“Mahkeme kararlarının hukuka uygunluğunun bir üst mahkemece
denetlenmesi, anayasal bir gerekliliktir. “Anayasa ile güvence altına alınan
hukukî korunma hakkı (Anayasa m. 36), sadece şeklî olarak bir yargılama
yapılmasını değil, aynı zamanda adil ve doğru bir yargılamayı gerektirmektedir.
Adil yargılanmanın teminatlarından biri de kanun yollarıdır.”
İlk derece mahkemelerinin kararlarının hukuka uygunluğunun bir
üst mahkemece yapılması şeklindeki iki dereceli sistem aslında Anayasa’nın bir
gereğidir. Çünkü yargı yerlerinin verdikleri kararlarda gerek yanılma gerekse
başka şekilde yorumlama sonucu ortaya çıkabilecek ve olağan sayılması gereken
hukuka aykırılıkların zamanında giderilmesi amacıyla öngörülen methodlardan
biri de iki dereceli yargılamadır ve kanun yollarına başvurabilme imkânının
kişiye ve topluma güvence sağlaması açısından Anayasa’ya uygun ve hukuk
devletinin bir gereği olduğu açıktır.
İstinaf mahkemelerinin yeniden esas hakkında karar vermeler
gerekliliğinin, istinaf mahkemeleri bakımından takdiren kullanılacak bir hak
değil, yasadan ve istinaf yasa yolunun anlam ve amacından kaynaklanan bir görev
olduğunun altı çizilmelidir. [4]
...uygulamada istinaf mahkemelerinin esasen bir ayrık durum
olarak öngörülen HMK m. 353/1-a/6’daki hükmün arkasına gizlenerek, yeniden esas
hakkında karar vermekten kaçınmaları, küçük/minyatür bir temyiz mahkemesi
refleks ile hareket etmeleri sorunlar yaratmaktadır. (Akkaya, “İstinaf
incelemesi," 176-7) (Murat Fatih Ülkü, "İstinaf Mahkemelerinin
Yeniden Karar Vermekten Kaçınmasının Yarattığı Sorunlar Üzerine" s.536).
İtirazın konusu da tam olarak bu husustur.
Bu dönemde, tam da beklendiği gibi, istinaf mahkemeleri
kendilerini küçük/minyatür bir temyiz mahkemesi gibi görerek, HMK m.
353/1-a/6’yı içerik ve amacı dışında yorumlayan/yeniden karar vermemek amacıyla
kullanan ve “kaldırma” kararını “bozma” kararı gibi kullanan bir yaklaşım
sergilemişlerdir. (Murat Fatih Ülkü, "İstinaf Mahkemelerinin Yeniden Karar
Vermekten Kaçınmasının Yarattığı Sorunlar Üzerine" s.538) [9] [10]
Uygulamada istinaf mahkemesince kolayca
tamamlanabilecek/düzeltilebilecek eksiklerde dahi, “kaldırma ve esas hakkında
yeniden karar verme” yerine sadece “kaldırma ve HMK m. 353/1-a/6 hükmü gerekçe
gösterilerek ilk derece mahkemesine gönderme” kararı ile yetinilmiştir.
Yasa koyucu bununla yetinmeyip 7251 sayılı kanunla HMK m.
353/1-a/6’yı değiştirmiştir. Bu değişikliğe göre HMK m. 353/1-a/6 şu biçimi
almıştır: “Mahkemece, uyuşmazlığın çözümünde etkili olabilecek ölçüde önemli
delillerin toplanmamış veya değerlendirilmemiş olması ya da talebin önemli bir
kısmı hakkında karar verilmemiş olması” Bölge adliye mahkemelerinin istinaf
yasa yolunun anlam ve amacı ile bağdaşmayan ve HMK m. 353/1-a/6’nın ilk haline
tamamen aykırı yorumlarını cesaretlendirecek nitelikteki bu değişiklik,
öğretide eleştirilmiştir. [14]
Gerçekten, yasanın ilk halinde, istinafın “düzeltici yasa yolu”
niteliğinden hareketle, istnaf aşamasında, ilk derece mahkemesi kararı kaldırıldıktan
sonra ilkesel olarak esas hakkında yeniden karar verilmesi yaklaşımına uygun
bir hüküm dahi, uygulamada bölge adliye mahkemelerince yeniden karar vermekten
kaçınmak amaçlı kullanılır iken; bu yasa değişikliğinden sonra, “uyuşmazlığın
çözümünde etkli olabilecek ölçüde” gibi yoruma açık bir ifadenin, bölge adliye
mahkemelerinin istinaf yasa yolunun amacı ile bağdaşmayan yaklaşımlarını daha
da artıracağı açıktır.
İlk derece mahkemesi hükmünü maddî hukukun doğru uygulanıp
uygulanmadığı ve yapılan tespitlerin doğruluğu noktasında denetlemek ve olası
hataları ortadan kaldırmaktır.
Yapılan değişikliklerle, ayrıca, istinaf incelemesinin vakıa
değerlendirmesi görevi sınırlandırılmıştır.
Bölge Adliye Mahkemesi kararlarına direnme yolunun açılması
gerektiğinin birçok sebebi vardır. İlk olarak hukuki belirsizlikler
giderilecektir. Bölge adliye mahkemeleri, bazı durumlarda önceki içtihatlardan
veya başka dairelerden farklı kararlar verebilmektedir. Bu durum, hukuk
uygulayıcıları arasında belirsizlik yaratmakta ve yargının öngörülebilirliğini
zedelemektedir. İkinci olarak adaletin tecellisi sağlanmış olacaktır.
Yargılamanın tarafları veya hakimler bölge adliye mahkemesi kararlarının adil
olmadığını düşünerek, bu kararlara direnebilecek ve üst yargı organlarına
başvurabilecektir. Üçüncü olarak ise yargı hataları giderilmiş olacaktır. Yerel
mahkemelerce hata yapılabildiği gibi Bölge adliye mahkemelerince de hata
yapılabilmektedir. Direnme yolunun açılması ile bu hataların giderilmesi
sağlanacaktır. Söz konusu olumsuz durum, açık şekilde hak arama özgürlüğüne
aykırıdır ve savunma hakkının ihlalidir.
Bölge adliye mahkemesinin gönderme kararı sadece m. 353/f.1- a
kapsamında usûlî gerekçelerle verilebilecek olup, bu kararlar kesin verilmekle
dosya kendisine gönderilen mahkeme karar doğrultusunda hareket etmek
zorundadır. İstinaf incelemesi sonucu uyuşmazlığın esasına ilişkin ulaştığı
sonuçlar hakkında bölge adliye mahkemesi kendisi karar vermek zorundadır. Bu
karar ya istinaf başvurusunun esastan reddi şeklinde ya da esasa ilişkin hüküm
vermek şeklinde olacaktır. Bu nedenle esasa ilişkin verilen kararlara karşı
başvuru mümkünse (m. 361, 362) temyiz kanun yoluna başvurulabilecektir. Bölge
adliye mahkemesinin uyuşmazlığın esasına ilişkin değerlendirme yaparak bu hususta
verilecek kararı ilk derece mahkemesine göndererek ona bırakması istinaf
sistemine aykırıdır. Üstelik öngörülmemiş bu husus hakkında gönderme
kararlarının m. 353 f.1 a belirtilerek kesin şekilde verilerek gönderilmesi ve
ilk derece mahkemesinin bu kararlara karşı direnme gibi bir hukuki yola
başvurmasının da mümkün olamaması bölge adliye mahkemelerinin temyiz rolünü
üstlenerek rol çaldıklarını göstermektedir. (Cenk Akil, İstinaf Kavramı, Ankara
2010, s. 217)
HMK’nın 373. maddesinde Yargıtay’ın bozma kararına karşı kararı
ilk derece mahkemesinin veya bölge adliye mahkemesinin direnebileceği hüküm
altına alınmıştır. Temyiz kanun yolu, istinaf kanun yolundan farklı olarak
sadece hukuka uygunluk denetimi yapmakta olup, verdiği bozma kararına ilk
derece mahkemesi direnebilmektedir. Oysaki istinaf incelemesi sonucunda istinaf
başvurusunun haklı bulunarak ilk derece mahkemesi kararının kaldırılması sonucu
uyuşmazlığın esası incelenerek verilen gönderme kararına bu türden bir gönderme
kararının verilebileceği kanunda düzenlenmemiş olduğundan ilk derece mahkemesi
direnme kararı veremeyerek gönderme kararına uygun işlem yapmak zorunda
kalmaktadır. Bu sebeple istinaf başvurusunun kabulü üzerine uyuşmazlığı esas
bakımdan inceleyen bölge adliye mahkemesinin bu hususta gönderme kararı vermesi
ve dayatması sonucunda ilk derece mahkemesinin direnememesi, inanmadığı bir
hükme imza atması savunma hakkının ve hâkimlerin vicdani kanaate göre karar
vermesi gerektiğine dair Anayasadaki amir hükmün çiğnenmesidir. (Prof. Dr.
Nedim MERİÇ, Doç. Dr. Ahmet Cahit İYİLİKLİ, "Hükmün Dikte Edilmesi"
s.21)
Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nda istinaf incelemesi hukuka uygunluk
denetiminden ibaret değildir, istinafta aynı zamanda vakıaya uygun şekilde
karar verilip verilmediği de incelenmektedir. (Öztek, İstinaf, s. 68; Akil,
İstinaf, s. 205)21
Bu minvalde istinaf kanun yolunda istinaf başvurusunun kabulü
üzerine bölge adliye mahkemesinin ilk derece mahkemesinin kararını ortadan
kaldırarak kendi kanaati doğrultusunda karar vermesi için dosyayı ilk derece
mahkemesine göndermesi usul kurallarının ve yargılama ilkelerinin açıkça
bertaraf edilmesidir.
Uygulamada birden fazla üst mahkemenin olması içtihat birliğini
bozmaktadır. Bu ise hukukî bütünlüğü zedelemektedir. Ayrıca ülkede yasalar tek
olsa da bölgelere göre uygulama farklılığı olduğundan farklı yönetim bölgeleri
varmışçasına farklı kararların çıkmasına sebebiyet vermektedir. Bu durumdan
sadece hak arama gayesinde olan vatandaş ve hüküm veren yerel mahkemeler değil,
istinaf hakimleri de müzdariptir.
Gayemiz bölge adliye mahkemelerindeki yargı mensuplarını
eleştirmek veya verdikleri kararları vasıfsız olarak nitelemek değildir.
Katiyen bu istikamette bir düşünceye müsaade etmemekteyiz. Gayemiz ortada
herkesçe dile getirilen, herkesin yakındığı bir soruna çözüm metodu
geliştirmektir. Hukuk kurallarının herkesçe aynı şekilde yorumlanmasının
imkansız olduğunun bilincinde olarak uygulamada yeknesaklığı sağlama gayesiyle
bu itiraz davası açılmıştır. Bamlar arasındaki uygulama farklılığı bir yana
dursun aynı bamın farklı daireleri arasında dahi farklı uygulamalar söz konusu
olabilmektedir. Hatta bir adım ilerisini söylemek gerekirse aynı neviden
dosyalarda aynı bam dairesinde dönemsel olarak değişen görüşe göre farklı
kararlar verilebildiği gibi kesin olan kararlar ile temyiz yolu açık olan
kararlar arasında dahi farklılık oluşabilmektedir. Deyim yerindeyse bazı dava
türlerinde dava açtığınız şehir, dosyanın incelendiği bam dairesinin görüşü ve
uygulaması gözetildiğinde hakkın tamamen şans üzerine tecelli ettiği ve böylece
vatandaşın hukukta öngörülebilirlik güvencesinin çiğnendiği, adalete güvenin
azaldığı, farklı uygulamalar nedeniyle eşitlik ilkesine aykırı uygulamalar
sebep olunduğu anlaşılacaktır. Bu içtihat zenginliği gibi anlaşılsa da
uygulamada çokbaşlılık, keyfilikten öte değildir. Uygulamada hâlihazırda BAM’ın
farklı daireleri arasında görüş ayrılıklarının bulunması, kanun yolu aşamasında
dahi içtihat birliğinin oluşmadığı anlamına gelmektedir ve istinaf
yargılamasında verilen karara duyulan güveni sarsmaktadır.
Yine bilindiği gibi, istinaf yasa yolunun, yurttaşların yargıya
güvenlerinin azalmasında önemli etkenlerden olan yargının yavaş işlemesi
sorununa çözüm getireceği yönündeki 1990’ların sonundan itibaren yoğunlaşan
söylem önemli bir beklenti yaratmış; istinaf yasa yolu, ülkemizde kangren
haline gelmiş davaların uzaması, adaletin gecikmesine önemli bir çözüm olduğu
iddası ile yargı sistemimize getirilmiştir. Ayrıca istinaf yasa yolunun, temyiz
aşamasındaki iş yoğunluğunu azaltarak, Yargıtay’ı gerçek işlev olan “içtihat
mahkemesi” konumuna taşımak, gerçek bir temyiz mahkemesi olmasını sağlamak gibi
iddalı bir gerekçesi daha vardır. Ama gelinen aşamada istinaf yasa yolu, hukuk
yargılamasını hızlandırmak şöyle dursun, direnememe nedeniyle yerel mahkemelerle
bölge adliye mahkemeleri arasında mekik dokumasından ötürü yargılamayı daha da
uzatan ve yavaşlatan bir sonuç yaratmaya başlamış, hukuk sistemimizde yeni bir
sorun yaratmak dışında pek bir işlev olmamıştır. (Murat Fatih ÜLKÜ, İstinaf
Mahkemelerinin Yeniden Karar Vermekten Kaçınmasının Yarattığı Sorunlar Üzerine,
s.534)
İstinaf kanun yolu incelemesi sonucunda istinaf başvurusunu
kabulü, başvuran tarafın haklı olduğunu ve ilk derece mahkemesinin kararının
isabetsiz olduğunun tevsikidir. Bölge adliye mahkemesinin ortadan kaldırdığı
karar, ilk derece mahkemesinin esasa ilişkin hükmüne matuf ise bölge adliye
mahkemesi, ortadan kaldırmış olduğu ilk derece mahkemesi kararının aksi yönde
karar vermesi için dosyayı ilk derece mahkemesine gönderdiği sıklıkla tecrübe
edilmektedir. Yeniden yargılamaya ihtiyaç duyulmayan hâllerde bölge adliye
mahkemesi istinaf başvurusunun kabulü üzerine isabetsiz gördüğü ilk derece
mahkeme kararını kaldırarak ilk derece mahkemesinin ilk kararındaki esasa dair
kabul ya da ret (kısmi kabul/ret) kararının tersi yönünde karar vermesi için
dosyayı ilk derece mahkemesine göndermektedir. Hukuk Muhakemeleri Kanunumuza
göre ilk derece mahkemesi bu karara karşı direnme hakkına sahip değildir. Bu
hususiyet evvela ilk derece mahkemesinin Yargıtay kararına karşı
direnebilmesine rağmen bölge adliye mahkemesine direnememesi evleviyet kuralına
aykırıdır. Nitekim bir hüküm, mahkemenin yargılama sonunda edinmiş olduğu bir
kanaattir. Oysaki bölge adliye mahkemesi kendi oluşturduğu kanaati ilk derece
mahkemesine dikta etmektedir. Saniyen Anayasanın, "Hâkimler Anayasa, kanun
ve hukuka uygun oluşan vicdani kanaatlerine göre karar verir." hükmünü
açıkça çiğnemektir. Nitekim hükümlerin gerekçeli olması da Anayasanın amir
hükmüdür. Gerekçe bir mahkemenin yargılama sonunda ulaşmış olduğu sonucun
hukuki ve mantıki izahıdır. Dolayısıyla istinaf incelemesi sonucunda bölge
adliye mahkemelerinin yargılama yapılmasına gerek görmediği ihtimalde istinaf
başvurusunun esastan kabulü üzerine ilk derece mahkemesinin ulaşmış olduğu
hükmün tersi yönde karar vermesi için dosyayı yeniden ilk derece mahkemesine
göndermesi sonucu kaldırma gerekçesiyle uyuşmazlık tekrardan önüne gelen ilk
derece mahkemesinin evvelden vardığı kanaatin aksine kendisinin karar vermek
zorunda kalması ilk derece mahkemesinin bölge adliye mahkemesi karşısında
bağımsızlığına müdahaledir. İlk derece mahkemesinin bölge adliye mahkemesinin
esasa ilişkin ortadan kaldırdığı karara karşı direnme yolunun bulunmaması, ikna
olmadığı hususa bağlı kalarak karar vermesi veya inanmadığı kararı doğrudan
vermesinin istenmesi doğru değildir. Bu durumda istinaf incelemesi sonucunda
bölge adliye mahkemesi, ilk derece mahkemesinin esasa dair kararını ortadan
kaldırarak yeniden kendisinin belirlediği hükmün tesisi için dosyayı ilk derece
mahkemesine göndermesi yerine uyuşmazlığı esastan çözen yeni bir kararı bizzat
kendisi vermelidir ve kaldırma kararlarına karşı direnme yolunun açılması
gerekmektedir.
Yargıtay kararlarına karşı dahi direnme kararı verebilen ilk
derece mahkemelerinin bölge adliye mahkemesinin bozma kararlarına karşı direnme
yetkisinin bulunmayışının bir çelişki olduğu, hukuk mantığıyla bağdaşmadığı,
adalet ve eşitlik ilkelerine aykırı olduğu, direnme kararı verilememesi
nedeniyle ilk derece mahkemelerinin yargılama görev ve yetkisinin ortadan
kaldırıldığı, ilk derece mahkemelerinin bölge adliye mahkemelerinin emir ve
talimatlarını yerine getiren idari bir birim hâline getirildiği, direnme
yasağının varlığı nedeniyle ilk derece mahkemeleri ile bölge adliye mahkemeleri
arasında çıkabilecek hukuki ihtilafların bir merci tarafından çözümüne imkân
tanınmadığı, bu durumun ise yargılama neticesinde adil ve isabetli bir karara
ulaşma olasılığını azalttığı ve bölge adliye mahkemelerinin kararlarının
yargısal denetimini imkânsız kıldığı, ilk derece mahkemesi hâkiminin vicdani
kanaati doğrultusunda vermiş olduğu kararın bölge adliye mahkemesince bozulması
hâlinde bu bozma kararına karşı direnme kararı verilememesi nedeniyle ilk
derece mahkemesi hâkiminin vicdani kanaatine aykırı şekilde hüküm kurmak
zorunda bırakıldığı, ilk derece mahkemesinin bozma kararı doğrultusunda yeniden
yargılama yapıp yine vicdani kanaati doğrultusunda karar vermesi hâlinde ise
yargılamanın gereksiz yere uzayacağı ve yargılama giderlerinin artacağı,
direnme kararı verilememesi nedeniyle bölge adliye mahkemeleri arasında içtihat
birliğinin sağlanamayacağı hususları nedeniyle direnme yolunun açılabilmesi göz
ardı edilemeyecek bir ihtiyaçtır. Her ne kadar daha önceden ceza muhakemesi
kanununda yer alan benzer maddeye ilişkin başvurular reddedilmişse de gelinen
aşamada bu maddenin iptali artık zorunludur. Sayın AYM'nin iptal kararı vermesi
halinde benzer mahiyette ceza muhakemesinde de düzenlemeye yapılacağı hususu
gözetildiğinde bu iptal gelinen aşamada çağın bir gereği, hukukun vazgeçilmez
bir ihtiyacıdır. Sayın Anayasa Mahkemesince her ne kadar 7 yıl önce ceza
muhakemesi açısından red kararı vermişse de, red kararının verildiği dönemde
yasanın tazeliği, uygulamanın tam olarak oturmamış olması hususları
gözetildiğinde bugün önceki kararları ile çelişmemek adına aynı kararı vermeme
düşüncesinde olmaksızın farklı bir bakış açısı ile değerlendirmesi
gerekmektedir. Son olarak şunu belirtmek gerekir ki Pre-sokratik Antik Yunan
filozofu Herakleitos'un dediği gibi; "Değişmeyen tek şey değişimin
kendisidir."
İPTALİ İSTENEN KANUN MADDESİNİN ANAYASA'ya ve AİHS'ye AYKIRILIĞI
VE HUKUKİ GEREKÇESİ :
Anayasa'nın 2. maddesi (Cumhuriyetin nitelikleri-Hukuk devleti)
uyarınca yapılan değerlendirmede;
Hukuk devleti: “Her eylem ve işlemi hukuka uygun, insan
haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her
alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya
aykırı durum ve tutumlarından kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen
kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı
denetimine açık olan, yasaların üstünde yasakoyucunun da bozamayacağı temel
hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğu bilincinden uzaklaştığında geçersiz
kalacağım bilen devlettir” şeklinde tanımlanmıştır.(AYM, E.2023/161, K.2024/53,
22/02/2024, § …) (AYM, E.2017/48, K.2017/129, 26/07/2017, § …) Buna göre;
-Devletin faaliyetlerinde hukuk kurallarıyla bağlı olması,
-Hukuk önünde eşitlik ve devletin tarafsızlığı,
-Temel hakların güvence altına alınması,
-Devletin yargısal denetimi, hakim ve yargı bağımsızlığı hukuk
devletinin temel ilkeleri olarak kabul edilmektedir.
Devletin faaliyetlerinde hukuk kurallarıyla bağlı olması, hukuk
önünde eşitlik ve devletin tarafsızlığı, temel hakların güvence altına alınması
ancak ve ancak Devletin yargısal denetimi, hakim ve yargı bağımsızlığı ile
mümkündür.
Anayasa’nın anılan maddesinde güvence altına alınan hukuk
devleti ilkesi gereği kanunlar kamu yararı amacıyla çıkarılır. Anayasa
Mahkemesinin kararlarına göre kamu yararı genel bir ifadeyle bireysel, özel
çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan toplumsal yararı ifade etmektedir.
Kanunun amaç ögesi bakımından Anayasa’ya uygun sayılabilmesi için
çıkarılmasında kamu yararı dışında bir amacın gözetilmemiş olması gerekir.
Kanunun kamu yararı dışında bir amaçla yalnız özel çıkarlar için veya yalnızca
belirli kişilerin yararına olarak çıkarılmış olduğu açıkça anlaşılabiliyorsa
amaç unsuru bakımından Anayasa’ya aykırılık söz konusudur. (AYM, E.2023/161,
K.2024/53, 22/02/2024, § …)
Diğer yandan kanun koyucu, takdir yetkisi kapsamındaki
düzenlemeleri yaparken hukuk devleti ilkesinin de bir gereği olan ölçülülük
ilkesiyle bağlıdır. Söz konusu ilke, kuralda öngörülen düzenleme ile ulaşılmak
istenen amaç arasında makul bir dengenin bulunmasını gerektirmektedir (AYM,
E.2020/95, K.2022/3, 26/1/2022, § 17; E.2019/88, K.2022/159, 13/12/2022, § 28).
(AYM, E.2023/161, K.2024/53, 22/02/2024, § …)
Bu bağlamda yerel mahkeme hakimlerinin, bölge adliye mahkemesi
kararlarına direnememesi hukuk devleti ilkesinde hak arama özgürlüğüne ölçüsüz
bir sınırlama getirmiş olup bu düzenleme aynı zamanda kamu yararıyla da
çıkarılmamış, kanun koyucunun saikinde Yargıtay'ın iş yükünün artmasının
engellenmesi amaçlandığı düşünülse de dosyaların ilk derece mahkemeleri ile
bölge adliye mahkemeleri arasında gidip gelmesi nedeniyle uygulamada tam aksi
yönde bir hal almıştır.
Hukuki güvenlik ile belirlilik ilkeleri, hukuk devletinin ön
koşullarındandır. Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki
güvenlik ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem
ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde
bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar.
Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden
herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır
ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına
karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir. Bu bakımdan kanunun metni,
bireylerin gerektiğinde hukuki yardım almak suretiyle hangi somut eylem ve
olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını belli bir açıklık ve
kesinlikte öngörebilmelerine imkân verecek düzeyde kaleme alınmış olmalıdır.
Dolayısıyla kanunun uygulanması öncesinde muhtemel etki ve sonuçlarının yeterli
derecede öngörülebilir olması gereklidir (AYM, E.2013/39, K.2013/65, 22/5/2013;
Karlis A.Ş., § 34). AYM, E.2020/80, K.2021/34, 29/4/2021, § 25; E.2022/9,
K.2022/80, 21/6/2022, § 11). Belirlilik ilkesi hukuksal güvenlikle bağlantılı
olup birey, belirli bir kesinlik içinde hangi somut eylem ve olguya hangi
hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale
yetkisini doğurduğunu kanundan öğrenebilme imkânına sahip olmalıdır. Birey,
ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörüp davranışlarını
düzenleyebilir (Karlis A.Ş., § 34).
AİHM’e göre öngörülebilirlik kavramının kapsamı; kuralın anlamı,
uygulanacak kişilerin sayısı ve statüsüne bağlı olup yasa kuralına yönelik
olarak birden fazla yorumunun yapılabiliyor olması kuralın tek başına,
Sözleşme'nin aradığı anlamda öngörülebilirlik şartını karşılamada başarısız
olduğu anlamına gelmez. Mahkemelerin görevi, günlük yaşamdaki uygulamaları dikkate
alarak kuralın yorumuna dair şüpheleri kesin olarak ortadan kaldırmaktır
(Gorzelik ve diğerleri/Polonya, B. No: 44158/98, 17/2/2004, § 65). Diğer
taraftan yasanın tutarlı bir şekilde uygulanmasında yüksek mahkemelerin güvence
olduğu da gözardı edilmemelidir (Tudor Tudor/Romanya, B. No: 21911/03,
24/3/2009, §§ 29, 30; Ştefănică ve diğerleri/Romanya, B. No:38155/02,
2/11/2010, §§ 36, 37).
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) ise hukuki güvenlik
ilkesini şu şekilde belirtmiştir; "...Hukuki güvenlik ilkesi bilhassa,
hukuki durumlarda belli bir istikrarın sağlanmasını ve toplumun adalete olan
güvenini desteklemeyi amaçlamaktadır. Birbirinden farklı yargı kararlarının
devamlılık arz etmesi, toplumun yargısal sisteme olan güveninin hukuk
devletinin temel unsurlarından biri olmasına rağmen, bu güveni azaltacak
nitelikte bir hukuki belirsizlik durumu yaratabilecektir... Birbiriyle
uyuşmayan mahkeme kararlarının sürüp gitmesi, yargı sistemine güveni azaltarak,
yargısal bir belirsizliğe yol açabilir" (AYM, Türkan Bal Başvurusu,
Başvuru no. 2013/6932, Karar tarihi: 06.01.2015, R.G. Tarih-sayı:
09.05.2015-29350, para. 51-52)
Tüm bu kapsamda yapılan değerlendirmede; devletin yasal
düzenlemeler ile istinaf yasa yoluna karşı kanun yolunun kapalı olması
şeklindeki düzenlemesi yargıya olan güveni zedelemektedir. Yerel mahkemede
verilen karar istinaftan hatalı olarak kaldırıldığında direnme söz konusu
olamayacağından bu karar nedeniyle vatandaşın güven duygusu kırılmaktadır.
Ayrıca bölge adliye mahkemeleri arasında farklı uygulamalar söz konusu
olduğundan yüksek mahkemelerin güvence olduğu düşüncesi ortadan kalkmakta ve ne
karar çıkacağı şansa bağlı olduğundan öngörülebilirlik ilkesi zedelenmektedir.
Anayasa'nın 5. (Devletin Temel Amaç ve Görevleri-kişinin temel
hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak
surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak) uyarınca
yapılan değerlendirmede;
Anayasa'nın 5. maddesinde "Devletin temel amaç ve
görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin
bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun
refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini,
sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal,
ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının
gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır." denilmektedir.
Buna göre kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak devletin
temel amaç ve görevlerindendir.
Anayasa'nın 5. maddesinde; kişinin temel hak ve hürriyetlerini,
sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan
siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak, insanın maddi ve manevi
varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak devletin temel
amaç ve görevleri arasında sayılmıştır. Buna göre bireylerin yaşam şartlarının
iyileştirilmesi ve hak ve özgürlüklere ulaşmalarının önündeki her türlü engelin
kaldırılması devletin anayasal bir ödevidir. (Tuğçe Akgül Maraş, B. No:
2019/6744, 1/11/2023, § …)
Tüm bu kapsamda yapılan değerlendirmede; hukuk devletinin gereği
olarak vatandaşın hak arama yolunda üst mahkemelere başvuru imkanının olması
hukuk devletinin olmazsa olmazıdır. Yine bu doğrultuda hakimlerin verdiği
kararların üst mahkemelerce kaldırılmasına karşılık hakimlerin direnme kararı
verebilmesi devleti hukuk devleti olarak niteleyip hakimlere hukuk yolunda
direnememe yönünde sınırlamalar getirmek kendi içinde çelişki barındırmaktadır.
Bu hali ile maddenin itiraz konusu edilen kısmı Hukuk Devleti ilkesine tamamen
aykırıdır.
Anayasa'nın 10. maddesi (Kanun Önünde Eşitlik) uyarınca yapılan
değerlendirmede;
Anayasa’nın 10. maddesinde “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet,
siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım
gözetilmeksizin kanun önünde eşittir./ Kadınlar ve erkekler eşit haklara
sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu
maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz./ Çocuklar,
yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve
gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz./ Hiçbir
kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz./ Devlet organları ve
idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak
hareket etmek zorundadırlar.” denilmek suretiyle kanun önünde eşitlik ilkesine
yer verilmiştir.
Anayasa’nın anılan maddesinde belirtilen kanun önünde eşitlik
ilkesi hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli
değil hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı aynı durumda
bulunan kişilerin kanunlar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak,
kişiler arasında ayrım yapılmasını ve kişilere ayrıcalık tanınmasını
önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı
kurallar uygulanarak kanun karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır.
Kanun önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı
anlamına gelmez. Durumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için
değişik kuralları ve uygulamaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı,
ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa’da öngörülen
eşitlik ilkesi zedelenmez.
Eşitlik ilkesi sadece kişilerin değil kurumların da eşitliğini
kapsamaktadır. Bu hali ile yüksek mahkeme olan ve oldukça sınırlı inceleme
yetkisi bulunan Yargıtaya direnme mümkün iken kapsamlı inceleme yapma yetkisini
haiz üst derece mahkemesi olan Bölge Adliye Mahkemelerine direnememek yargı
makamları arasında eşitsizliğe neden olmaktadır. Ayrıca aynı dava konusu
hakkında farklı dairelerce ve farklı Bölge Adliye Mahkemelerince farklı
kararların verilmesi de eşitsizliğe neden olmaktadır.
Anayasa'nın 13. maddesi (Temel hak ve hürriyetlerin
sınırlanması) uyarınca yapılan değerlendirmede;
Anayasa’nın 13. maddesinde “Temel hak ve hürriyetler, özlerine
dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere
bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın
sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine
ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” denilmektedir. Buna göre mahkemeye erişim
hakkına sınırlama getiren düzenlemelerin kanunla yapılması, ayrıca Anayasa’da
öngörülen sınırlama sebebine uygun ve ölçülü olması gerekir.
Anayasa’nın 13. maddesinde güvence altına alınan ölçülülük
ilkesi elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden
oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen sınırlamanın amaca ulaşmaya elverişli
olmasını, gereklilik amaç bakımından sınırlamanın zorunlu olmasını, diğer bir
ifadeyle aynı amaca daha hafif bir sınırlama ile ulaşılmasının mümkün
olmamasını, orantılılık ise hakka getirilen sınırlama ile amaç arasında makul
bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir. Kuralla mahkemeye
erişim hakkına getirilen sınırlamanın elverişlilik, gereklilik ve orantılılık
alt ilkelerine uygun olması gerekir.
Anayasa'nın 13. maddesi uyarınca hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılmasında dikkate alınacak ölçütlerden biri olan ölçülülük, hukuk
devleti ilkesinden doğmaktadır. Hukuk devletinde hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılması istisnai bir yetki olduğundan bu yetki, ancak durumun
gerektirdiği ölçüde kullanılması koşuluyla haklı bir temele oturabilir.
Bireylerin hak ve özgürlüklerinin somut koşulların gerektirdiğinden daha fazla
sınırlandırılması kamu otoritelerine tanınan yetkinin aşılması anlamına
geleceğinden hukuk devletiyle bağdaşmaz (AYM, E.2013/95, K.2014/176,
13/11/2014).
Esasen temel hakları sınırlayan kanunun bu niteliklere sahip
olması Anayasa’nın 2. maddesinde güvenceye alınan hukuk devleti ilkesinin de
bir gereğidir. Hukuk devletinde, kanuni düzenlemelerin hem kişiler hem de idare
yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net,
anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî
uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi gerekir. Kanunda bulunması gereken
bu nitelikler hukuki güvenliğin sağlanması bakımından da zorunludur. Zira bu
ilke hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve
işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu
güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar (AYM,
E.2015/41, K.2017/98, 4/5/2017, §§ 153, 154). Dolayısıyla Anayasa’nın 13. maddesinde
sınırlama ölçütü olarak belirtilen kanunilik, Anayasa’nın 2. maddesinde
güvenceye bağlanan hukuk devleti ilkesi ışığında yorumlanmalıdır.
Bu kapsamda yapılan değerlendirmede yerel mahkemelerin istinaf
kararlarına direnememesi, itirazın gerekçesi kısmında detaylı açıkladığımız
üzere Yargıtaydaki dosya sayısının artmasına engel olmaya veya yargılamanın
kısa sürede nihayete erdirilmesine elverişli bir kısıtlama değildir. Zorunlu
bir sınırlama değildir. Ayrıca sınırlama ile amaç arasında makul bir denge
gözetmemekte olup orantısız bir sınırlama söz konusudur. Yine aynı doğrultuda,
getirilen sınırlama farklı kararların oluşması nedeniyle devlete güven
duygusunu da zedelemektedir.
Anayasa'nın 36. maddesi (Hak Arama Hürriyeti-adil yargılanma
hakkı) uyarınca yapılan değerlendirmede;
Anayasa’nın 36. maddesinde “Herkes, meşru vasıta ve yollardan
faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve
savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir./Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi
içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.” denilmektedir. Anılan maddeyle güvence
altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü, bir temel hak niteliği
taşımasının ötesinde diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde
yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden
birini oluşturmaktadır. Kişinin bir haksızlığa uğradığını iddia edebilmesinin
ya da maruz kaldığı haksız bir uygulama veya işleme karşı haklılığını ileri
sürüp kanıtlayabilmesinin, uğradığı zararı giderebilmesinin en etkili ve
güvenceli yolu yargı mercileri önünde dava hakkını kullanabilmesidir (AYM,
E.2017/178, K.2018/82, 11/7/2018, § 11).
Hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri mahkemeye erişim
hakkıdır. Mahkemeye erişim hakkı, hukuki bir uyuşmazlığın bu konuda karar verme
yetkisine sahip bir mahkeme önüne götürülmesi hakkını da kapsar. Kişinin
uğradığı bir haksızlığa veya zarara karşı kendisini savunabilmesinin ya da
maruz kaldığı haksız bir uygulama veya işleme karşı haklılığını ileri sürüp
kanıtlayabilmesinin, zararını giderebilmesinin en etkili ve güvenceli yolu
yargı mercileri önünde dava hakkını kullanabilmesidir (AYM, E.2021/20,
K.2022/84, 30/6/2022, § 10).
Anayasa Mahkemesi; bireysel başvuru kapsamında yaptığı değerlendirmelerde
kişinin mahkemeye başvurmasını engelleyen veya mahkeme kararını anlamsız hâle
getiren, bir başka anlatımla mahkeme kararını önemli ölçüde etkisizleştiren
sınırlamaların mahkemeye erişim hakkını ihlal edebileceğini ifade etmiştir
(Özkan Şen, § 52).(Ayşe Durucan Saygı ve diğerleri [GK], B. No: 2020/17478,
29/11/2023, § …)
Mahkemeye erişim hakkını sınırlayan kanunun şeklen var olması
yeterli olmayıp yasal kuralların keyfîliğe izin vermeyecek şekilde belirli,
ulaşılabilir ve öngörülebilir düzenlemeler niteliğinde olması gerekir.
Adil yargılanma hakkı, niteliği gereği devletin düzenleme
yapmasını gerektiren bir haktır. Zira bu hakkın Anayasa'da zikredilmiş olması
kendi başına bir anlam ifade etmemekte, bireylerin bu haktan yararlanabilmesi
için devletin en azından yargı teşkilatını kurması ve yargılama usullerini
belirlemesi gerekmektedir. Devletin düzenleme yetkisini haiz olduğu alanlarda
belli ölçüde takdir yetkisine sahip olduğunun kabulü gerekir. Bu sebeple adil
yargılanma hakkına yönelik sınırlamalar getirilirken kanun koyucuyu bağlayan
belli bir meşru amaçlar listesi bulunmamaktadır. Ancak kanun koyucunun bu
takdir yetkisinin Anayasa Mahkemesinin denetimine tabi olduğu açıktır (İsmail
Avcı, B. No: 2019/12190, 22/2/2022, § 55).
Sözleşme’de açıkça yer almasa da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
(AİHM) mahkemeye erişim hakkını adil yargılanma hakkının en temel unsurlarından
biri olarak nitelendirmektedir (Roche/Birleşik Krallık [BD], B. No: 32555/96,
19/10/2005, § 117; Stanev/Bulgaristan [BD], B. No: 36760/06, 17/1/2012, § 229).
AİHM, mahkemeye ulaşmayı aşırı derecede zorlaştıran ya da imkânsız hâle getiren
uygulamaların mahkemeye erişim hakkını ihlal edebileceğini vurgulamaktadır
(Golder/Birleşik Krallık [GK], B. No: 4451/70, 21/2/1975, § 36).
Bu kapsamda yapılan değerlendirmede istinaf kararlarına
direnilememesi yargı mercileri önünde dava hakkını sınırlama getirmektedir.
Yargıtay Hukuk Dairelerine tanınmayan bu yetkinin istinaf mahkemelerine
tanınmış olması, istinaf mahkemesi kararlarının tartışmalı hale getirebileceği
gibi, ilk derece mahkemesince yeniden yapılan yargılama sonucunda önceki
kararın aynısının verilmesi halinde kısır bir döngüye girilerek, yargılamanın
gereksiz şekilde uzamasına, zaman ve masraf kaybına neden olacağı ve bu şekilde
Anayasanın 36. maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6. maddesiyle
tanınan ve Hukuk devleti kavramının en önemli ilkelerinden biri olan ‘Adil
Yargılanma Hakkı’nın ihlal edilmiş olacağı aşikardır. İlk derece mahkemelerine
ısrar hakkının tanınması, ‘yargılama sürecini uzatır’ gibi gözükse de, asıl
amacın, sağlıklı ve adil bir yargılama faaliyetini gerçekleştirmek olduğu
düşünüldüğünde, ilk derece mahkemeleri ile istinaf mahkemeleri arasında doğacak
bu türden bir uyuşmazlığın bir başka mahkemeye veya Yargıtay’a taşınması ve
etkin bir hukuki denetim yoluyla daha isabetli bir sonuca ulaşılmasını,
dolayısıyla hak arayan kişilerin hak ettikleri ve arzuladıktan sonucu bir an
önce elde etmelerini sağlayacağı ve bu şekilde Anayasa ve Avrupa İnsan haklan
Sözleşmesinin 6. maddesiyle tanınan ‘Adil Yargılanma Hakkı’nın da sağlanmış
olacağı muhakkaktır. Gönderme kararının kesin verildiği, ilk derece
mahkemesinin verilen karar doğrultusunda gerekçe oluşturup hüküm vermek zorunda
olduğu dikkate alındığında ilk derece mahkemesine yapılacak gönderme kararı bir
talimat niteliğinde olacak ve bu durum iddialarının ve delillerinin istenildiği
hızla karşılanmaması durumuyla karşılaşan kişilerin hukuka olan güvenlerini de
sarsacaktır.
Anayasa'nın 40. maddesi (Temel Hak Ve Hürriyetlerin Korunması)
uyarınca yapılan değerlendirmede;
Anayasa’nın 40. maddesinin birinci fıkrasında “Anayasa ile
tanınmış hak ve hürriyetleri ihlâl edilen herkes, yetkili makama
geciktirilmeden başvurma imkânının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir.”
denilmiştir. Anılan hükme göre kişilerin yargı makamları ile idari makamlar
önünde haklarını arayabilmelerine kolaylık ve imkân sağlanması anayasal bir
zorunluluktur. Bu zorunluluk, temel hak ve özgürlüğü ihlal edilen ya da ihlal
edildiğini iddia eden kişilerin ilgili yargı veya idari merciler nezdinde
şikâyetlerini dile getirmesi hususunda devlete gerekli ve yeterli mekanizmaları
oluşturarak uygun koşulları sağlama yükümlülüğü getirmektedir (AYM, E.2019/102,
K.2019/99, 25/12/2019, § 16).
Bu çerçevede Anayasa’nın anılan maddesinde güvence altına alınan
etkili başvuru hakkı; anayasal bir hakkının ihlal edildiğini ileri süren
herkese hakkın niteliğine uygun olarak iddialarını inceletebileceği makul,
erişilebilir, etkili, ihlalin gerçekleşmesini veya sürmesini engellemeye ya da
sonuçlarını ortadan kaldırmaya elverişli idari ve yargısal yollara başvuruda
bulunabilme imkânının sağlanmasını teminat altına almaktadır (AYM, E.2019/102,
K.2019/99, 25/12/2019, § 17).
Bu kapsamda yapılan değerlendirmede yerel mahkemelerce, bölge
adliye mahkemesi kararlarına direnme yetkisinin verilmesi halinde davanın
taraflarının hak ve hürriyetlerine koruma tanınmış olacaktır. Bu minvalde
devletin gerekli ve yeterli mekanizmaları oluşturarak uygun koşulları sağlama
yükümlülüğü bulunmaktadır.
Anayasa'nın 138. maddesi (Mahkemelerin Bağımsızlığı- Hiçbir
organ,... mahkemelere ve hakimlere ... tavsiye ve telkinde bulunamaz) uyarınca
yapılan değerlendirmede;
Anayasa'nın 138. maddesinin birinci fıkrasında, hâkimlerin
görevlerinde bağımsız oldukları ve Anayasa'ya, kanuna ve hukuka uygun olarak
vicdani kanaatlerine göre hüküm verecekleri; ikinci fıkrasında ise hiçbir
organ, makam, merci veya kişinin, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere
ve hâkimlere emir ve talimat veremeyeceği, genelge gönderemeyeceği, tavsiye ve
telkinde bulunamayacağı belirtilerek hukuk devleti olmanın zorunlu bir gereği
olan mahkemelerin bağımsızlığı teminat altına alınmıştır.
Bununla birlikte Anayasa'nın 138. maddesi, kanun yollarına
başvurmayı ve bir mahkeme kararının başka bir hâkim veya mahkemece
incelenmesini engelleyici bir hüküm koymuş değildir. Bu maddenin öngördüğü
bağımsızlığın amacı, herhangi bir işi veya davayı tek bir hâkime veya tek bir
mahkemeye gördürüp yalnızca o hâkim veya o mahkemenin kanısına göre hükme bağlatmak
olmayıp yargı işlerinin dışarıdan gelecek etkilerden uzak ve yalnız hukuki
ölçülere göre değerlendirilip hükme bağlanmasını sağlamaktır. Bu bakımdan
verilen kararların veya hükümlerin Anayasa'ya, kanuna ve hukuka uygunluğunu
güvence altına almak üzere bir işin veya davanın, başka bir hâkim veya
mahkemeye incelettirilmesini ve o hâkim veya mahkemenin kararının ilk hâkim
veya mahkeme için bağlayıcı olmasını öngören bir kanun hükmü, Anayasa'nın sözü
edilen maddesindeki bağımsızlık ilkesine aykırılık oluşturmaz.
Bu kapsamda yerel mahkemece verilen kararların bölge adliye
mahkemelerince kaldırılması halinde direnme neticesinde Yargıtay tarafından da
incelenmesinde bir mahsur bulunmamaktadır. Aksine ilk derece mahkemesince
verilen kararın istinaf yoluna gitmesi neticesinde verilen bozma kararına karşı
direnememesi halinde ilk derece mahkemesince daha evvel yapılan yargılama
neticesinde ulaşılan kanaatin aksinin ve netice itibariyle mahkemede oluşan
vicdani kanaatin tersi bir uygulama zorunluluğu doğmaktadır. Bu da Anayasa m.
138'de düzenlenen hakimlerin anayasaya kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani
kanaatlerine göre hüküm vereceklerine ilişkin düzenlemesine aykırılık
oluşturacaktır. Ayrıca istinaf incelemesinin uyuşmazlığın esasına ilişkin
yapıldığı durumda davanın görüldüğü mahkeme artık ilk derece mahkemesi
değildir. Bölge adliye mahkemesinin esasa ilişkin yaptığı tespitlere göre
gerekçe oluşturması, bu hususta tahkikatı kendisinin yapması kanunî hâkim
güvencesi ile uyumlu olacaktır. İstinaf mahkemesinin bu durumda ilk derece
mahkemesine yapması gereken görevi gönderme kararı ile nakletmesi kanunî hâkim
güvencesinin ihlâli olarak kabul edilmelidir. Bu karar haklı olarak öğretide
idare hukuku anlamında ‘fonksiyon gaspına’ benzetilmiştir. İlk derece mahkemesinin
bölge adliye mahkemesinin gönderme kararı ile yetkilendirilerek inanmadığı
kanaatin aksine hükme zorlanması kanunî hâkim güvencesine aykırılık dolayısıyla
bir Anayasa ihlâlidir.
Bağımsızlık yasal düzenlemeler ile sağlanabilecek bir unsurdur.
Yasal düzenlemelerin hakimlerin bağımsızlığını sağlayacak nitelikte olması
gerekirken bunun aksine bölge adliye mahkemelerinin kararlarına
direnilemeyeceğine ilişkin bir düzenleme yapılarak ilk derece hakimlerini başka
hakimlerin takdir yetkisi ve hukuki değerlendirmesiyle bağlamak hakimlerin
bağımsızlığı ilkesine açıkça aykırıdır. Bölge Adliye Mahkemesi kararları
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararı niteliğinde olmayıp temyiz denetimine tabi
kararlardır. Bölge Adliye Mahkemeleri kendileri de yargılama yapabilen merciler
olup usuli eksiklikler dışında ilk derece mahkemesi kararını kaldıramayıp
kendilerinin yargılama yapması gerekmektedir. Ancak Bölge Adliye Mahkemeleri
uygulamada, verdikleri kararlara direnilemeyeceğine ilişkin iptalini
istediğimiz maddeden yararlanarak kendi inceleme yetkilerini aşıp ilk derece
mahkemesi hakimlerinin yerine geçerek değerlendirme yapmakta kendi hukuki
değerlendirme ve nitelendirmelerini ilk derece mahkemesi hakimlerine dayatarak
kanunda sayılan kaldırma şartlarını yorum yoluyla genişletmektedirler. Bölge
Adliye Mahkemesi’nin esasa ilişkin değerlendirmeleri ilk derece mahkemelerine
emir, talimat verme, telkinde bulunma niteliğinde olup Anayasal hükümlere
açıkça aykırıdır. Bölge Adliye Mahkemesi kararlarına direnilememesi açıkça ilk
derece mahkemelerine ve bu mahkemelerin hakimlerine emir ve talimat verildiği
anlamına gelmekte olup mahkemelerin bağımsız şekilde çalışmasını engellemekte
mahkeme ve hakimler üzerinde baskı yaratmakta olup bu maddenin iptal edilmesi
gerekmektedir.
Anayasa'nın 141. maddesi (Duruşmaların Acık Ve Kararların
Gerekçeli Olması-Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle
sonuçlandırılması) uyarınca yapılan değerlendirmede;
Yargılamada taraflara belirli usule ilişkin güvenceler sağlayan
adil yargılanma hakkının önemli unsurlarından biri de makul sürede yargılanma
hakkıdır. Anayasa'nın 141. maddesinde "Davaların en az giderle ve mümkün
olan süratle sonuçlandırılması yargının görevidir" denilmek suretiyle
davaların makul bir süre içinde bitirilmesi gerekliliği açıkça ifade
edilmiştir. Bu ilke gereğince devlet, yargılamaların gereksiz yere uzamasını
engelleyecek etkin çareler oluşturmak zorundadır. Bu bağlamda hukuk sisteminin
ve özellikle yargılama usulünün yargılamaların makul süre içinde bitirilmesini
mümkün kılacak şekilde düzenlenmesi ve davaların nedensiz olarak uzamasına yol
açacak usul kurallarına yer verilmemesi, mahkemelerin nicelik ve nitelik
bakımından yeterli miktarda insan kaynağı, araç ve gereçlerle donatılması makul
sürede yargılanma ilkesinin bir gereğidir (AYM, E.2013/4, K.2013/35,
28/2/2013). Dolayısıyla yargılamaların makul sürede tamamlanması amacıyla
mahkemeye erişim hakkına müdahalede bulunulması mümkündür.
Anayasa’nın hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkını
düzenleyen 36. maddesinde bu hakka yönelik herhangi bir sınırlama nedeni
öngörülmemiş ise de mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi ve
yargılama usullerinin kanunla düzenleneceğini öngören Anayasa’nın 142. ve
davaların mümkün olan süratle sonuçlandırılmasını ifade eden Anayasa’nın 141.
maddelerinin hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkının kapsamının
belirlenmesinde gözetilmesi gerektiği açıktır. Nitekim Anayasa’nın tüm
maddeleri aynı etki ve değerde olup aralarında bir üstünlük sıralaması
bulunmadığından uygulamada bunlardan birine öncelik tanımak mümkün değildir. Bu
nedenle Anayasa kurallarından biri, diğerinin sınırını oluşturabilmektedir. Bu
bağlamda hukuk sisteminin ve özellikle yargılama usulünün, yargılamaların makul
süre içerisinde bitirilmesini mümkün kılacak şekilde düzenlenmesi ve bu
düzenlemelerde davaların nedensiz olarak uzamasına yol açacak usul kurallarına
yer verilmemesi makul sürede yargılanma ilkesinin bir gereğidir. Ancak bu
amaçla alınacak kanuni tedbirlerin yargılama sonucunda işin esasına yönelik adil
ve hakkaniyete uygun bir karar verilmesine engel oluşturmaması gerektiği de
tartışmasızdır. Bu ilkelere uygun olmak kaydıyla yargılama yöntemini belirlemek
ise Anayasa’nın 142. maddesi gereğince kanun koyucunun takdir yetkisindedir.
Öte yandan Anayasanın 14l/son maddesinde lafzını bulan
davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılmasının yargının
görevi olduğuna ilişkin düzenleme doğrultusunda bölge adliye mahkemelerince
verilen bozma kararlarına direnilememesi sonucunda yeniden yargılama yapılması
daha evvel kanaati oluşmuş olan ilk derece mahkemesinde aynı kanaati
doğrultusunda verilecek kararın yeniden bölge adliye mahkemesi önüne gitmesi
ile yargısal süreç uzayacak gereksiz yargılama gideri yapılmasına neden
olacaktır.
Bölge Adliye Mahkemesinin kendisinin karara bağlayacağı
uyuşmazlığın kendisinin belirlediği kapsamda ilk derece mahkemesinin karara
bağlaması amacıyla gönderme kararı vermesi usûl ekonomisi ilkesinin ihlâlidir.
Netice itibariyle bölge adliye mahkemesi kararlarına direnilememesi
Yargıtay kararlarına karşı dahi direnme kararı verebilen ilk derece
mahkemelerinin bölge adliye mahkemesinin bozma kararlarına karşı direnme
yetkisinin bulunmayışının bir çelişki olduğu, hukuk mantığıyla bağdaşmadığı,
adalet ve eşitlik ilkelerine aykırı olduğu, direnme kararı verilememesi
nedeniyle ilk derece mahkemelerinin yargılama görev ve yetkisinin ortadan
kaldırıldığı, ilk derece mahkemelerinin bölge adliye mahkemelerinin emir ve
talimatlarını yerine getiren idari bir birim hâline getirildiği, direnme
yasağının varlığı nedeniyle ilk derece mahkemeleri ile bölge adliye mahkemeleri
arasında çıkabilecek hukuki ihtilafların bir merci tarafından çözümüne imkân
tanınmadığı, bu durumun ise yargılama neticesinde adil ve isabetli bir karara
ulaşma olasılığını azalttığı ve bölge adliye mahkemelerinin kararlarının
yargısal denetimini imkânsız kıldığı, ilk derece mahkemesi hâkiminin vicdani
kanaati doğrultusunda vermiş olduğu kararın bölge adliye mahkemesince bozulması
hâlinde bu bozma kararına karşı direnme kararı verilememesi nedeniyle ilk
derece mahkemesi hâkiminin vicdani kanaatine aykırı şekilde hüküm kurmak
zorunda bırakıldığı, ilk derece mahkemesinin bozma kararı doğrultusunda yeniden
yargılama yapıp yine vicdani kanaati doğrultusunda karar vermesi hâlinde ise
yargılamanın gereksiz yere uzayacağı ve yargılama giderlerinin artacağı,
direnme kararı verilememesi nedeniyle bölge adliye mahkemeleri arasında içtihat
birliğinin sağlanamayacağından Anayasa'nın Hukuk devleti, Devletin kişinin
temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle
bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırma
yükümlülüğü, Kanun Önünde Eşitlik, Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması, Hak
Arama Hürriyeti, Temel Hak Ve Hürriyetlerin Korunması, Mahkemelerin
Bağımsızlığı ve Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle
sonuçlandırılması maddelerine aykırılık teşkil ettiği anlaşılmakla iptaline
karar verilmesi gerekmektedir.
6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri
Hakkında Kanunun 43. maddesinin 3. fıkrası uyarınca Mahkemenizce re'sen
gözetilecek diğer gerekçeler de göz önünde bulundurularak iptal kararı
verilmesi talep olunur.
GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ: Yukarıda açıklanan gerekçelerle;
1- Türkiye
Cumhuriyeti Anayasasının 152/1 maddesi uyarınca,
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun;
"Duruşma yapılmadan verilecek kararlar" madde
başlığıyla düzenlenen 353. maddesinin 1. fıkrasının a bendinde yer alan
"...kesin olarak..." ibaresinin,
Anayasanın 2., 5., 10., 13., 36., 40., 138. ve 141. maddelerine
aykırı olması nedeniyle re'sen Anayasa Mahkemesine itiraz yoluna başvurulmasına
ve hükmün bu ibaresinin İPTALİNİN istenilmesine,
2- 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama
Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesi uyarınca;
a- Başvuru kararının aslı ile tutanağın ve dava dosyasında yer
alan evrakın onaylı birer örneğinin oluşturulacak dizi listesine bağlanılarak
bir dosya halinde Anayasa Mahkemesine GÖNDERİLMESİNE,
b- Başvuru dosyasının Anayasa Mahkemesine gönderilmesinden
itibaren 5 ay BEKLENİLMESİNE, bu süre içinde karar verilmezse davanın
yürürlükteki hükümlere göre (Anayasa Mahkemesinin kararı esas hakkında karar
kesinleşinceye kadar gelmesi halinde Anayasa Mahkemesi hükmüne uyulması
koşuluyla) SONUÇLANDIRILMASINA,
3- Sayın Mahkemenin iptal yönünde tam bir kanaate ulaşmaması ve
gerek görmesi halinde 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama
Usulleri Hakkında Kanunun 43/1. maddesi uyarınca, bilgilendirilmemiz halinde,
hazır BULUNULACAĞINA,
4- 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama
Usulleri Hakkında Kanunun 41/2; "İtiraz yoluna başvuran mahkemede itiraz
konusu kuralın uygulanacağı başka dava dosyalarının bulunması hâlinde, yapılmış
olan itiraz başvurusu bu dosyalar için de bekletici mesele sayılır."
maddesi uyarınca mahkememizde birçok davanın bekletici mesele yapılacağı, bu
minvalde tüm dosyalardaki yargılamaların uzayacağı anlaşılmakla hak kayıpların
mahal vermemek adına sayın Anayasa Mahkemesince uygun görülmesi halinde
itirazların İVEDİ OLARAK değerlendirilmesinin istenilmesine,
5- Kararın bir nüshasının bilgi amaçlı olarak taraflara
tebliğine,”