ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı:1970/53
Karar Sayısı:1971/76
Karar günü:21/10/1971
Resmi Gazete tarih/sayı:15.6.1972/14216
İptal
dâvasını açan : Birlik Partisi
İptal
dâvasının konusu: (657 sayılı Devlet Memurları Kanununun bazı maddelerinin
değiştirilmesi ve bu Kanuna bazı maddeler eklenmesine ve bu Kanunun kapsamı
dışında kalan kamu personelinin aylık ve ücretlerine dair) 31/7/1970 günlü,
1327 sayılı Kanunun 9. maddesinin din hizmetlerine ilişkin VI sayılı bendinin
Anayasa'nın 2., 4., 19., 117. ve 154. maddelerine ve yine 1327 sayılı Kanunun
93. maddesinin (C) bendinin Anayasa'nın 82. maddesine aykırı olduğu öne
sürülerek iptallerine karar verilmesi istenilmiştir.
II.
METİNLER:
31/7/1970
günlü, 1327 sayılı Kanunun iptali istenilen hükmü :
"Madde
9- 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 36. maddesi aşağıdaki şekilde:
değiştirilmiştir :
Madde
36- Bu Kanuna tabi kurumlarda çalıştırılan Devlet memurlarının sınıflan aşağıda
gösterilmiştir :
I-
Genel İdare Hizmetleri Sınıfı :
.........................................
II-
Teknik Hizmetler Sınıfı :
............................................
III-
Sağlık Hizmetleri ve Yardımcı Sağlık Hizmetleri sınıfı
................................................
IV-
Eğitim ve Öğretim Hizmetleri Sınıfı :
..................................................
V-
Avukatlık Hizmetleri Sınıfı :
........................................
VI-
DİN HİZMETLERİ SINIFI :
Din
hizmetleri sınıfı özel kanunlarına göre çeşitli derecelerde din eğitimi görmüş
olan ve dinî görev yapan devlet memurlarını kapsar.
Bu
sınıfa :
a)
İlk okul mezunu olanlardan kayyımlar 16 ncı derecenin ilk kademesinden,
İmam-hatipler, müezzinler, Kur'an kursu öğretmenleri, vaiz ve müftüler 15 inci
derecenin ilk kademesinden ise başlarlar ve bunlardan kayyımlar 11 inci
derecenin, imam-hatipler, müezzinler ve Kur'an kursu öğretmenleri 10 uncu
derecenin, vaiz ve müftüler 7 nci derecenin son kademesine kadar
yükselebilirler.
b)
İmam-hatip okulunun l inci devresini bitirmiş olan imam-hatipler 15. derecenin
4 üncü kademesinden işe başlarlar ve 9 uncu derecenin son kademesine kadar
yükselebilirler.
c)
İmam - hatip okulunun ikinci devresini bitirmiş olan imam hatipler 13 üncü
derecenin ilk kademesinden işe başlarlar ve 5 inci derecenin son kademesine
kadar yükselebilirler.
d)
Dinî eğitim veren yüksek okul veya fakültelerden mezun olanlar 10 uncu
derecenin ilk kademesinden işe başlarlar ve l inci derecenin son kademesine
kadar yükselebilirler.
VII-
EMNİYET HİZMETLERİ SINIFI:
VIII-
YARDIMCI HİZMETLER SINIFI :
Davacının
dayandığı Anayasa hükümleri :
"Madde
2- Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel
ilkelere dayanan, millî, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir."
"Madde
4- Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir.
Millet,
egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle
kullanır.
Egemenliğin
kullanılması, hiçbir suretle belli bir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz.
Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Ânayasadan almıyan bir devlet yetkisi
kullanamaz."
"Madde
19- (1488 sayılı Yasa ile değişik) Herkes, vicdan ve dinî inanç ve kanaat
hürriyetine sahiptir.
Kamu
düzenine veya genel ahlâka veya bu amaçlarla çıkarılan kanunlara aykırı olmayan
ibadetler dinî âyin ve törenler serbesttir.
Kimse,
ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya, dinî inanç ve kanaatlerini
açıklamaya zorlanamaz. Kimse, dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz.
Din
eğitim ve öğrenimi, ancak kişilerin kendi isteğine ve küçüklerinde kanunî
temsilcilerinin isteğine bağlıdır.
Kimse,
Devletin sosyal, iktisadî, siyasî veya hukukî temel düzenini, kısmen de olsa,
din kurallarına dayandırma veya siyasi veya şahsî çıkar veya nüfuz sağlama
amaciyle, her ne suretle olursa olsun, dinî veya din duygularını yahut dince
kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz. Bu yasak dışına
çıkan veya başkasını bu yolda kışkırtan gerçek ve tüzel kişiler hakkında,
kanunun gösterdiği hükümler uygulanır ve siyasî partiler Anayasa Mahkemesince
temelli kapatılır."
"Madde
117- Devletin ve diğer kamu tüzel kişilerinin, genel idare esaslarına göre
yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği aslî ve sürekli
görevler, memurlar eliyle görülür.
Memurların
nitelikleri, atanmaları, ödev ve yetkileri, haklan ve yükümleri, aylık ve
ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir."
"Madde
154- Genel idare içinde yer alan Dinayet işleri Başkanlığı, özel kanununda
gösterilen görevleri yerine getirir."
III-
İLK İNCELEME :
Anayasa
Mahkemesi içtüzüğünün 15 inci maddesi uyarınca 26/-11/1970 gününde Lûtfi
Ömerbaş, Celâlettin Kuralmen, Hakkı Ketenoğlu, Fazıl Uluocak, Sait Koçak, Avni
Givda, Şahap Arıç, İhsan Ecemiş, Recai Seçkin, Ahmet Akar, Halit Zarbun, Kani
Vrana, Muhittin Gürün, Şevket Müftügil, Ahmet H. Boyacıoğlu'nun katılmaları ile
yapılan ilk inceleme toplantısında : Dâva konusu 31/7/1970 günlü, 1327 sayılı
Kanunun 14/8/1970 günlü, 13579 sayılı Resmî Gazete'de yayımlandığı, dâva
dilekçesinin 3/9/1970 gününde Anayasa Mahkemesi Genel Sekreterliğince kaleme
kavale edildiği : 22/4/1962 günlü, 44 sayılı Yasanın 26 nci maddesine göre
dâvanın bu tarihte açılmış sayılması gerektiği ve süresi içinde olduğu; davacı
Birlik Partisinin Türkiye Büyük Millet Meclisinde temsilcisi bulunduğu; parti
tüzüğünün 24 üncü maddesine göre en yüksek merkez organı olan Genel Yönetim
Kurulunun üye tamsayısının 33 olduğu, bu kurulun 20 üyesinin katılması ile
yapılan 22/8/1970 günlü toplantıda 1327 sayılı Kanunun Anayasaya aykırılığı
nedeniyle iptali için parti adına Anayasa Mahkemesine dâva açmak üzere Genel
Başkan Mustafa Timisi'ye yetki verilmesinin oybirliğiyle karara bağlandığı ve
bunun dâva açılmasına karar verilmesi niteliğinde olduğu, dâvanın genel yönetim
kurulu kararına dayanılarak
Parti
Genel Başkanınca açıldığı ve dosyanın eksiği bulunmadığı anlaşılmış olduğundan
işin esasının incelenmesine oybirliğiyle karar verilmiştir.
IV-
ESASIN İNCELENMESİ :
Dâvanın
esasına ilişkin rapor, dâva dilekçesi, iptali istenilen hükümler Anayasa'ya
aykırılık iddiasına dayanaklık eden Anayasa maddeleri, bunlarla ilgili
gerekçeler ve başka yasama belgeleri, konu ile ilişkisi bulunan öteki metinler
okunduktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
İptal
dâvasında konu ikidir. Bunlardan birisi 1327 sayılı Kanunun 9. maddesinin başka
deyimle 657 sayılı Kamunun bu hükümle değiştirilen 36 ncı maddesinin din
hizmetlerine ilişkin VI sayılı bendinin, ötekisi ise, yine 1327 sayılı Kanunun
93 üncü maddesinin C bendinin Anayasa'ya aykırı bulunduğu iddiasıdır.
İptal
dâvası konularından 1327 sayılı Kanunun 93/C maddesi Anayasa Mahkemesinin
1970/49 - 1971/11 sayılı, 28/1/1971 günlü kararı ile iptal edilmiş
bulunmaktadır. (4/5/1971 günlü, 13826 sayılı Resmî Gazete). Şu duruma göre bu
konuda yeniden karar verilmesine yer olmadığından dâvanın o bölümü üzerinde
durulmayacaktır.
Şu
halde önce usule ilişkin iddianın yerinde olup olmadığının, sonra da dâva
konusu 9 uncu maddenin din hizmetlerine ilişkin VI sayılı bendinin esastan
Anayasa'ya aykırı bulunup bulunmadığı yönünün araştırılması ve tartışılması
gerekmektedir.
A-
1327 sayılı Kanunun 9 uncu maddesinin din hizmetlerine ilişkin VI sayılı bendi
hükmünün şekil yönünden incelenmesi :
Davacı,
kimi hükümlerini dâva konusu yaptığı 31/7/1970 günlü, 1327 sayılı Kanunun
Cumhuriyet Senatosundaki görüşmeler dolayısiyle şekil yönünden Anayasa'ya
aykırı olduğunu ileri sürmektedir.
Söz
konusu kanun tasarısına ilişkin dosya, Millet Meclisindeki görüşmeler
sonuçlandıktan sonra bu Meclis Başkanlığının 14/7/1970 günlü, 1782 sayılı
yazısı ile Cumhuriyet Senatosu Başkanlığına gönderilmiştir.
Tasarının
görüşülerek kabulüne ve bu arada Cumhuriyet Senatosu Başkanlığı seçimine
ilişkin olmak üzere Cumhuriyet Senatosunda yürütülen işlemler aşağıdaki
evrelerden geçmiş bulunmaktadır.
Tasarıyı
inceleyen Cumhuriyet Senatosu Bütçe ve Plân Komisyonunun hazırladığı 19/7/1970
günlü, 1/1132 - 78 sayılı rapor bastırılarak üyelere dağıtılmış ve Cumhuriyet
Senatosunun 23/7/1970 günlü birleşiminde Bütçe ve Plân Komisyonu Başkanının
önergesi üzerine tasarının (gündeme alınmasına, öncelikle görüşülmesine) karar
verilmiştir.
Tasarının
Cumhuriyet Senatosu Genel Kurulunda görüşülmesi, 23/7/1970 - 29/7/1970
tarihleri arasındaki 99. - 104 üncü birleşimlerde tamamlanmış (Cumhuriyet
Senatosu Tutanak Dergisi Cilt : 61, Sayfa : 4 - 436) ve dosyası, Cumhuriyet
Senatosu Başkanı İbrahim Şevki Atasagun imzalı ve 29/7/1970 günlü, Kanunlar
Müdürlüğü 10661-1/1132 sayılı yazıya ilişik olarak Millet Meclisi Başkanlığına
gönderilmiştir. (Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Dönem : 3, Cilt : 8, Sayfa :
930 dan sonraki 200/1 sıra s. basma yazı).
Cumhuriyet
Senatosu Üyesi İbrahim Şevki Atasagun, 18 Haziran 1968 günlü Cumhuriyet
Senatosuna Başkan seçildiğinden (Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi Cilt : 47,
Sayfa : 93) iki yıllık başkanlık süresi 18 Haziran 1970 günün de sona ermiştir.
Bu nedenle Cumhuriyet Senatosunun 18/6/1970 günlü 81 inci birleşiminde başkan
seçimine geçilmiş ve yapılan yedi oylamada gerekli çoğunluk sağlanamadığından
seçim 23/6/1970 gününe bırakılmıştır. (Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi,
Cilt : 59, Sayfa : 364 - 368). 23/6/1970 günlü birleşimde beş oylama daha yapılmış,
fakat hiç bir adaya yeter sayıda oy verilmediğinden seçim yine
sonuçlanamamıştır. (Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, Cilt : 59, Sayfa : 382
- 384)
Cumhuriyet
Senatosunun 30/6/1970 günlü 85 inci birleşiminde gündemin 4 üncü maddesi olarak
Cumhuriyet Senatosu Danışma Kurulunun (Cumhuriyet Senatosu Başkanlığı görevinin
yenisi seçilinceye kadar devam, edeceği) ne dair olan 30/6/1970 günlü, 6 sayılı
kararı görüşülerek sonuçta 39 a karşı 48 oyla kabul olunduğu başkanlıkça Genel
Kurula duyurulmuştur. İlân edilen oylama sonucu, (39X48=87) ettiğine göre bu
kararın alındığı sırada Cumhuriyet Senatosunda toplantı yetersayısının
bulunmadığı görülmektedir. Fakat karar, bu açıdan geçerliliği üzerinde söz
edilmeden, uygulamaya konulmuş, bir yandan da başkan seçimi oylamalarına devam
olunmuş ve nihayet 19/11/-1970 günlü birleşimde Tekin Anburun Başkan
Seçilmiştir. (Cumhuriyet Senatosu Tutanak Dergisi, Cilt : 59, Sayfa : 434 - 442
ve Cilt : 62, Sayfa : 81) Bu tarihe kadar Cumhuriyet Senatosu Başkanlık görevi
Genel Kurulun yukarıda belirtilen ve Anayasa'ya göre gerekli toplanma ve
dolayısiyle karar yetersayısını sağlayamamış olan 30/6/1970 günlü kararına
dayanılarak İbrahim Şevki Atasagun'ca yürütülmüştür. Ancak söz konusu 1327
sayılı Kanuna ilişkin tasarının Cumhuriyet Senatosunda görüşüldüğü
birleşimlerin Başkan vekillerince yönetildiği, İbrahim Şevki Atasagun'un bu
birleşimlere başkanlık etmediği, görüşmeler sonuçlanınca kanun tasarısına
ilişkin dosyanın, Cumhuriyet Senatosu Başkanı sıfatı kullanmak suretiyle İbrahim
Şevki Atasagun imzasını taşıyan bir yazı ile Millet Meclisi Başkanlığına
gönderildiği, Tutanak Dergisinin incelenmesinden anlaşılmaktadır.
Şekle
ilişkin aykırılık iddiasının, bu bilgilerin ışığı altında incelenmesi,
aşağıdaki sonucu ortaya koymuştur:
Anayasa'nın
84 üncü maddesi, Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu Başkanlarının ikişer yıl
için seçileceği kuralım koymaktadır.
Anayasa'nın
başkanlık süresine ilişkin bu kuralı açık ve kesindir. İki yılı dolduran bir
başkanın, sürenin bitimi gününden itibaren başkanlık görev ve yetkileri de sona
ermiş olacağından, Anayasa hüktimlerine uygun biçimde yeniden başkan
seçilmedikçe, başkanlık görevini sürdürmesi olanaksızdır.
84.
madde sadece seçilmiş başkan ve Başkanvekillerinden söz ettiğine göre bu
maddeye ve içtüzük hükümlerine uygun biçimde seçilmiş başkan ve başkanvekilleri
dışında meclislere kararla başkanvekili veya başkan atanmasına olanak yoktur.
Çünkü Anayasa meclislere bu konuda herhangi bir yetki tanımamıştır.
Cumhuriyet
Senatosu eski başkam İbrahim Şevki Atasagun, iki yıllık sürenin bittiği
18/6/1970 gününden itibaren başkanlık sıfatını kaybetmiş olduğu ve yeni bir
başkan da seçilememiş bulunduğu cihetle bu tarihten yeni başkanın seçildiği
tarihe kadar Cumhuriyet Senatosu Başkanlığının boşalmış (münhal) olduğunu kabul
etmek zorunludur.
Öte
yandan Cumhuriyet Senatosunun 30/6/1970 günlü birleşiminde verdiği, yenisi
seçilinceye kadar eski başkan İbrahim Şevki Atasagun'un başkanlık görevinin
devam edeceğine ilişkin karar, yukarıdaki açıklamaya göre Anayasa'ya aykırı
olarak ve herhangi hukukî bir dayanağı bulunmadan verilmiş olduğundan ve esasen
kararın kabulü sırasında toplanma yetersayısının da bulunmadığı anlaşıldığından
hukukî değerden yoksundur, ve bu nedenle İbrahim Şevki Atasagun'un
başkanlığının devam etmesi sonucunu doğuramaz.
Şu
duruma, yani Cumhuriyet Senotosu başkanlığı boş olduğuna göre, Anayasa'nın 84
üncü maddesine ve içtüzük hükümlerine uygun biçimde seçilmiş bulunan
başkanvekillerinin, hem Anayasa'dan aldıkları yetkiye, hem içtüzüğün 9 uncu
maddesinin, başkanın bulunmadığı hallerde onun yetkisinin başkanvekillerince
kullanılacağına ilişkin bulunan hükmüne hem de genel hukuk kurallarına
dayanarak başkanlık görevlerini kesintisiz sürdürmeleri gerektiğinde kuşku
yoktur.
Özetlemek
gerekirse, 18/6/1970 gününden itibaren Cumhuriyet Senatosu Başkanlığı
boşalmıştır. Eski başkan hakkında alınan kararla yaratılan fiili halin bu
hukuki sonuca etkisi olmadığından Başkanlık Divanının tümünün, bu yüzden
Anayasa'ya aykırı biçimde kurulmuş duruma düştüğü öne sürülemez. Başkanlık
Divanındaki herhangibir görevin boş olması halinin, divanin tüm olarak
kuruluşunu etkilemesi söz konusu olmıyacağından böyle bir divanca yönetilen
birleşimleri ve birleşimlerde verilen kararları olumsuzca etkileyerek onları
Anayasa'ya aykırı bir duruma sokacağı sonucuna da varılamaz.
Bu
nedenlerle 137.7 sayılı Kanun şekil yönünden Anayasa'ya aykırı değildir.
Fazıl
Uluocak, İhsan Ecemiş ve Recai Seçkin bu sonuca değişik gerekçe ile
katılmışlardır.
Avni
Givda, kimi hükümleri dava konusu edilen 1327 sayılı Kanunun şekil yönünden
Anayasa'ya aykırı olduğu ve iptali gerektiği görüşünde bulunmuştur.
B-
1327 sayılı Kanunun 9. maddesinin din hizmetlerini ilişkin VI sayılı bendi
hükmünün esas yönünden incelenmesi :
Dava
dilekçesindeki gerekçeler özet olarak şöyledir : "Anayasa'nın 2. maddesi
hükmünce Türkiye Cumhuriyeti lâik bir Devlettir. Lâiklik, klasik anlamıyla din
ve Devlet işlerinin birbirinden ayrılması demektir. Anayasamız'a göre din ve
Devlet işleri birbirinden ayrılmıştır. Din hizmetleri bir kamu hizmeti nitelimi
taşımadığına göre din adamlarının memur sayılması lâik Devlet ilkelerine uymaz.
Kanunun din görevlilerini kapsamına alması Anayasa'nın 117. maddesine
aykırıdır. Dâva konusu hükmün Din Hizmetleri Sınıfını kurması yoliyle Devlet,
din işleriyle uğraşan teokratik bir Devlet hüviyeti almış olacaktır. Bu ise
Atatürk Devrimlerinin, 1961 Devrim Anayasası'nın tam manası ile inkârıdır ve
Anayasa'da kabul edilmiş olan lâiklik ilkesine ve dolayısiyle Anayasa'nın 2.,
4., 19., 117. ve 154. maddelerine aykırıdır."
Dava
konusu hükmün Anayasa'ya aykırı olup olmadığı sorununun çözülmesi herşeyden
önce lâiklik ilkesinin niteliğinin ve Anayasamız'daki anlamının ne olduğunun
araştırılıp saptanmasına bağlıdır.
Görüşmeler
sırasında olayda lâiklik ilkesinin incelenip karara dayanak yapılmasına gerek
bulunmadığı, dâva konusu hükmün yalnız Anayasa'nın 154. maddesiyle
karşılaştırılarak Anayasa'ya aykırılığı durumunun araştırılması ve
tartışılmasının yeteceği fikri ortaya atılmışsa da çoğunlukça dâvada Din
Hizmetleri Sınıfının kurulmasının lâiklik ilkesine aykırı olduğu ileri
sürülerek Anayasa'ya aykırılık iddiası özellikle bu yöne dayandırılmış ve
esasen çözümü kolaylaştırma bakımından sorunun daha çok aydınlığa kavuşması ve
154. madde hükmünün Anayasa'da yer alması nedeninin saptanabilmesi de,
Anayasa'mızda benimsenen lâiklik ilkesinin anlam ve niteliğinin belirtilmesiyle
mümkün bulunmuş olduğundan önce lâiklik ilkesinin Anayasal anlam ve niteliğinin
ve ilkenin benimsenmesi nedenlerinin incelenip tartışılması gerekli ve zorunlu
görülmüştür. Muhittin Gürün bu görüşe katılmamıştır.
Şu
halde lâiklik ilkesinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasası açısından anlamının ve
kapsamının ne olduğu saptandıktan sonra dâva konusu hükmün bu ilkeye ve
Anayasa'nın öteki kurallarına aykırılığı sorununun tartışılması gerekir.
Her
şeyden önce şurasını belirtilmelidir ki, lâiklik ilkesi din ve Devlet
ilişkilerini düzenleyen bir ilke olması nedeniyle, her ülkenin içinde bulunduğu
ve her dinin bünyesinin oluşturduğu koşullar arasındaki ayrılıkların, lâiklik
anlayışında da ortaya ayrımlar çıkarması zorunlu bir sonuçtur.
Hukukî
yönden, klâsik anlamda lâiklik, din ve Devlet işlerinin birbirinden ayrılması
anlamına gelmektedir. Ayrılık dinin Devlet işlerine, Devletin de din işlerine
karışmaması biçimindedir ki bu anlayışa göre kilise tüm anlamı ile bağımsızdır.
Bu durum, Hiristiyan dinine bağlı milletlerde birçok tarihi olguların,
gereksinme ve zorunlulukların sonucu olduğu kadar bu sonuçda kilisenin dini bir
kuruluş bulunmasının, Hiristiyanlıkta ruhani bir sınıfın, bir din hizmetinin
varlığının ve Papanın kutsal nitelikte dinî bir başkan olarak kabul edilmesinin
de etkisi çoktur.
İslâmlıkta
ise bir ruhban sınıfı bulunmadığı gibi, mabetlerde, görevli kimseler de kutsal
nitelikte değillerdir. Şu halde her iki dinin koşulları aynı olmadığı gibi din
işleriyle uğraşan kimselerin bağımsızlığı veya özerkliği anlayışının gerek
ülkemizde gerekse batı devletlerinde oluşturacağı sonuçlar da birbirinin aynı
değildir. Bu konuya ileride değinilecektir.
Yukarıda
açıklanan nedenlerle Hiristiyan ve İslâm dinine bağlı milletlerin kurdukları
devletlerdeki lâiklik anlayışında bir ayrımın var olması zorunlu bulunduğundan,
mabet ve din işleriyle uğraşanların devletten tüm ayrı ve bağımsız oluşunun
lâiklik anlayışında bir ilke gibi benimsenmesi ancak, Hiristiyan dininin kabul
edildiği ülkelerdeki devletler için söz konusu olabilir. Yoksa buna, her dinin
inanç ve gereklerinden doğan ayrılıkları gözönünde bulundurmadan geniş ölçüde genel
bir ilke niteliği vermeğe olanak yoktur. Lâiklik din ve devlet ilişkilerini
düzenleyen bir ilke olduğuna göre dinî anlayış yönünden benzer koşulları
bulunmıyan bir ülkenin, batı hukukundaki anlamı ve biçimiyle lâiklik ilkesini
benimsememesini koşullardaki ayrılığın sonucu gibi görmek gerekir. Kaldı ki
batı ülkelerinde dahi kimi devletlerin lâiklik anlayışı arasında ayırımlar
vardır.
Bu
açıklamadan sonra ülkemizde İslâmlık esasları karşısında lâikliğin gelişmesine
kısaca göz atmakta konunun iyice aydınlığa kavuşması bakımından yarar
görülmektedir: Bilindiği üzere, Osmanlı imparatorluğunda dine bağlı bir Devlet
düzeni kurulmuştu, İslâmlık kuralları, yalnız bireyin manevî hayatını yani
inanç alanını değil aynı zamanda toplum ilişkilerini, Devlet faaliyetlerini ve
hukuku da düzenlemiştir. Fakat zaman ilerledikçe, özellikle Tanzimattan (1839)
beri birçok tarihi olaylar, gereksinmeler ve bunları doğuran toplumsal
gerçeklerin etkisiyle yavaş yavaş, toplum ilişkileri, Devlet faaliyetleri ve
hukuk alanında dinî esaslara dayanmayan kanunlar kabul edilmeye başlanmış;
böylece dinî kuralların toplumsal ilişkilere ve Devlet faaliyetlerine egemen
olması temel görüşünden ayrılmaya başlanmış, ve bu durum giderek kendi
koşullarına uygun bir biçimde gelişmiştir. Kabul etmek gerekir ki, Osmanlı
Devleti gibi dine bağlı bir devlet düzeninde böyle bir gelişmenin ifade ettiği
anlam büyüktür. Bu gelişmede islâmlığın kimi hoşgörürlük kurallarının da payı
vardır. "Zamanın ve hayat koşullarının değişmesiyle dinin eylem hükümleri
de değişir" biçimindeki ilke karşısında, İslâmlığın toplum ilişkilerini,
Devlet faaliyetlerini ve hukuku düzenleyen kuralları yerine, zamanın ve yaşama
koşullarının değişmesiyle dinî esaslara dayanmayan kuralların geçmeğe
başlamasında, dinî anlayış yönünden bir engel bulunmamış olması büyük yardım
sağlamıştır.
Bu
açıklamalardan sonra 1961 Anayasasıyla benimsenmiş olan lâiklik ilkesinin
anlamının ne olduğu konusunun incelenmesine geçilecektir.
Ülkemizde
1961 Anayasasiyle kabul edilmiş plan lâiklik ilkesi, geçirilen tarihi
tecrübelere, devrimlere ulusun dini ve siyasî özelliklerine ve yurdumuz
koşullarına uygun bir anlam taşımaktadır. Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan
lâiklik ilkesi, Devletin niteliklerinden birini açıklar ve belirler. Buradaki
lâiklik ilkesinin kavramım saptamak için Anayasanın konu ile yakın ilgisi
bulunan, Özellikle başlangıç bölümünün, 2., 19., 153. ve 154. maddelerinin
ışığı altında inceleme yapılması ve Anayasa koyucunun kasttettiği anlamın
araştırılıp tartışılması uygun olacaktır,
1-
Anayasa'nın 153. maddesinde, bu Anayasa'nın hiçbir hükmünün Türk toplumunun
çağdaş uygarlık seviyesine erişmesi ve Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik
niteliğini koruma amacını günden, madde metninde gösterilmiş devrim
kanunlarının, bu Anayasa'nın halkoyu ile kabul edildiği tarihte yürürlükte
bulunan hükümlerinin Anayasa'ya aylan olduğu şekilde anlaşılamıyacağı ve
yorumlanamıyacağı belirlenerek böylece lâik Devlet düzeninin korunması hedef
tutulmuş bulunmaktadır. 1961 Anayasasiyle güdülen ana erek başlangıç bölümünde
(Türk Ulusunun daima yücelmesi) ve 153. maddesinde ise (Türk Ulusunun çağdaş
uygarlık seviyesine erişmesi) biçiminde saptanmıştır. Bu esasların Anayasa'da
yer alması, az önce açıklanan, ana ereğe varılmasını engelleyebilecek veya
zorlaştırabilecek nitelikte hiç bir hak ve özgürlüğün Anayasa'da tanınmamış
olduğunu, Anayasa'da benimsenmiş lâiklik düzenine ilişkin kuralların ancak bu
ana ereği gerçekleştirme doğrultusunda yorumlanabileceğini, bu ana ereğin
Anayasa'da öngörülen bir çok sınırlandırmaları zorunlu kılan bir neden, daha
açıkçası Anayasa'da benimsenmiş bütün temel ilkelere egemen bir düşünce
olduğunu anlatır.
Şu
nedenlerledir ki tarihî tecrübelerinden de ders alınarak ülkemizde bu ana amaca
aykırı erek güden dinî örgütlerin kurulmasına Anayasa hükümleriyle olanak
tanınmamıştır. İkinci Meşrutiyet sıralarında Edirne'de kurulan cemaatı İslâmiye
teşkilâtının yurdun yükselmesi amacına engel olma yönünden faaliyetlerde
bulunma yolunu tutmuş olduğunu burada belirtmede yarar vardır.
Şu
halde Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında yer alan lâiklik ilkesinin anlamı
saptanırken dayanılacak ilk esas bu ana erektir.
2-
Anayasa'nın, lâiklik ilkesinin esaslarını saptayan ve düşünce ve inanç hak ve
hürriyetlerini belirleyen 19. maddesinin birinci fıkrasında, ferdin manevî hayatına
ilişkin olan dinî inanç bölümünde sınırsız bir hürriyet tanınmış, üçüncü ye
dördüncü fıkralarla da (Kimsenin ibadete, dinî âyin ve törenlere katılmaya,
dinî inanç ve kanaatlarını açıklamaya zorlanamıyacağı ve kimsenin dinî inanç ve
kanaatlarından dolayı kınanamıyacağı ve dinî eğitim ve öğrenimin ancak
kişilerin kendi isteğine ve küçüklerin de kanunî temsilcilerinin isteğine bağlı
bulunduğu) açıklanmıştır. Lâiklik ilkesinin önemli esaslarından olan bu
hükümler din aynını gözetmeksizin herkesi kapsamakta bulunmuş ve böylece din
hürriyeti Anayasa inancası altına alınmıştır.
3-
Ancak toplum hayatına etkili olabilecek ilişkilerde ölçüsüz hak ve sınırsız
hürriyet düşünülemiyeceğinden din hürriyetinden doğan hakların da bireyin
manevî hayatı alanından taşıp toplum alanına ve toplumun huzurunu ve
çıkarlarını tahdit eden eylem ve davranışlara dönüşmesinin, milletin
çıkarlarını ve huzurunu korumakla yükümlü olan Devletçe önlenmesi zorunludur.
Bu nedenle din hürriyetinin bu bölümünün, her toplumsal müessesede olduğu gibi,
sınırlamalara tabi tutulmak zorunluluğu karşısında 19. maddenin ikinci
fıkrasiyle dînin, bireyin manevî hayatının sınırını aşan, toplumsal bir nitelik
alan ibadet, dinî âyin ve törenler kamu düzenine veya genel ahlâka veya bu
amaçlarla çıkarılan kanunlara aykırı olmamak şartıyla serbest bırakılmıştır.
19.
maddenin beşinci fıkrasında da kimsenin, Devletin sosyal, iktisadî, siyasî veya
hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırmaya veya siyasî
veya şahsî çıkar veya nüfuz sağlama amaciyle her ne suretle olursa olsun, dinî
veya din duygularım yahut dince kutsal sayılan şartiyle istismar edemiyeceği,
kötüye kullanmıyacağı açıklanmış ve yasak dışına çıkanlar için yaptırımlar
konulmuştur.
Gerçekten
tarihimizde görülmüştür ki, Devletin dine bağlı olduğu Osmanlı
imparatorluğunda, din hürriyetinin sınırlanmadığı devirlerde din toplum
hayatının bütün alanlarına, Devletin karar ve haraketlerine daima müdahale
etmiş ve dinin sömürülmesi, kötüye kullanılması dinî taassubun son derecelere ulaşması
yüzünden, medeniyetin ilerleme aşamalarında ortaya çıkan her icad ve yeni buluş
dine aykırı olduğu fetvaları ile karşılaşmış; hatta bu fetvalar düşman
istilasına uğrayan vatanı kurtarma çabalarını engelliyecek derecelere kadar
varan tehlikelere yol açmıştır. Bu yüzden toplumumuzun gelişmesi için en
lüzumlu icadlar bile yıllarca ve hatta bazan yüzyıllarca sonra ülkemize
sokulabilmiş; böylece medeniyetin ilerleyişine ayak uydurulamamış, bunun sonucu
olarak da Devlet, zaafa ve gerilemelere uğrayarak Osmanlı imparatorluğunun son
yıllarında parçalanmalara kadar sürüklenmiştir. Bugün dahi kimi kimselerin dinî
kötüye kullanmakta ve sömürmekte oldukları acı tecrübelerle anlaşmaktadır. Bu
nedenlerle Anayasa Koyucu din hürriyetinde bu biçimde sınırlamaları öngörmek
zorunda kalmıştır.
4-
Anayasa'nın 19. maddesinin beşinci fıkrası, aynı zamanda lâiklik ilkesinin
anlamını tayin eden hükümler de getirmiştir. Bu fıkrada Devletin sosyal,
iktisadî, siyasî veya hukukî temel düzeninin kısmen de olsa din kurallarına
dayandırılamıyacağı hükmü kabul edilmiş bulunmaktadır. Hüküm Anayasa'daki
lâiklik ilkesinin, dinin Devletin işlerine karışlamayacağı anlamında olduğunu
açıkça göstermektedir. Bizde din ve Devlet işlerinin birbirinden ayrılığının
anlamı budur. Anayasa'nın 2. maddesine ilişkin gerekçede yer alan "Türkiye
Cumhuriyeti lâiktir. Dinin Devlet işlerine karışmasını ve hukukun aklî olmayan
(Naklî) kaynakların tesiri altında bulunmasını reddeder. Bunun dinî inkâr
manasına gelmediği, ancak dinin fertlerin vicdanına terk edildiğini ifade
ettiği şüphesizdir) biçimindeki sözler dahi Anayasa Koyucunun bu kasdını
pekiştirmektedir.
Yukarıda
saptanan esaslardan da anlaşıldığı üzere Anayasa Koyucu. Anayasadaki lâiklik
ilkesinin anlamını tayin ederken mabedin ve din işleriyle uğraşan kimselerin
özerk veya bağımsız oldukları biçiminde bir anlam kasdetmiş değildir. Daha önce
de değinildiği üzere, Hiristiyan dininin taşıdığı özelliğe göre din ve devlet
işlerinin birbirine karışmaması esasının, kilisenin bağımsızlığı biçiminde
mânalandırılmasında bir sakınca görülmemiştir. Çünkü Batı devletlerinde dinin
kötüye kullanılması ve sömürülmesi bizdeki şekilde bir sonuç doğurmadığından
din ve devlet işlerinin birbirine karışmaması yönünden kabul edilen, kilisenin
bağımsızlığı durumu devlet düzeni bakımından bir tehlike göstermemektedir. Oysa
İslâmlık bireylerin yalnız vicdanlarına ilişkin olan dinî inanç bölümünü
düzenlemekle kalmamış, aynı zamanda bütün toplum ilişkilerini, devlet
faaliyetlerini ve hukuku da tanzim etmiştir. Bu durumda ülkemizde din
hürriyetinin Anayasa ile çizilen sınırlarının ihlâli dinin sömürülmesi ve
kötüye kullanılması, Devletin lâiklik esasına dayanan düzenine karşı gelinmesi
anlamını taşımakta; Anayasanın temel ereklerini engelleme sonucunu
doğurmaktadır. Böyle bir tutumun ve sınırsız, denetimsiz bir din hürriyeti ve
bağımsız bir dinî örgütlenme anlayışının ülkemiz için pek ağır tehlikelerle
yüklü olduğu uzak ve yayın tarihi tecrübelerle anlaşılmıştır. Bu nedenlerle
Anayasa Koyucu, mabedin ve din işleriyle uğraşan kimselerin özerkliği veya,
bağımsızlığı biçiminde sınırsız ve Devlet denetimi dışında kalan bir din
hürriyeti anlayışının Anayasa'da kabul edilen lâiklik düzeni ve ilkelerine
uygun görmemiştir.
5-
Yukarıki bentte açıklanan nedenlere dayanan zorunluluklar karşısında Anayasamızda
din ve Devlet ilişkileri tayin edilirken din hürriyetinin, bireyin manevî
hayatına ilişkin olanlarının dışındaki bölümleri için birtakım sınırlamalar
getirilmiş ve kurulmuş olan lâik devlet düzenini korumak üzere yaptırımlar
konulmuştur. Bunların sonucu olarak Devlete din hürriyeti üzerinde bir denetim
yetkisi tanınmış bulunmaktadır. Bu yetki, din ayrımı gözetilmeksizin,
bireylerin dinî inançlara tecavüzlerini önleyici tedbirler almak ve
ibadetlerin, dinî âyin ve törenlerin kamu düzenine veya genel ahlâka veya bu
amaçlarla çıkarılan kanunlara aykırı olup olmadığını izlemek, dinî sömürmeyi ve
kötüye kullanmaları ve dinî taassubu önlemek gibi biçimlerde kendini
göstermektedir. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında yer alan ve (Türk
Ulusunun daima yücelmesi), (Türk Ulusunun çağdaş uygarlık seviyesine erişmesi)
deyimlerinde ifadesini bulan anaereğin gerçekleştirilmesi mümkün görülmüştür.
Dinin
toplum alanına etkili eylem ve davranışlar bölümünün kamu düzeni ve güvenliği
yönünden çoğu ülkelerde denetim altına alınmış bulunduğu da bir gerçektir.
Şu
halde Anayasa'daki lâiklik ilkesinin bir özelliği de Devlete din hürriyeti
üzerinde denetim yetkisi tanıyan bir nitelik taşımakta olmasıdır.
Özetlemek
gerekirse, Türkiye Cumhuriyeti Anayasasında kabul edilen lâiklik ilkesi:
Özellikle;
a)
Dinin Devlet işlerinde egemen ve etkili olmaması esasını benimseme,
b)
Dinin, bireylerin manevî hayatına ilişkin olan dinî inanç bölümüde aralarında
ayrım gözetilmeksizin, sınırsız bir hürriyet tanımak suretiyle dinî Anayasa
inancası altına alma,
c)
Dinin, bireyin manevî hayatını aşarak toplumsal hayatı etkiliyen eylem ve
davranışlara ilişkin bölümlerinde, kamu düzenini güvenini ve çıkarlarını
korumak amacıyla, sınırlamalar kabul etme ve dinin kötüye kullanılmasını ve
sömürülmesini yasaklama,
ç)
Devlete, kamu düzenini ve haklarının koruyucusu sıfatıyla dinî hak ve
hürriyetler üzerinde denetim yetkisi tanıma niteliklerinden oluşmuş bir
ilkedir.
Anayasamızda
yer alan lâiklik ilkesinin anlamının böylece saptanmasından sonra Anayasa'nın
154. maddesi karşısında dâva konusu 9. madde ile din işleri sınıfının
kurulmasının Anayasa'ya aykırılığı sorununun incelenmesine sıra gelmiştir :
Bu
sorunun çözümlenebilmesi için önce Diyanet İşleri Başkanlığının Anayasa'da yer
almasının lâiklik ilkesine aykırı olduğu yolundaki iddianın incelenmesi uygun
olacaktır.
Anayasa'nın
154. maddesi, (Genel idare içinde yer alan Diyanet işleri Başkanlığı, özel
kanununda gösterilen görevleri yerine getirir) hükmünü koymuştur.
Diyanet
işleri Başkanlığı, dinî bir teşkilât değil Anayasa'nın 154. maddesinde
saptandığı üzere genel idare içinde yer almış idarî bir teşkilât durumundadır
ve bu teşkilâta mensup kişiler de 154. maddede sözü geçen özel kanun ve
dolayısiyle 154. madde hükmünce memur niteliğinde sayılmışlardır. Bu durumun
bir Anayasa hükmü gereği olması dolayısiyle de, Anayasa'nın 117. maddesine
aykırılıktan söz edilemez.
Diyanet
İşleri Başkanlığının Anayasa'da yer almasının ve mensuplarının memur
niteliğinde sayılmasının, yukarıdaki bölümlerde açıklandığı üzere birçok tarihi
nedenlerin, gerçeklerin ve ülke koşullariyle gereksinmelerinin doğurduğu bir
zorunluk sonucu olduğundan kuşku yoktur. Anayasanın 154. maddesinin
gerekçesinde (Dinî inanç ve kanaat hürriyetini, temel hak ve hürriyetler
arasında ilân eden, ibadet ve dinî törenlerin serbestisini teminat altına alan
Anaya'sa'da sosyal bir müessese olarak dinin taşıdığı önembakımından, Dinayet
işleri Başkanlığının bugüne kadar olduğu gibi genel idare içinde yer alması
tabiî ve zarurî görülmüştür. Bu sebeple tasarının ek 2. maddesinde sevkedilen
hüküm, Diyanet İşleri Başkanlığının özel kanunundaki görevleri yerine
getireceği esasını muhafaza etmektedir) denilmektedir.
Gerçekten,
Diyanet İşleri Başkanlığının Anayasa'da yer almasının nedenleri Anayasamızda
kabul edilen lâiklik düzen ve esaslarından ve bir Anayasa hükmü olan 154.
maddedeki, Diyanet İşleri Başkanlığının özel kanununda gösterilen görevleri yerine
getireceği yolundaki ibareden de anlaşılmaktadır. Bunlara göre Diyanet İşleri
Başkanlığının Anayasa'da yer alması şu zorunluk ve nedenlere dayanmaktadır :
Dinin
Devletçe denetiminin yürütülmesi, din işlerinde çalışacak kimselerin yetenekli
olarak yetiştirilmesi yoliyle dinî taassubun önlenmesi ve dinin toplum için
manevî bir disiplin olmasının sağlanması ve böylece Türk Milletinin çağdaş
uygarlık seviyesine erişmesi, yücelmesi ona ereğinin gerçekleştirilmesi gibi
nedenlere dayandığı gibi aynı zamanda toplumun çoğunluğunun müslüman bulunduğu
ülkemizde, dinî ihtiyaçlarının karşılanabilmesi için din işleri görecek
kişiler, mabet ve başka maddî ihtiyaçların sağlanması ve bunların bakımı gibi
konulara yardım etmek nedenlerine de dayanmaktadır. Devletin her içtimaî
müessesede olduğu gibi, içtimaî bir müessese olan toplumun dinî
gereksinmelerine yardım etmesinin Anayasa'da yer alan ve nitelikleri açıklanan
lâiklik esaslarına aykırı bir yanı bulunmadığı gibi Diyanet işleri Bakanlığının
Anayasa'da yer almasının da yukarıda açıklanan nedenlere dayanması karşısında,
lâiklik ilkesine aykırı düştüğü kabul edilemez. Yine bu nedenlerle Devletin bu
alandaki yardımı ve Diyanet îşleri Kuruluşu görevlilerinin memur sayılması
Devletin din işlerini yürüttüğü anlamına gelmeyip ülke koşullarının zorunlu
kıldığı ihtiyaca uygun bir çözüm yolu bulmak erek ve anlamını taşımaktadır.
Şurası
belirtilmelidir ki Anayasa'nın kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan
yasalara göre Diyanet İşleri Başkanlığı örgütünün görevlileri, merkez kuruluşu
görevlileri ile merkez dışındaki görevliler ve bu arada imam, hatip,, müezzin
ve kayyim gibi hizmetlilerdir; Nitekim Diyanet işleri Teşkilât ve Vazifeleri
Hakkındaki 2800 sayılı Kanunda bazı değişiklikler yapılmasına dair 3665 sayılı
Kanuna Ek 23/3/1950 günlü, 5634 sayılı Kanunun (Düstur 3. Tertip-Cilt 31, sayfa
: 1950) 5. maddesinde hayrat hizmetlerinin atama, yer değiştirme ve görevden
çıkarma işlerinin her il ve ilçe müftüsünün başkanlığı altında o yerlerden
seçilecek iki üyenin katılacağı komisyonca görülmesi, 9 maddesinde de hayrat
hizmetlileri kadrolarının her yıl Bütçe Kanununa bağlı ayrı bir çizelgede
gösterileceği kurala bağlandığı, böylece imam, hatip, vaiz gibi görevlilerin
dahi Diyanet İşleri Başkanlığı örgütü içinde yer alan görevliler olduğu
anlaşılmaktadır. Bundan başka 1960 ve 1961 malî yıllarına ilişkin Bütçe
Yasalarına ek-(S) çizelgelerinde, imam, hatip, müezzin ve kayyımların (hayrat
kademesi) başlığı altında ücret kadroları vardır ve bu kimseler 1961
Anayasa'sının yapıldığı ve kabul edildiği sırada, Diyanet işleri Başkanlığı
bütçesinden ücret alan görevlilerdir. (Düstur 3, Tertip - Cilt : 41, sayfa :
816; Düstur 4. Tertip Cilt l, sayfa : 2122, 2157).
Diyanet
işleri Başkanlığının, Anayasa'nın 154. maddesinde yer alan özel kanunun 633 sayılı
Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkındaki Kanun olup bundan
önceki Yasalar ise 633 sayılı Kanunun 41 inci maddesiyle kaldırılan yasalardır.
Diyanet işleri Başkanlığının özel kanununda sayılan görevlerin konusunu
oluşturan işler Anayasa hükmiyle benimsenmiş bulunduğundan bunların Anayasa'ya
aykırı düşeceği kabul edilemez. Sözü geçen Özel kanunda, Diyanet işleri
Başkanlığına verilen işler arasında özlük işleri ve köy iman ve hatiplerine
kadar gösterilen bütün görevlilerin inha ve atanmaları usulü ve bunlarda
aranacak nitelikler açıklanmış ve böylece bunların atanmaları, Anayasa'nın 154.
maddesinde açıklandığı üzere Diyanet işleri Başkanlığının özel kanunda
gösterilen bir görevi yerine getirmesi niteliğini kazanmış olduğundan bu
görevlilerin atanmalarının lâiklik ilkesine aykırı düşeceği görüşü de
savunulamaz. Dâva konusu 1327 sayılı Kanunun 9. maddesinin VI sayılı bendinde
din hizmetleri sınıfının yer almasının Anayasa'ya aykırılığı sorununa gelince:
Sözü geçen bentte :
"VI-
DİN HİZMETLERİ SINIFI :
Din
hizmetleri sınıfı özel kanunlarına göre çeşitli derecelerde din eğitimi görmüş
olan ve dinî görev yapan Devlet memurlarını kapsar" denilmektedir. Bu
bentte sözü geçen Özel kanun, Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri
Hakkındaki 633 sayılı Kanundur. Bundan önceki Yasalar da yukarıda değinildiği
gibi 633 sayılı Kanunun 41. maddesiyle kaldırılan yasalardır. Söz konusu
Kanunda Diyanet işleri Başkanlığının bütün kuruluşları, ve kuruluşların
görevleri gösterilmiş ve bunların atanma usul ve koşullan 21. maddesindeki
bentlerde belirlenmiş ve bu bentlerin dışında kalan memurların da Başkanlıkça
atanacağı açıklanmıştır.
Demek
oluyor ki dâva konusu hükümde din hizmetleri sınıfına dahil olarak gösterilen
memurlar, Anayasa'nın 154. maddesinde sözü geçen özel kanun olan 633 sayılı
Kanunun kuruluş bölümünde açıklanan memurlardır. Bunların ise görev ve
atanmalarının Anayasa'nın getirdiği lâiklik anlayışına aykırı bulunmadığı daha
önce nedenleriyle açıklanmış bulunmaktadır. Bu memurların nitelikleri, inha ve
atanmaları tamamiyle 633 sayılı Kanuna bağlıdır. Dâva konusu hükümde "Din
Hizmetleri Sınıfı" sözlerinin yer almış olması, ülkemizde bağımsız veya
özerk bir din sınıfı, dinî bir örgüt kurulması anlamında olmayıp Devlet
personel reformu yönünden bütün Devlet memurlarının bir tasnife tabi tutularak
tasnife giren memurların öğrenim durumlarına göre hangi dereceden başlayıp
hangi dereceye kadar yükselebileceğini göstermek ereğine dayanmaktadır.
Şu
duruma göre dâva konusu hükümle din hizmetleri sınıfının kurulmuş olması
Anayasa'daki, nitelikleri açıklanan lâyıklik ilkesine ve binnetice Anayasa'ya
aykırı bulunmadığından davanın reddi gerekir.
Avni
Givda ve Ahmet Akar bu görüşe Muhittin Gürün gerekçenin bir bölümüne
katılmamıştır.
5-
SONUÇ :
1-
1327 sayılı Kanunun 9. maddesinin din hizmetlilerine ilişkin VI sayılı bendinin
Anayasa'ya aykırı olmadığına ve dâvanın bu konuya yönelen bölümünün reddine
Avni Givda ve Ahmet Akar'ın esastan, Muhittin Gürün'ün gerekçenin bir bölümünde
karşı oylarıyla ve oyçokluğuyla,
2-
Aynı yasanın 93. maddesinin C bendi daha önce Anayasa Mahkemesinin 28/1/1971
günlü, 1970/49-1971/11 sayılı kararı ile iptal edilmiş olmadığından bu konuda
yeniden karar verilmesine yer olmadığına oybirliğiyle,
21/10/1971
gününde karar verildi.
|
|
|
|
Başkan
Muhittin
Taylan
|
Başkanvekili
Avni
Givda
|
Üye
Fazıl
Uluocak
|
Üye
Sait
Koçak
|
|
|
|
|
Üye
Şahap
Arıç
|
Üye
İhsan
Ecemiş
|
Üye
Recai
Seçkin
|
Üye
Ahmet
Akar
|
|
|
|
|
Üye
Halit
Zarbun
|
Üye
Ziya
Önel
|
Üye
Kâni
Vrana
|
Üye
Mustafa
Karaoğlu
|
|
|
|
Üye
Muhittin
Gürün
|
Üye
Şevket
Müftügil
|
Üye
Ahmet
H. Boyacıoğlu
|
KARŞIOY
YAZISI
l-
Kimi hükümlerinin iptali dâva edilen 1327 sayılı Kanunun biçim yönünden
Anayasa'ya aykırılığı sorunu :
Bu
karşıoy yazısının ilgili bulunduğu 21/10/1971 günlü, 1970/53-1971/76 sayılı
Anayasa Mahkemesi kararında da belirtildiği üzere dâva konusu iki hükmü
kapsayan 31/7/1970 günlü, 1327 sayılı Kanuna ilişkin tasarı Millet Meclisi
Başkanlığının 14/7/1970 günlü yazısı ile Cumhuriyet Senatosu Başkanlığına
gönderilmiş Cumhuriyet Senatosu tasan üzerindeki görüşmeleri 29/7/1970 gününde
bitirmiş ve tasarı dosyası Başkanlığın aynı tarihli yazısı ile Millet Meclisi
Başkanlığına geri çevrilmiştir. Yine kararda açıklandığı gibi Cumhuriyet
Senatosu başkanı Atasagun'un başkanlık süresi 18/6/1970 de bitmiş, 30/6/1970
gününde "Cumhuriyet Senatosu Başkanlığı görevinin yenisi seçilinceye kadar
devam edeceği" ne Cumhuriyet Senatosu Genel Kurulunca karar verilmiş ve Cumhuriyet
Senatosu Başkanlığı görevi Atasagun'ca yeni başkanın seçildiği 19/11/1970
gününe dek yürütülmüştür.
Cumhuriyet
Senatosu Başkanı, Anayasa'nın 84. maddesinin ikinci fıkrası hükmüne göre, iki
yıl için seçilir. Anayasa'nın kesin olarak belirlediği bu hizmet süresinin yeni
başkan seçilinceye dek kendiliğinden devam etmesi düşünülemiyeceği gibi
Cumhuriyet Senatosu karariyle uzatılmasına da olanak yoktur. Cumhuriyet
Senatosu Genel Kurulunun 30/6/1970 günlü kararı hem bu yönden Anayasa'nın 84.
maddesine, hem de kararın alındığı sırada toplantı yetersayısı bulunmadığı için
86. maddeye aykırıdır.
Çoğunluk,
durumun Anayasa'ya aykırılığını kabul etmekle birlikte Cumhuriyet Senatosu
Başkanlığını boş sayarak Başkanlık Divanındaki bir görevin boş olması halinin
Divanın tüm olarak kuruluşunu etkileyemiyeceğini, esasen Atasagun'un tasarının
görüşüldüğü birleşimlere başkanlık etmediğini ve birleşimleri
başkanvekillerinin yönettiğini ileri sürmekte; 1327 sayılı Kanunun şekil
yönünden Anayasa'ya aykırı olmadığı sonucuna varmaktadır.
Atasagun'un
Cumhuriyet Senatosu Başkanlığı görevini sürdürmesi Cumhuriyet Senatosu Genel
Kurulunun Anayasa'ya aykırı da olsa, 30/-6/1970 günlü kararına dayanmakta;
Başkan sıfatı ve bu sıfata ilişkin yetkileri o sıralarda Cumhuriyet Senatosunca
ve öteki ilgili merci ve makamlarca tanınmış bulunmaktadır. Onun içindir ki
Cumhuriyet Senatosu Başkanlığının boş sayılmasına olanak yoktur. Atasagun bu
dönemde tüm başkanlık yetkilerini gerektikçe kemaliyle kullanmış; üstelik bir
süre Anayasa'nın 100. maddesi uyarınca Cumhurbaşkanına da velilik etmiştir.
25/10/1970
- 6/12/1970 günleri arasında yayımlanan Resmî Gazeteler incelenirse Atasagun'un
Cumhurbaşkanı vekili sıfatıyle :
"6772
sayılı Kanuna göre yapılacak ilâve tediye" ye ilişkin 7/1419 sayılı,
22/10/1970 günlü Bakanlar Kurulu kararnamesini, (25/10/1970 günlü 13650 sayılı
Resmî Gazete);
Bakanlar
Kurulunun 7/1414 sayılı, 17/10/1970 günlü Türk vatandaşlığına kararnamesini, İçişleri
Bakanlığına ilişkin 8725 sayılı, Maliye Bakanlığına ilişkin 8731 sayılı, Tarım
Bakanlığına ilişkin 8723 sayılı atama kararlarını (28/10/1970 günlü, 13653
sayılı Resmî Gazete);
Ticaret
gübrelerine ilişkin 7/1415 sayılı, 17/10/1970 günlü Bakanlar Kurulu
kararnamesini (31/11/1970 günlü 13656 sayılı Resmî Gazete);
Bakanlar
Kurulunun 7/1403 sayılı, 17/10/1970 günlü "vekâleten atama" ve 7/1410
sayılı, 17/10/1970 günlü "Maden Kanunu kapsamına alma"
kararnamelerini (5/11/1970 günlü, 13658 sayılı Resmî Gazete);
Bakanlar
Kurulunun "bir yönetmeliğin yürürlüğe konulması" na ilişkin 7/1402
sayılı, 15/9/1970 günlü kararnamesini (7/11/1970 günlü, 13660 sayılı Resmî
Gazete);
Başbakanlığa
(Tapu ve Kadastro Genel Müdürlüğü) ilişkin 8742 sayılı atama kararını (8/11/1970
günlü, 13661 sayılı Resmi Gazete);
İçişleri
Bakanlığına ilişkin 8740 sayılı atama kararını ve bir köyün bir belde sınırlan
içine alınmasının uygun görüldüğü" ne dair 8741 sayılı kararı (9/11/1970
günlü, 13662 sayılı Resmî Gazete);
Bakanlar
Kurulunun "İsviçre ile akdedilmiş kredi anlaşmasının mütemmim cüz'ünü
teşkil etmek üzere taraflar arasında teati edilmiş mektupların 31/5/1963 günlü,
244 sayılı Kanunun 3. ve 5. maddeleri uyarınca onaylanmasına dair " olan
7/1412 sayılı, 17/10/1970 günlü kararnamesini (6/12/1970 günlü, 13686 sayılı
Resmî Gazete);
İmzalamış
olduğu görülecektir. Dâva konusu 1327 sayılı Kanuna ilişkin tasan dosyası da
Millet Meclisi Başkanlığına Atasagun'un imzaladığı yazı ile gitmiştir. O
sıralarda Cumhurbaşkanına vekillik etmekte bulunsaydı 1327 sayılı Kanunu
Anayasa'nın 100. ve 93. maddeleri uyarınca yayınlayacağında da kuşku yoktu.
Özetlemek
gerekirse 18/6/1970 ve 19/11/1970 günleri arasındaki dönemde Cumhuriyet
Senatosu Başkanlığı boş değildi; bu makamı, Anayasa'ya aykırı olarak, Atasagun
doldurmakta idi.
Cumhuriyet
Senatosu Başkanlık Divanı bir bütündür, Başkandan, başkanvekillerinden, Divan
kâtiplerinden ve idare amirlerinden oluşur (Cumhuriyet Sanatosu İçtüzüğü madde
3). Divan içinde en önemli görev yerini işgal eden Başkanın durumundaki
Anayasa'ya aykırılık elbette ki Divanın tüm kuruluşunu etkiler ve Anayasa'ya
aykırı duruma sokar. Başkanın 1327 sayılı Kanuna ilişkin tasarının görüşüldüğü
birleşimleri bizzat yönetmemiş olmasının sonucu değiştirmesi düşünülemez. Kaldı
ki başkanvekilleri de birleşimlerde görüşmeleri Başkana vekâleten, başka bir
deyimle onun hukukî yetkilerini kullanarak yönetirler. Cumhuriyet Senatosu
içtüzüğünün 9. maddesinden çıkan anlam da budur.
1327
sayılı Kanuna ilişkin tasarı üzerindeki görüşmeleri kuruluşu Anayasa'ya aykırı
olan bir Başkanlık Divanının yönetmiş bulunması bu kanunun iptal nedeni olacak
bir şekil eksikliği ile malul sayılmasını gerektirir. Şu duruma göre dâva
konusu kanun hükmü şekil yönünden Anayasa'ya aykırıdır; iptal edilmelidir.
1970/53
sayılı dâvada verilen 21/10/1971 günlü, 1971/76 sayılı kararın "şekil
yönünden Anayasa'ya aykırılık olmadığına ilişkin bölümüne bu gerekçe ile
karşıyım.
II-
657 sayılı Yasanın 1327 sayılı Yasanın 9. maddesiyle değişik 36. maddesinin VI
sayılı bendinin Anayasa'ya esas yönünden aykırılık sorunu :
14/7/1965
günlü, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 31/7/1970 günlü, 1327 sayılı
Yasanın 9. maddesiyle değişik 36. maddesinde bu kanuna tabi kurumlarda
çalıştırılan Devlet memurlarının sınıfları belirlenmiştir. Maddenin VI sayılı
bendi "din hizmetleri sınıfı" na ilişkindir. Dava konusu edilen bu
bent hükümlerine göre "din hizmetleri sınıfı" özel kanunlarına göre
çeşitli derecelerde dinî eğitim görmüş olan ve dinî görev yapan Devlet
memurlarını kapsamaktadır. İlkokul mezunu kayyımlar, imamhatipler, müezzinler,
kuran kursu öğretmenleri, vaiz ve müftüler, imam-hatip okulunun birinci
dönemini bitirmiş imam-hatipler; imam-hatip okulunun ikinci dönemini bitirmiş
imam-hatipler; dinî eğitim veren yüksek okul veya fakülteleri bitirmiş
bulunanlar burada a, b, c ve d fıkralarında işe başlama ve son yükselme
dereceleri açıklanarak sıralandırılmışlardır.
Öte
yandan Dinayet işleri Başkanlığı kuruluşu ve görevleri hakkındaki 22/6/1965
günlü, 633 sayılı Kanunun 1. maddesinde bu başkanlığın "İslâm dininin
inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili isleri yürütmek, din konusunda
toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek" üzere kurulduğu
belirlenmektedir. Başkanlığın bir başkam iki başkan yardımcısı vardır. Merkez
kuruluşu Din İşleri Yüksek Kurulu, Dinî Hizmetler ve Din Görevlilerini
Olgunlaştırma Dairesi, Teftiş Kurulu, Hukuk Müşavirliği, Personel Dairesi,
Donatım Müdürlüğünden; iller kuruluşları il ve ilçe müftülüklerinden
oluşmuştur. Yasada ayrıca vaizlerin ve "cami görevlileri" nin de sözü
edilmektedir. (Madde 2. 17. 18).
"Din
hizmetleri" konusunda bir fikir vermek üzere ve özet olarak yasalardan
alınan bu bilgilerden sonra şimdi de Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın din
alanına ilişkin ilkelerine yine kısaca değinilecektir.
İlgili
maddelere şöyle bir göz atış bile Anayasa Koyucunun konuya verdiği önemi ve
gösterdiği titizliği ortaya koymaya yeterlidir.
Türkiye
Cumhuriyeti lâyik bir devlettir (Madde 2). Bu Anayasa'da yer alan hak ve
hürriyetlerden hiçbirisi...... din ve mezhep ayırımına dayanarak nitelikleri
Aanyasa'da belirtilen Cumhuriyeti ortadan kaldırmak kasdı ile kullanılamaz
(1488 sayılı Yasa ile değişik madde 11). Herkes...... felsefi inanç, din ve
mezhep ayırımı gözetilmeksizin kanun önünde eşittir (Madde 12). Herkes, vicdan
ve dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir. Kamu düzenine veya genel ahlâka
veya bu amaçlarla çıkarılan kanunlara aykırı olmayan ibadetler, dinî ayin ve
törenler serbesttir. Kimse ibadete, dinî ayin ve törenlere katılmaya, dinî
inanç ve kanaatlerini açıklamaya zorlanamaz. Kimse dinî inanç ve kanaatlerinden
dolayı kınanamaz. Din eğitim ve öğrenimi ancak kişilerin kendi isteğine ve
küçüklerinde de kanunî temsilcilerinin isteğine bağlıdır. Kimse, Devletin
sosyal, iktisadi, siyasî veya hukuki temel düzenini, kısmen de olsa, din
kurallarına dayandırma veya siyasî veya şahsi çıkar veya nüfuz sağlama
amaciyle, her ne suretle olursa olsun, dinî veya din duygularını yahut dince
kutsal savılan şevleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz. Bu yasak dışına
çıkar veya başkasını bu yolda kışkırtan gerçek ve tüzel kişiler hakkında,
kanunun gösterdiği hükümler uygulanır ve siyasî partiler Anayasa Mahkemesince
temelli kapatılır (Değişik madde 19).
Siyasî
partilerin tüzükleri, programları ve faaliyetleri......lâik Cumhuriyet
ilkelerine... uygun olmak zorundadır. Uymıyan partiler temelli kapatılır (Madde
57). Anayasa'nın hiçbir hükmü...... Türkiye Cumhuriyetinin lâyıklık niteliğini
koruma amacını güden devrim kanunlarının (3/3/1340 günlü, 430 sayılı Tevhidi
Tedrisat Kanunu; 30/11/1341 günlü, 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin
Şeddine ve Türbedarlıklar ile Birtakım Unvanların Men ve ilgasına dair Kanun;
17/2/1926 günlü, 743 sayılı Türk Konunu Medenisiyle kabul edilen, evlenme
akdinin evlendirme memurunca yapılacağına dair medenî nikâh esası ve aynı
kanunun 110. Maddesi hükmü; 3/12/1934 günlü, 2596 sayılı Bazı Kisvelerin
Giyilemiyeceğine dir Kanun gibi) Anayasa'ya aykırı olduğu biçiminde anlaşılamaz
ve yorumlanamaz (Madde 153).
"Lâyıklık"
belli bir kavramdır ve bu ilkeye ilişkin Anayasa değerlendirme ve
biçimlendirmesi yukarıda değinilen Anayasa hükümleriyle açıklığa kavuştuğu için
üzerinde ayrıca durulmıyacaktır.
Anayasa'nın
154. maddesiyle, özel kanununda gösterilen görevleri yerine getirmek üzere bir
Diyanet İşleri Başkanlığına genel idare içinde yer verilmiş olmasına gelince;
bu hükmü tek başına ele almağa, lâyıklık ilkesini ve dinle ilgili öteki Anayasa
ilkelerini gözönünde bulundurmaksızın bir değerlendirmeye gitmeye olanak
yoktur. Bu konuya girerken önce çoğunluk gerekçesinin bir bölümüne kısaca
değinmek yerinde olacaktır. Burada 154 maddedeki "özel kanun"
deyiminden yola çıkılarak Anayasa Koyucunun, Diyanet İşleri Başkanlığının
kuruluşuna ve işleyişine ilişkin olarak o sırada yürürlükte bulunan yasal düzenlemeleri
ve ilgili uygulamaları benimsemiş olduğu; şimdi yürürlükte bulunan 633 sayılı
Kanunun ise Anayasa'nın 154. maddesinde sözü geçen "özel kanun" u
oluşturduğu ve dâva konusu hükmün bu ö'cl kartımın gereklerine uyduğu ileri
sürülmekte; bu yönden 657 sayılı Yasanın 1327 sayılı Yasanın 9. maddesinin
değiştirdiği -36. maddesinin VI sayılı bendindeki "din hizmetleri
sınıfı" na ilişkin hüküm ile Anayasa arasında bir uygunluk kurulmasına
gidilmek istenmektedir.
Anayasa
Koyucunun, din alanında olduğu gibi, iradesini duraksamaya yer bırakmaksızın
belirlediği ve yönergesini açıkça, kesin olarak verdiği bir konuda artık
Anayasa'nın kabul edildiği sıradaki hüküm ve uygulamalardan yararlanarak yoruma
gidilmesi yoliyle bir sonuca varılmasının yeri ve gereği yoktur. Onun içindir
ki Anayasa Koyucunun, Diyanet işleri Başkanlığının yasal kuruluşunu ve
uygulamalarını "Diyanet İşleri Başkanlığı" deyimini 154. maddede
kullanılmakla benimsediği ve onayladığı yolunda bir görüş hukuk ve mantık
desteğinden daima yoksun kalacaktır. Öte yandan Diyanet İşleri Bakanlığı
kuruluşu ve görevleri hakkındaki 22/6/1965, günlü, 633 sayılı Kanunu, henüz
Anayasaya uygunluk denetiminden bile geçmemişken, 154. maddede sözü edilen
"sözel kanun" olarak tanınmamak ve bu kanun Anayasa'nın bir bölümü
imiş gibi dâva konusu hükmü Anayasa'nın değil de o kanunun ölçeğine vurmak
hukukça savunulabilir bir tutum olamaz. Bugün için yapılacak, 154. maddede
genel idare içinde yer verilen "Diyanet İşleri Başkanlığı" için
Anayasa Koyucunun nasıl bir bünyeyi öngördüğünü yukarıda değinilen hükümlerden
çıkartıp saptamaktır ve hükümler böyle bir saptamanın isabetle yapılmasına
elverecek bir nitelik ve nicelik taşımaktadır.
Anayasa'nın
2., değişik 11.. 12.. değişik 19., 57. ve 153. maddelerinde ver alan din
ajanına ilişkin ilkeler ve ülkenin tarih boyunca geçire geldiği adı ve ağır
tecrübeler Devletin bu ilkelerin aksamadan, saptırılmadan islemesine dikkatle,
titizlikle bekçilik ve koruyuculuk etmesini zorunlu kılar. Bu da ancak gücü,
geniş bir teftiş ve denetleme kuruluşunun varlığı ile sağlanabilir. İşte
Anayasa'nın Diyanet İşleri Başkanlığı olarak öngördüğü böyle bir kuruluştur.
Ancak bu koşul altında Diyanet İşleri Başkanlığının genel idare içinde yeri
olabilir ve ancak teftiş ve .denetleme hizmeti gerçek bir kamu hizmeti niteliğini
taşıdığı için Anayasa'nın 117. maddesi uyarınca bu hizmetin gerektirdiği aslî
ve sürekli görevler, memurlar eliyle görülebilir. Din alanında teftiş ve
denetleme dışında kalan hizmetlerin, bu arada kayyımların, imam-hatiplerin,
müezzinlerin, kur'an kursu öğretmenlerinin, vaiz ve müftülerin gördükleri
işlerin kamu hizmeti sayılması ve Devlet memurları eliyle yürütülmesi esasım
"lâyık Devlet" ilkesi ile bağdaştırma olanağı yoktur ve Devlet
memurları arasında bir "din hizmetleri" sınıfını oluşturan dâva konusu
kanun hükmünün bu yönüyle Anayasa'nın 117. maddesine aykırılığı ortadadır.
Öte
yandan Anayasa'nın değişik 61. maddesi uyarınca herkes kamu giderlerini
karşılamak üzere, malî gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür. Bu hüküm aynı
zamanda yurttaşlardan malî güçlerine göre toplanan vergilerin ancak kamu
giderlerine tahsis edilmesi kuralını da getirmiş olmaktadır. Devlet memurları
arasında bir "din hizmetleri" sınıfı oluşturmak, bunların Devlet
bütçesinden alabilecekleri en aşağı ve en yukarı avlık derecelerini saptamak
kamu hizmeti sayılamayacağı yukarıda belirlenen bir işin giderlerini Devletin
üzerine alması, başka deyimle vergilerden elde edilen paraların bir bölümünün
bu işe tahsis edilmesinin öngörülmesi ve onaylanması olur ki bu da dâva konusu
hükmü Anayasa'nın 61. maddesi ile de çelişkiye düşürür.
Türkiye
Cumhuriyetinde çeşitli din ve mezhepte yurttaşlar yaşar. Bunların verdikleri
vergilerden yalnız "İslâm dininin inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile
ilgili işlerin yürütülmesi, din konusunda toplumun aydınlatılması ve ibadet
yerlerinin yönetilmesi" giderleri Devletçe karşılanırken bu tanımlama
dışında kalanların benzeri işleri ve gereksinmeleri giderlerini kendilerinin
yüklenme durumunda bulunmaları kanun önünde eşitlikte din ve mezhep ayrımı gözetilmesi
ve bir bölüm yurttaşlara imtiyaz tanınması anlamına gelir ve bu yurttaşların
çoğunlukta olmaları böyle bir tutumu haklı göstermez. Demek ki dâva konusu
hüküm, böyle bir sonuca yol açtığı için, Anayasa'nın 12. maddesine de
aykırıdır.
Çoğunluğun
gerekçesinde Devletin yaptığının bir yardım olduğu ve bunun Devletin din
işlerini yürüttüğü anlamına gelmeyeceği ileri sürülmüştür. Böyle bir görüş 633
sayılı Kanun hükümlerine ve çoğunluk gerekçesinde bu kanun için benimsenen
nitelik ve kapsama düpedüz ters düşer. Çoğunluk yukarıda da değinildiği üzere
633 sayılı Kanunu, Anayasa'nın 154. maddesinde Diyanet İşleri Başkanlığı için
öngörülen "Özel kanun" olarak tanımlamaktadır. Kanunun yine yukarıya
aktarılan 1. maddesi hükmüne göre Diyanet İşleri Başkanlığı "İslâm dininin
inançları, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda
toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek üzere" kurulmuştur. Genel
idare içinde yer alan bir örgütün yasal görevleri bunlar olunca Devletin din
işlerini yürütmediğini ileri sürmeğe ve savunmağa hukuk yönünden destek ve
olanak bulunamaz. Din işlerini yürüten bir Devlet ise, yeryüzünün neresinde
olursa olsun, "lâyık devlet" ilke ve kavramının tüm dışında kalır.
Özetlemek
gerekirse:14/7/1965 günlü, 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 31/7/1970
günlü, 1327 sayılı Yasanın 9. maddesiyle değişik 36. maddesinin "din
hizmetleri" sınıfına ilişkin VI sayılı bendi hükmü
Anayasa'nın
lâyıklık ilkesine, ayrıca 12., 61. ve 117. maddelerine aykırıdır. Hükmün iptali
gerekir.
1970/53
sayılı dâvada verilen 21/10/1971 günlü, 1971/76 sayılı kararın sözü geçen
hükmün Anayasa'ya aykırı olmadığına ve bu konuya yönelen dâvanın reddine
ilişkin bölümüne yukarıda açıklanan nedenlerle karşıyım.
Yukarıki
karşıoy yazısının II sayılı bölümüne katılıyorum.
KARŞIOY
YAZISI
Bilindiği
gibi (Lâyıklık), batılı bir müessesedir ve Batının hukuk, siyaset ve idare
sisteminde kendine özgü bir kavramı ve anlamı vardır.
Anayasa'mız
bu müesseseyi, Cumhuriyetimizin temel nitelikleri arasında göstermekle beraber
(Madde- 2) ayrıca tanımlanması yapmamıştır. Buna karşılık bir çok maddelerinde
(Madde- 11 "1488 sayılı Kanunla değişik metin". Madde- 12, Madde- 19,
Madde- 57, Madde- 153) bu konuya değinilmiş ve (din) müessesesinin hukuk,
siyaset, idare, ekonomi ve sosyal düzen içindeki yerini tayin ve tespit
etmiştir.
Bu
durumda herhangi bir sorunun (Lâyıklık) ilkesi açısından Anayasa'mıza uygun
olup olmadığının çözümü gerektiğinde, Batıdaki lâyıklık anlayışına ve batı
memleketlerinde bu müessesenin geçmişteki veya bugünkü uygulama durumuna
başvurma yerine Anayasamızın kendi ilkelerine eğilmek zorunluluğu vardır.
Bu
bakımdan Diyanet İşleri personelinin statüsünü belirleyen söz konusu hükmün
Anayasa'ya uygun olup olmadığı incelenirken, yukarıdaki kararın bir bölümünde
yapıldığı gibi, genel olarak (Lâyıklık) ilkesine uygunluğunun isbat edilmesi
gayreti içine girmeye gerek olmadığı gibi böyle bir usule başvurmak doğru da
değildir. Zira (Lâyıklık) gibi (Hiristiyan) dini içinde, onun gerek ve
geleneklerinden doğmuş bir sistemi, (İslâm) dininin ilkeleriyle açıklamaya
imkân yoktur.
Kararda
belirtilen tarihî zaruretler sonucu olarak Devletimiz, Batının bu ilkesini
kendi siyaset ve hukuk sistemi içine almakta zorunluk görmüş ve Anayasa'mızda
belirtilen hüviyeti ile bunu Cumhuriyetimizin temel nitelileri arasına
katmıştır. Bu dosyanın konusu, kararda yapıldığı gibi bu ilkenin Anayasa'ya
giriş nedenlerinin açıklanması veya savunulması değildir. - Belli bir kanun
hükmünün Arrayasa'da var olan belli ilke ve kurallara uygun olup olmadığının
saptanmasından ibarettir.
Anayasa'mızda
konuya özgü açık hüküm taşıyan bir madde vardır : 154. madde.
Bu
madde hükmü o denli açıktır ki, yukarıda numaraları gösterilen öteki Anayasa
maddelerinin de yardımı ile, sorunu çözmeye fazlası ile yeterlidir. Zira sözü
geçen 154. madde, genel idare içinde yer alan Diyanet işleri Başkanlığının özel
kanununda gösterilen görevleri yerine getireceğini bir Anayasa ilkesi olarak kabul
etmiş bulunmaktadır. Şüphesiz bu görüş, söz konusu özel kanunun Anayasa'nın bir
parçası haline gelmiş olduğu niteliğinde yorumlanamaz.
Ancak
Anayasa'nın kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan Diyanet işleri Teşkilât
ve Vazifeleri hakkındaki Kanunla Bu Başkanlığa verilmiş olan görevler ve bu
görevlerin yerine getirilmemesi için meydana getirilmiş bulunan kuruluş ve
kadroların Anayasa Koyucu tarafından bilindiği göz önüne alınacak olursa sözü
geçen 154. madde ile bu görevlerle kuruluşa gönderme yapılmış olduğunu söylemek
de yanlış sayılamaz.
Buna
göre Anayasa'nın kabul edildiği tarihte yürürlükte bulunan ve Anayasa'nın 154.
maddesiyle saklı tutulmuş olan Diyanet işleri Teşkilât ve Vazifelerine ilişkin
Kanun hükümlerinin Anayasa'ya aykırılığını öne sürmek mümkün olmadığı gibi bu
konuda ve Diyanet İşleri Teşkilâtında sonradan yapılan değişiklik ve ilâveler
de, önceki kanunun genel niteliğine ve Anayasa'nın (Lâyıklık) ilkesine ilişkin
öteki hükümlerine uygun olduğu ölçüde Anayasa'ya aykırı sayılamazlar.
Bu nedenle
iptali istenen 1327 sayılı Kanunun 9. maddesinin din hizmetlerine ilişkin VI
sayılı bendinin Anayasa'ya uygun olup olmadığının çözümü için, yukarıki kararın
bir bölümünde yapıldığı gibi, (Lâyıklık) kavramına; batıdaki anlam ve
uygulaması, İslâm hukuku ve yurt ihtiyaçları da gözönüne alınarak şartlarımıza
uygun bir mana vermeye çalışılması ve bu manaya dayanılarak çıkartılan sonuçtan
faydalanılması doğru değildir.
Yapılacak
iş, iptali istenen hükmün; Anayasa'nın konuya özgü olan 154. maddesinin, hem sözüne,
hem de gerekçesinde kısmen belirtilmiş olan özüne ve amacına uygun biçimde
yapılan yorumu sonucunda saptanan, anlamına ve bu arada Anayasa'nın (Lâyıklık)
kavramına vermiş olduğu manayı belirten belli ilkelerine aykırı olup
olmadığının çözümlenmesinden ibarettir.
Bu
nedenlerle kararın, söz konusu hükmün Anayasa'ya aykırı olmadığından iptali
gerekmediği sonucuna katılmakla beraber bu sonuca varmak için gerekçede yapılan
açıklamaların yukarıda belirtilen doğrultudaki bölümüne karşıyım.