"...
“I. Giriş;
Anonim şirket genel kurul toplantısına kendisine çağrı
yapılmaması nedeniyle katılamayan pay sahibi, yokluğunda alınan kararların
iptalini anılan maddeye göre ancak bu hususun karara etkili olduğunu ispatlarsa
isteyebilir. Yargıtay içtihatlarına göre oluşan bu görüş yukarıda açıklandığı
üzere tasarıda yer almamış ancak TBMM komisyon çalışmasında eklenmiştir.
Anılan madde hükmüne göre sırf çağrının usûlsüz olduğu gerekçesine
dayalı bir iptal davasında pay sahibinin sahip olduğu oy oranının genel kurul
kararının alınmasında etkili olup olmadığı araştırılarak alınan karardaki karar
alma yeter sayısına etkisi varsa ve alınan kararın 447. maddesindeki iptal
koşulları oluştu ise dava kabul edilecek ve genel kurul kararı iptal edilecek;
davacının pay oranının alınan karardaki yeter sayıya etkisi yok ise dava red
edilecektir.
İptali istenen kanun hükmü ve Yargıtay kararları (6102 sayılı
yasadan öncesi ve sonrası) pay sahibinin, genel kurula katılma, genel kurulda
görüşülen maddeler hakkında görüş açıklama ve öneride bulunma, oy hakkı
sahiplerini varsa belgeler sunarak bilgilendirmek suretiyle onların görüş ve
oylarını etkileme ile oy hakkı gibi vazgeçilemez haklarını etki kuralına bağlı
kılmak suretiyle pay sahipliğini önemli ölçüde etkisiz hale getirmektedir.
II. Yargıtay Uygulaması;
Yargıtay 11. Hukuk Dairesi 16/05/2019 gün ve 2017/4647 Esas
2019/3855 Karar sayılı kararında; "... Somut olayda davacı ortağın
temsilcilerinin vekaletteki eksiklikler gerekçe gösterilerek haksız olarak
toplantıya alınmaması davacıya iptal davası açma hakkı verir, bu nedenle Bölge
Adliye Mahkemesinin davada butlan halinin bulunmadığı, iptal edilebilirliğin
söz konusu olduğu yönündeki kabulü yerindedir. Ancak, davacıların ortaklık
hakkından doğan genel kurula katılma ve oy kullanma haklarının engellendiği,
davacıların genel kurulda alınacak kararlar üzerinde etki etme imkanlarının
haksız olarak ortadan kaldırıldığı, alınan bu kararların dürüstlük kuralına
aykırı olduğunun ve iptali gerektiğinin kabulünün gerektiği, yani, bu durumda
kararların içeriklerinin ayrıca incelenip tartışılmasına, kanuna, ana
sözleşmeye veya dürüstlük kuralına aykırılığını araştırmaya gerek olmadığı
yönünde gerekçeye yer verilmişse de tek başına bu aykırılık genel kurul
toplantısının iptali sonucunu doğurmayacak olup, mahkemece 6102 sayılı TTK'nın
446/1-b ve 445. maddesinde yer alan koşulların gerçekleşip gerçekleşmediği
irdelenerek genel kurulda alınan her bir karar yönünden inceleme yapılması
sonucuna göre bir karar vermesi gerekirken yanılgılı değerlendirmeye dayalı,
yazılı şekilde hüküm tesisi doğru olmamış ..." gerekçesiyle Bölge Adliye
Mahkemesi kararını bozmuştur.
Yine 20/01/2025 gün ve 2024/1911 Esas 2025/270 Karar sayılı
ilamında da görüşünü koruyarak;
"... Dava, limited şirket genel kurulu kararlarının iptali
talebine ilişkindir. İlk Derece Mahkemesince, yukarıda belirtilen gerekçelerle
davanın kabulüne ve tüm kararların iptaline; Bölge Adliye Mahkemesince de
istinaf başvurusunun esastan reddine karar verilmiştir.
Davacı, vermiş olduğu vekaletnamenin geçersiz olduğu
gerekçesiyle vekilinin genel kurul toplantısına katılmasının engellendiğini
ileri sürmüştür. Vekâletnamenin mahkemece geçerli kabul edilmesiyle birlikte,
limited şirketlere uygulanan 6102 sayılı TTK'nın 446/1-b hükmü uyarınca, genel
kurula katılmasına ve oy kullanmasına haksız bir şekilde izin verilmediği ve
yukarıda sayılan aykırılıkların genel kurul kararının alınmasında etkili
olduğunu iddia eden pay sahiplerinin dava açabileceği düzenlenmiştir. Ancak bu
hükümde öngörülen etki kuralı gereği, toplantıya katılmasına engel olunan pay
sahibinin, toplantıya katılması durumunda kararın alınmasına etkili olacak paya
ve oy hakkına sahip olması gerekmektedir.
Somut olayda ise, davacının payı %20 olup, davalının oy ve
sermaye hakkı %80'dir. Hal böyle olunca oydan yoksunlukta ilgili ibra dışındaki
tüm kararlarda nisap sağlanmıştır. Zira çifte nisap gerektiren TTK'nın 621/1-d
hükmü uyarınca sermaye arttırımı için gerekli olan nisap ortaklar kurulunda
temsil edilen oyların en az 2/3'ünün ve oy hakkı bulunan esas sermayenin
tamamının salt çoğunluğunun bir arada bulunmasıyla alınabilir. Somut olayda ise
çifte nisap gerektiren sermaye arttırımına ilişkin kararda bu nisap
sağlanmıştır.
Diğer taraftan, ibra dışındaki kararlara yönelik geçersizlik
iddiasını destekleyecek düzeyde bir butlan sebebi dosya kapsamında
bulunmamaktadır. Bu nedenle, ibra dışındaki genel kurul kararları yönünden
açılan iptal davasının reddine karar verilmesi gerekirken, bu yönde de davanın
kabulüne karar verilmesi isabetli olmayıp bozmayı gerektirmiştir.
İbra kararına gelince, 6102 sayılı TTK'nın 619. maddesi hükmü
uyarınca, limited şirket müdürü olan diğer ortaklar ibra kararında oy
kullanmaktan yoksundurlar. Bu nedenle, müdürler kendi ibralarında oy
kullanmayacaklarına göre kararda gerekli nisap sağlanamamıştır. Dolayısıyla,
ibra kararının yok hükmünde olduğunun tespitine karar verilmesi gerekirken,
iptaline karar verilmesi hukuka uygun olmayıp ..." gerekçeleriyle bozma
kararı vermiştir. Yargıtay 11. Hukuk Dairesi yasadan önceki görüşünü bu kez
yasaya dayandırmak sureti ile devam ettirmiştir.
III. Doktrin Görüşleri;
…;
"... çağrının hiç yapılmaması halinde alınan kararların
yokluk müeyyidesine tabi olduğunu; çağrının usulsüz olması halinde ise davalı
şirketin ancak davacının ileri sürdüğü iptal nedenlerinin alınan kararı
etkilemediğini kanıtladığı takdirde aslında kanunun diğer hükümlerine ana
sözleşmeye veya dürüstlük kuralına aykırı olan bir kararın iptaline
hükmedilmesini önleyebilecektir." (Anonim Ortaklıkta Genel Kurul
Kararlarının Hükümsüzlüğü, oniki levha yayınları 7. Baskı, s.285-286)
…;
"...Usuli aykırılık halinde iptali konu alan TTK md.
446/1-(b) hem düzenlendiği yer hem de ifade tarzı bakımından sorunludur.
Bununla birlikte hüküm 6102 s. TTK'ya kadar açıkça anılmayan ancak genel kurul
kararlarının usuli eksikliğe istinaden de iptaline olanak sağlayan “etki
kuralı” düzenlemesini getirmesi yönüyle olumludur. Zira böylece doktrin ve yargı
kararlarında varla yok arası bir muameleye tabi tutulan genel kurul
kararlarının meydana gelmesi esnasında ortaya çıkan usuli eksikliklerin de
ayrıca içerik bakımından bir kanuna veya esas sözleşmeye aykırılık aranmaksızın
iptale konu olabileceği tartışmasız biçimde ortaya konmuştur.
Maddede adı geçen “etki kuralının en önemli fonksiyonlarından
bir tanesi hiç şüphesiz gereksiz iptal kararlarının önüne geçmesidir. Etki
kuralı bunun yanı sıra pay sahiplerinin bireysel hakları ile azlığın haklarının
korunması noktasında da önemli işlevlere sahiptir.
Usuli aykırılıkların iptal edilebilmesine bir kıstas olarak
getirilen bu kuralın nasıl uygulanacağı yönünde Türk doktrininde görüşler henüz
filizlenme aşamasındadır. Bu tip usuli aykırılıkların iptal edilebilir
olmasında Alman hukukunda “Relevanz teorisi”, İsviçre hukukunda ise “normatif
illiyet bağı teorisi” ile karşılaşılmaktadır. Türk hukukunda konuyu geniş
şekilde ele alan yazarlardan Kırca, öncelikle TTK md. 446/1-(b) hükmünde
illiyet bağının düzenlendiğini, etki kuralı adı altında bir kurum
bulunmadığını, anılan hükmün böyle bir kural yaratmadığını, bu kural ile
kastedilenin illiyet bağından farklı bir şey olmadığını belirtmektedir. Yazar
hukuka aykırılığın sayısal olarak tespit edilebildiği aykırılık hallerinde,
İsviçre ve Alman hukuklarında olduğu gibi sayısal olarak aykırılığın karara
etkili olup olmadığının esas alınması gerektiğini, usuli ihlalin boyutunun
sayısal olarak ölçülemediği hallerde TTK md. 446'da illiyet bağına işaret
edilmiş olmasından hareketle Alman hukukunda illiyet bağını dışlayan Relevanz
teorisinin değil normatif illiyet bağı ölçüsünün esas alınmasının daha akla
yakın olduğunu ileri sürmektedir. Kırca ayrıca usuli aykırılıklar bakımından
her iki ölçütten hareketle varılan sonuçların aynı olduğunu belirtmektedir.
Kanaatimize göre, maddenin kaleme alınış biçimi Alman hukukunda
geliştirilen Relevanz teorisinin benimsenmesini daha makul kılmaktadır. Kararı
iptal edilebilir kılan usuli ihlalin pay sahibinin davranışına etkisi değil
alınan karara etkisidir. Normun koruma amacından hareketle ihlal ettiği hakkın
önemli olup olmadığına bakılarak iptaline olanak sağlanmalıdır. Sayısal sonucu
etkileyen usuli aykırılıklar hariç pay sahibinin genel kurul toplantılarına
katılma, genel kurulun iradesinin oluşumunu etkileme, bilgi edinme gibi
sübjektif haklarını etkileyecek nitelikteki usuli aykırılıklar önemlidir ve
orta yetenekli vasat pay sahibinin söz konusu eksiklik olmasaydı farklı karar
vereceği kriterinden bağımsız olarak kararın iptali sonucu doğurur. Pay
sahiplerinin genel kurula katılma haklarına ilişkin düzenlemelerin amacı
onların sadece bu toplantılara iştirak edip oy kullanmalarını sağlamaktan
ibaret değildir. Bunun ötesinde pay sahibinin genel kurulun iradesinin
oluşumunda da etkili olabilmesi bu düzenlemelerin asıl amacıdır. O halde normun
koruma amacı dikkate alınarak önemli usuli eksikliklerde karar sırf bu nedenle
iptal edilmelidir. Böylece başta da belirttiğimiz gibi iptal davası ile
ulaşılmak istenen çoğunluğun gücünün sınırlanması ve azlığın şirketi belirli
bir ölçüde kontrol etmesini sağlaması ve şirketin kararlarının kanuna, esas
sözleşmeye veya dürüstlük kuralına aykırılık teşkil etmemesi amaçlarına da
hizmet edilmiş olunur. Zira böyle bir uygulamada örneğin pay sahibini haksız
biçimde toplantıya almayarak dışarda bırakan şirket, bu hareketinin kararların
iptali ile sonuçlanacağını bilirse bu ihlallerden kaçınır. Pay sahibinin
toplantıya haksız yere alınmaması, sayısal bakımdan değil ama usuli normun koruma
amacı göz önünde bulundurulduğunda anonim şirketlerin pay sahibine özgü
toplantılara katılma ve alınacak kararlara etki etme haklarını ihlali anlamına
geleceğinden, artık bu noktada usuli eksikliğin sayısal olarak sonuca etkisine
bakılmaksızın kararların iptal edilmesi gerekir. Relevanz teorisinin kabulü
halinde belki de genel kurula alınmayan veya kuruldan çıkarılan pay
sahiplerinin diğer pay ve oy sahipleri üzerinde etkili olacak açıklamaları ile
kararın başka yönde çıkmasına neden olabileceklerini, bu sonuncu ihtimalin de
mevcut olduğunun veya olmadığının kesin olarak kanıtlanması tartışmalarına da
yer bırakılmamış olacaktır.
Bu bağlamda, Yargıtay'ın mülga TTK dönemindeki içtihatlarının
yeni düzenleme dikkate alınarak bir süzgeçten geçirilmesi gerekmektedir.
Toplantıya katılmayan pay sahibinin dava açmasının şartı olan usuli
aykırılıklar ile genel kurulda alınan kararların iptaline yol açan usuli
aykırılıkların aynı hüküm içerisinde düzenlenmiş olmakla birlikte farklı
fonksiyonları olduğu gerçeğini ortadan kaldırmamaktadır. Bu olgudan hareketle
Yargıtay içtihatlarında bir yön değişikliği mümkün olabilir. Gerçekten de TTK
md. 446/1-(b) bendinde sayılan usuli aykırılıklar toplantıya katılmayan pay
sahipleri bakımından dava şartı olmalarının yanı sıra kararın salt usuli
aykırılık nedeniyle iptali bakımından yeterli olabilir. Bunu örneklemek
gerekirse; Toplantıya davetin TTK md. 414'e aykırı biçimde toplantı tarihine üç
gün kala ilan edilmiş olması halinde toplantıya katılmamış pay sahibi
bakımından iptal davası açmasının ön şartı gerçekleşmiştir. Bu pay sahibi iptal
davasında somut çağrı usulüne aykırılık nedeniyle kararların iptalini talep
edebileceği (yani kanuna aykırılığı usuli bir iptal sebebine dayandırabileceği)
gibi toplantıda alınan kararların içerik bakımından kanuna, esas sözleşmeye
veya iyi niyet kurallarına aykırılığı nedeniyle iptalini de talep edebilir.
Yine toplantıya haksız biçimde alınmayan veya toplantıdan haksız yere atılan
pay sahibi bakımından iptal davası açmasının ön şartı gerçekleşmiştir. Söz
konusu usuli eksiklik aynı zamanda pay sahibinin toplantıya katılma hakkını
ihlal eden önemli bir usuli aykırılık olduğundan aynı zamanda bizzat iptal
sebebidir. Ancak burada da pay sahibi dilerse bu usuli eksikliğe dayalı olarak,
dilerse içerik bakımından alınan kararların kanuna, esas sözleşmeye veya iyi
niyet kurallarına aykırılık nedeniyle iptalini talep edebilir. Bir diğer usuli
eksiklik olarak ortaya çıkan gündemin gereği gibi ilan edilmemesi halinde yani
karara bağlanacak hususun gündemden açıkça anlaşılamadığı durumda toplantıya
katılmamış olan pay sahibi bakımından da iptal davası açma koşulu yerine
gelmiştir. Bu pay sahibi yukarıda anılan örneklerden farklı olarak genel
kurulda alınan tüm kararların değil, sadece usuli aykırılık içeren kararın
iptalini dilerse bu usuli aykırılığa, dilerse alınan kararın içerik bakımından
aykırılığına dayalı olarak talep edebilir.
Anılan örneklerdeki usuli aykırılıklar dava şartı olmalarının
yanı sıra iptalin sebebi de olabilirler. Aksi tutum yani usuli aykırılıkların
kararların iptali sebebi değil sadece bir dava şartı olarak görülmeye devam
edilmesi aslında usuli normların ve onların koruduğu değerlerin dolaylı biçimde
devre dışı bırakılmasına yol açar. Bu durum usuli normların getiriliş amacına
aykırılık teşkil edeceği gibi pay sahibinin sübjektif haklarının da çoğunluğun
insiyatifine bırakılması sonucunu doğurur. Öyle ki çoğunluk kararların kanuna,
esas sözleşmeye ve iyi niyet kurallarına aykırılık teşkil etmeyecek biçimde
alınmasına özen göstererek azlığı genel kurul toplantılarının dışında
bırakabilir.
Genel kurul kararının alınması sürecinde ortaya çıkan ancak pay
sahibinin iradesinin oluşumuna etkili olmayan usuli eksikliklerde ise bunun yol
açtığı aykırılığın sonuca etkili olup olmadığına bakılarak karar verilmesi,
eksiklik olmasaydı başka türlü bir sonuç çıkacak idiyse kararın iptal edilmesi
gerekir. Örneğin Yargıtay kararlarında da istikrar bulan mevcut uygulamada
olduğu gibi oydan yoksunluk hallerinde kullanılan oyların sonuca etkisine bakılmalı,
bunlar çıkarıldığında da sonuç değişmeyecek idiyse iptal talebi
reddedilmelidir. Yargıtay'ın mülga TTK döneminde TTK md. 374'e ve md. 361'e
ilişkin yerinde uygulamaları 446/1-(b) bendi bakımından da yol gösterici
nitelikte olacaktır. Bu bağlamda toplantıya katılmış ancak verdiği oylar
sayılmamış veya yanlış sayılmış pay sahibi bakımından, genel kurula katılmasına
haksız olarak izin verilmeyen pay sahibinin aksine sayısal illiyet bağı
işletilmeli ve bu oyların alınan sonuca etki edip etmediğine bakılarak iptale
karar verilmeli, genel kurula katılmasına haksız izin verilmeyen veya genel
kuruldan haksız çıkarılan pay sahibi bakımından ise etki kuralının azlığı
koruma amacı dikkate alınarak bu payların sonucun değişimine sayısal etkisine
bakılmaksızın karar usuli eksikliğe dayalı olarak iptal edilmelidir.
Sonuç olarak, kararın meydana gelmesindeki usuli aykırılıklar
toplantıya katılmayan pay sahibi bakımından dava şartı teşkil etmekle birlikte
fonksiyonu bununla sınırlı değildir. Usuli aykırılıklar duruma göre ayrıca
içerik bakımından aykırılıklarda olduğu gibi bizzat iptal sebebi teşkil
edebilirler. Bu noktada ise kararların içerik itibarıyla kanuna, esas
sözleşmeye veya iyi niyet kurallarına aykırı olup olmamaların hiçbir önemi
yoktur. "
…;
Anonim Şirket Genel Kurul kararlarının Hükümsüzlüğü
(Güncellenmiş 3. Baskı onikilevha yayınları s. 94-132) kitabında; Etki kuralı
olarak isimlendirilen hususun aslında illiyet bağı olduğunu ve sakıncalarına
işaret ettiği açıklamalarında doktrindeki görüşlere de yer vererek;
"... ve yukarıda sayılan aykırılıkların genel kurul
kararının alınmasında etkili olduğunu ileri süren pay sahipler TTK'yı
hazırlayan Bilim Komisyonu Başkanı ve değerli bilim insanı Tekinalp'in TTK m.
446/1 -(b) hakkındaki görüşlerini şu şekilde özetlemek mümkündür: Pay
sahiplerinin TTK m. 446/1-(b) 'de sayılan usulsüzlük sebeplerine dayanarak
açacakları bir iptal davasında kararın iptali için, iddia olunan kanuna
aykırılık sebebi genel kurul kararının alınmasında etkili olmalıdır (“etki
kuralı”). Dolayısıyla ileri sürülen kanuna aykırılık olmasaydı karar gene
alınabilecek idiyse sebep kanuna aykırı olsa bile karar iptal edilemez”.
Örneğin 10000 payın hazır bulunduğu bir genel kurulda karar 7000 payın olumlu
oyuyla alınmışsa ve 50 oyu bulunan bir pay sahibi kendisine yapılan toplantı
çağrısının usulsüz olduğu iddiası ile dava açmışsa, iddia doğru olsa bile karar
iptal edilmez; çünkü 50 oy kararın alınmasında etkili olmaz, 50 oy karara
muhalif kalmış olsaydı bile karar gene alınabilirdi?”. Yerleşik içtihatlarına
uygun olmasından ötürü Yargıtay 11. HD'nin teklifi üzerine TBMM'de metne dâhil
edilmiş ve kanunlaşmış olan etki kuralı, pek küçük miktarda ve oranda paya
sahip pay sahiplerinin çağrı usulünde sadece kendileri ile ilgili bulunan
kanuna aykırılıklar nedeniyle iptal davası açmalarının önlenmesine yöneliktir.
Bu yüzden pay oranı küçük, önemsiz tanımına girmeyecek olan örneğin pay oranı
%5'lere, %10'lara varan pay sahiplerine karşı yapılan çağrı usulüne
aykırılıklara etki kuralı uygulanmaz.
Yazara göre, etki kuralına tâbi hâller m. 446/1-(b)'de sınırlı
sayı ilkesine göre belirlenmiştir. Bu hâller esas sözleşme ile ne azaltılabilir
ne çoğaltılabilir. Ancak çağrı ilanlarının süresinde yapılmaması, nama yazılı
pay sahiplerine iadeli taahhütlü mektup gönderilmemesi, ilanda gün
belirtilmemesi örneklerinde olduğu gibi bir kategori içinde çeşitli aykırılık
hâlleri olabilir. Bu arada etkiyi ispat yükü davacıya aittir.
…, Nedensellik (İlliyet) Bağının Etki Kuralının Kapsamında Olup
Olmadığı başlığı altında önce Yargıtay 11. HD'nin 19.7.2007 tarih ve
2006-2171/10775 sayılı kararına yer vermiştir. Hatırlanacağı üzere yukarıda
metni verilen bu kararda pay sahiplerinin bilgi edinme haklarının (eTTK m.
362/1, TTK m. 437/1) ihlali bağlamında, nitelik itibariyle hukuka
aykırılıklarda, illiyet bağı sorununa vurgu yapılmaktadır. Tekinalp'e göre
kanunda genel kurulun toplantıya çağrılmasından başlayarak icrasına kadar bir
seri düzen hükmü öngörülmüştür. İlliyet bağı araştırması söz konusu düzen
hükümlerinin dikkate alınmaması ve ihlallerin hoş görülmesi sonucunu
doğurmuştur. Böyle bir sonuç ise iptal davasının öngörülmesinin temel amacı ile
bağdaşmaz. Nedensellik bağı araştırması etki kuralını kontrol edilemez
noktalara taşıyabilir.
…'na göre; TTK m. 446/1-(b) hükmünde illiyet bağını ispat
külfetinin davacıya yüklenmesi doğru olmakla beraber illiyet bağının iptal
edilebilirlik nedeni olarak değil de iptal davasının dinlenebilmesi nedeni
olarak düzenlenmesi hukuk güvenliği açısından da olmamıştır. Ayrıca yalnız
kanuna aykırılıklar bakımından değil esas sözleşmeye aykırılıklar bakımından da
aranacak etki koşulunda, davalı şirketin ilgili aykırılıkların kararın
alınmasını etkilemediğini ispatlayarak iptal davasının reddedilmesini sağlama
imkânı mevcuttur. Bunlardan başka TTK m. 446/1-(b) hükmü genel kurul kararının
meydana gelişiyle ilgili olan ve hükümde sayılanlar dışında kalan hukuka
aykırılıklara da kıyasen uygulanmalıdır.
… ise; hükme daha farklı bir açıdan yaklaşmaktadır. Yazara
göre, genel kurula katılmasına ve oy kullanmasına haksız olarak izin verilmeyen
pay sahiplerinin TTK m. 446/1-(b) kapsamına dâhil edilmesi isabetli olmamıştır;
çünkü bu hüküm, büyük pay sahiplerinin genel kurul kararının alınmasına etkili
olmayan küçük pay sahiplerinin genel kurullara girmelerini engellemelerine izin
vermektedir ki bunun pay sahiplerinin genel kurula katılma, konuşma, öneride
bulunma ve oy kullanma gibi vazgeçilmez ve alınamaz nitelikteki temel
haklarının ihlal edilmesine yol açacağı açıktır. Bu yüzden TTK m. 446/1-(b)'de
yer alan, yukarıda sayılan aykırılıkların genel kurul kararının alınmasında
etkili olduğunu ileri süren pay sahipleri, ifadesi sadece çağrının usulüne göre
yapılmadığını, gündemin gereği genel kurula katılma yetkisi bulunmayan
kişilerin veya temsilcilerinin toplantıya katılıp oy kullandıklarını ileri
süren pay sahiplerini kapsamalı, buna karşılık genel kurula katılmaya haksız
olarak izin verilmeme ile oy kullanmaya haksız olarak izin verilmeme, etki
şartı aranmaksızın başlı başına iptal sebebi sayılmalıdır.
…'e göre; öncelikle genel kurula katılma yetkisi bulunmayan
kişilerin toplantıya katılıp oy kullandıkları gerekçesiyle açılacak iptal
davasında karara etkili olma şartı, eTTK m. 381'den farklı bir yer olan eTTK m.
361/3'te düzenlendiği için doktrinde eleştiri konusu yapılmıştır. Bu şart, TTK
ile, artık bulunması gereken bir maddeyi ihlal etmiştir. Bundan başka, TTK m.
446/1-(b) kapsamında açılacak iptal davalarında illiyet bağına yönelik ispat
yükü, bu düzenlemeye bir anlamda kaynaklık teşkil eden eTTK m. 361/3'ün aksine
davalı şirketten alınıp davacıya yükletilmiştir. Böylece kararlılık kazanmakla
birlikte öğretide haklı olarak eleştirilen Yargıtay uygulaması kanun hükmü
hâline getirilmiştir. Nihayet, bu yeni düzenlemenin, özellikle bazı pay
sahiplerinin genel kurul toplantılarından tamamen dışlanması, böylece temel pay
sahipliği hakkının ihlal edilmesi gibi tehlikeli bir sonucu da beraberinde
getireceğini söylemek abartılı olmayacaktır.
…'na göre ise; TTK m. 446/1-(b) 'de düzenlenen hukuka
aykırılıklar bir yetersayı sorununa vücut vermektedir. Yeter sayının
sağlanamaması kararın oluşumunu engeller ve bunun hukuki sonucu iptal değil
yokluktur.
Son olarak belirtelim ki, TTK döneminde Yargıtay'ın eTTK
döneminde verdiği kararlarda takındığı tavırdan farklılaşan yeni bir kararına
henüz tesadüf olunamamıştır.
Buna karşılık Yargıtay 11. HD'nin 6.1.2020 tarih ve 2019/1740
Esas 2020/23 Karar sayılı ilamında, TTK 437. maddesi gereğince ilgili belgeler
davacıların incelemesine sunulmayarak davacıların bilgi alma hakkının
engellendiği, bu durumunun 26/11/2015 tarihinde yapılan olağan genel kurul
toplantısında alınan 4., 5. ve 6. maddesindeki kararlara TTK'nın 446. maddesi
kapsamında etkili olduğu gerekçesiyle şirketin 2014 yılına ait bilançosunun
onaylanmasına ilişkin 4 nolu, yönetim kurulu üyelerinin ibrasına ilişkin 5 nolu
ve kâr dağıtımına ilişkin 6 nolu kararların TTK'nın 445. maddesi uyarınca
iptalleri yönündeki kararı dikkat çekicidir.
Genel açıklamalardan sonra kendi görüşünü de;
4.3.3.1. mTK, eTTK ve TTK'ya nazaran daha isabetlidir
mTK, eTTK ve TTK'nun iptale ilişkin düzenlemeleri özü
itibariyle benzer olmakla birlikte bu düzenlemelerin ayrıntılarında ciddi
sayılabilecek farklılıklar vardır.
Konunun daha iyi anlaşılması için belirtmek gerekir ki, genel
kurul kararlarının iptaliyle ilgili düzenleme yapılırken özellikle iki husus
öne çıkmaktadır: İptal sebepleri ve davacılar. Bunlar farklı hususlar olup
hangi sebeplere dayanılarak iptal davası açılabileceği ile bu sebeplere
dayanarak kimlerin iptal davası açabileceği hususları birbirinden ayırt
edilmelidir.
Aşağıda izah edileceği üzere, mehazı 1897 tarihli AlmTK 271
olan mTK m. 381, iptal sebepleri ile davacıları birbirinden ayırt etmekte
başarılıdır. Oysa eTTK m. 381 ile TTK m. 445/446'nın bu ayrımda başarılı olduğunu
söylemek zordur. Bu hususta TTK'da görülen aksaklıklar TTK'ya nazaran daha
fazladır. İsvBK m. 706 ile mehaz AlmPOK 243 ve 245 hükümlerinde ise sözü edilen
türden aksaklığa tesadüf edilmemektedir.
eTTK m. 381/1'de önce kanun veya esas mukavele hükümlerine ve
bilhassa afaki iyi niyet esaslarına aykırılık şeklinde: sebepleri belirtilmiş,
bunu takiben birinci bentte mTK m. 381/2-(1 hükmünde bulunmayan umumi heyet
toplantısına iştirake salahiyetli olmıyan kimselerin karara iştirak etmiş
bulunduklarını iddia eden pay sahipleri de iptal davası açmaya yetkili pay
sahipler arasında gösterilmiştir. eTTK m. 381'in gerekçesinde bu farklılığın
sebebine yönelik bir açıklamaya tesadüf edilmemektedir. Bu farklılık eTTK'nın
mTK'da bulunmayan bir maddeyi içermesinden kaynaklanmaktadır. Bu madde ise
İsvBK m. 691'den iktibas olunan meşhur 361 maddedir. Bilindiği üzere eTTK m.
361/3 yetkisiz katılım sebebiyle genel kurul kararının iptalini konu
almaktaydı. Kanun koyucu iptalin asıl yerinin TTK m. 381 olduğu düşüncesinden hareket
etmiş olsa gerek ki, eTTK m. 361/3'te düzenlenen bir hususu tekrar pahasına ve
iki madde arasında uyumsuzluk yaratacak biçimde eTTK m. 381'de yeniden
düzenlemiştir.
eTTK m. 361/3'te düzenlenen bir hususun tekrar pahasına eTTK m.
381'de de düzenlenmesi, ciddi bir sistematik sorununu beraberinde getirmiştir.
Çünkü eTTK m. 381'de önce iptal sebepleri belirtilip sonra davacılar ve bu
arada pay sahibi olabilecek davacılar sıralanırken bunların arasına ayrı bir
iptal sebebi sıkıştırılmış olmaktadır. "Umumi heyet toplantısına iştirake
salahiyetli olmıyan kimselerin karara iştirak etmiş bulunmaları", eTTK m.
381/1'de "kanun veya esas mukavele hükümlerine ve bilhassa afaki iyi niyet
esaslarına aykırılık" şeklinde sıralanan iptal sebeplerine ek bir iptal
sebebidir ve genel kurul kararının konusuna değil meydana gelişine ilişkin bir
iptal sebebidir. Bahsi geçen iptal sebebi esas itibariyle iptal sebeplerinden
olan kanuna aykırılığın kapsamına dâhildir, bununla birlikte ayrı bir iptal
sebebi olarak düzenlenmek isteniyorsa yeri davacılara ilişkin hüküm değil iptal
sebeplerinin sıralandığı hüküm olmalıdır.
Kanun koyma tekniği açısından mTK, AlmPOK ve İsvBK'da olduğu
gibi eTTK'da iptal sebepleri ile davacılar ayrı ayrı düzenlenmeliydi. Hatta kanun
veya esas mukavele hükümlerine ve bilhassa afaki iyi niyet esaslarına
aykırılıktan ibaret genel iptal sebepleri yanında özel birtakım iptal sebepleri
düzenlenmek istendiğinde dahi böyle olmalıdır. AlmPOK 243 bu konuda iyi bir
örnektir. AlmPOK 243'te önce kanun veya esas sözleşmeye aykırılıktan oluşan
genel iptal sebepleri düzenlenmiş (f. 1), daha sonra iki ayrı özel iptal sebebi
sayılacak hâller de zikredilmiştir. İptal sebeplerinden, biri bir usuli
aykırılık olan pay sahiplerinin bilgi alma haklarının ihlaliyle ilgilidir. (f.
4). Kimlerin iptal davası açmaya yetkili olduğu hususu ise AlmPOK 245'te ayrıca
düzenlenmiştir.
eTTK m. 381'deki bu sorun TTK'da daha da büyümüştür. “İptal
sebepleri” kenar başlığına sahip 445. maddede “kanun veya esas sözleşme hükümlerine
ve özellikle dürüstlük kuralına aykırılık”tan oluşan iptal sebepleri
düzenlenmiştir. Ayrı bir madde özgülenen davacıların kimlerden ibaret olduğu
“İptal davası açabilecek kişiler” kenar başlıklı 446. maddede düzenlenmeye
çalışılmıştır. Ancak eTTK m.
381/1-(1)'e karşılık gelen TTK m. 446/1-(b)'de de davacı pay
sahipleri yanında kenar başlığıyla örtüşmeyecek biçimde usule ilişkin iptal
sebepleri de düzenlenmiş, üstelik bu kez usule ilişkin iptal sebepleri sayıca
çoğaltılmıştır.
eTTK m. 381/1-(1)'deki usuli iptal sebebi olan “umumi heyet
toplantısına iştirake salahiyetli olmayan kimselerin karara iştirak etmiş
bulunmaları” bu kez TTK m. 446/1-(b)'de “genel kurula katılma yetkisi
bulunmayan kişilerin veya temsilcilerinin toplantıya katılıp oy kullanmaları”
olarak yer almış ve buna “çağrının usulüne göre yapılmaması”, “gündemin gereği
gibi ilan edilmemesi” ile “genel kurula katılmaya ve oy kullanmaya haksız
olarak izin verilmemesi” şeklinde üç adet yeni usuli iptal sebebi eklenmiştir.
TTK m. 446/1-(b)'de sıralanan bu hâlleri her biri ayrı bir
iptal sebebi teşkil ettiğinden, sırf bu aykırılıklara istinaden açacağı bir
iptal davasında, anlamsız olacağı için pay sahibinin ayrıca kararın kanuna veya
esas sözleşmeye yahut dürüstlük kuralına aykırılığını (m. 445) iddia ve ispat
etmesi gerekmeyecektir.
Sözü edilen sistematik sorunu, iptal isteminde bulunabilecek
pay sahipleriyle ilgili oldukça ciddi başka bir sorunu daha beraberinde
getirmektedir. Aşağıda ilgili bahiste açıklanacağı üzere (bkz. Kn. 255 vd.) TTK
m. 446, özellikle bu maddenin birinci fıkrasının (b) bendi, çağrının usulüne
göre yapılmaması veya gündemin gereği gibi ilan edilmemesi yahut genel kurula
katılmaya haksız olarak izin verilmemesi sonucu toplantıya şirketten
kaynaklanan sebeplerle katılamayan pay sahiplerine, kararın konusunun kanuna
veya esas sözleşmeye aykırı olduğu iddiasıyla (TTK m. 445) iptal davası
açabilme imkânı veren bir düzenleme içermemektedir. Bu durum ise bir kanun
boşluğu yaratmaktadır.
Son olarak belirtmek isteriz ki, TTK m. 446/1-(b)'nin dört tür
usuli aykırılık dışında pay sahiplerinin bilgi edinme haklarının ihlali başta
gelmek üzere diğer usuli aykırılıklara ilişkin bir hüküm içermemesi bir
eksiklik sayılabilir. Belki de en isabetli tercih, usule ilişkin iptal sebeplerinin
hiç zikredilmediği mTK m. 381'deki sisteme dönmek ve sorunun çözümünü öğreti
ile yargıya bırakmak olurdu.
4.3.3.2, TTK m. 446/1-(b) hükmünde “etki kuralı” değil “illiyet
bağı” düzenlenmiştir
Her ne kadar, TTK m. 446/1- (b)'deki düzenleme öğretide “etki
kuralı” olarak isimlendirilmekle ve etki kuralının illiyet bağından farklı bir
hukuki durum olduğu ifade edilmekte ise de, bu fikirde olmadığımızı belirtmek
isteriz; çünkü etki kuralı için yapılan “iddia olunan kanuna aykırılık
sebebinin genel kurul kararının alınmasında ekili olması” yönündeki tanım,
illiyet bağını tanımlama çabasından başka bir şey değildir. Kaldı ki, etki
kuralı adı altında klasik bir hukuki durum da bulunmamaktadır. Sözün kısası,
TTK m. 446/1- (b)'de yer alan “sayılan aykırılıkların genel kurul kararının
alınmasında etkili olduğu” ifadesiyle illiyet bağı kastedilmektedir.
4.3.3.3. TTK m. 446/1-(b) hükmündeki düzenleme illiyet bağına
ilişkin sorunları çözmekte yetersizdir
Daha önce dile getirildiği üzere TTK döneminde, özellikle oydan
mahrum olanların oy kullanmaları münasebetiyle gündeme gelen usuli aykırılığın
karara etkisinin sayısal olarak tespit edilebildiği nicelik açısından hukuka
aykırılık türünde, tıpkı Alman ve İsviçre hukuk düzenlerinde olduğu gibi
illiyet bağına ilişkin bir sorun yaşanmamıştır. Buna karşılık usuli aykırılığın
karara etkisinin sayısal olarak tespit edilemediği nitelik itibariyle hukuka
aykırılık türü için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Hem öğretide hem yargı
kararlarında bir şekilde sorunun farkına varılmış ise de, bu konuda bir ilke
geliştirilememiş ve sorun çözülememiştir.
TTK m. 446/1-(b)'nin illiyet bağına ilişkin açık bir düzenleme
içermesi, geçmişte illiyet bağı konusunda yaşanan sorunların çözümüne
yetmemektedir. Çünkü hem TTK m. 446/1-(b) hükmünde yer alan aykırılıkların
genel kurul kararının alınmasında etkili olduğu ifadesiyle ne tür bir illiyetin
kastedildiği açık değildir, hem de pay sahiplerinin bilgi alma haklarının
ihlali başta gelmek üzere hükümde sayılanlar dışında kalan usuli aykırılıklarda
illiyet bağı sorununun nasıl çözüleceği belirsizdir. Daha önce dile getirildiği
üzere TTK döneminde, özellikle oydan mahrum olanların oy kullanmaları
münasebetiyle gündeme gelen usuli aykırılığın karara etkisinin sayısal olarak
tespit edilebildiği nicelik açısından hukuka aykırılık türünde, tıpkı Alman ve
İsviçre hukuk düzenlerinde olduğu gibi illiyet bağına ilişkin bir sorun
yaşanmamıştır. Buna karşılık usuli aykırılığın karara etkisinin sayısal olarak
tespit edilemediği nitelik itibariyle hukuka aykırılık türü için aynı şeyi
söylemek mümkün değildir. Hem öğretide hem yargı kararlarında bir şekilde
sorunun farkına varılmıştır, ancak bu konuda bir ilke geliştirilemiş ve sorun
çözülememiştir.
TTK m. 446/1-(b)'nin illiyet bağına ilişkin açık bir düzenleme
içermesi, geçmişte illiyet bağı konusunda yaşanan sorunların çözümüne
yetmemektedir. Çünkü hem TTK m. 446/1-(b) hükmünde yer alan aykırılıkların
genel kurul kararının alınmasında etkili olduğu ifadesiyle ne tür bir illiyetin
kastedildiği açık değildir, ayrıca pay sahiplerinin bilgi alma haklarının
ihlali başta gelmek üzere hükümde sayılanlar dışında kalan usuli aykırılıklarda
illiyet bağı sorununun nasıl çözüleceği belirsizdir.
4.3.3.4. TTK m. 446/1-(b) hükmünde sayılan hâller sınırlı sayı
ilkesine tâbi değildir
Daha önce dile getirdiğimiz üzere Tekinalp'e göre etki kuralına
tâbi hâller m. 446/1-(b)'de sınırlı sayı ilkesine göre belirlenmiştir. Şu
gerekçelerle bu görüşe katılamadığımızı belirtmek isteriz: Her şeyden önce bu
görüş herhangi bir gerekçeye dayandırılmadığı gibi TTK m. 446/1- (b)'nin
gerekçesinde de bu görüşe delalet eden bir ifadeye tesadüf edilmemektedir.
Ayrıca bu görüş yukarıda vurguladığımız üzere bilgi alma
hakkında olduğu gibi m. 446/1- (b)'de zikredilmeyen usuli ihlallerde illiyet bağının
nasıl tespit edileceği sorusuna cevap vermemektedir. Oysa her şey bir yana TTK
döneminde Yargıtay 11. HD'nin pay sahiplerinin bilgi edinme haklarının
ihlalinde illiyet bağını konu alan 19.7.2007 tarih ve 2006-2171/10775 sayılı
kararı şirketler hukukunda bilindik bir karardır. Konu hem teori hem uygulama
açısından çok önemlidir. Bu yüzden TTK m. 446'da sayılmayan usule
aykırılıklarda illiyet bağı sorunu, orada sayılanlarla ilgili illiyet bağı
sorunu kadar önemlidir
TTK m. 446/1-(b) hükmünün ve bu hüküm çerçevesinde geliştirilen
illiyet bağı konusundaki ilkelerin anılan bentte sayılmayan usuli ihlallere de
uygulanmasının isabetli olacağını belirtmek isteriz.
Kararın meydana gelişiyle ilgili aykırılıklarda illiyet bağının
tespiti için nitelik itibariyle hukuka aykırılık ile nicelik açısından hukuka
aykırılık ayrımı yapılmalıdır.
Yukarıda birçok kez belirtildiği üzere, TTK m. 446/1-(b)
hükmünde yer alan “sayılan aykırılıkların genel kurul kararının alınmasında
ekili olduğu” ifadesiyle ne tür bir illiyetin kastedildiği açık değildir.
Hiç kuşkusuz bu konuda ilk akla gelen aykırılığın karara
sayısal (oy sayısı itibariyle) etkisidir, dolayısıyla fiili illiyettir diyerek
görüşlerini dile getirmişlerdir.
Diğer taraftan … …, "Anonim Şirket Genel Kurul Toplantısı
Çağrı Usûlüne Uyulmaması Toplantıya Katılamayan Pay Sahibinin Mülkiyet Hakkını
İhlâl Eder Mi? -Farazî Bir Bireysel Başvuru Çerçevesinde İnceleme"
başlıklı çalışmasında;
"...I. Usûlsüz Çağrı Kavramı ve Usûlsüz Çağrı Sebebiyle
Genel Kurul Kararlarının İptali İstemlerinde Yargıtay’ın Tutumu,
Bilindiği üzere pay sahibi paylarından doğan hakların önemli
bir kısmını yalnız genel kurulda kullanabilmektedir. Bunun içindir ki, genel
kurula katılmak, paya ve pay sahipliği konumuna büyük ölçüde işlev
kazandırmaktadır. Genel kurul toplantılarına katılmanın taşıdığı önem sebebiyle
pay sahiplerinin toplantıya katılabilmelerini sağlamak üzere halka kapalı
şirketler ile halka açık şirketlerde genel kurul toplantısına çağrı için özel
usûller öngörülmüştür [bkz. 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu (TTK) m. 414; 6362
sayılı Sermaye Piyasası Kanunu m. 29/1-2; Anonim Şirketlerin Genel Kurul
Toplantılarının Usul ve Esasları ile Bu Toplantılarda Bulunacak Bakanlık
Temsilcileri Hakkında Yönetmelik m. 10-11]. Çağrısız toplantı yapılabilmesi
ancak çağrısız genel kurul hakkındaki TTK m. 416 hükmünde öngörülen koşullarda
mümkündür; aksi takdirde alınan kararlar yok sayılmaktadır. Çağrının
yapılmaması ile kastedilen, ilgili hükümlerde öngörülen usûle uygun bir
çağrının hiç yapılmaması veya hiç yapılmamasına denk sayılabilecek ağırlıkta
bir çağrının varlığıdır. Çağrı yapılmakla birlikte usûlüne uygun olmayan bir
çağrının varlığı hâlinde ise iptal yaptırımı devreye girmektedir (bkz. TTK m.
445-446). Usûlsüz çağrı sebebiyle toplantıya katılamayan bir pay sahibi
müzakere edilen konular hakkında görüşünü açıklamak ve öneride bulunmak, oy
kullanmak, bilgi almak ve azlık haklarından yoksun kalacaktır.
Genel kurul tarafından verilen kararlar toplantıda hazır
bulunmayan pay sahipleri hakkında da geçerlidir (TTK m. 423). Bu yüzden usûlsüz
çağrı sebebiyle toplantıya katılamayan bir pay sahibine, toplantıda alınan
genel kurul kararlarının iptalini dava etme olanağı verilmektedir. Böyle bir
iptal davasının dayanağı hakkında iki olasılık akla gelmektedir. Bunlardan ilki
kararın içeriğine (konusuna), ikincisi ise kararın meydana gelişine (usûle)
ilişkin hukuka aykırılık sebebiyle iptal davası açmaktır. Makalede bu husus,
halka kapalı bir anonim şirkette esas sermayenin %35’ini elinde bulunduran pay
sahibi (A)’nın rüçhan hakkının, kendisine iadeli taahhütlü mektup
gönderilmediği için katılamadığı toplantıda, gerekli nisaplara uyularak (bkz.
TTK m. 461/2) kaldırılması örneğiyle somutlaştırılmıştır. (A), sırf çağrının
usûlüne göre yapılmadığı, yani kararın meydana gelişine ilişkin hukuka
aykırılık bulunduğu iddiasıyla, TTK m. 446/1-(b) hükmüne dayanarak kararın
iptalini dava edebilir. Böyle bir iptal davasının başarıyla sonuçlanabilmesi,
TTK m. 446/1-(b) uyarınca çağrının usûlüne göre yapılmamasının genel kurul
kararının alınmasında etkili olmasına bağlıdır. “Etkili olma”dan -Yargıtay’ın
anladığı gibi- sayısal etki anlaşıldığı takdirde (A)’nın açacağı iptal davası
reddedilecektir, çünkü onun oyları (esas sermayenin %35’i) olmadan da karar
alınabilmektedir. Bu olasılık dışında (A), Yargıtay içtihatlarına göre, -6762
sayılı TTK m. 381/2-(1)’den farklı olarak TTK m. 446’da bir düzenleme
bulunmamasının yarattığı kanun boşluğu 6762 sayılı TTK dönemindeki uygulama
aynen devam ettirilmek suretiyle doldurulmak suretiyle- kararın içeriğinin
hukuka aykırı olduğu iddiasıyla iptal davası açabilir. Bu olasılıkta Yargıtay,
sırf çağrının usûlsüz olmasını kararın iptali için yeterli görmemektedir;
usûlsüz çağrı sebebiyle genel kurul toplantısına katılamayan pay sahibinin
ayrıca kararın içeriğinin kanun veya esas sözleşme hükümlerine yahut dürüstlük
kuralına aykırı olduğunu kanıtlamasını aramaktadır. Böyle bir durumda karar
içeriği itibariyle kanun veya esas sözleşme hükümlerine ve özellikle dürüstlük
kuralına aykırı değilse iptal istemi reddedilecektir. Şu hâlde usûlsüz çağrı
yapıldığı için şirketten kaynaklanan bir sebeple toplantıya katılamayan bir pay
sahibinin, katılamadığı toplantıda alınan kararlar içeriği itibariyle hukuka
uygunsa başvurabileceği bir yol yoktur. Ancak bu durum, usûlsüz çağrı sebebiyle
toplantıya katılamayan bir pay sahibinin, müzakere edilen konular hakkında
görüşünü açıklamak ve öneride bulunmak, oy kullanmak, bilgi almak ve sermayenin
belli bir oranını oluşturmak kaydıyla azlık haklarından yoksun bırakılmasına,
pay kavramı ile pay sahipliği konumunun önemli ölçüde anlam ve işlevini
yitirmesine yol açacak; hem yönetim kurullarının usûlsüz çağrı yapılması
hususunda cesaretlendirilmesi hem anonim şirketin temel varlık sebeplerinden
biri olan sermaye birikiminin sağlanması amacının önemli ölçüde akamete
uğratılması anlamına gelecektir.
AİHS Ek Protokol (1) m. 1 ve Anayasa m. 35 ile kural olarak
mülkiyet hakkına devlet tarafından yapılan haksız müdahalelere karşı kişinin
korunmasını sağlamak amaçlansa da, özel hukuk ilişkileri, dolayısıyla özel
hukuk uyuşmazlıkları da söz konusu hükümlerin kapsamına dâhil edilmiş
olmaktadır. Tüm bunlardan hareketle, mevcut Yargıtay uygulamasının pay
sahiplerinin mülkiyet hakkını ihlâl edip etmediği konusunda her şeyden önce,
Yargıtay’ın, çatışan çıkarlar arasında tercih yaparken TTK m. 445 ile 446
hükümlerinin yorumlanmasında temel haklara (Anayasa ve AİHS’ye) en uygun
olanını tercih etmediği iddia edilebilir. Bu bağlamda Yargıtay’ın bu tutumunun,
AYM kararlarında ifade edildiği şekliyle pay sahibi ile şirket arasındaki
menfaatler dengesinde bir taraf aleyhine aşırı orantısızlığa yol açıp açmadığı
da tartışmaya değer bir husustur. Bundan başka, Yargıtay kararlarının bariz
takdir hatası içerdiği de düşünülebilir. Şöyle ki, TTK m. 434/2’ye göre, her
pay sahibi sadece bir paya sahip olsa da en az bir oy hakkını haizdir. Oysa
Yargıtay’ın mevcut uygulaması, pay sahibinin şirkete ait sebeple genel kurula
katılamamasını ve oy kullanamamasını hukuka uygun görmek suretiyle oy hakkıyla
donatılmış payı fiilen oydan yoksun hâle getirmektedir.
Bariz takdir hatası bağlamında ifade edilmesi gereken diğer bir
husus da, Yargıtay’ın, gündeme bağlılık ilkesinin düzenlendiği TTK m. 413/1’i
ihlâl eden genel kurul kararlarının başka bir koşul aranmaksızın iptal
edileceğini belirtmek suretiyle menfaatler durumu aynı olan bir başka konuda
farklı tutum sergilemesidir. Yargıtay’ın tutumunun bariz takdir hatasının
ötesinde AYM kararları anlamında açık bir keyfilik içerdiğinin söylenip
söylenemeyeceği hususu da ayrıca tartışmaya değer niteliktedir. Keza takdir
hatası bağlamında eklemek isteriz ki Yargıtay, üyelerden biri haberdar
edilmeksizin toplanan yönetim kurulunda alınan kararları -gerekli nisaplara
uyulsa bile- geçersiz saymaktadır. Oysa en azından halka kapalı şirketlerde pay
sahiplerinin sayısının azlığı göz önünde bulundurulduğunda toplantılara katılım
konusunda yönetim kurulu ile genel kurul toplantısı arasında bu açıdan bir fark
gözetilmesi sorgulanmaya değerdir.
IV. İhlâlin Bulunduğu Varsayımında İhlâlin Sonuçlarının
Giderilmesi
Bir an için usûlüne uygun çağrı yapılmadığı için genel kurul
toplantısına katılamayan pay sahibinin açtığı iptal davasının, iptali istenen
genel kurul kararlarının içeriği bakımından hukuka uygun olduğu gerekçesiyle
reddinin mülkiyet hakkını ihlâl ettiği iddiasıyla bireysel başvuru yapılır ve
AYM tarafından pay sahibinin mülkiyet hakkının ihlâl edildiği sonucuna
varılırsa, söz konusu ihlâl bir mahkeme kararından kaynaklandığı için ihlâli ve
sonuçlarını ortadan kaldırmak için yeniden yargılama yapmak üzere dosya ilgili
mahkemeye gönderilir (AYMKK m. 50/1-2). Kanaatimizce böyle bir ihlâlin
etkilerini gidermenin en kolay ve isabetli yolu, içerik itibariyle hukuka uygun
bir genel kurul kararının sırf çağrıda usûlsüzlük sebebiyle iptalini
sağlamaktır görüşüne yer vermiştir.
DAİRE GEREKÇESİ;
Mülkiyet hakkı, Anayasanın 35. maddesinde; "Herkes,
mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla,
kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı
olamaz. "
Anayasa’nın "Devletin temel amaç ve görevleri" kenar
başlıklı 5. maddesinin ilgili kısmı şöyledir: “Devletin temel amaç ve
görevleri, … Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah,
huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal
hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal,
ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının
gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır.”
Anayasanın " II. Temel hak ve hürriyetlerin
sınırlanması" başlıklı 13. maddesinde de; "Temel hak ve hürriyetler,
özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen
sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar,
Anayasa'nın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin
gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz." hükümleri mevcuttur.
Anayasa Mahkemesi ve AİHM “mülkiyet hakkı” kavramını geniş
algılamakta ve bu kapsama ekonomik değer ifade eden, yani değeri parayla
ölçülebilen her türlü varlığı dahil etmektedir. Bu durumda ekonomik bir değer
ifade eden şirket payının mülkiyet tanımına dahil olduğu ve pay sahibinin de
mülkiyet hakkı sahibi olduğu kabul edilmektedir. (Anayasa Mahkemesi, kamu
kurumlarından olan çeşitli para alacaklarının enflasyon karşısında değer
kaybına uğratılmasına (veya uğratılarak ödenmesine) ilişkin şikâyetleri
inceleyerek uygulanacak anayasal ilkeleri belirlemiştir. Bu çerçevede kamu
makamlarından olan alacakların enflasyon karşısında önemli ölçüde değer kaybına
uğratılmasının (veya uğratılarak ödenmesinin) başvuruculara şahsi olarak aşırı
ve olağan dışı külfet yüklediğini belirterek mülkiyet hakkının ihlal edildiği sonucuna
ulaşmıştır (bir sosyal güvenlik ödemesi yönünden bkz. Ferda Yeşiltepe [GK], B.
No: 2014/7621, 25/7/2017; ihale alacağı yönünden bkz. ANO İnşaat ve Ticaret
Ltd. Şti. [GK], B. No: 2014/2267, 21/12/2017; vergi iadesi alacağı yönünden
bkz. Akel Gıda San. ve Tic. A.Ş., B. No: 2013/28, 25/2/2015; deprem nedeniyle
tazminat yönünden bkz. Abdulhalim Bozboğa, B. No: 2013/6880, 23/3/2016; Yıldız
Korkut, B. No: 2016/8532, 9/5/2019; açığa alınan memurun maaş farklarının
iadesi yönünden bkz. Vildan Utku Atalay, B. No: 2015/4812, 7/2/2019).
Anayasa Mahkemesi 22/04/2025 gün ve 2025/ 29-102 karar sayılı
kararında da; mülkiyet hakkının kanunla sınırlanmasındaki kıstaslar ise;
"16. Anayasa’nın 35. maddesinde “Herkes, mülkiyet ve miras
haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla
sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”
denilmektedir. Anayasa’nın anılan maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı,
ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü mal varlığı
hakkını kapsamaktadır.
17. Mülkiyet hakkı, kişiye başkasının hakkına zarar vermemek ve
kanunların öngördüğü sınırlamalara uymak koşuluyla sahibi olduğu şeyi dilediği
gibi kullanma, onun semerelerinden yararlanma ve tasarruf etme imkânı veren bir
haktır (Mehmet Akdoğan ve diğerleri [1. B.], B. No: 2013/817, 19/12/2013, s
32). Bu bağlamda malikin mülkünü kullanma, onun semerelerinden yararlanma ve
mülkü üzerinde tasarruf etme yetkilerinden herhangi birinin sınırlanması veya
mülkünden yoksun bırakılması mülkiyet hakkının sınırlanması sonucunu doğurur
(Recep Tarhan ve Afife Tarhan [1. B.], B. No: 2014/1546, 2/2/2017, s 53).
19. Anayasa’nın 35. maddesinin ikinci fıkrasında mülkiyet
hakkının ancak kanunla sınırlanabileceği belirtilmek suretiyle mülkiyet hakkına
yönelik müdahalelerin kanunda öngörülmesi gerektiği ifade edilmiştir.
20. Öte yandan mülkiyet hakkına sınırlama getirilirken temel
hak ve özgürlüklerin sınırlanmasına ilişkin genel ilkeleri düzenleyen
Anayasa’nın 13. maddesinin de gözönünde bulundurulması gerekmektedir.
21. Anayasa’nın 13. maddesinde “Temel hak ve hürriyetler,
özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen
sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar,
Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin
gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” denilmektedir. Buna göre
mülkiyet hakkına sınırlama getiren düzenlemelerin kanunla yapılması, Anayasa’da
öngörülen sınırlama sebebine uygun ve ölçülü olması gerekir.
22. Anayasa Mahkemesinin sıkça vurguladığı gibi temel hakları
sınırlayan kanunun şeklen var olması yeterli olmayıp yasal kuralların keyfîliğe
izin vermeyecek şekilde belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir düzenlemeler
niteliğinde olması gerekir.
23. Esasen temel hakları sınırlayan kanunun bu niteliklere
sahip olması, Anayasa’nın 2. maddesinde güvenceye alınan hukuk devleti
ilkesinin de bir gereğidir. Hukuk devletinin temel unsurlarından olan hukuki
belirlilik ilkesi uyarınca kanuni düzenlemelerin hem kişiler hem de idare
yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net,
anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî
uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi gerekir. Kanunda bulunması gereken
bu nitelikler hukuki güvenliğin sağlanması bakımından da zorunludur. Zira bu
ilke hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve
işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu
güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar (AYM,
E.2015/41, K.2017/98, 4/5/2017, §§ 153, 154). Dolayısıyla Anayasa’nın 13. ve
35. maddelerinde sınırlama ölçütü olarak belirtilen kanunilik, Anayasa’nın 2.
maddesinde güvenceye alınan hukuk devleti ilkesi ışığında yorumlanmalıdır.
25. Diğer yandan Anayasa’nın 13. maddesi uyarınca temel hak ve
özgürlüklere getirilen sınırlamanın Anayasa’da öngörülen sınırlama sebebine
uygun olması gerekir. Anayasa’nın 35. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca mülkiyet
hakkı ancak kamu yararı amacıyla sınırlanabilir.
26. Kural uyarınca iade edilmemesi öngörülen bedel 4734 sayılı
Kanun’un 53. maddesinin (j) fıkrası gereğince Kurumun gelirlerinden birini
oluşturmaktadır. Bu bağlamda Kurumun geliri niteliğinde olan bedelin Kurumun
mali yapısının korunmasını sağlamaya yönelik olarak iade edilmemesini öngören
kuralın kamu yararına dayalı meşru bir amaca yönelik olduğu anlaşılmaktadır.
27. Mülkiyet hakkına yönelik sınırlamanın Anayasa’nın 13.
maddesi uyarınca ölçülü olması gerekir. Ölçülülük ilkesi; elverişlilik,
gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik
öngörülen sınırlamanın ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli
olmasını, gereklilik ulaşılmak istenen amaç bakımından sınırlamanın zorunlu
olmasını, diğer bir ifadeyle aynı amaca daha hafif bir sınırlama ile
ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise hakka getirilen sınırlama ile
ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini
ifade etmektedir (AYM, E.2011/111, K.2012/56, 11/4/2012; E.2014/176, K.2015/53,
27/5/2015; E.2016/13, K.2016/127, 22/6/2016, § 18; Mehmet Akdoğan ve diğerleri,
s 38).
...
31. Bu itibarla Kanun kapsamında yapılan ihalelere ilişkin
olarak düzenlenecek sözleşmelerden bedeli belli bir meblağı aşanlar için
yükleniciden sözleşme bedelinin on binde beşi oranında tahsil edilen tutarın
Kurum tarafından hiçbir durumda iade edilmeyeceğini öngören kuralın ihalenin
iptalinde veya sözleşmenin feshinde kendisine kusur atfedilemeyecek kişilere
aşırı bir külfet yüklediği, kamu yararı ile mülkiyet hakkı arasında gözetilmesi
gereken adil dengeyi kişi aleyhine bozarak orantısız bir sınırlamaya neden
olduğu sonucuna ulaşılmıştır." olarak gerekçelendirilmiştir
Somut Norm ile Mülkiyet Hakkının Sınırlanması Anayasa'nın
Sözüne ve Ruhuna Uygun Mu?;
Sınırlama mülkiyet hakkının özüne dokunmamalıdır.
(kamulaştırmada mülkiyet para üzerine çevrilmekle özünü dokunmayacak) Ancak
somut norm ile sahip olunan paya ilişkin hiç bir hak başka bir hakka tahvil
edilmeksizin sona erdirilmekte; mülkiyet hakkının bahşettiği hak kusurlu
tarafın kanuna ve yönetmeliği aykırı eylemi ile sona erdirilmekte, kimi
durumlarda pay sahibinin pay oranında da değişiklik yaratmak sureti ile
mülkiyetin bir kısmının sona ermesine sebep olmakta, pay aynı oranda kalmış
olsa bile alınan kararların uygulanmasının etkisi ile paya ait haklar
zedelenmektedir.
Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın 13. maddesinde güvence altına
alınan ölçülülük ilkesini; elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere
üç alt ilkeden oluştuğunu kabul etmektedir.
Elverişlilik öngörülen sınırlamanın ulaşılmak istenen amacı
gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik ulaşılmak istenen amaç
bakımından sınırlamanın zorunlu olmasını, orantılılık ise hakka getirilen
sınırlama ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi
gerekliliğini ifade etmektedir.
Her ne kadar Tekinalp görüşünde maddenin amacının çok küçük pay
sahiplerine uygulanması %5 veya %10 gibi pay sahibi olanlara uygulanmaması gerektiği
yönünde görüş belirtmiş olsa da, bu görüşün kanuni bir dayanağı bulunmadığı
gibi Yargıtay uygulamasında da oy oranı doğrudan toplantıdaki oy oranı ile
karşılaştırılmak sureti ile gözetildiğinden uygulamada da kabul görmemektedir.
Belirtilen pay oranları çok düşük olabileceği gibi Yasada
oransal etki kriteri uygulandığında kimi durumlarda yönetim organını elinde
bulunduran %51 pay sahibi %49 pay sahibini/sahiplerini toplantıya çağırmamakla
paya ilişkin en temel hak olan genel kurula katılma hakkını bile ortadan fiilen
kaldırabilir. Nitelikli çoğunluk kararlarında %24 pay sahibi aynı kadere
katlanmak zorunda kalmaktadır.
Yasanın emrettiği ve yönetmeliğin belirlediği şekilde pay
sahibini genel kurul toplantısına çağırmayan kusurlu çoğunluk, kendinin hukuka
aykırı eylemlerinden kendi yararına sonuç çıkarmaktadır. Bu ise Roma hukukundan
beri hukukun temel ilkesi olan hiç kimse kendi kusurlu davranışı ile kendi
lehine sonuç elde edemez ilkesine de açık aykırılık oluşturmaktadır.
Açıklanan sakıncalar gözetildiğinde, öngörülen sınırlamanın
ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli olmakla kalmadığı elverişli
kavramını aşar şekilde hakkın kullanılmasını hak sahibinin kusuru olmaksızın
engellediği, ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekçeye göre çok az pay
sahibinin şirketin çalışmasını engelleyecek düzeyde sürekli ihtilaf
çıkarmasının engellenmesi yönünde belirlilik ve ölçülülük kriterlerine göre bir
sınırlama bulunmaması gözetildiğinde orantılılık unsurunun da oluşmadığı
görülmektedir
Kaldı ki pay sahibine çağrı yapılmamasının şirketin tercihi ile
gerçekleştiği gözetildiğinde hiç çağrı yapılmaması ile daha hafif kusur olan
usulsüz çağrı arasında hukuki bir ayrım yapılmaması da kendi içinde bir
çelişkidir.
6762 sayılı Yasa döneminde kanunda etki kuralına ilişkin bir
hüküm olmadığı halde Yargıtay'ın içtihadı ile bu kıstası getirmesi zamanla
çağrının hiç yapılmaması veya öngörülen şekilde yapılmamasının yokluk
yaptırımına tabi olduğuna dair görüşünden dönmesinden sonraki görüşünün yasaya
taşınması ile olmuştur. Bu hususun kanunlaştırılması da açıklanan
aykırılıkların içtihad değişikliği yolu ile giderilmesini de engelleyen hale
gelmiştir.
Pay sahibinin toplantıya katılamaması ve bunun sonucunda pay
sahipliğinden doğan haklarını kullanamaması şirketten kaynaklanmaktadır. Çünkü
şirket çağrıyı ya hiç yapmamıştır ya da bir kısım pay sahiplerine çağrı
yapmıştır. Mülkiyet hakkının kullanılması ancak kamu yararı amacıyla ve kanunla
sınırlanabilir. Bu nedenle, önce kamu yararı irdelenmeli sonra kanunla sınırlanma
üzerinde durulmalıdır.
Şirketin genel kurulunun çağrı yapılmamasına veya usulsüz
çağrıya rağmen ayakta tutulmasının kamu yararı amacına göre
değerlendirilmesinde;
Kamu yararı, temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmasında bir
sınırlama nedeni olarak, öncelikle mülkiyet hakkının sınırlanmasında karşımıza
çıkmaktadır. Kamu yararı mülkiyet hakkının sınırlanmasında temel sınırlama
nedenini oluşturmaktadır. Mülkiyet hakkına ilişkin olarak Anayasa'da yer alan
düzenlemelere bakıldığında, kamu yararı nedeniyle kamulaştırma ve
devletleştirme yollarıyla malikin mülkiyet hakkının konusu olan mal ile
ilişkisinin tamamen kesilmesi mümkün olmakta ve bunun yanında Anayasanın 35.
maddesinde mülkiyet hakkının kullanılmasına da bir sınırlama getirilerek
mülkiyet hakkının toplum yararına aykırı bir şekilde kullanılamayacağının hükme
bağlandığı görülmektedir.
Anayasa Mahkemesi, imar plânında ilkokul yeri olarak ayrılan
taşınmazın kamulaştırılması veya plân değişikliği yapılması isteminin reddine
ilişkin işlemin iptali istemiyle açılan davada, davacıların Anayasa'ya
aykırılık savlarının ciddi olduğu kanısına varan Mahkeme tarafından, 3194
sayılı Yasa'nın 13. maddesinin birinci ve üçüncü fıkralarının iptali için
yapılan başvuru üzerine vermiş olduğu kararda, kamu yararı nedeniyle mülkiyet
hakkının sınırlanmasının demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı
olmadığını belirtmekle birlikte, sınırlamalar yapılırken kamu yararı ile kişi
yararı arasındaki dengenin korunmaması ve bunun sonucunda hakkın kullanılamaz
hale getirilmesinin hakkın özüne dokunacağını vurgulamıştır .
Anayasa Mahkemesi, 17.06.1992 tarihli ve E: 1992/22, K: 1992/40
sayılı kararında, mülkiyet hakkının kamu yararı nedeniyle sınırlanabileceğine
değinerek, kamu yararının gerektirdiği durumların (Any. Mh., 29/12/1999, E.
1999/33, K. 1999/51, 380 İnönü Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi Cilt: 5
Sayı:1 Yıl 2014) belirlenmesinin önemini vurgulamıştır. Kamu yararı kavramı,
mülkiyet hakkını mutlak bir hak olmaktan çıkararak kimi durumlarda taşınmaz ile
sahibi arasındaki ilişkinin sona ermesine neden olmaktadır. Kamu yararının
gerektirdiği durumların belirlenmesi yasa koyucunun takdir alanı içinde
değerlendirilmelidir. Kuşkusuz, yasa koyucu takdir alanına giren
değerlendirmelerde anayasal ilkelere uygun düzenlemeler yapmak zorundadır.
Özünde özel hukuk tüzel kişi olan şirketlerin genel kurul
toplantılarında alınan kararların kamu yararı ile bağlantılı olduğunu kabul
etmek kamu yararı tanımını zorlamak ve genişletmek olacaktır.
Kanun koyucu somut normda bir kısım dikkate değer oranda pay
sahibi olmayan ortağın şirketi sürekli dava tehdidi altında tutarak ortakların
ve şirketin çalışanları ile alacaklarının haklarını tehlikeye düşürmesinin
önüne geçmekte kamu yararı görmüş olabilir. Ancak bu sınırlama da anayasal
ilkelere uygun olmalıdır. Pay sahibinin payına ilişkin bir ölçülülük kıstası
koymadan %0,1 pay ile %49 pay sahibinin toplantıya çağrılmamasının aynı kadere
tabi tutmada ölçülülük ve belirlilik esasının ihlal edildiği açıktır.
Öte yandan doktrinin yaptığı usule ve esasa aykırılık kıstası
ve yaptırımlarının ayrılması (usule aykırılık var ise usule dayalı yokluk)
görüşü TTK 446/1-b maddesinin usule ilişkin hükümleri de içermesi nedeniyle
Yargıtay içtihatlarında yer bulmamıştır. Kuşkusuz ki Yargıtay'ın içtihatlarının
dayandığı gerekçe ve görüşleri uygulamaya ilişkin olup kural olarak Anayasa'ya
aykırılık iddiasının gerekçesini oluşturmaz. Ancak somut norm düzenlemesi
şirket tarafından kasten yapılan usulsüzlük ile çağrının usulüne uygun
yapılmasına rağmen oluşan etki kuralı arasında ayrım içermediğinden belirlilik
ve ölçülülük kıstası içermediğinden Anayasa'ya aykırılık oluşturmaktadır.
Sonuç itibarı ile;
Genel kurula çağrıyı hiç yapmayan veya usulsüz yapan özel hukuk
kişisi olan şirketin genel kurulunda alınan kararların ayakta tutulmasında ve
pay sahibinin mülkiyet hakkına dahil haklarının sınırlanmasından öte
değersizleştirilerek kullanılmasının önlenmesinde kamu yararı bulunmamaktadır.
Ekonomik açıdan büyük ölçekli veya faaliyet alanı özel nitelik arz eden
şirketlerde genel kurul kararlarının sürekli dava konusu yapılmasının
engellenmesi amacı ile kamu yararı açıklanmak istenilse bile unutulmamalıdır ki
anılan hususlarda genel kurul kararlarının sürekli dava konusu yapılmasının
kaynağı çağrı yapmayan veya usulüne uygun çağrı yapmayan yine şirketin kendi
yönetim organıdır.
Hukuki sonuçları itibarı ile sınırlamadan öte pay sahibinin pay
sahipliğinden kaynaklı genel kurula katılma, açıklama yapma ve müzakerelere
katılma hakkının engellenmesi özellikle anılan pay sahibinin hakkını fiilen
ortadan kaldırdığı gibi, genel kurula katılan diğer pay sahiplerinin genel
kurulda müzakerelere katılarak bilgi edinme hakkını da etkilediği gibi çağrı
yapılmayan pay sahibinin yapacağı açıklamalar veya sunacağı belgeleri müzakere
etme haklarını da ellerinden almaktadır. Özetle mevcut hüküm hem kendisine
çağrı yapılmayan pay sahibinin pay sahipliğinden TTK'da tanınan haklarının
kullanılmasını ortadan kaldırdığı gibi, aynı zamanda usulsüzlüğü gerçekleştiren
çoğunluğa dahil olmayan ve genel kurula katılan pay sahiplerinin de görüşülen
konularda bilgi edinme hakkını engelleyerek müzakerelere katılmalarının veya
etkin katılmalarının da önüne geçmektedir.
Etki kuralının ispat yükünün davacıya yüklenmesi de usulsüzlüğü
yapanın şirket olduğu gerçekliği karşısında ölçülü de değildir.
Öte yandan usuli yönden payın alınan karara sayısal etkisi
olması yanında esasa ilişkin TTK'nun 447. maddesindeki iptal sebeplerinin de
ispatlanmasının davacıya yüklenmesi de usuli eksikliği oluşturan şirkete
tanınan diğer bir ayrıcalıktır. Bu halde ispat yükünün usulsüzlüğü yapan kişi
üzerinde bırakılması ölçülülük kriterine daha uygun olacaktır.
GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ: Yukarıda açıklanan nedenlerle
1- 6102 sayılı Yasanın 446. maddesinin b fıkrasının "çağrının
usulü dairesinde yapılmadığını" "ve bunun karara etkili
olduğunu" kısımlarının Anayasa'nın 5. 13. ve 35. maddelerine aykırı olduğu
kanısına varılmakla iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulmasına,
2- Dosyada bulunan konu ile ilgili belgelerin ve başvuru
kararına ilişkin tutanağın onaylı birer örneğinin Anayasa Mahkemesi
Başkanlığı'na gönderilmesine oy birliği ile karar verildi".”