Esas Sayısı : 2025/6
Karar Sayısı : 2025/86
1) “07.11.2024
tarihli ve 7531 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un
1’inci maddesiyle 09.06.1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’nun
111/b maddesinin değiştirilen altıncı fıkrasının son cümlesinde yer alan ‘‘Adalet
Bakanlığının’’ ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
7531 sayılı Kanun’un 1’inci
maddesiyle 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’nun ‘‘Elektronik
ortamda açık artırma suretiyle satış’’
kenar başlıklı 111/b maddesinin altıncı fıkrası değiştirilmiştir. Anılan 111/b
maddesinin ilk beş fıkrası, aşaığıdaki şekildedir:
‘‘Haczolunan malın satışı, Ulusal Yargı Ağı Bilişim Sistemine
entegre elektronik satış portalında açık artırma suretiyle yapılır.
Açık
artırmada teklif verme süresi yedi gündür.
Açık
artırma, ilanda belirtilen gün ve saat aralığında ve teklif verme yoluyla
yapılır. Teklif verenlerin kişisel bilgileri, artırma süresi içinde bilişim
sistemini işleten kamu görevlileri hariç hiç kimse tarafından görülemez ve
bilişim sisteminde gösterilemez.
Teklifler
arasındaki fark, satışa çıkarılan malın muhammen kıymetinin binde
beşinden ve her hâlde bin Türk lirasından az olamaz.
Açık
artırmada en yüksek teklifi veren, artırma süresi içinde kendisinden yüksek bir
teklif verilmedikçe teklifini çekemez ve teminatını alamaz.’’
Değişik
altıncı fıkraya göre açık artırma süresinin son on dakikası içinde yeni bir teklifin
verilmesi hâlinde açık artırma üç dakika uzatılacaktır. Uzama süresi içinde
yeni bir teklif verilmesi hâlinde açık artırma süresi her yeni teklifin
verilmesinden itibaren üç dakika uzatılacaktır. Son uzama süresi içinde yeni
bir teklif verilmezse mal en yüksek teklif verene ihale edilecektir. Uzama
sürelerinin toplamı bir saati geçemeyecektir. Bir saatlik süre Adalet
Bakanlığının kararıyla kısaltılabilecek, uzatılabilecek veya kaldırılabilecek
ve bu kararlar Bakanlığın resmi internet sitesinde duyurulacaktır.
Ancak Adalet Bakanlığına bir
saatlik süreyi kanuni alt-üst had öngörmeksizin kısaltma-uzatma-kaldırma
yetkisi tanıyan ve iptali talep edilen ibare, Anayasa’ya aykırıdır.
i)Hukuk devleti ilkesi,
yasama yetkisinin devredilmezliği ve idarenin kanuniliği ilkesi bakımından:
Hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına
uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni
kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına
egemen kılan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına
saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa’ya ve hukuk
kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların
üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile
Anayasa’nın bulunduğu bilinci olan devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin 02.06.2009
tarihli ve 2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı Kararı). Hukuk devletinin ön koşullarından olan hukuki güvenlik ilkesi,
hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, hukuki belirlilik ilkesi de kanun
hükümlerinin şüpheye yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılabilir olmasını
ve ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem
içermesini ifade etmektedir (bkz. AYM 9.2.2017, 2016/143 E.– 2017/23 K. par.
13; RG. 12.4.2017-30036) (Anayasa Mahkemesi’nin 04.05.2017 tarihli
ve 2015/41 E.; 2017/98 K. sayılı Kararı). Başka bir deyişle, hukuk
devleti ilkesi gereğince, idareye davranışta bulunurken veya görevlerini yerine
getirirken belirli oranda hareket serbestliği sağlayan takdir yetkisinin
kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi biçimde gerçekleşemez; idarenin takdir
yetkisinin sınırları, keyfi işlem ve eylemleri önlemek amacıyla kanunla
çizilmelidir. Öte yandan; Anayasa’nın 123’üncü maddesinde yer alan idarenin
kanuniliği ilkesinin iki boyutu bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin secundum
legem özelliğidir (kanuna dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin
düzenleme yetkisi kanundan kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intra legem
özelliğidir (kanuna aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve
eylemleri kanunun çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır.
Bu nedenle bir saatlik uzama süresinin kısaltılması, uzatılması,
kaldırılmasına ilişkin idari işlemin (kararın), kanuna dayanması ve aykırı
olmaması için, kanunda bunların usul ve esaslarının genel çerçevesinin net,
açık, anlaşılabilir şekilde çizilmesi gerekir. Ne yazık ki Adalet Bakanlığının
süreyi ne kadar kısaltabileceğine; ne kadar uzatabileceğine ilişkin alt ve üst
had öngörülmediği gibi; hangi hallerde kaldırabileceği de nesnel ölçütlerle
belirlenmemiştir.
O halde iptali talep edilen ibareyle, hukuk devleti ilkesinin
aksine Bakanlığa kanuni genel çerçeveyi – objektif kıstasları ortaya
koymaksızın ve dolayısıyla keyfi davranmasına neden olabilecek biçimde bir
saatlik süreyi kısaltma-uzatma-kaldırma yetkisi tanıyan ve açık arttırmaya
katılan istekliler bakımından güvenlik ve öngörülebilirlik sağlamayan ve normlar
hiyerarşisine uygun olmayan takdir yetkisi tanınmak suretiyle; Anayasa’nın 2 ve
123’üncü maddeleri ihlal edilmiştir.
Buna ek olarak Anayasa’nın 7’nci maddesinde temelini bulan
yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine göre yasama yetkisi yalnız Türkiye
Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Bu nedenle idareye düzenleme yetkisi veren bir
yasa kuralının temel ilkeleri ortaya koyması ve çerçeveyi çizmesi gerekir.
Diğer bir deyişle idareye sınırsız ve belirsiz bir düzenleme yetkisi
bırakılamaz. Nitekim idarenin düzenleme yetkisi; sınırlı, tamamlayıcı ve
bağımlı bir yetkidir. Yasa ile yetkilendirme, Anayasa’nın öngördüğü biçimde
yasa ile düzenleme anlamını taşımamaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin 02.05.2008
tarihli ve 2005/68 E.; 2008/102 K. sayılı Kararı). İptali talep edilen
ibarenin yer aldığı cümle hükmünde olduğu gibi temel ilkeleri belirlenmeksizin
ve çerçevesi çizilmeksizin; idareye (Bakanlığa) ‘‘bir
saatlik süreyi kısaltma-uzatma-kaldırma’’ yetkisi veren yasa
hükmü, Anayasa’nın 7’nci maddesine aykırılık oluşturur.
ii)Temel
hak ve özgürlüklerin sınırlandırılma ilkeleri ve güvence ölçütleri ile mülkiyet hakkı bakımından:
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Ek 1 No’lu Protokolü’nün 1’inci maddesinde
ve Anayasa’nın 35’inci maddesinde temelini bulan mülkiyet hakkı; sahibine
mülkiyetine müdahale edilmeksizin yararlanma, mülkiyetten yoksun bırakılmama,
mülkiyetinin kullanımının kontrol edilmemesi imkanı sağlar. Bununla birlikte
mülkiyet hakkı; bir kimsenin, başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların
koyduğu sınırlamalara da uymak koşulu ile bir şey üzerinde dilediği biçimde
kullanma, ürünlerinden yararlanma, tasarruf etme (başkasına devretme, biçimini
değiştirme, harcama ve tüketme, hatta yok etme) şeklinde tanımlanmaktadır (Anayasa
Mahkemesi’nin 21.06.1989 tarihli ve 1988/ 34 E., 1989/26 K. sayılı Kararı).
Borçlunun haczedilen malının açık arttırma
yoluyla satışında amaçlanan, malın en yüksek değeri üzerinden cebri icra
yoluyla elden çıkarılmasıdır. Bu sayede borçlunun mülkiyet hakkı korunacaktır.
Zira borçlunun maliki bulunduğu malın satışından elde edilen nakdi kaynak
üzerinden borcu sona erecektir. Bu nedenle açık arttırma şartlarının
düzenlenmesi, mülkiyet hakkına müdahale sonucunu doğuracaktır. Söz
konusu müdahalenin, hukuka uygun kılınması için; Anayasa’nın 13’üncü maddesinde
yer alan sınırlandırmanın sınırlarının gereklerini karşılaması lazım
gelmektedir. Ancak yukarıda iptali talep edilen ibarenin kanunilik kıstasını
karşılamadığı açıklanmıştır. Bu kapsamda Adalet Bakanlığının keyfi takdir
yetkisine istinaden belirleyeceği süreler sonucunda; malın en yüksek bedeli
üzerinden isteklilere satılması mümkün olamayacaktır. Mal, en yüksek bedel
üzerinden elden çıkarılmadığı için borçlunun mal üzerindeki mülkiyet hakkının
nakdi değeri oldukça azalacaktır. Bu nedenle iptali talep edilen ibare,
Anayasa’nın 13 ve 35’inci maddelerine aykırıdır.
iii)Uluslararası anlaşmaların iç hukuka
etkisi bakımından: Anayasa’nın
90’ıncı maddesine göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin usulüne göre yürürlüğe
konmuş uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı koruyucu, kullanımını
genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar hiyerarşisinde kanunun
üstündedir. İptali talep edilen ibare, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
mülkiyet hakkına ilişkin Ek
1 No’lu Protokolü’nün 1’inci maddelerini ihlal ettiğinden Anayasa’nın 90’ıncı maddesine de aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle 7531 sayılı Kanun’un 1’inci maddesiyle
09.06.1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanunu’nun 111/b maddesinin
değiştirilen altıncı fıkrasının son cümlesinde yer alan ‘‘Adalet
Bakanlığının’’ ibaresi, Anayasa’nın 2, 7, 13, 35, 90 ve 123’üncü
maddelerine aykırıdır; anılan ibarenin iptali gerekir.
2) 07.11.2024
tarihli ve 7531 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un
3’üncü maddesinin Anayasa’ya aykırılığı
1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun 180’inci maddesi, adli yardım
bürosunun gelir ve giderlerini düzenlemektedir. Anılan 180’inci maddenin
dördüncü fıkrası, bir ilde birden fazla baro olması durumunda adli yardım
ödeneğinin il baroları arasında nasıl pay edileceğini düzenlemektedir.
Buna göre paraların barolar arasındaki dağıtımında puanlama esas
alınmaktadır. Her baroya öncelikle beş temel puan verilmektedir. Verilen temel
puana, her elli üye avukat için bir puan, ayrıca il nüfusu esas alınarak her
beş bin nüfus için bir puan eklenmektedir. Birden fazla baronun bulunduğu
illerde, her beş bin nüfus için tespit edilecek toplam puanın yüzde kırkı o
ilde bulunan barolar arasında eşit olarak, kalanı ise o ilde levhaya kayıtlı
toplam avukat sayısına bölündükten sonra elde edilen rakamın her baronun üye
sayısına çarpımı sonucu elde edilecek puana göre dağıtılmaktadır.
Ancak bahsi geçen dördüncü fıkranın altıncı cümlesinde yer alan
ve her beş bin nüfus için tespit edilecek toplam puanın yüzde kırkının o ilde
bulunan barolar arasında eşit olarak dağıtılmasını düzenleyen ibare, CHP’nin
başvurusu üzerine Anayasa’nın 2’nci maddesine, ölçülülük ilkesine aykırı
olduğundan bahisle iptal edilmiştir (Anayasa Mahkemesi’nin 22.06.2023
tarihli ve 2022/100 E.; 2023/114 K. sayılı Kararı).
Bunun üzerine kanun koyucu tarafından 7531 sayılı Kanun’un
3’üncü maddesiyle anılan altıncı cümleye “tespit edilecek toplam puanın”
ibaresinden sonra gelmek üzere “yüzde otuzu o ilde bulunan barolar arasında
eşit olarak, kalanı ise” ibaresi eklenmiştir. Başka bir anlatımla Anayasa
Mahkemesi’nin kararının gereğini karşılamak üzere %40’lık oran, %30’a
çekilmiştir. Ne var ki %30’luk oran da ölçüsüzdür. Bu nedenle 7531 sayılı
Kanun’un 3’üncü maddesi, Anayasa’ya aykırıdır.
i) Kamu yararı ve ölçülülük ilkesi
bakımından: Doğuşunda “makul olma” kavram ve anlayışının belirleyici olduğu
hukuk devletinde ölçülülük, hem devlet organlarının sahip olduğu yetkiler hem
her alanda konulan hukuk kuralları bakımından geçerli olmalıdır. Bu bakımdan,
hukuk devleti ilkesinin gereği olan ölçülülük ilkesi de, gereklilik (aracın,
amacı gerçekleştirmek için gerekli olması), elverişlilik (aracın, amacı
gerçekleştirmeye elverişli olması), orantılılık (amaç ile araç arasında oran
olması) olmak üzere üç teknik ögeyi içermektedir. Başka bir anlatımla ölçülülük
ilkesi, hukuk devleti ilkesinin alt başlıklarından biridir. Kanun koyucu da
iptali talep edilen maddede olduğu gibi oran belirlerken; ölçülülük ilkesini
nazara almalıdır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki Maliye Bakanlığınca her yıl Mart
ayının sonuna kadar Türkiye Barolar Birliği hesabına aktarılacak adli yardım
ödeneği il baroları arasında pay edilirken; adil dengenin sağlanması ve
ölçülülük ilkesinin tesis edilmesi bakımından puanlama esası öngörülmüştür.
Nitekim ‘‘Paraların barolar arasındaki dağıtımında puanlama esas alınır. Her
baroya öncelikle beş temel puan verilir. Verilen temel puana, her elli üye
avukat için bir puan, ayrıca il nüfusu esas alınarak her beş bin nüfus için bir
puan eklenir.’’
Ancak bir ilde birden fazla baronun kurulması, bahsi geçen
paranın hakkaniyete uygun dağıtılması bakımından bir sorun doğmuştur ve kanun
koyucu, şu formülü geliştirmiştir:
‘‘Birden fazla baronun bulunduğu illerde, her beş bin nüfus için
tespit edilecek toplam puanın yüzde (kırkı) / otuzu o ilde
bulunan barolar arasında eşit olarak, kalanı ise o ilde levhaya kayıtlı toplam
avukat sayısına bölündükten sonra elde edilen rakamın her baronun üye sayısına
çarpımı sonucu elde edilecek puana göre dağıtılır.’’
Görüldüğü üzere kanun koyucu, toplam puan bakımından %30-%70
olmak üzere bir ayrım öngörmüştür. Bu ayrımın %70’lik kısmı, baronun üye sayısı
nazara alınmak suretiyle paylaştırıldığından ölçülüdür. Ancak %30’luk kısmı,
eşit olarak paylaştırıldığından ölçüsüzdür.
Şöyle ki 2 No’lu barolar Ankara ve İstanbul illerinde
kurulmuştur. 31.12.2023 tarihi itibariyle baroların avukat sayıları, Ankara
Barosu: 23684; Ankara 2 No’lu Barosu: 2295; İstanbul Barosu: 62587; İstanbul 2
No’lu Barosu: 3116’dır.
(%40 esas alındığında 2024 yılında Ankara Barosu, 23.684
avukatla 24.628.308,32 TL; Ankara 2 No’lu Barosu, 2.295 avukatla 6.312.605,03
TL; İstanbul Barosu, 62.587 avukatla 67.206.371,81 TL; İstanbul 2 No’lu Barosu
3.116 avukatla 14.326.868,81 TL adli yardım ödeneği almıştır.)
%30 gibi yüksek bir puanın eşit şekilde dağıtılması, bahsi geçen
kayıtlı avukat sayısı nazara alındığında orantılı değildir. Zira puanlama
usulünde amaç, o baronun adli yardım giderlerinin (kayıtlı üye sayısı
nispetinde) merkez bütçe katkısıyla karşılanmasıdır. Ancak bu yüksek oran, 2
No’lu barolara gereğinden daha fazla tutarda para aktarımına sebep olurken; 1
No’lu baroların ihtiyaç duyduğundan daha az tutarda para almasına neden
olacaktır. Diğer bir deyişe araç (%30’luk oran), amacı (baronun adli yardım
giderlerinin merkez bütçe katkısıyla karşılanması) gerçekleştirmeye orantılı
değildir. Bu tabloda 1 No’lu barolar, avukatlık özelinde kamu hizmetini
karşılamak bakımından mali güçlük içine düşecektir. Halbuki kanun koyucu,
birden fazla baronun bulunduğu illerde o ilin nüfusu esasına göre hesaplanan
adli yardım ödeneği puanının tamamının, barolar arasında üye sayısıyla orantılı
şekilde paylaştırılmasını kurala bağlayabilirdi.
Kaldı ki baroların siyasi saiklerle bölündüğü gerçeği göz önünde
bulundurulduğunda; 2 No’lu barolara daha fazla adli yardım ödeneği ayırmak
suretiyle onların kaynaklarının arttırılmasının, (2 No’lu barolara daha fazla
sayıda) avukat kaydedilmesi için çekici özellik yaratma çabası olduğu
anlaşılmaktadır. Zira adli yardım ödeneği fazla olan bir baro, bu konuda daha fazla
harcama yapabilecek; adli yardım için görevlendirilen avukatlara daha fazla
ücret ödeyebilecektir. Bu durumda aynı ilde aynı hizmeti veren ve fakat farklı
barolara kayıtlı avukatlar, haklı neden olmaksızın ayrımcı bir uygulamayla
karşı karşıya kalacaktır.
Halbuki Anayasa’nın 2’nci
maddesindeki hukuk devleti ilkesi gereğince, yasama işlemlerinin kişisel
yararları değil kamu yararını gerçekleştirmek amacıyla yapılması zorunludur (Anayasa
Mahkemesi’nin 17. 06. 2015 karar tarihli ve 2014/179 E.; 2015/54 K. sayılı
Kararı). Ancak kanun koyucu, burada siyasi saiklerle hareket etmektedir.
Anayasa Mahkemesi’nin 2022/100 E. sayılı
Kararını eldeki dava konusuna mutatis mutandis uyarladığımızda şu sonuç
ortaya çıkacaktır:
‘‘… Bununla birlikte birden
fazla baronun bulunduğu illerde barolara ilin nüfusuna göre hesaplanan puanın
eşit şekilde dağıtılacak bölümünün üye sayısı fazla olan baronun adli yardım
hizmetinin sunulması bağlamında önemli orandaki bir ödenekten yoksun kalmasına
yol açmaması gerekir.
56. Birden fazla baronun bulunduğu illerdeki barolara adli
yardım ödeneğinin dağıtılmasına esas olmak üzere eşit şekilde beş temel puan
verildikten sonra ilin nüfusuna göre hesaplanan puanın yüzde OTUZU gibi
yüksek orandaki bir bölümünün de eşit şekilde dağıtılması üye sayısı az olan
barolara bağlı büroların cari giderlerinin karşılanması amacını aşarak üye
sayısı fazla olan baroların adli yardım hizmetini sunmada mali güçlükle
karşılaşmasına yol açabilecek niteliktedir.
57. Buna göre birden fazla baronun bulunduğu illerde üye sayısı
az olan barolarla üye sayısı fazla olan barolar arasında adli yardım ödeneğinin
dağıtılması bakımından makul bir dengenin sağlanamadığı anlaşılmıştır.
58. Bu itibarla orantılılık alt ilkesiyle bağdaşmayan kuralın ölçülülük
ilkesini ihlal ettiği sonucuna ulaşılmıştır.’’
Bu nedenlerle iptali talep edilen madde, Anayasa’nın 2’nci
maddesine aykırıdır.
ii)Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının
bağlayıcılığı bakımından: Anayasa Mahkemesi kararlarında Anayasa'nın 153’üncü
maddesinde belirtilen bağlayıcılık ilkesine aykırılıktan söz edilebilmesi için
iptal edilen kuralla dava konusu yeni düzenlemenin içerik ve kapsam bakımından
aynı ya da benzeri olması gerektiği belirtilmektedir (Anayasa
Mahkemesi’nin 12.11.1991 tarihli ve 1991/7 E.: 1991/43 K. sayılı Kararı).
Anayasa Mahkemesi, eldeki dava konusunun kanunlaştırılmasının
hukuki saiki olan ve eldeki dava konusuyla benzer bir hüküm ihtiva eden
düzenleme hakkında verdiği bir iptal kararında;
‘‘…B. Kanun’un 3. Maddesiyle
1136 Sayılı Kanun’un 180. Maddesinin Dördüncü Fıkrasına Eklenen Altıncı Cümlede
Yer Alan “…yüzde kırkı o ilde bulunan barolar arasında eşit olarak, kalanı
ise…” İbaresinin İncelenmesi
1. Anlam ve Kapsam
32. 1136 sayılı Kanun’un 180. maddesinin
birinci fıkrasının (a) bendinde iki yıl öncesine ait kesin
hesap sonuçlarına göre tespit edilen toplam miktarlar esas alınarak 2/7/1964
tarihli ve 492 sayılı Harçlar Kanunu’na bağlı (1), (2) ve (3) sayılı tarifelere
göre alınan harçların yüzde üçü ile idari nitelikteki para cezaları hariç olmak
üzere para cezalarının yüzde üçü büroların gelirleri arasında sayılmıştır.
33. Anılan maddenin dördüncü fıkrasında ise birinci fıkranın (a)
bendine göre hesaplanacak ödeneğin Hazine ve Maliye Bakanlığınca her yıl mart
ayının sonuna kadar TBB hesabına aktarılacağı, bu ödeneğin münhasıran adli
yardım için kullanılacağı ve yılı içinde harcanmayan ödeneğin ertesi yıla aynen
aktarılacağı, ödeneğin barolar arasındaki dağıtımında puanlamanın esas
alınacağı, bu kapsamda her baroya öncelikle beş temel puanın verileceği,
verilen temel puana her elli üye avukat için bir puan, ayrıca il nüfusu esas
alınarak her beş bin nüfus için bir puanın ekleneceği hükme bağlanmıştır.
34. Söz konusu fıkranın altıncı cümlesinde ise birden fazla
baronun bulunduğu illerde her beş bin nüfus için tespit edilecek toplam puanın
yüzde kırkının o ilde bulunan barolar arasında eşit olarak, kalanının ise o
ilde levhaya kayıtlı toplam avukat sayısına bölündükten sonra elde edilen
rakamın her baronun üye sayısıyla çarpımı sonucu elde edilecek puana göre
dağıtılacağı, yedinci cümlesinde de bu paraların barolar arasındaki dağıtımı ve
kullanılmasına ilişkin hususların TBB tarafından çıkarılacak yönetmelikle
düzenleneceği belirtilmiştir. Altıncı cümlede yer alan “…yüzde kırkı o ilde
bulunan barolar arasında eşit olarak, kalanı ise…” ibaresi dava konusu kuralı
oluşturmaktadır.
35. Kuralla iki yıl öncesine ait kesin hesap sonuçlarına göre
tespit edilen toplam miktarlar esas alınarak 492 sayılı Kanun’a bağlı (1), (2)
ve (3) sayılı tarifelere göre alınan harçların yüzde üçü ile idari nitelikteki
para cezaları hariç olmak üzere para cezalarının yüzde üçünün barolar arasında
paylaştırılmasına esas olarak ilin nüfusuna göre hesaplanan puanın birden fazla
baro bulunan illerde barolara dağıtılma usulü düzenlenmiştir. Buna göre anılan
baroların bulunduğu ilin her beş bin nüfusu için tespit edilecek toplam puanın
yüzde kırkı barolar arasında eşit olarak paylaştırılacaktır. Söz konusu puanın
yüzde altmışı ise o ilde levhaya kayıtlı toplam avukat sayısına bölünüp elde
edilen sayı her baronun üye sayısı ile çarpılmak suretiyle ulaşılan puana göre
dağıtılacaktır.
36. Bu itibarla birden fazla baro bulunan illerde ilgili baroya
il nüfusuna göre verilecek puan, ilin her beş bin nüfusu için belirlenen toplam
puanın yüzde kırkı oranındaki kısmının baro sayısına bölünmesi suretiyle
ulaşılan sayı ile yüzde altmış oranındaki kısmının ildeki levhaya kayıtlı
avukat sayısına bölünüp ilgili baronun üye sayısıyla çarpımı sonucunda ulaşılan
sayının toplamı olacaktır. Başka bir deyişle harç ve cezaların yüzde üçünden
oluşan ödeneğin dağıtımında esas alınan ve ilgili ilin nüfusuna göre hesaplanan
puanın kurala göre yalnızca yüzde altmışlık kısmı ildeki barolara üye
sayılarıyla orantılı şekilde dağıtılacak, yüzde kırklık kısmı ise eşit olarak
dağıtılacaktır.
37. 23/3/2005 tarihli ve 5320 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun
Yürürlük ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un “Müdafi ve vekil ücreti” başlıklı
13. maddesinin (1) numaralı fıkrasında 4/12/2004 tarihli ve 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanunu gereğince soruşturma ve kovuşturma makamlarının istemi
üzerine baro tarafından görevlendirilen müdafi ve vekile, avukatlık ücret
tarifesinden ayrık olarak, TBB’nin görüşü de alınarak Adalet Bakanlığı ile
Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından tespit edilecek ücretin Adalet Bakanlığı
bütçesinde bu amaçla yer alan ödenekten ödeneceği ve bu ücretin yargılama
giderlerinden sayılacağı belirtilmiştir.
38. Diğer yandan 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk
Muhakemeleri Kanunu’nun “Adli yardımın kapsamı” başlıklı 335. maddesinin (1)
numaralı fıkrasının (ç) bendinde adli yardım kararı kapsamında davanın avukat
ile takibi gerekiyorsa ücreti sonradan ödenmek üzere bir avukatın temin
edileceği, “Adli yardım kararıyla atanan avukatın ücretinin ödenmesi” başlıklı
340. maddesinde ise adli yardımdan yararlanan kişi için mahkemenin talebi
üzerine baro tarafından görevlendirilen avukatın ücretinin yargılama gideri
olarak Hazineden ödeneceği belirtilmiştir.
39. 1136 sayılı Kanun’un 180. maddesinin beşinci fıkrasının
birinci cümlesinde de Hazine ve Maliye Bakanlığınca iki yıl öncesine ait kesin
hesap sonuçlarına göre tespit edilen toplam tutarlar esas alınarak 492 sayılı
Kanun’a bağlı (1), (2) ve (3) sayılı tarifelere göre alınan harçların yüzde
biri ile idarî nitelikteki para cezaları hariç olmak üzere para cezalarının
yüzde birinin her yıl mart ayının sonuna kadar TBB adına açılan hesaba
aktarılacağı, zorunlu müdafi ve vekil görevlendirme ile ilgili cari giderlerin
bu hesaptan ödeneceği ifade edilmiştir.
40. Bu itibarla kural uyarınca hesaplanacak puana göre barolara
dağıtılacak ödenek ilgili kişilerin barolara yönelttiği adli yardım talepleri
üzerine yapılan avukat görevlendirmelerine ilişkin giderlerin karşılanmasında
kullanılacak, buna karşılık yargı mercilerinin barolara yapacağı bildirimler
üzerine gerçekleştirilen avukat görevlendirilmesine ilişkin giderlerin
karşılanmasında kullanılmayacaktır. Başka bir ifadeyle kuralla birden fazla
baronun bulunduğu illerde yalnızca ilgili kişilerin barolara yönelteceği adli
yardım talepleri üzerine yapılan avukat görevlendirmelerine ilişkin giderlerin
karşılanmasında kullanılacak olan ödeneğin dağıtımına esas olmak üzere o ilin
nüfusuna göre hesaplanan puanın barolar arasında paylaştırılması
düzenlenmiştir.
2. İptal Talebinin Gerekçesi
41. Dava dilekçesinde özetle; dava konusu kuralla birden fazla
baronun bulunduğu illerde o ilin nüfusu esasına göre hesaplanan adli yardım
ödeneği puanının tamamının barolar arasında üye sayısıyla orantılı şekilde
paylaştırılmasının yerine yüzde kırkının eşit olarak, yüzde altmışının ise
baroların üye sayısı ile orantılı olarak paylaştırılmasının öngörüldüğü, bu
durumun (2) numaralı baroların üye sayılarıyla orantılı olmayan tutarda ödenek
almalarına neden olacağı, kuralın kamu yararına yönelik olmadığı, birden fazla
baronun bulunduğu illerde adli yardım ödeneğinin barolar arasında
paylaştırılmasında üye sayısı az olan baroların lehine fazla olan baroların ise
aleyhine bir sistemin öngörüldüğü, ayrıca (2) numaralı barolar ile üyesi sayısı
bu barolara yakın olan diğer illerde tek konumda bulunan baroların alacakları
adli yardım ödeneği arasında iki kat ya da daha fazla farkın oluşmasına neden
olunduğu, bu durumun ise eşitlik ilkesiyle bağdaşmadığı belirtilerek kuralın
Anayasa’nın 2. ve 10. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
3. Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
42. Adli yardım hizmetinin sunulduğu ildeki nüfusun artışına
bağlı olarak adli yardım talepleri de artabilecektir. Ayrıca ilin nüfusu ve
ildeki avukat sayısı arasında da belirli bir ilişki bulunmaktadır. Bu itibarla
ilin nüfusundaki artışla orantılı olarak avukat sayısı ile adli yardım
giderlerinde artışın yaşanacağı söylenebilir. Bununla birlikte baroların adli
yardım hizmetinin sunulmasına ilişkin cari giderlerinin de bulunduğu açıktır.
43. Nitekim zorunlu müdafi ve vekil ücretleri Hazineden
karşılanacak ise de bu kapsamdaki hizmete ilişkin cari giderlerin de bulunduğu
dikkate alınmak suretiyle 1136 sayılı Kanun’un 180. maddesinin beşinci
fıkrasının birinci cümlesinde Hazine ve Maliye Bakanlığınca iki yıl öncesine
ait kesin hesap sonuçlarına göre tespit edilen toplam tutarlar esas alınarak
492 sayılı Kanun’a bağlı (1), (2) ve (3) sayılı tarifelere göre alınan
harçların yüzde biri ile idari nitelikteki para cezaları hariç olmak üzere para
cezalarının yüzde birinin her yıl mart ayının sonuna kadar TBB adına açılan
hesaba aktarılacağı, zorunlu müdafi ve vekil görevlendirmeleri ile ilgili cari
giderlerin bu hesaptan ödeneceği hükme bağlanmıştır.
44. Büroların adli yardım hizmetine ilişkin cari giderlerinin
bağlı bulunduğu baronun üye sayısı ile doğrudan ilişkisi bulunmamaktadır. Başka
bir ifadeyle birden fazla baronun bulunduğu illerde büroların adli yardım
hizmetine ilişkin cari giderlerinin bağlı olduğu baronun üye sayısıyla orantılı
olduğu söylenemez.
45. Buna göre birden fazla baronun bulunduğu illerde büroların
adli yardım hizmetine ilişkin cari giderlerinin karşılanabilmesine imkân
tanıyan hükümlerin öngörülmesi kanun koyucunun takdirindedir. Başka bir deyişle
birden fazla baronun bulunduğu illerde büroların cari giderlerini gözönünde
bulundurmak suretiyle adli yardım ödeneğinin barolar arasında dağıtımına
ilişkin esasları belirleme konusunda kanun koyucunun takdir yetkisi bulunmaktadır.
46. Bu kapsamda anılan Kanun’un 180. maddesinin dördüncü
fıkrasının beşinci cümlesinde söz konusu maddenin birinci fıkrasının (a)
bendine göre hesaplanacak ödeneğin barolar arasındaki dağıtımına ilişkin
puanlama sistemine esas olmak üzere baronun bulunduğu ilin her beş bin nüfusu
için baroya bir puanın verileceği belirtilmiş, dava konusu kuralda ise birden
fazla baronun bulunduğu illerde nüfus esasına göre hesaplanan bu puanın yüzde
kırkının o ilde bulunan barolar arasında eşit şekilde dağıtılması öngörülmüştür.
Ayrıca anılan puanın yüzde altmışının barolara üye sayılarıyla orantılı şekilde
dağıtılacağı da hükme bağlanmıştır.
47. Baroların, kamu yararı gözetilerek sunulan ve kamu hizmeti
niteliğini haiz olan adli yardım hizmetine ilişkin cari giderlerini
karşılayacak tutarda ödenek almalarının hizmette aksaklık yaşanmasını
engelleyeceği açıktır.
48. Kuralda birden fazla baronun bulunduğu illerde nüfus esasına
göre hesaplanan adli yardım puanının tamamının baroların üye sayılarıyla
orantılı şekilde dağıtılması yerine yüzde kırkının barolar arasında eşit
şekilde paylaştırılması öngörülmek suretiyle büroların adli yardım hizmetine
ilişkin cari giderlerinin karşılanabilmesinin amaçlandığı anlaşılmıştır.
49. Bu itibarla birden fazla baronun mevcut olduğu illerde adli
yardım ödeneğinin barolara dağıtımına ilişkin esasları belirleme konusunda
öngörülen ve kanun koyucunun takdir yetkisi kapsamında bulunan kuralın kamu
yararı dışında bir amaca yönelik olduğu söylenemez.
50. Bununla birlikte kanun
koyucu, takdir yetkisi kapsamındaki düzenlemeleri yaparken hukuk devleti
ilkesinin bir gereği olan ölçülülük ilkesiyle bağlıdır. Bu ilke elverişlilik,
gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik
getirilen kuralın ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, gereklilik getirilen
kuralın ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını, orantılılık ise
getirilen kural ile ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ifade
etmektedir. Bir kuralda öngörülen düzenleme ile ulaşılmak istenen amaç arasında
da ölçülülük ilkesi gereğince makul bir dengenin bulunması zorunludur (AYM,
E.2020/95, K.2022/3, 26/1/2022, § 17).
51. Buna göre birden
fazla baronun bulunduğu illerde adli yardım ödeneğinin dağıtımına esas olmak
üzere ilin nüfusuna göre hesaplanan puanın yüzde kırkının o ilde bulunan
barolar arasında eşit şekilde kalanının ise baroların üye sayılarıyla orantılı
olarak dağıtılmasını öngören kuralın elverişlilik,
gereklilik ve orantılılık alt ilkelerine aykırı olmaması gerekir.
52. Birden fazla baronun bulunduğu illerde nüfus esasına göre
hesaplanan puanın tamamının barolara üye sayılarıyla orantılı şekilde
dağıtılması yerine yüzde kırkının eşit şekilde dağıtılmasının üye sayısı az
olan baroların adli yardım hizmetine ilişkin cari giderler bağlamında ödenek
sorunu yaşamalarını engelleyeceği açıktır. Bu
itibarla kuralın büroların adli yardım hizmetine ilişkin cari
giderlerinin karşılanması amacına ulaşma bakımından elverişli ve gerekli
olmadığı söylenemez.
53. Kanun’un 180. maddesinin dördüncü fıkrasının bir ila üçüncü
cümlelerinde anılan maddenin birinci fıkrasının (a) bendine göre hesaplanacak
ödeneğin Hazine ve Maliye Bakanlığınca her yıl mart ayının sonuna kadar TBB
hesabına aktarılacağı, bu ödeneğin münhasıran adli yardım için kullanılacağı ve
yılı içinde harcanmayan ödeneğin ertesi yıla aynen aktarılacağı, ödeneğin
barolar arasındaki dağıtımında puanlamanın esas alınacağı ve bu kapsamda her
baroya öncelikle beş temel puanın verileceği hükme bağlanmıştır.
54. Buna göre baroların üye sayılarından bağımsız olarak eşit
şekilde beş temel puan almalarının öngörüldüğü anlaşılmaktadır. Üye sayısı kaç
olursa olsun tüm barolara beş temel puan verilmesini öngören hükmün adli yardım
hizmetine ilişkin baroların asgari tutarda bir ödenek alabilmelerini ve bu
sayede büroların cari giderlerinin karşılanabilmesini sağlamaya yönelik olduğu
açıktır.
55. Barolara dağıtılacak adli yardım ödeneğinin toplam tutarı
dikkate alındığında barolara verilecek beş temel puanın birden fazla baronun
bulunduğu illerde büroların cari giderlerinin karşılanması bakımından yetersiz
kalabileceğini değerlendirmek suretiyle ilin nüfusuna göre hesaplanan puanın
bir bölümünün de barolar arasında eşit şekilde dağıtılmasını öngörmek kanun
koyucunun takdirindedir. Bununla birlikte birden fazla baronun bulunduğu
illerde barolara ilin nüfusuna göre hesaplanan puanın eşit şekilde dağıtılacak
bölümünün üye sayısı fazla olan baronun adli yardım hizmetinin sunulması
bağlamında önemli orandaki bir ödenekten yoksun kalmasına yol açmaması gerekir.
56. Birden fazla baronun bulunduğu illerdeki barolara adli
yardım ödeneğinin dağıtılmasına esas olmak üzere eşit şekilde beş temel puan
verildikten sonra ilin nüfusuna göre hesaplanan puanın yüzde kırkı gibi yüksek
orandaki bir bölümünün de eşit şekilde dağıtılması üye sayısı az olan barolara
bağlı büroların cari giderlerinin karşılanması amacını aşarak üye sayısı fazla
olan baroların adli yardım hizmetini sunmada mali güçlükle karşılaşmasına yol
açabilecek niteliktedir.
57. Buna göre birden fazla baronun bulunduğu illerde üye sayısı
az olan barolarla üye sayısı fazla olan barolar arasında adli yardım ödeneğinin
dağıtılması bakımından makul bir dengenin sağlanamadığı anlaşılmıştır.
58. Bu itibarla orantılılık alt ilkesiyle bağdaşmayan kuralın ölçülülük
ilkesini ihlal ettiği sonucuna ulaşılmıştır.
59. Açıklanan nedenle kural Anayasa’nın 2. maddesine aykırıdır.
İptali gerekir.
Kural Anayasa’nın 2. maddesine aykırı görülerek iptal
edildiğinden ayrıca Anayasa’nın 10. maddesi yönünden incelenmemiştir.’’
şeklinde gerekçe kaleme almıştır (Anayasa Mahkemesi’nin 22.06.2023
tarihli ve 2022/100 E.; 2023/114 K. sayılı Kararı).
Anayasa Mahkemesi’nin verdiği söz konusu
iptal kararı karşısında; kanun koyucunun (yukarıda açıklandığı üzere)
Anayasa’nın 2’nci maddesine -benzer sakatlıktan muzdarip olması hasebiyle-
aykırı olan iptali talep edilen maddeyi kanunlaştırması, Anayasa’nın 153’üncü
maddesini ihlal etmektedir.
Tüm bu nedenlerle 7531 sayılı Kanun’un
3’üncü maddesi, Anayasa’nın 2 ve 153’üncü maddelerine aykırıdır; anılan
maddenin iptali gerekir.
3) 07.11.2024
tarihli ve 7531 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un
4’üncü maddesiyle 04.11.1981 tarihli ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun ek
41’inci maddesinin üçüncü fıkrasına eklenen cümle ve dördüncü fıkrasına eklenen
cümle ile yedinci fıkrada yer alan ve değiştirilen “Sınavlara yeni alanların
eklenmesi ve sınavların’’ ibaresinde yer alan “Sınavlara yeni alanların
eklenmesi’’ ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
7531 sayılı Kanun’un 4’üncü maddesiyle 2547 sayılı Yükseköğretim
Kanunu’nun hukuk mesleklerine giriş sınavı ve idari yargı ön sınavını
düzenleyen ek 41’inci maddesinde birtakım değişiklikler ve eklemeler
yapılmıştır. Anılan ek 41’inci maddenin
-Üçüncü fıkrasına göre hukuk mesleklerine giriş
sınavında ilgililerin; anayasa hukuku, anayasa yargısı, idare hukuku, idari
yargılama usulü, medeni hukuk, borçlar hukuku, ticaret hukuku, hukuk yargılama
usulü, icra ve iflas hukuku, ceza hukuku, ceza yargılama usulü, iş ve sosyal
güvenlik hukuku, vergi hukuku, vergi usul hukuku, avukatlık hukuku, hukuk
felsefesi ve sosyolojisi, türk hukuk tarihi, milletlerarası hukuk,
milletlerarası özel hukuk, genel kamu hukuku, alanlarındaki bilgileri
ölçülmektedir. Üçüncü fıkraya eklenen cümleye göre ihtiyaç duyulması halinde bu
alanlara, yönetmelikle yeni hukuk alanları eklenebilecektir. Ancak söz konusu
cümle, Anayasa’ya aykırıdır.
-Dördüncü fıkrasına göre idari yargı ön sınavında ilgililerin;
anayasa hukuku, anayasa yargısı, idare hukuku, türk idari teşkilatı, idari
yargılama usulü, medeni hukuk, borçlar hukuku (genel hükümler), ticari işletme
ve şirketler hukuku, hukuk yargılama usulü, ceza hukuku (genel hükümler), ceza
yargılama usulü, vergi hukuku, vergi usul hukuku, maliye ve ekonomi, imar ve
çevre hukuku, hukuk felsefesi ve sosyolojisi, milletlerarası hukuk,
milletlerarası özel hukuk, genel kamu hukuku, sosyal güvenlik hukuku
alanlarındaki bilgileri ölçülmektedir. Dördüncü fıkraya eklenen cümleye göre
ihtiyaç duyulması halinde bu alanlara, yönetmelikle yeni hukuk alanları
eklenebilecektir. Ancak söz konusu cümle, Anayasa’ya aykırıdır.
-Yedinci fıkrasına göre sınavlara yeni alanların eklenmesi ve
sınavların yapılma şekli ile sınavlara ilişkin diğer hususlar Hâkimler ve
Savcılar Kurulu, Yükseköğretim Kurulu, Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi
Başkanlığı, Türkiye Barolar Birliği ve Türkiye Noterler Birliğinin görüşü
alınarak Adalet Bakanlığı tarafından çıkarılan yönetmelikle düzenlenecektir.
Ancak yedinci fıkrada yer alan ve değiştirilen “Sınavlara yeni alanların eklenmesi
ve sınavların’’ ibaresinde yer alan “Sınavlara yeni alanların
eklenmesi’’ ibaresiyle sınavlara yeni alanların eklenmesini yönetmeliğin
konusu yapan ve iptali talep edilen ibare, Anayasa’ya aykırıdır.
Hülasa iptali talep edilen cümlelerle ihtiyaç duyulması halinde
bahsi geçen sınavlar bakımından yönetmelikle yeni hukuk alanları eklenebileceği
kurala bağlanmış ve iptali talep edilen ibareyle bu yönetmeliği çıkarmaya
yetkili makam tayin edilmiştir.
i)Hukuk devleti ilkesi,
yasama yetkisinin devredilmezliği ve idarenin kanuniliği ilkesi bakımından:
Hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına
uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni
kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına
egemen kılan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına
saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa’ya ve hukuk
kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde
yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasa’nın
bulunduğu bilinci olan devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin 02.06.2009 tarihli
ve 2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı Kararı). Hukuk
devletinin ön koşullarından olan hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının
öngörülebilir olmasını, hukuki belirlilik ilkesi de kanun hükümlerinin şüpheye
yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılabilir olmasını ve ayrıca kamu
otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir
(bkz. AYM 9.2.2017, 2016/143 E.– 2017/23 K. par. 13; RG. 12.4.2017-30036) (Anayasa
Mahkemesi’nin 04.05.2017 tarihli ve 2015/41 E.; 2017/98 K. sayılı Kararı).
Başka bir deyişle, hukuk devleti ilkesi gereğince, idareye davranışta
bulunurken veya görevlerini yerine getirirken belirli oranda hareket
serbestliği sağlayan takdir yetkisinin kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi
biçimde gerçekleşemez; idarenin takdir yetkisinin sınırları, keyfi işlem ve
eylemleri önlemek amacıyla kanunla çizilmelidir. Öte yandan; Anayasa’nın
123’üncü maddesinde yer alan idarenin kanuniliği ilkesinin iki boyutu
bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin secundum legem özelliğidir (kanuna
dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin düzenleme yetkisi kanundan
kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intra legem özelliğidir (kanuna
aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve eylemleri kanunun
çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır.
Ancak hukuk mesleklerine giriş sınavı ve idari yargı ön sınavı
konularına ihtiyaç duyulması halinde yeni alan eklenmesine yönelik ve (Hâkimler
ve Savcılar Kurulu, Yükseköğretim Kurulu, Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi
Başkanlığı, Türkiye Barolar Birliği ve Türkiye Noterler Birliğinin görüşü
alınarak) Adalet Bakanlığı tarafından çıkarılan yönetmeliğin kanuna
dayanması ve aykırı olmaması için, kanunda bunların usul ve esaslarının genel
çerçevesinin net, açık, anlaşılabilir şekilde çizilmesi gerekir. Her ne kadar
iptali talep edilen cümlelerin ve ibarenin bulunduğu fıkralarda, çeşitli hukuk
alanlarının bentler halinde sıralandığı ileri sürülebilirse de; hangi hallerde
yeni hukuk alanlarının eklenmesine ihtiyaç duyulacağı, yeni hukuk alanlarının
ne olacağı belirsizdir. İdare, bu bakımdan nesnel, somut, açık,
anlaşılabilir, net ölçüt ile sınırlandırılmamıştır. Bu durum ise, sınava girecekler
bakımından öngörülebilirliği ortadan kaldırmaktadır. Bununla birlikte idarenin
söz konusu yönetmelikleri, tek başına ve kısa vadelerde değiştirme olasılığı
da; sınavlara tabi olacaklar bakımından öngörülebilirliği ortadan
kaldırmaktadır.
Bu nedenle hukuki belirlilik ve kanunilik ilkesinin aksine
sınavlara tabi olacaklar bakımından bir güvenlik ve öngörülebilirlik sağlamayan
ve normlar hiyerarşisine uygun olmayan iptali talep edilen cümleler ve ibare,
Anayasa’nın 2 ve 123’üncü maddelerine aykırıdır.
Buna ek olarak Anayasa’nın 7’nci maddesinde temelini bulan
yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine göre yasama yetkisi yalnız Türkiye
Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Bu nedenle idareye düzenleme yetkisi veren bir
yasa kuralının temel ilkeleri ortaya koyması ve çerçeveyi çizmesi gerekir.
Diğer bir deyişle idareye sınırsız ve belirsiz bir düzenleme yetkisi
bırakılamaz. Nitekim idarenin düzenleme yetkisi; sınırlı, tamamlayıcı ve
bağımlı bir yetkidir. Yasa ile yetkilendirme, Anayasa’nın öngördüğü biçimde
yasa ile düzenleme anlamını taşımamaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin 02.05.2008
tarihli ve 2005/68 E.; 2008/102 K. sayılı Kararı). İptali talep edilen
cümlelerin hükmünde olduğu gibi ve iptali talep edilen ibarenin bulunduğu fıkra
hükmünde olduğu gibi temel ilkeleri belirlenmeksizin ve çerçevesi
çizilmeksizin; idareye (Hâkimler ve Savcılar Kurulu, Yükseköğretim Kurulu,
Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi Başkanlığı, Türkiye Barolar Birliği ve
Türkiye Noterler Birliğinin görüşünü alarak Adalet Bakanlığı’na) ihtiyaç duyulması halinde hukuk mesleklerine giriş sınavı ve
idari yargı ön sınavına yönetmelikle yeni hukuk alanları eklenme
yetkisi veren yasa hükmü, Anayasa’nın 7’nci maddesine aykırılık oluşturur.
ii)Yönetmelikle düzenleme bakımından: Anayasa koyucu, idarenin düzenleyici işlemlerinin bir türü
–kural işlem- olan yönetmelikler için özel bir Anayasal hüküm öngörmüştür.
Anayasa’nın 124’üncü maddesine göre Cumhurbaşkanı, Bakanlıklar ve kamu tüzel
kişileri, kendi görev alanlarını ilgilendiren kanunların ve Cumhurbaşkanlığı
kararnamelerinin uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamak
şartıyla, yönetmelikler çıkarabilirler. İdarenin (Hâkimler ve Savcılar Kurulu,
Yükseköğretim Kurulu, Ölçme, Seçme ve Yerleştirme Merkezi Başkanlığı, Türkiye
Barolar Birliği ve Türkiye Noterler Birliğinin görüşünü alarak Adalet
Bakanlığı’nın) ihtiyaç duyulması halinde hukuk mesleklerine giriş sınavı ve
idari yargı ön sınavına yeni hukuk alanları eklenmesi hakkında çıkaracağı
yönetmeliğin 7531 sayılı Kanun’un 4’üncü maddesinin uygulanmasını sağlaması ve
ona aykırı olmaması için; yönetmelik çıkartılmasına cevaz veren kanuni hükmün,
hangi iş ve işlemlerin yasal çerçeve içinde kalacağına yönelik temel çerçeve ve
sınırları belirlemesi gerekmektedir. Aksi bir tutum, kanunun uygulanmasını
sağlamaya ilişkin Anayasal işlevinin ötesine geçerek, şekli anlamda kanun
aracılığıyla, yönetmeliğe, maddi anlamda kanun koyma yetkisinin tanınması ve
aşırı geniş bir düzenleme alanının idarenin uhdesine bırakılması anlamına
gelecektir. İhtilaflı kurallara bakıldığında, ortada, idare tarafından tecessüm
ettirilmeye elverişli bir kanuni genel düzenleme yoktur. İdare tarafından
takdir yetkisinin keyfi biçimde kullanılmasına neden olabilecek iptali talep
edilen cümleler ve ibare, Anayasa’nın 124’üncü maddesine de aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle 7531 sayılı Kanun’un
4’üncü maddesiyle 04.11.1981 tarihli ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun ek
41’inci maddesinin üçüncü fıkrasına eklenen cümle ve dördüncü fıkrasına eklenen
cümle ile yedinci fıkrada yer alan ve değiştirilen “Sınavlara yeni alanların
eklenmesi ve sınavların’’ ibaresinde yer alan “Sınavlara yeni alanların
eklenmesi’’ ibaresi, Anayasa’nın 2, 7, 123 ve 124’üncü maddelerine
aykırıdır; anılan cümlelerin ve ibarenin iptali gerekir.
4) 07.11.2024
tarihli ve 7531 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un
6’ncı maddesiyle 24.02.1983 tarihli ve 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar
Kanunu’nun başlığıyla birlikte değiştirilen 100’üncü maddesinin birinci
fıkrasının (a) bendinde yer alan ‘‘hâl ve eylemlerinin sıfat ve görevleri
icaplarına uyup uymadığını araştırmak’’ ibaresi, (b) bendinde yer alan ‘‘hâl
ve eylemlerinin sıfat ve görevleri icaplarına uyup uymadığını araştırmak’’
ibaresi, (f) bendinde yer alan ‘‘diğer mevzuatta gösterilen veya Bakan
tarafından verilen benzeri görevleri’’ ibaresi ile ikinci fıkrasının Anayasa’ya
aykırılığı
Devlet tarafından yürütülen kamu hizmetleri, ehemmiyet
bakımından bir sınıflandırmaya tabi tutulacak olsa idi; adalet, bu
sınıflandırmanın başlarında yer alırdı. Zira ‘‘Adalet, mülkün temelidir.’’.
Nitekim Fransız hukukçu M. P. Fabreguettes’in Adalet Mantığı ve Hüküm Verme
Sanatı adlı eserinde de işaret ettiği üzere;
‘‘Adalete herkes, her an için muhtaç bulunmaktadır. Bunun için
adaletin hürmet telkin etmesi, itimat ilham eylemesi lâzımdır.
‘‘Adli kudret kadar, vatandaşlar üzerinde, doğrudan doğruya
itiyadi şekilde müessir olan hiç bir kuvvet mevcut değildir. Bunun için bu
kudret, kendilerine emanet olunanların seçimlerinde uyanık bulunmakta, milletin
büyük menfaati vardır.„
Hâkimler, vermiş oldukları kararlarla, omuzlarında, nizamı tesis
vazifesi taşımaktadırlar. Tek bir kararda veki adaletsizlik, âmmeye tevcih
edilmiş bir tehdit mahiyetindedir.
Bunun içindir ki bütün içtimai vazifeler meyanında yalnız
hâkimlik sınıfı daha geniş vasıflarla hassaların bir arada toplanmış
bulunmasını istilzam eder.’’
10.07.2018 tarihli ve 30474 sayılı Resmî
Gazete’de yayımlanan (1) numaralı Cumhurbaşkanlığı Teşkilatı Hakkında
Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 47’nci maddesinin ikinci fıkrası, Adalet Bakanlığı Teftiş Kurulu
bünyesindeki adalet müfettişlerinin görev, yetki ve sorumluluklarının
yönetmelikle düzenleneceğini hüküm altına almıştır. Bu kural, Anayasa Mahkemesi
tarafından aşağıdaki gerekçeyle iptal edilmiştir (26.10.2023 tarihli ve
2018/118 E.; 2023/180 K. sayılı Kararı):
‘‘I. CBK’nın 47. Maddesinin
(2) Numaralı Fıkrasında Yer Alan “…ve müfettişlerin görev, yetki ve
sorumlulukları ile…” İbaresinin İncelenmesi
1. Genel Açıklama
168. (1) numaralı
CBK’nın 40. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (h) bendinde Teftiş Kurulu
Başkanlığı, Adalet Bakanlığının merkez teşkilatı bünyesindeki hizmet
birimlerinden biri olarak düzenlenmiştir.
169. 24/2/1983 tarihli ve 2802 sayılı Hâkim ve Savcılar
Kanunu’nun 99. maddesinde Adalet Bakanlığında bakana bağlı bir başkan, bir
başkan yardımcısı, yeteri kadar adalet müfettişinden oluşan Teftiş Kurulu
bulunduğu belirtilerek adalet müfettişlerinin sınıf, derece ve görev ünvanları
2802 sayılı Kanun’a bağlı (1) ve (2) sayılı Cetvellerde gösterilmiştir.
170. Adalet müfettişlerinin hâkimlik ve savcılık mesleğinde
ilgili mevzuat hükümleri bağlamında öngörülen sürelerle fiilen görev yapmış ve
üstün başarısıyla adalet müfettişliği hizmetinde yararlı olacağı anlaşılmış
bulunanlar kişiler arasından atandıkları anlaşılmaktadır.
171. 2802 sayılı Kanun’un 100. maddesinde adalet müfettişlerinin
görevlerine ilişkin hükümlere yer verilerek müfettişlerin, hâkim ve savcıların
görevlerini kanun ve diğer mevzuata (hâkimler için idari nitelikteki genelgelere)
uygun olarak yapıp yapmadıklarını ve adalet daireleri ile idari yargı
dairelerini denetleme, hâkim ve savcıların ve adalet daireleri personelinin
görevlerinden dolayı veya görevleri sırasında suç işleyip işlemediklerini, hâl
ve eylemlerinin sıfat ve görevleri icaplarına uyup uymadığını araştırma ve
gerektiğinde haklarında inceleme ve soruşturma işlemlerini yapacakları ifade
edilmiştir. Kanun’un 101. maddesinde ise adalet müfettişlerinin yetkilerine yer
verilmiştir.
2. İptal Talebinin Gerekçesi
172. Dava dilekçesinde özetle; memurların ve diğer kamu
görevlilerinin görev, yetki, hak ve yükümlülüklerinin kanunla düzenlenmesi
gerektiği, bu konularda CBK ile düzenleme yapılamayacağı, kanunla düzenlenmesi
gereken bir alanda genel ilkeler belirlenmeksizin ve çerçevesi çizilmeksizin
yönetmelikle düzenleme yapılmasına imkân verilmesinin yasama yetkisinin devri
niteliği taşıdığı, kuralda hukuki belirlilik bulunmadığı, idarelere geniş ve
sınırsız bir yetki verildiği belirtilerek kuralın Anayasa’nın 2., 7., 104. ve
128. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
3. Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
173. Dava dilekçesinde konu bakımından yetki yönünden kuralın
Anayasa’nın 2., 7. ve 128. maddesine de aykırı olduğu ileri sürülmüş ise de
CBK’ya ilişkin konu bakımından yetki kuralları Anayasa’nın 104. maddesinin on
yedinci fıkrasında düzenlendiğinden bu husustaki inceleme anılan fıkra
kapsamında yapılacaktır.
174. Dava konusu
kuralın da yer aldığı CBK’nın 47. maddesinin (2) numaralı fıkrasında Teftiş
Kurulu ve müfettişlerin görev, yetki ve sorumlulukları ile çalışma usullerinin
yönetmelikle düzenleneceği öngörülmüştür. Dava konusu kural anılan fıkrada yer
alan “…ve müfettişlerin görev, yetki ve sorumlulukları ile…” ibaresidir.
175. Buna göre dava konusu kuralla Adalet Bakanlığı hizmet
birimlerinden olan Teftiş Kurulu Başkanlığı bünyesinde görev yapacak olan
adalet müfettişlerinin görev, yetki ve sorumluluklarının yönetmelikle
düzenlenmesi öngörülmüştür.
176. Anayasa’nın 144. maddesinde “Adalet
hizmetleri ile savcıların idarî görevleri yönünden Adalet Bakanlığınca
denetimi, adalet müfettişleri ile hâkim ve savcı mesleğinden olan iç
denetçiler; araştırma, inceleme ve soruşturma işlemleri ise adalet müfettişleri
eliyle yapılır. Buna ilişkin usul ve esaslar kanunla düzenlenir.” denilmiş;
adalet hizmetlerinin denetimine ilişkin usul ve esasların kanunla düzenleneceği
belirtilmiştir.
177. Buna göre adalet müfettişlerinin görev, yetki ve
sorumluluklarına ilişkin düzenleme öngören kuralın münhasıran kanunla düzenlenmesi
gereken bir konuya ilişkin bulunduğu anlaşılmaktadır.
178. Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa’nın 104. maddesinin on
yedinci fıkrasının üçüncü cümlesine aykırıdır. İptali gerekir.
Kural, Anayasa’nın 104. maddesinin on yedinci fıkrasının üçüncü
cümlesine aykırı görülerek iptal edildiğinden kuralın ayrıca konu bakımından
yetki yönünden aynı fıkranın birinci, ikinci ve dördüncü cümleleri yönünden
incelenmesine gerek görülmemiştir.
Kural, konu bakımından yetki yönünden
Anayasa’nın 104. maddesinin on yedinci fıkrasının üçüncü cümlesine aykırı
görülerek iptal edildiğinden içerik yönünden incelenmemiştir.’’
Bunun üzerine kanun koyucu tarafından 7531
sayılı Kanun’un 6’ncı maddesiyle 2802 sayılı Kanun’un 100’üncü maddesi,
başlığıyla birlikte değiştirilerek adalet müfettişlerinin görevleri
sıralanmıştır.
a) 07.11.2024
tarihli ve 7531 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un
6’ncı maddesiyle 24.02.1983 tarihli ve 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar
Kanunu’nun başlığıyla birlikte değiştirilen 100’üncü maddesinin birinci
fıkrasının (a) bendinde yer alan ‘‘hâl ve eylemlerinin sıfat ve görevleri
icaplarına uyup uymadığını araştırmak’’ ibaresi, (b) bendinde yer alan ‘‘hâl
ve eylemlerinin sıfat ve görevleri icaplarına uyup uymadığını araştırmak’’
ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
Değişik 100’üncü maddenin birinci fıkrasının (a) bendine göre
adalet müfettişleri savcıların idarî görevlerini, adalet komisyonu başkan ve
üyeleri ile bilirkişilik bölge kurulu başkan ve üyelerinin komisyon ve kurul
işlerine müteallik görevlerini kanun ve diğer mevzuata uygun olarak yapıp
yapmadıklarını denetlemek, ilgililerin bu görevlerinden dolayı veya bu
görevleri sırasında suç işleyip işlemediklerini, hâl ve eylemlerinin sıfat ve
görevleri icaplarına uyup uymadığını araştırmak ve gerektiğinde haklarında
inceleme ve soruşturma yapmakla görevlidir.
(b) bendine göre adalet müfettişleri, Bakanlık merkez, taşra ve
yurt dışı teşkilatı ile bağlı ve ilgili kuruluşlarında, uluslararası mahkemeler
veya kuruluşlarda, geçici yetki veya görevlendirme ile başka kurum, kurul veya
kuruluşlarda çalışan hâkim ve savcıların görevlerinden dolayı veya görevleri
sırasında suç işleyip işlemediklerini, hâl ve eylemlerinin sıfat ve görevleri
icaplarına uyup uymadığını araştırmak, gerektiğinde haklarında inceleme ve
soruşturma yapmakla görevlidir.
Ancak adalet müfettişlerinin ‘‘savcıların, adalet komisyonu
başkan ve üyeleri ile bilirkişilik bölge kurulu başkan ve üyelerinin’’ ve
‘‘Bakanlık merkez, taşra ve yurt dışı teşkilatı ile bağlı ve ilgili
kuruluşlarında, uluslararası mahkemeler veya kuruluşlarda, geçici yetki veya
görevlendirme ile başka kurum, kurul veya kuruluşlarda çalışan hâkim ve
savcıların’’ hâl ve eylemlerinin sıfat ve görevleri icaplarına uyup uymadığını
araştırmak görevinin sınırlarının belirlenmemesi, Anayasa’ya aykırıdır.
i)Adalet hizmetlerinin denetiminde
kanunilik ilkesi bakımından: Anayasa’nın 144’üncü
maddesinde adalet hizmetleri ile savcıların idarî görevleri yönünden Adalet
Bakanlığınca denetiminin, adalet müfettişleri ile hâkim ve savcı mesleğinden
olan iç denetçiler; araştırma, inceleme ve soruşturma işlemlerinin ise adalet
müfettişleri eliyle yapılacağı; buna ilişkin usul ve esasların kanunla
düzenleneceği açıkça kurala bağlanmıştır. Burada yer alan kanuni düzenleme
ilkesi, adalet hizmetlerinin denetimi bakımından temel ilkelerin ve çerçevenin
açık, anlaşılır biçimde kanunla belirlenmesini ifade etmektedir. Yine bu kanun
hükmünün içeriğinin - maddi anlamda Anayasa’nın diğer hükümlerine uygun olması
gerekmektedir.
Anayasa Mahkemesi’nin 2018/118 E. sayılı Kararı ile bunun bilincinde
olan kanun koyucu, anılan 100’üncü maddenin birinci fıkrasında adalet
müfettişlerinin görevlerini kanun düzeyinde net bir şekilde bentler halinde
saymıştır. Ne var ki kanun koyucu, bu bilinçten uzaklaşarak anılan fıkranın (a)
ve (b) bentlerinde iptali talep edilen ibarelerle adalet müfettişlerini ‘‘savcıların,
adalet komisyonu başkan ve üyeleri ile bilirkişilik bölge kurulu başkan ve
üyelerinin’’ ve ‘‘Bakanlık merkez, taşra ve yurt dışı teşkilatı ile bağlı ve
ilgili kuruluşlarında, uluslararası mahkemeler veya kuruluşlarda, geçici yetki
veya görevlendirme ile başka kurum, kurul veya kuruluşlarda çalışan hâkim ve
savcıların’’ hâl ve eylemlerinin sıfat ve görevleri icaplarına uyup uymadığını
araştırmak göreviyle donatmıştır. Ancak bu kişi kategorilerinin hâl ve
eylemlerinin sıfat ve görevleri icaplarına uyup uymadığını araştırmak oldukça
belirsiz bir yetkidir. Zira sıfat ve görevin icabının ne olduğunu adalet
müfettişi kendi öznel değerlendirmelerine istinaden tespit edecek akabinde
ilgilinin hal ve eyleminin buna uyup uymadığını yine objektif kıstaslar
olmaksızın belirleyecektir. Söz gelimi hâl ve eylemlerin sıfat ve
görevlerin icaplarına uygunluğu bakımından; çalışma saatlerine riayeti,
yabancı dil bilgisini gösterir belge, ilgili hukuk dalında yüksek lisans veya
doktora yapmış olma, sertifika programlarını tamamlanmış olma, incelediği ve
hazırlık yaptığı, sonuçlandırdığı dosya sayısı, kültürel aktivitelere katılım
düzeyi gibi nesnel kıstaslar kanun düzeyinde belirlenmemiştir.
Bunun, kanunilik ilkesi ile maddi bakımdan bağdaşır bir yanı bulunmamaktadır.
Başka bir anlatımla “hâl ve eylemlerinin sıfat ve görevleri
icaplarına uyup uymadığını araştırmak” tabiri, bu kişi kategorilerinin özel
yaşama saygı hakları ve kişisel özerklikleri çerçevesinde korunan hayat
tarzlarına ve öznel tercihlerine demokratik bir toplumda gerekli olmayan keyfi
kapsamlarda müdahale edilmesini mümkün hale getiren bir anlam belirsizliği
içermektedir. İhtilaflı ibareler, uygulamada, son tahlilde, ya toplumun
çoğunluğuna (doğru ya da yanlış şekilde) izafe edilen ancak kişilerin meşru
özgürlük alanlarına tecavüz eden olgusal ya da normatif ahlaki ölçüleri ya da
bizzat değerlendirici öznenin öznel ahlaki görüşlerini esas alacaktır. Her
halükarda, hangi hukuki standarda tekabül ettiği belirsiz olan bu ibareler,
demokratik toplumda gerekli olmayan, keyfi hak sınırlamalarına yol açacaktır.
Bu nedenle iptali talep edilen ibareler, Anayasa’nın 144’üncü
maddesine aykırıdır.
ii)Hukuk devleti ile idarenin kanuniliği
ilkesi bakımından: Hukuk devleti, bütün işlem
ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan,
her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek
sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa’ya aykırı durum
ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, Anayasa’ya ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren,
yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda
olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasa’nın bulunduğu bilinci olan devlettir (Anayasa
Mahkemesi’nin 02.06.2009 tarihli ve 2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı Kararı).Anayasa’nın
123’üncü maddesinde yer alan idarenin kanuniliği ilkesinin iki boyutu
bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin secundumlegem özelliğidir (kanuna
dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin düzenleme yetkisi kanundan
kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intralegem özelliğidir (kanuna
aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve eylemleri kanunun
çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır.
Bu nedenle adalet müfettişlerinin ‘‘savcıların, adalet komisyonu
başkan ve üyeleri ile bilirkişilik bölge kurulu başkan ve üyelerinin’’ ve
‘‘Bakanlık merkez, taşra ve yurt dışı teşkilatı ile bağlı ve ilgili
kuruluşlarında, uluslararası mahkemeler veya kuruluşlarda, geçici yetki veya
görevlendirme ile başka kurum, kurul veya kuruluşlarda çalışan hâkim ve
savcıların’’ hâl ve eylemlerinin sıfat ve görevleri icaplarına uyup uymadığını
araştırmak görevinin kanuna dayanması ve aykırı olmaması için, kanunda bunun
usul ve esasının genel çerçevesinin net, açık, anlaşılabilir şekilde çizilmesi
gerekir.
Ne var ki yukarıda açıklandığı üzere temel çerçeve çizmeksizin
adalet müfettişlerine kendi öznel değerlendirmelerini kolaylıkla kullanabilecekleri
şekilde anılan görev tevdii edilmiştir. Bu noktada adalet müfettişleri, keyfi
uygulamalara neden olabilecek sınırsız takdir yetkisine istinaden bu kişi
kategorilerinin hayat tarzlarını sorgulayabilecektir. Adalet müfettişlerinin
her bir somut olay bakımından farklı ölçütler belirleme olasılığı da;
öngörülebilirliği ortadan kaldırmaktadır.
O halde iptali talep edilen ibarelerin hükümleriyle, hukuk
devleti ilkesinin aksine; kanuni genel çerçeve – objektif kıstas olmaksızın ve
dolayısıyla keyfi davranmasına neden olabilecek biçimde;
adalet müfettişlerine ‘‘savcıların, adalet komisyonu başkan ve üyeleri ile
bilirkişilik bölge kurulu başkan ve üyelerinin’’ ve ‘‘Bakanlık merkez, taşra ve
yurt dışı teşkilatı ile bağlı ve ilgili kuruluşlarında, uluslararası mahkemeler
veya kuruluşlarda, geçici yetki veya görevlendirme ile başka kurum, kurul veya
kuruluşlarda çalışan hâkim ve savcıların’’ hâl ve eylemlerinin sıfat ve
görevleri icaplarına uyup uymadığını araştırmak görevi verilmek
suretiyle; Anayasa’nın 2 ve 123’üncü maddeleri ihlal edilmiştir.
iii)Yasama yetkisinin devredilmezliği
bakımından: Anayasa’nın 7’nci maddesinde temelini bulan yasama yetkisinin
devredilmezliği ilkesine göre yasama yetkisi yalnız Türkiye Büyük Millet
Meclisi’ne aittir. Bu nedenle idareye düzenleme yetkisi veren bir yasa
kuralının temel ilkeleri ortaya koyması ve çerçeveyi çizmesi gerekir. Diğer bir
deyişle idareye sınırsız ve belirsiz bir düzenleme yetkisi bırakılamaz ve
idarenin yönetmelikle düzenleme yapma yetkisini öngören şekli anlamda kanunun,
maddi anlamda kanun niteliklerini de haiz olması gerekir. Nitekim idarenin
düzenleme yetkisi; sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yasa ile
yetkilendirme, Anayasa’nın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamını
taşımamaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin 02.05.2008 tarihli ve 2005/68 E.;
2008/102 K. sayılı Kararı).İptali talep edilen ibarelerin hükümlerinde
olduğu gibi temel ilkeleri belirlenmeksizin ve çerçevesi çizilmeksizin; adalet
müfettişlerine ‘‘savcıların, adalet komisyonu başkan ve üyeleri ile
bilirkişilik bölge kurulu başkan ve üyelerinin’’ ve ‘‘Bakanlık merkez, taşra ve
yurt dışı teşkilatı ile bağlı ve ilgili kuruluşlarında, uluslararası mahkemeler
veya kuruluşlarda, geçici yetki veya görevlendirme ile başka kurum, kurul veya
kuruluşlarda çalışan hâkim ve savcıların’’ hâl ve eylemlerinin sıfat ve
görevleri icaplarına uyup uymadığını araştırmak görevinin içeriğini belirleme
yetkisi veren bir yasa, fonksiyon gasbına yol açması itibariyle Anayasa’nın
yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesini öngören 7’nci maddesine aykırılık
oluşturur.
iv)Eşitlik ilkesi bakımından:
İptali talep edilen ibarelerin adalet müfettişlerine verdiği sınırsız takdir
yetkisi, aynı halde bulunan ve aynı nitelikte eylem sergileyen söz konusu kişi
kategorileri arasında idare tarafından kayırma/ayrımcılık yapılmasına neden
olabileceğinden; anılan ibareler, Anayasa’nın 10’uncu maddesinde yer alan
eşitlik ilkesine de aykırıdır. Zira eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği
hususunun tespiti, münferit olayda benzer kişi kategorileri arasında
gerçekleştirilen ayrıma ilişkin bir ‘‘haklı neden’’in var olup
olmadığına göre yapılır.
Anayasa Mahkemesi’nin ifade
ettiği üzere; “[Eşitlik ilkesi] ile güdülen amaç, benzer koşullar içinde
olan, özdeş nitelikte bulunan durumların yasalarca aynı işleme uyruk
tutulmasını sağlamaktır.” (Anayasa Mahkemesi’nin 13.04.1976 tarihli ve
1976/3 E.; 1976/3 K. sayılı Kararı). Yine AYM’ye göre; “Eşitlik
ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme
bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını
önlemektir” (Anayasa Mahkemesi’nin 07.02.2006 tarihli ve 2006/11 E.;
2006/17 K. sayılı Kararı). Eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği
hususunun tespitinde, somut olayda yapılan ayrımın haklı bir nedene dayanıp
dayanmadığı noktası dikkate alınır: “Anayasa'nın 10. maddesinde öngörülen
eşitlik, mutlak anlamda bir eşitlik olmayıp, ortada haklı nedenlerin bulunması
halinde, farklı uygulamalara imkan veren bir ilkedir” (Anayasa
Mahkemesi’nin 11.12.1986 tarihli ve 1985/11 E.; 1986/29 K. sayılı Kararı).
Ne var ki, iptali talep edilen ibarelerin idareye verdiği keyfi
uygulamalara sebep olabilecek sınırsız takdir yetkisi, aynı halde bulunan ve
aynı nitelikte eylem sergileyen söz konusu kişi kategorilerinin bazıları
bakımından sıfat ve görevleri icaplarına uyulmadığı gerekçesiyle haklarında
işlem tesis edilmesine ilişkin haklı nedeni somutlaştırmaya elverişli değildir. Başka bir anlatımla, hâl ve eylemlerinin sıfat ve görevleri
icaplarına uyup uymadığını araştırmak görevinin adalet
müfettişlerine bırakılması, aynı durumda olan kişi kategorileri
arasında haklı nedene dayanmayan ve keyfî muamele farklılıklarına yol
açacaktır. İhtilaflı ibarelerin, cinsiyet temelli ayrımcılık yapılmasına yol
açması da muhtemeldir. Bu nedenle anılan ibareler, Anayasa’nın 10’uncu
maddesine aykırıdır.
v)Kuvvetler
ayrılığı ilkesi, yargı yetkisi, eşitlik ilkesi, temel hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılma ilkeleri ve güvence ölçütleri, hak arama hürriyeti, temel hak
ve hürriyetlerin korunması, mahkemelerin bağımsızlığı, hakimlik ve savcılık
teminatı, hakimlik ve savcılık mesleği bakımından:
Anayasa’nın 36’ncı maddesinde hak arama hürriyeti güvencelenmiş;
anılan hak İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 10’uncu; Medeni ve Siyasal
Haklar Sözleşmesi’nin 14’üncü; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6’ncı
maddelerinde olduğu gibi uluslararası belgelerde de yerini bulmuştur. Yine
Anayasa’nın 40’ıncı maddesi mucibince Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri
ihlal edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkanının
sağlanmasını isteme hakkına sahiptir.
Anılan hakların temini ise; bağımsız ve tarafsız mahkemeler
marifetiyle mümkündür. Nitekim Anayasa’nın Başlangıç bölümünde kuvvetler
ayrılığı ilkesi kabul edilmiş ve 9’uncu maddesiyle yargı yetkisinin Türk
Milleti adına münhasıran bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılacağı hüküm
altına alınmıştır. Yine Anayasa’nın 10’uncu maddesinde ‘‘Devlet organları ve
idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak
hareket etmek zorundadırlar.’’ şeklindeki fıkra hüküm altına alınmak
suretiyle; hakim ve savcıların taraflara eşit mesafede durması gerektiğine
işaret edilmiştir. Buna ilave olarak Anayasa’nın 138 ve 140’ıncı maddelerinde
mahkemelerin bağımsızlığı ve tarafsızlığı açıkça hüküm altına alınmış; 139’uncu
maddesiyle hakimlik savcılık teminatı güvencelenmiştir. Anılan hükümler, kül
halinde yargı bağımsızlığını sağlamaya yönelik olup birbirlerinden ayrı ele
alınamaz. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ise, bir mahkemenin (hakimin–savcının)
bağımsız ve tarafsız olarak nitelendirilebilmesi adına içtihadi olarak birtakım
kıstaslar öngörmüştür:
‘‘225. Bir merciin “bağımsız” olarak değerlendirilip
değerlendirilemeyeceğini belirlemede Mahkeme, diğerleri arasında, aşağıdaki
ölçütleri dikkate alır (Langborger/İsveç, § 32; Kleyn ve Diğerleri/Hollanda
[BD], § 190):
i. üyelerinin atanma şekli ve
ii. görev süresi;
iii. dış baskılara karşı güvencelerin varlığı ve
iv. söz konusu merciin bağımsızlık görüntüsü sergileyip
sergilemediği.
…
v. Tarafsızlık şunlara göre değerlendirilmelidir (Micallef/Malta
[BD], § 93; Nicholas/Kıbrıs, § 49):
i. belli bir hâkimin şahsi inancının ve davranışının, yani
hâkimin belli bir davada kişisel önyargı veya taraflılık sergileyip
sergilemediğinin göz önünde bulundurulduğu öznel yöntem;
ii. ve ayrıca, mahkemenin, bilhassa oluşumu aracılığıyla,
hakkındaki her tür meşru şüpheyi ortadan kaldırmak üzere yeterli güvenceler
sunup sunmadığının belirlenmesinden ibaret olan nesnel yöntem.’’
Bunun yanında, yine hakim ve savcıların bağımsız, tarafsız,
nitelikli, donanımlı, etkin olmaları gerektiğine işaret eden ve yumuşak hukuk (soft
law) araçları olarak dikkate alınmak gereken birçok uluslararası belge (Birleşmiş
Milletler Yargı Bağımsızlığı Temel İlkeleri; Bangolar Yargı Etiği İlkeleri;
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesinin Hakimlerin Bağımsızlığı, Etkinliği ve
Sorumlulukları Hakkında Üye Devletlere Yönelik CM/Rec (2010) 12 sayılı Tavsiye
Kararı; Avrupa Konseyi Savcılar İçin
Etik ve Davranış Biçimlerine İlişkin Avrupa Esasları “Budapeşte İlkeleri”
…) düzenlenmiştir.
Yine uluslararası örgütlerin görüşlerine, hakimlerin mesleğe
kabulü ve kariyerleri belirlenirken; nitelik, doğruluk, yetenek ve
etkinliklerini de gözeten liyakat ilkesinin ve nesnel ölçütlerin esas alınması
gerekliliği yansımıştır.
Nitekim Avrupa Hakimleri Danışma Konseyi’nin Yargı Bağımsızlığı
ve Hakimlerin Azledilememesine İlişkin Standartlar konusunda Avrupa Konseyi
Bakanlar Komitesi’nin dikkatine sunduğu 1 (2001) sayılı Görüş’e göre;
‘‘25. Hâkimlerin mesleğe kabulü ve kariyerlerinin “nitelik,
doğruluk, yetenek ve etkinliklerini de gözeten liyakat esasına göre”
belirlenmesini temin etmeyi hedefleyen tüm “objektif kıstaslar”, genel bir
özellik arz etmek zorundadır. Ancak asıl hayati öneme sahip olan, bu
ilkelerin belirli bir durumdaki gerçek içeriği ve etkisidir. CCJE, üye
Devletlerdeki atama ve terfileri gerçekleştiren veya bu konuda görüş bildiren
makamların, “hâkimlerin mesleğe kabulü ve kariyerlerinin; niteliklerini,
dürüstlük, yetenek ve etkinliklerini de gözeten liyakat esasına göre olmasını”
temin edecek objektif kriterleri geliştirmesi, yayımlaması ve yürürlüğe
koymasını tavsiye etmiştir. Bunun yapılmasının ardından, atama veya terfilerden
sorumlu olan organ veya merciler bu kıstaslara uygun bir şekilde hareket etmek
mecburiyetinde olacaklar ve kabul edilen kıstasların içeriği ve uygulamadaki
etkilerinin incelenmesi mümkün olabilecektir.’’
Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi Hakimlerin Bağımsızlığı,
Etkinliği ve Rolü Hakkında Üye Devletlere Yönelik R (94) 12 sayılı Tavsiye
Kararı’na göre;
‘‘Hakimlerin mesleki kariyerlerine ilişkin bütün kararlar nesnel
ölçütlere dayanmalı, hakimlerin seçimi ve kariyerleri, vasıfları, dürüstlüğü,
yetenek ve etkinlikleri gözetilerek liyakat esasına göre olmalıdır. Hakimlerin
seçimi ve kariyerleri konusunda karar veren merci hükümet ve idareden bağımsız
olmalıdır. Bu merciin bağımsızlığını güvence altına almak için, merciin üyeleri
yargı tarafından seçilmeli ve bu merci kendi usul kurallarını kendisi
vazetmelidir.’’
Avrupa Hukuk Yoluyla Demokrasi Komisyonu (Venedik Komisyonu)
Yargı Sisteminin Bağımsızlığı Bölüm I: Hakimlerin Bağımsızlığı Raporu’na göre;
‘‘24. CCJE’nin 1 no.lu Görüşünde ilave olarak şu tavsiyeye yer
verilmiştir (25te): “üye Devletlerdeki atama ve terfileri gerçekleştiren veya
bu konuda görüş bildiren makamlar, “hâkimlerin mesleğe kabulü ve
kariyerlerinin; eğitimsel özelliklerini, dürüstlük, yetenek ve etkinliklerini
de gözeten liyakat esasına göre olmasını” temin edecek objektif kriterleri
geliştirmeli, yayımlamalı ve yürürlüğe koymalıdır”. Liyakat yalnızca hukuk
bilgisi, analitik yetenekler veya akademik mükemmellikten ibaret bir mefhum
değildir. Ayrıca kişilik, muhakeme, erişilebilirlik, iletişim becerileri, hüküm
tesis etmekteki etkinlik, vb. hususlarını da içermelidir.
25. Bir hakimin adalet ve hakkaniyet hissiyatına sahip olması
çok önemlidir. Ancak uygulamada bu kıstası değerlendirmek zor olabilir.
Uygulama alanı bulunursa, şeffaf usuller ve ahenkli bir uygulamanın varlığına
ihtiyaç duyulacaktır.
26. Netice olarak, liyakatin birincil kıstas olmasına ilaveten,
yargı içindeki farklılıklar kamuoyunun yargıya bir bütün halinde güvenmesini ve
onu kabullenmesini mümkün kılacaktır. Yargı temsil yeri olmamakla birlikte açık
bir karaktere sahip olmalı ve toplumun tüm bölümlerinden nitelikli kişilere
katılım imkanı verilmelidir.3
27. Hakimlerin atamaları ile mesleki kariyerlerine ilişkin
tüm kararların, hukuk çerçevesinde objektif kıstaslar uygulanarak ve liyakat
gözetilerek alınmasının mecburiyeti ilkesi tartışmaya açık değildir.’’
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin ‘‘218. Hâkimlerin yürütme
tarafından atanmaları ve azledilebilir olmaları 6 § 1 maddesi açısından tek
başına ihlal teşkil etmez (Clarke/Birleşik Krallık (k.k.)). Tayin
edilenlerin, yargılama görevlerini ifa ettikleri esnada her tür etki veya
baskıdan bağımsız olmaları kaydıyla, hâkimlerin yürütme tarafından
atanmasına izin verilebilir (Flux/Moldova (no. 2), § 27).’’
şeklinde değerlendirmede bulunmasına rağmen; Türkiye’de yargı bağımsızlığı
bakımından sakıncalar olduğu uluslararası belgelere konu olmuştur: Avrupa Hukuk
Yoluyla Demokrasi Komisyonu (Venedik Komisyonu) Türkiye Sokağa Çıkma
Yasaklarının Yasal Çerçevesi Hakkında Görüş Raporu’na göre;
‘‘56. “Türkiye’de demokratik kurumların işleyişi” başlıklı 2121
Sayılı Kararında (2016), Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi şöyle demiştir:
“Yargı bağımsızlığı Anayasa’da güvence altına alınmıştır. 2010 yılındaki
anayasa referandumundan bu yana çok sayıda yargı paketi kabul edilmiştir. Bu
paketler, seçilmiş hakimlerin Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’nda daha güçlü
bir şekilde yer almalarına imkan tanımıştır ki bunlar olumlu gelişmelerdir. Ancak,
yakın zamanda meydana gelen olaylar ve 2014 yılında HSYK kanununda yapılan
değişiklikler yargının bağımsız olmaması ve yürütmenin yersiz müdahalesi
sorununu gündeme getirmiştir”[19].’’
O halde yasama organı tarafından kanunlaştırılan bu ibarelerin,
Anayasa’nın sistematik yorumu muvacehesinde, herkesin adil yargılanma hakkı ve
temel hak ve hürriyetlerin korunmasını isteme hakkı gözetilerek kaleme alınması
gerekmektedir. Anılan hakların temini; bağımsız ve tarafsız mahkemeler
marifetiyle mümkündür. Ancak yukarıda açıklandığı üzere, adalet
müfettişlerinin ‘‘savcıların, adalet komisyonu başkan ve üyeleri ile
bilirkişilik bölge kurulu başkan ve üyelerinin’’ ve ‘‘Bakanlık merkez, taşra ve
yurt dışı teşkilatı ile bağlı ve ilgili kuruluşlarında, uluslararası mahkemeler
veya kuruluşlarda, geçici yetki veya görevlendirme ile başka kurum, kurul veya
kuruluşlarda çalışan hâkim ve savcıların’’ hâl ve eylemlerinin sıfat ve
görevleri icaplarına uyup uymadığını araştırmak görevini (keyfi biçimde, öznel
değerlendirmelere istinaden) icra ediş biçimi, onların tarafsızlığına ve
bağımsızlığına gölge düşürecektir. Bağımsızlık ve tarafsızlık niteliğine gölge
düşmüş mahkemelerce yapılacak yargılamalar ise; anılan hakların (Anayasa’nın
13’üncü maddesinde yer alan kanunilik kaydının da aksine) özüne dokunacaktır.
Halbuki bir Devlete; çağdaş, özgürlükçü, çoğulcu, katılımcı, demokratik rejime
sahip hukuk devleti vasfını kazandıran Anayasal enstrümanlardan biri, yargı bağımsızlığı
ve tarafsızlığıdır. Zira yargı bağımsızlığı ve tarafsızlığı, temel hak ve
özgürlüklerin güvencesidir. Bu nedenlerle iptali istenen ibareler, yargı
bağımsızlığını ve tarafsızlığını sağlamayı teminen kül halinde ele alınması
gereken Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 9, 10, 13, 36, 40, 138, 139 ve 140’ıncı
maddelerine aykırıdır.
vi)Kişinin manevi varlığını koruma ve
geliştirme hakkı, şeref ve itibarının korunması hakkı ile özel hayata saygı
gösterilmesini isteme hakkı ile ve temel hak ve
özgürlüklerin sınırlandırılma ilkeleri ve güvence ölçütleri bakımından:
Anayasa’nın 5’inci maddesiyle Devletin temel amaç ve görevleri
arasında ‘‘kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak’’ ile
‘‘insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları
hazırlamaya çalışmak’’ sayılmıştır. Devletin söz konusu amaç ve
yükümlülükleri başta Anayasa’nın 17 ve 20’nci maddeleri olmak üzere münferit
hükümlerinde zuhur etmiştir. Gerçekten de Anayasa’nın 17’nci maddesinde
herkesin manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu; 20’nci
maddesinde herkesin özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme
hakkına sahip olduğu ve özel hayat ile aile hayatının gizliliğine
dokunulamayacağı güvencelenmiştir. Yine şeref ve itibarın korunması hakkı,
Anayasa’da açıkça zikredilmese de anılan Anayasal hükümlerin (AY md. 5, 17 ve
20) kesişim alanında varlığını korumaktadır. Zira Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi, 2007 yılında ‘‘özel hayata saygı gösterilmesi hakkının
gelişiminde ilerici bir adım teşkil eden bir kararla (32), açıkça 8. Madde’nin
bir kişinin itibarına uygulanmasını kabul etmiştir. İtibarın, söz konusu
eleştiri bir toplumsal tartışmada dile getirilmiş olsa bile, ulusal
mahkemelerce korunması yükümlülüğünü getiren, kişinin bireysel kimliğinin ve
psikolojik bütünlüğünün bir parçası olduğunu ifade etmiştir (Tutum
Petrina-Romanya davasında hatırlatılmıştır)’’.
Eldeki dava konuları da anılan Anayasal hükümlerin kapsamında
kalmaktadır. Her ne kadar iptali talep edilen ibarelerde ‘‘hâl ve
eylemlerinin sıfat ve görevleri icaplarına uyup uymadığını araştırmak’’ görevi,
mesleki alana dair imiş gibi kategorize edilse de; bu husus, aynı zamanda özel
hayatın konusunu teşkil etmektedir. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne
göre:
‘‘121. Her ne kadar genel bir çalışma, kamu hizmetine girmeye
erişim veya belli bir mesleği seçme hakkı Madde 8’den çıkarılamasa da “özel
hayat” kavramı, ilke olarak, mesleki ya da ticari mahiyetli faaliyetleri
dışlamaz (Bărbulescu /Romanya [BD], § 71; Jankauskas /Litvanya (no. 2), §
56-57; Fernández Martínez /İspanya [BD], §§ 109-110). Gerçekten de özel hayat,
bir bireyin mesleki ve ticari mahiyetli ilişkiler dahil olmak üzere, başka
insanlarla ilişkiler kurma ve bunları geliştirme hakkını kapsar (C. /Belçika, §
25; Oleksandr Volkov /Ukrayna, § 165). Nihayetinde insanların çoğunluğu çalışma
hayatlarının akışı içerisinde dış dünya ile ilişkiler kurmak bakımından önemli
bir imkâna sahiptir (Niemietz /Almanya, § 29; Bărbulescu /Romanya [BD], §
71 ve oradaki atıflar; Antović ve Mirković /Karadağ, § 42).
122. Dolayısıyla, bir mesleğe erişimde öngörülen sınırlamaların
“özel hayatı” etkilediği tespit edilmiştir (Sidabras ve Džiautas
/Litvanya, § 47; Bigaeva /Yunanistan, §§ 22-25; ayrıca bakınız Jankauskas
/Litvanya (no. 2), § 56 ve ceza mahkûmiyeti nedeniyle Baroya kaydolmaya
getirilen sınırlamalarla ilgili Lekavičienė /Litvanya, § 36) ve aynı
husus işin kaybedilmesi için de geçerlidir (Fernández Martínez /İspanya [BD], §
113). Benzer şekilde, ofisten kovulmak özel hayata saygı hakkının ihlali olarak
görülmüştür (Özpınar /Türkiye, §§ 43-48). Oleksandr Volkov /Ukrayna’da Mahkeme,
bir yargıcın görevi kötüye kullanmadan ötürü ihraç edilmesinin Madde 8
bakımından “özel hayatına” saygı hakkına bir müdahale oluşturduğuna karar
vermiştir (§§ 165-167). Mahkeme yine başvurucunun, belli dini görüşleri
olduğunu ve eşinin çarşaf giydiğini belirten bir rapora istinaden idari
bakımdan daha az önem arz eden bir şehirde daha önemsiz bir göreve atanmasının
Madde 8’i ihlal ettiğine karar vermiştir (Sodan /Türkiye, §§ 57-60). Bir diğer
ihlal de başvurucunun yurt dışında elde ettiği derecenin denkliğini etkileyen
bir değişiklik sonrası öğretmenlik görevinden alındığı bir davada bulunmuştur
(Şahin Kuş /Türkiye, §§ 51-52).’’
Bu kapsamda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin 8’inci maddesi bağlamında yapılan başvuruları incelerken iki
aşamalı bir test formülleştirmiştir. Buna göre;
‘‘1. Aşama: 8. Madde 1. Fıkra
1.1 Şikayet, 8. Madde 1. fıkrada korunan hakların birinin
kapsamına giriyor mu?
1.2 Giriyorsa, Devletin bireyin haklarına saygı gösterme
konusunda pozitif yükümlülüğü var mı ve söz konusu yükümlülük yerine getirilmiş
mi?
2. Aşama: 8. Madde 2. fıkra
2.1 8. Madde hakkına müdahale edilmiş mi?
2.2 Edilmişse,
2.2.1. Bu müdahale kanunlara uygun mu?
2.2.2. Meşru bir amacı var mı?
2.2.3. Demokratik bir toplumda gerekli mi?’’
Nitekim, AİHM’in bu kıstasları tatbik ederek 19.10.2010 tarihli
ve 20999/04 Başvuru No’lu Özpınar/Türkiye davası üzerinden verdiği ihlal
kararının gerekçesinin müteallik bölümü şu şekildedir:
‘‘…
A. AİHS’nin 8. maddesi tarafından güvence altına alınan hakka
müdahale edilip edilmediğine ilişkin
…
Bu şartlar altında AİHM, müfettiş tarafından yürütülen disiplin
soruşturması çerçevesinde tanıkların başvuranın özel hayatının şu ya da bu yönü
hakkında sorgulanmasının ve bunun doğurduğu idari sonuçların, buna ilave olarak
başvuranın davranış ve tutumlarını gerekçe göstererek verilen görevden alma
kararının, özel hayatın gizliliğine yapılmış bir müdahale oluşturduğu kanaatine
varmaktadır (bakınız, gerekli değişiklikler yapıldıktan sonra, Vogt, ilgili
bölüm, prg. 44, ve Birleşik Krallık aleyhine Smith ve Grady davası, no 33985/96
ve 33986/96, prg. 71, CEDH 1999-VI kararları).
…
B. Müdahalenin meşruluğu hakkında
…
1. « Kanunla öngörülme »
…
İlk koşul olarak aranan yasa tarafından öngörülme şartının,
mevcut davada var olup olmadığı bir tartışma konusu değildir. Gerçekten de, hiç
kimsenin - soruşturma ve bunun sonucunda görevden alma – ile ilgili bu
müdahalenin yasal bir temeli olduğu, yani 2802 sayılı Kanun’un 69. maddesinin
son bölümüne dayandığı konusunda bir itirazı bulunmamaktadır
Geriye söz konusu hukuki düzenlemenin aynı zamanda ulaşılabilirlik
ve öngörülebilirlik kıstaslarını yerine getirip getirmediğinin araştırılması
kalmaktadır. AİHM, tarafından iç hukuk düzenlemelerinde aranan
belirlenebilirlik düzeyi – ki bu hiçbir tereddüde yer bırakmama şartıdır -
geniş öçlüde değerlendirilen metnin içeriğine, kapsadığı alana ve ilgili
kişilerin niteliğine göre değişmektedir. Öte yandan, hukuki bir düzenleme
birden fazla yorum gerektirdiği için “kanunla öngörülme” kuralı ile çatışmaz.
Son olarak, bir düzenlemeyi yorumlama ve uygulama yetkisi öncelikle ulusal
makamlara aittir (Vogt, ilgili bölüm, prg. 48).
Mevcut durumda AİHM, yukarıdaki bilgilerin ışığında, her ne
kadar disiplin soruşturması yukarıda anılan düzenlemelere uygun olarak
yürütülmüş olsa da, görevden alma kararının hukuki denetime tabi olmadığını
gözlemlemektedir. Öte yandan, Hükümet 2802 sayılı Kanun’un 69. maddesinin son
bölümünde yer alan kavramları açıklayan herhangi bir içtihat sunmamıştır.
Dolayısıyla AİHM, ihtilafa konu olan “yasa’nın” mevcut davaya bakan makamların
yetkileri konusunda yeteri kadar net olup olmadığına dair şüphesini ifade etme
gereği duymaktadır (karşılaştırınız İtalya aleyhine N.F. davası, no 37119/97,
prg. 31, CEDH 2001-IX). Bununla birlikte, müdahalenin gerekliliği konusundaki
incelemeleri sonucunda vardığı kanaati göz önüne alan AİHM, yaptırımın yeteri
kadar öngörülebilir olup olmadığı sorusunu ele almayı gerekli görmemektedir
2. Meşru amaç
AİHM, hükümetin soruşturmayı ve bunun sonucunda ortaya çıkan
görevden alma işleminin meşruluğunu yargıçların giyim ve tutumlarına ilişkin
yükümlülüklerine dayandırdığını, oysa başvuranın sadece makyaj yapma ve giyinme
şekli üzerine yürütülen soruşturma hakkındaki şüphelerini dile getirmekle
yetindiğini gözlemlemektedir.
AİHM, Sözleşmeci Devletlerden bazılarının kamu görevlileri ve
yargıçlara giyim şekli konusunda sınırlamalar getirdiğini kaydetmektedir.
Mevcut davada yargıçlara getirilen bu yükümlülüğün temelinde, bağımsızlık
olduğu kadar kararlarının etkisini koruma düşüncesi de yatmaktadır. AİHM’nin
kanaatine göre, buradan doğan müdahale hakkı “kamu düzeninin sağlanması” ve
“başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması” gibi meşru temellere
dayanmaktadır.
3. « Demokratik bir toplumda gereklilik »
…
AİHM, mesleki ya da özel hayatında bir hakime duyulması gereken
güven ya da saygıyı engelleyecek bir tutum benimsemiş olmanın adalet kurumunun
saygınlığı üzerinde belli bir etkisi olduğunu kabul etmektedir. Bununla
birlikte, bir kamu görevlisinin özel hayatına ilişkin davalarda, bu kişinin
belirli bir ölçüde özel hayatına ilişkin tutumlarının sonucunu öngörebilmesi ve
gerektiğinde uygun güvencelerden yararlanabilmesi gerekmektedir. Özellikle
mesleki hayat ile özel hayatın kelimenin dar anlamıyla üst üste geldiği ve bir
bireyin bazen hangi boyutta hareket ettiğinin tespit edilmesinin ne kadar zor
olduğu göz önüne alındığında, bu tür güvencelerin gerekliliği bariz bir şekilde
ortaya çıkmaktadır (bakınız Bigaeva, ilgili bölüm, prg. 23). AİHM’ne göre,
benzer durumlarda, bir hakimin özel hayatına ilişkin iddialara karşı
korunabilmesi için, iç hukukta, yeterli güvence teşkil eden önlemlerin mevcut
olması gerekmektedir.
Bununla birlikte, mevcut davada, her ne kadar başvurana
atfedilen bazı davranışlar, özellikle de kişisel duygularının yönlendirmesine
izin vererek karar vermesi, durum gerektirdiğinde, görevden alma gibi radikal
bir tedbiri meşrulaştırsa da, AİHM, ulusal düzeyde yürütülen soruşturmanın söz
konusu ithamları kesin olarak ortaya koymaya elverişli olmadığını tespit etmektedir.
Öte yandan, ulusal düzeyde soruşturmaya tabi tutulan birçok davranışın
başvuranın mesleki faaliyetleri ile ilgisi bulunmamaktadır. Aksine görevden
almayla sonuçlanan disiplin soruşturması sırasında başvuran çok az güvenceden
istifade edebilmiştir. Disiplin soruşturmasının başlatılmasını takiben yalnızca
ithamlar başvuranın bilgisine sunulmuştur. Müfettiş tarafından yürütülen
soruşturmada uygulanabilecek en alt sınırdaki teminatlar dahi göz ardı
edilmiştir. Ne soruşturma çerçevesinde dinlenen tanıkların ifadeleri ne de
müfettişin raporu başvuranın bilgisine sunulmamıştır. Elbette, başvuran
müfettişe ve HSYK’ya yazılı savunmasını sunabilmiştir. Ancak görevden alınma
kararı verilmeden önce ne müfettiş ne de HSYK başvuranın savunmasını bizzat
kendisinden dinlememiştir. Özellikle bu süreç sırasında gerçekleşen tek
duruşmanın, son safhada yani HSYK’nın itirazları inceleme kurulunun toplantısı
sırasında yapılması AİHM’ni hayrete düşürmektedir.
AİHM, özel hayat ve aile hayatına ilişkin iddialara dayanan
gerekçelerle itham edilen her hakimin, keyfiyeti engelleyecek güvencelere sahip
olması gerektiği görüşündedir. Bu kişinin, uygulanan tedbirin hukuka uygun olup
olmadığının tespit edilmesi ve yetkinin kötüye kullanılması halinde sorumlunun
cezalandırılması ve özellikle de ihtilafa konu tedbirin, olayın tüm yönlerini
ve ilgili mevzuatı değerlendirmeye yetkili bağımsız ve tarafsız bir organ
tarafından denetlenmesi imkânına sahip olması gerekmektedir. İlgili kişinin bu
denetim organı önünde kendi bakış açısını dile getirebileceği nizalı bir
yargılamadan yararlanabilmesi ve ilgili yetkililerin iddialarına karşı
çıkabilmesi gerekmektedir (bakınız, gerekli değişiklikler yapıldıktan sonra,
Bulgaristan aleyhine Al-Nashif davası, no 50963/99, prg. 123 ve 124, 20 Haziran
2002, ve Romanya aleyhine Lupsa davası, no 10337/04, prg. 38, CEDH 2006-VII).
Özellikle mevcut davada, ilgili şahsın görevden alınması ve görevden alınan bir
hakimin avukatlık yapma hakkını da otomatik olarak kaybedecek olması, mesleki
hayatı ve geleceği üzerinde derin bir etki yaratacağından, daha önemli hale
gelmektedir.
AİHM, karara giden süreci ve ulusal merciler tarafından verilen
kararın gerekçelerini inceledikten sonra, başvuranın özel hayatına yapılan
müdahalenin izlenen meşru amaçla orantılı olmadığı sonucuna varmaktadır.
Özellikle, başvuran AİHS’nin 8. maddesi tarafından öngörülen keyfiyete karşı
korunmadan asgari düzeyde bile yararlanamamıştır.
Dolaysıyla, bu hüküm ihlal edilmiştir.’’
O halde hâl ve eylemlerinin sıfat ve görevleri icaplarına uyup
uymadığını araştırmak suretiyle; özel yaşama yapılacak müdahalenin, hukuka
uygun kılınması için; bu müdahalenin, söz konusu testin aşamalarını karşılaması
gerekmektedir. Açıklandığı üzere söz konusu kişi kategorilerinin hâl ve
eylemlerinin sıfat ve görevleri icaplarına uygunluğu, mesleki alanın kapsamında
kaldığı kadar, özel yaşam içinde de değerlendirilebilir niteliktedir. Söz
konusu kişi kategorilerinin davranışları anılan görevin icrası adı altında
kontrol edilmek suretiyle özel yaşama müdahale edilecektir. Söz konusu görev,
şeklen kanun formunda kaleme alınmıştır ancak iptali talep edilen ibareler,
yukarıda açıklandığı üzere maddi anlamda bir kanuna tekabül etmemektedir. Yine
maddi anlamda kanunilik ilkesinin gereklerini karşılamayan ihtilaflı ibareler,
hakimlere ve savcılara duyulması gereken güven ya da saygıyı ihlal edecek
niteliktedir. Buna ilave olarak iptali talep edilen ibareler, muğlak biçimde
kaleme alınması itibarıyla; demokratik bir toplumda, öngörülebilir müdahalenin
sınırlarını aşacaktır. Söz konusu kişi kategorilerinin hâl ve eylemlerinin
sıfat ve görevleri icaplarına uygunluğu araştırılırken; ilgilinin siyasi
kimliği ve yaşam tarzı dolayısıyla şeref ve haysiyeti, adalet müfettişleri
tarafından yapılan sübjektif yorumlara konu olacaktır.
Yukarıda belirtildiği üzere ihtilaflı ibareler, söz
konusu kişi kategorilerinin özel yaşama saygı hakları ve kişisel
özerklikleri çerçevesinde korunan hayat tarzlarına ve öznel tercihlerine
demokratik bir toplumda gerekli olmayan keyfi kapsamlarda müdahale edilmesini
mümkün hale getiren bir anlam belirsizliği içermektedir. İhtilaflı ibareler
nedeniyle, uygulamada, son tahlilde, ya toplumun çoğunluğuna (doğru ya da
yanlış şekilde) izafe edilen ancak kişilerin meşru özgürlük alanlarına tecavüz
eden olgusal ya da normatif ahlaki ölçüleri ya da bizzat değerlendirici öznenin
öznel ahlaki görüşlerini esas alınacaktır. Her halükarda, hangi hukuki
standarda tekabül ettiği belirsiz olan bu görev, özel hayata saygı hakkı
bakımından demokratik toplumda gerekli olmayan, keyfi hak sınırlamalarına yol
açacaktır.
Söz konusu müdahale (maddi anlamda) kanunla öngörülmediğinden ve
demokratik bir toplumun gereklerini karşılamadığından; Anayasa’nın temel hak ve
özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırlarını düzenleyen 13’üncü maddesine de
aykırıdır. Bu durum, nihayetinde Devletin uluslararası sorumluluğunu
doğuracaktır. Bu nedenlerle iptali talep edilen ibareler, Anayasa’nın 5, 13, 17
ve 20’nci maddelerine aykırıdır.
vii)Uluslararası andlaşmaların iç hukuka
etkisi bakımından: Anayasa’nın 90’ıncı
maddesine göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin usulüne göre yürürlüğe konmuş
uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı koruyucu, kullanımını
genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar hiyerarşisinde kanunun
üstündedir. İptali talep edilen ibareler, adil yargılanma hakkına ilişkin İnsan
Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 10’uncu; Medeni ve Siyasal Haklar
Sözleşmesi’nin 14’üncü; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6’ncı; özel hayata
saygı gösterilmesini isteme hakkına ilişkin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
8’inci maddesini ihlal ettiğinden Anayasa’nın 90’ıncı maddesine de
aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle, 7531 sayılı Kanun’un 6’ncı maddesiyle
24.02.1983 tarihli ve 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu’nun başlığıyla
birlikte değiştirilen 100’üncü maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde yer
alan ‘‘hâl ve eylemlerinin sıfat ve görevleri icaplarına uyup uymadığını
araştırmak’’ ibaresi, (b) bendinde yer alan ‘‘hâl ve eylemlerinin sıfat
ve görevleri icaplarına uyup uymadığını araştırmak’’ ibaresi, Anayasa’nın
Başlangıç bölümüne, 2, 5, 7, 9, 10, 13, 17, 20, 36, 40, 90, 123, 138, 139, 140
ve 144’üncü maddelerine aykırıdır; anılan ibarelerin iptali gerekir.
b) 07.11.2024
tarihli ve 7531 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un
6’ncı maddesiyle 24.02.1983 tarihli ve 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar
Kanunu’nun başlığıyla birlikte değiştirilen 100’üncü maddesinin birinci
fıkrasının (f) bendinde yer alan ‘‘diğer mevzuatta gösterilen veya Bakan
tarafından verilen benzeri görevleri’’ ibaresi ile ikinci fıkrasının
Anayasa’ya aykırılığı
Değişik 100’üncü maddenin birinci fıkrasının (f) bendine göre
adalet müfettişleri kanun ve diğer mevzuatta gösterilen veya Bakan tarafından
verilen benzeri görevleri yapmakla görevlidir.
Değişik 100’üncü maddenin ikinci fıkrasına göre adalet
müfettişlerinin çalışma yöntemleri ile denetim, araştırma, inceleme ve
soruşturmaların yapılmasına ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle
düzenlenecektir.
Ancak adalet müfettişlerinin diğer mevzuatta gösterilen veya
Bakan tarafından verilen benzeri görevleri yapmakla görevli kılınması ve adalet
müfettişlerinin çalışma yöntemleri ile denetim, araştırma, inceleme ve
soruşturmaların yapılmasına ilişkin usul ve esasların yönetmelikle
düzenlenmesi, Anayasa’ya aykırıdır.
i)Adalet hizmetlerinin denetiminde
kanunilik ilkesi bakımından: Anayasa’nın 144’üncü
maddesinde adalet hizmetleri ile savcıların idarî görevleri yönünden Adalet
Bakanlığınca denetiminin, adalet müfettişleri ile hâkim ve savcı mesleğinden
olan iç denetçiler; araştırma, inceleme ve soruşturma işlemlerinin ise adalet
müfettişleri eliyle yapılacağı; buna ilişkin usul ve esasların kanunla
düzenleneceği açıkça kurala bağlanmıştır. Burada yer alan kanuni düzenleme
ilkesi, adalet hizmetlerinin denetimi bakımından temel ilkelerin ve çerçevenin
açık, anlaşılır biçimde kanunla belirlenmesini ifade etmektedir.
Anayasa Mahkemesi’nin 2018/118 E. sayılı Kararı ile bunun
bilincinde olan kanun koyucu, anılan 100’üncü maddenin birinci fıkrasında
adalet müfettişlerinin görevlerini kanun düzeyinde net bir şekilde bentler
halinde saymıştır. Ne var ki kanun koyucu, bu bilinçten uzaklaşarak bir yandan
adalet müfettişlerinin diğer mevzuatta gösterilen veya Bakan tarafından verilen
benzeri görevleri yapacağını kurala bağlamış diğer yandan adalet
müfettişlerinin çalışma yöntemleri ile denetim, araştırma, inceleme ve
soruşturmaların yapılmasına ilişkin usul ve esasların yönetmelikle
düzenleneceğini hüküm altına almıştır.
Başka bir anlatımla diğer mevzuatta gösterilen görevler, kanun
altında kalan düzenleyici ve dahi diğer birel işlemlerde (Cumhurbaşkanlığı
Kararnamesi, Tüzük, Yönetmelik, Tebliğ, Sirküler vb.) gösterilen görevlere
işaret etmektedir. Bunun, kanunilik ilkesi ile şekli bakımdan bağdaşır bir yanı
bulunmamaktadır. Yine Bakan tarafından verilen benzeri görevlerin ne olduğu
belirsizdir ve Bakanın tesis edeceği idari işlemler, kanun altı formdadır.
Bununla birlikte adalet müfettişlerinin çalışma yöntemleri ile
denetim, araştırma, inceleme ve soruşturmaların yapılmasına ilişkin usul ve
esaslar; görevlerinin yürütülmesine ilişkin prosedürdür. Bunların genel
çerçevesinin kanun düzeyinde belirlenmemesi, görevlerin icra ediliş biçimine
etki edeceğinden; burada da kanunilik kaydı şekli bakımdan karşılanmamıştır.
Bu nedenle iptali talep edilen ibare ve fıkra, Anayasa’nın
144’üncü maddesine aykırıdır.
ii)Hukuk devleti ile idarenin kanuniliği
ilkesi bakımından: Hukuk devleti, bütün işlem
ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan,
her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek
sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa’ya aykırı durum
ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, Anayasa’ya ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren,
yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda
olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasa’nın bulunduğu bilinci olan devlettir (Anayasa
Mahkemesi’nin 02.06.2009 tarihli ve 2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı Kararı).Anayasa’nın
123’üncü maddesinde yer alan idarenin kanuniliği ilkesinin iki boyutu
bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin secundumlegem özelliğidir (kanuna
dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin düzenleme yetkisi kanundan
kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intralegem özelliğidir (kanuna
aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve eylemleri kanunun
çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır.
Bu nedenle adalet müfettişlerinin ‘‘görevlerinin’’ ve ‘‘çalışma
yöntemleri ile denetim, araştırma, inceleme ve soruşturmaların yapılmasına
ilişkin usul ve esaslar hakkında çıkarılacak yönetmeliğin’’ kanuna dayanması ve
aykırı olmaması için, kanunda bunların usul ve esaslarının genel çerçevesinin
net, açık, anlaşılabilir şekilde çizilmesi gerekir.
Ne var ki yukarıda açıklandığı üzere temel çerçeve çizmeksizin
adalet müfettişlerinin diğer mevzuatta gösterilen veya Bakan tarafından verilen
benzeri görevleri yapacağı kurala bağlanmış ve yine temel çerçeve çizmeksizin
adalet müfettişlerinin çalışma yöntemleri ile denetim, araştırma, inceleme ve
soruşturmaların yapılmasına ilişkin usul ve esasların yönetmelikle
düzenleneceği hüküm altına alınmıştır. Bu noktada idare, keyfi uygulamalara
neden olabilecek sınırsız takdir yetkisine istinaden bir taraftan görevleri;
diğer taraftan çalışma yöntemleri ile denetim, araştırma, inceleme ve
soruşturmaların yapılmasına ilişkin usul ve esasları belirleyebilecektir.
İdarenin, söz konusu diğer mevzuatı, (Adalet Bakanının) kararı, yönetmeliği,
tek başına ve kısa vadelerde değiştirme olasılığı da; öngörülebilirliği ortadan
kaldırmaktadır.
O halde iptali talep edilen ibarenin yer aldığı bent hükmüyle ve
iptali talep edilen fıkra hükmüyle, hukuk devleti ilkesinin aksine;
*idareye (diğer mevzuatı çıkarmaya yetkili mercie söz gelimi
Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ise Cumhurbaşkanına; Tebliğ ise Adalet
Bakanlığına) diğer mevzuatta gösterilecek görevleri belirleme,
*Adalet Bakanına benzeri görev verme,
*Adalet Bakanlığına adalet müfettişlerinin çalışma yöntemleri
ile denetim, araştırma, inceleme ve soruşturmaların yapılmasına ilişkin usul ve
esasları (yönetmelikle) belirleme
hususlarında kanuni genel çerçeve – objektif kıstas
olmaksızın ve dolayısıyla keyfi davranmasına neden olabilecek biçimde takdir
yetkisi tanınmak suretiyle; Anayasa’nın 2 ve 123’üncü maddeleri ihlal
edilmiştir.
iii)Yasama yetkisinin devredilmezliği
bakımından: Anayasa’nın 7’nci maddesinde temelini bulan yasama yetkisinin
devredilmezliği ilkesine göre yasama yetkisi yalnız Türkiye Büyük Millet
Meclisi’ne aittir. Bu nedenle idareye düzenleme yetkisi veren bir yasa
kuralının temel ilkeleri ortaya koyması ve çerçeveyi çizmesi gerekir. Diğer bir
deyişle idareye sınırsız ve belirsiz bir düzenleme yetkisi bırakılamaz ve
idarenin yönetmelikle düzenleme yapma yetkisini öngören şekli anlamda kanunun,
maddi anlamda kanun niteliklerini de haiz olması gerekir. Nitekim idarenin
düzenleme yetkisi; sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yasa ile
yetkilendirme, Anayasa’nın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamını
taşımamaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin 02.05.2008 tarihli ve 2005/68 E.;
2008/102 K. sayılı Kararı).İptali talep edilen ibarenin yer aldığı bent ve
iptali talep edilen fıkra hükmünde olduğu gibi temel ilkeleri belirlenmeksizin
ve çerçevesi çizilmeksizin;
*idareye (diğer mevzuatı çıkarmaya yetkili mercie söz gelimi
Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ise Cumhurbaşkanına; Tebliğ ise Adalet
Bakanlığına) diğer mevzuatta gösterilecek görevleri belirleme,
*Adalet Bakanına benzeri görev verme,
*Adalet Bakanlığına adalet müfettişlerinin çalışma yöntemleri
ile denetim, araştırma, inceleme ve soruşturmaların yapılmasına ilişkin usul ve
esasları (yönetmelikle) belirleme
yetkisi veren bir yasa, fonksiyon gasbına yol açması itibariyle
Anayasa’nın yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesini öngören 7’nci maddesine
aykırılık oluşturur.
. Tüm bu nedenlerle 7531 sayılı Kanun’un
6’ncı maddesiyle 24.02.1983 tarihli ve 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar
Kanunu’nun başlığıyla birlikte değiştirilen 100’üncü maddesinin birinci
fıkrasının (f) bendinde yer alan ‘‘diğer mevzuatta gösterilen veya Bakan
tarafından verilen benzeri görevleri’’ ibaresi ile ikinci fıkrası,
Anayasa’nın 2, 7, 123 ve 144’üncü maddelerine aykırıdır; anılan ibarenin ve
fıkranın iptali gerekir.
5) 07.11.2024
tarihli ve 7531 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un
7’nci maddesiyle 2802 sayılı Kanun’un başlığıyla birlikte değiştirilen 101’inci
maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde yer alan ‘‘gereken bilgileri’’
ibaresi ile ikinci fıkrasında yer alan ‘‘her türlü bilgi ve belgeyi’’ ibaresinin
Anayasa’ya aykırılığı
7531 sayılı Kanun’un 7’nci
maddesiyle 2802 sayılı Kanun’un 101’inci maddesi, başlığıyla birlikte
değiştirilmiştir. Adalet müfettişlerinin yetkilerini düzenleyen değişik
101’inci maddenin
-Birinci fıkrasına göre adalet müfettişleri görevlerini yerine
getirirken aşağıdaki yetkileri haizdir:
a) Araştırma, inceleme ve soruşturmalarda, lüzum gördükleri
kimseleri yeminle dinleyebilir, gerektiğinde istinabe yoluna başvurabilir,
sübut delilleri ile gereken bilgileri kamu kurum, kurul ve kuruluşlarından
doğrudan toplayabilir. Ancak iptali talep edilen ibare ile hiçbir sınır
olmaksızın adalet müfettişlerinin gereken bilgileri kamu kurum, kurul ve
kuruluşlarından doğrudan toplaması, Anayasa’ya aykırıdır.
b) İnceleme ve soruşturmalarda, bu Kanunda verilen yetkilere
ilave olarak 5271 sayılı Kanuna göre işlem yapabilir; kanunlarda kendilerine ve
Cumhuriyet savcısına, soruşturmanın yürütülmesiyle ilgili tanınan tüm yetkileri
kullanabilir. 5271 sayılı Kanunda gecikmesinde sakınca bulunan hâllere ilişkin
olmak üzere Cumhuriyet savcısına tanınan yetkiler bu hükmün dışındadır.
c) Denetleme, araştırma, inceleme ve soruşturma işlemlerinde
gerektiğinde UYAP ile ses ve görüntü bilişim sistemini kullanabilir.
-İkinci fıkrasına göre
adalet müfettişlerince yapılacak denetim, araştırma, inceleme ve
soruşturmalarda ilgili kuruluş ve kişiler istenecek her türlü bilgi ve belgeyi
vermekle yükümlüdür. Ancak iptali talep edilen ibare ile hiçbir sınır
olmaksızın adalet müfettişlerince yapılacak denetim, araştırma, inceleme ve soruşturmalarda
ilgili kuruluş ve kişilerin istenecek her türlü bilgi ve belgeyi vermekle
yükümlü kılınması, Anayasa’ya aykırıdır.
i)Kişisel verilen korunması hakkı ile
temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırları bakımından:
Adalet müfettişlerinin araştırma, inceleme ve soruşturmalarda kamu kurum, kurul
ve kuruluşlarından doğrudan toplayabileceği gereken bilgilerin kapsamında ve
adalet müfettişlerince yapılacak denetim, araştırma, inceleme ve
soruşturmalarda ilgili kuruluş ve kişilerin istenildiği takdirde vermekle
yükümlü kılındığı her türlü bilgi ve belgenin kapsamında bulunacak
veriler; (söz gelimi hakim ve savcıların diplomaları, sertifikaları, sağlık
durumu, yaşı, adli sicil kaydı, fiziki durumu, yabancı dil puanı, mesleğe giriş
sınav puanı, aile durumu, araştırmaya-incelemeye-soruşturmaya konu eylemin
niteliğini tespit etmeye yarar söz gelimi whatsapp yazışmaları), kişiyi belirli, belirlenebilir kıldığından; kişisel
veri niteliğindedir.
Nitekim Anayasa Mahkemesi’ne göre ‘‘... Bu bağlamda adı, soyadı, doğum tarihi ve doğum yeri gibi bireyin
sadece kimliğini ortaya koyan bilgiler değil; telefon numarası, motorlu taşıt
plakası, sosyal güvenlik numarası, pasaport numarası, özgeçmiş, resim, görüntü
ve ses kayıtları, parmak izleri, IP adresi, e-posta adresi, hobiler, tercihler,
etkileşimde bulunulan kişiler, grup üyelikleri, aile bilgileri, sağlık
bilgileri gibi kişiyi doğrudan veya dolaylı olarak belirlenebilir kılan tüm
veriler” kişisel veri olarak kabul
edilmektedir (E. 2013/122, K. 2014/74, 9.4.2014; E. 2014/149, K. 2014/151,
2.10.2014; E. 2013/84, K. 2014/183, 4.12.2014; E. 2014/74, K. 2014/201,
25.12.2014; E. 2014/180, K. 2015/30, 19.3.2015; E. 2015/32, K. 2015/102,
12.11.2015).
Kişisel verilerin korunması, Anayasal düzeyde (20’nci madde)
özel hayatın gizliliği hakkına ilişkindir. Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin bir
kararının müteallik bölümü:
‘‘Özel hayatın
gizliliği ve kişisel verilerin korunması hakkı, temel hak ve özgürlükler
arasında önemli bir yer tutar. Özel hayatın gizliliğinin korunması, bu hayatın
başkalarının gözleri önüne serilmemesi demektir. Kişinin özel hayatının, yalnız
kendisi veya kendisinin bilmesini istediği kimseler tarafından bilinmesini
isteme hakkı, kişinin temel haklarından biridir ve bu niteliği nedeniyle insan haklarına
ilişkin beyanname ve sözleşmelerde de yer almış; demokratik ülkelerin
mevzuatında açıkça belirlenen istisnalar dışında devlete, topluma ve diğer
kişilere karşı korunmuştur. Kişisel verilerin korunması hakkı ise özel hayatın
gizliliği hakkının özel bir biçimi olarak bireyin hak ve özgürlüklerini kişisel
verilerin işlenmesi sırasında korumayı amaçlamaktadır. Öte yandan kişisel
verilerin korunması hakkı sınırsız olmayıp bu hakkın Anayasa’da güvence altına alınan diğer temel hak ve özgürlüklerin korunması
veya Anayasa’nın devlete bir görev olarak yüklediği millî güvenliğin, kamu
düzeninin ve kamu güvenliğinin korunması gibi nedenlerle sınırlandırılması
mümkündür. Ancak bu sınırlama yapılırken temel hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılması rejimini belirleyen Anayasa’nın 13. maddesine de uyulması
gerekmektedir.’’
şeklindedir (Anayasa
Mahkemesi’nin 24.07.2019 tarihli ve 2017/16 E.; 2019/64 K. No’lu Kararı,§ 48,
49, 50).
Anayasa’nın temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının
sınırlarını düzenleyen 13’üncü maddesinin ilk cümlesi uyarınca, “Temel hak
ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili
maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir”.
Anayasa’nın 20’nci maddesinin üçüncü fıkrasının son iki cümlesine göre, “Kişisel
veriler, ancak kanunda öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla
işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına ilişkin esas ve usuller kanunla
düzenlenir”. Ancak iptali talep edilen ibarelerin yer aldığı
düzenlemelerle;
*Adalet müfettişleri; araştırma, inceleme ve soruşturmalarda, gereken
bilgileri kamu kurum, kurul ve kuruluşlarından doğrudan toplamakla yetkili
kılınmış ve fakat bu yetkisi, kişisel verilerin korunmasını sağlayacak usuli
güvencelerle kayıtlanmamıştır.
*İlgili kuruluş ve kişilerin adalet müfettişlerinin istedikleri
her türlü bilgi ve belgeyi vermekle yükümlü olduğu kurala bağlanmış ve fakat bu
yetkisi, kişisel verilerin korunmasını sağlayacak usuli güvencelerle
kayıtlanmamıştır.
Bu bağlamda 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’nun
adalet müfettişlerini, ilgili kuruluş ve kişileri kanuni ölçütlerle
kayıtlayacağı ileri sürülebilir ise de; 6698 sayılı Kanun, genel hüküm
niteliğini haiz olup; hakim ve savcıların idari yönden denetiminin özellikli durumu
nazara alındığında; 7531 sayılı Kanun bakımından özel hüküm düzenlenmesi
gerekmektedir.
Diğer bir deyişle adalet müfettişlerinin ‘‘araştırma, inceleme
ve soruşturmalarda kamu kurum, kurul ve kuruluşlarından doğrudan
toplayabileceği gereken bilgilerin kapsamının’’ ve ‘‘adalet müfettişlerince
yapılacak denetim, araştırma, inceleme ve soruşturmalarda ilgili kuruluş ve
kişilerin istenildiği takdirde vermekle yükümlü kılındığı her türlü bilgi ve
belgenin kapsamının’’ ne olduğuna, bu bilgi ve belgelere konu verilerin nasıl /
ne kadar süre ile kaydedileceğine, analiz edileceğine, muhafaza edileceğine,
kim tarafından imha edileceğine, kurum ve kuruluşlarla
paylaşılmasına; amacı dışında kullanılmamasına, siber güvenliğinin
sağlanmasına; bunlara resmi makamların keyfi müdahalesinin önlenmesine;
bunlardan suret alınmasına; ilgililer tarafından başvuru usullerine (vb.)
ilişkin kanun düzeyinde hiçbir kıstas, kanuni güvence öngörülmemiştir.
İptali talep edilen ibarelere konu hiçbir sınırlandırmaya tabi
olmayan söz konusu müdahaleler, kişisel verilerin korunması hakkını tamamen
savunmasız bırakmakta, keyfiliğe açık hale getirmekte ve yasallık ilkesini
zedelemektedir.
Ölçülülük ilkesi
gereğince kişisel verilerin korunması hakkına yapılan söz konusu müdahalede;
amaç ve araç ilişkisi bakımından, aracın (adalet müfettişlerinin araştırma,
inceleme ve soruşturmalarda, gereken bilgileri kamu kurum, kurul ve
kuruluşlarından doğrudan toplayabilmesi ile adalet müfettişlerince
yapılacak denetim, araştırma, inceleme ve soruşturmalarda ilgili kuruluş ve
kişiler istenecek her türlü bilgi ve belgeyi vermekle yükümlü kılınması),
amacı (araştırma, inceleme ve soruşturmalar sonucunda idari işlem tesis etmeye
yetkili merciin mevzuunun tüm boyutlarına hakim olması ve bu suretle duruma
uygun düşen en makul yaptırımın uygulanabilmesi) gerçekleştirmeye elverişli,
gerekli olması ve amaç ile araç arasında orantı bulunması gerekmektedir. Ancak
adalet müfettişlerinin gereken bilgileri doğrudan toplayabilmesine yönelik usul
ve esaslar ile ilgili kuruluş ve kişilerin her türlü bilgi ve belgeyi vermesine
ilişkin esas ve usullerin şeffaf ve objektif biçimde kanun düzeyinde
belirlenmemesi; aracı, amacı gerçekleştirmeyi elverişsiz hale getirmektedir.
İhtilaflı düzenlemelerle kişisel verilerin korunmasını isteme hakkı kanun
düzeyinde güvencelenmediğinden temel bir hakkın keyfî şekilde sınırlanabilmesi
öngörülmektedir.
Diğer bir deyişle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) göre,
kişinin özel hayatına ilişkin verilerin yalnızca kaydedilmesi, işlenmeseler dahi,
özel hayat hakkına müdahale oluşturur (S. ve Marper/Birleşik Krallık, 4
Aralık 2008, başvuru no : 30562/04 ve 30566/04 , p.67). İptali talep edilen
ibarelere konu kişisel verilere ilişkin olarak, Sözleşme’nin 8’inci maddesinin
ikinci fıkrasında yer alan hak sınırlama ölçütleriyle uyumlu bir düzenleme
yapılmamıştır. Söz konusu düzenlemelerin özel hayat hakkına getirdiği
sınırlama, kanunilik ilkesinin gerektirdiği şekilde yeterli hukuki belirlilik
ve güvence içermediği gibi, demokratik toplumda orantılı bir tedbir de
değildir. Kanunilik ve elverişlilik ölçütleriyle uyumlu olmayan düzenleme,
AİHS’nin 8’inci maddesinin uygulanmasında özel hayat hakkıyla toplumun
bütününün çıkarları arasında adil bir denge kurulması gerekliliğine işaret eden
AİHM perspektifine aykırıdır (Birçok karar arasında bkz. mesela: AİHM, X, Y
ve Z/Birleşik Krallık, 22 Nisan 1997, başvuru no: 21830/93, p.41). İptali
talep edilen ibareler, özel hayat hakkının ancak AİHS’nin 8’inci maddesinin
ikinci fıkrasındaki kanunilik ve demokratik toplumda elverişlilik ölçütlerini
de ihlal etmektedir. Bu nedenlerle anılan ibareler, Anayasa’nın 13 ve 20’nci
maddelerine aykırıdır.
ii)Uluslararası andlaşmaların iç hukuka
etkisi bakımından: Anayasa’nın 90’ıncı
maddesine göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin usulüne göre yürürlüğe konmuş
uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı koruyucu, kullanımını
genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar hiyerarşisinde kanunun
üstündedir. İptali talep edilen ibareler, kişisel verilerin korunması
hakkına ilişkin İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin
12’nci; Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
8’inci maddelerini ihlal ettiğinden Anayasa’nın 90’ıncı maddesine de aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle, 7531 sayılı Kanun’un 7’nci
maddesiyle 2802 sayılı Kanun’un başlığıyla birlikte değiştirilen 101’inci
maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde yer alan ‘‘gereken bilgileri’’
ibaresi ile ikinci fıkrasında yer alan ‘‘her türlü bilgi ve belgeyi’’ ibaresi,
Anayasa’nın 13, 20 ve 90’ıncı maddelerine aykırıdır; anılan ibarelerin iptali
gerekir.
6) 07.11.2024
tarihli ve 7531 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un
11’inci maddesiyle 4721 sayılı Kanun’un 291’inci maddesinin değiştirilen
birinci fıkrasının Anayasa’ya aykırılığı
4721 sayılı Kanun’un 291’inci maddesi, soybağının reddi
davasında diğer ilgililerin dava hakkını düzenlemektedir. Bu maddenin birinci
fıkrasına göre dava açma süresinin geçmesinden önce kocanın ölmesi veya
gaipliğine karar verilmesi ya da sürekli olarak ayırt etme gücünü kaybetmesi
hâllerinde kocanın altsoyu, anası, babası veya baba olduğunu iddia eden kişi,
doğumu ve kocanın ölümünü, sürekli olarak ayırt etme gücünü kaybettiğini veya
hakkında gaiplik kararı alındığını öğrenmelerinden başlayarak bir yıl içinde
soybağının reddi davasını açabilecektir. Anılan fıkra, somut norm denetimi
yoluyla Anayasa Mahkemesi huzuruna gelmiş ve Anayasa Mahkemesi, anılan fıkrayı
“baba olduğunu iddia eden kişi,” ibaresi yönünden incelemiştir.
Bu kapsamda söz konusu ibareyi baba olduğunu iddia eden kişinin
soybağının reddi davasını açabilmesinin, dava açma süresinin geçmesinden önce
kocanın ölmesi veya gaipliğine karar verilmesi ya da sürekli olarak ayırt etme
gücünü kaybetmesi şartına bağlanmasının ve baba olduğunu iddia eden kişinin
doğumu ve kocanın ölümünü, sürekli olarak ayırt etme gücünü kaybettiğini veya
hakkında gaiplik kararı alındığını öğrenmesinden başlayarak bir yıl içinde
soybağının reddi davasını açmaması durumunda anılan davayı açma hakkı
düşmesinin; Anayasa’nın 20 ve 40’ıncı maddelerine aykırı olduğundan bahisle
iptal etmiştir (23.01.2024 tarihli ve 2023/135 E.; 2024/18 K. sayılı Kararı).
Kanun koyucu ise, 7531 sayılı Kanun’un 11’inci maddesiyle bahsi
geçen fıkrayı değiştirmiştir. Her ne kadar bu düzenleme, bir değişiklik olarak
adlandırılsa da; kanun koyucu, bahsi geçen fıkrada kelimelerin yerini oynatarak
(‘‘kocanın altsoyu, anası, babası’’ ile ‘‘baba olduğunu iddia eden
kişi’’ ibarelerinin yerini değiştirerek); iptal edilen) lafzı aynen
kanunlaştırmıştır. Buna gerekçe olarak da şunu göstermiştir:
‘‘Maddeyle, 4721 sayılı Kanunun 291 inci maddesinin birinci
fıkrası değiştirilmektedir.
Anayasa Mahkemesinin 23/1/2024 tarihli ve E: 2023/135; K:
2024/18 sayılı kararıyla, Türk Medeni Kanununun 291 inci maddesinin “Dava açma
süresinin geçmesinden önce kocanın ölmesi veya gaipliğine karar verilmesi ya da
sürekli olarak ayırt etme gücünü kaybetmesi hâllerinde kocanın altsoyu, anası,
babası veya baba olduğunu iddia eden kişi, doğumu ve kocanın ölümünü, sürekli
olarak ayırt etme gücünü kaybettiğini veya hakkında gaiplik kararı alındığını
öğrenmelerinden başlayarak bir yıl içinde soybağının reddi davasını açabilir.”
şeklindeki birinci fıkrası, “baba olduğunu iddia eden kişi” yönünden iptal
edilmiş ve iptal kararının Resmî Gazete’de yayımlanmasından başlayarak dokuz ay
sonra yürürlüğe girmesine karar verilmiştir. Söz konusu iptal kararı, 6/3/2024 tarihli
ve 32481 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanmıştır.
Anayasa Mahkemesinin iptal kararında, baba olduğunu iddia eden
kişinin özel hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkının ihlal edildiğini
ileri sürebileceği etkili bir başvuru yolunun bulunmadığı gerekçesiyle başvuru
hakkının zedelendiği belirtilmiştir.
4721 sayılı Kanunun, babalık karinesini düzenleyen 285 inci
maddesine göre, evlilik devam ederken veya evliliğin sona ermesinden başlayarak
üçyüz gün içinde doğan çocuğun babası kocadır. Babalık karinesi, Kanunun 286
ncı maddesi ve şartları oluştuğunda 291 inci maddesi uyarınca açılan soybağının
reddi davasıyla çürütülebilmekte ve soybağı düzeltilebilmektedir. Bu hükümler,
Anayasanın 41 inci maddesinde Türk toplumunun temeli olarak kabul edilen
ailenin korunmasına hizmet etmektedir. Bu kapsamda, evlilik devam ettiği
müddetçe, baba olduğunu iddia eden üçüncü bir kişiye doğrudan soybağının reddi
davası açma hakkı verilmemiştir. Zira herhangi bir ön şart aranmaksızın
soybağının reddi davası açma hakkı verilmesi durumunda mahkemece söz konusu
iddianın araştırılması ve davanın sonuçlandırılması gerekecektir. Evlilik
birliği devam ederken baba olduğunu iddia eden kişinin soybağının reddi
davasını doğrudan açabilmesi, aile kurumunu dışarıdan müdahaleye açık hale getirecek
ve Türk toplumunun temeli olan aile kurumuna ve bütünlüğüne büyük zararlar
verebilecektir.
Bu nedenle, Anayasanın 41 inci maddesinde hüküm altına alınan
ailenin Türk toplumunun temeli olduğu ilkesi esas alınarak, aile bütünlüğünün
korunması, aile kurumunun dışarıdan müdahaleye açık hale getirilmemesi ve aile
bireylerinin özel hayatlarına saygı gösterilmesi hakkının korunması amacıyla,
Anayasa Mahkemesince iptal edilen 4721 sayılı Kanunun 291 inci maddesinin
birinci fıkrası yeniden düzenlenmektedir.
Düzenlemeyle, dava açma süresinin geçmesinden önce kocanın
ölmesi veya gaipliğine karar verilmesi ya da sürekli olarak ayırt etme gücünü
kaybetmesi hâllerinde baba olduğunu iddia eden kişiye, kocanın altsoyuna,
anasına veya babasına, doğumu ve kocanın ölümünü, sürekli olarak ayırt etme
gücünü kaybettiğini veya hakkında gaiplik kararı alındığını öğrenmelerinden
başlayarak bir yıl içinde soybağının reddi davasını açma hakkı tanınmaktadır.’’
Gerekçesinden açıkça
anlaşılacağı üzere; kanun koyucu, Anayasa Mahkemesi’nin kararının isabetli
olmadığını ileri sürerek iptal edilen ibareyi, fıkranın lafzında aynen
korumuştur. Bu durum, öncelikle Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı
ilkesine ters düşmektedir.
Öte yandan bahsi geçen iptal
kararı, somut norm denetimine ilişkin olduğundan; inceleme, sadece baba
olduğunu iddia eden kişi yönünden yapılabilmiştir. Ancak Anayasa Mahkemesi’nin
ortaya koyduğu Anayasa’ya aykırılık gerekçeleri, mutatis mutandis kocanın
altsoyu, anası veya babası bakımından da geçerlidir. Bu bağlamda iptal
talebimizin konusunu, fıkranın tamamı oluşturmaktadır.
i) Özel hayata saygı
gösterilmesini isteme hakkı ile etkili başvuru hakkı bakımından; Anayasa’nın
20’nci maddesinde herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini
isteme hakkına sahip olduğu hüküm altına alınmıştır. Bunu sağlamanın
yollarından biri de Anayasa’nın 40’ncı maddesinde güvencelenen etkili başvuru
hakkıdır. Bu bağlamda özel hayatına müdahale edildiğini düşünen bir kimse, adli
ve idari merciiler önünde; bu müdahalenin men’ini talep edebilecektir.
O halde bahsi geçen 291’inci
maddeye konu (kısaca baba ile çocuk arasındaki geçerli olan babalık karinesinin
çürütülerek, TMK’deki özel hükümlere istinaden kurulan soybağının ortadan
kaldırılmasına yönelik) soybağının reddi davası, bundan etkilenen kişilerin
(özel hayata saygı gösterilmesini isteme) haklarını korumaya yönelik bir
enstrümandır. Başka bir anlatımla soybağı, gerek mirasçılık gerek nesep gerek
ailenin / çocuğun korunması bakımından birçok kişiye tesir etmektedir. Bunun
farkında olan kanun koyucu, soybağının reddi davası bakımından sınırlı sayıda
kişiye (etkili başvuru hakkına istinaden) dava açma hakkı tanımıştır: baba
olduğunu iddia eden kişi, kocanın altsoyu, anası veya babası.
Ancak kanun koyucu, bu
kişilerin dava açabilmesi bakımından bir ön şart öngörmüştür: dava açma
süresinin geçmesinden önce kocanın ölmesi veya gaipliğine karar verilmesi ya da
sürekli olarak ayırt etme gücünü kaybetmesi hâllerinin varlığı.
Dahası hak düşürücü süre
tayin etmiştir: doğumu ve kocanın ölümünü, sürekli olarak ayırt etme gücünü
kaybettiğini veya hakkında gaiplik kararı alındığını öğrenmelerinden başlayarak
bir yıllık süre.
Elbette kanun koyucu, dava
açma hakkı bakımından birtakım ön şartlar ve hak düşürücü süreler öngörebilir.
Ancak bunların, dava açma ehliyetine sahip kimsenin bizatihi kendisine isnad
ettirilmesi gerekir. Aksi halde bir kimse somut – fiziki olarak içinde
bulunmadığı bir olayın gerçekleşmesinden yahut gerçekleşmemesinden dolayı; dava
açabilecek yahut açamayacaktır. Bu ise demokratik bir toplumda olmayacak
biçimde etkili başvuru hakkına ve dolayısıyla etkili başvuru hakkının
kullanılmasıyla temin edilen özel hayata saygı gösterilmesini isteme hakkına
bir müdahale oluşturacaktır.
Eldeki dava konusu da bu
müdahalenin kapsamındadır. Zira ‘‘dava açma süresinin geçmesinden önce
kocanın ölmesi veya gaipliğine karar verilmesi ya da sürekli olarak ayırt etme
gücünü kaybetmesi hâllerinin varlığı’’ ve ‘‘(doğum hariç) bu hallerden
türetilen bir yıllık süre’’ ile ‘‘baba olduğunu iddia eden kişi, kocanın
altsoyu, anası veya babası’’ arasında bir ilgi bulunmamaktadır. Kanun
koyucu eliyle doğal-somut-fiziki olarak bir bağlantı olmamasına rağmen; dava
ehliyeti, bunlara istinaden düzenlenmiş ve Anayasa’nın 20’nci maddesi bağlamında
40’ıncı maddesi ihlal edilmiştir. (Doğumun öğrenilmesinden itibaren başlayacak
bir yıllık sürenin ön şartı da; diğer başlangıç tarihleriyle aynı ön şarta
bağlandığından; bu ön şartın iptali ile birlikte ‘‘doğumu’’
ibaresinin de uygulama kabiliyeti kalmayacaktır.)
Anayasa Mahkemesi’nin
2023/135 E. sayılı Kararının gerekçesi, mutatis mutandis eldeki somut
olaya uyarlandığında şu sonuç ortaya çıkacaktır:
‘‘…
22. Anayasa’nın “Özel hayatın
gizliliği” başlıklı 20’nci maddesinin
birinci fıkrasında “Herkes, özel hayatına ve aile hayatına
saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının
gizliliğine dokunulamaz.” denilmiştir.
23. Danışma Meclisinin kabul ettiği metnin
gerekçesinde özetle, anılan maddeyle kişinin özel hayatının
korunmakta olduğu, kişinin özel hayatının ferdî hayat ve bununla bir bütünü
teşkil eden aile hayatından oluştuğu, bu anlamda özel hayatın korunmasının her
şeyden önce özel hayatın gizliliğinin korunması, başkalarının gözleri önüne
serilememesi anlamına geldiği, ayrıca resmî makamların özel hayata müdahale
edememesinin, başka bir ifadeyle kişinin ferdî ve aile hayatını kendi anladığı
gibi düzenleyip yaşayabilmesinin özel hayatın korunmasının diğer bir yönünü
oluşturduğu ve maddenin birinci fıkrasında bu hususun da hükme bağlandığı ifade
edilmiştir.
24. Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru alanında verdiği
kararlarda sıkça vurgulandığı üzere özel hayat
kavramı eksiksiz bir tanımı bulunmayan, geniş bir kavramdır. Bu kapsamda
korunan hukuki değer esasen kişisel bağımsızlıktır. Özel hayata saygı hakkının
kapsamının belirlenmesinde bireyin kişiliğini geliştirmesi ve
gerçekleştirmesi kavramı temel alınmaktadır. Anılan hak; herkesin
istenmeyen bütün müdahalelerden uzak, kendine özel bir ortamda yaşama hakkına
sahip olduğuna işaret etmekle birlikte kişiliğin serbestçe geliştirilmesiyle
uyumlu birçok hukuki menfaati de içermektedir (Serap Tortuk, B. No:
2013/9660, 21/1/2015, §§ 31-36; Bülent Polat, B. No: 2013/7666,
10/12/2015, §§ 61-63; Tevfik Türkmen [GK], B. No: 2013/9704, 3/3/2016,
§§ 50-52; Ata Türkeri, B. No: 2013/6057, 16/12/2015, §§ 30-32).
25. Kuralda, baba olduğunu iddia eden kişinin,
kocanın altsoyunun, anası veya babasının soybağının reddi davasını ancak
dava açma süresinin geçmesinden önce kocanın ölmesi veya gaipliğine karar
verilmesi ya da sürekli olarak ayırt etme gücünü kaybetmesi hâlinde ve doğum
ile kocanın ölümünü, sürekli olarak ayırt etme gücünü kaybettiğini veya
hakkında gaiplik kararı alındığını öğrenmesinden başlayarak bir yıl içinde
açabileceği öngörülmüştür.
26. Yasal karine uyarınca çocuğun babası olduğu
kabul edilen kişinin biyolojik açıdan çocuğun babası olmaması, başka bir deyişle
yasal baba ile biyolojik babanın farklı kişiler olması mümkündür. Bu bağlamda
soybağının reddi davası biyolojik duruma aykırı şekilde kurulan soybağı
ilişkisinin ortadan kaldırılmasını, başka bir ifadeyle babalık karinesinin
çürütülmesini sağlamaktadır. Biyolojik duruma aykırı şekilde kurulan soybağı
ilişkisinin ortadan kaldırılmasının ilgililerin (eldeki dava konusu bakımından
baba olduğunu iddia eden kişinin, kocanın altsoyunun, anası veya babasının)
anılan ilişki bağlamında özel ve aile hayatını dilediği gibi düzenleyip
yaşayabilmesi bakımından önem taşıdığı açıktır.
27. Bu itibarla söz konusu dava soybağı ilişkisinin taraflarının
özel hayat ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkıyla doğrudan
ilgilidir. Nitekim 4721 sayılı Kanun’un 286’ncı maddesinde koca ve çocuğa
soybağının reddi davasını açarak babalık karinesini çürütme imkânı tanınmıştır.
28. Öte yandan Anayasa Mahkemesi çocuk
ile biyolojik baba olmayan koca arasında kurulan soybağı ilişkisinin ortadan
kaldırılmasında çocuğun anasının da özel hayatına saygı gösterilmesini isteme
hakkı bağlamında menfaatinin bulunduğunu kabul etmiştir (AYM, E.2023/37,
K.2023/140, 26/7/2023, § 16). Ayrıca anılan
Kanun’un 291’inci maddesinin birinci fıkrasında kocanın altsoyu, anası, babası
ile baba olduğunu iddia eden kişiye de belirli şartlarla soybağının reddi
davasını açma hakkı tanınmak suretiyle anılan davanın yalnızca soybağı
ilişkisinin tarafları açısından sonuç doğurmayacağı kabul edilmiştir (AYM,
E.2023/37, K.2023/140, 26/7/2023, § 14).
29. Buna göre çocuk ile koca arasında biyolojik duruma aykırı
şekilde kurulmuş olan soybağı ilişkisinin ortadan kaldırılmasında baba olduğunu
iddia eden kişinin, kocanın altsoyunun, anası veya babasının özel hayatına
saygı gösterilmesini isteme hakkı bağlamında menfaatinin bulunmadığı
söylenemez. (Zira baba olduğunu iddia eden kişi, eğer baba ise babalık
sıfatından kaynaklı birtakım hak ve yükümlülükleri doğacak; kocanın altsoyu,
anası veya babası, çocukla birlikte mirasçı olacak yahut çocuğun varlığı
nedeniyle mirastan mahrum olacaktır.)
30. Anayasa’nın 40’ıncı maddesinin birinci fıkrasında “Anayasa
ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlâl edilen herkes, yetkili makama
geciktirilmeden başvurma imkânının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir.”
denilmiştir. Anılan hükme göre kişilerin yargı makamları ile idari makamlar
önünde haklarını arayabilmelerine kolaylık ve imkân sağlanması anayasal bir
zorunluluktur. Bu zorunluluk, temel hak ve özgürlüğü ihlal edilen ya da ihlal
edildiğini iddia eden kişilerin ilgili yargı veya idari merciler nezdinde
şikâyetlerini dile getirmesi hususunda devlete gerekli ve yeterli mekanizmaları
oluşturarak uygun koşulları sağlama yükümlülüğü getirmektedir (AYM, E.2019/102,
K.2019/99, 25/12/2019, § 16).
31. Bu çerçevede Anayasa’nın anılan maddesinde güvence altına
alınan etkili başvuru hakkı; anayasal bir hakkının ihlal edildiğini ileri süren
herkese hakkın niteliğine uygun olarak iddialarını inceletebileceği makul,
erişilebilir, etkili, ihlalin gerçekleşmesini veya sürmesini engellemeye ya da
sonuçlarını ortadan kaldırmaya elverişli idari ve yargısal yollara başvuruda
bulunabilme imkânının sağlanmasını teminat altına almaktadır (AYM, E.2019/102,
K.2019/99, 25/12/2019, § 17).
32. Çocuğun biyolojik babası olmayan koca ile arasında soybağı
ilişkisinin bulunmasının baba olduğunu iddia eden kişinin, kocanın altsoyunun,
anası veya babasının özel hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkını ihlal
edebileceği göz önünde bulundurulduğunda anılan kişiler tarafından babalık
karinesinin çürütülmesi için yargı mercilerine başvurulabilmesi etkili başvuru
hakkının bir gereğidir.
33. Diğer yandan çocuğun ana babasını bilmesi, biyolojik
babasıyla soybağı ilişkisi kurabilmesi ve bunun sağlayacağı haklardan
yararlanması ile ana ve babasından velayete bağlı görevlerini yerine
getirmelerini isteyebilmesinin önemi açıktır. Dolayısıyla hukuk devletinde
kişinin biyolojik kökenini bilme ve biyolojik babası ile soybağı ilişkisi kurma
hakkının önündeki engellerin kaldırılması gerekir (AYM, E.2013/62, K.2013/115,
10/10/2013).
34. Bu bağlamda Kanun’un 286’ncı maddesinin ikinci fıkrasında
çocuğa soybağının reddi davasını açma hakkı tanınmış, 291’inci maddesinin
ikinci fıkrasında ise ergin olmayan çocuğa atanacak kayyımın atama kararının
kendisine tebliğinden başlayarak bir yıl içinde soybağının reddi davasını
açabileceği öngörülmüş ise de anılan davanın baba olduğunu iddia eden kişi, kocanın
altsoyu, anası veya babası tarafından da açılabilmesi bu kişinin özel hayatına
saygı gösterilmesini isteme hakkına yönelik ihlalin ortadan kaldırılmasının
yanı sıra çocuğun üstün yararına da hizmet edecektir. (Kocanın altsoyu,
anası veya babası tarafından dava açılabilmesi; çocuğun kuracağı akrabalık
ilişkilerini etkileyeceğinden; bu davacılar yönünden de çocuğun üstün yararı
ilkesi gündeme gelecektir.)
35. Mülga 17.02.1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu
Medenisi’nin 245’inci maddesinde “Ret müddetinin mürurundan evvel kocanın
vefat etmesi veya temyiz kudretinden mahrum olması yahut bulunduğu yerin
bilinmemesi veya herhangi bir sebepten dolayı çocuğun doğumundan haberdar
edilememesi halinde, çocukla birlikte mirasçı veya çocuk sebebi ile mirastan mahrum
olanlar, doğuma ıttılaları tarihinden itibaren bir ay içinde ret davasını ikame
edebilirler./ Kadın; evlenmeden evvel gebe kaldığı takdirde; koca tanımış olsa
bile müddeiumumi, onun babası olması ihtimali bulunmadığını dava ve ispat
edebilir.” denilmek suretiyle soybağı ilişkisinin tarafları dışındaki
ilgililerin soybağının reddi davasını açma hakkı düzenlenmiştir.
36. Söz konusu ilgililer arasında sayılmayan baba olduğunu iddia
eden kişiye anılan mülga Kanun’un yürürlükte olduğu dönemde babalık karinesinin
çürütülmesi amacıyla yargı mercilerine başvurma imkânı tanınmamıştır. (Bu
noktada belirtmek gerekir ki ‘‘kocanın altsoyu, anası veya babası’’; ‘‘çocukla
birlikte mirasçı veya çocuk sebebi ile mirastan mahrum olanlar’’ kapsamında
değerlendirilebileceğinden 743 sayılı Kanun döneminde de bunların dava açma
hakkı bulunmaktadır.)
37. 4721 sayılı Kanun’un 291’inci maddesinin baba olduğunu iddia
eden kişiye de soybağının reddi davasını açma hakkı tanıyan birinci fıkrasının
gerekçesinde dava açma hakkı tanınan üçüncü kişilerin kapsamının mülga 743
sayılı Kanun’un 245’inci maddesinden farklı şekilde düzenlendiği, çocukla
birlikte mirasçı veya çocuk sebebiyle mirastan yoksun kalanların tümüne değil
bunlardan sadece kocanın altsoyuna, anasına ve babasına dava açma hakkının
tanınması suretiyle söz konusu kapsamın bir yönüyle daraltıldığı, çocuğun
babası olduğunu iddia eden kişiye de dava açma hakkının tanınması suretiyle ise
kapsamın bir başka yönden genişletildiği ve dava açma süresinin bir yıl olarak
belirlendiği ifade edilmiştir.
38. Bu itibarla 4721 sayılı Kanunla baba olduğunu iddia eden
kişiye soybağının reddi davasını açma hakkı tanınmamasına yönelik yaklaşımdan
vazgeçildiği, ancak anılan kişinin söz konusu davayı açabilmesi için belirli
şartların öngörüldüğü anlaşılmaktadır. Benzer biçimde kocanın altsoyu, anası
veya babasının dava açabilmesi için de belirli şartlar öngörülmüştür.
39. Koca ile çocuk arasında biyolojik duruma aykırı şekilde
kurulan soybağı ilişkisini ortadan kaldırmaya yönelik bir dava olan soybağının
reddi davasının aile ve toplum hayatı üzerinde önemli etkilere yol açacağı
kuşkusuzdur (bu yöndeki değerlendirmeler için bkz. AYM, E.2008/30, K.2009/96,
25/6/2009). Bu itibarla soybağının reddi davasının açılmasına ilişkin şartların
düzenlenmesi konusunda kanun koyucunun takdir yetkisi bulunmaktadır.
40. Bununla birlikte anılan davanın özel hayata saygı
gösterilmesini isteme hakkının ihlal edildiği iddiasıyla başvurulacak etkili
bir yol olduğundan söz edebilmek için davanın açılması için öngörülen şartların
ilke olarak yargı mercilerine başvuracak kişilerin iradesiyle gerçekleşebilecek
nitelikte olması gerekir. Nitekim etkili başvuru hakkı özel hayata saygı
gösterilmesini isteme hakkının ihlal edildiği iddiasıyla başvurulacak yargı
yolunun erişilebilir olmasını gerektirmektedir.
41. Bu itibarla soybağının reddi davasının açılması için baba
olduğunu iddia eden kişinin, kocanın altsoyunun, anası veya babasının
iradesiyle gerçekleştirilmesi mümkün olmayan şartların öngörülmesi etkili
başvuru hakkıyla bağdaşmayacaktır. Başka bir deyişle soybağının reddi davasının
açılması için belirli şartların öngörülmesi mümkün ise de bu davanın
açılabilmesinin bahsi geçen kişilerin iradesi dışında gerçekleşebilecek
olgulara bağlanması başvurulacak yargı yolunun erişilebilir niteliğini ortadan
kaldıracaktır.
42. Kanun’un 289’uncu maddesinin birinci fıkrası uyarınca koca,
soybağının reddi davasını doğumu ve baba olmadığını veya ananın gebe kaldığı
sırada başka bir erkek ile cinsel ilişkide bulunduğunu öğrendiği tarihten
başlayarak bir yıl içinde açabilecektir. Anılan maddenin üçüncü fıkrasına göre
gecikmenin haklı bir sebebe dayanması durumunda bir yıllık süre bu sebebin
ortadan kalktığı tarihten itibaren işlemeye başlayacaktır. Kuralda ise baba
olduğunu iddia eden kişinin, kocanın altsoyunun, anası veya babasının
soybağının reddi davasını ancak anılan sürenin geçmesinden önce kocanın ölmesi
veya gaipliğine karar verilmesi ya da sürekli olarak ayırt etme gücünü
kaybetmesi durumunda ve doğum ile kocanın ölümünü, sürekli olarak ayırt etme
gücünü kaybettiğini veya hakkında gaiplik kararı alındığını öğrenmesinden
başlayarak bir yıl içinde açabileceği hükme bağlanmıştır.
43. Buna göre kural, kocanın dava açma süresinin geçmesinden
önce ölmesi veya gaipliğine karar verilmesi ya da sürekli olarak ayırt etme
gücünü kaybetmesinin söz konusu olmadığı hâllerde baba olduğunu iddia eden
kişinin, kocanın altsoyunun, anası veya babasının soybağının reddi davasını
açabilmesine imkân tanımamaktadır. Dolayısıyla kuralda baba olduğunu iddia eden
kişinin, kocanın altsoyunun, anası veya babasının soybağının reddi davasını
açabilmesi iradesine bağlı bulunmayan olguların gerçekleşmesi şartına
bağlanmıştır. Başka bir ifadeyle kural, baba olduğunu iddia eden kişinin,
kocanın altsoyunun, anası veya babasının özel hayatına saygı gösterilmesini
isteme hakkının ihlal edildiğini ileri sürmek suretiyle başvurabileceği yargı
yolunun erişilebilir niteliğini etkili başvuru hakkıyla bağdaşmayacak şekilde
zedelemektedir.
44. Baba olduğunu iddia eden kişinin, kocanın altsoyunun, anası
veya babasının soybağının reddi davasını açması için öngörülen şartların
gerçekleşmediği durumda anılan davanın kayyım veya ergin olduktan sonra çocuk
tarafından açılabilmesi baba olduğunu iddia eden kişi, kocanın altsoyu, anası
veya babası yönünden etkili başvuru hakkı bağlamında güvence sunmamaktadır.
Nitekim etkili başvuru hakkı, baba olduğunu iddia eden kişinin, kocanın
altsoyunun, anası veya babasının özel hayatına saygı gösterilmesini isteme
hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddialarını davacı sıfatıyla yargı mercileri
önünde ileri sürebilmesini gerektirmektedir (benzer yöndeki değerlendirme için
bkz. AYM, E.2023/37, K.2023/140, 26/7/2023, § 23).
45. Bu itibarla baba olduğunu iddia eden kişinin, kocanın
altsoyunun, anası veya babasının babalık karinesinin çürütülmesine ilişkin
iddialarını yargı mercileri önünde ileri sürebilmesini iradeleri dışında
gerçekleşebilecek şartlara bağlayan kural özel hayata saygı gösterilmesini
isteme hakkı bağlamında etkili başvuru hakkını ihlal etmektedir.
46. Açıklanan nedenle kural (iptali talep edilen fıkra), Anayasa’nın
20 ve 40’ıncı maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.’’
Bu nedenlerle iptali talep edilen fıkra, Anayasa’nın 20 ve
40’ıncı maddelerine aykırıdır.
ii)Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının
bağlayıcılığı bakımından: Anayasa Mahkemesi kararlarında Anayasa'nın 153’üncü
maddesinde belirtilen bağlayıcılık ilkesine aykırılıktan söz edilebilmesi için
iptal edilen kuralla dava konusu yeni düzenlemenin içerik ve kapsam bakımından
aynı ya da benzeri olması gerektiği belirtilmektedir (Anayasa
Mahkemesi’nin 12.11.1991 tarihli ve 1991/7 E.: 1991/43 K. sayılı Kararı).
Anayasa Mahkemesi, eldeki dava konusunun kanunlaştırılmasının
hukuki saiki olan ve eldeki dava konusuyla benzer bir hüküm ihtiva eden
düzenleme hakkında verdiği bir iptal kararında
‘‘21. 6216 sayılı Kanun’un 43. maddesi uyarınca kural, ilgisi nedeniyle
Anayasa’nın 20. ve 40. maddeleri yönünden incelenmiştir.
22. Anayasa’nın “Özel
hayatın gizliliği” başlıklı 20. maddesinin
birinci fıkrasında “Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı
gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının
gizliliğine dokunulamaz.” denilmiştir.
23. Danışma Meclisinin kabul ettiği metnin
gerekçesinde özetle, anılan maddeyle kişinin özel
hayatının korunmakta olduğu, kişinin özel hayatının ferdî hayat ve bununla bir
bütünü teşkil eden aile hayatından oluştuğu, bu anlamda özel hayatın
korunmasının her şeyden önce özel hayatın gizliliğinin korunması, başkalarının
gözleri önüne serilememesi anlamına geldiği, ayrıca resmî makamların özel
hayata müdahale edememesinin, başka bir ifadeyle kişinin ferdî ve aile hayatını
kendi anladığı gibi düzenleyip yaşayabilmesinin özel hayatın korunmasının diğer
bir yönünü oluşturduğu ve maddenin birinci fıkrasında bu hususun da hükme
bağlandığı ifade edilmiştir.
24. Anayasa Mahkemesinin bireysel başvuru alanında verdiği
kararlarda sıkça vurgulandığı üzere özel hayat
kavramı eksiksiz bir tanımı bulunmayan, geniş bir kavramdır. Bu kapsamda
korunan hukuki değer esasen kişisel bağımsızlıktır. Özel hayata saygı hakkının
kapsamının belirlenmesinde bireyin kişiliğini geliştirmesi ve gerçekleştirmesi kavramı
temel alınmaktadır. Anılan hak; herkesin istenmeyen bütün müdahalelerden uzak,
kendine özel bir ortamda yaşama hakkına sahip olduğuna işaret etmekle birlikte
kişiliğin serbestçe geliştirilmesiyle uyumlu birçok hukuki menfaati de
içermektedir (Serap Tortuk, B. No: 2013/9660, 21/1/2015, §§ 31-36; Bülent
Polat, B. No: 2013/7666, 10/12/2015, §§ 61-63; Tevfik Türkmen [GK], B. No:
2013/9704, 3/3/2016, §§ 50-52; Ata Türkeri, B. No: 2013/6057, 16/12/2015, §§
30-32).
25. Kuralda, baba olduğunu iddia eden kişinin
soybağının reddi davasını ancak dava açma süresinin
geçmesinden önce kocanın ölmesi veya gaipliğine karar verilmesi ya da sürekli
olarak ayırt etme gücünü kaybetmesi hâlinde ve doğum ile kocanın ölümünü,
sürekli olarak ayırt etme gücünü kaybettiğini veya hakkında gaiplik kararı
alındığını öğrenmesinden başlayarak bir yıl içinde açabileceği öngörülmüştür.
26. Yasal karine uyarınca çocuğun babası olduğu
kabul edilen kişinin biyolojik açıdan çocuğun babası olmaması, başka bir deyişle
yasal baba ile biyolojik babanın farklı kişiler olması mümkündür. Bu bağlamda
soybağının reddi davası biyolojik duruma aykırı şekilde kurulan soybağı
ilişkisinin ortadan kaldırılmasını, başka bir ifadeyle babalık karinesinin
çürütülmesini sağlamaktadır. Biyolojik duruma aykırı şekilde kurulan soybağı
ilişkisinin ortadan kaldırılmasının ilgililerin anılan ilişki bağlamında özel
ve aile hayatını dilediği gibi düzenleyip yaşayabilmesi bakımından önem
taşıdığı açıktır.
27. Bu itibarla söz konusu dava soybağı ilişkisinin taraflarının
özel hayat ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkıyla doğrudan
ilgilidir. Nitekim 4721 sayılı Kanun’un 286. maddesinde koca ve çocuğa
soybağının reddi davasını açarak babalık karinesini çürütme imkânı tanınmıştır.
28. Öte yandan Anayasa Mahkemesi çocuk
ile biyolojik baba olmayan koca arasında kurulan soybağı ilişkisinin ortadan
kaldırılmasında çocuğun anasının da özel hayatına saygı gösterilmesini isteme
hakkı bağlamında menfaatinin bulunduğunu kabul etmiştir (AYM, E.2023/37,
K.2023/140, 26/7/2023, § 16). Ayrıca anılan
Kanun’un 291. maddesinin birinci fıkrasında kocanın altsoyu, anası, babası ile
baba olduğunu iddia eden kişiye de belirli şartlarla soybağının reddi davasını
açma hakkı tanınmak suretiyle anılan davanın yalnızca soybağı ilişkisinin
tarafları açısından sonuç doğurmayacağı kabul edilmiştir (AYM, E.2023/37,
K.2023/140, 26/7/2023, § 14).
29. Buna göre çocuk ile koca arasında biyolojik duruma aykırı
şekilde kurulmuş olan soybağı ilişkisinin ortadan kaldırılmasında baba olduğunu
iddia eden kişinin özel hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkı bağlamında
menfaatinin bulunmadığı söylenemez.
30. Anayasa’nın 40. maddesinin birinci fıkrasında “Anayasa ile
tanınmış hak ve hürriyetleri ihlâl edilen herkes, yetkili makama
geciktirilmeden başvurma imkânının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir.”
denilmiştir. Anılan hükme göre kişilerin yargı makamları ile idari makamlar
önünde haklarını arayabilmelerine kolaylık ve imkân sağlanması anayasal bir
zorunluluktur. Bu zorunluluk, temel hak ve özgürlüğü ihlal edilen ya da ihlal
edildiğini iddia eden kişilerin ilgili yargı veya idari merciler nezdinde
şikâyetlerini dile getirmesi hususunda devlete gerekli ve yeterli mekanizmaları
oluşturarak uygun koşulları sağlama yükümlülüğü getirmektedir (AYM, E.2019/102,
K.2019/99, 25/12/2019, § 16).
31. Bu çerçevede Anayasa’nın anılan maddesinde güvence altına
alınan etkili başvuru hakkı; anayasal bir hakkının ihlal edildiğini ileri süren
herkese hakkın niteliğine uygun olarak iddialarını inceletebileceği makul,
erişilebilir, etkili, ihlalin gerçekleşmesini veya sürmesini engellemeye ya da
sonuçlarını ortadan kaldırmaya elverişli idari ve yargısal yollara başvuruda
bulunabilme imkânının sağlanmasını teminat altına almaktadır (AYM, E.2019/102,
K.2019/99, 25/12/2019, § 17).
32. Çocuğun biyolojik babası olmayan koca ile arasında soybağı
ilişkisinin bulunmasının baba olduğunu iddia eden kişinin özel hayatına saygı
gösterilmesini isteme hakkını ihlal edebileceği gözönünde bulundurulduğunda
anılan kişi tarafından babalık karinesinin çürütülmesi için yargı mercilerine
başvurulabilmesi etkili başvuru hakkının bir gereğidir.
33. Diğer yandan çocuğun ana babasını bilmesi, biyolojik
babasıyla soybağı ilişkisi kurabilmesi ve bunun sağlayacağı haklardan
yararlanması ile ana ve babasından velayete bağlı görevlerini yerine
getirmelerini isteyebilmesinin önemi açıktır. Dolayısıyla hukuk devletinde
kişinin biyolojik kökenini bilme ve biyolojik babası ile soybağı ilişkisi kurma
hakkının önündeki engellerin kaldırılması gerekir (AYM, E.2013/62, K.2013/115,
10/10/2013).
34. Bu bağlamda Kanun’un 286. maddesinin ikinci fıkrasında
çocuğa soybağının reddi davasını açma hakkı tanınmış, 291. maddesinin ikinci
fıkrasında ise ergin olmayan çocuğa atanacak kayyımın atama kararının kendisine
tebliğinden başlayarak bir yıl içinde soybağının reddi davasını açabileceği
öngörülmüş ise de anılan davanın baba olduğunu iddia eden kişi tarafından da
açılabilmesi bu kişinin özel hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına
yönelik ihlalin ortadan kaldırılmasının yanı sıra çocuğun üstün yararına da
hizmet edecektir.
35. Mülga 17/2/1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu
Medenisi’nin 245. maddesinde “Ret müddetinin mürurundan evvel kocanın vefat
etmesi veya temyiz kudretinden mahrum olması yahut bulunduğu yerin bilinmemesi
veya herhangi bir sebepten dolayı çocuğun doğumundan haberdar edilememesi
halinde, çocukla birlikte mirasçı veya çocuk sebebi ile mirastan mahrum
olanlar, doğuma ıttılaları tarihinden itibaren bir ay içinde ret davasını ikame
edebilirler./ Kadın; evlenmeden evvel gebe kaldığı takdirde; koca tanımış olsa
bile müddeiumumi, onun babası olması ihtimali bulunmadığını dava ve ispat
edebilir.” denilmek suretiyle soybağı ilişkisinin tarafları dışındaki
ilgililerin soybağının reddi davasını açma hakkı düzenlenmiştir.
36. Söz konusu ilgililer arasında sayılmayan baba olduğunu iddia
eden kişiye anılan mülga Kanun’un yürürlükte olduğu dönemde babalık karinesinin
çürütülmesi amacıyla yargı mercilerine başvurma imkânı tanınmamıştır.
37. 4721 sayılı Kanun’un 291. maddesinin baba olduğunu iddia
eden kişiye de soybağının reddi davasını açma hakkı tanıyan birinci fıkrasının
gerekçesinde dava açma hakkı tanınan üçüncü kişilerin kapsamının mülga 743
sayılı Kanun’un 245. maddesinden farklı şekilde düzenlendiği, çocukla birlikte
mirasçı veya çocuk sebebiyle mirastan yoksun kalanların tümüne değil bunlardan
sadece kocanın altsoyuna, anasına ve babasına dava açma hakkının tanınması
suretiyle söz konusu kapsamın bir yönüyle daraltıldığı, çocuğun babası olduğunu
iddia eden kişiye de dava açma hakkının tanınması suretiyle ise kapsamın bir
başka yönden genişletildiği ve dava açma süresinin bir yıl olarak belirlendiği
ifade edilmiştir.
38. Bu itibarla 4721 sayılı Kanun’la baba olduğunu iddia eden
kişiye soybağının reddi davasını açma hakkı tanınmamasına yönelik yaklaşımdan
vazgeçildiği, ancak anılan kişinin söz konusu davayı açabilmesi için belirli
şartların öngörüldüğü anlaşılmaktadır.
39. Koca ile çocuk arasında biyolojik duruma aykırı şekilde
kurulan soybağı ilişkisini ortadan kaldırmaya yönelik bir dava olan soybağının
reddi davasının aile ve toplum hayatı üzerinde önemli etkilere yol açacağı
kuşkusuzdur (bu yöndeki değerlendirmeler için bkz. AYM, E.2008/30, K.2009/96,
25/6/2009). Bu itibarla soybağının reddi davasının açılmasına ilişkin şartların
düzenlenmesi konusunda kanun koyucunun takdir yetkisi bulunmaktadır.
40. Bununla birlikte anılan davanın özel hayata saygı
gösterilmesini isteme hakkının ihlal edildiği iddiasıyla başvurulacak etkili
bir yol olduğundan söz edebilmek için davanın açılması için öngörülen şartların
ilke olarak yargı mercilerine başvuracak kişinin iradesiyle gerçekleşebilecek
nitelikte olması gerekir. Nitekim etkili başvuru hakkı özel hayata saygı
gösterilmesini isteme hakkının ihlal edildiği iddiasıyla başvurulacak yargı
yolunun erişilebilir olmasını gerektirmektedir.
41. Bu itibarla soybağının reddi davasının açılması için baba
olduğunu iddia eden kişinin iradesiyle gerçekleştirilmesi mümkün olmayan
şartların öngörülmesi etkili başvuru hakkıyla bağdaşmayacaktır. Başka bir
deyişle soybağının reddi davasının açılması için belirli şartların öngörülmesi
mümkün ise de bu davanın açılabilmesinin kişinin iradesi dışında
gerçekleşebilecek olgulara bağlanması başvurulacak yargı yolunun erişilebilir
niteliğini ortadan kaldıracaktır.
42. Kanun’un 289. maddesinin birinci fıkrası uyarınca koca,
soybağının reddi davasını doğumu ve baba olmadığını veya ananın gebe kaldığı
sırada başka bir erkek ile cinsel ilişkide bulunduğunu öğrendiği tarihten
başlayarak bir yıl içinde açabilecektir. Anılan maddenin üçüncü fıkrasına göre
gecikmenin haklı bir sebebe dayanması durumunda bir yıllık süre bu sebebin
ortadan kalktığı tarihten itibaren işlemeye başlayacaktır. Kuralda ise baba
olduğunu iddia eden kişinin soybağının reddi davasını ancak anılan sürenin
geçmesinden önce kocanın ölmesi veya gaipliğine karar verilmesi ya da sürekli
olarak ayırt etme gücünü kaybetmesi durumunda ve doğum ile kocanın ölümünü,
sürekli olarak ayırt etme gücünü kaybettiğini veya hakkında gaiplik kararı
alındığını öğrenmesinden başlayarak bir yıl içinde açabileceği hükme
bağlanmıştır.
43. Buna göre kural, kocanın dava açma süresinin geçmesinden
önce ölmesi veya gaipliğine karar verilmesi ya da sürekli olarak ayırt etme
gücünü kaybetmesinin söz konusu olmadığı hâllerde baba olduğunu iddia eden kişinin
soybağının reddi davasını açabilmesine imkân tanımamaktadır. Dolayısıyla
kuralda baba olduğunu iddia eden kişinin soybağının reddi davasını açabilmesi
iradesine bağlı bulunmayan olguların gerçekleşmesi şartına bağlanmıştır. Başka
bir ifadeyle kural, baba olduğunu iddia eden kişinin özel hayatına saygı
gösterilmesini isteme hakkının ihlal edildiğini ileri sürmek suretiyle
başvurabileceği yargı yolunun erişilebilir niteliğini etkili başvuru hakkıyla
bağdaşmayacak şekilde zedelemektedir.
44. Baba olduğunu iddia eden kişinin soybağının reddi davasını
açması için öngörülen şartların gerçekleşmediği durumda anılan davanın kayyım
veya ergin olduktan sonra çocuk tarafından açılabilmesi baba olduğunu iddia
eden kişi yönünden etkili başvuru hakkı bağlamında güvence sunmamaktadır.
Nitekim etkili başvuru hakkı, baba olduğunu iddia eden kişinin özel hayatına
saygı gösterilmesini isteme hakkının ihlal edildiğine ilişkin iddialarını
davacı sıfatıyla yargı mercileri önünde ileri sürebilmesini gerektirmektedir
(benzer yöndeki değerlendirme için bkz. AYM, E.2023/37, K.2023/140, 26/7/2023, §
23).
45. Bu itibarla baba olduğunu iddia eden kişinin babalık
karinesinin çürütülmesine ilişkin iddialarını yargı mercileri önünde ileri
sürebilmesini iradesi dışında gerçekleşebilecek şartlara bağlayan kural özel
hayata saygı gösterilmesini isteme hakkı bağlamında etkili başvuru hakkını
ihlal etmektedir.
46. Açıklanan nedenle kural, “…baba olduğunu iddia eden kişi,…” ibaresi
yönünden Anayasa’nın 20. ve 40. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.’’
şeklinde gerekçe kaleme almıştır (Anayasa Mahkemesi’nin 23.01.2024
tarihli ve 2023/135 E.; 2024/18 K. sayılı Kararı).
Anayasa Mahkemesi’nin verdiği söz konusu
iptal kararı karşısında; kanun koyucunun (yukarıda açıklandığı üzere)
Anayasa’nın 20 ve 40’ıncı maddelerine -benzer sakatlıktan muzdarip olması
hasebiyle- aykırı olan iptali talep edilen fıkrayı kanunlaştırması, Anayasa’nın
153’üncü maddesini ihlal etmektedir.
Tüm bu nedenlerle 7531 sayılı Kanun’un 11’inci maddesiyle 4721 sayılı Kanun’un
291’inci maddesinin değiştirilen birinci fıkrası, Anayasa’nın 20, 40 ve 153’üncü maddelerine aykırıdır;
anılan fıkranın iptali gerekir.
7) 07.11.2024
tarihli ve 7531 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 15’inci
maddesiyle 5237 sayılı Kanun’un 75’inci maddesinin altıncı fıkrasının (a)
bendine (1) numaralı alt bendinden sonra gelmek üzere eklenen alt bentte yer
alan ‘‘(b) ve (c) bentleri’’ ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
Anayasa’nın 26’ncı maddesine göre herkes, düşünce ve
kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak
açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet, uluslararası belgelere (BM
İnsan Hakları Evrensel Bildirisi md. 19, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi md. 10
…), de konu olmuştur. Düşünceyi açıklama hürriyeti mutlak bir hak olmayıp
Anayasa’nın 13’üncü maddesinde yer alan kayıtlara göre sınırlanabilir.
Anayasa’nın 26’ncı maddesinin üçüncü fıkrasına göre düşünceyi açıklama
hürriyeti ‘‘başkalarının şöhret veya haklarının, özel ve aile hayatlarının
korunması’’ şeklindeki özel sınırlama sebebinin varlığı halinde
kayıtlanabilir. Zira Anayasa’nın 17’nci maddesinin delaletiyle de her birey,
insan olarak doğmakla şeref ve haysiyet sahibidir ve insan onurunun korunması
gerekir.
Bu kapsamda Türk Ceza Kanunu’nun İkinci Kısmında ‘‘Şerefe
Karşı Suçlar’’ bölümüne yer verilmiştir. Bu bölüme konu suç tipi,
hakarettir. Aslen 125’inci maddede düzenlenmektedir:
‘‘(1) Bir kimseye onur, şeref ve saygınlığını rencide edebilecek
nitelikte somut bir fiil veya olgu isnat eden (...)[50] veya sövmek
suretiyle bir kimsenin onur, şeref ve saygınlığına saldıran kişi, üç aydan iki
yıla kadar hapis veya adlî para cezası ile cezalandırılır. Mağdurun gıyabında
hakaretin cezalandırılabilmesi için fiilin en az üç kişiyle ihtilat ederek
işlenmesi gerekir.
(2) Fiilin, mağduru muhatap alan sesli, yazılı veya görüntülü
bir iletiyle işlenmesi halinde, yukarıdaki fıkrada belirtilen cezaya
hükmolunur.
(3) Hakaret suçunun;
a) Kamu görevlisine karşı görevinden dolayı,
b) Dini, siyasi, sosyal, felsefi inanç, düşünce ve kanaatlerini
açıklamasından, değiştirmesinden, yaymaya çalışmasından, mensup olduğu dinin
emir ve yasaklarına uygun davranmasından dolayı,
c) Kişinin mensup bulunduğu dine göre kutsal sayılan değerlerden
bahisle,
İşlenmesi halinde, cezanın alt sınırı bir yıldan az olamaz.
(4) (Değişik: 29/6/2005 – 5377/15 md.) Hakaretin alenen
işlenmesi halinde ceza altıda biri oranında artırılır.
(5) (Değişik: 29/6/2005 – 5377/15 md.) Kurul hâlinde çalışan
kamu görevlilerine görevlerinden dolayı hakaret edilmesi hâlinde suç, kurulu
oluşturan üyelere karşı işlenmiş sayılır. Ancak, bu durumda zincirleme suça
ilişkin madde hükümleri uygulanır.’’
Açıklamalara geçemden önce bahsi geçen suç tipinin unsurlarına
yer vermekte fayda bulunmaktadır. ‘‘Suçun ihlal ettiği, cezanın koruduğu
hukuki değer veya menfaat, kişinin onuruna, şeref ve haysiyetine başkalarının
saygı göstermesini istemesidir. … Suç sayılan fiil, kişiye ‘‘somut bir fiil
veya olgu isnat etmek’’ fiilidir. …
TCK, suçun hallerinden, suçu ağırlatan hallere yer vermiştir. Bu
konuda ilginç bir yöntem izlemektedir. Ya temel cezayı asgari haddin üstünde
yüksek tutaraksuçu ağırlaştırmakta, ya da çıplak suçun cezasını belirledikten
sonra bu ceza üzerinden belli bir oranda cezayı arttırmaktadır.
Gerçekten, Kanun 125/3 a, b, c bentlerinde temel ceza üzerinden
giderek cezayı artırmakta, buna karşılık, 125/4. fıkra hükmünde cezanın
belirlenmesinden sonra cezayı arttırmaktadır.
Temel ceza üzerinden cezanın arttırıldığı haller; kamu
görevlisine hakaret edilmesi, kişinin düşünce, inanç ve kanaatten dolayı
hakarete uğraması, kişinin dininde kutsal sayılan değerlerden bahisle hakarette
bulunulmasıdır.’’
Kanun koyucu, 7531 sayılı Kanun’un 15’inci maddesiyle 5237
sayılı Kanun’un ‘‘Önödeme’’ kenar başlıklı 75’inci maddesinin altıncı
fıkrasının (a) bendine (1) numaralı alt bendinden sonra gelmek üzere ‘‘Hakaret
(125 inci maddenin ikinci fıkrası, üçüncü fıkrasının (b) ve (c) bentleri ve
dördüncü fıkrası)’’ şeklindeki alt bendi eklemek suretiyle; anılan 125’inci
maddenin ikinci fıkrasında, üçüncü fıkrasının (b) ve (c) bentlerinde ve
dördüncü fıkrasında tanımlanan halleri, önödeme kapsamına almıştır.
Bunun gerekçesi olarak şu gösterilmiştir;
‘‘Maddeyle, 5237 sayılı Kanunun 75 inci maddesinin altıncı
fıkrasında düzenleme yapılmaktadır.
“Kovuşturmanın mecburiliği” ilkesinin istisnası niteliğini
taşıyan “önödeme” gibi alternatif yöntemler, belirli bir ceza eşiğinin altında
bulunan suçları işleyen kişilerin, ceza infaz kurumlarının etkilerinden uzak
tutulması, Devletin infaz külfetinden ve mahkemelerin iş yoğunluğundan
kurtarılması amaçlarının yanı sıra cezanın genel ve özel önleme amaçlarını da
gerçekleştirecek etkili birer ceza politikası aracı olarak uygulanmaktadır.
1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren yeni Türk ceza adalet
sisteminin ondokuz yıllık uygulaması sırasında alternatif uyuşmazlık çözüm
yöntemlerine ilişkin sistemin aksayan yönleri düzeltilmiştir. Ancak,
uygulamadan gelen talep ve öneriler ile günümüz çağdaş ceza adalet
sistemlerinin genel yönelimi dikkate alındığında, önödeme kurumunun uygulama
alanına ilişkin düzenleme yapma gereği ortaya çıkmıştır.
Düzenlemeyle, Türk Ceza Kanununun 125 inci maddesinin ikinci
fıkrasında, üçüncü fıkrasının (b) ve (c) bendinde ve dördüncü fıkrasında
düzenlenen hakaret suçu, önödeme kapsamına alınmakta ve kurumun kapsamı
genişletilmektedir. Buna göre, mağduru muhatap alan sesli, yazılı veya
görüntülü bir iletiyle hakaret suçunun işlenmesi halinde Kanunun 75 inci
maddesine göre önödeme hükümleri uygulanacaktır. Aynı şekilde, Kanunun 125 inci
maddesinin ikinci fıkrasındaki hakaret suçunun aynı maddenin üçüncü fıkrasının
(b) ve (c) bendi kapsamında ve/veya alenen işlenmesi halinde de önödeme
hükümleri tatbik edilecektir. Bu suçun beş yıl içinde yeniden işlenmesi halinde
altıncı fıkra uyarınca önödeme hükümleri uygulanmayacak ve fail hakkında kamu
davası açılacaktır.
Belirtmek gerekir ki, 125 inci maddenin birinci fıkrasındaki
hakaret suçunda önödeme hükümleri uygulanmayacaktır. Dolayısıyla bu suçun
üçüncü fıkranın (b) ve (c) bendi kapsamında ve/veya alenen işlenmesi halinde de
önödeme yoluna gidilmeyecek ve uzlaştırma hükümleri uygulanacaktır.’’
Ancak kanun koyucu, anılan 125’inci maddenin üçüncü fıkrasının
(b) ve (c) bentlerini önödeme kapsamına alırken; (a) bendini, önödeme kapsamına
almamıştır. Kanun koyucunun kamu görevlisine karşı görevinden dolayı hakaret
suçu bakımından bu türden bir ayrım yapmasının haklı nedeni anlaşılamamaktadır.
Bu nedenle Anayasa’nın 10’uncu maddesi ihlal edilmektedir.
Zira eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun
tespiti, münferit olayda benzer kişi kategorileri arasında gerçekleştirilen
ayrıma ilişkin bir ‘‘haklı neden’’in var olup olmadığına göre yapılır.
Anayasa Mahkemesi’nin ifade
ettiği üzere; “[Eşitlik ilkesi] ile güdülen amaç, benzer koşullar içinde
olan, özdeş nitelikte bulunan durumların yasalarca aynı işleme uyruk
tutulmasını sağlamaktır.” (Anayasa Mahkemesi’nin 13.04.1976 tarihli ve
1976/3 E.; 1976/3 K. sayılı Kararı). Yine AYM’ye göre; “Eşitlik
ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme
bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını
önlemektir” (Anayasa Mahkemesi’nin 07.02.2006 tarihli ve 2006/11 E.;
2006/17 K. sayılı Kararı). Eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği
hususunun tespitinde, somut olayda yapılan ayrımın haklı bir nedene dayanıp
dayanmadığı noktası dikkate alınır: “Anayasa'nın 10. maddesinde öngörülen
eşitlik, mutlak anlamda bir eşitlik olmayıp, ortada haklı nedenlerin bulunması
halinde, farklı uygulamalara imkan veren bir ilkedir” (Anayasa
Mahkemesi’nin 11.12.1986 tarihli ve 1985/11 E.; 1986/29 K. sayılı Kararı).
Başka bir anlatımla önödeme;
fail bakımından daha avantajlıdır. Şöyle ki Türk Ceza Kanunu’nun 75’inci
maddesi, aşağıdaki şekildedir:
‘‘Önödeme
Madde 75- (1) Uzlaşma kapsamındaki suçlar hariç
olmak üzere, yalnız adlî para cezasını gerektiren veya kanun maddesinde
öngörülen hapis cezasının yukarı sınırı altı ayı aşmayan suçların faili;[23]
a) Adlî para cezası maktu ise bu miktarı, değilse aşağı
sınırını,
b) Hapis cezasının aşağı sınırının
karşılığı olarak her gün için yüz Türk Lirası üzerinden bulunacak miktarı,[24]
c) Hapis cezası ile birlikte adlî para cezası da öngörülmüş ise,
hapis cezası için bu fıkranın (b) bendine göre belirlenecek miktar ile adlî
para cezasının aşağı sınırını,
Soruşturma giderleri ile birlikte, Cumhuriyet savcılığınca
yapılacak tebliğ üzerine on gün içinde ödediği takdirde hakkında kamu davası
açılmaz. (Ek cümleler:17/10/2019-7188/16 md.) Failin on gün içinde talep etmesi
koşuluyla bu miktarın birer ay ara ile üç eşit taksit hâlinde ödenmesine
Cumhuriyet savcısı tarafından karar verilir. Taksitlerin süresinde ödenmemesi
hâlinde önödeme hükümsüz kalır ve soruşturmaya devam edilir. (Ek cümle:
24/11/2016-6763/12 md.) Taksirli suçlar hariç olmak üzere, önödemeye bağlı
olarak kovuşturmaya yer olmadığına veya kamu davasının düşmesine karar
verildiği tarihten itibaren beş yıl içinde önödemeye tabi bir suçu işleyen
faile bu fıkra uyarınca teklif edilecek önödeme miktarı yarı oranında
artırılır.
(2) Özel kanun hükümleri gereğince işin doğrudan mahkemeye
intikal etmesi halinde de fail, hakim tarafından yapılacak bildirim üzerine
birinci fıkra hükümlerine göre saptanacak miktardaki parayı yargılama
giderleriyle birlikte ödediğinde kamu davası düşer.
(3) Cumhuriyet savcılığınca madde kapsamına giren suç nedeniyle
önödeme işlemi yapılmadan dava açılması veya dava konusu fiilin niteliğinin
değişmesi suretiyle madde kapsamına giren bir suça dönüşmesi halinde de
yukarıdaki fıkra uygulanır.
(4) Suçla ilgili kanun maddesinde yukarı sınırı altı ayı aşmayan
hapis cezası veya adlî para cezasından yalnız birinin uygulanabileceği hallerde
ödenmesi gereken miktar, yukarıdaki fıkralara göre adlî para cezası esas
alınarak belirlenir.[25]
(5) Bu madde gereğince kamu davasının açılmaması veya ortadan
kaldırılması, kişisel hakkın istenmesine, malın geri alınmasına ve müsadereye
ilişkin hükümleri etkilemez.
(6) (Ek: 24/11/2016-6763/12 md.) Bu madde hükümleri;
a) Bu Kanunda yer alan;[26]
1. Yardım veya bildirim yükümlülüğünün yerine getirilmemesi (98
inci maddenin birinci fıkrası),
2. (Ek:7/11/2024-7531/15 md.) Hakaret (125 inci maddenin ikinci fıkrası,
üçüncü fıkrasının (b) ve (c) bentleri ve dördüncü fıkrası),
3. Genel güvenliğin taksirle tehlikeye sokulması (madde 171),
4. Çevrenin taksirle kirletilmesi (182 nci maddenin birinci
fıkrası),
5. Özel işaret ve kıyafetleri usulsüz kullanma (264 üncü
maddenin birinci fıkrası),
6. Suçu bildirmeme (278 inci maddenin birinci ve ikinci
fıkraları),
suçları,
b) 31/8/1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Kanununun 108 inci
maddesinin birinci fıkrasında yer alan suç,
c) (Ek:17/10/2019-7188/16 md.) 21/7/1983 tarihli ve 2863 sayılı
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 74 üncü maddesinin ikinci
fıkrasının birinci cümlesinde yer alan suç,
d) (Ek:17/10/2019-7188/16 md.) 4/11/2004
tarihli ve 5253 sayılı Dernekler Kanununun 32 nci maddesinin birinci fıkrasının
(d) bendinde yer alan suç,
bakımından da uygulanır. Bu fıkra kapsamındaki suçların beş yıl
içinde tekrar işlenmesi hâlinde fail hakkında aynı suçtan dolayı önödeme
hükümleri uygulanmaz.
(7) (Ek: 24/11/2016-6763/12 md.) Ödemede
bulunulması üzerine verilen kovuşturmaya yer olmadığına dair kararlar ile düşme
kararları, bunlara mahsus bir sisteme kaydedilir. Bu kayıtlar, ancak bir
soruşturma veya kovuşturmayla bağlantılı olarak Cumhuriyet savcısı, hâkim veya
mahkeme tarafından istenmesi hâlinde, bu maddede belirtilen amaç için
kullanılabilir.’’
Maddelerin lafzından görüleceği üzere; insan haklarına dayanan
bir hukuk devletinde önödeme, failin lehindedir. Zira önödemede mağdurla
herhangi bir pazarlık etmeksizin Kanun’da belirtilen miktarın ödenmesi
suretiyle; yargılanmanın nihayete ermesi mümkün olacaktır. Yine mağdurun rızası
önödemede aranmamaktadır.
Yine önödemenin daha lehe olduğu yargı kararlarına konu
olmuştur. Şöyle ki ‘‘Hükümlüden sonra 9.8.2002 gün ve 25841 sayılı Resmi
Gazetede yayımlanarak yürürlüğe gire 4771 sayılı yasanın 9. maddesi F fıkrası
ile değişik 5680 sayılı yasanın30/3 maddesinde öngörülen yaptırımın yirmimilyar
liradan yüzmilyar liraya kadar ağır paza cezasına dönüştürülmüş olup, TCK’nın
119. maddesi kapsamında önödemelik suça dönüştüğü cihetle, TCK’nın 2. maddesi
uyarınca sanıklar lehine olan bu değişikliğin uygulanmasının gerekmesi …’’. (7.
CD., E. 2003/2655, K.2003/8452, T. 14.10.2003, Kazancı.) Aynı yönde 7. CD., E.
2003/14298, K. 2005/1077, T. 24.2.2005; 2. CD., E. 1998/14991, K. 1998/15855,
T. 24.12.1998 (Kazancı).’’ ‘‘Suç ve hüküm tarihinden sonra, 5328 Sayılı Kanunun
geçici 1. maddesi gereğince 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı
Türk Ceza Kanunu’nun ‘‘önödeme’’ konu başlıklı 75. maddesinde, 765 sayılı Türk
Ceza Kanunu’nun 119. maddesinin aksine, önödeme ihtaratına süresinde uymayan
sanığın mahkumiyetine karar verilmesi halinde cezasının yarı oranında
artırılacağına dair bir hükme yer verilmemesi nedeniyle, aynı kanunun 7/2.
maddesi uyarınca lehe olan bu düzenlemenin sanık hakkında uygulanarak,
cezasının, önödeme ihtaratına uymaması nedeniyle arttırılmamasında yasal
zorunluluk bulunması..’’. (10. CD., E. 2004/23762, K. 2005/8149, T. 5.7.2005,
Kazancı.).’’
Kanun koyucunun bu avantajı,
anılan (a) bendinin faillerine tanımayıp; anılan (b) ve (c) bendinin faillerine
tanımamasının meşru gerekçesi temellendirilmemiştir. Halbuki anılan (a), (b) ve
(c) bentleri, sistematik yorum muvacehesinde, aynı fıkrada yer almaktadır ve
ceza, aynı oranda ağırlaştırılmaktadır.
Bu bağlamda olağan biçimde
yargılanmaları halinde aynı ceza miktarı üzerinden değerlendirilecek (a), (b)
(c) bentlerinin failleri; kamu davasının açılmadığı, kovuşturma evresinin
başlamadığı dönemde farklı uygulamalara tabi tutulacaktır.
Kamu görevlilerinin
görevlerini hukuk çerçevesinde serbest ve herhangi bir tehdit altında
kalmaksızın yerine getirilmelerini teminen kurala bağlanan (a) bendinin ratio
legis’i varlığını korumakta ve kamu görevlileri bakımından bir ayrıcalık
yaratılmaktadır. Ancak (a) bendinin önödeme kapsamına alınmamasıyla birlikte;
kamu görevlilerine tanınan bu ayrıcalığın meşru amacının sınırları aşılmıştır;
onlar, diğer bireyler karşısında haksızlığa neden olacak derecede kanuni zırha
kavuşturulmuştur. Kaldı ki uygulamada anılan (a) bendine konu suça ilişkin
davaların yadsınamayacak bir kısmının siyasi saiklerle açıldığı malumdur.
Diğer bir söyleyişle
yukarıda yer verilen gerekçede sıralanan ‘‘faillerin ceza infaz
kurumlarının etkilerinden uzak tutulması, Devletin infaz külfetinden ve
mahkemelerin iş yoğunluğundan kurtarılması, cezanın genel ve özel önleme
amaçlarını da gerçekleştirecek etkili birer ceza politikası aracı olarak
uygulanması’’ şeklinde somutlaşan amaçlar, anılan (a) bendi bakımından da
geçerliliğini aynen korumaktadır. Bu bağlamda kanun koyucu, kamu görevlisine
karşı görevinden dolayı işlenen hakaret suçu şikayete tabi olmasa bile; anılan
(a) bendini de önödeme kapsamına alabilirdi.
Kaldı ki karşılaştırmalı
hukukta hakaretin suç olmaktan çıkarılmasına yönelik eğilimler (Avrupa Konseyi
Parlamenterler Meclisinin 04.10.2007 tarihli ve 1577 sayılı "Hakaretin Suç
Olmaktan Çıkarılmasına Doğru" Kararı, 1814 (2007) sayılı Tavsiye Kararı,
Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisinin 1814 (2007) sayılı Tavsiye Kararına
Cevabı, AİHM’in 06.072010 tarihli ve 37520/07 başvuru numaralı Niskasaari ve
diğerleri/Finlandiya; 31.05.2011 tarihli ve 5995/06 başvuru numaralı
Šabanović/Karadağ ve Sırbistan Kararları; Birleşmiş Milletler İnsan Hakları
Komitesi 34 No’lu Genel Görüşü) olmasına rağmen; kanun koyucunun
(a) bendi bakımından öngördüğü haksız tutumunu ısrarla sürdürmesinin evrensel
hukuk mantığıyla bağdaşır bir yanı bulunmamaktadır.
Tüm bu nedenlerle 7531 sayılı Kanun’un
15’inci maddesiyle 5237 sayılı Kanun’un 75’inci maddesinin altıncı fıkrasının
(a) bendine (1) numaralı alt bendinden sonra gelmek üzere eklenen alt bentte
yer alan ‘‘(b) ve (c) bentleri’’ ibaresi, Anayasa’nın 10’uncu maddesine
aykırıdır; anılan ibarenin iptali gerekir.
8) 07.11.2024
tarihli ve 7531 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 18’inci
maddesiyle 5271 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 7’nin ikinci fıkrasının Anayasa’ya
aykırılığı
7531 sayılı Kanun’un 18’inci maddesiyle 5271 sayılı Kanun’a
geçici madde 7 eklenmiştir. Anılan geçici madde 7’nin ikinci fıkrasına göre bu
maddenin yürürlüğe girdiği tarih (7531 sayılı Kanun’un 29’uncu maddesinin
delaletiyle 14.11.2024 tarihi) itibarıyla soruşturma veya kovuşturma evresinde
bulunan dosyalar bakımından bu maddeyi ihdas eden Kanunla 253’üncü maddenin üçüncü
fıkrasında yapılan değişiklik ve 5237 sayılı Kanun’un 75’inci maddesinin
altıncı fıkrasında yapılan değişiklik uygulanmaz. Bu dosyalar, 253’üncü
maddenin üçüncü fıkrasının değişiklikten önceki hükümlerine göre
sonuçlandırılır.
-7531 sayılı Kanun’un 15’inci maddesiyle 5237 sayılı Kanun’un
75’inci maddesinin altıncı fıkrasında yapılan değişiklikle hakaret (125’inci
maddenin ikinci fıkrası, üçüncü fıkrasının (b) ve (c) bentleri ve dördüncü
fıkrası) suçu önödeme kapsamına alınmıştır.
-7531 sayılı Kanun’un 16’ncı maddesiyle 5271 sayılı Kanun’un
253’üncü maddesinin üçüncü fıkrasında yapılan değişiklikle hakaret suçunda
(125’inci maddenin ikinci fıkrası) uzlaştırma yapılmayacaktır.
Ezcümle iptali talep edilen fıkrayla 14.11.2024 tarihi
itibarıyla soruşturma veya kovuşturma evresinde bulunan dosyalar bakımından
hakaret suçunun belirli tipinin (md. 125/ikinci fıkra) uzlaştırma kapsamından
çıkarılıp önödemenin kapsamına dahil edilmesine yönelik yapılan değişiklikler,
uygulanmayacaktır ve bu dosyalar, uzlaştırma hükümlerine göre
sonuçlandırılacaktır. (Belirtmek gerekir ki anılan 75’inci maddenin altıncı
fıkrasında yapılan değişiklik aynı zamanda hakaret suçunun belirli tiplerinin
(md. 125/üçüncü fıkranın (b) ve (c) bentleri ve dördüncü fıkrası) önödemenin
kapsamına dahil edilmesine ilişkindir.)
Öte yandan gerekçe, aşağıdadır:
‘‘Maddenin ikinci fıkrasıyla, soruşturma veya kovuşturma
evresinde olup da bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla uzlaşmanın
sağlanmış olduğu dosyalar bakımından bu maddeyi ihdas eden Kanunla 253 üncü
maddenin üçüncü fıkrasında yapılan değişiklik ile 5237 sayılı Türk Ceza
Kanununun 75 inci maddesinin altıncı fıkrasında yapılan değişikliğin
uygulanmayacağı hüküm altına alınmaktadır. Dolayısıyla uzlaşmanın sağlandığı
Türk Ceza Kanununun 125 inci maddesinin ikinci fıkrasında düzenlenen hakaret
suçuna ilişkin dosyalar, bu suçun uzlaştırma kapsamından çıkarıldığı
gerekçesiyle önödeme kapsamında değerlendirilemeyecek ve 253 üncü madde
hükümlerine göre sonuçlandıracaktır. Bununla birlikte, soruşturma veya
kovuşturma evresinde olup da bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla
uzlaşmanın sağlanmadığı dosyalar bakımından önödeme hükümleri uygulanacaktır.
Belirtmek gerekir ki, 5271 sayılı Kanunun 253 üncü maddesinin
üçüncü fıkrasında “Uzlaştırma kapsamına giren bir suçun, bu kapsama girmeyen
bir başka suçla birlikte aynı mağdura karşı işlenmiş olması hâlinde de uzlaşma
hükümleri uygulanmaz.” hükmüne yer verilmiştir. Teklifle Türk Ceza Kanununun
125 inci maddesinin ikinci fıkrasında düzenlenen hakaret suçunda uzlaştırma
yoluna gidilemeyeceğinin kabul edilmesi nedeniyle, mağduru muhatap alan sesli,
yazılı veya görüntülü bir iletiyle işlenen hakaret suçuyla birlikte aynı
mağdura karşı işlenen diğer suçlar bakımından da uzlaştırma hükümleri uygulanamayacaktır.’’
Gerekçede de iptali talep edilen fıkra, anılan 125’inci maddenin
ikinci fıkrası yönünden yapılan değişiklikler üzerinden kurgulanmıştır.
İptali talep edilen fıkra, ceza normlarının zaman bakımından
uygulanmasına ilişkindir. Şöyle ki
‘‘Diğer hukuk normları gibi ceza hukuku normları da doğarlar ve
son bulurlar; yani yürürlüğe girerler ve yürürlükten kalkarlar. Ceza
normlarının yürürlükten kalkması diğer hukuk normlarının tabi olduğu kurallara
tabidir ve özellik göstermez.
Bir normun açık veya örtülü biçimde ilgası sonucu sona erip
yerine bir başka normun geçmesi halinde kanunların birbirini izleyişinden söz
edilir. Bu durum, daha önce yasak olmayan bir fiilin yasaklanmasında da söz
konusudur. Çünkü, yasaklanmaya her davranışı hukuken meşru saymak gerekir.
Ceza kanunlarının birbirini izleyişini düzenlemede esas alınan
ilkelerin başında ‘‘geçmişe uygulanmazlık’’ ilkesi yer alır. Esas itibariyle
kişi hak ve özgürlüklerini yasamanın keyfiliklerine karşı korumaya yönelik olan
bu ilke, ceza kanunlarının sadece yürürlüğe girmelerinden sonra işlenen
fiillere uygulanabildiği ve dolayısıyla daha önce işlenen fiillere
uygulanamayacağı anlamına gelir.
…
Ceza kanunlarının birbirini izleyişini düzenleyen TCK. nun 7.
maddesi üç ayrı ipotezi öngörmektedir.
…
Üçüncü hipotez ise, ara bir ipotez olup, değişiklik yapan
kanunların birbirini izlemesine ilişkindir. Bu durum, yeni kanunun yeni suçlar
yaratmadığı, var olan suçları da ortadan kaldırmadığı, fakat daha önce suç olan
ve halen de suç olmaya devam eden fiile ilişkin cezai uygulamaları
değiştirdiğinde söz konusudur. Ceza Kanununun 7. maddesinin ikinci fıkrası
‘‘Suçun işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanun ile sonradan yürürlüğe giren
kanunların hükümleri farklı ise, failin lehine olan kanun uygulanır ve infaz
olunur’’ hükmü ile, örtülü olarak iki ipotezi birbirinden ayırmakta ve aleyhte
değişiklik yönünden geçmişe uygulanmazlık ilkesini, lehe değişiklik yönünden de
geçmişe uygulanırlık ilkesini kabul etmektedir. Bir diğer durumda birinci
durumda eski kanun, ikinci durumda ise, daha önce hüküm verilmiş, hatta hükmün
infazına başlanmış olsa bile, yeni kanun uygulanır.
Ancak 2004 tarihli Ceza Kanunu infaz rejimi yönünden bu kurala
istisna getirmiştir. Nitekim 7. maddenin üçüncü fıkrasına göre ‘‘Hapis
cezasının ertelenmesi, koşullu salıverilme ve tekerrürle ilgili olanlar hariç’’
infaz rejimine ilişkin hükümler, lehte ve aleyhte olmasına bakılmaksızın,
derhal uygulanacaktır.
Daha lehe kanun nasıl tespit edilecektir? Bunun ölçütü ne
olacaktır? Bu konuda önceki ve sonraki kanunların lehe olan hükümlerini bir
araya getirmek ve böylece her iki kanunun sadece lehe olan hükümlerini
uygulamak yoluna gidilmeyeceği açıktır. Çünkü Ceza Kanununun 7. maddesinin
ikinci fıkrası, yürürlükten kaldırılan kanundan veya yeni kanundan ayrı üçüncü
bir kanunun yaratılmasına imkan vermemektedir. İki kanundan, bütünü itibariyle,
suçlunun daha lehine olanı her yönü ile uygulanmalıdır. Ancak lehe olan kanunun
belirlenmesi, iki kanunu kendi aralarında karşılaştırmak suretiyle, soyut
olarak yapılamaz. Zira böyle bir değerlendirme ile lehe olan kanunu belirlemek
güçtür. Nitekim karşılaştırılan kanunların her ikisi de lehe ve aleyhe hükümler
içerebilir. Öte yandan soyut olarak daha lehte gözüken kanun, somut olayla
ilgili olarak her zaman öyle olmayabilir. Bu itibarla daha lehe olan kanunun
araştırılması somut olarak, yani eski ve yeni kanunların somut olaya
uygulanmasından doğabilecek bütün sonuçları karşılaştırmak suretiyle
yapılmalıdır (Yürürlük Kanunu, m. 9, f. 3).
Bu karşılaştırma sırasında sadece cezanın türü ve süresi değil,
aynı zamanda güvenlik tedbirleri, suça etki eden (ağırlaştıran ve hafifleten)
nedenler, erteleme ve benzeri kurumların kabul edilmiş veya bunların
şartlarının kolaylaştırılmış olup olmaması, soruşturma ve kovuşturmanın şikayete
bağlanmış olup olmaması gibi durumlar da nazara alınır.’’
Burada da hakaret suçunun belirli tipi (md. 125/ikinci fıkra)
bakımından uzlaşma mekanizması yerine önödeme mekanizması öngörülmüştür.
(Belirtmek gerekir ki anılan 75’inci maddenin altıncı fıkrasında yapılan
değişiklik aynı zamanda hakaret suçunun belirli tiplerinin (md. 125/üçüncü
fıkranın (b) ve (c) bentleri ve dördüncü fıkrası) önödemenin kapsamına dahil edilmesine
ilişkindir.)
Ancak bu değişiklik, 14.11.2024 tarihi itibarıyla soruşturma
veya kovuşturma evresinde bulunan dosyalar bakımından uygulanmayacaktır.
Halbuki hakaret suçunun belirli tipi bakımından önödeme mekanizmasının
uygulanması, failin lehinedir. Ancak kanun koyucu, ‘‘Lehe kanun, geçmişe
yürür.’’ ilkesini kendi eliyle ortadan kaldırarak; bu dosyaların anılan
253’üncü maddenin üçüncü fıkrasının değişiklikten önceki hükümlerine göre
sonuçlandırılacağını kurala bağlamıştır.
Başka bir anlatımla Türk Ceza Kanunu’nun 75’inci maddesi,
aşağıdaki şekildedir:
‘‘Önödeme
Madde 75- (1) Uzlaşma kapsamındaki suçlar hariç
olmak üzere, yalnız adlî para cezasını gerektiren veya kanun maddesinde
öngörülen hapis cezasının yukarı sınırı altı ayı aşmayan suçların faili;[23]
a) Adlî para cezası maktu ise bu miktarı, değilse aşağı
sınırını,
b) Hapis cezasının aşağı sınırının
karşılığı olarak her gün için yüz Türk Lirası üzerinden bulunacak miktarı,[24]
c) Hapis cezası ile birlikte adlî para cezası da öngörülmüş ise,
hapis cezası için bu fıkranın (b) bendine göre belirlenecek miktar ile adlî
para cezasının aşağı sınırını,
Soruşturma giderleri ile birlikte, Cumhuriyet savcılığınca
yapılacak tebliğ üzerine on gün içinde ödediği takdirde hakkında kamu davası
açılmaz. (Ek cümleler:17/10/2019-7188/16 md.) Failin on gün içinde talep etmesi
koşuluyla bu miktarın birer ay ara ile üç eşit taksit hâlinde ödenmesine
Cumhuriyet savcısı tarafından karar verilir. Taksitlerin süresinde ödenmemesi
hâlinde önödeme hükümsüz kalır ve soruşturmaya devam edilir. (Ek cümle:
24/11/2016-6763/12 md.) Taksirli suçlar hariç olmak üzere, önödemeye bağlı
olarak kovuşturmaya yer olmadığına veya kamu davasının düşmesine karar
verildiği tarihten itibaren beş yıl içinde önödemeye tabi bir suçu işleyen
faile bu fıkra uyarınca teklif edilecek önödeme miktarı yarı oranında
artırılır.
(2) Özel kanun hükümleri gereğince işin doğrudan mahkemeye
intikal etmesi halinde de fail, hakim tarafından yapılacak bildirim üzerine
birinci fıkra hükümlerine göre saptanacak miktardaki parayı yargılama
giderleriyle birlikte ödediğinde kamu davası düşer.
(3) Cumhuriyet savcılığınca madde kapsamına giren suç nedeniyle
önödeme işlemi yapılmadan dava açılması veya dava konusu fiilin niteliğinin
değişmesi suretiyle madde kapsamına giren bir suça dönüşmesi halinde de
yukarıdaki fıkra uygulanır.
(4) Suçla ilgili kanun maddesinde yukarı sınırı altı ayı aşmayan
hapis cezası veya adlî para cezasından yalnız birinin uygulanabileceği hallerde
ödenmesi gereken miktar, yukarıdaki fıkralara göre adlî para cezası esas
alınarak belirlenir.[25]
(5) Bu madde gereğince kamu davasının açılmaması veya ortadan
kaldırılması, kişisel hakkın istenmesine, malın geri alınmasına ve müsadereye
ilişkin hükümleri etkilemez.
(6) (Ek: 24/11/2016-6763/12 md.) Bu madde hükümleri;
a) Bu Kanunda yer alan;[26]
1. Yardım veya bildirim yükümlülüğünün yerine getirilmemesi (98
inci maddenin birinci fıkrası),
2. (Ek:7/11/2024-7531/15 md.) Hakaret (125 inci maddenin ikinci
fıkrası, üçüncü fıkrasının (b) ve (c) bentleri ve dördüncü fıkrası),
3. Genel güvenliğin taksirle tehlikeye sokulması (madde 171),
4. Çevrenin taksirle kirletilmesi (182 nci maddenin birinci
fıkrası),
5. Özel işaret ve kıyafetleri usulsüz kullanma (264 üncü
maddenin birinci fıkrası),
6. Suçu bildirmeme (278 inci maddenin birinci ve ikinci
fıkraları),
suçları,
b) 31/8/1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Kanununun 108 inci
maddesinin birinci fıkrasında yer alan suç,
c) (Ek:17/10/2019-7188/16 md.) 21/7/1983 tarihli ve 2863 sayılı
Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 74 üncü maddesinin ikinci
fıkrasının birinci cümlesinde yer alan suç,
d) (Ek:17/10/2019-7188/16 md.) 4/11/2004
tarihli ve 5253 sayılı Dernekler Kanununun 32 nci maddesinin birinci fıkrasının
(d) bendinde yer alan suç,
bakımından da uygulanır. Bu fıkra kapsamındaki suçların beş yıl
içinde tekrar işlenmesi hâlinde fail hakkında aynı suçtan dolayı önödeme
hükümleri uygulanmaz.
(7) (Ek: 24/11/2016-6763/12 md.) Ödemede
bulunulması üzerine verilen kovuşturmaya yer olmadığına dair kararlar ile düşme
kararları, bunlara mahsus bir sisteme kaydedilir. Bu kayıtlar, ancak bir
soruşturma veya kovuşturmayla bağlantılı olarak Cumhuriyet savcısı, hâkim veya
mahkeme tarafından istenmesi hâlinde, bu maddede belirtilen amaç için kullanılabilir.’’
Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 253’üncü maddesi, aşağıdaki
şekildedir:
‘‘Uzlaştırma[90][91][92]
Madde 253 – (Değişik: 6/12/2006-5560/24
md.)
(1) Aşağıdaki suçlarda, şüpheli ile mağdur veya suçtan zarar
gören gerçek veya özel hukuk tüzel kişisinin uzlaştırılması girişiminde
bulunulur:
a) Soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlı suçlar.
b) Şikâyete bağlı olup olmadığına bakılmaksızın, Türk Ceza
Kanununda yer alan;[93]
1. Kasten yaralama (üçüncü fıkra hariç, madde 86; madde 88),
2. Taksirle yaralama (madde 89),
3. (Ek: 24/11/2016-6763/34 md.) Tehdit (madde 106, birinci
fıkra),
4. Konut dokunulmazlığının ihlali (madde 116),
5. (Ek:17/10/2019-7188/26 md.) İş ve çalışma hürriyetinin ihlali
(madde 117, birinci fıkra; madde 119, birinci fıkra (c) bendi),
6. (Ek: 24/11/2016-6763/34 md.) Hırsızlık (madde 141),
7. (Ek:17/10/2019-7188/26 md.) Güveni kötüye kullanma
(madde 155),
8. (Ek: 24/11/2016-6763/34 md.) Dolandırıcılık (madde 157),
9. (Ek:17/10/2019-7188/26 md.) Suç eşyasının satın
alınması veya kabul edilmesi (madde 165),
10. Çocuğun kaçırılması ve alıkonulması (madde 234),
11. Ticari sır, bankacılık sırrı veya müşteri sırrı
niteliğindeki bilgi veya belgelerin açıklanması (dördüncü fıkra hariç, madde
239),
suçları.
c) (Ek: 24/11/2016-6763/34 md.) Mağdurun veya suçtan zarar
görenin gerçek veya özel hukuk tüzel kişisi olması koşuluyla, suça sürüklenen
çocuklar bakımından ayrıca, üst sınırı üç yılı geçmeyen hapis veya adli para
cezasını gerektiren suçlar.
(2) Soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlı olanlar
hariç olmak üzere; diğer kanunlarda yer alan suçlarla ilgili olarak uzlaştırma
yoluna gidilebilmesi için, kanunda açık hüküm bulunması gerekir.
(3) Soruşturulması ve kovuşturulması şikâyete bağlı olsa bile,
cinsel dokunulmazlığa karşı suçlarda, ısrarlı takip suçunda (madde 123/A) ve
hakaret suçunda (125 inci maddenin ikinci fıkrası), uzlaştırma yoluna
gidilemez. (Ek cümle: 26/6/2009 - 5918/8 md.) Uzlaştırma kapsamına giren bir
suçun, bu kapsama girmeyen bir başka suçla birlikte aynı mağdura karşı işlenmiş
olması hâlinde de uzlaşma hükümleri uygulanmaz.[94][95][96]
(4) Soruşturma konusu suçun uzlaşmaya tâbi
olması ve kamu davası açılması için yeterli şüphenin bulunması hâlinde, dosya
uzlaştırma bürosuna gönderilir. Büro tarafından görevlendirilen uzlaştırmacı,
şüpheli ile mağdur veya suçtan zarar görene uzlaşma teklifinde bulunur.
Şüphelinin, mağdurun veya suçtan zarar görenin reşit olmaması halinde, uzlaşma
teklifi kanunî temsilcilerine yapılır. Uzlaştırmacı, uzlaşma teklifini
açıklamalı tebligat veya istinabe yoluyla da yapabilir. Şüpheli, mağdur veya
suçtan zarar gören, kendisine uzlaşma teklifinde bulunulduktan itibaren yedi
gün içinde kararını bildirmediği takdirde, teklifi reddetmiş sayılır. 96[97]
(5) Uzlaşma teklifinde bulunulması halinde, kişiye uzlaşmanın
mahiyeti ve uzlaşmayı kabul veya reddetmesinin hukukî sonuçları anlatılır.
(6) Resmî mercilere beyan edilmiş olup da soruşturma dosyasında
yer alan adreste bulunmama veya yurt dışında olma ya da başka bir nedenle
mağdura, suçtan zarar görene, şüpheliye veya bunların kanunî temsilcisine
ulaşılamaması halinde, uzlaştırma yoluna gidilmeksizin soruşturma
sonuçlandırılır.
(7) Birden fazla kişinin mağduriyetine veya zarar görmesine
sebebiyet veren bir suçtan dolayı uzlaştırma yoluna gidilebilmesi için, mağdur
veya suçtan zarar görenlerin hepsinin uzlaşmayı kabul etmesi gerekir.
(8) Uzlaşma teklifinde bulunulması veya teklifin kabul edilmesi,
soruşturma konusu suça ilişkin delillerin toplanmasına ve koruma tedbirlerinin
uygulanmasına engel değildir.
(9) (Mülga: 24/11/2016-6763/34 md.)
(10) Bu Kanunda belirlenen hâkimin davaya bakamayacağı haller
ile reddi sebepleri, uzlaştırmacı görevlendirilmesi ile ilgili olarak göz
önünde bulundurulur.
(11) Görevlendirilen uzlaştırmacıya soruşturma dosyasında yer
alan ve Cumhuriyet savcısınca uygun görülen belgelerin birer örneği verilir. Uzlaştırma
bürosu uzlaştırmacıya, soruşturmanın gizliliği ilkesine uygun davranmakla
yükümlü olduğunu hatırlatır.[98]
(12) Uzlaştırmacı, dosya içindeki belgelerin birer örneği kendisine
verildikten itibaren en geç otuz gün içinde uzlaştırma işlemlerini
sonuçlandırır. Uzlaştırma bürosu bu süreyi her defasında yirmi günü geçmemek
üzere en fazla iki kez daha uzatabilir.
(13) Uzlaştırma müzakereleri gizli olarak yürütülür. Uzlaştırma
müzakerelerine şüpheli, mağdur, suçtan zarar gören, kanunî temsilci, müdafi ve
vekil katılabilir. Şüpheli, mağdur veya suçtan zarar görenin kendisi veya
kanunî temsilcisi ya da vekilinin müzakerelere katılmaktan imtina etmesi
halinde, uzlaşmayı kabul etmemiş sayılır.
(14) Uzlaştırmacı, müzakereler sırasında izlenmesi gereken
yöntemle ilgili olarak Cumhuriyet savcısıyla görüşebilir; Cumhuriyet savcısı,
uzlaştırmacıya talimat verebilir.
(15) Uzlaşma müzakereleri sonunda uzlaştırmacı, bir rapor
hazırlayarak kendisine verilen belge örnekleriyle birlikte uzlaştırma bürosuna verir.
Uzlaşmanın gerçekleşmesi halinde, tarafların imzalarını da içeren raporda, ne
suretle uzlaşıldığı ayrıntılı olarak açıklanır. (Ek cümle: 24/11/2016-6763/34
md.) Uzlaştırma bürosu soruşturma dosyasını, raporu ve varsa yazılı anlaşmayı
Cumhuriyet savcısına gönderir.
(16) Uzlaşma teklifinin reddedilmesine rağmen, şüpheli ile
mağdur veya suçtan zarar gören uzlaştıklarını gösteren belge ile en geç
iddianamenin düzenlendiği tarihe kadar Cumhuriyet savcısına başvurarak
uzlaştıklarını beyan edebilirler.
(17) Cumhuriyet savcısı, uzlaşmanın, tarafların özgür
iradelerine dayandığını ve edimin hukuka uygun olduğunu belirlerse raporu veya
belgeyi mühür ve imza altına alarak soruşturma dosyasında muhafaza eder.
(18) Uzlaştırmanın sonuçsuz kalması halinde tekrar uzlaştırma
yoluna gidilemez.
(19) Uzlaşma sonucunda şüphelinin edimini
def’aten yerine getirmesi halinde, hakkında kovuşturmaya yer olmadığı kararı
verilir. Edimin yerine getirilmesinin ileri tarihe bırakılması, takside
bağlanması veya süreklilik arzetmesi halinde, 171 inci maddedeki şartlar
aranmaksızın, şüpheli hakkında kamu davasının açılmasının ertelenmesi kararı
verilir. Erteleme süresince zamanaşımı işlemez. Kamu davasının açılmasının ertelenmesi
kararından sonra, uzlaşmanın gereklerinin yerine getirilmemesi halinde, 171
inci maddenin dördüncü fıkrasındaki şart aranmaksızın, kamu davası açılır. (…)[99]
Uzlaşmanın sağlanması halinde, uzlaşma anında tespit edilemeyen veya uzlaşmadan
sonra ortaya çıkan zararlar hariç, soruşturma konusu suç nedeniyle tazminat
davası açılamaz; açılmış olan davadan feragat edilmiş sayılır. Şüphelinin,
edimini yerine getirmemesi halinde uzlaşma raporu veya belgesi, 9/6/1932
tarihli ve 2004 sayılı İcra ve İflas Kanununun 38 inci maddesinde yazılı ilam
mahiyetini haiz belgelerden sayılır.[100]
(20) Uzlaştırma müzakereleri sırasında yapılan açıklamalar,
herhangi bir soruşturma ve kovuşturmada ya da davada delil olarak kullanılamaz.
(21) Şüpheli, mağdur veya suçtan zarar
görenden birine ilk uzlaşma teklifinde bulunulduğu tarihten itibaren,
uzlaştırma girişiminin sonuçsuz kaldığı ve en geç, uzlaştırmacının raporunu
düzenleyerek uzlaştırma bürosuna verdiği tarihe kadar dava zamanaşımı ile
kovuşturma koşulu olan dava süresi işlemez.
(22) (Değişik birinci cümle:
24/11/2016-6763/34 md.) Uzlaştırmacıya Adalet Bakanlığı tarafından belirlenen
tarifeye göre ücret ödenir. Uzlaştırmacı ücreti ve diğer uzlaştırma giderleri,
yargılama giderlerinden sayılır. Uzlaşmanın gerçekleşmesi halinde bu giderler
Devlet Hazinesi tarafından karşılanır.
(23) Uzlaşma sonucunda verilecek kararlarla ilgili olarak bu
Kanunda öngörülen kanun yollarına başvurulabilir.
(24) (Değişik: 24/11/2016-6763/34 md.) Her
Cumhuriyet başsavcılığı bünyesinde uzlaştırma bürosu kurulur ve yeteri kadar
Cumhuriyet savcısı ile personel görevlendirilir. Uzlaştırmacılar, hukuk
fakültesi mezunlarının yer aldığı, Adalet Bakanlığı tarafından belirlenen
uzlaştırmacı listelerinden görevlendirilir. Uzlaştırmacı, hazırladığı raporu,
tutanakları ve varsa yazılı anlaşmayı büroya gönderir. Uzlaştırma süreci
sonunda soruşturma dosyaları, uzlaştırma bürosunda görevli Cumhuriyet savcıları
tarafından sonuçlandırılır.[101]
(25) (Ek: 24/11/2016-6763/34 md.)Uzlaştırmacıların
nitelikleri, eğitimi, sınavı, görev ve sorumlulukları, denetimi, eğitim verecek
kişi, kurum ve kuruluşların nitelikleri ve denetimleri ile uzlaştırmacı sicili,
uzlaştırmacılar ve eğitim kurumlarının listelerinin düzenlenmesi, Cumhuriyet
başsavcılığı bünyesinde kurulan uzlaştırma bürolarının çalışma usul ve
esasları, uzlaştırma teklifi ile müzakere usulü, uzlaştırma anlaşması ve
raporda yer alacak konular ile uygulamaya dair diğer hususlara ilişkin usul ve
esaslar, Adalet Bakanlığınca çıkarılan yönetmelikle düzenlenir.’’
Maddelerin lafzları karşılaştırıldığında görüleceği üzere; insan
haklarına dayanan bir hukuk devletinde önödeme, uzlaştırmaya nazaran failin
lehindedir. Şöyle ki yukarıda doktrinsel anlamda ayrıntılı biçimde açıklandığı
üzere lehe kanun karşılaştırmasında karşılaştırılacak kanun hükümleri bir bütün
olarak ele alınır. Somut bir örnek olarak uzlaşmak için mağdurun yüksek
miktarda tazminat istediği bir durumda; fail bakımından önödeme mekanizmasının
işletilmesi, onun her zaman daha lehinedir. Zira önödemede mağdurla herhangi
bir pazarlık etmeksizin Kanun’da belirtilen miktarın ödenmesi suretiyle;
yargılanmanın nihayete ermesi mümkün olacaktır. Nitekim uygulamada zaman içinde
uzlaştırma, ratio legis’ini aşarak bir tazminat elde etme ve şantaj
yapma aracı haline gelmiş ve kanun koyucu da bu nedenle hakareti, uzlaştırma
kapsamından çıkartarak önödeme kapsamına almıştır. Yine uzlaştırmada mağdurun
rızası aranırken; önödemede aranmamaktadır.
Yine önödemenin daha lehe olduğu yargı kararlarına konu
olmuştur. Şöyle ki ‘‘Hükümlüden sonra 9.8.2002 gün ve 25841 sayılı Resmi
Gazetede yayımlanarak yürürlüğe gire 4771 sayılı yasanın 9. maddesi F fıkrası
ile değişik 5680 sayılı yasanın30/3 maddesinde öngörülen yaptırımın yirmimilyar
liradan yüzmilyar liraya kadar ağır paza cezasına dönüştürülmüş olup, TCK’nın
119. maddesi kapsamında önödemelik suça dönüştüğü cihetle, TCK’nın 2. maddesi uyarınca
sanıklar lehine olan bu değişikliğin uygulanmasının gerekmesi …’’. (7. CD., E.
2003/2655, K.2003/8452, T. 14.10.2003, Kazancı.) Aynı yönde 7. CD., E.
2003/14298, K. 2005/1077, T. 24.2.2005; 2. CD., E. 1998/14991, K. 1998/15855,
T. 24.12.1998 (Kazancı).’’ ‘‘Suç ve hüküm tarihinden sonra, 5328 Sayılı Kanunun
geçici 1. maddesi gereğince 01.06.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı
Türk Ceza Kanunu’nun ‘‘önödeme’’ konu başlıklı 75. maddesinde, 765 sayılı Türk
Ceza Kanunu’nun 119. maddesinin aksine, önödeme ihtaratına süresinde uymayan
sanığın mahkumiyetine karar verilmesi halinde cezasının yarı oranında
artırılacağına dair bir hükme yer verilmemesi nedeniyle, aynı kanunun 7/2.
maddesi uyarınca lehe olan bu düzenlemenin sanık hakkında uygulanarak, cezasının,
önödeme ihtaratına uymaması nedeniyle arttırılmamasında yasal zorunluluk
bulunması..’’. (10. CD., E. 2004/23762, K. 2005/8149, T. 5.7.2005, Kazancı.).’’
Bu kapsamda iptali istenilen fıkrayla belirli bir tarih nazara
alınarak aynı durumda bulunan faillerin bir kısmının lehe kanun düzenlemesinden
yararlanması (cezai hükümlerde lehe kanunun uygulanması), haklı bir neden
olmaksızın engellenmiştir.
Halbuki cezai hükümlerde lehe kanunun uygulanması, Anayasa’nın 2
ve 38’inci maddelerinin bir gereğidir. Diğer bir deyişle Anayasa’nın 38’inci
maddesinde yer alan suç ve cezaların kanuniliği ilkesi; Anayasa’nın 2’nci
maddesinde temelini bulan hukuk devleti ışığında yorumlandığında lehe kanunun
geçmişe yürüyeceği ilkesinin Anayasal temelini bulmak mümkündür. Nitekim
Anayasa Mahkemesi de bir kararında;
‘‘10. Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti eylem ve
işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren,
Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuk kurallarıyla kendini
bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir.
11. Kanun koyucu, kamu düzeninin korunması amacıyla ceza hukuku
alanında düzenleme yaparken hangi eylemlerin suç sayılacağı ve suç sayılan bu
eylemlerin hangi tür ve ölçüde cezai yaptırıma bağlanacağı konusunda anayasal
sınırlar içinde takdir yetkisine sahiptir.
12. Hukuk devleti olmanın gerekliliklerinden biri de kanunların
kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil
kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesidir. Bu nedenle kanun
koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal
sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini gözönünde tutarak
kullanması gerekir.
13. Anayasa’nın 38. maddesinin birinci fıkrasında “Kimse,
işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı
cezalandırılamaz; kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için konulmuş olan
cezadan daha ağır bir ceza verilemez” denilerek suçun kanuniliği; üçüncü
fıkrasında da “Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla
konulur” denilerek cezanın kanuniliği ilkesi güvence altına alınmıştır. Anayasa’nın anılan maddesinde yer alan suçta ve
cezada kanunilik ilkesi uyarınca hangi fiillerin yasaklandığının ve bu yasak
fiillere verilecek cezaların hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak biçimde kanunda
gösterilmesi, kuralın açık, anlaşılır ve sınırlarının belli olması
gerekmektedir. Kişilerin yasak fiilleri önceden bilmeleri düşüncesine dayanan
bu ilkeyle temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması amaçlanmaktadır.
14. Suçta ve cezada kanunilik ilkesi, temel hak ve özgürlüklerin
somutlaştırıldığı uluslararası sözleşmelerde de yer almaktadır. Bu ilke Türkiye
Cumhuriyeti’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin (Sözleşme) “Kanunsuz ceza olmaz” kenar başlıklı 7. maddesinin birinci paragrafında “Hiç kimse,
işlendiği zaman ulusal veya uluslararası hukuka göre suç oluşturmayan bir eylem
veya ihmalden dolayı suçlu bulunamaz. Aynı biçimde, suçun işlendiği sırada
uygulanabilir olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez.” şeklinde; Medenî ve
Siyasî Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin 15. maddesinin birinci
paragrafında ise “Hiç kimse, işlendiği zamanda ulusal ya da uluslararası hukuk
bakımından suç sayılmayan bir fiil ya da ihmal yüzünden suçlu sayılamaz. Suç
sayılan bir fiile, işlendiği zaman yürürlükte olan bir cezadan daha ağır ceza
verilemez. Fiilin işlenmesinden sonra yasalarda bu fiile karşılık daha hafif
bir ceza öngörülecek olursa, fiili işleyene bu ikinci ceza uygulanır.”
biçiminde düzenlenmiştir.
15. Suçta ve cezada kanunilik
ilkesi Anayasa'nın 13. maddesinde ifade edilen
temel hak ve özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceğine ilişkin kuralın
suç ve cezalar yönünden özel düzenlemesi olarak değerlendirilebilir. Suçta ve
cezada kanunilik ilkesi, cezalandırmanın temel haklara etkisinden
kaynaklanan özel önemi nedeniyle zaman içinde bir ceza hukuku kavramı olarak
alt ilkeler de içerecek şekilde gelişmiştir.
16. Bu bağlamda toplumun
ihtiyaçlarına göre suç sayılan fiiller için uygulanacak cezalar, nitelik ve
nicelik olarak zamanla değişebilmektedir. Suç tarihinden sonra yürürlüğe giren
kanunla bir suç için daha hafif bir ceza öngörülebileceği gibi daha ağır bir
ceza da belirlenebilir. Hukuki belirliliğin ve hukuk güvenliğinin gereği olarak
Anayasa’nın 38. maddesinin birinci fıkrasında yer alan “…kimseye suçu işlediği zaman kanunda o suç için
konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez” hükmüyle aleyhe kanunun
geçmişe uygulanması yasaklanmıştır. Ceza normlarının zaman bakımından
uygulanmasını düzenleyici nitelikteki bu kural kanunilik ilkesinin bir alt
ilkesi olan aleyhe kanunun geçmişe uygulanması yasağı olarak ifade edilmektedir.
Bu yasak kişi özgürlüğü lehine kabul edilmiş bir güvence niteliğindedir.
17. Suç tarihinden sonra yürürlüğe giren
kanunun aynı fiili suç olmaktan çıkarması veya aynı suç için daha hafif bir
ceza öngördüğü durumlarda ise diğer bir alt ilke olan lehe kanunun uygulanması
ilkesi gündeme gelmektedir. Sonraki kanunun fiili suç olmaktan
çıkarması veya daha hafif bir ceza öngörmesi durumunda lehe kanundan söz
edilir. Aleyhe kanunun geçmişe uygulanması yasağından farklı olarak lehe kanunun uygulanması ilkesine ilişkin bir hükme Anayasa’nın
38. maddesinde açıkça yer
verilmemiştir. Bununla birlikte aynı maddede suç için mutlaka fiilin işlendiği
zaman yürürlükte olan kanunun öngördüğü cezanın verilmesi yönünde bir kural da
bulunmamaktadır.
18. Fiilin işlenmesinden, hükmün kesinleşmesine kadar geçen ceza
muhakemesi sürecinde bir suç için fiilin işlendiği tarihte yürürlükte olan ve
daha sonra yürürlüğe giren kanun olmak üzere uygulanması mümkün birden fazla
kanun hükmü söz konusu olabilmektedir. Suç nedeniyle başta hürriyeti bağlayıcı
cezalar olmak üzere uygulanan çeşitli ceza ve güvenlik tedbirleri temel hak ve
özgürlüklere müdahale oluşturduğundan, Anayasa cezayı ağırlaştıran kanunun
yürürlük tarihinden önce işlenmiş suçlara uygulanmasını açık biçimde
yasaklamıştır. Hukuki belirliliğin ve hukuk güvenliğinin bir sonucu olan bu
yasak, aynı zamanda suçun işlendiği tarihteki kanuna göre lehe olan sonraki
kanunun uygulanmasını da gerekli kılmaktadır. Zira işlendiği tarihte suç
sayılan bir fiilin daha sonra yürürlüğe giren kanun ile suç olmaktan
çıkarılması veya ilga edilen kanuna nazaran anılan suç fiiline daha hafif bir
ceza öngörülmesi durumunda mülga kanunun aleyhe hükümlerinin uygulanmaya devam
edileceğinin kabul edilmesi, suçların ve cezaların ancak kanunla belirleneceğini
emreden suç ve cezaların kanuniliği ilkesi karşısında bireylerin objektif
olarak beklemeyecekleri dolayısıyla öngöremeyecekleri bir ceza ile
cezalandırılmaları sonucunu doğuracaktır. Bunun ceza hukuku alanında kişilerin
hukuki güvenliklerini anayasal güvenceye bağlamayı amaç edinen suç ve cezaların
kanuniliği ilkesiyle bağdaştırılması mümkün değildir.
19. Öte yandan lehe ceza kanununun geçmişe uygulanması hukuk
devletiyle bağlantılı olarak adalet ve hakkaniyet ilkelerinin de bir gereğidir.
Gelişen sosyal düzen ve değişen toplumsal ihtiyaçlar karşısında artık suç
oluşturmadığı kabul edilen veya daha hafif ceza öngörülen bir fiilin yalnızca
daha önce işlenmiş olması nedeniyle daha ağır bir yaptırıma tabi tutulması
adalet ve hakkaniyet ilkeleriyle bağdaşmamaktadır.
20. Anılan hususlar birlikte değerlendirildiğinde ceza
yargılamasında lehe kanunun uygulanmasının Anayasa’nın
38. maddesinde düzenlenen suçta ve cezada kanunilik ilkesi kapsamında anayasal
bir zorunluluk olduğu sonucuna ulaşılmaktadır.
21. Diğer yandan uluslararası
hukukta lehe kanun uygulamasının suçta ve cezada kanunilik ilkesinin bir unsuru
olarak görüldüğü konusunda tereddüt bulunmamaktadır. Medenî ve Siyasî
Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’de de fiilin işlenmesinden sonra
kanunlarda bu fiile karşılık daha hafif bir ceza öngörülmesi durumunda fiili
işleyene bu ikinci cezanın uygulanacağı ifade edilerek anılan ilke açıkça düzenlenmiştir.
22. Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi; Anayasa’nın 38. maddesinin birinci fıkrasıyla benzer içerikte
olan Sözleşme’nin 7. maddesinin birinci
paragrafına ilişkin içtihadında lehe kanunun uygulanması ilkesinin Avrupa
Birliği Temel Haklar Şartı dâhil bütün temel insan hakları metinlerinde
tanındığını, artık Avrupa ve uluslararası ceza hukukunun temel bir ilkesi olduğunu,
yargılama yapan mahkemenin suç oluşturan eyleme kanun koyucunun orantılı olarak
belirlediği cezayı vermesinin 7. maddenin temel bir unsuru olan hukukun
üstünlüğü ilkesiyle uyumlu olduğunu ifade etmektedir. Mahkeme ayrıca suç
işleyene sadece suç işlediği tarihte öngörüldüğü gerekçesi ile daha ağır bir
ceza verilmesinin ceza hukukunun temel ilkelerine aykırı bulunduğunu, bunun
aynı zamanda suçun işlendiği tarihten sonra meydana gelen bütün yasal
değişiklikleri ve toplumun o suç karşısındaki yaklaşım değişikliğini görmemek
anlamına geldiğini, lehe olan ceza hükmünün geriye yürümesi ilkesinin cezaların
öngörülebilir olması gerekliliğinin bir uzantısı olduğunu, buna göre suçun
işlendiği tarihte yürürlükte olan ceza kuralı ile kesin bir hükmün verilmesinden
önce kabul edilen bir ceza kuralı farklı ise hâkimin sanığın lehine olan ceza
kuralını uygulaması gerektiğini belirtmiştir (Scoppola/İtalya (no. 2) [BD], B.
No: 10249/03, 17/9/2009, §§ 105-109).
23. Nitekim sözü edilen anayasal ilke
doğrultusunda düzenlenen 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun
“Zaman bakımından uygulama” başlıklı 7. maddesinin (2) numaralı fıkrasında lehe
kanunun uygulanması ilkesi “Suçun işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanun ile
sonradan yürürlüğe giren kanunların hükümleri farklı ise, failin lehine olan
kanun uygulanır ve infaz olunur” şeklinde ifade edilmiştir.’’
şeklinde gerekçe kaleme almıştır (11.04.2019 tarihli ve
2019/9 E.; 2019/27 K. sayılı Kararı).
İptali talep edilen fıkra, anılan 75 ve 253’üncü maddelerde yapılan
değişiklikler bakımından öngörülmüş bir geçiş hükmüdür. İptali talep edilen
fıkra, hakaret suçunun belirli bir tipinin uzlaştırma kapsamından çıkarılarak
önödemeye dahil edilmesine yönelik lehe hükmün, 14.11.2024 tarih itibarıyla
soruşturma veya kovuşturma evresinde bulunan dosyalar bakımından
uygulanmayacağını ve bunların değişiklikten önceki mevzuata tabi olacağını
öngörmektedir. (Belirtmek gerekir ki anılan 75’inci maddenin altıncı fıkrasında
yapılan değişiklik aynı zamanda hakaret suçunun belirli tiplerinin (md.
125/üçüncü fıkranın (b) ve (c) bentleri ve dördüncü fıkrası) önödemenin
kapsamına dahil edilmesine ilişkindir.)
Öte yandan kanun koyucunun, lehe kanunun uygulanmasına yönelik
engelleyici tutumu, bir alışkanlıktır. Zira 17.10.2019 tarihli ve 7188 sayılı
Kanun’un 24’üncü maddesiyle Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 251’inci maddesinde
yapılan değişiklikle basit yargılama usulü ceza yargılama sistemine dahil
edilmiştir. Basit yargılama usulünde ceza indirimi gerçekleştiğinden; bu
değişiklik, kanunların zaman bakımından uygulanması/lehe kanunun geçmişe
yürümesinin konusunu oluşturmuştur. Ne var ki kanun koyucu, bu lehe
değişikliğin uygulanmaması için bir geçiş hükmü ihdas ederek 7188 sayılı
Kanun’un 31’inci maddesiyle CMK’ye geçici madde 5 eklenmiştir. Bu geçiş
hükmünde yer alan ve lehe kanun uygulamasını engelleyen kural, somut norm
denetimiyle Anayasa Mahkemesi tarafından Anayasa’nın 38’inci maddesine aykırı
olduğundan bahisle iptal edilmiştir (25.06.2020 tarihli ve 2020/16 E.;2
020/33 K.). Sayın Taner’in de ifade ettiği üzere;
‘‘Kanun koyucunun bu yanlış tercihi, ciddi bir iş yükü
doğurmuş; Yargıtay ve bölge adliye mahkemeleri ortaya çıkan durum karşısında,
lehe kanunu uygulanması için bozma kararı vererek dosyaları geri göndermek
zorunda kalmıştır.
Örnek olarak bkz. ‘Sanığın işlediği cinsel taciz suçunun üst
sınırının iki yıl veya daha az süreli hapis cezasını gerektirmesi ve mahkemece
mahkumiyet hükmünün kurulmasının ardından 17.10.2019 tarihinde yürürlüğe giren
7188 Sayılı Kanunla yeniden düzenlenen 5271 sayılı CMK’nın 251. maddesindeki
basit yargılama usulüne dair kanuni düzenlemeden sonra 7188 sayılı Kanun’un
geçici 5. maddesinin 1/c bendine yönelik olarak 19.08.2020 günlü, 31218 sayılı
Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Anayasa Mahkemesi’nin25.06.2020
tarih ve 2020/16 Esas-2020/33 Sayılı Kararı ile 5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanununa 7188 Sayılı Kanun’un 31. maddesiyle eklenen geçici 5. maddesinin (d)
bendinde yer alan ‘‘kovuşturma evresine geçilmiş’’ ibaresinin, aynı bentte yer
alan ‘‘basit yargılama usulü’’ ibaresi yönünden Anayasa’ya aykırı bulunarak
iptal edilmesi karşısında, anılan karara istinaden sanığın hukuki durumunun
yeniden değerlendirilmesinde zorunluluk bulunması (…)’’ Yar. 14. CD, E.
2016/3929, K. 2021/151, T. 14.01.2021. (YARGİTAY.GOV.TR, sgt: 17.08.2021).’’
İşte bu olumsuz akıbet, eldeki dava konusu yönünden de
gerçekleşecek ve yargının iş yükü, yadsınamayacak düzeyde artacaktır.
Diğer bir ifadeyle ihtilaflı kural, hukuk devleti ilkesinin
aksine 14.11.2024 tarih itibarıyla soruşturma veya kovuşturma evresinde bulunan
dosyalar hakkında önceki ve sonraki kanun hükümlerinden lehe olanın tespitine
ve sonraki Kanun hükümlerinin lehe olması durumunda bunların uygulanmasına
imkân vermemektedir; dahası bunu, engellemektedir. Bu durum, hukuk devletinde
suçta ve cezada kanunilik ilkesinin kapsamında kalan lehe kanunun uygulanması
ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Açıklanan nedenlerle ihtilaflı kural,
Anayasa’nın 2 ve 38’inci maddelerine aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle 7531 sayılı Kanun’un
18’inci maddesiyle 5271 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 7’nin ikinci
fıkrası, Anayasa’nın 2 ve 38’inci maddelerine aykırıdır; anılan fıkranın iptali
gerekir.
9) 07.11.2024
tarihli ve 7531 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un
20’nci maddesiyle 20.02.2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 77’nci
maddesinin değiştirilen altıncı fıkrasının Anayasa’ya aykırılığı
5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun muafiyet ve istisnaları
düzenleyen 77’nci maddesinin mevcut beşinci fıkrasına göre vakıf kültür
varlıklarının, restorasyon veya onarım karşılığı kiralama işlemleri, 2886
sayılı Devlet İhale Kanunu hükümlerine tâbi değildir. 7531 sayılı Kanun’un 50’nci
maddesiyle anılan beşinci fıkraya bir ibare eklenmiştir. Bu neticede anılan
beşinci fıkranın son haline göre vakıf kültür varlıklarının, restorasyon veya
onarım karşılığı kiralama işlemleri, ceza ve ihalelerden yasaklama hükümleri
hariç 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu hükümlerine tâbi değildir. Diğer bir
söyleyişle vakıf kültür varlıklarının, restorasyon veya onarım karşılığı
kiralama işlemlerinde ceza ve ihalelerden yasaklama hükümleri, 2886 sayılı
Devlet İhale Kanunu’na tabi olacaktır.
7531 sayılı Kanun’un 20’nci maddesiyle anılan 77’nci maddenin
altıncı fıkrası da değiştirilmiştir. Değişik altıncı fıkraya göre vakıf kültür
varlıklarının restorasyon veya onarım karşılığı kiralama işlemlerine ilişkin
usul ve esaslar, yönetmelikle düzenlenecektir. Ancak bahsi geçen değişik
altıncı fıkra, Anayasa’ya aykırıdır.
i)Kamu yararı ilkesi ve hukuk devleti
bakımından: İptali talep edilen fıkra, öncelikle Anayasa’nın hukuk devleti
ilkesini öngören 2’nci maddesine aykırıdır. Zira Devlet İhale Kanunu’nun 2’nci
maddesinde düzenlenen ilkeler; ihtiyaçların en iyi şekilde, uygun şartlarla ve
zamanında karşılanması ve ihalede açıklık ve rekabetin sağlanması olarak
sıralanmaktadır. Vakıflar Genel Müdürlüğünün uhdesinde yahut
denetiminde/gözetiminde bulunan vakıf kültür varlıklarının,
restorasyon veya onarım karşılığı kiralama işlemlerini, Devlet
İhale Kanunu’ndan, dolayısıyla sayılı ilkelerden vareste tutmakta, (hukuk devleti
ilkesinin ögelerinden olan) kamu yararı yoktur.
Bu noktada belirtmek gerekir ki bir yandan bahsi geçen beşinci
fıkrayla bunların Devlet İhale Kanunu’na tabi olmadığı hüküm altına alınmakta;
diğer taraftan altıncı fıkrayla bunlar, yönetmeliğin konusu yapılmaktadır. Öte
yandan yalnız bir kanun hükmüyle (anılan beşinci fıkrayla) vakıf kültür
varlıklarının, restorasyon veya onarım karşılığı kiralama işlemlerinin Devlet
İhale Kanunu’ndan vareste tutulabilmesi; bunların olağanında-tabiatı gereği
Devlet İhale Kanunu’na tabi olduğunu kanıtlamaktadır.
Başka bir anlatımla bu istisna hükmü, kamu yararını gerçekleştirmeye
yönelik sayılı ilkeleri, kamu kaynaklarının etkin kullanımına ilişkin
güvenceleri dışarıda bırakmakta ve 2886 sayılı Kanun’da öngörülen ihaleye
katılabilme şartları, yapılacak itiraz ve şikayet usullerini, idarenin alacağı
kararlar üzerinden ihalelerin yargısal denetimini ortadan kaldırmaktadır. Diğer
bir deyişle iptali talep edilen fıkra, vakıf kültür varlıklarının restorasyon
veya onarım karşılığı kiralama işlemlerinin, kamu yararı ilkesine taban tabana
zıt şekilde, ranta açık hale gelmesine neden olabilecektir.
İptali talep edilen fıkra hükmünde piyasa koşulları, gizlilik,
güvenilirlik, ihtiyaçların uygun şartlarla ve zamanında karşılanması ve
kaynakların verimli kullanılması ilkeleri doğrultusunda (2886 sayılı Kanunla
eşdeğerde ve ona alternatif oluşturacak) somut mekanizma bulunmamaktadır.
Anayasa Mahkemesi’nin de birçok kararında (söz
gelimi Anayasa Mahkemesi’nin 13.01.2016 tarihli ve 2015/60 E.; 2016/2
K. sayılı Kararı, § 8; 28.12.2017 tarihli ve 2016/150 E.; 2017/179 K. sayılı
Kararı, § 158-161) işaret ettiği üzere; elbette Devlet
ihalelerinde / vakıf kültür varlıklarının restorasyon veya onarım karşılığı
kiralama işlemlerinde 2886 sayılı Kanun’un uygulanmasını zorunlu kılan bir
Anayasa kuralı bulunmadığından; kanun koyucunun bazı işlemler yönünden farklı
usuller benimsemesinde Anayasal açıdan bir engel yoktur. Ancak bir işlem, (ceza
ve ihalelerden yasaklama hükümleri hariç) Devlet İhale Kanunu’nda öngörülen ihtiyaçların
en iyi şekilde, uygun şartlarla ve zamanında karşılanması ve ihalede açıklık ve
rekabetin sağlanması esas alınarak belirlenen usullerin (somut kuralların,
müşahhas tatbiklerin) dışına çıkarılırken; hukuk devleti ilkesinin bir gereği
olan kamu yararı amacı gözetilmelidir.
Diğer bir deyişle Anayasa’nın 2’nci maddesindeki
hukuk devleti ilkesi gereğince, yasama işlemlerinin kişisel yararları değil
kamu yararını gerçekleştirmek amacıyla yapılması zorunludur (Anayasa
Mahkemesi’nin 17. 06. 2015 karar tarihli ve 2014/179 E.; 2015/54 K. sayılı
Kararı).
Şu halde;
1) Kanun koyucu tarafından bu alanda yaratılan
istisnanın; ihtiyaçların en iyi şekilde, uygun şartlarla ve
zamanında karşılanması ve ihalede açıklık ve rekabetin sağlanması ilkelerinden
ve bu ilkelerin tecessüm ettiği somut kurallardan istisnaen sapmayı haklı
kılacak somut bir kamu yararı amacı izlemesi,
2) Genel kuraldan ayrılırken, istisnai usule ilişkin çerçevenin,
öznel ve keyfî işlemelere engel olacak şekilde, kanunda çizilmesi
gerekir.
Başka bir anlatımla vakıf kültür varlıklarının restorasyon veya
onarım karşılığı kiralama işlemleri, kamu yararına yönelik anılan genel mevzuat
hükümlerinden bağışık tutulmuştur ve yönetmeliğin konusu yapılmıştır. Ancak bu
işlemleri, (ceza ve ihalelerden yasaklama hükümleri hariç) Devlet İhale
Kanunu’ndan vareste tutmak; hiçbir kamu yararı barındırmamaktadır. İptali
istenen fıkraya konu işlemlerin anılan mevzuattan bağışık tutulmasını ve
yönetmeliğin konusu yapılmasını haklı kılacak herhangi bir somut kamu yararı ve
kamu hizmeti gereği gösterilmemiştir ve bulunmamaktadır. Bu nedenle, iptali
istenen fıkranın kanun koyucunun takdir yetkisi alanında olduğu kabul edilemez.
İhtilaflı düzenleme, gerekli bir tedbir oluşturmadığı gibi, bu şekilde, kamu
yararına yönelik yapılan bir işlemin (Vakıflar Genel Müdürlüğünü kayıtlayacak
nesnel ve somut ölçütler ihtiva etmemesi itibarıyla) öznel ve keyfî ilişkilere
terk edilme riskine yol açma olasılığı da yüksektir. İptali istenilen kural;
anılan işlemleri (ceza ve ihalelerden yasaklama hükümleri hariç) Devlet İhale
Kanunu’ndan bağışık tutarken, söz konusu mevzuat uygulanmazken; kamu
yararının gerçekleştirilmesini sağlayacak alternatif güvenceler de
öngörmemiştir. Dahası söz konusu işlemlere yönelik olarak kiralama sürecinin
yürütülmesi ve sonuçlandırılmasına ilişkin gerçekleştirilecek iş ve işlemler
hakkındaki usul ve esasları diğer bir söyleyişle kiralamayla ilgili genel
çerçevenin tamamını Genel Müdürlüğün düzenleyici işlemlerinin (yönetmeliğin)
konusu yapmıştır. Bu nedenlerle anılan fıkra,
Anayasa’nın 2’nci maddesine aykırıdır.
ii)Hukuk devleti
ilkesi, yasama yetkisinin devredilmezliği ve idarenin kanuniliği ilkesi
bakımından: Vakıf kültür varlıklarının restorasyon veya
onarım karşılığı kiralama işlemlerine ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle
düzenlenecektir. Bu düzenleme işleminin, hiçbir kanuni kayıt, temel alınacak ilke
bütünü ve çerçeve getirilmeksizin idarenin / Genel Müdürlüğün sınırsız
takdir yetkisine bırakılması, Anayasa’nın 2, 7 ve 123’üncü maddelerine
aykırıdır.
Hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına
uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni
kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına
egemen kılan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına
saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa’ya ve hukuk
kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların
üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile
Anayasa’nın bulunduğu bilinci olan devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin 02.06.2009
tarihli ve 2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı Kararı). Hukuk devletinin ön koşullarından olan hukuki güvenlik ilkesi,
hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, hukuki belirlilik ilkesi de kanun
hükümlerinin şüpheye yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılabilir olmasını
ve ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem
içermesini ifade etmektedir (bkz. AYM 9.2.2017, 2016/143 E.– 2017/23 K. par.
13; RG. 12.4.2017-30036) (Anayasa Mahkemesi’nin 04.05.2017 tarihli
ve 2015/41 E.; 2017/98 K. sayılı Kararı). Başka bir deyişle, hukuk
devleti ilkesi gereğince, idareye davranışta bulunurken veya görevlerini yerine
getirirken belirli oranda hareket serbestliği sağlayan takdir yetkisinin
kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi biçimde gerçekleşemez; idarenin takdir
yetkisinin sınırları, keyfi işlem ve eylemleri önlemek amacıyla kanunla
çizilmelidir. Öte yandan; Anayasa’nın 123’üncü maddesinde yer alan idarenin
kanuniliği ilkesinin iki boyutu bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin secundum
legem özelliğidir (kanuna dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin
düzenleme yetkisi kanundan kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intra legem
özelliğidir (kanuna aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve
eylemleri kanunun çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır.
Ancak iptali talep edilen fıkra hükmü, söz konusu işlemlerin
yapılmasına ilişkin hiçbir nesnel ölçüt ve usul öngörmemektedir. Oysa ki,
Devlet İhale Kanunu, vakıf kültür varlıklarının restorasyon veya onarım
karşılığı kiralama işlemlerinin kanuna dayanarak ve aykırı olmadan
gerçekleştirilebilmesi adına; bunlara ilişkin ayrıntılı hükümler ihtiva
etmektedir. İptali talep edilen fıkra; bu türden işlemleri, söz konusu Kanun’un
güvence ve öngörülebilirlik alanından çıkarmakta ve idarenin (Genel
Müdürlüğün) sınırları belirsiz keyfi düzenleme alanına bırakmaktadır. Bu
durum, işlemlerin öngörülemez biçimde, diğer bir deyişle devlet ihalelerinin
denetimsiz ve verimsiz bir şekilde yapılmasına neden olmaktadır ve olacaktır.
Başka bir anlatımla vakıf kültür varlıklarının
restorasyon veya onarım karşılığı kiralama işlemlerine ilişkin usul ve esaslar;
yönetmelikle belirlenecektir. Genel Müdürlük, hangi somut olaya hangi
usulün uygulanacağını, hangi yöntemle ihtiyaçların uygun şartlarla ve zamanında
karşılanacağını sınırsız takdir yetkisine istinaden serbestçe kendi
belirleyecektir
Bu nedenle kamuya ait (Zira Genel Müdürlük kamu kaynağı
kullanmaktadır.) nakdi kaynakların hukuki belirlilik ilkesine uygun ve
kanunilik ilkesi çerçevesinde verimli harcanmasını bertaraf eden, yapılacak
işlemlerin karşı tarafı olmaya istekliler bakımından bir güvenlik ve
öngörülebilirlik sağlamayan ve normlar hiyerarşisine uygun olmayan iptali talep
edilen fıkra, Anayasa’nın 2 ve 123’üncü maddelerine aykırıdır.
Buna ek olarak Anayasa’nın 7’nci maddesinde temelini bulan
yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine göre yasama yetkisi yalnız Türkiye
Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Bu nedenle idareye düzenleme yetkisi veren bir
yasa kuralının temel ilkeleri ortaya koyması ve çerçeveyi çizmesi gerekir.
Diğer bir deyişle idareye sınırsız ve belirsiz bir düzenleme yetkisi
bırakılamaz. Nitekim idarenin düzenleme yetkisi; sınırlı, tamamlayıcı ve
bağımlı bir yetkidir. Yasa ile yetkilendirme, Anayasa’nın öngördüğü biçimde
yasa ile düzenleme anlamını taşımamaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin 02.05.2008
tarihli ve 2005/68 E.; 2008/102 K. sayılı Kararı). İptali talep edilen
fıkra hükmünde olduğu gibi temel ilkeleri belirlenmeksizin ve çerçevesi
çizilmeksizin; Genel Müdürlüğe vakıf kültür
varlıklarının restorasyon veya onarım karşılığı kiralama işlemlerine ilişkin
usul ve esasları (yönetmelikle) belirleme
yetkisi veren yasa hükmü, Anayasa’nın 7’nci maddesine aykırılık oluşturur.
iii)Yönetmelikle düzenleme bakımından: Anayasa koyucu, idarenin düzenleyici işlemlerinin bir türü
–kural işlem- olan yönetmelikler için özel bir Anayasal hüküm öngörmüştür.
Anayasa’nın 124’üncü maddesine göre Cumhurbaşkanı, Bakanlıklar ve kamu tüzel
kişileri, kendi görev alanlarını ilgilendiren kanunların ve Cumhurbaşkanlığı
kararnamelerinin uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamak
şartıyla, yönetmelikler çıkarabilirler. İdarenin (Genel Müdürlüğün) vakıf
kültür varlıklarının restorasyon veya onarım karşılığı kiralama işlemleri hakkında
çıkaracağı yönetmeliğin 7531 sayılı Kanun’un 20’nci maddesinin uygulanmasını
sağlaması ve ona aykırı olmaması için; yönetmelik çıkartılmasına cevaz veren
kanuni hükmün, hangi iş ve işlemlerin yasal çerçeve içinde kalacağına yönelik
temel çerçeve ve sınırları belirlemesi gerekmektedir. Aksi bir tutum, kanunun
uygulanmasını sağlamaya ilişkin Anayasal işlevinin ötesine geçerek, şekli
anlamda kanun aracılığıyla, yönetmeliğe, maddi anlamda kanun koyma yetkisinin
tanınması ve aşırı geniş bir düzenleme alanının idarenin uhdesine bırakılması
anlamına gelecektir. İhtilaflı kurala bakıldığında, ortada, idare tarafından
tecessüm ettirilmeye elverişli bir kanuni genel düzenleme yoktur. İdare
tarafından takdir yetkisinin keyfi biçimde kullanılmasına neden olabilecek
iptali talep edilen fıkra, Anayasa’nın 124’üncü maddesine de aykırıdır.
iv)Eşitlik ilkesi, temel
hak ve özgürlüklerin sınırlandırılma ilkeleri ve güvence ölçütleri,
teşebbüs hürriyeti bakımından: Devlet İhale Kanunu,
(bilhassa hesap verilebilirlik ve verimlilik ilkeleri ile bu ilkelerin tecessüm
ettiği somut kurallar aracılığıyla) vakıf kültür varlıklarının restorasyon veya
onarım karşılığı kiralama işlemlerine yönelik hukuki işlemlerin karşı tarafı
olmayı talep edenleri (ihale isteklilerini) de korumaktadır. Diğer bir deyişle 2886
sayılı Kanun; teklif sunan, ihaleye katılan, davet gönderilen özel
teşebbüslerin fırsat eşitliği içinde rekabet edebilmesine olanak tanımaktadır.
Bu durumun Anayasal temeli, eşitlik ilkesi bağlamında teşebbüs hürriyetindedir. Zira
Anayasa’nın 48’inci maddesinin ikinci fıkrası uyarınca Devletin, özel
teşebbüslerin güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasına yönelik tedbirleri
almaya ilişkin pozitif yükümlülüğü vardır ve Anayasa’nın 10’uncu maddesi
uyarınca Devlet, bu pozitif yükümlülüğü her bir özel teşebbüs bakımından (benzer
koşullar içinde olan, özdeş nitelikte bulunanlar için) eşit şekilde yerine
getirmekle mükelleftir. Bir özel teşebbüs bakımından eşitlik ilkesinin ihlal
edilip edilmediği hususunun tespiti de, somut olayda benzer durumda olanlara
ilişkin bir muamele farklılığı yapmayı meşrulaştıracak ‘‘haklı neden’’in
var olup olmadığına göre yapılır. Ancak iptali talep edilen
fıkra ile bu türden işlemlerin anılan Kanun’dan bağışık tutulması –
yönetmeliğin konusu yapılması ve bu işlemlere yönelik olarak kiralama sürecinin
yürütülmesi ve sonuçlandırılmasına ilişkin gerçekleştirilecek iş ve işlemler hakkında
usul ve esasları belirlemeye yönelik sınırsız takdir yetkisinin
idareye (Genel Müdürlüğe) verilmesi (idarenin hukuki işlem
yapacağı tarafı keyfi şekilde seçebilmesi), aynı şartları sağlayan iki özel
teşebbüs arasında idare tarafından kayırma/ayrımcılık yapılmasına neden
olabileceğinden; anılan fıkra, Anayasa’nın 10 ve 48’inci maddelerine aykırıdır.
Diğer bir deyişle Devletin ihtilaflı kurala tabi olmayan bir alandaki bir özel
teşebbüs bakımından pozitif yükümlülüğünü yerine getirmesini ve fakat ihtilaflı
kurala tabi alanda konumlanan bir diğerini gözetmemesini; daha somut bir
anlatımla, benzer durumdaki özel teşebbüsler arasındaki muamele farklılığını
haklı kılacak bir nedenin temellendirilmesini sağlayacak nesnel bir ölçüt
bulunmamaktadır. Yine bu durumda, Vakıf kültür varlıklarını
restorasyon veya onarım karşılığı kiralamaya yönelik hukuki işlem
tesis etmeye talip iki teşebbüs, eşitsiz bir uygulamayla karşı karşıya
kalabilecek, restorasyon ve onarım faaliyetleri istikrarlı bir biçimde
işleyemeyecektir. Ayrıca iptali talep edilen fıkra; kamu yararı barındırmadan,
Genel Müdürlüğün düzenleyici işlemlerinin (yönetmeliğin) kanuni çerçevesini
çizmeden, ayrımcı, öngörülemez ve keyfî işlem ve eylemlere açık uygulamalara
sebep olarak teşebbüs hürriyetini sınırlandırdığından, bir başka deyişle
yasallık ve gereklilik ölçütlerini karşılamadığından; Anayasa’nın 13’üncü
maddesine de aykırıdır.
Son olarak belirtmek gerekir ki kanun koyucunun bahsi
geçen beşinci fıkrayla Vakıf kültür varlıklarının restorasyon veya onarım
karşılığı kiralama işlemlerine ilişkin olarak; ceza
ve ihalelerden yasaklama hükümleri bakımından bunları, 2886 sayılı Kanun’a tabi
kılıp; diğer iş ve işlemler bakımından bunları, tabi kılmamasında ne türden bir
kamu yararı güttüğü de belirsizdir. Kanun koyucu, söz konusu tüm Anayasal
ilkeleri gözeterek ceza ve ihalelerden yasaklama hükümleri yönünden 2886 sayılı
Kanun’un güvencelerini temin etmiş ve fakat haklı bir neden olmaksızın diğer iş
ve işlemleri korumasız bırakmıştır. Kaldı ki söz gelimi ihaleye katılım,
şartname, ihalenin ilanı, ihalenin iptali de; ceza ve ihalelerden yasaklama
hükümleri kadar bir önemi haizdir; o halde bu türden konulara yönelik mevzuatın
tutarsız ve gerekçesiz şekilde farklılaşmasında bir kamu yararı
bulunmamaktadır.
Tüm bu nedenlerle 7531 sayılı Kanun’un 20’nci maddesiyle
20.02.2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 77’nci maddesinin
değiştirilen altıncı fıkrası, Anayasa’nın 2, 7, 10, 13, 48, 123 ve
124’üncü maddelerine aykırıdır; anılan fıkranın iptali gerekir.
10) 07.11.2024
tarihli ve 7531 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un
27’nci maddesinin Anayasa’ya aykırılığı
7531 sayılı Kanun’un 27’nci maddesiyle 6325 sayılı Kanun’un ‘‘Arabulucular
siciline kayıt şartları’’ kenar başlıklı 20’nci maddesinin ikinci
fıkrasının (e) bendine “tamamlamak ve” ibaresinden sonra gelmek üzere “mesleğinde
yirmi yıl kıdeme sahip olanlar hariç” ibaresi eklenmiştir. Ancak anılan
27’nci madde, Anayasa’ya aykırıdır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki 6325 sayılı Kanun’un 2’nci maddesinin
birinci fıkrasının (b) bendine göre arabuluculuk: ‘‘sistematik teknikler
uygulayarak, görüşmek ve müzakerelerde bulunmak amacıyla tarafları bir araya
getiren, onların birbirlerini anlamalarını ve bu suretle çözümlerini
kendilerinin üretmesini sağlamak için aralarında iletişim sürecinin kurulmasını
gerçekleştiren, tarafların çözüm üretemediklerinin ortaya çıkması hâlinde çözüm
önerisi de getirebilen, uzmanlık eğitimi almış olan tarafsız ve bağımsız bir
üçüncü kişinin katılımıyla ve ihtiyarî olarak yürütülen uyuşmazlık çözüm
yöntemini’’ ifade etmektedir. O halde çekişmeli/çekişmesiz yargıya
alternatif çözüm yöntemi olan arabuluculuk, Devlet tarafından verilen adalet
hizmetinin somut görünüm biçimlerinden biridir. Nitekim 02.06.2028 tarihli ve
30439 sayılı Resmi Gazete’de Adalet Bakanlığından yayımlanan Hukuk
Uyuşmazlıklarında Arabuluculuk Kanunu Yönetmeliği’nin dördüncü maddesinin
birinci fıkrasının (c) bendine göre arabuluculuk: ‘‘sistematik teknikler
uygulayarak, görüşmek ve müzakerelerde bulunmak amacıyla tarafları bir araya
getiren, onların birbirlerini anlamalarını ve bu suretle çözümlerini
kendilerinin üretmesini sağlamak için aralarında iletişim sürecinin kurulmasını
gerçekleştiren, tarafların çözüm üretemediklerinin ortaya çıkması hâlinde çözüm
önerisi de getirebilen, uzmanlık eğitimi almış olan tarafsız ve bağımsız bir
üçüncü kişinin katılımıyla ve kamu hizmeti olarak yürütülen ihtiyari bir
uyuşmazlık çözüm yöntemini’’ ifade etmektedir.
O halde Anayasa’nın 70’nci maddesinin ikinci fıkrası gereğince
hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım
gözetilemeyeceği hükmü, arabulucular bakımından da geçerlidir.
Bu kapsamda kanun koyucu, bir kimsenin arabuluculuk görevini ifa
edebilmesi için; onda birtakım şartlar aramıştır. Bu şartlar, 6325 sayılı
Kanun’un 20’nci maddesinin ikinci fıkrasında aşağıdaki şekilde sıralanmıştır:
‘‘
a) Türk vatandaşı olmak,
b) Mesleğinde en az beş yıllık kıdeme sahip hukuk fakültesi
mezunu olmak,
c) Tam ehliyetli olmak,
ç) 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 53 üncü
maddesinde belirtilen süreler geçmiş olsa bile; kasten işlenen bir suçtan
dolayı bir yıldan fazla süreyle hapis cezasına ya da affa uğramış olsa bile
Devletin güvenliğine karşı suçlar, Anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine
karşı suçlar, zimmet, irtikâp, rüşvet, hırsızlık, dolandırıcılık, sahtecilik,
güveni kötüye kullanma, hileli iflas, ihaleye fesat karıştırma, edimin ifasına
fesat karıştırma, suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama veya
kaçakçılık, gerçeğe aykırı bilirkişilik yapma, yalan tanıklık ve yalan yere
yemin suçlarından mahkûm olmamak,
d) Terör örgütleriyle iltisaklı veya irtibatlı olmamak,
e) Arabuluculuk eğitimini tamamlamak ve Bakanlıkça yapılan yazılı
sınavda başarılı olmak’’
Söz konusu ikinci fıkranın (e) bendinde arabulucu olmaya istekli
kimselerin sınava tabi tutulacağı öngörülmüştür. Bu sınav, belirli bir eğitimin
sonunda yapılmaktadır ve o kişinin görevi icra etmeye ehil olup olmadığını,
eğitimde başarılı sayılıp sayılmayacağını tespit etmektedir. Arabuluculuk
sınavında arabuluculuk mevzuatı, arabuluculuğun
başlangıç-inceleme-müzakere-sonuç aşamaları, arabuluculukta etik gibi
alanlardan sorular bulunmaktadır.
Kanun koyucu ise iptali talep edilen maddeyle mesleğinde yirmi yıl
kıdeme sahip olanların arabuluculuk sınavına tabi tutulmayacağını kurala
bağlamıştır. Bu noktada belirtmek gerekir ki meslekte yirmi yıl kıdemden
anlaşılması gerekenin hukuk mesleklerinde geçirilecek yirmi yılın mı yahut
başka bir meslekte yirmi yıl geçiren ve fakat hukuk fakültesi mezunu olan bir
kişinin mi anlaşılacağı belirsizdir. Kaldı ki bir an için başka bir meslekte
yirmi yıl geçiren ve fakat hukuk fakültesi mezunu olan bir kişinin arabuluculuk
hizmeti ifa edeceği seçeneğinin kabulü halinde; bu kişinin, sınavsız doğrudan
arabulucu olabilmesi; yirmi yıllık hukuki tecrübenin sınavda başarılı olmaya eş
tutulduğu savını da çürütecektir.
Başka bir anlatımla kanun koyucu, kamu hizmetine alımda liyakat
ilkesinin aksine mesleğinde yirmi yıl kıdeme sahip olan kişilere bir avantaj
tanımıştır. Anayasa’nın 70’nci maddesi bağlamında eşitlik ilkesine halel
getirecek olan bu ayrımın, haklı bir nedene dayanması gerekmektedir. Ne var ki
somut olay yönünden meşru bir sebep temellendirilememiştir. Zira bir kimsenin mesleğinde
yirmi yıl geçirmiş olması, o kişinin arabuluculuk yapabileceğine işaret etmez.
Söz gelimi yirmi yıllık kıdeme sahip bir avukatın mesleki hayatı boyunca hep
ceza davalarına baktığı varsayıldığında; vvdoktorluk yapm
bu kişinin güncel arabuluculuk mevzuatına hakim olduğu
düşünülemez. Yine mesleğinde yirmi yıl geçirmiş bir hekimin ellili yaşlarında
hukuk fakültesini bitirmesi halinde; sınava girmeden arabulucu olabilmesi; bu
kimsenin arabuluculuğun gerektirdiği nitelikler bir yana hukukçuluğun gerektirdiği
faziletleri henüz benimseyememiş olması nedeniyle; arabuluculuktan beklenen
fayda, ortadan kalkar.
Diğer bir söyleyişle Anayasa’nın 70’inci
maddesinde yer alan ve her Türk vatandaşına eşit şekilde tanınan kamu hizmetine
girme hakkının temelinde, kamu hizmeti icra edecek personellerin istihdamının
liyakata dayalı bir sistem içerisinde gerçekleşmesi fikri vardır. Anayasa;
ödevle nitelik arasında sıkı bir ilişki bulunduğunu, bunun dışında hizmete
alınmada hiçbir nedenin gözetilemeyeceğini, daha açık bir anlatımla ayrımın
yalnızca ödev-nitelik ilişkisi yönünden yapılması gerektiğini buyurmaktadır. O
halde ödevle, onun gerektirdiği niteliği birbirinden ayrı düşünmeye olanak
yoktur. Buna göre, o nitelikler görevlilerde bulunmadıkça o ödev yerine
getirilemeyecek ya da ödev iyi biçimde yerine getirilmemiş olacak demektir.
Kamu hizmetlerinin özellikleri olduğu ve bu hizmetleri gören idare ajanlarının
da özel statülere bağlı bulunduğu bilinen bir gerçektir. Memurlarda yasalarca
aranan nitelikler ve onlar hakkında yasalarda öngörülen kısıtlamalar kamu
hizmetinin etkin ve esenlikli bir biçimde yürütülmesi amacına yöneliktir (Anayasa
Mahkemesi’nin 09.10.1979 tarihli ve 1979/19 E.; 1979/39 K. sayılı Kararı).
Buna ilave olarak Anayasa’nın ‘‘Genel Esaslar’’ başlıklı
birinci kısmında yer alan 10’uncu maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesi,
anayasal bir norm şeklinde düzenlenmiş olup mutlak ve nispi olmak üzere iki
anlam taşır. Anayasa’nın 10’uncu maddesinin ilk fıkrası mutlak eşitliği başka
bir deyişle kanunların herkese eşit şekilde uygulanmasını düzenler. Nispi
eşitlik ise, aynı durumda bulunanların aynı işleme ve farklı durumlarda
bulunanların, farklı işlemlere tâbi tutulabilmesini ifade eder. Anayasa
Mahkemesi, mutlak eşitlik anlayışının yanında nispi eşitlik anlayışını da
benimseyerek, ‘‘Eşitlik ilkesi, herkesin her yönden aynı hükümlere bağlı
olması gerektiği anlamına gelmez. Bu ilke ile güdülen amaç, benzer koşullar
içinde olan, özdeş nitelikte bulunan durumların yasalarca aynı işleme uyruk
tutulmasını sağlamaktır.’’ şeklinde hüküm kurmuştur (Anayasa
Mahkemesi’nin 13.04.1976 tarih ve 1976/3 E.; 1976/3 K. sayılı Kararı). Eşitlik
ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun tespiti ise, somut olayda ‘‘haklı
neden’’in var olup olmadığına göre yapılır.
Ancak iptali talep edilen maddeyle arabuluculuk mesleğine
kabulün ön şartları olarak arabulucunun icra edeceği kamu hizmetinin
gerektirdiği nitelikler (hizmeti icra edebilecek yeterliliğe sahip olup
olmadığının değerlendirilmesi bakımından önem arz eden sınav) bakımından haklı
neden olmaksızın istekliler arasında kıdem esasına göre ayrımcılık/kayırmacılık
yapılmıştır. Bu durum ise kamu hizmetine girme hakkın arabulucu olmaya
istekliler bakımından eşit düzeyde güvence altına alınmasına engel oluşturacak;
kamu hizmetine alımda keyfîliğe yol açacak ve kamu hizmetine giriş hakkının
etkililiğini ortadan kaldırarak, anılan kamu görevi bakımından bu hakkı
göstermelik bir hakka indirgeyecektir. Bu nedenle anılan madde,
Anayasa’nın 10 ve 70’inci maddelerine aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle 7531 sayılı Kanun’un
27’nci maddesi, Anayasa’nın 10 ve 70’inci maddelerine aykırıdır; anılan
maddenin iptali gerekir.
11) 07.11.2024
tarihli ve 7531 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un
geçici 1’inci maddesinin üçüncü fıkrasının Anayasa’ya aykırılığı
01.02.2018 tarihli ve 7078 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı
Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek
Kabul Edilmesine Dair Kanun’un 22’nci maddesiyle 6831 sayılı Orman Kanunu’nun
17’nci maddesinin üçüncü fıkrasının birinci cümlesinde yer alan “...eğitim
ve spor tesislerinin...” ibaresi, “....eğitim, adli hizmet ve spor
tesisleri ile ceza infaz kurumlarının...” şeklinde değiştirilmiştir. Buna
göre Devlete ait adli hizmet ve ceza infaz kurumlarının ve bunlarla ilgili her
türlü yer ve binanın Devlet ormanları üzerinde bulunmasına veya yapılmasına
gerçek ve tüzel kişilere bedeli karşılığında Çevre ve Orman Bakanlığınca izin
verilebilecektir. Anayasa Mahkemesi tarafından söz konusu düzenlemenin, bu durumda
bir kamu yararı ve zaruret hali bulunmadığı ve Devletin ormanların korunması ve
genişletilmesi yönündeki pozitif yükümlülüğüyle bağdaşmadığı gerekçesiyle;
Anayasa’nın 169’uncu maddesine aykırı olduğundan bahisle iptaline karar
verilmiştir (27.12.2023 tarihli ve 2018/95 E.; 2023/221 K. sayılı Kararı).
Söz konusu iptal kararı, 18.04.2024 tarihli ve 32521 sayılı Resmi Gazete’de
yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
Ancak kanun koyucu, Anayasa Mahkemesi’nin bahsi geçen iptal
kararını işlevsiz ve hükümsüz hale getirmek için iptali talep edilen
düzenlemeyi kanunlaştırmıştır.
Şöyle ki 7531 sayılı Kanun’un geçici 1’inci maddesinin üçüncü
fıkrasına göre 18.04.2024 tarihinden önce 31.08.1956 tarihli ve 6831 sayılı
Orman Kanunu’nun 17’nci maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca adli hizmet
tesisleri ile ceza infaz kurumlarının ve bunlarla ilgili her türlü yer ve
binanın bulunması veya yapılması amacıyla verilen ön izinlerin kesin izne
dönüştürülmesine ilişkin iş ve işlemler, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten
(14.11.2024 tarihinden) itibaren on sekiz ay içinde tamamlanacaktır.
Bu durum, Anayasa’ya açıkça aykırıdır.
i)Ormanlardan
yararlanmanın kümülatif koşulları (kamu yararı ve zorunluluk hali) bakımından:
Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın 169’uncu maddesinin önemini vurgulamıştır:
“Anayasa'nın 169. maddesinde, ormanların ülke yönünden taşıdığı büyük önem
gözetilerek, korunmaları ve geliştirilmeleri konusunda ayrıntılı düzenlemelere
yer verilmiştir. Bu özel ve ayrıntılı düzenlemelerin ülkemizde orman örtüsünün
sürekli yok edilmesi gerçeğinden kaynaklandığı kuşkusuzdur. Anayasanın 169.
maddesinin birinci fıkrası gereğince Devlet, doğal kaynaklarımızın en
önemlilerinden birisi olan ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi
için gereken tedbirleri alıp kanun koymak ve bütün ormanların gözetimi ödevini
yerine getirmek durumundadır”. (Anayasa Mahkemesi’nin 07.05.2007 karar
tarihli ve 2006/169 E.; 2007/55 K. sayılı Kararı).
Anayasa’nın 169’uncu maddesinde ormanların kamu
yararı dışında irtifak hakkına konu olamayacağı açıkça hüküm altına alınmıştır.
Anayasa Mahkemesi’nin 22.02.2024 tarihli ve 2023/78 E., 2024/55 K. sayılı
kararında belirtildiği üzere; kamu yararı, zorunluluk halini haizdir:
‘‘89. Anılan maddenin birinci
fıkrasında devlete ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için
gerekli kanunların çıkarılması görevi verilmiş; üçüncü fıkrasında ise ormanlara
zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemeyeceği hükme
bağlanmıştır. Maddenin ikinci fıkrasında da devlet ormanlarının mülkiyetinin
devrolunamayacağı ve zamanaşımı ile mülk edinilemeyeceği belirtildikten sonra
kamu yararı dışında irtifak hakkına konu olamayacağı ifade edilmiştir. Buna
göre devlet ormanlarının irtifak hakkına konu olabilmesi için kamu yararının
bulunması zorunludur (AYM, E.2017/144, K.2018/76, 5/7/2018, § 31).
90. Ormanların varlığının sağladığı fayda, aynı zamanda
ormanların korunmalarındaki kamu yararını oluşturmaktadır. Bu yönüyle ormanlar
üzerinde irtifak hakkının tesis edilebilmesi için aranan kamu yararı koşulu,
ormanların varlığının sağladığı kamu yararından daha üstün bir kamu yararının
varlığını zorunlu kılmaktadır. Bu çerçevede zorunluluk hâli de kamu yararı
koşulu kapsamında yer almaktadır. Nitekim Anayasa Mahkemesinin 17/12/2002
tarihli ve E.2000/75, K.2002/200; 7/5/2007 tarihli ve E.2006/169, K.2007/55;
22/11/2007 tarihli ve E.2004/67, K.2007/83 sayılı kararlarında da ormanlar
üzerinde irtifak hakkının tesis edilebilmesinin ancak kamu yararının ve
zorunluluk hâlinin varlığına bağlı olduğu kabul edilmiştir (AYM, E.2017/144,
K.2018/76, 5/7/2018, § 32).
91. Anayasa, devlet ormanları üzerinde özel mülkiyete izin
vermemekte; sadece kamu yararının bulunması hâlinde irtifak hakkı tesis
edilmesine imkân tanımaktadır. Önemli olan husus, bu hizmetlere ilişkin bina ve
tesislerin devlet ormanları üzerinde bulunması veya yapılmasındaki kamu
yararının orman arazisinin bu hizmetlere tahsisini zorunlu hâle getirmesidir.
Bu kapsamda kamu yararının zorunlu kıldığı hâllerin talep edilen faaliyetin
orman ekolojik sistemi dışında gerçekleştirilmesi imkânı bulunup bulunmadığı
hususu gözetilmek suretiyle belirlenmesi gerekir (AYM, E.2017/144, K.2018/76,
5/7/2018, § 33).’’
Bu bağlamda Devlet ormanları üzerinde adli
hizmet tesisleri ile ceza infaz kurumlarının ve bunlarla ilgili her türlü yer
ve binanın bulunması veya yapılmasının (18.04.2024 tarihinden önce bu amaçla
verilen ön izinlerin kesin izne dönüştürülmesine ilişkin iş ve işlemlerin)
Anayasal sınırını, Anayasa’nın 169’uncu maddesi çizmektedir. Ancak 18.04.2024
tarihinden önce bu amaçla verilen ön izinlerin kesin izne dönüştürülmesinde
amaçlanan kamu yararı ve aranan zorunluluk hali, bilimsel ve objektif biçimde
ortaya konulmadığından; iptali talep edilen fıkra, söz konusu Anayasal sınırı
ihlal etmektedir. Kaldı ki adli hizmet tesisleri ile ceza infaz kurumlarının ve
bunlarla ilgili her türlü yer ve binanın bulunması veya yapılmasının,
Anayasa’nın 169’uncu maddesi bağlamında zorunlu olmadığı ve kamu yararı
barındırmadığı; Anayasa Mahkemesi’nin 2018/95 E. sayılı Kararında kesin biçimde
ortaya konulmuştur.
Bununla birlikte iptali talep edilen fıkranın
yer aldığı geçici maddenin gerekçesi de amaçlanan kamu yararına-aranan
zorunluluk haline ilişkin temellendirmeleri barındırmamaktadır. Gerekçede
uygulamada ortaya çıkan tereddütlerin giderilmesi amacını taşıdığı ifade
edilmektedir. Halbuki iptal kararı sonrası uygulamada bir tereddüt doğması
düşünülmez. Zira idari işlemlere dayanak olan kanun hükmü, Anayasa Mahkemesi
tarafından iptal edilmiştir ve bu idari işlemlerin kanuni dayanağı kalmamıştır.
Bu kapsamda inşaya hiç başlanılmaması ve başlanılmış ise durdurulması ve
yıkılması gerekmektedir. Ancak ne yazık ki kanun koyucu, iptali talep edilen
fıkrayla ormanların rant sonucu paylaşılmasına imkan tanımaktadır.
Başka bir anlatımla adli hizmet tesisleri ile
ceza infaz kurumlarının ve bunlarla ilgili her türlü yer ve bina, orman
dışındaki arazilere inşa edebilecekken; diğer bir deyişle zaruret hali
gerçekleşmemişken ve kamu yararı yokken; kanun koyucu, bunların inşasına
ilişkin izin vermiş; bu izin, Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş; buna
rağmen kanun koyucu, iptali talep edilen düzenlemeyle kararın arkasından
dolanmak için yine zaruret hali ve kamu yararı olmaksızın ön izinlerin kesin
izne dönüşmesine olanak tanımıştır. Kanun koyucu, Anayasa’ya
aykırı bir şekilde inşa edilmeye başlanan binaları yahut bunun için ön izin
verilen binaları, kanuni statü bakımından hukuki hale getirmeye çalışmaktadır.
Kanun koyucunun bu niyeti dahi; Anayasa’nın 169’uncu maddesinde yer alan kamu yararı
amacını, bertaraf etmektedir.
Başka bir anlatımla kamu yararı ve zorunluluk
hali olmaksızın iptali talep edilen fıkrayla 18.04.2024 tarihinden önce 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 17’nci
maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca adli hizmet tesisleri ile ceza infaz
kurumlarının ve bunlarla ilgili her türlü yer ve binanın bulunması veya
yapılması amacıyla verilen ön izinlerin kesin izne dönüştürülmesine ilişkin iş
ve işlemlerin, 14.11.2024 tarihinden itibaren on sekiz ay içinde tamamlanması;
Devletin anılan anayasal hükümdeki pozitif yükümlülüğünü yerine getirememesine,
ormanların muhafaza edilememesine, bu alanların bütünlüğünün bozulmasına ve
daralmasına neden olacaktır. Söz konusu özel ve ayrıntılı Anayasal hüküm, bir
yandan Devletin ormanlara ilişkin hukuki işlem yaparken onu kayıtlayacak
sınırlar ihtiva ederken; diğer yandan gelecek nesillere miras kalacak ülke
bütünlüğünün korunmasına hizmet etmektedir. Ancak iptali istenen fıkra;
Devletin Anayasa’nın anılan amir hükmü uyarınca yüklendiği koruma yükümlülüğüne
uyulduğunu gösterecek asgari güvenceleri içermemektedir. Gerçekten de; Devlet
ormanlarının kullanımı bakımından ön izinlerin kesin izne dönüştürülmesi
suretiyle orman arazisinin mutlak olarak kullanılması gerektiğini, başka bir
arazinin aynı işlevi kesinkes göremeyeceğini gösterir bir zorunluluk hali
açıklanmamıştır.
Şu halde, bir kez daha açıkça ortaya
konulmuştur ki Orman Kanunu’nun 17’nci maddesinin üçüncü fıkrasına ‘‘adli
hizmet tesisleri ile ceza infaz kurumları’’ eklenmek suretiyle Devlet
ormanlarında bunların inşa edilmesine kamu yararı ve zaruret hali olmaksızın
kapı aralanmış; bu ek düzenleme, Anayasa Mahkemesi tarafından Anayasa’nın
169’uncu maddesine açıkça aykırı olması sebebiyle iptal edilmesine rağmen bu
kapı kapanmamış; dahası iptali talep edilen fıkrayla Devlet ormanlarının talan
edilmesi için bahsi geçen kapı sonuna kadar açılmıştır. Nihayetinde, Devletin
söz konusu Anayasal yükümlülüğünü yerine getirmesi imkansız hale gelmiştir.
Bu nedenle iptali talep edilen fıkra, Anayasa’nın 169’uncu
maddesine aykırıdır.
ii)Sağlıklı,
dengeli ve yaşanılabilir, güvenli ve planlı bir çevrede yaşama hakkı, tabiat
varlıklarının ve ormanların korunması bakımından:
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2 ve Anayasa’nın 17’nci
maddelerinde temelini bulan yaşam hakkı ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
8 ve Anayasa’nın 56’ncı maddelerinde örtülü biçimde ve doğrudan hüküm altına
alınan çevre hakkı birlikte ele alındığında ortaya çıkacağı üzere; herkesin
sağlıklı, dengeli ve yaşanılabilir, güvenli ve planlı bir çevrede yaşama hakkı
vardır. Buna ek olarak; Anayasa’nın 5’inci maddesinde Devletin temel amaç ve görevleri
arasında ‘‘… kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak …
insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya
çalışmak’’ sayılmıştır. Anılan maddeler gereğince Devlet,
sağlıklı, dengeli ve yaşanılabilir, planlı bir çevrede yaşama hakkının
standardının sağlanması için gerekli tedbirleri almalıdır.
‘‘Anayasa’nın 56. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes,
sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.” hükmüne yer verilmek
suretiyle, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı güvenceye bağlanmıştır.
Anılan maddenin ikinci fıkrasında, çevreyi geliştirmenin, çevre sağlığını
korumanın ve çevre kirlenmesini önlemenin devletin ve vatandaşların ödevi
olduğu belirtilmiştir. Madde gerekçesinde de vurgulandığı üzere, devlete, vatandaşın
korunmuş çevre şartlarında, beden ve ruh sağlığı içinde yaşamını sürdürmesini
sağlamanın yanında, hem kirlenmenin önlenmesi hem de doğal çevrenin korunması
ve geliştirilmesi için gereken tedbirleri alma ödevi yüklenmiştir. 2872 sayılı
Kanun’un, Anayasa’nın 56. maddesiyle devlete yüklenen, çevre kirlenmenin
önlenmesi, doğal çevrenin korunması ve geliştirilmesi için gereken tedbirleri
alma ödevinin ifası amacıyla çıkarıldığı anlaşılmaktadır’’ (Anayasa
Mahkemesi’nin 03.07.2014 tarihli ve 2013/89 E.; 2014/116 K. sayılı Kararı).
‘‘2872 sayılı Yasa’nın değiştirilen 2. maddesinde,
sürdürülebilir çevre “Gelecek kuşakların ihtiyaç duyacağı kaynakların varlığını
ve kalitesini tehlikeye atmadan, hem bugünün hem de gelecek kuşakların
çevresini oluşturan tüm çevresel değerlerin her alanda (sosyal, ekonomik,
fizikî vb.) ıslahı, korunması ve geliştirilmesi sürecini ifade eder”;
sürdürülebilir kalkınma ise, “Bugünkü ve gelecek kuşakların, sağlıklı bir
çevrede yaşamasını güvence altına alan çevresel, ekonomik ve sosyal hedefler
arasında denge kurulması esasına dayalı kalkınma ve gelişmeyi ifade eder”
şeklinde tanımlanmıştır. Buna göre sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir
kalkınma ilkelerinin içeriği itibarıyla hem bugünün hem de gelecek kuşakların
çevresini oluşturan tüm çevresel değerlerin her alanda ıslahı, korunması ve
geliştirilmesi ile sağlıklı bir çevrede yaşamasını güvence altına aldığı
açıktır’’ (Anayasa Mahkemesi’nin 15.01.2009 tarihli ve 2006/99 E.;
2009/9 K. sayılı Kararı).
Kanun koyucu tarafından saygı gösterilmesi gereken sağlıklı bir
çevrede yaşama hakkı, uluslararası seviyedeki bağlayıcı normlar ve yumuşak
hukuk (soft law) belgeleri tarafından da öngörülmektedir. Türkiye’nin de taraf
olduğu 1966 tarihli Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası
Sözleşme m.12/1-b, sağlık hakkının bir unsuru olarak ve dolaylı şekilde
sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına atıf yapmaktadır. 1972 Stockholm Birleşmiş
Milletler İnsan ve Çevre Konferansı Bildirgesi’nin 2’nci maddesine göre: “İnsan
çevresinin korunması ve geliştirilmesi dünyamızın her yerinde insanların
refahını ve kalkınmasını etkileyen önemli bir konu, bütün insanların özlemi ve
bütün hükûmetlerin görevidir”. 1992’de Rio de Janeiro’da ilan edilen Rio
Bildirgesi’nin 1’inci maddesi uyarınca: “İnsanların, tabiatla uyum içinde,
sağlıklı ve üretken bir yaşam hakları vardır”.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) ifade ettiği üzere;
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS) madde 8 uyarınca, Devletlerin,
öncelikle, çevreye ve insan sağlığına yönelik zararları etkili şekilde önlemeye
yönelik yasal ve idari bir çerçeve oluşturma ödevi vardır (Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nin 27.01.2009 tarihli ve 67021/01 Başvuru No’lu,
Tătar/Romanya, Kararı, § 88). Devletlerin, öncelikle, özellikle
tehlikeli bir faaliyet söz konusu olduğunda, bu faaliyetten kaynaklanabilecek
risk konusunda, ilgili faaliyetin özelliklerine uygun bir düzenleme getirmeleri
pozitif yükümlülükleri vardır (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 24.01.2019
tarihli ve 54414/13, 54264/15 Başvuru No’lu Cordella ve diğerleri / İtalya
Kararı, § 159). Yine AİHM’ye göre; “Tabiatla ormanların ve
daha genel olarak çevrenin korunması, savunulması kamuoyunda ve bunun sonucunda
da kamu makamlarında devamlı ve güçlü bir ilgi doğuran bir değer
oluşturmaktadır. Ekonomik gereklilikler ve hatta mülkiyet hakkı gibi bazı temel
haklara, özellikle de devlet bu konuda yasa yaptığında, çevrenin korunmasına
ilişkin düşünceler karşısında, öncelik verilmemelidir” (Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nin 08.07.2008 tarihli ve 1411/03 Başvuru No’lu Turgut ve
diğerleri/Türkiye Kararı, § 90). AİHM, çevreye verilen ağır zararların,
sağlığı açısından ciddi bir tehlike oluşturmadığında dahi, kişinin esenliğini
etkileyebileceğini ve özel ve aile yaşamı hakkına zarar verecek şekilde, konutundan
yararlanmasını engelleyebileceğini ifade etmiştir (Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’nin 09.12.1994 tarihli ve 16798/90 Başvuru No’lu López
Ostra/İspanya Kararı, § 51). Yetkili merciler tarafından çevresel risk ve
tehlikelerle ilgili bilgilerin aktarılmaması, 8’inci maddeyi ihlal edebilir (Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’nin 19.02.1998 tarihli ve 14967/89 Başvuru No’lu Guerra
ve diğerleri/İtalya Kararı; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 27.01.1994
tarihli ve 67021/01 Başvuru No’lu Tătar/Romanya Kararı). AİHM,
ihtiyatlılık ilkesinin, devletlere, bilimsel ve teknik kesinlik yokluğunda,
çevreye ağır ve geri dönüşü olmayan bir zarar riskini engellemeye yönelik
etkili ve ölçülü tedbirleri almakta gecikmemeyi tavsiye ettiğini belirtmektedir
(Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 27.01.1994 tarihli ve 67021/01 Başvuru
No’lu Tătar/Romanya Kararı, § 109).
Çevresel meselelerin sıklıkla çevresel kirlilik bağlamında
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önüne taşındığı ve Mahkemece, söz konusu
çevresel rahatsızlığın, devletin veya özel kişilerin faaliyetleri sonucunda oluşması
arasında bir ayrım gözetilmeksizin, Sözleşme’nin 8’inci maddesi kapsamında
güvence altına alınan hukuksal çıkarlarla bağlantı kurulmak suretiyle
incelendiği anlaşılmaktadır (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 18.06.2013
tarihli ve 50474/08 Başvuru No’lu Bor/Macaristan Kararı, § 25 ve bkz. Anayasa
Mahkemesi’nin 30.06.2016 tarihli ve 2014/3977 Başvuru No’lu D. Ö. Kararı).
Görüldüğü üzere; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de
içtihatlarında Devletin, bireyin sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşamasını
sağlamak için önlemleri almaya dair kesin bir yükümlülüğü olduğunu vurgular.
Söz gelimi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, 30.11.2004 tarihli ve 48939/99
Başvuru No’lu Öneryıldız/Türkiye kararında çöplükten yayılan metan gazının
patlaması sonrasında birçok insanın yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan olayda;
Devletin pozitif yükümlülüklerini yerine getirmediği gerekçesiyle yaşam
hakkının ihlaline karar vermiştir:
‘‘Tehlikeli endüstriyel faaliyetler
‘‘Öneryıldız/Türkiye
30 Kasım 2004 (Büyük Daire)
Başvuranın evi, dört belediye tarafından ortak kullanılan bir
çöp dökme alanının yakınındaki bir arazi üzerinde inşa edilmiş olup,
ruhsatsızdır. Nisan 1993’te çöp dökme alanında meydana gelen metan gazı
patlaması sonucunda yanarak çevreye saçılan atıklar başvuranın evi de dâhil
olmak üzere 10’dan fazla evi kül etmiş ve başvuran bu yangında 9 akrabasını
kaybetmiştir. Başvuran, yetkililerin dikkatini bu tarz bir patlama ihtimaline
çeken bir bilirkişi raporu hazırlanmış olmasına karşın, yetkililerin önleyici
tedbir almadıklarından şikâyetçi olmuştur.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, başvuranın dokuz akrabasının
kazara ölümünün engellenmesi için uygun girişimlerde bulunulmadığı
gerekçesiyle, Sözleşme’nin 2. maddesinin esas bakımından ihlal edildiğine
hükmetmiştir. Mahkeme ayrıca, kanunda yaşam hakkının korunmasına ilişkin
yeterli güvencelerin bulunmadığı gerekçesiyle, Sözleşme’nin 2. maddesinin usul
bakımından da ihlal edildiğine hükmetmiştir. Mahkeme özellikle, Hükümetin, söz
konusu gecekondu bölgesinin sakinlerini burada yaşamanın arz ettiği riskler
konusunda bilgilendirmemiş olduğunu gözlemlemiştir. Hükümet bu konuda
bilgilendirme yapmış olsaydı dahi insanların hayatını tehlikeden koruyacak
gerekli uygulama tedbirlerini alma sorumluluğu devam etmekteydi. Düzenleyici
çerçeve eksikti; zira çöp dökme alanının açılması veya faaliyetleri ile ilgili
tutarlı bir denetim sistemi mevcut değildi. Aynı şekilde, imar planlama
politikası da yetersizdi ve bunun kuşkusuz söz konusu kazaya yol açan olaylar
zincirinde payı vardı. Mevcut davada Mahkeme ayrıca, Sözleşme’ye Ek 1 No’lu
Protokol’ün 1. maddesinin (mülkiyetin korunması) ihlal edildiğine, Sözleşme’nin
2. maddesinin esası kapsamındaki şikâyete ilişkin olarak Sözleşme’nin 13.
maddesinin (etkili başvuru hakkı) ihlal edildiğine ve Sözleşme’ye Ek 1 No’lu
Protokol’ün 1. maddesi kapsamındaki şikâyete ilişkin olarak da Sözleşme’nin 13.
maddesinin ihlal edildiğine karar vermiştir.’’
Ayrıca Anayasa, 63’üncü maddesiyle de Devlete tabiat
varlıklarını ve değerlerini koruma yükümlülüğü yüklemiştir. Anayasa’nın
169’uncu maddesinin birinci fıkrasında Devletin ormanların korunması ve
sahaların genişletilmesi için gerekli kanunları koyacağı ve tedbirleri alacağı;
üçüncü fıkrasında ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade
edilemeyeceği hükme bağlanmıştır.
Daha genel olarak, Anayasa’nın 56’ncı maddesinde “önlemek”,
“korumak” ve “geliştirmek” şeklinde Devlet için öngörülen üçlü
yükümlülük, Anayasa’nın çevre-doğa ve ülkenin bileşenlerine ilişkin hükümler
bütünü için geçerlidir[26]. Bu
bağlamda, Anayasamızda kamu yararı ile özdeşleşen kırsal-kentsel ve kültürel
çevreye ilişkin hükümlerin sistematik bir biçimde ve bütün olarak
değerlendirilmesi, Anayasal kurgunun “Türkiye ekosistemi”ni korumaya elverişli
olduğunu ortaya koymaktadır. Bu itibarla, Türkiye ekosistemi
açısından risk yaratma olasılığı yüksek olan sektör ve alanlara ilişkin yasal
düzenlemelerin Anayasa’ya uygunluk yönünden değerlendirilmesi büyük önem
taşımaktadır.
İptali istenen fıkrayla 18.04.2024
tarihinden önce 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 17’nci maddesinin üçüncü fıkrası
uyarınca adli hizmet tesisleri ile ceza infaz kurumlarının ve bunlarla ilgili
her türlü yer ve binanın bulunması veya yapılması amacıyla verilen ön izinlerin
kesin izne dönüştürülmesine ilişkin iş ve işlemlerin, 14.11.2024 tarihinden
itibaren on sekiz ay içinde tamamlanması öngörülürken aranan
kamu yararı ve zorunluluk hali, bu bağlamda ele alınmalıdır. Zira Kaboğlu’nun
da belirttiği üzere;
‘‘-‘‘KORUMAK’’: Madde 56 gereğince, ‘‘çevre sağlığını korumak,’’
devletin, yurttaşların ve yatırımcıların ödevidir. Devletin koruma yükümlülüğü,
çevre sağlığı ile sınırlı olmayıp, uyumlu ve dengeli bir çevre korumasını
kapsamına almaktadır. Aslında koruma yükümlülüğü, madde 63’te belirtildiği
üzere, ‘‘tarihsel, kültürel, doğal mirası’’ da içermektedir. Madde 43’e göre,
‘‘Kıyılar, devletin hüküm ve tasarrufu altındadır’’. Yine madde 168’ e göre,
‘‘Tabii servetler ve kaynaklar devletin hüküm ve tasarrufu altındadır’’. Dahası,
‘‘Devlet, ormanların korunması ve sahaların genişletilmesi için gerekli
kanunları koyar ve tedbirleri alır’’ (md. 169).
Bu koruma ödevi, devletin doğrudan faaliyetlerine ilişkin olduğu
gibi, özel sektör açısından da geçerlidir: İlgili devlet organları gerekli
düzenlemeleri yapar; ilgili kuruluşların etkinliklerini düzenleme çerçevesinde
yerine getirip getirmediklerini denetler ve kuralları ihlal edenlere yaptırım
uygular. Ne var ki kamu makamları, bu üçlü yükümlülüklerini yerine
getirmedikleri için, Türkiye çevresi, koruma bir yana sürekli yağmalanır hale
gelmiş bulunuyor.
….’’
İptali istenen fıkrayla Anayasa Mahkemesi tarafından kamu yararı
ve zaruret hali barındırmayan18.04.2024 tarihinden
önce 6831 sayılı Orman Kanunu’nun 17’nci maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca
adli hizmet tesisleri ile ceza infaz kurumlarının ve bunlarla ilgili her türlü
yer ve binanın bulunması veya yapılması amacıyla verilen ön izinlerin kesin
izne dönüştürülmesine ilişkin iş ve işlemlerin, 14.11.2024 tarihinden itibaren
on sekiz ay içinde tamamlanması, Devletin anılan Anayasal koruma
yükümlülüğünü ve doğal ortamın korunması bakımından ödev ve
sorumluluklarını yerine getirememesine neden olacaktır. Zira Anayasa’nın
3’üncü maddesinde vurgulandığı üzere; ülke, bir bütündür ve bu bütünlüğün
içinde: tabiat varlıkları ve değerleri ile ormanlar da bulunmaktadır. Bunlardan
yararlanma usulleri arasında tercihte bulunurken, kamu yararı gözetilmemesi ve
zorunluluk hali aranmaması; bunların korunmasına yönelik özel anayasal rejimin
(Anayasa’nın 3, 5, 17, 56, 63 ve 169’uncu maddelerinde yer alan
hükümlerin) fiilen etkisiz hale getirilmesine neden olacaktır.
O kadar ki; iptali istenen fıkra;
Devletin Anayasa’nın anılan amir hükümleri uyarınca yüklendiği koruma
yükümlülüğüne uyulduğunu gösterecek asgari güvenceleri içermediği Anayasa
Mahkemesi tarafından ortaya konulmuş ve iptal edilmiş bir düzenlemeyi; Devletin
sağlıklı, dengeli ve yaşanılabilir, planlı bir çevrede yaşama
hakkının güvencelenmesi için gerekli tedbirleri alma yükümlülüğünü temin edecek
hiçbir kayıt bulunmaksızın tekrar canlandırmaktadır.
Bu nedenlerle iptali talep edilen fıkra; Devletin insanların
sağlıklı, dengeli ve yaşanılabilir, planlı bir çevrede yaşanması ile tabiat
varlıkları ve değerleri ile ormanların korunmasını
sağlamaya yönelik pozitif yükümlülüklerini ve doğal ortamın korunması
bakımından ödev ve sorumluluklarını yerine getirmesini zaafa
uğratacağından, Anayasa’nın 3, 5, 17, 56, 63 ve 169’uncu maddelerine
aykırıdır.
iii)Uluslararası anlaşmaların iç hukuka
etkisi bakımından:
Türkiye Cumhuriyeti tarafından imzalanmış çevrenin korunmasına
yönelik birçok sözleşme (söz gelimi Viyana Sözleşmesi, Montreal
Protokolü, BMİDÇS, KP, BÇS, Kartagena Protokolü, BMÇMS, CITES, Ramsar,
Barselona Sözleşmesi, Boşaltma Protokolü, Tehlikeli Atık Protokolü, LBS
Protokolü, Müdahale ve Acil Durum Protokolü, SPA ve Biyoçeşitlilik Protokolü,
Bükreş Sözleşmesi, LBS Protokolü, Acil Durum Protokolü, Boşaltma Protokolü,
Biyolojik Çeşitlilik ve Peyzaj Protokolü, Basel Sözleşmesi, BAN Değişikliği,
Stockholm Sözleşmesi, CLRTAP, EMEP Protokolü, Bern Sözleşmesi, ICCAT, Avrupa
Peyzaj Sözleşmesi, Antarktika Andlaşması, Madrid Protokolü)
bulunmaktadır.
7531 sayılı Kanun’un, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin taraf
olduğu anılan Sözleşme ve Antlaşmaların ortaya koyduğu temel ilkelerin aksine
kaleme alınması, Devletin uluslararası sorumluluğunu doğuracak; çevrenin
korunmasına yönelik temel ilkelerle çelişen kanun hükümleri uygulamada hukuki
belirliliği ortadan kaldıracaktır. O halde iptali talep edilen fıkradaki hukuka
aykırılıklar, söz konusu Sözleşme ve Antlaşmaların gereklerinin karşılanmasına
engeldir.
Ayrıca, Anayasa’nın 90’ıncı maddesine göre
temel hak ve özgürlüklere ilişkin usulüne göre yürürlüğe konmuş uluslararası
anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı koruyucu, kullanımını genişletici hükümler
barındırması kaydıyla) normlar hiyerarşisinde kanunun üstündedir. İptali talep
edilen fıkra; yaşam ve çevre haklarına ilişkin
Anayasa hükümleriyle benzer hükümler içeren Türkiye’nin taraf olduğu
anlaşmaları ve yumuşak hukuk (soft law) belgelerinin hükümlerini de (söz
gelimi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2 ve 8’inci maddeleri,
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 3 ve 25’inci maddeleri, 1982
Dünya Doğa Şartı, 1992 tarihli Rio Zirvesi sonrası düzenlenen
uluslararası belgeler ve özellikle 1. ilkesinde “İnsanların, doğayla uyum
içinde sağlıklı ve üretken bir yaşam hakları vardır.” denilen Rio Bildirgesi,
1992 Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, 1997 Kyoto Protokolü, 1972 Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına
Dair Sözleşme) ihlal ettiğinden
Anayasa’nın 90’ıncı maddesine de aykırıdır. Üstelik, unutulmamalıdır ki
uluslararası hukuk; çevre hakkının korunması bakımından Devletlerin taraf
olmadığı antlaşmaların dahi Devletler bakımından yükümlülük doğuracağı yönünde
gelişmektedir. Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, çevre sözleşmelerini,
söz konusu sözleşmelere taraf olmayan Devletlere ilişkin kararlarda da referans
norm olarak kullanmaktadır.
iv)Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının
bağlayıcılığı bakımından: Anayasa Mahkemesi kararlarında Anayasa'nın 153’üncü
maddesinde belirtilen bağlayıcılık ilkesine aykırılıktan söz edilebilmesi için
iptal edilen kuralla dava konusu yeni düzenlemenin içerik ve kapsam bakımından
aynı ya da benzeri olması gerektiği belirtilmektedir (Anayasa
Mahkemesi’nin 12.11.1991 tarihli ve 1991/7 E.: 1991/43 K. sayılı Kararı).
Anayasa Mahkemesi, eldeki dava konusunun kanunlaştırılmasının
hukuki saiki olan ve eldeki dava konusuyla benzer bir hüküm ihtiva eden
düzenleme hakkında verdiği bir iptal kararında
‘‘F. 22. Maddesiyle 6831
Sayılı Kanun’un 17. Maddesinin Üçüncü Fıkrasının Birinci Cümlesinde Yer Alan “...eğitim
ve spor tesislerinin...” İbaresinin “...eğitim, adli hizmet ve spor tesisleri
ile ceza infaz kurumlarının...” Şeklinde Değiştirilmesinde Bulunan “...adli
hizmet...” ve “...ile ceza infaz kurumlarının...” İbarelerinin İncelenmesi
1. Anlam ve Kapsam
110. 6831 sayılı Kanun’un 17. maddesinin üçüncü fıkrasının birinci
cümlesinde kamu yararı ve zaruret olması hâlinde savunma, ulaşım,
enerji, haberleşme, su, atık su, petrol, hava ayrıştırma, doğal gaz, altyapı,
katı atık bertaraf ve düzenli depolama tesislerinin; baraj, gölet, sokak
hayvanları bakımevi ve mezarlıkların; devlete ait sağlık, eğitim, adli hizmet
ve spor tesisleri ile ceza infaz kurumlarının ve bunlarla ilgili her türlü yer
ve binanın devlet ormanları üzerinde bulunmasına veya yapılmasına gerçek ve
tüzel kişilere bedeli karşılığında Çevre ve Orman Bakanlığınca izin
verilebileceği düzenlenmiştir. Dava konusu kural cümlede yer alan “...adli
hizmet...” ve “...ile ceza infaz kurumlarının...” ibareleridir.
111. 6831 sayılı Kanun’un 17. maddesinde devlet
ormanlarının korunmasına yönelik düzenlemeler yer almaktadır. Anılan maddede devlet ormanında her çeşit bina, ağıl ve hayvanların
barınmasına mahsus yerler yapılması, tarla açılması, işlenmesi, ekilmesi ve
orman içinde yerleşilmesinin yasak olduğu belirtilmiştir. Nitekim bu fiillere
ilişkin cezai yaptırımlar Kanun’un 93. maddesinde hükme bağlanmıştır. Maddede
ayrıca devlet ormanları içinde bina ve tesis yapılamayacağı kuralının
istisnalarına yer verilmiş bunların kapsam ve sınırları belirlenmiştir.
112. Dava konusu ibarelerin
yer aldığı 17. maddenin üçüncü fıkrasında devlet ormanlarından gerçek ve tüzel
kişilerin yararlandırılmasına ilişkin usul ve esaslar düzenlenmiştir. Bu
kapsamda savunma, ulaşım, enerji, haberleşme, su, atık su, petrol, doğal gaz,
hava ayrıştırma, altyapı, katı atık bertaraf ve düzenli depolama tesislerinin;
baraj, gölet, sokak hayvanları bakımevi ve mezarlıkların; devlete ait sağlık,
eğitim, adli hizmet ve spor tesisleri ile ceza infaz kurumlarının ve bunlarla
ilgili her türlü yer ve binanın devlet ormanları üzerinde bulunması veya
yapılmasında kamu yararı ve zaruret olması hâlinde, gerçek ve tüzel kişilere bedeli
mukabilinde Çevre ve Orman Bakanlığınca izin verilebilecektir.
113. Dava konusu kuralla adli hizmet tesisleri
ile ceza infaz kurumlarının yapılması ve işletilmesi
hususunda Çevre ve Orman Bakanlığınca gerçek ve tüzel kişilere bedeli
karşılığında izin verilebilmesine imkân tanınmıştır. Maddenin üçüncü fıkrasında
ayrıca devletçe yapılan ve/veya işletilen yerler için bedel alınmayacağı,
işletim için verilen izin süresinin kırk dokuz yılı geçemeyeceği, bu alanlarda
devletçe yapılanların dışındaki her türlü bina ve tesislerin iznin sona ermesi
hâlinde eksiksiz ve bedelsiz olarak Orman Genel Müdürlüğünün tasarrufuna
geçeceği düzenlenmiştir.
114. Yine anılan fıkrada
söz konusu tesislerin Orman Genel Müdürlüğü veya Çevre ve Orman Bakanlığı ihtiyacında kullanılabileceği veya kiraya
verilmek suretiyle değerlendirilebileceği, iznin amaç ve şartlarına uygun
olarak faaliyet gösteren hak sahiplerinin izin sürelerinin; yer, bina ve
tesislerin rayiç değeri üzerinden belirlenecek yıllık bedelle doksan dokuz yıla
kadar uzatılabileceği, bu durumda devir işlemlerinin uzatma süresinin sonunda
yapılacağı, verilen izinlerin amacı dışında kullanılamayacağı belirtilmiştir.
115. 6831 sayılı Kanun’un 17.
maddesinin üçüncü fıkrasının uygulanması ile ilgili olarak Orman Kanunu’nun 17.
Maddesinin Üçüncü Fıkrasının Uygulanması
Hakkında Yönetmelik (Yönetmelik) 30/11/2021 tarihli ve 31675 sayılı Resmî
Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Yönetmelik’in 4. maddesinin (3) ve
(4) numaralı fıkralarında sağlık, eğitim, spor, adli hizmet ve ceza infaz
kurumu tesisleri için genel bütçe kapsamındaki ilgili kamu idarelerine izin
verilebileceği, diğer kamu kurum ve kuruluşlarına veya gerçek ve özel hukuk
tüzel kişilerine sağlık, eğitim, spor ve adli hizmet ve ceza infaz kurumu
tesisi yapımı maksadıyla izin verilmesinin mümkün olmadığı belirtilmiştir.
116. Anılan Yönetmelik’in 17.
maddesinin (3) numaralı fıkrasında sağlık, eğitim, spor ile adli hizmet binası
ve ceza infaz kurumu tesisi için verilen izinlerin devredilemeyeceği
düzenlenmiştir. Yine Yönetmelik’in 25. maddesinin (1) numaralı fıkrasında
ormanlık alanda lojman, idari bina ve sosyal tesislere izin verilmeyeceği
belirtilmiştir.
117. Yönetmelik’in 23. maddesinde ise kamu yararı ve zaruret
hâlinin tespit usulü düzenlenmiştir. Buna göre izin raporu hazırlayan heyetçe,
talebin ormanlık alanda yapılmasında kamu yararı ve zaruret olup olmadığı
hususunun faaliyetin orman sınırları dışında gerçekleştirilmesi imkânının
bulunup bulunmadığı araştırılarak tespit edilecektir. Ormanlık alanlarda izin
verilmesinde kamu yararı ve zaruret bulunması hâlinde ise heyet tarafından
öncelikle bozuk orman alanlarından uygun yerler araştırılacak bozuk alan
bulunmadığının tespit edilmesi hâlinde diğer alanlarda da izin
verilebilecektir. Yönetmelik kapsamında izin verileceği belirtilen
faaliyetlerden Tarım ve Orman Bakanlığınca belirleneceklerin kamu yararı ve
zaruret kararını ise Tarım ve Orman Bakanlığı verecektir.
118. Yönetmelik’in 24. maddesinde orman alanında yürütülecek
faaliyetlere ilişkin irtifak hakkı düzenlenmiştir. Anılan maddede kesin iznin
irtifak hakkına dönüştürülmesinin talep edilmesi ve Çevre, Şehircilik ve İklim
Değişikliği Bakanlığınca talebin uygun görülmesi durumunda adına kesin izin
verilen yatırımcı lehine 6831 sayılı Kanun’un 115. maddesi ve 22/11/2001
tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu hükümlerine göre kat irtifakı
kurulmaması kaydıyla irtifak hakkı tesis edileceği belirtilmiştir.
119. Yönetmelik hükümlerine göre Kanun’un 17. maddesinin üçüncü
fıkrasında belirtilen yer ve tesislerin bir kısmının gerçek veya özel hukuk
tüzel kişileri tarafından inşa edilmesi ya da işletilmesi mümkün olduğu hâlde
adli hizmet tesisleri ve ceza infaz kurumu gibi bir kısım yerlerin ise nitelik
itibarıyla devlet tarafından yapılan/yaptırılan veya işletilen yerler olması
nedeniyle bunların yapım veya işletim izninin ancak genel bütçe kapsamındaki
ilgili kamu idarelerine verilebileceği anlaşılmaktadır.
120. Bu itibarla kural kapsamında yapılan hizmetin niteliği de
dikkate alındığında devlet ormanlarında yargısal faaliyetin icra edildiği ya da
bu faaliyetlere doğrudan özgülenen hizmetlerin -yargısal faaliyetin icra
edildiği yerle birlikte- yerine getirildiği bina ve tesis ile ceza infaz
kurumunun yapılması veya işletilmesi için kamu idarelerine izin verilebileceği
anlaşılmaktadır.
2. İptal Talebinin Gerekçesi
121. Dava dilekçesinde özetle; 15 Temmuz darbe girişimi sonrası
yaşanan toplu tutuklamalar ve uzun yargılama süreçlerine bağlı olarak yeni ceza
infaz kurumlarına ihtiyaç duyulması nedeniyle kuralın ihdas edildiği, ancak
hukuk devleti ilkesi gereğince kanunların kamu yararının sağlanması amacına
yönelik genel, objektif ve adil kurallar içermesi gerektiği, olağan bir rejim
gibi uygulanan olağanüstü hâl rejimine bağlı olarak yeni ceza infaz kurumu
yapılmasının kamu yararı amacı taşımadığı gibi Anayasa’da açıkça tanımlanmış
olan devletin ormanları koruma yükümlülüğü ile bağdaşmadığı, ceza infaz kurumu
kampüslerinin oldukça geniş alanları kapsadığı düşünüldüğünde bu yerlerin
inşaatı için geniş orman alanlarının tahrip edilmesinin gerekeceği, ceza infaz
kurumu inşa edilebilecek orman dışında devlete ait başka alanların bulunduğu,
bu nedenle orman alanlarının tahrip edilmesini zorunlu kılan herhangi bir kamu
yararı bulunmadığı hâlde ormanlık alanlara müdahale edilmesine imkân veren
kuralın Anayasa’nın 169. maddesine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
3. Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
122. Anayasa'nın 169. maddesinde,
ormanların ülke yönünden taşıdığı büyük önem gözetilerek, korunmaları ve
geliştirilmeleri hususunda ayrıntılı düzenlemelere yer verilmiştir. Anılan
maddenin birinci fıkrası gereğince, devlet doğal kaynakların en önemlilerinden
birisi olan ormanların korunması ve sahalarının genişletilmesi için gereken
tedbirleri almak ve bütün ormanların korunması ödevini yerine getirmek
zorundadır. Maddenin ikinci fıkrasında da "Devlet ormanlarının mülkiyeti
devrolunamaz. Devlet ormanları kanuna göre, Devletçe yönetilir ve işletilir. Bu
ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez ve kamu yararı dışında irtifak hakkına
konu olamaz" hükmüne yer verilmiştir. Buna göre kamu yararının zorunlu
kıldığı durumlarda devlet ormanları irtifak hakkına konu olabilecektir.
123. Anayasa Mahkemesinin önceki kararlarında devlet
ormanlarının gerçek ve tüzel kişilere irtifak hakkı yoluyla tahsis edilmesinde
belirli kriterler tespit edilmiştir. Buna göre Anayasa’nın söz konusu maddesi
uyarınca ormanların asli işlevine uygun olarak işletilmesi esas olmakla
birlikte öncelikli kamu hizmetlerine ilişkin bina veya tesislerin devlet
ormanları üzerinde bulunması veya yapılmasında kamu yararının bulunması, söz
konusu kamu yarınının da orman arazisinin bu hizmetlere tahsisini zorunlu hâle
getirmesi gerekmektedir. Kamu yararının zorunlu kıldığı hâller ise talep edilen
faaliyetin orman ekosistemi dışında gerçekleştirilmesi imkânının bulunup
bulunmadığının dikkate alınmasıyla belirlenebilecektir (AYM, E.2000/75,
K.2002/200, 17/12/2002; E.2004/67, K.2007/83, 22/11/2007, E.2006/169,
K.2007/55, 7/5/2007).
124. Anayasa Mahkemesinin söz
konusu kararlarda belirlediği kriterlere göre kural kapsamında kamu
hizmetlerine ilişkin faaliyetlerin yürütüldüğü adli hizmet ve ceza infaz
kurumları ve bunlarla ilgili her türlü yer ve binanın orman alanında yapılması
ve işletilmesi ancak kamu yararı ve zaruret hâlinin birlikte gerçekleşmesi
hâlinde söz konusu olabilecektir. Bu durumun varlığı ise talep edilen
faaliyetin orman ekosistemi dışında gerçekleştirilmesi imkânının bulunmaması
hâlinde ortaya çıkacaktır.
125. Anayasa Mahkemesi daha önce verdiği bir
kararda devlet ormanlarında balık üretmek üzere tesis kurulmasına, Orman Genel
Müdürlüğünce bedeli alınarak yirmi dokuz yıla kadar izin verilebileceğini
düzenleyen kuralı iptal etmiştir.
126. Anılan kararda kuralda göl, baraj ve deniz
yüzeyinde yapılan balık üretimi için karada yapılması mecburi tesisler ile
kuralda belirtilen diğer hâllerden farklı olarak balık üretmek üzere tesis
kurulmasının orman ekosistemi ile bağlantısının bulunmadığı, devlet
ormanlarının bitişiğinde veya içinde yer alan göl, baraj ve deniz yüzeyinde
yapılan balık üretimi için karada tesisler yapılabilmesinin kamu yararının
gerektirdiği orman ekosistemiyle bağlantılı bir zorunluluk hâli olabileceği,
ancak bunun dışında, orman ekosistemi ile herhangi bir bağlantı kurulmaksızın
devlet ormanları üzerinde balık üretmek üzere tesis kurulmasına izin
verilmesinin bu kapsamda değerlendirilemeyeceği ayrıca bu tesislerin orman
ekosistemi dışında kurulma imkânının bulunması nedeniyle yapılacak faaliyetin
devlet ormanlarında gerçekleştirilmesine izin verilebilecek zorunlu bir faaliyet
niteliğinde olduğunun söylenemeyeceği ifade edilerek dava konusu ibarenin
Anayasa’nın 169. maddesine aykırı sonucuna ulaşılmıştır (AYM, E.2018/104,
K.2020/39, 16/7/2020, §§ 106-109).
127. Kuralda devlet ormanları üzerinde bulunması veya
yapılmasında gerçek ve tüzel kişilere bedeli mukabilinde Çevre ve Orman
Bakanlığınca izin verilebileceği düzenlenen adli hizmet ve ceza infaz
kurumlarının ve bunlarla ilgili her türlü yer ve binanın orman ekosistemi
dışında kurulma imkânının bulunduğu açıktır. Dolayısıyla bu yerlerde yapılacak
faaliyetlerin devlet ormanlarında gerçekleştirilmesine izin verilebilecek
nitelikte zorunlu bir faaliyet olarak değerlendirilmesi mümkün değildir. Buna
göre adli hizmet ve ceza infaz kurumuyla ilgili bina ve tesislerin devlet ormanında
yapım ve işletiminde kamu yararının zorunlu kıldığı hâllerin bulunduğu
söylenemez.
128. Bu itibarla kural kapsamında adli hizmet, ceza infaz
kurumları ve bunlarla ilgili her türlü yer ve binanın devlet ormanları üzerinde
bulunması veya yapılması hususunda gerçek ve tüzel kişilere bedeli mukabilinde
izin verilmesine imkân tanınması devletin ormanların
korunması ve genişletilmesi yönündeki pozitif yükümlülüğüyle bağdaşmamaktadır.
129. Açıklanan nedenlerle kural,
Anayasa’nın 169. maddesine aykırıdır. İptali gerekir.’’
şeklinde gerekçe kaleme almıştır (Anayasa Mahkemesi’nin 227.12.2023
tarihli ve 2018/95 E.; 2023/221 K. sayılı Kararı).
Anayasa Mahkemesi’nin verdiği söz konusu
iptal kararı karşısında; kanun koyucunun (yukarıda açıklandığı üzere) Anayasa’nın
169’uncu maddesine -benzer sakatlıktan muzdarip olması hasebiyle- aykırı olan
iptali talep edilen fıkrayı kanunlaştırması, Anayasa’nın 153’üncü maddesini
ihlal etmektedir.
Tüm bu nedenlerle 7531 sayılı Kanun’un
geçici 1’inci maddesinin üçüncü fıkrası, Anayasa’nın 3, 5, 17, 56, 63, 90, 153
ve 169’uncu maddelerine aykırıdır; anılan fıkranın iptali gerekir.
I. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ
07.11.2024 tarihli ve 7531 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun ile getirilen iptali talep edilen düzenlemeler, birden
fazla kanunda hukuka aykırı eklemeler ve değişiklikler yapmaktadır. Kamu
yararına aykırı olan, telafisi mümkün olmayacak sonuçlara yol açacak bu
düzenlemelerin iptal davası sonuçlanana kadar yürürlüğünün durdurulması gerekmektedir.
Nitekim anayasal düzenin hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden
en kısa sürede arındırılması, hukuk devleti sayılmanın en önemli gerekleri
arasında sayılmaktadır. Anayasa’ya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle
korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun
üstünlüğünün sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence
altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi hukuk devleti yönünden
giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacaktır.
Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasa’ya
açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükmün iptal davası sonuçlanıncaya kadar
yürürlüğünün de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesi’ne dava açılmıştır.
II. SONUÇ VE İSTEM
07.11.2024 tarihli ve 7531 sayılı Bazı Kanunlarda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun’un
1) 1’inci maddesiyle 09.06.1932 tarihli ve 2004 sayılı İcra ve
İflas Kanunu’nun 111/b maddesinin değiştirilen altıncı fıkrasının son
cümlesinde yer alan ‘‘Adalet Bakanlığının’’ ibaresi, Anayasa’nın 2, 7,
13, 35, 90 ve 123’üncü maddelerine,
2) 3’üncü maddesi, Anayasa’nın 2 ve 153’üncü maddelerine,
3) 4’üncü maddesiyle 04.11.1981 tarihli ve 2547 sayılı
Yükseköğretim Kanunu’nun ek 41’inci maddesinin üçüncü fıkrasına eklenen cümle
ve dördüncü fıkrasına eklenen cümle ile yedinci fıkrada yer alan ve
değiştirilen “Sınavlara yeni alanların eklenmesi ve sınavların’’ ibaresinde
yer alan “Sınavlara yeni alanların eklenmesi’’ ibaresi, Anayasa’nın 2,
7, 123 ve 124’üncü maddelerine,
4) 6’ncı maddesiyle 24.02.1983 tarihli ve 2802 sayılı Hakimler
ve Savcılar Kanunu’nun başlığıyla birlikte değiştirilen 100’üncü maddesinin
birinci fıkrasının (a) bendinde yer alan ‘‘hâl ve eylemlerinin sıfat ve
görevleri icaplarına uyup uymadığını araştırmak’’ ibaresi, (b) bendinde yer
alan ‘‘hâl ve eylemlerinin sıfat ve görevleri icaplarına uyup uymadığını
araştırmak’’ ibaresi, Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 2, 5, 7, 9, 10, 13,
17, 20, 36, 40, 90, 123, 138, 139, 140 ve 144’üncü maddelerine; birinci fıkrasının
(f) bendinde yer alan ‘‘diğer mevzuatta gösterilen veya Bakan tarafından
verilen benzeri görevleri’’ ibaresi ile ikinci fıkrası, Anayasa’nın 2, 7,
123 ve 144’üncü maddelerine,
5) 7’nci maddesiyle 2802 sayılı Kanun’un başlığıyla birlikte
değiştirilen 101’inci maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde yer alan ‘‘gereken
bilgileri’’ ibaresi ile ikinci fıkrasında yer alan ‘‘her türlü bilgi ve
belgeyi’’ ibaresi, Anayasa’nın 13, 20 ve 90’ıncı
maddelerine,
6) 11’inci maddesiyle 4721 sayılı Kanun’un 291’inci maddesinin
değiştirilen birinci fıkrası, Anayasa’nın 20, 40 ve 153’üncü maddelerine,
7) 15’inci maddesiyle 5237 sayılı Kanun’un 75’inci maddesinin
altıncı fıkrasının (a) bendine (1) numaralı alt bendinden sonra gelmek üzere
eklenen alt bentte yer alan ‘‘(b) ve (c) bentleri’’ ibaresi, Anayasa’nın
10’uncu maddesine,
8) 18’inci maddesiyle 5271 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde
7’nin ikinci fıkrası, Anayasa’nın 2 ve 38’inci maddelerine,
9) 20’nci maddesiyle 20.02.2008 tarihli ve 5737 sayılı Vakıflar
Kanunu’nun 77’nci maddesinin değiştirilen altıncı fıkrası, Anayasa’nın 2,
7, 10, 13, 48, 123 ve 124’üncü maddelerine,
10) 27’nci maddesi, Anayasa’nın 10 ve 70’inci maddelerine,
11) Geçici 1’inci maddesinin üçüncü fıkrası, Anayasa’nın 3,
5, 17, 56, 63, 90, 153 ve 169’uncu maddelerine
aykırı olduğundan iptaline ve uygulanması halinde giderilmesi
güç ya da olanaksız zarar ve durumlar olacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya
kadar yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı
ile arz ederiz.”