiraz konusu 4. maddesi ile birer mülhak
vakıf benzeri olan cemaat vakıflarına, vakfiyeleri olup olmadığına
bakılmaksızın taşınmaz mal edinme ve Vakıflar Kanunu'nun 44. maddesi uyarınca
evvelce Vakıf kütüğüne tescil edilmişler dışında bu Yasanın çıktığı tarihe
kadar tasarrufları altında bulundurdukları taşınmazlar ile bağış ve vasiyet
yoluyla verilen taşınmazları mülk edinme olanağı sağlanmaktadır. Lozan Anlaşmasının
müslüman olmayan azınlıklara mensup Türklere tanınan haklar konusunda getirdiği
ilke, hem hukuk bakımından, hem uygulamada öteki Türk uyruklularla aynı
işlemlerden ve güvencelerden yararlanmasıdır. Dava konusu düzenleme ile bu ilke
bir anlamda tersine çevrilmiş, öteki Türk uyrukluların vakıflarına tanınmayan
yeni taşınmaz edinme hakkı bu vakıflara tanınmış, ayrıca diğer Türk
vatandaşlarınca cemaat vakıfları kurulması mümkün değilken azınlık vakıflarına
yeni mal edinmek suretiyle mevcut cemaat vakıflarının mal varlıklarını
genişletilip güçlendirilerek adeta yeniden cemaat vakıfları oluşturulmuştur.
Lozan Barış Anlaşması ve 1935 tarihli Vakıflar Kanunu uygulamaları ile
tüzelkişilikleri tanınarak malvarlıkları güvence altına alınan azınlık
vakıflarına, aradan geçen bunca süreden sonra artı haklar tanınmasının gereği
ve bundaki kamu yararı anlaşılamadığı gibi diğer vakıflardan ayrıcalıklı bir
konuma getirilmesi de Anayasa'nın 10. maddesinin 2. fıkrasındaki "Hiçbir
kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz"
biçimindeki hükme aykırı düşmektedir.
Kamu yararı amacıyla kurulmuş vakıfların uzun süreler bu
amaçlarını gerçekleştirebilmeleri için gerekli olanakların sağlanması arzu
edilen bir sonuçtur. Ne var ki bu sonuca vakıfların yönetim biçiminin geliştirilerek
ve çağdaşlaştırılarak varılması asıldır. İptal davası kapsamında olmamakla
birlikte bütün gelirini amacına (kamu yararına) tahsis etmesi gereken bir
vakfın hangi geliri ile taşınmaz edinebileceği, gelirini yeni taşınmazlar
edinmeye ayırması halinde amacını gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği, yeni
taşınmaz edinmenin gerekli olup olmadığı, bağış yoluyla edinilen malların
kimlerden ve ne boyutta alınacağı gibi konuların Yasa'da düzenlenmeyerek
Bakanlar Kurulu'nun takdirine bırakılması da farklı uygulamalara neden
olabilecek ve bu suretle eşitlik ilkesine aykırı sonuçlar doğurabilecek başka
bir husustur.
Yukarıdan beri açıklanan nedenlerle, iptali istenen 4771 sayılı
Yasa'nın 4. maddesi, Lozan Anlaşmasıyla verilen "aynı nitelikteki diğer
kurumlara sağlanan kolaylıkların esirgenmeyeceği" yolundaki güvenceyi
aşarak, Vakıflar Kanunu kapsamında olan ve aynı hukuki konumda bulunan diğer
vakıfların tabi olduğu genel düzenlemeyi zedeleyerek, cemaat vakıflarına
ayrıcalıklı yeni haklar getirdiğinden bu vakıflar arasındaki eşitlik ilkesini
bozmuştur. Kural Anayasa'nın 10. maddesine aykırıdır.
Vakıflar Kanununun 1. maddesine iki fıkra eklenmesine ilişkin dava
konusu, 4. maddenin iptali gerektiği görüşü ile çoğunluk kararına katılmıyorum.
B- 4771 sayılı Kanun'un, dava dilekçesinde belirtilen diğer
maddeleri yanında 11. maddesiyle 2923 sayılı Yabancı Dil Eğitimi ve Öğretimi
Kanunu'nun adının ve 1. maddesinin değiştirilmesinin de Anayasa'ya aykırılığı
ileri sürülerek iptali istenmektedir. Madde Türk vatandaşlarının günlük
yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerin
öğrenilmesi için özel kurslar açılmasına olanak sağlamaktadır.
Asırlar boyu bir çok aşiret ve kavimin göç yolu veya yerleşim yeri
olan Anadolu'da bir kültür mozaiği oluştuğu, bu mozaik içinde yerel olarak
konuşulan değişik dil ve lehçelerin bulunduğu, bunun Anadolu'nun tarihi
gelişiminin doğal sonucu olduğu kuşkusuzdur.
Nevarki, günlük yaşamlarında geleneksel olarak kullandıkları dil
ve lehçeler dışında Türk vatandaşlarının Devletimizin ana dili olan Türkçe'yi
de öğrenmiş olmaları Anayasa ile kendilerine tanınan hak ve özgürlükleri
kullanmalarında ciddi ve önemli bir araç olacaktır.
Anayasa'mızın 5. maddesinde, kişinin temel hak ve hürriyetlerini
sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, maddî manevî
varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya devlet görevli
kılınmıştır. Bu hakların geniş bir şekilde kullanılabilmesi için gerekli olan
ana dilini vatandaşına öğretmek, bunun için önlemler almak Devletin temel
görevlerindendir.
Anadil dışında bireylerin birbirleriyle sosyal, ekonomik ve özel
ilişkilerinde farklı dil ve lehçeleri kullanmaları, bu dilleri yörelerinde
geleneksel yollardan öğrenmeleri olanaklıdır, bunu engelleyici anayasal ve
yasal bir düzenleme bulunmamaktadır. Bugüne kadar hiç Türkçe öğrenememiş
vatandaşlarımızın bulunması ve sadece geleneksel dillerini kullanıyor olmaları
da sağlanan olanağın varlığının ve genişliğinin göstergesidir.
Dili Türkçe'den farklı olan ve yanlızca o dili konuşan vatandaşlarımıza
bu nitelikleri nedeniyle bazı olanaklar sağlamak zorunluluğu bulunmakla
birlikte, bu olanaklar Türk ulusundan farklı bir kimlik yani azınlık oluşturmak
boyutunda olamaz.
Nitekim incelenen Yasa'nın 8. maddesi ile Türkçe öğrenememiş
vatandaşlarımızın haberleşme hürriyeti, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti,
anadillerinde yapılacak radyo ve televizyon yayınlarından da yararlanmaları
suretiyle genişletilmiştir. Yapılacak yayınların yerel dil ve lehçeleri
öğrenmede de katkıda bulunacağı tartışmasızdır.
Yasa'nın 8. maddesindeki bu düzenleme çağdaş yaşamın, demokratik
hukuk devleti olmanın gereği ise de, Yasa'nın iptal davasına konu 11.
maddesinde düzenlenen, Türk vatandaşlarının günlük yaşamlarında geleneksel
olarak kullandıkları farklı dil ve lehçelerin öğrenilmesi için özel kurs
açılabilmesi olanağının sağlanması aynı nitelikte değildir ve Anayasa'ya
aykırılık oluşturmaktadır.
Bir ülkede konuşulan ortak dilin yaygınlığı o ülkenin ulusunun
bütünlüğünün ve ulusallığının derecesini belirleyen en önemli öğelerinden
biridir.
Anayasa'mızın 3. maddesinde "Türkiye Devleti ülkesi ve
milletiyle bölünmez bir bütündür. Dili Türkçedir" denmek suretiyle ortak
dilin, ülkenin ve milletin bölünmezliğindeki önemi vurgulanmıştır. Her bir
yöresi farklı dil veya lehçede konuşan, ortak dili bulunmayan bir topluluğun,
Anayasa'mızın başlangıcında yer alan "milli gurur ve iftiharlarda, milli
sevinç ve dertde, millî varlığa karşı hak ve ödevlerde, nimet ve külfetlerde ve
millet hayatının her türlü tecellisinde ortak olduğu" bir millet olarak
kabul edilmesi olası değildir. Yasa'nın olanak sağladığı yabancı dil ve
lehçelerdeki sürekli, düzenli yaygın eğitim, ortak ulusal dili oluşturmak bir
yana, kendi yöresindeki ilişkilerini yörenin dil ve lehçesiyle öğrenip
yürütebilen vatandaşlarımızı Türkçe öğrenmek konusunda isteksiz kılacaktır. Bu
durum millî bütünlüğümüzü, ortak yaşama isteğimizi önemli ölçüde zedeleyecek
hatta ortadan kaldıracak sonuçlar doğurabilecektir.
Nitekim Türkiye'nin imzalamadığı Bölgesel veya Azınlık Dilleri
Avrupa Sözleşmesi, Fransız Anayasa Konseyi'nde incelendiğinde; raportörün,
Fransız Anayasası'nın 1. maddesi ile Fransız halkının tekliği ve dayanışmasına
anayasal değer verildiği, bu hükmün herhangi bir kollektif hak tanınmasına
karşıt olduğu, bölgesel veya azınlık dilleri kullanıcı gruplarına, bu dillerin
kullanıldığı topraklar üzerinde özel haklar tanınması nedeniyle Cumhuriyetin
bölünmezliğine, yasa önünde eşitliğe ve Fransız halkının üniter yapısına
ilişkin anayasal ilkelere halel getirdiği biçimindeki görüşü benimsenerek sözleşmenin
Anayasa'ya aykırı hükümler içerdiğine karar verilmiştir.
Anayasa'mızın 42. maddesinde Eğitim ve Öğretim Hakkı ve Ödevi'ne
ilişkin ilkeler belirtilmiştir. Maddenin üçüncü fıkrasında "Eğitim ve
Öğretim, Atatürk ilkeleri ve inkılapları doğrultusunda çağdaş bilim ve eğitim
esaslarına göre Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara
aykırı eğitim ve öğretim yerleri açılamaz" denmekte, dokuzuncu fıkrası da,
Türkçe'den başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına
ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez, hükmünü içermektedir.
Atatürk ilkelerinin en önemli ortak unsuru, Devletimizin ülkesi ve
milletiyle bir bütün olarak çağdaş yaşama uyum sağlaması gereğidir. Kurslarla
öğretilmek istenen diller, yöresel olmaları nedeniyle çağdaş bilim ve eğitim
esaslarını gerçekleştirecek, kullanıldıkları yörelerde çağdaş eğitimin
gelişmesine katkıda bulunabilecek nitelikte değillerdir. Tam tersine, yöre
halkını çağdaş bilim dillerini öğrenmede engelleyici nitelikte olacaktır.
Devletin görevi çağdaş bilim dillerini vatandaşına öğretmektir.
Anayasa'mızda amaçlanan ana dil, yurttaşların çoğunun kullandığı
Devletin resmî dil olarak kabul ettiği dildir. Bu dil bazı kişilerin anasının,
ailesinin kullandığı yöresel dil olmayabilir. Ancak, genel olarak üniter bir
devletin resmî dili olan anadili ile vatandaşının anasının, ailesinin
kullandığı dil aynıdır. Bu açıdan her iki kavram bir biriyle çelişki
yaratmamaktadır. Türkiye'de de eğitim ve öğretim dili Türkçe'dir. Türkçe dışında
farklı yöresel dil ve lehçelerin öğretilmesi olanaklı değildir. Bu tür
öğretimin Devlet tarafından denetlenebilecek olması dahi incelenen düzenlemenin
Anayasa'nın 42. maddesine aykırılık oluşturmasını engellemez.
Türkiye'nin 15 Ağustos 2000 tarihinde imzaladığı Ekonomik, Sosyal
ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesinin eğitim hakkına ilişkin 13.
maddesinde de, verilen eğitimin devlet tarafından konacak belli ölçülere uygun
düşmesi koşuluyla, birey ve kuruluşların eğitim kurumları kurma ve yönetme
özgürlüğünün zedelenmeyeceği öngörülmüştür. Böylece uluslararası normlarda da
eğitimin belli ölçülere uygun düşmesi koşulu aranmaktadır. Kuşkusuz belli
ölçüyü gösterecek ana kural o devletin Anayasa'sıdır.
İncelenen 11. madde Anayasa'nın 3. ve 42. maddelerine aykırıdır,
iptali gerektiği görüşü ile çoğunluk kararına katılmıyorum.
KARŞIOY
YAZISI
4771 sayılı "Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına
İlişkin Kanun"un 4. maddesiyle 5.6.1935 günlü, 2762 sayılı Vakıflar
Kanunu'nun 1. maddesinin sonuna eklenen dava konusu kuralla, Cemaat
Vakıflarının, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın, Bakanlar Kurulu'nun
izniyle dinî , hayrî , sosyal, eğitsel, sıhhî ve kültürel
alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinip bu taşınmaz
malları üzerinde tasarrufta bulunabileceği, bu alanlardaki ihtiyaçlarını
karşılamak üzere her ne suretle olursa olsun tasarrufları altında
bulundurdukları taşınmazları vergi kayıtları, kira sözleşmeleri ile diğer
belgelerle kanıtlamaları halinde yasada öngörülen sürede başvurulması ile vakıf
adına tescil olunabileceği, bağışlanan veya vasiyet olunan taşınmazlarında aynı
şartlara uygun olmaları halinde tescil edilebileceği düzenlenmiştir.
Bu düzenlemeyle, Müslüman olmayan azınlıkların dinî ve hayrî amaç
için oluşturdukları cemaat vakıflarına taşınmaz mal edinebilme ve taşınmaz
mallar üzerinde tasarrufta bulunabilme olanağı getirilmiştir.
Vakıf, öğretide, insanların yaratılışında var olan, başkalarına
yardım ve iyilik etme duygularından doğmuş, insan hayatının günlük olayları ile
sıkı ilişkiler kurmuş, insanlığın ekonomik, sosyal ve kültürel yaşayışı
üzerinde etkiler yapmış eski bir müessese; diğer bir anlatımla, bir malın
sahibi tarafından kendi rıza ve iradesi ile şahsi mülkiyetinden çıkartılarak,
belirli şart ve gaye ile bir hayır hizmetine ebediyen tahsis edilmesi olarak
tanımlanmıştır.
743 sayılı "Türk Kanunu Medenisi"nin yürürlüğe
girmesinden önce kurulan vakıfların yeni yasa hükümlerine tabi tutulması uygun
görülmemiş ve 19.6.1926 günlü, 864 sayılı Kanunu Medeninin Sureti Meriyet ve
Şekli Tatbiki Hakkında Kanun'un 8. maddesindeki düzenlemeyle bu vakıflar hakkında
ayrı bir tatbikat yasası çıkarılması gerektiği öngörülmüştür. Bu geçiş
döneminden sonra düzenlenen 5.6.1935 günlü, 2762 sayılı "Vakıflar
Kanunu" ile "Türk Kanunu Medenisi"nin yürürlüğe girmesinden önce
kurulan vakıflar hakkında, varlıkları ve vakfiyeleri korunarak yeni usul ve
esaslar öngörülmüştür.
743 sayılı Yasa'yı yürürlükten kaldıran 4721 sayılı "Türk
Medeni Kanunu"nun 101. maddesinde, vakıfların gerçek veya tüzelkişilerin
yeterli mal ve hakları belirli ve sürekli bir amaca özgülemeleriyle oluşan
tüzelkişiliğe sahip mal toplulukları olduğu belirtilmiştir.
Cemaat vakıfları, Türkiye'deki Müslüman olmayan Türk uyruklu
azınlıkların dinî , sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla
Medeni Kanun'un kabulünden önce kurulan vakıflardır.
2762 sayılı Yasa'nın 2437 sayılı Yasa ile değiştirilen 1.
maddesinin dördüncü paragrafında, cemaatlere ve esnafa mahsus vakıfların,
bunlar tarafından seçilen kişi veya kurullarca yönetileceği, ilgili makamlarla
Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından denetleneceği ve bunun usullerinin
yönetmelikle belirleneceği hüküm altına alınmıştır.
Türkiye'de yabancılar hukuku yönünden yeni bir dönemin başlangıcı
olan 24 Temmuz 1923'te imzalanıp 6 Haziran 1924 tarihinde yürürlüğe giren Lozan
Barış Andlaşması'yla Müslüman olmayanlar azınlık olarak kabul edilerek
Müslümanların sahip oldukları haklardan yararlanma imkânı sağlanmış ve din
ayırımı yapılmaksızın yasalar karşısında herkesin eşit olduğu kabul edilmiştir.
Andlaşma'nın 39. maddesinde, Müslüman olmayan ancak Türk vatandaşı
olan azınlıkların, Müslümanların sahip oldukları medeni haklar ile siyasî
haklardan yararlanacağı; 42. maddesinin üçüncü fıkrasında da, Türk Hükümeti
tarafından azınlıklara ait kiliselerin, havraların, mezarlıkların ve öteki din
kurumlarının korunmalarının temin edileceği ve azınlıkların Türkiye'deki
vakıflarına her türlü kolaylığın sağlanacağı belirtilerek Türkiye'deki dinî,
hayrî ve diğer kurumlar ile azınlık vakıfları eşit konuma getirilmiştir.
Anayasa'nın kanun önünde eşitliği düzenleyen 10. maddesinde,
herkesin, hiçbir ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu belirtilmiş
olup bununla amaçlanan, hukuki eşitliktir. Bu ilkeyle, bir tek kişiye veya kimi
topluluklara, aynı durumda bulunan yurttaşlardan daha çok veya daha geniş hak
ve yetkiler tanımak yoluyla kanun karşısında eşitlik ilkesinin çiğnenmesi
yasaklanmış, ayrıcalıklı kişi ya da toplulukların oluşumuna olanak tanıyan
düzenlemeler yapılması önlenmiştir.
Bu nedenlerle, Andlaşma'yla vakıflar aynı konuma getirildiği
halde, Müslüman olmayan cemaat vakıfları lehine ayrıcalık getirilerek dinî ,
hayrî , sosyal, eğitsel, sıhhî ve kültürel alanlarda ihtiyaçlarını
karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilme ve taşınmaz mallar üzerinde tasarrufta
bulunabilme olanağı sağlayan dava konusu kural, Anayasa'nın 10. maddesindeki
eşitlik ilkesine aykırılık oluşturduğundan, istemin reddi yolundaki çoğunluk
görüşüne katılmıyoruz.
|
|
Üye
Ahmet AKYALÇIN
|
Üye
Enis TUNGA
|