ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas No:1966/19
Karar No:1968/25
Karar tarihi:18 -19/6/1968
Resmi Gazete tarih/sayı:29.1.1970/13412
Davacı
: Cumhuriyet Senatosunun 36 üyesi
Dâvanın
konusu : 766 sayılı Tapulama Kanununun 32. maddesinin c bendinin 33. maddesinin
ikinci ve müteakip fıkralarının 34, 44, 52, 53, 92, 97, ve geçici 3.
maddelerinin Anayasa'nın 5., 11., 36., 37., 53., 64., ve 153 maddelerine aykırı
olduğu gerekçesiyle iptal edilmeleri isteminden ibarettir.
I-
İLK İNCELEME:
a)
Anayasa Mahkemesinin, İçtüzüğünün 15. maddesi gereğince 21/9/1956 gününde
yaptığı ve Başkan İbrahim Senil, Üye Şemsettin Akçaoğlu, İhsan Keçecioğlu,
Salim Başol, Celâlettin Kuralmen, Hakkı Ketenoğlu, Fazıl Uluocak, Sait Koçak,
Avni Givda, Muhittin Taylan, Recai Seçkin, Ahmet Akar, Muhittin Gürün ve Lûtfi
Ömerbaş'ın katıldığı ilk inceleme toplantısında:
1-
İptali istenen maddeler arasında yer alan 766 sayılı Kanunun 53. maddesinin,
Anayasa'ya hangi sebepten aykırı olduğu dilekçede açıklanmamış olduğundan 44
sayılı Kanunun 26. maddesinin dördüncü fıkrası uyarınca eksiğin tamamlanması
için davacıya mehil verilmesine ve cevap yazısının davacıların tümüne imza
ettirilmesi gerektiğinin de tebliğ yazısında belirtilmesine oybirliği ile,
2-
Dilekçeni n düzenleniş biçimine göre, davacılar arasında bulunan Cumhuriyet
Senatosu Üyesi Haydar Tunçkanat'ın kendisine tebligat yapılacak kişi olarak
kabulüne oyçokluğu ile,
karar
verilmiştir.
Gerçekten
Anayasa Mahkemesinin Kuruluş ve Yargılama Usulleri hakkındaki 44 sayılı Kanunun
25. maddesinin son bendi uyarınca, iptal dâvası konumuzda olduğu gibi, yasama
meclisleri üyeleri tarafından açıldığı takdirde, dilekçede kendilerine
mahkemece tebligat yapılmak üzere, en çok iki üyenin gösterilmesi
gerekmektedir.
Her
ne kadar dilekçede bu husus açıkça belirtilmemiş ise de dilekçenin düzenlenmiş
biçimi, davacıların bu konudaki iradelerini göstermeğe yeterli bulunmaktadır.
Şöyle ki: Dilekçe yazı makinası ile yazılmış ve son sahifede yine yazı makinası
ile, (Tabiî Üye Haydar Tunçkanat) adına imza yeri açılmış ve adı geçen de
burayı imzalamıştır. Bu imzanın sol alt tarafında yazılı bulunan bir nokta :
1-Cumhuriyet
Senatosu üyelerinin imzalarını kapsayan liste ile;
2-
İmza sahibi üyelerin mufassal kimliklerini belirten ve Cumhuriyet Senatosu
Başkanı tarafından onaylanmış listenin;
dilekçenin
eklerini teşkil ettiği gösterilmiştir.
Dilekçeye
ekli olarak mahkemeye verilmiş bulunan ve (766 sayılı Tapulama Kanununun
Anayasa Mahkemesince iptalini isteyen senatörler) başlığını taşıyan iki
listeden birincisi, 36 Senato üyesinin, el yazısı ile yazılmış adlarım ve
karşılarında imzalarını kapsamakta makina ile yazılı ve Cumhuriyet Senatosu
Başkanı tarafından onanlı ikinci üstede ise ilk listedeki imza sahiplerinin
adlariyle kimlikleri gösterilmektedir. Dilekçeyi imzalayan Haydar Tunçkanat'ın
bu listelerin 9. sırasında ayrıca adı ve imzası bulunduğu görülmektedir.
Dilekçe
ve eklerinin açıklanan düzenleniş' biçimlerine göre bu dâvayı açan Senato
üyelerinin, içlerinden Haydar Tunçkanat'ı dilekçeyi imza etmeye yetkili
kıldıkları ve bu dâvayı kendi adlarına açmak için gereken işlemleri yapmasını
kabul ettikleri ve bu suretle Anayasa Mahkemesinin karşısına da muhatap olarak
çıkardıkları anlaşılmış, bu nedenle adı geçenin 44 sayılı Kanunun 25. inci
maddesinin son bendi uyarınca davacılara tebligat yapılmak üzere dilekçede
gösterilmesi gereken üye olarak kabulü gerektiği sonucuna varılmıştır.
Üyelerden
İhsan Keçecioğlıı, A. Şeref Hocaoğlu, Celâlettin Kuralmen, Hakkı Ketenoğlu,
Avni Givda, Muhittin Taylan ve Recai Seçkin bu görüşe katılmamışlardır.
b)
Eksiğin tamamlanması:
21/12/1966
gününde yapılan toplantıda, yukarıdaki kararın I sayılı bölümünle açıklanan
eksiğin verilen süre içinde tamamlandığı görüldüğünden işin esasının
incelenmesine oybirliği ile karar verilmiştir
II-
METİNLER :
1.
23/6/1966 günlü ve 766 sayılı Tapulama Kanununun iptali islenen hükümleri :
"Mülkiyet
hakkının tespitindeki esaslar."
"Tapuda
kayıtlı gayrimenkuller."
"Madde
32- Gayrimenkul tapuda kayıtlı ise:
a)
Bu kanunda zilyet lehine mevcut hükümler mahfuz kalmak şartiyle, kayıt sahibi,
kayıt sahibi, ölmüş ise, mirasçıları adına ve eğer mirasçılar tayin olunamazsa
ölü olduğu yazılmak suretiyle kayıt sahibi adına tespit edilir.
Mirasçılardan
biri veya birkaçı; mirasçıların ve hisse miktarlarının tayinini itiraz müddeti
içinde dâva yolu ile tapulama hâkiminden talep edebilecekleri gibi murisin ölüm
tarihine göre aranılacak belgelere istinaden idareden de isteyebilirler.
Bu
takdirde intikal işlemi ibraz edilecek belgeye istinatla henüz kütükler tapuya
devredilmemiş ise tapulama müdürü, devredilmiş ise tapu idaresi tarafından
yapılır. Bu suretle yapılacak muamelelerin intikal hare ve resmî alınmayıp 69.
madde tatbik olunur.
b)
Kayıt sahibi veya mirasçılarından başkası zilyet bulunuyorsa, kayıt sahibi veya
mirasçılarının tapulama teknisyeni ve yardımcısı huzurunda muvafakatları
halinde zilyet adına tespit olunur. Noter tarafından tespit ve tevsik edilen
muvafakat beyanı huzurunda yapılmış sayılır.
c)
Kayıt sahibi veya mirasçılarından başkası zilyet bulunuyorsa, zilyet kayıt
sahibinden veya mirasçılarından veyahut bunların mümessillerinden gayrîresmî
surette temellük ettiğini, bunların beyanı veya herhangi bir belge ile veya
bilirkişi veyahut şahit sözleriyle tevsik ettiği ve ayrıca en az on sene
müddetle zilyet bulunduğu takdirde zilyet adına tespit olunur.
d)
Kayıt sahibi yirmi sene evvel vefat etmiş veya gaipliğine hüküm verilmiş
veyahut tapu sicilinden malikin kim olduğu anlaşılmamış ise, nizasız ve
fasılasız yirmi sene müddetle ve malik sifatiyle zilyet bulunan kimse adına
tespit olunur."
(Bu
maddenin sadece, (c) bendi hükmünün Anayasa'ya aykırı olduğu ileri
sürülmektedir.)
Tapusuz
gayrimenkuller
"Madde
33- Tapuda kayıtlı olmayan ve beher parçasının yüzölçümü yüz dönüme kadar olan
(Yüz dönüm dahil) gayrimenkul nizasrz ve fasılasız en az yirmi senedenberi
malik sıfatiyle zilyetliği belgelerle veya bilirkişi veyahut şahit beyanları
ile tevsik olunan zilyedi adına tespit olunur.
Aynı
şahsın, yekdiğerine bitişik olup da yüz ölçümü toplamı yüz dönümden fazla
bulunan müstakil parçalar üzerindeki zilyetliği ayrı ayrı sebeplere istinat
ettiği takdirde beher parçanın yüz ölçümü yüz dönümü geçmemek ve zilyetliğe ait
diğer unsurlar mevcut olmak şartiyle, zilyedi namına tespit olunur.
Yüz
ölçümü yüz dönümü geçen müstakil parçaların veya aynı şahsın aynı sebebe
dayanarak zilyet bulunduğu yekdiğerine bitişik ve yüzölçümleri toplamı yüz
dönümü aşan birden fazla parçalarının her birinin yüz dönümlük kısmı,
zilyetliğe ait birinci fıkradaki unsurların mevcudiyeti halinde, zilyedi adına
tespit olunur.
Bunların
yüz dönümü geçen kısmının zilyedi namına tespit edilebilmesi için zilyetliğin
ayrıca aşağıda yazılı belge ve kayıtlardan biri ile tevsiki lâzımdır.
a)
On yıl veya daha önceki vergi kaydı,
b)
Zilyet lehine katiyet keybetmiş olan ilâmlar,
c)
Tasdikli irade suretleri ve fermanlar,
d)
Muteber mütevelli sipahi, mültezim temessük veya senedi,
e)
Kayıtları bulunmayan tapu ve mülga hazinei hassa senedi veya muvakkat tasarruf
ilmühaberi,
f)
Gayrimusaddak tapu yoklama kayıtları,
g)
Mülkname muhasebatı atîka kalemi kayıtları,
h)
Mubayaa, istihkâm ve ihbar hüccetleri,
i)
Evkaf idarelerinden tapuya devredilmemiş tasarruf kayıtları."
(Bu
maddenin birinci fıkrası hariç olmak üzere geri kalan hükümlerinin tümünün
Anayasa'ya aykırı bulunduğu öne sürülmektedir.)
Taksim
halinde
"Madde
34- Tapuda kayıtlı olmayan gayrimenkulun 33. madde gereğince tahakkuk eden
zilyetleri arasında taksim edildiği belgelerle veya bilirkişi veyahut şahit
beyanları ile sabit olduğu takdirde, gayrimenkuller taksim veçhile zilyetleri
adına tespit olunur."
Kısmî
iktisap ve şayî hissesini iktisabı
"Madde
44- Gayrimenkul tapuda kayıtlı olsun veya olmasın, onun ifrazı kabil bir
kısmının veya şayî hissesinin, bu kanunda zilyet lehine kabul edilen sebeplerle
iktisabı caizdir."
Mahkemede
tatbik edilecek esaslar
"Madde
52- Tapulama mahkemelerinde ve 51. madde uyarınca devredilen dâvalar hakkında
mahallî asliye mahkemelerinde veyahut tapulama tespitleri aleyhine sonradan
mahallî mahkemelere açılacak davalarda bu kanunun besinci bölümünde yazılı
esaslar uygulanır."
Deliller
"Madde
53- Beşinci bölümdeki esasların uygulanmasında doğacak uyuşmazlıklarda 33.
maddenin üçüncü fıkrası hükmü saklı kalmak şartiyle her türlü delile
dayanılarak hüküm verilebilir.
Yeniden
ölçme veya tapulama planında değişik yapmak gerektiği hallerde bu işlem
mahkemece tapulamada uygulanan fennî usullere göre tapu fen memuruna veya
kadastro veyahut tapulama fen elemanına yaptırılır."
Zilyedin
defîi hakları
"Madde
92- Bu kanunun zilyede tanıdığı iktisap hakları, tapulamasına başlanan bölgede
zilyet aleyhine açılan dâvalarda def'an dermeyan edilebilir."
Kanunun
uygulanacağı diğer haller
"Madde
97- Bu kanunun 1. maddesinde yazılı yerler dışında bulunan gayrimenkuller
hakkında umumî hükümlere göre açılmış ve açılacak davalarda da bu kanunun 33.
ve 42. maddeleri uygulanır.
Bu
hükümler, zilyet aleyhine açılan davalarda defan ileri sürülebileceği gibi,
kesinleşmemiş olan davalarda dahi tatbik olunur."
Tapusuz
arazi hakkında evvelce yapılan tespit ve tescillerin
Tabi
olacağı işlem
"Geçici
Madde 3- 5602 sayılı Kanunun 13. maddesinin D fıkrasının değiştirilmesine dair
olan 6335 sayılı Kanun gereğince yapılan tespitlerde veya açılan tescil
davalarında, zilyetliğe mütedair diğer şartlar mevcut olduğu halde, vergi kaydı
bulunmadığından tamamı Hazineye maledilen gayrimenkullerin; 100 dönüme kadar
olan kısmı (100 dönüm dahil) bu kanunun 33. maddesi hükmüne göre tahassül eden
iktisap şartlarına istinaden zilyetleri adına tespit ve tescil olunur."
Yukarıki
fıkra hükmü, bu kanunun yürürlüğe girdiği tarihte Hazinenin mülkiyetinden
çıkmış bulunan veya amme hizmetine tahsis edilen gayrimenkuller hakkında
uygulanmaz.
İlgililerin
bu maddeye dayanan talep ve dava hakkı, bu kanunun yürürlüğe girmesi tarihinden
itibaren on sene geçmekle düşer."
2-
Davacının dayandığı Anayasa hükümleri :
"Madde
5- Yasama yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki
devredilemez."
"Madde
11- Temel hak ve hürriyetler Anayasa'nın sözüne ve ruhuna uygun olarak ancak
kanunla sınırlanabilir.
Kanun,
kamu yararı genel ahlâk, kamu düzeni, sosyal adalet ve millî güvenlik gibi
sebeplerle de olsa, bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunamaz."
"Madde
36- Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı
amacıyla kanunla sınırlanabilir. "Mülkiyet hakkının kullanılması toplum
yararına aykırı olamaz."
"Madde
37- Devlet toprağın verimli olarak işletilmesini gerçekleştirmek ve topraksız
olan veya yeter toprağı bulunmayan çiftçiye toprak sağlamak amaçlariyle gereken
tedbirleri alır. Kanun, bu amaçlarla, değişik tarım bölgelerine ve çeşitlerine
göre toprağın genişliğini gösterebilir. Devlet, çiftçinin işletme araçlarına
sahip olmasını kolaylaştırır.
Toprak
dağıtımı, ormanların küçülmesi veya diğer toprak servetlerinin azalması
sonucunu doğuramaz."
"Madde
53- Devlet, bu bölümde belirtilen iktisadî ve sosyal amaçlara ulaşma
ödevlerini, ancak iktisadî gelişme ile malî kaynaklarının yeterliği ölçüsünde
yerine getirir."
"Madde
64- Kanun koymak, değiştirmek ve kaldırmak. Devletin bütçe ve kesin hesap kanun
tasarılarını görüşmek ve kabul etmek, para basılmasına, genel TC. Özel af
ilânına mahkemelerce verilip kesinleşen ölüm cezalarının yerine getirilmesine
karar vermek, Türkiye Millet Meclisinin yetkilerindendir."
"Madde
153- Bu Anayasa'nın hiçbir hükmü, Türk toplumunun çağdaş uygarlık seviyesine
erişmesi ve Türkiye Cumhuriyetinin lâiklik niteliğini koruma amacını güden
aşağıda gösterilen devranı kanunlarının, bu Anayasa'nın halkoyu ile kabul
edildiği tarihte yürürlükte bulunan hükümlerinin Anayasa'ya aykırı olduğu şeklinde
anlaşılamaz ve yorumlanamaz.
1-
.............................................
2-
.............................................
3-
30 Teşrinisani 1341 tarihli ve 677 sayılı Tekke ve zaviyelerle Türbelerin
Şeddine ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve ilgasına dair Kanun:
....................................................."
IV-
Esasın incelenmesi :
Dâva
dilekçesi ile işin esası hakkında düzenlenen rapor, iptali istenen kanun
hükümleriyle ilgili Anayasa hükümleri, bunlara ilişkin gerekçelerle meclislerde
geçen görüşmelerin tutanakları okunduktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü :
Konuya
girmeden önce bir nokta üzerinde kısaca durulması zorunlu görülmüştür :
Kanunların
Anayasa'ya uygunluğunun yargı yolu ile denetlenmesi sırasında; iptali istenen
hükmün öteki kanunlara karşı olan durumunun onlarla çelişir veya çelişmez
nitelikte oluşunun değil Anayasa ilkelerine ve bu ilkelerin dayandığı genel
hukuk kurallarına uygun olup olmadığının araştırılması gereklidir.
Bu
bakımdan davacının gerekçesinde genişçe yer verdiği Medenî Kanun ile öteki
kanunlar açısından yapılan tartışmalara değinilmeksizin konunun Anayasa
ilkeleri açısından incelenmesine geçilmiştir.
Anayasa'nın
36. maddesi, mülkiyet hakkına ilişkin kuralları koymakla birlikte bu hakkın bir
tanımını yapmadığı gibi, kazanılma ve kaybedilme nedenlerini de göstermemiştir.
Şu halde bu konuların Anayasa'nın öteki ilkelerine başvurularak belirtilmesi
gerekmektedir.
Anayasa'nın
2. maddesi:
(Türkiye
Cumhuriyeti, insan haklarına ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan,
millî, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devletidir.)
demektedir.
Buna
göre Anayasa'nın 36. maddesinin öngördüğü mülkiyet hakkı, Anayasa'nın 2.
maddesinde nitelikleri belirtilmiş bulunan bir devlet düzeni ile bağdaşır
ilkelere dayanmalı ve onu kazanma, kaybetme nedenleriyle de bunlara uygun
biçimde düzenlenmelidir.
Öte
yandan Devletimizin de katıldığı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin mülkiyet
hakkına ilişkin olan kuralı şöyledir :
(Madde:
17-1. Her şahıs tek basma veya başkalariyle birlikte mal ve mülk sahibi olma
hakkını haizdir.
2-
Hiç kimse keyfî olarak mal ve mülkünden mahrum edilemez.)
10
Mart 1954 günlü ve 6336 sayılı Kanunla tarafımızdan da onaylanmış bulunan İnsan
Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya dair Sözleşmeye ek protokolün l
maddesinde de:
Madde
: 1- Her hakikî ve hükmî şahıs mallarının masuniyetine riayet edilmesi hakkına
maliktir. Herhangi bir kimse ancak âmme menfaati icabı olarak ve kanunun derpiş
eylediği şartlar ve devletler hukukunun umumî prensipler dahilinde mülkünden
mahrum edilebilir.
Yukarıdaki
hükümler, devletlerin, emvalin umumî menfaata uygun olarak istimalini tanzim
veya vergilerin veyahut sair mükellefiyetlerin veyahut para cezalarının tahsili
için zarurî gördükleri kanunları yürürlüğe koymak hususunda malik bulundukları
hukuka halel getirmez.) denilmektedir.
Yasa
koyucu, kanunla, mülkiyet hakkını düzenlerken, yani onun niteliğini, onu
kazanma ve kaybetme koşullarını ve sınırlarını belli ederken Anayasa ilkelerini
gözönünde bulundurmak zorundadır. Bir kanun hükmünün bu ilkelere uymadığı
ölçüde Anayasa'ya aykırı olacağı şüphesizdir.
Dâva
edilen hükümleri bu açıklamanın ışığı altında birer birer inceleyelim; İptali
istenen hükümler, esas bakımından;
1-
766 sayılı Kanunun 32. maddesinin c bendi ile,
2-
Aynı kanunun 33. maddesinin birinci fıkrası dışında kalan tüm hükümleridir.
Kanunun,
dâva dilekçesinde yer alan öteki hükümlerinin, bu iki esas hükme, ya doğrudan
doğruya veya dolaylı olarak ilişkili olmaları yüzünden iptallerinin istenilmiş
oldukları anlaşılmaktadır.
Bu
nedenle ilk önce bu esas hükümlerinin ele alınması gerekmektedir.
l-
766 sayılı Tapulama Kanununun 32. maddesinin c bendi, tapuda kayıtlı bulunan
bir taşınmaz malın, tapuya uğratılmaksızın sahip değiştirmesi halinin, hangi
kayıt ve şartlar altında tapu kaydı içme alınabileceğini düzenlemiş
bulunmaktadır.
Bu
hüküm, tapuda kaydı bulunan bir taşınmaz malın, tapudaki sahibi veya onun
mirasçıları tarafından bir başkasına satılmış olmasını, fakat bu satış
işleminin tapuya kayıt edilmemiş bulunmasını öngörmekte ve bu suretle malı
elinde tutan ve ondan yararlanan ile Devlet kayıtlarındaki sahibinin başka
başka kişiler olması gibi sosyal ve hukukî bir düzensizliğe son vererek
kayıttaki sahibinden rızası ile satın alan ve bu surette fiilen, sahibi
durumuna geçmiş bulunan kişinin adına tescil yapmak suretiyle vaktiyle eksik
bırakılmış olan işlemi tamamlamakta ve bu suretle fiilî sahibi ile hukukî
sahibi başka başka kişiler haline gelen taşınmaz mallar yüzünden karışık bir
duruma girmiş bulunan hukuk düzeninin düzeltilmesine ve 1926 senesinde
yürürlüğe girmiş bulunan 4 Nisan 1926 günlü ve 743 sayılı Medeni Kanununun
öngördüğü, fakat açıklanan bu sebep yüzünden bir türlü tamamlanamayan tapu
sicillerinin gereği gibi tesisine imkân sağlamaktadır.
Yasa
koyucu, bu madde hükmünü kabul etmek suretiyle, davacıların öne sürdüğü gibi,
bir kimsenin malını kanun zoru ile elinden alarak diğer bir kişinin mülkiyetine
geçiren nitelikte bir işlem yapmış olmamakta, evvelce mal sahibi veya onun
varisleri ile yeni malik arasında rıza ile yapılmış fakat kanunî şekli eksik
bırakılmış bir anlaşmaya, geçerlik tanıyarak şekil eksikliğinin bu defa
tamamlanmasına imkân vermek suretiyle hukukî ve sosyal bir düzensizlik yerine
düzen getirmektedir
Medenî
Kanundaki şekle uygun olarak kazanılmış bulunan bir mülkiyet hakkının, mal
sahibinin rızasiyle bu sekle uyulmayarak başkasına fiili bir surette
devredilmiş olması haline, kanun koyucu tarafından yerinde bir takım sosyal
nedenlerle, geçerlilik tanınmasının, öne sürüldüğü gibi, mülkiyet hakkının
kanunla sona erdirilmesi ve bir başka kişi yararına mülkiyet hakkının
doğacağına yine kanunla karar verilmesi yolunda yorumlanmasında isabet yoktur.
Öte yandan Medenî Kanunla kabul edilmiş bulunan şekil şartının, bir defaya
mahsus olmak üzere aranmamasından ibaret bulunan bu ayrık hükmü, demokratik
hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz nitelikte görmek veya mülkiyet hakkının özüne
dokunan bir tedbir olarak kabul etmek de mümkün değildir.
Taşınmaz
mal satışlarının. Medenî Kanuna göre geçerli olabilmesi için tapu siciline
geçmiş bulunması şartından bir defaya mahsus olmak üzere yapılmış bulunan bu
ayrılığın, aynı kanunun büyük ölçüde önem verdiği taşınmaz mal rejiminin ve
tapu sicillerinin düzene sokulması maksadına ulaşılabilmek için zorunlu olarak
başvurulmuş bir çare olduğu gerçeği ise meydandadır.
Tapulama
Kanunundaki bu hükmün, taşınmaz mallar üzerindeki mülkiyet haklarının
belirtilmesine ilişkin bulunan işlemlere, yurdun çeşitli bölgelerinde ayrı
hükümler uygulanması durumunu yaratmış bulunduğu görüşü de yerinde değildir.
Zira
tapulama işlemleri, sıra ile yürütülmek suretiyle yurdun her yanım kapsamı
içine alacak ve sonuçta kanunun l. maddesi kapsamına giren yerlerde söz konusu
hükümlerin uygulanmadığı bir yurt parçası kalmıyacaktır. Öte yandan tapulamaya
başlanan yerlerde de Medeni Kanun hükümleri askıya alınmış değildir. Oralarda
da satışların, şekle ilişkin hükümleride dahil olmak üzere Medenî Kanunun
hükümlerine uygun olarak yapılması zorunluğu devam etmektedir. Tapulama
Kanununun 32. maddesinin c bendinde yer alan söz konusu hüküm; sadece, on yıl
önce tarafların istekleriyle yaratmış bulunduktan fiilî durumun, hukukî şekil
verilerek, tasfiyesi ve sonuçta Medeni Kanunun öngördüğü tapu sicillerinin
kurulması ereği ile eski muameleler için konulmuş bir istisnadan ibarettir.
Tapulama işini yurdun her tarafında bir anda başlatmaya maddî bakımdan imkân
bulunmadığına göre bu hükmün, yurdun her yerinde birden değil de ayrı ayrı
zamanlarda uygulanmasını bu imkânsızlığın tabiî sonucu saymak gerekmektedir.
Öte
yandan bu hükmün kanunun 1. maddesi kapsamı dışında kalan yerlerde
uygulanmamasının da yerinde bir işlem olarak görülmesi gerekir. Zira taşınmaz
mallara ilişkin mülkiyet hakkının kazanılması veya kaybedilmesinde asıl olan
Medenî Kanun hükümleridir.
Tapulama
Kanunun kabul ettiği söz konusu hükmün kabulünü ise, sosyal ve ekonomik yapı
zorunlu kılmıştır. Bu nedenle ayrı bir nitelik taşıyan bu hükmün ancak bu
zorunluluk çerçevesi ile sınırlandırılması onun dışına taşırılmaması gerektiği
gözönünde tutulmalıdır. İşte yasa koyucu da bu görüşten hareket ederek sosyal
ve ekonomik yapıları bakımından böyle bir tedbiri zorunlu kılmayan yerleri,
yani ilçe ve il merkezlerini kanunun kapsamı dışında bırakmış, oralarda Medenî
Kanun hükümlerinin olduğu gibi uygulanması gereğini saklı tutmuştur. Niteliği
bundan ibaret olan bu durumdan davacıların ileri sürdüğü sonuçlar çıkartılması
doğru bulunmamaktadır.
Tapulaması
yapılacak bölgelerin, diğer bir deyimle kanunun uygulanmasına geçilecek
bölgelerin belirtilmesi işinin idareye bırakılmış olmasının, yasama yetkisinin
devri gibi gösterilmesi de doğru değildir. Zira burada idareye bırakılan husus,
herhangi bir konunun yasa nitelinde düzenlenmesi değildir. Konuyu bütün
ayrıntılariyle yasa koyucu düzenlemiştir. İdare de bu kanunu uygulamakla
görevlendirilmiştir. (Madde 100). Diğer bütün kanunlar gibi bu kanun da belli
bir günde, l2 Mayıs 1966 gününde, yurdun her yanında yürürlüğe konulmuştur.
(Madde 99). Ancak kanun hükümlerinin yurdun her yanında bir anda yerine
getirilmesine maddî imkân olmadığından bir veya birkaç yerden başlanmak ve
bittikçe ondan sonraki yerlere geçilmek suretiyle memleketin, kanun kapsamına
giren her yanına hizmetin götürülmesi öngörülmüş ve kanunu uygulamakla görevli
olup hizmet araçlarını elinde bulunduran ve hizmetin bir bölgeden ötekine en
iyi sonuç alınabilecek biçimde kaydırılması şartlarını bilecek ve izleyecek
durumda olan idareye de Tapulamasına başlanacak yerlerin sıraya konulması işi
bırakılmıştır. İşin niteliğinin zorunlu bir sonucu olan bu durumu, yasama
yetkisinin, idareye devredilmiş, kanunun yürürlük tarihinin tespiti işinin
idareye bırakılmış olduğu yolunda yorumlamak doğru değildir.
Öte
yandan Tapulama Kanunun Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kabul olunarak
yürürlüğe konulmuş olduğuna ve yukarıda belirtildiği gibi ortada idare
tarafından konulmuş bir hüküm bulunmadığına göre, kanunun verdiği yürütme
işinin, maddî imkânlara ve hizmetin gereklerine göre idare tarafından sıraya
konulması sonucunda bir kısım bölgelerde Medenî Kanun hükümlerine ayrılık
teşkil eden Tapulama Kanunu hükümlerinin uygulanmaya başlanmış olmasına da, o
bölgelerdeki mahkemeleri, Medenî Kanun hükümlerini uygulamaktan idarenin
menetmekte bulunduğu biçiminde anlam vermekte de isabet yoktur.
Bu
nedenlerle, 766 sayılı Tapulama Kanunun 32. maddesinin c bendi hükmü, Anayasa'nın
5. 36 ve 64. maddelerine aykırı bulunmadığından bu noktaya yönelmiş olan
istemin reddi gerekmektedir.
Üyelerden
Avni Givda, Recai Seçkin, Ahmet Akar ve Ziya Önel bu görüşe katılmamışlardır.
2-
766 sayılı Tapulama Kanunun 33. maddesinin birinci fıkrası dışında kalan
hükümlerinin de iptali istenmektedir.
Söz
konusu 33. madde hükmü, tapuda kayıtlı olmayan taşınmaz malların zilyedleri
adına ne suretle tescil olunacağını düzenlemektedir.
Maddenin
ilk fıkrası, bu gibi taşınmaz mallardan beher parçasının yüz ölçümü yüz dönüme
kadar (Yüz dönüm dahil) olanların, çekişmesiz ve aralıksız en az yirmi yıldan
beri malik sıfatiyle zilyedi bulunduğu, belgelerle veya bilirkişi veyahut tanık
sözleri ile anlaşılan kişi adına tespit olunacağı hükmünü koymaktadır ki
davacılar, bu hükmün Anayasa'ya aykırılığını ileri sürmemişler ve iptalini de
istememişlerdir.
Maddenin
Anayasa'ya aykırı olduğu iteri sürülerek iptali istenen öteki hükümlerinden :
İkinci
fıkrası; bir kişinin birbirine bitişik olup da yüz Ölçümü toplamı yüz dönümü
geçen müstakil parçalar üzerindeki zilyedliği ayrı ayrı nedenlere dayandığı
takdirde her parçanın yüz ölçümü yüz dönümü geçmemek ve zilyedliğe ilişkin
öteki unsurlar mevcut olmak şartıyle, zilyedi adına tespit olunacağını,
Üçüncü
fıkrası; yüz ölçümü yüz dönümü geçen müstakil parçaların veya bir kişinin aynı
nedene dayanarak zilyed bulunduğu birbirine bitişik ve yüz ölçümleri toplamı
yüz dönümü aşan birden fazla parçalarının her birinin yüz dönümlük kısmının
birinci fıkra hükümleri dairesinde zilyedi adına tesbit olunacağını,
Dördüncü
fıkrası da, yukarıdakilerin yüz dönümü geçen kısmının zilyedi adına tespit
edilebilmesi için, birinci fıkrada yazılı kayıt ve şartlardan başka aranacak
öteki belgelerin neler olduğunu,
göstermektedir.
Türk
müsbet hukuku ötedenberi zilyedliğe hukukî bir değer vermiş ve bunun hak
doğurucu bir durum olduğunu kabul etmiştir.
Bu
konuda eski hukukta Mecelle ile 7 Ramazan 1274 tarihli Arazi Kanunnamesinin
bazı hükümleri örnek olarak gösterilebileceği gibi sonradan kabul edilen
19/4/1926 günlü ve 810 sayılı Hakkı Karar ve Senetsiz Tasarrufat ve Tashihi
Kayıt Muamelâtının Sureti İcrasına dair olan Kanun (Medenî Kanunun yürürlüğe
girmesiyle ilga edilmiştir.) ile bu kanuna ilişkin 11/5/1929 günlü ve 501
sayılı Millet Meclisi kararı ve 2/6/1929 günlü 1515 sayılı Tapu Kayıtlarından
Hukukî Kıymetlerini Gaip Etmiş Olanların Tasfiyesine dair Kanun 25/1/1950 günlü
ve 5519 sayılı Kanunla bir hüküm eklenmiştir., 15/12/1934 günlü ve 2613 sayılı
Kadastro ve Tapu Tahriri Kanununun 22. maddesinin (g) fıkrası ile 22/12/1934
günlü 2644 sayılı Tapu Kanununun 6. maddesi, (Her iki hüküm de, 22/3/1950 günlü
ve 5618 sayılı Kanunun 2. maddesiyle 4753 sayılı Çiftçiyi Topraklandırma
Kanununa eklenmiş bulunan ek 9. madde ile ilga edilmiştir). 16/3/1950 günlü ve
5602 sayılı Tapulama Kanununun 13. maddesinin (D) fıkrası ve bu fıkra hükmünü
değiştiren 9/3/1954 günlü ve 6335 sayılı Kanun (Her iki kanun da 28/6/1966
günlü ve 766 sayılı Tapulama Kanununun 93. maddesiyle ilga edilmiştir.) larda
da zilyedliğin bazı kayıt ve şartlar altında zilyede mülkiyet hakkının
tesbitini isteme yetkisi vermesi esasının kabul edilmiş bulunduğu
görülmektedir.
4/10/1926
gününde yürürlüğe girmiş bulunan 4 Nisan 1926 günlü 743 sayılı Medenî Kanunun
fevkalâde zaman aşımına ilişkin 639. maddesinin bu konuda önemli olan hükmü
üzerinde de durulmalıdır :
Söz
konusu 639. maddenin ilk hükmü şöyledir:
Madde
639- Tapu sicilinde mukayyet olmayan bir gayrimenkulu nizasız ve fasılasız
yirmi sene müddetle malik sıfatı ile yedinde bulundurmuş olan kimse o gayrimenkulun
kendi mülkü olmak üzere tescili talebinde bulunabilir.
Tapu
sicilinden maliki kim olduğu anlaşılamayan veya yirmi sene evvel vefat etmiş
yahut gaipliğine hüküm verilmiş bir kimsenin uhdesinde mukayyet olan bir
gayrimenkulu aynı şerait altında yedinde bulunduran kimse dahi o gayrimenkulun
mülkü olmak üzere tescilini talep edebilir. Tescil ancak hâkimin emriyle
olur."
Sonradan
9/3/1954 günlü ve 6333 sayılı Kanunla bu madde şu şekilde değiştirilmiştir :
"Madde
639- Tapu sicilinde mukayyet olmayan bir gayrimenkulu nizasız ve fasılasız 20
sene müddetle ve malik sıfatiyle yedinde bulundurmuş olan kimse o gayrimenkulun
kendi mülkü olmak üzere tescili talebinde bulunabilir.
Tapu
sicilinde mâliki kim olduğu anlaşılamıyan veya 20 sene evvel vefat etmiş yahut
gaipliğine hüküm verilmiş bir kimsenin uhdesinde mukayyet olan bir gayrimenkulü
aynı şerait altında yedinde bulunduran kimse dahi o gayrimenkulun mülkü olmak
üzere tescilini talep edebilir.
Tescil
dâvası Hazine ve ilgili âmme hükmî şahsiyeti aleyhine açılır ve mahkemece
gazete ile ve ayrıca mahallinde münasip vasıtalarla en az 3 defa ilân olunur.
Son
ilândan itibaren 3 ay içinde bir itiraz dâvası açılmaz veya açılıp da
reddedilir ve iddia sabit olursa tescile karar verilir; karara gayrimenkulun
haritası veya ebatlı krokisi eklenir.
Hususî
kanun hükümleri mahfuzdur."
Görüldüğü
gibi 6333 sayılı kanunla, maddenin esas hükmünü teşkil eden birinci ve ikinci
fıkralarında herhangi bir değişiklik yapılmamış, sadece tescil dâvasının kime
karşı açılacağına ve gazete ile ilâna ilişkin hükümler ayrıntılı bir şekilde
maddeye eklenmiştir.
5602
sayılı Tapulama Kanununun 13. maddesinin (D) fıkrasının değiştirilmesine bu
kanuna bir madde eklenmesine dair olan 6335 sayılı Kanunun ek maddesine göre de
"Tapuda kayıtlı olmayan ve yüz ölçümü 20 dönümden fazla olan
gayrimenkullerin gerek 5519 sayılı Kanuna ve gerek fevkalâde iktisabı zaman
aşımına dayanılarak umumî hükümlere göre tescili dâvalarında zilyedliğin on yıl
ve daha önceki vergi kayıtlariyle de sabit olması lâzımdır." hükmü
konulmuş olduğundan Medenî Kanunun fevkalâde iktisabı zaman aşımına ilişkin
639. maddesinde dayanılarak zilyed adına tescil yapılabilmesi için zilyedliğin
on yıl ve daha önceki vergi kayıtlariyle de sabit olması gerekmiştir. Ancak
sözü geçen 6335 sayılı Kanun, 766 sayılı Kanunla kaldırılmış ve 97. maddesi
gereğince de bu kanunun yürürlüğe girdiği 12 Mayıs 1966 gününden itibaren sözü
geçen 33. madde hükümlerinin uygulanması gerekli bulunmuştur.
Görüldüğü
gibi 766 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden önce, çeşitli kanunlarla
zilyedliğe hukukî bir değer verilerek o kanunlardaki şartlan yerine getirenler
adına zilyedi bulundukları tapusuz arazinin tescil olunmasını isteme hakkı
tanındığı gibi Medenî Kanunun 639. maddesiyle de aynı hak daha genel bir
surette kabul edilmiştir.
Bu
kanunlardaki ve özellikle Medenî Kanunun 639. maddesindeki şartlara sahip olan
bir kişinin (tescil talebinde bulunabilme) hakkının, kazanılmış bir hak.
niteliği taşıdığı şüphesizdir. Zira kendisine böyle bir talep yapılmış olan
mahkemenin yapacağı işlem, ilgilinin kanundaki şartlan yerine getirmiş olup olmadığını
inceleyerek durumu belirtmekten ibaret bulunmaktadır. Bu işlem sonunda
mahkemece kanundaki şartların mevcut olduğunun tesbiti halinde istemin kabulü
ile tescile karar vermek zorunluğu vardır. Şu halde aslında kanundaki şartlara
sahip olan zilyet, mülkiyet hakkım da kazanmış ve mahkemeye ise durumun
belirtilmesi görevi kalmıştır. Böyle bir hakkı kazanılmış hak saymamak mümkün
değildir.
766
sayılı Tapulama Kanunun iptali istenen 33. maddesi ise, kendisinden önceki
kanunlarla ve özellikle Medenî Kanunun 639. maddesi ile meydana gelen bu gibi
kazanılmış haklan, tapulama işlemi yapılırken de saklı tutmuş., ancak bu hakkın
genel mahkemeler önüne getirilmesi usulünden zilyedleri kurtararak hakkın
tapulama görevlileri tarafından belirtilmesi ve itiraz halinde tapulama
mahkemeleri önünde uyuşmazlığın çözümlenmesi usulünü koymuş ve 97. maddesiyle
de. 33. madde hükümlerinin tapulama dışında kalan yerlerde açılmış ve açılacak
dâvalarda da uygulanması kabul edilerek madde hükmüne tapulamayı da aşan genel
bir nitelik vermiştir. Medenî Kanunun 639. maddesinde, tapu kütüğünde kayıtlı
olmayan bir taşınmazı çekişmesiz ve aralıksız en az yirmi yıldanberi mâlik
sıfatiyle elinde bulundurmuş olan kimsenin, ne taşınmazın alanı, ne de isbat
şekilleri ve delilleri ve vergi kaydı hakkında, hiç bir kayıt ve şarta tabi
olmadan tescil talebinde bulunma hakkı ve mahkemelerin de tam bir serbestlikte
yargı yetkisini kullanmaları öngörülmüş iken, iptali istenen hüküme, kamu
yararı düşüncesiyle, taşınmazın yüz dönümü geçen kısımları hakkında da on yıl
veya daha önceki vergi kayıtlan ile veya maddede yazılı diğer belgelerden
birisi ile zilyedliğin ayrıca tevsik olunması şartı konulmak suretiyle Medenî
Kanun hükmü zilyed aleyhine olarak daha da daraltılmıştır.
Şu
halde iptali istenen 33. madde hükmü yeni bir hak yaratmamakta, kanunlarımızda
ötedenberi yer almış bulunan ve en aşağı yirmi yıl önce başlayıp süregelmiş
zilyedlikten doğan hakları, ilgilileri mahkemelere göndermeye yer kalmadan,
tapulama işlemleri için Devletin giriştiği büyük ölçüdeki hareketten
yararlanarak tapu kütüğü içine almaktan ve Medenî Kanunun 639. maddesindeki
zilyedliği isbat işine daha belirli ve inandırıcı bir nitelik vermekten
ibarettir.
Şüphesiz
kanun koyucu, Devletin hüküm ve tasarrufu altında bulunan sahipsiz yerlerin
mutlaka kişiler tarafından işgal ihya ve imar yollarıyle veya başka biçimlerde
mal edinilebilmesinin sebep ve şartlarını tesis etmek zorunluğunda değildir.
Hattâ bir kanunla bu hükümlerin tümünün ilga ederek bu gibi yerler üzerinde
zilyedlik yolu ile bir hak doğamıyacağını ilân da edebilir.
Ancak
Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen niteliklere sahip bir hukuk devletinde,
mevcut kanunlara göre kazanılmış hakların sonradan çıkacak kanunlarla tanınması
zorunluğu olduğu da şüphesizdir. Ziraat arazisinin 4753 sayılı Çiftçiyi
Topraklandırma Kanunu ile Tarım Bakanlığı emrine devredilmiş olmasının da bu
konuda bir etkisi olamaz. Zira bu araziden, mevcut kanunlara göre üzerinde bir
hak kurulmamış olanları, fiilen dağıtım yapılmak suretiyle kişi mülkü olmadıkça
ve (Tapu Kütüğünde kayıtlı olmayan taşınmaz) niteliğini muhafaza ettikçe sadece
eskiye şâmil olarak değil, bundan sonrası için dahi, Medenî Kanunun 639.
maddesinin, 766 sayılı Kanunun 97. maddesi delâtiyle aynı kanunun söz konusu
33. maddesi hükümleriyle birlikte, uygulanmasına ve bu maddeye dayanan tescil
dâvalarına açıktırlar.
İptali
istenen 33. madde yukarıda açıklanan hükümlere göre kazanılmış hak niteliğini
almış bir durumun tayin ve tespiti için yürürlükteki kanunun koyduğu usulde,
ilgili aleyhine olmak üzere daha kısıtlayıcı bir değişiklik getirmiştir. Bu
kısıtlayıcı kayıtlar da zilyedliğin dayandığı hukukî ve fiilî sebep ve durumlar
daha kanaat verici bir surette ortaya koydukları için yerindedirler.
Bu
bakımlardan, yürürlükteki kanunlara göre üzerlerinde zilyedliğe dayanan bir hak
kurulmuş bulunan taşınmazların ilk önce ilgilisi adına tescili ve sonra da
Çiftçiyi Topraklandırma Kanununun bu gayrimenkullar hakkında uygulanması
gerektiği ve kanunî şartlar da mevcut olduğu takdirde sahipli taşınmazlara
ilişkin hükümlerin uygulanması suretiyle işlem, yapılması; Anayasa'nın esaslı
ilkelerinden birisi olan hukuk devleti niteliğinin zorunlu bir sonucudur.
İptali
istenen 33. madde hükümlerinin hukukî niteliği yukarıda açıklananlardan ibaret
olduğuna ve Arazi Kanunnamesinin, Medenî Kanundan sonra da yürürlükte devanı
etmiş olmasının veya olmamasının yukarıda işaret edilen sonraki kanunların ve
bu arada Medenî Kanunun 639. maddesinin tapuda kayıtlı bulunmayan arazi
hakkında uygulanmasına ve bunların meydana getirdiği hukukî duruma herhangi bir
etki yapması da söz konusu olamıyacağına göre dâva dilekçesinde Arazi
Kanunnamesine dayanılarak ileri sürülmüş bulur an görüşler üzerinde ayrıca
durulmasına da yer bulunmamıştır.
Öte
yandan 33. maddenin hak doğuran esas hükmü, tapuda kayıtlı olmayan bir
taşınmaza çekişmesiz ve aralıksız en az yirmi yıldanberi mâlik sıfatiyle zilyed
bulunulmasına ilişkin kısmıdır. Maddede sayılan, isbat belgeleri ise bu artları
taşıyan bir zilyedliğin var olup olmadığına kanaat getirilebilmesi için geçerli
sayılmış belge ve kayıtlardır. Bu arada sayılan "mütevelli senetler"
inin niteliği de bundan ibarettir.
Bu
bakımdan, bu gibi senetlerin zilyedliğin tevsiki için geçerli belge sayılması
ile Anayasa'nın 153. maddesinin 3 sayılı bendinde Anayasa'ya aykırılığının
ileri sürülemiyeceği kabul edilmiş bulunan, 30 Teşrinisani 1341 tarihli ve 677
sayılı (Tekke ve Zaviyelerle türbelerin Şeddine ve Türbedarlıklar ile bir
Takını Unvanların Men ve İlgasına dair Kanun) arasında bir bağlantı kurulması
ve bu yoldan Anayasa'ya aykırılık iddia edilmesi mümkün değildir.
Yukarıda
açıklanan nedenlerle 766 sayılı Tapulama Kanununun 33. maddesinin birinci
fıkrası dışında kalan hükümleri Anayasa'nın 37, 53 ve 153. maddelerine aykırı
olmadığından davacının bu konuya ilişkin isteminin de reddi gerekmektedir.
Üyelerden
Recai Seçkin bu görüşe katılmamıştır.
3-
Tapulama Kanununun Anayasa'ya aykırı olduğu ileri sürülen 34, 44, 52, 53, 92,
97. ve geçici 3. maddelerine gelince:
Dâva
dilekçesinde bu maddelerin Medenî Kanunun çeşitli hükümlerine zıt bükümler
taşıdıkları açıklanmakta ve bunların 32 ve 33. maddelerin iptali istenen
hükümleriyle olan bağlantıları bakımından iptal istemine konu yapıldıkları
anlaşılmaktadır.
Çeşitli
kanunlar arasında çelişir nitelikte hükümler bulunması Anayasa'ya aykırılık
sebebi teşkil edemiyeceğinden bu konu üzerinde durulmasına yer bulunmamıştır.
Kanunun
32. maddesinin (c) bendi ile 33. madesinin birinci fıkrası dışında kalan
hükümlerinin Anayasa'ya aykırı olmadıkları yukarıda açıklanmış olduğundan
bunlarla bağlantılı oldukları nedeniyle Anayasa'ya aykırı bulundukları öne
sürülen diğer maddenin Anayasa'ya aykırı olmaları da söz konusu değildir.
Bu
nedenle Tapulama Kanununun 34, 44, 52, 53, 92, 97. ve geçici 3. maddelerine
ilimin olan istemin de reddi gerekir.
V-
SONUÇ :
l-
28/6/1966 günlü ve 766 sayılı Tapulama Kanununun 32. maddesinin (c) bendinin
Anayasa'ya aykırı olmadığına üyelerden Avni Givda, Recai Seçkin, Ahmet Akar ve
Ziya Önel'in karşı oylan ile ve oyçokluğu ile,
2-
Aynı kanunun 33. maddesinin ikinci ve ondan sonraki fıkralarının Anayasa'ya
aykırı olmadığına üyelerden Recai Seçkin'in karşı oyu ile ve oyçokluğu ile,
3-
Aynı kanunun 34, 44, 52, 53, 92, 97. ve geçici 3. maddelerinin Anayasa'ya
aykırı olmadıklarına oybirliği ile,
18
ve 19 Haziran 1968 günlerinde karar verildi.
|
|
|
|
Başkanvekili
Lütfi
Ömerbaş
|
Üye
İhsan
Keçecioğlu
|
Üye
Salim
Başıl
|
Üye
A.
Şeref Hocaoğlu
|
|
|
|
|
Üye
Fazlı
Öztan
|
Üye
Celalettin
Kuralmen
|
Üye
Hakkı
Ketenoğlu
|
Üye
Fazıl
Uluocak
|
|
|
|
|
Üye
Sait
Koçak
|
Üye
Avni
Givda
|
Üye
Recai
Seçkin
|
Üye
Ahmet
Akar
|
|
|
|
Üye
Halit
Zarbun
|
Üye
Ziya
Önel
|
Üye
Muhittin
Gürün
|
KARŞI
OY YAZISI
1-
22/4/1962 günlü ve 44 sayılı Yasa'nın 25. maddesinin son fıkrasında yasama
meclisleri üyelerince açılan dâvaların dilekçelerinde, kendilerine mahkemece
tebligat yapılmak üzere, en çok iki üyenin gösterilmesi açıkça şart
koşulmuştur.
Cumhuriyet
Senatosunun otuz altı üyesince açılan 1966/19 esas sayılı dâvaya ilişkin
dilekçede yasanın bu buyruğuna uyulmadığı ve eksiğin tamamlatılması gerektiği
halde davacılardan bir Cumhuriyet Senatosu üyesinin dilekçesinin iki yerinde
imzası bulunmasından çoğunlukça davacıların bu üyeyi kendisine tebligat
yapılacak kimse olarak gösterdikleri anlamı çıkarılmış ve dilekçede bu bakımdan
eksiklik bulunmadığına karar verilmiştir. Dâva dilekçesindeki imza düzeninin
dayanaksız kalan yorumiyle yasa hükmünün uygulamasız bırakılması ve böylece
dâvaya ilişkin tebligatın kanunî niteliği olmayan bir kimseye yapılmasına yol
açılması isabetsizdir. 21/9/1966 günlü karara bu nedenle karşıyım.
2-
Mülkiyet hakkı Anayasa'nın teminatı altında bulunan sosyal ve iktisadî temel
haklardan biridir ve ancak kamu yararı ereğiyle ve kanunla sınırlanabilir.
(Anayasa : Madde 36) öte yandan kamu yararı nedeniyle de olsa kanun bu hakkın
özüne dokunamaz. (Anayasa Madde 11/2) Onun içindir ki mülkiyet hakkına ilişkin
yasa sınırlamalarının kamu yararının getirdiği zorunluluğun çerçevesini
aşmaması, bir de hakkın özüne dokunur nitelikte bulunmaması gerekir. Sınır
aşılıp hakkın özüne dokunulunca hüküm açıkça Anayasa'ya aykırı olur.
18/6/1966
günlü ve 766 sayılı Tapulama Kanunu eski mülkiyet pürüzlerini ve anlaşmazlıklarını
süratle tasfiye etmek ve ülkenin gerçek mülkiyet durumunu yansıtan sağlam,
güvenilir bir tapu kütüğünü bir an önce ortaya koymak ve tamamlamak gibi kamu
yararını gözeten ereklerle çıkartılmıştır. Ancak kanunun 32. maddesinin c bendi
hükmünde kamu yararı gereklerinin sınırından dışarıya taşma olduğu ve hakkın
özüne dokunulduğu hemen göze çarpmaktadır.
Tapuda
da kayıtlı taşınmazlarla mülkiyet hakkının nasıl tespit edileceğini gösteren
32. maddenin c bendinde taşınmaza kayıt sahibi veya mirasçılarından başkasının
zilyet bulunması durumu ele alınmış ve bu gibilere taşınmazı kayıt sahibinden,
mirasçılarından veya onların temsilcilerinden resmî olmayarak temelük
ettiklerini bunların beyanı, veya herhangi bir belge, yahut bilirkişi yahut
tanık sözleriyle tevsik etmek olanağı tanınmış ve zilyetliğin en az on yıl
sürmüş olması şartiyle de taşınmazın zilyet adına tespiti hükme bağlanmıştır.
Mülkiyet
hakkının olağan ve sağlam delili tapu kaydıdır. Zilyet taşınmaz özeninde kayıt
sahibinden üstün hakları bulunduğunu ileri sürebilir. Böyle bir çatışmada
yasanın kayıt sahibini yeterince koruması, hiç değilse iki tarafın karşılıklı
çıkarları arasında makul bir denge kurması gerekir. Tapuda kayıtlı bir mülkiyet
hakkım sona erdirmek ve zilyede yeni bir mülkiyet hakkı tanımak söz konusu
olunca yasadan beklenen titiz, sıkı hükümlerdir. Oysa 766 sayılı Kanunun 32.
maddesinin c bendi hükmüne göre bilirkişi ve tanık sözleri gibi değeri son
derece güçsüz delillerle kendi adına tapu kaydı bulunan kimsenin mülkiyet
hakkının sona erdirilmesi mümkün olabilmektedir. Zilyetlik süresinin on yıl
olarak çok kısa tutulmuş bulunması da tapuda kayıtlı taşınmazın zilyet adına
geçirilebilmesi şartlarını büsbütün gevşetmekte; tapu kayıtlarını etki ve
değerden yoksun duruma düşürmektedir.
Özetlenecek
olursa : 32. maddenin c bendi kamu yararının gerekleri sınırının dışına taşmış;
mülkiyet hakkının özüne tahribe yönelmiş bir hükmü kapsamaktadır. Bu durumîyle
Anayasa'nın 11. ve 36. maddelerine aykırıdır; iptali gerekir.
18,
19/6/1968 günlü ve 1966/19-1968/25 sayılı kararın 766 sayılı Kanunun 32.
maddesinin c bendine ilişkin bölümüne yukarıda açıklanan nedenlerle karşıyım.
Yukarıdaki
karşı oy yazısının 2 sayılı bendine katılıyorum.
|
|
Üye
Ahmet
Akar
|
Üye
Avni
Givda
|
Esas
: 1966/19, Karar : 1968/25 sayılı ve 18/19-1968 günlü Karara ilişkin karşı oy
yazısı
A-
Tapulama Yasasının 32. maddesinin C bendinin (kayıt sahibi veya mirasçılarından
başkası zilyet bulunuyorsa, zilyet kayıt sahibinden veya mirasçılarından
veyahut bunların temsilcilerinden gayrı resmî surette temellük ettiğini ...
bilirkişi veyahut şahit sözleri ile tevsik ettiği ayrıca en az 10 sene müddetle
zilyet bulunduğu takdirde zilyet adına tespit olunur) bölümü, Anayasa'ya
aykırıdır:
1-
Tapulama hükümleri, eski durumu temizlemek ve gerçek hukukî durumu belirtmek ve
Medenî Yasa'ya uygun olan tapu kütüklerinin kurulmasını sağlamak zorunluğu ile
konulmuş olan ve özü bakımından geçici nitelikte bulunan hükümlerdir. Bunların
konulmasında gözönünde tutulacak yön, bu hükümlerle tapu kütüklerindeki eski
bozuk durumu temizlemek ve gerçek hukukî durumu yansıtan tapu kütüklerini elde
etmek zorunluğunun sınırları içinde kalan hükümler olmasıdır. Yasa koyucu,
koyduğu bir hükümle zorunluk sınırlarını aşmış bulunursa bu hüküm kamu yararına
dayanıyor demektir ve ayrıca böyle bir hükümle bir kimsenin mülkiyet hakkı sona
erdiriliyorsa bu hüküm Anayasa'nın 36. maddesine aykırı bir nitelik kazanır ve
iptali gerekli olur.
2-
Yasanın söz konusu hükmü, tanık veya bilirkişi sözleriyle tapulu malın
mülkiyetinin zilyede geçmesine yol açmaktadır ve zorunluk sınırlarını aşmış bir
hükümdür; çünkü, Yargıtay'ca ötedenberi resmî olmayan zilyedlik devrine ilişkin
akitlerin Hukuk Yargılamaları Usulü Yasasının 288. maddesi hükmünce yazı ile
isbatı gerektiği kabul olunmaktadır ve böylece yazıya bağlanmamış toprak devri
hemen hemen düşünülemez; demek ki içtihatlarla kabul edilmiş olan Usul
Yasasının açık hükmüne dayanan bir kuralın bırakılarak tapulu toprağın devrinin
tanık veya bilirkişi ile ispatım kabul etmek tapulu mülkiyet hakkını çiğnemek
olur. Eğer ortada bu gibi devirlerin yasa hükmüne rağmen sözle yapılageldiği
yollu bir durum, saptanmış olsa idi o zaman yazılı belgeye bağlanmamış
devirlerin bu Yasada tanık veya bilirkişi ile isbatını kabul etmek ve
zorunluluk sınırları içinde bir tutum olurdu. Bu günkü hükümle kendi adına tapu
kaydı bulunan kimsenin mülkiyet hakkı tanık veya bilirkişi gibi değeri çok
güçsüz olan delillere dayanılarak sena erdirilmekte, zilyed olan kimseye yeni
bir mülkiyet hakkı tanınmaktadır. Bu ise geçici ve eski durumu temizleyici
hükümler kovmak zorunluğu ile bağdaştırılamaz. Bu bakımdan tartışma konusu
hüküm, Anayasa'nın 36. maddesinde öngörülen mülkiyet güvencesi (teminat)
ilkesine aykırıdır.
3-
Tanık ve bilirkişi sözlerini pekleştirmek üzere zilyetliğin yalnızca on yıl
sürmüş olmasının esas alınması dahi yeterli değildir. Ve on yıl gibi az bir
sürede zilyetliğin sürüp gitmesi ile tapulu mülkiyet hakkının sona erdirilmesi
dahi geçici hüküm koymak zorunluğunun sınırlarını aşmaktadır. Bu sürenin hiç
değilse yirmi yıl olması, tapuya dayanan malikin hakkını korumak yolunda
gerekli bir güvence olurdu ve haklı ve Anayasa'ya uygun bulunurdu.
Bundan
başka zilyetliğin on yıl süresinin, tapulu mülkiyetin sona ermesi için yeterli
koşullar arasında görülmesi dahi. Medenî Yasa'nın 638. maddesi hükmü açısından
haklı olmayan bir eşitsizlik doğurmaktadır ve bu bakımdan da sözü edilen
hükümde Anayasa'nın 12. maddesine dahi ayrılık vardır; gerçekten, Medenî
Yasa'nın 638. maddesindeki hükme göre kendi adına tapu kaydı bulunan ve iyi
niyetle on yıl taşımaz malda zilyetlik etmiş olan kimsenin tapu kaydının hukuka
uygun bir nedene dayanmadığı artık ileri sürülemez başka bir deyimle eski
malikin mülkiyet hakkı böylelikle sona ermiş olur. Burada ise adına tapu kaydı
bulunan bir kimsenin mülkiyet hakkı öbür kimsenin on yıllık zilyetliği ve
zilyetliğin geçerli olmayan devrinin (ki tapulu mallarda zilyetlik ancak tapu
kaydının yeni zilyet adına geçirilmesiyle yeni zilyede geçebilir - Medenî Yasa
Madde 905) tanık veya bilirkişi sözleri gibi güçsüz delillerle ispatı koşulu
ile sona erer.
4-
Burada birbirine karşıt iki çıkar vardır : Kayıt sahibinin çıkan zilyedin
çıkarı ... Bu çıkarların, ancak dengeli bir biçimde uzlaştırılması koşulu ile,
ayıklama hükümleri konabilir. Olayımızda bu denge, devrin tanık ve bilirkişi
ile ispatı olanağının tanınmış olması ve yine on yıl gibi kısa bir zilyetlik
süresi ile yetinilmesi yolu ile kayıt sahibinin zararına yani gerçek malikin
zararına olarak bozulmuştur.
5-
Mülkiyet, ne Medenî Yasaya göre, ne de Tapulama Yasasının tartışma konusu 32.
maddesi hükmüne göre özel devirle doğmaz; ancak, dâva konusu hüküm uyarınca
tescil ile veya Medenî Yasanın 639. maddesine göre hâkini karariyle doğar. Bu
bakımdan, (tartışma konusu hükümle yeni malikin mülkiyeti korunmaktadır) yollu
görüşler yasaya uygun değildir. Tekrar edelim ki, burada kayıt sahibi malik
durumundadır ve onun durumu daha güçlüdür, zilyet ise daha güçsüz bir
durumdadır ve ona ancak ve ancak bu yasa gereğince yeni mülkiyet hakkı
verilecek ve eski malikin mülkiyet hakkı sona erecektir; bu durum karşısında
kayıt sahibinin zilyetten daha çok korunması gerekli iken konulan hüküm ile
zilyet ondan daha çok korunmuş olmaktadır.
B-
Yasanın 33. maddesinin son fıkrasında 100 dönümü geçen topraklarda zilyetliğin
tanık ve bilirkişi sözlerinden başka ayrıca onanmış irade örnekleri ve
fermanlar, geçerli mütevelli, sipahi, mültezim, temessük veya senetleri,
kayıtları bulunmayan tapu ve mülga Hazine-i Hassa senedi veya tasarruf
ilmühaberi, onanmamış tapu yoklama kayıtları; mubayaa, istihkâm ve ihbar
hüccetleri evkaf idarelerinden tapuya devredilmemiş tasarruf kayıtları ile daha
ispatını öngören hükümleri Anayasa'ya uygun bulunmamaktadır ve çoğunluğun bunun
tersine olan görüşü bence doğru değildir:
l-
Türkiye'de toprak düzeni üzerinde çok önemli bir yasa olan Arazi Kanunu, Medenî
Yasa ile kaldırılmış bulunsa bile, Arazi Kanununa göre Devletin tapusuz mirî
topraklar üzerinde o kanun yürürlükte iken kazanmış olduğu mülkiyet hakkı, hiç
bir zaman o yerlerin zilyetlerine kendiliğinden geçmiş olmaz, olsa olsa Medenî
Yasa'nın 639. maddesi hükümlerince zilyetler yararına tescil isteme hakkı
doğar. Tapulamaya ilişkin bütün hükümlerde (2613 sayılı ve 15/12/1934 günlü
Kadastro ve Tapu Tahriri Yasasında; 5602 sayılı ve 16/3/1950 günlü Tapulama
Yasasında) sahibi bilinmiyen yerlerin Devlet adına tapuya tescil edileceği
ilkesinin benimsenmesi, ancak ve ancak tapusuz toprakların devletin mülkiyeti
altında bulunması ilkesinin yürürlükte sayılması ile açıklanabilir. Zaten
14/5/1929 günlü, 1192 sayılı Resmî Gazete'de yayımlanmış olan 501 sayılı ve 1929
günlü T.B.M.M. kararının (2/B) bendi gereğince de tapuda kaydı olmayan yerler,
(Medenî Yasaya göre sahipsiz sayıldığından Devletin malıdır.
Şu
yönü hatırlatalım ki Arazi Kanununun 3. maddesi gereğince mirî topraklar
mülkiyeti Devlet Hazinesine ait olan ve yalnızca yararlanma hakkı yetkili
kişiler veya yerlerce yurttaşlara bırakılmış olan topraklardır. Demek ki bu
toprakların yararlanma hakkı kendilerine bırakılmış olan kimse veya kimseler
buna malik değillerdir; bunların mülkiyeti, Devlet üzerinde kalmaktadır.
Yararlanma hakkına sahip olanlar ancak birer kiracı durumundadırlar. Onların,
hukukî durumları bugünkü Medeni Yasa hükümlerince intifa hakkı sahiplerinin
durumlarına benzediği kabul edilse bile hiçbir zaman onlar malik sayılamazlar.
2-
Arazi Kanununun 78. maddesinde (Bir kimse arazii miriyye ve mevkuteye bilâ niza
on sene ziraat ve tasarruf etmiş olur ise hakkı kararı sabit olup gerek yedinde
mamulünbih senet bulunsun ve gerek asla senet bulunmasın, ol araziye mahlûl
nazarı ile bakılmayıp yedine meccanen ve müceddeden tapu senedi verilmek lâzım
gelir. Fakat ol arazi mahlûl olmuş iken bigayri hakkın zapteylemiş olduğunu
kendisi ikrar ve itiraf ederse müruru zamana itibar olunmayıp ol arazi tapuyu
misli ile kendisine teklif olunur ve eğer kabul etmez ise bilmüzayede talibine
verilir.) hükmü bulunmaktadır. Bu hüküm Medeni Yasamızdaki olağanüstü
kazandırıcı zaman aşımı hükmüne (Medenî Yasa 639) benzemektedir. Yalnız burada
yurttaşa tanınan hak, yararlanma hakkından ibarettir yoksa miri toprağın
mülkiyetinin karar hakkı sonucunda zilyede geçmiş olması söz konusu değildir;
oysa Medenî Yasanın 639. maddesi uyarınca verilen tescil kararıyla zilyet,
taşınmaz mala malik olur.
Arazi
Kanunu yürürlükte iken benimsenen Yargıtay içtihatlarına göre bir kimsenin mirî
topraklar üzerinde karar hakkının doğması için zilyetliğin üç nedenden birisine
dayanması gereklidir. Nitekim; 9 Eylül 1328. 29 Nisan 1330 ve 22' Temmuz 1331
günlü Yargıtay kararlarında (Hakkı karar iddiasının esbabıselâsi-i
tasarruriyeden birine istinadı lâzımdır. Mücerret 10 seneyi mütecaviz zamandan
beri tasarrufla hakkı karar sabit olmaz.) denilmektedir. (Karakoç Serkis
Tahşiyeli Sicili Kavanin - sahip ve naşiri Mihran - İstanbul Ebussuud
Caddesinde Cihan Matbaası 1341/1343 Birinci Cilt, Sayfa : 224). Danıştay'ın bir
düşüncesinde de (Aynı kitap Sayfa 223 de yazılı 20 Şubat 1304 günlü düşünce),
gasbedilmiş topraklarda yalnızca on yıllık ekip biçmek eylemiyle karar hakkının
doğmıycağı belirtilmiştir.
Karar
hakkının doğması için zilyedliğin dayanmak zorunda olduğu, üç nedenin neler
olduğu, Tapu Talimatının 8. maddesinde sayılmıştır. (Aynı kitap ve cilt Sayfa
335): Bunlar; intiyal, başkasından devralma yani teferruğ ve Devletçe yetkili
kılınmış kişi veya yerden zilyetliği elde etme yani tefevvuzdur. Demek ki eski
hukukumuzda karar hakkından bir kimsenin yararlanabilmesi için, onun
zilyetliğinin haklı sebebe dayanması, o zamanki içtihatlar gereğince,
aranmakladır. Buna göre Medenî Yasadan önce burada anılan üç nedenden birine
dayanmayan zilyetlik ile karar hakkının herhangi bir yurttaş yararına doğması
ve bir kimsenin gasba dayanarak kazanılmış karar hakkı bulunduğunu ileri
sürmesi düşünülemez.
3-
Yukarıki 1. bentte anılan 501 sayılı T.B.M.M. kararının bir bendinde 2/C
bendinde) Arazi Kanunu yürürlükte iken geçen zilyetliğe dayanılarak karar
hakkından tapu isteyenlerin kazanılmış hakları, Medenî Yasanın yürürlük
Yasasının özel hükmü uyarınca, saklı olduğundan, mahkeme kararına ihtiyaç
olmaksızın tapu verileceği yazılıdır. Ancak burada eski hukukun, aradığı
koşulların değiştirilmesi öngörülmüş olmadığından, kazanılmış haktan söz
edilebilmek için "(Önceki 2. bentte) anılan haklı nedenlerin bulunması
gereklidir yoksa bu haklı nedenlerden birisine dayanmayan zilyetlikten ötürü
kazanılmış karar hakkından söz edilemez.
4- Sahipsiz
yerlerin Hazineye ait olduğu, Yargıtay kararlariyle dahi kabul edilmiş
bulunmaktadır. Nitekim, sahipsiz yerler usulüne uygun olarak kişilerce
edinilmiş bulunmadıkça Hazinenin bunlar üzerindeki elatmanın önlenmesini ve bu
yerlerin Hazine adına tescilini isteyebileceği (Senai Olgaç - Kazaî ve İlmî
İçtihatlarla Türk Kanunu Medenisi ve İlgili Hususî Kanunlar - Cilt II İsmail
Akgün Matbaası İstanbul 1957 - S. 208-209 madde 641 de numara 606 da yazılı
Yargıtay 7. Hukuk Dairesinin 23/10/1952 günlü ve 7469/3969 sayılı kararı), yine
başkalarınca edinilmemiş ve tapu kütüğüne yazılı bulunmamış olan ve Medenî
Yasanın 641. maddesinin kapsamı dışında kalan taşınmaz malların malikinin
Hazine olduğu (Senaî Olgaç - Kazaî ve İlmî İçtihatlara Göre Türk Medenî Kanunu
Şerhi -İsmail Akgül Matbaası, İstanbul 1967 S. 589 N. 13 te Yargıtay Hukuk
Genel Kurulunun 22/5/1957 günlü, 7/68 esas, 63 karar sayılı karan) yollu
kararlar vardır.
5-
Medenî Yasada veya Medenî Yasanın yürürlüğe konulmasına ilişkin Yasanın
hükümleri arasında veya daha sonraki yasalarda tapusuz mirî toprakların belli
bir tarihte zilyedi bulunanlara temlik edildiğini veya temlik edilmiş
sayılacağını gösteren hiç bir hüküm yoktur. Demek ki Medenî Kanunun yürürlüğe
girmesinden sonra dahi Devletin tapusuz mirî topraklar üzerindeki mülkiyeti,
eskisi gibi, sürüp gitmektedir ve bu duruma göre Devletin tapusuz topraklan
yurttaşlara temlik etmesinde esaslı kamu yararı bulunduğunun açıkça anlaşılması
zorunlu bir koşuldur. Bu konuda her şeyden önce Devletin Anayasa'mızın 37.
maddesi ile öngörülen ve genellikle toprak reformu diye adlandırılan ödevini
gözönünde bulundurmak, başta gelen bir iştir. (Toprak mülkiyeti) başlığını
taşıyan Anayasa'mızın sözü geçen 37. maddesinde (Devlet, toprağın verimli
olarak işletilmesini gerçekleştirmek ve topraksız olan veya yeter toprağı
bulunmayan çiftçiye toprak sağlamak amaçları ile gereken tedbirleri alır.
Kanun, bu amaçlarla değişik tarım bölgelerine ve çeşitlerine göre toprağın
genişliğini gösterebilir. Devlet çiftçinin işletme araçlarına sahip olmasını
kolaylaştırır. Toprak dağıtımı, ormanların küçülmesi veya diğer toprak
servetlerinin azalması sonucunu doğuramaz.) denilmektedir.
Yüz
dönümü aşan toprakların temlikinde vergi kayıtlarından ve kesinleşmiş mahkeme
kararlarından başka belgelerin dahi, zilyetlik için dinlenilmiş bulunan
tanıkların veya bilirkişilerin sözlerini doğrulayan belgelerden sayılması,
malik olmayan yurttaşlara Devletin, kendi topraklarını aşırı ölçüde vermesi ve
böylece toprak reformu için en değerli bir kaynak olan Devlet malı topraklardan
Devletin kendi kendisini yoksun bırakması demek olur ki böyle bir tutum, kamu
yararına aykırıdır. Her ne kadar Anayasa'nın 53. maddesi uyarınca toprak
reformu ve özellikle topraksız çiftçiye toprak dağıtılması ödevi. Devletin malî
gücüne bağlı hükümlerden ise de bu, Devletin reformu istediği gibi
geciktirebileceği reforma engeller koyabileceği ve sonra da sözü edilen bu 53.
madde hükmüne sığınabileceği anlamına gelmez. Hiçbir zaman unutulmamalıdır ki,
toprak reformu Devletin Anayasal temellerini sosyal sarsıntılardan aşırı
iktisadî eğilimlerin üzerinde yerleşmesini önleyerek, korumaya elverişli
başlıca tedbirlerden olduğu için, Anayasa hükümleri içinde pek özel değer
taşıyan bir hükümdür. (Bu özel değerin nedeni ve kaynakları, aşağıdaki bentte
açıklanacaktır).
Yasa,
yüz dönüme değin yapılacak temlikler bakımından zilyetliğin yalnızca tanıklara
ve bilirkişi sözleri ile ispat edilmesini yeterli saymış olduğu için, yüz
dönümü aşan topraklar bakımından burada ileri sürülen görüşün benimsenmesi
halinde, yoksul yurttaşların ezilmesine yol açılacağı düşüncesi doğru değildir.
Çünkü bir yoksul yurttaşın yüz dönümü aşan toprağı hemen hemen hiç olmaz. Bir
de tapulamanın, niteliği bakımından toprak reformu demek olmadığı açıktır;
çünkü, Anayasa'mızın az önce anılan hükmüne göre hiç veya yeterince toprağı
bulunmayan çiftçiye toprak verilmesi toprak reformunun bir bölüğüdür. Demek ki
kimseye toprak verilirken onun hiç ve yeterince toprağı bulunmadığının
araştırılması zorunludur ki ancak toprak reformu amaciyle toprak temlikinden
söz edebilsin. Tapulamada ise kendisine toprak temlik edilecek kimsenin yeterli
toprağı olup olmadığı asla incelenemez ve bu bakımdan tapulama ile yapılan
temlik, hiç bir zaman reform yolu ile yapılacak temlikin amacını gerçekleştirmeye
elverişli sayılamaz.
6-
Malik olmayan kimselere toprak temlik edilmesi, toprak reformu dışında Anayasal
bir borç, Devlete Anayasa'nın yüklediği bir ödev değildir; oysa toprak reformu
hükümleri uyarınca topraksız veya toprağı yetersiz çiftçiye toprak temliki,
Anayasal bir ödevdir. Durum bu açıdan da ele alınınca, Devlet topraklarının
toprak reformu dışındaki amaçlarla yurttaşlara temlikinde özel bir titizlik
gösterilmesi zorunluğu iyice belirir.
7-
Toprak reformu ile Anayasa'nın sosyal bakımdan ne gibi erekleri güttüğü
gözönünde tutulursa bu reforma ilişkin Anayasa ilkesinin özel önemi pek güzel
belirir :
a-
Halkın büyük çoğunluğu olan köylünün başka bir deyimle çiftçinin gerçekten
ektiği toprağın sahibi bulunması. Türk iktisadî hayatının genlik (Refah)
yolunda gelişmesini sağlayacak önemli bir olanaktır. Çiftçi, ektiği toprağın
sahibi olmazsa Türk iktisadî hayatı, genlik yolunda ilerleyemez. Bir çiftçi
ancak kendisinin malik olduğu toprak üzerinde çalışırken kendisinden beklenen
bütün özenmeyi bütün çabayı gösterebilir, yoksa çalışması genellikle verimsiz
olur ve toprağın durumumu koruyacak, verimini arttıracak yatırımlarda bulunması
beklenemez. (Anayasa'nın 37. maddesine ilişkin Anayasa Komisyonu gerekçesi
Avukat Kâzım Öztürk - İzahlı gerekçeli, anabelgeli ve maddelere göre tasnifli
bütün tutanaklar ile T.C. Anayasa'sı - C. II, S. 1713 - Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları - Ajans - Türk Matbaası/Ankara 1966). Nitekim, tarım topraklarını
ellerinde bulunduranların, onları iyi biçimde kullanması, onların verimini
arttırmaya caba göstermek, türlü doğal ve teknik bozukluklara karşı toprağı
korumak ödevlerini istekle ve eksiksiz olarak yerine getirmelerinin onların
üzerinde çalıştıkları topraklara malik olmaları koşuluna bağlı bulunduğu, bunun
için toprak işlerindeki reformlara, toprakların onları işleyenlere temlik
etmekle başlandığı genel bir gerçektir .(Prof. Dr. Reşat Aktan Toprak Reformu
Esasları - Toprak Reformu Semineri - T.M.M.O. Birliği Ziraat Mühendisleri Odası
- Ayyıldız Matbaası - Ankara 1954. S. 8).
b-
Toprağa sahip olmak, aynı zamanda, ileriye güvenle bakmayı ve bunun sonunda da
sosyal iç rahatlığını sağlar (a bendinde anılan gerekçe).
c-
Devlete düşen önemli bir iş, yurdumuzun günden güne hızla artan nüfusunu,
yalnız Türk topraklarının ürünleri ile kolayca besleyebilmektir. Bunun içki
Türk tarımında en yüksek verim sağlanmalıdır; bu verimin başlıca koşullarından
birisi de, tarım reformudur. Hızla artan nüfusu besleyebilmenin ise, yurdun
başlıca dâvası olduğu açıktır (Temsilciler Meclisindeki ilk görüşme, a bendinde
anılan yapıt S. 1716 - 1717).
ç-
Toprak reformu, Anayasa'mızın temel hükümlerinden bulunan sosyal adalet
ilkesinin gerçekleşmesi için en zorunlu bir isterdir (Muktezadır). Gerçekten,
yurttaşların insan haysiyetine yaraşır ekonomik durumda bulunmaları, ancak ve
ancak toprağın en verimli biçimde işletilmesinin sağlanmasına ve bunun için de
topraksız veya yeter topraksız olan çiftçilerin toprak sahibi kılınmasına
bağlıdır. Yoksa yalnızca çalışanlara emeklerinin eksiksiz bir karşılığının ve
bunun yanında bir takım sosyal yardımların sağlanması hiçbir zaman sosyal
adalet ilkesinin gerçekleşmesi için yeterli sayılamaz. Yurdumuzda henüz
sanayileşme yeter ölçüde gerçekleşmiş bulunmadığı için, yurttaşların büyük
çoğunluğu, tarım alanında çalışarak ekmeğini kazanmak zorundadır, başka deyimle
nüfusumuzun büyük çoğunluğu tarımla uğraşmaktadır. Bu büyük çoğunluğun insanca
yaşaması koşulları gerçekleştirilmezse, sosyal adalet ilkesi yurdumuzda
uygulanmış olama;: ve bunun sonucu olarak sosyal Devlet olma niteliği boş bir
lâftan ibaret kalır (a bendinde anılan gerekçe; 37. maddenin Temsilciler
Meclisindeki ilk görüşmesinde İsmet Giritli'nin sözleri - Av. K. Öztürk - a
bendinde anılan yapıt S. 1724 -1725).
d-
Geri kalmış ülkelerde toprak, sahibine, iktisadî çıkarlar yanında, belki
onlardan daha çok önemli olarak, sosyal ve siyasal bir takım güçler dahi
sağlamaktadır. İşte bu yüzden sermayeler dahi sanayie ve ticarete, hizmet
alanına kayacak yerde boyuna toprağa kaymaktadır. Bunun sonucu ise yurdun
iktisadî kalkınmasının, geri kalması olayıdır. Bu sakıncanın giderilmesi için,
toprağa yalnızca bir iktisadî üretim aracı değeri, yalnızca iktisadî değer
tanınması, sosyal bir zorunluktur. Toprağın yalnızca iktisadî üretim aracı
değerini taşıması ve bundan başka güçler sağlamaması için dahi, bunun belli
ellerde toplanmasının önlenmesi gerekmektedir. Bu da ancak ve ancak toprak
reformuna gidilmesi ile gerçekleşebilir. Yurt toprakları için tedbir almada
gecikme, çözümlenmesi günden güne zorlaşan birçok sorunlar yaratır. Gerçekten,
toprak üretimle çoğaltılamıyan bir maldır. (Prof. Fehmi Yavuz - Toprak ya da
Tarım Reformu - Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, - Mart 1967 - Cilt XXII, N.
2, S. 29 - 37).
e-
Anayasa'nın başlangıç hükümlerinde bildirildiği üzere, bütün yurttaşların
kıvançta ve tasada ortak bir bütün olarak ulusal bilinç ve ülküler çevresinde
toplanmaları, iktisadî ve sosyal hayatın (Anayasa 41), adalete, tam çalışma
kuralına ve herkes için insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış düzenlenmesi
dahi, insan-toprak ilişkilerinin akla uygun biçimde düzenlenmesi ile yakından
ilgilidir. Yine Anayasa'nın 10. maddesinde sözü edilen temel hakların, 35.
maddesinde öngörülen ailenin korunması dahi, büyük ölçüde, toprak reformunun
başarısına bağlı bulunmaktadır (Fehmi Yavuz yukarıda anılan yazı S. 37 . 38 ve
orada anılan Bahri Savcı'nın düşüncesi). Yurdumuzda toprak mülkiyeti iktisadî
kazançlar yanında, sosyal ve siyasal çıkarlar da sağlayan bir etken olduğu
için, bütün toprak reformlarında olduğu gibi, toprağı kendisi işletmiyecek
kimselerin toprağa malik olmasının önlenmesi, önce Devlete ait toprakların ve
sonra özel mülkiyet konusu büyük toprakların ihtiyacı bulunan çiftçilere
verilmesi yoluna gidilerek reform yapılacaktır. Böylelikle topraksız
yurttaşlarla büyük toprak sahiplerinin bir arada bulunmasından doğacak sosyal,
iktisadî tedirginlikler kalkacak, daha dengeli ve bireyleri birbirine daha
bağlı bir toplum kurulacaktır. (Reşat Aktan "a" bendinde anılan
Seminer'deki konuşma S. 10).
f-
Çağdaş tarım yollarının ve araçlarının kullanılması, uzun vadeli ve kararlılık
içinde yürüyen bir plânlamayı gerektirir ve giderlere katlananların
çalışmalarının sonucunu almalarında güven içinde bulunmalarını şart kılar. Bu
da çiftçilerin kendi malları olan topraklarda aile işletmeleri kurmalarım
sağlamakla, birçok reformlarda, gerçekleştirilmiştir. Bu aile işletmelerinin
iktisadî bakımdan yaşayabilir ve gelişebilir nitelikte birimler olmaları dahi
zorunludur (Turan Şahin - Toprak Reformunu Gerekli Kılan Sebepler - a bendinde
anılan Seminer S. 32, Reşat Aktan - a bendinde anılan Seminer - S. 9),
h-
Toprak reformu, boyuna artan nüfusa besin sağlamakla kalmaz o kimselerin yeni
iş alanları, üzerinde çalışacakları topraklar da sağlar. (Tuna Şahin, yukarıki
bentte anılan Seminer, S. 32).
ı-
Tarımsal yerin, tarımla uğraşanlar arasında adaletle dağıtılmasını sağlamak
gerekir. Bu reformla toprak mülkiyeti yeniden düzenlenecek az topraklı ve
topraksız büyük bir nüfus, yurttaş haysiyetine yaraşır ve emeğini
değerlendirebilecek büyüklükte bir toprağın mülkiyetine sahip kılınacaktır ve
böylece gelirin tarımla uğraşanlar arasında adaletle dağıtılması olanağı doğacaktır.
Belirtelim ki, toprak mülkiyetindeki aşırı dengesizlikler, gelir ve mal
dağılışındaki eşitsizlikler, köylük yerlerde, sosyal ayırımların daha belirgin
olarak duyulmasına yol açmaktadır ve çiftçilerde tedirginlik, hele kentlerde
gelişen ilişkilerin sonunda, büsbütün artmaktadır. (Turan Şahin, f bendinde
anılan Seminer, S. 33-34).
i-
Köyden kente doğru insan akımının durdurulması da, ancak toprak reformu ile
olabilir (Turan Şahin - f bendinde anılan Seminer, S. 33-34). Zira bu reform
sonucunda köyde insanca yaşayabilen kimseler, artık kentlere göç etmeyi
çoğunlukla yersiz bulurlar.
j-
Köydeki kente yöneliş, birtakım düşüncelerin köye sızmasına yurdun köylerindeki
sağlam ve kararlı nüfus içinde etkisini göstermesine yol açmaktadır. (Turan
Şahin, f bendinde anılan seminer, S. 34) Demek ki yurdun olumsuz ve yıkıcı
akımlardan korunmasında da toprak reformu, pek değerli bir kalkan işini
görecektir.
8-
Yukarıdaki bentlerde açıklandığı üzere, yerlerde tapusuz zilyedin tescilden
önce kazanılmış bir mülkiyet hakkı bulunmadığı gibi bundan önce yürürlükte
bulunup şimdiki yasa ile yürürlükten kaldırılan 5602 sayılı Tapulama Kanununun
13 maddesinin 6335 sayılı ve 9 Mart 1954 günlü yasa ile değiştirilmiş bulunan d
fıkrası hükmüne göre korunması gereken bir kazanılmış hakkı da söz konusu
değildir. Gerçekten sözü edilen d bendinde şu hüküm yer almıştır; (Bir kimsenin
tapuda kayıtlı olmayan yirmi dönümden az bir garimenkul üzerinde en az yirmi
yıldanberi mâlik sıfatı ile aralıksız ve nizasız zilyetliği, belgelerle veya
bilirkişi sözleri ile ve yirmi dönümden fazla olan gayrimenkullerde ayrıca on
yıl veya daha önceki vergi kayıtları ile sabit olursa o gayrimenkul zilyedi
adına) tesbit ve tescil olunur.
Görülüyor
ki eski Yasanın tanıdığı haklar, bugünkü Yasaya göre daha dar ve daha
sınırlıdır. Oysa bugünkü Yasa'da konulan hükümlerle eski Yasa zamanındaki hukukî
durum ağırlaştırılmış olursa, ancak ve ancak o zaman, eski Yasa yürürlükte iken
kazanılmış bulunan tescil istemek hakkının çiğnenmesi tartışma konusu olabilir
ve bu durum da Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan hukuk Devletî ilkesine
aykırılığı ileri sürülebilir. Olayımızda yeni hükümle sözü edilen eski madde
hükümleri uyarınca sağlanan haklardan daha geniş haklar zilyetler yararına
sağlanmış olduğu için, önceki Yasadaki hukukî durumun bugünkü Yasa kurallariyle
sarsılmış bulunması asla söz konusu olamıyacaktır; gerçekten eski Yasa
hükümlerince yirmi dönümü aşmayan topraklarda zilyetliğin yalnızca tanık veya
bilirkişi sözleri ile ispat edilmesi yeterli iken şimdi yüz dönümü aşmayan
topraklar için tanık veya bilirkişi sözleri ile ispat etmek yeterli görülmüştür.
Bundan başka eski hükümde yirmi dönümü aşan topraklardaki zilyetliğin ispat
edilmesi için bu zilyetliğin en az on yıl önce kurulmuş vergi kayıtlan ile dahi
doğrulanması aranmakta iken şimdiki hükümle yüz dönümü aşan topraklarda
zilyetliğin ispatı için vergi kaydından başka birçok belgeler öngörülmüştür. Bu
da karşı oy yazısında savunduğum gibi yanlızca vergi kaydı ve kesinleşmiş
mahkeme kararı ile yüz dönümü aşan zilyetliğin doğrulanması yeterli görülse
bile eski duruma göre zilyedin hukukî durumunda bir ağırlaşma söz konusu
olamayacağından, onun tescili istemek hakkının çiğnenmiş bulunması asla söz
konusu olamaz; İmdi yüz dönümü aşan topraklarda zilyetliğin vergi kaydında ve
mahkeme ilamından başka belgelerle doğrulanmasının kabulü, hiç bir zaman kazanılmış
hakkı korumak zorunluğu ile açıklanamaz ve çoğunluk kararındaki bu gerekçe, az
yukarıda yapılan karşılaştırmadan da anlaşılacağı gibi hukukî gerçeğe herhangi
bir biçimde uygun düşmemektedir.
9-
Çoğunluk görüşü, Mahkememizin esas 63/175, karar 63/114 sayılı ve 17/5/1963
günlü kararının gerekçeleri ile de açıkça çelişmektedir. Mahkemenin adı gecen
kararı ile sonuçlanan işte, 6535 sayılı Yasa'nın 2. maddesi ile değiştirilen
Medenî Yasanın 639. maddenin birinci fıkrasındaki tapuda yazılı olmayan bir mala
ilişkin zilyetlik iddiasının dâva konusu yerin yirmi dönümü aşması halinde en
az on yıllık vergi kaydı ile dahi ispatım öngören hükmün, Anayasa'ya aykırı
bulunduğu ileri sürülerek iptali istenmiş ve Mahkememizce Medenî Yasanın 639.
maddesine iptal konusu hükümle konulan yeni hükmün Anayasa'ya aykırı olmadığı
sonucuna varılarak bu istem, oybirliği ile reddolunmuştur. Mahkememiz kararının
gerekçesinde şöyle denilmektedir:
"Bu
kanunun Anayasa'ya aykırı olup olmadığını tesbit için zilyetliği ve mülkiyet
hakkını incelemek lâzımdır. Medenî Kanunun 618. maddesine göre (Bir şey'e malik
olan kimse, o şey'de kanun dairesinde tasarruf etmek hakkım haizdir). Mülkiyet
hakkını iktisap için de, 633. maddeye göre tapu siciline kayıt şarttır.
Zilyetlik ise bir şey üzerinde fiilen tasarruf etmek yetkisidir. Zamanaşımı,
doğrudan doğruya mülkiyet hakkı bahsetmeyip, mülkiyetin iktisap sebeplerinden
birisidir. İktisap zamanaşımı süresini tamamlıyan kimsenin hangi an ve safhada
mülkiyet hakkını kazanmış olduğu doktrinde münakaşalı olmakla beraber, üzerinde
ittifak edilen nokta şudur ki, zamanaşımı yolu ile doğrudan doğruya mülkiyet
hakkı kazanılmış olmayıp, itiraz süresinin geçmesi ve hâkimin tescil karan
vermesi şarttır. Kanunun aradığı bu şartlar yerine getirilmiş olmadıkça Anayasa'nın
himayesine mazhar bir mülkiyet hakkından bahsedilemez, Böyle olunca müktesep
bir hakkın ihlâli de söz konusu değildir. Bu bakımdan dâva konusu hükmün kişi
huzurunu bozduğu iddia edilemez. Anayasa, mülkiyet hakkının dahi toplum
yararına sınırlanmasını tecviz ederken kanun koyucunun iktisap sebeplerinden
birisi olan zamanaşımına ulaşan zilyetliği on senelik vergi kaydıyle teyide
mecbur tutması, Anayasa'nın aykırılık teşkil edecek ve mülkiyet hakkının özüne
dokunacak nitelikte değildir. Bu itibarla toprağın hakiki sahibi Devlet elinden
çıkmasını önlemek ve muhtaç çiftçiyi toprak sahibi yapmak gibi Devletin ifa
mecburiyetinde bulunduğu mükellefiyetleri yerine getirmek amacıyla çıkarılan
6335 sayılı Kanunun Anayasa'nın 10. 11., 36. maddeleri hükümlerine aykırı bir
yönü görülmemiştir." (Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi Sayı: l, Sayfa:
250).
Bundan
anlaşılıyor ki mülkiyet ancak tescille doğmaktadır ve tescilden önce anayasal
bakımdan korunmaya değer bir kazanılmış hak söz konusu değildir ve yine
toprağın gerçek sahibi Devlettir ve Devletin kendi topraklarının elinden
çıkmasını önlemek ve topraksız çiftçiyi toprak sahibi kılmak gibi yükümlerini
yerine getirmek amacıyla bir takım sınırlandırmalar koyarak kendi mallarını
temlik etmesi, Anayasa'ya uygun ve hattâ Anayasa hükümleri gereğidir. Şimdiki
kararda ise tescil istemek hakkını bile kazanılmış bir hak meydana getirdiği ve
onun dahi korunmasının anayasal gereklerden bulunduğu, toprak reformunun önemli
bir bölüğü olan çiftçiyi topraklandırma hükümlerinin bu sorun üzerinde etkisiz
bulunduğu ilkeleri benimsenmiş ve böylece ilk kararlardaki Anayasanın sözüne ve
özüne uygun ilkeler bir yana bırakılmıştır. Çoğunluğun görüşünün yersizliği ve
böylece Anayasa karşısında tutarsızlığı ayrıca ve özellikle belirmektedir.
Tapulama
Kanunun 33. maddesine yönelen istem üzerine çoğunlukça veriler: karara ilişkin
karşı oyum şöylece özetlenebilir: Türkiye'de Arazi Kanunu gereğince herhangi
bir kimsenin mülkiyetinde bulunmayan mirî toprakların mülkiyeti Devletindir.
Medenî Yasanın veya daha sonraki tapu ve kadastroya veya tapulamaya ilişkin
yasaların hükümleri. Devletin mülkiyetinde bulunan tapusuz mirî toprakların
kendiliğinden onları elinde bulunduranların mülkiyetine geçeceğini kabul etmiş
değildir. Bütün bu yasalar, hâkim karariyle veya tapu ve kadastro
komisyonlarının tescil işleminin sonunda zilyetlerin tapusuz yer üzerinde
mülkiyet hakkına sahip olacaklarım kabul etmiştir, başka deyimle hâkim
kararından ya da yetkili komisyonca tescil işleminden önce zilyet yararına
kazanılmış bir mülkiyet hakkı söz konusu edilemez. Devlet kendi malı olan
toprakları, ancak bu topraklara ilişkin anayasal ödevlerini ve özellikle
Anayasa'nın 37. maddesindeki toprak düzenine ve toprakların verimli biçimde
İşletilmesini ve artan nüfusla birlikte bütün yurttaşları besleyebilmesini
sağlamağa ilişkin ödevlerini aksatmamak koşuluyla zilyetlerin mülkiyetine
geçirebilir; oysa tartışma konusu hükümle Devlet, kendi mülkiyetindeki
topraklan onlar üzerinde kazanılmış hiç bir hakkı olmayan zilyetlere bol bol dağıtarak
kendini toprak reformunu yapamaz duruma sokmaktadır. Oysa Devletin kendi
topraklarım zilyetlerine temlik etmek yollu ve Anayasa'dan doğan bir ödevi
yoktur. Toprak reformunun yapılmaması ise, hem iktisadî kalkınmanın
baltalanmasının hem de yıkıcı ve aşırı birtakım akımların giderek yerleşip
gelişmesini, ulusal dayanışmanın sarsılması gibi sosyal ve siyasal bir takım
büyük aksaklıkların ve düzensizliklerin nedeni olacağı gibi sosyal Devletin
varlığını bile tehlikeye düşüren ağır durumların gerçekleşmesine yol
açabilecektir. (Bu yön, 7. bentteki açıklamalardan kolayca anlaşılmaktadır.)
Yeni Yasa eskisine göre zilyetlerin durumlarını ağırlaştırıcı bir kural koymuş
bulunmadığından, eski Yasaya göre kazanılmış hakların korunması gerekeceği
yollu bir görüşün tartışma konusu edilmesi düşünülemez. Mahkememizin bundan
önceki karariyle şimdiki kararı arasındaki çelişme dahi şimdiki kararın ve
tartışma konusu kuralın Anayasa'ya aykırılığını ayrıca belirtmektedir.
Eski
Yasaya göre yalnızca tanık ve bilirkişi sözleriyle zilyedi adına tescil
edilebilecek toprakların yirmi dönümden yeni Yasa ile yüz dönüme çıkarılmış
olması, iptal isteminin kapsamı dışında kaldığından, karşı oy yazısında bu yön
üzerinde durulamamıştır.
Sonuç
: Yukarıda gösterilen nedenlerle çoğunluğun kararına karşıyım.
Tapulama
Kanununun 32 nci maddesinin c bendi hakkında Sayın Üye Recai Seçkin'in karşı oy
yazısındaki düşünceye katılıyorum.