“1. Genel Açıklama
İşbu başvuru kararı, "Serî muhakeme usûlü" adlı bir
yargılama usulünün varlığının ve buna dair hükümlerin Anayasa'ya aykırılığına
dairdir.
Ceza davalarının gereksiz gecikme yaşanmadan
sonuçlandırılabilmesi amacıyla başvurulan yollardan biri de kimi hafif
suçlarda, genel ceza yargılamasından farklı usul kurallarının uygulanmasıdır.
Bu yola başvurulmasının temel amacı, belli bir sürenin altında hapis ya da belli
bir miktarın altında adli para cezası gerektiren suçlara ilişkin muhakemelerde,
kamu davasının mecburiliği, duruşmaların yüzyüzeliği ilkelerinin ve kanun
yollarına başvuru olanaklarının esnetilmesidir. Duruşmaların daha hızla
sonuçlandırılabilmesi için alınabilecek tedbirlerden başlıcası, sadece adli
para cezası ya da hafif hapis cezası gerektiren kimi suçlara ilişkin olarak
alternatif bir yargılama yoluna gidilerek ceza mahkemelerinin iş yükünün
azaltılması ve yargılamaların daha kısa sürede sonuçlandırılabilmesidir.
“Duruşmaların açık ve kararların gerekçeli olması” kenar başlıklı Anayasa m.
141/4’e göre “Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması,
yargının görevidir.” Ancak bu yollara başvurulurken, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nde korunan adil yargılanma hakkı ihlal edilmemelidir. Avrupa
Konseyi Bakanlar Komitesi de Ceza Adaletinin Sadeleştirilmesi Hakkında Üye
Devletlere Yönelik 18 Sayılı Tavsiye Kararı’yla hafif cezalar gerektiren suçlar
bakımından yargılamanın daha kısa sürede sonlandırılmasını sağlayacak, adil
yargılanma hakkıyla çelişmeyen alternatif yöntemlere ilişkin düzenlemelerin
yapılmasını tavsiye etmiştir. Bu kapsamda, Adalet Bakanlığı tarafından 2019’da
hazırlanan Yargı Reformu Stratejisi Belgesi’nde, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin
ceza yargılamasının basitleştirilmesine yönelik tavsiye kararları doğrultusunda
mahkemelerin görev alanlarının yeniden düzenlenerek bazı basit fiillere ilişkin
yargılama süreçlerinin kısaltılması için yeni bir usulün getirilmesi, bazı
suçların basitleştirilmiş ve hızlı bir yargılama usulüyle görülmesinin
sağlanması amacıyla mahkemelerin görev alanları yeniden düzenlenerek bazı basit
fiillere ilişkin süreçlerin kısaltılması için yeni bir usul getirilmesi (Hedef.
7.3) hedeflenmiştir.
7188 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun Ekim 2019 itibariyle yürürlüğe girmiştir. Bununla Ceza
Muhakemesi Kanunu’na eklenen pek çok yeni kurumun başında serî muhakeme usûlü
gelmektedir.
Seri muhakeme usulü, CMK m. 250’de düzenlenmiş, maddenin
uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar, CMK m. 250/15 hükmüne dayanılarak,
Adalet Bakanlığı tarafından 31 Aralık 2019 tarihinde çıkarılan “Ceza
Muhakemesinde Seri Muhakeme Yönetmeliği”nde belirtilmiştir.
CMK Madde 250 – (Mülga: 2/7/2012-6352/105 md.) (Başlığı ile
Birlikte Yeniden Düzenleme:17/10/2019-7188/23 md.)
(1) Soruşturma evresi sonunda aşağıdaki suçlarla ilgili olarak
kamu davasının açılmasının ertelenmesine karar verilmediği takdirde seri
muhakeme usulü uygulanır:
a) Türk Ceza Kanununda yer alan;
1. Hakkı olmayan yere tecavüz (madde 154, ikinci ve üçüncü
fıkra),
2.. Genel güvenliğin kasten tehlikeye sokulması (madde 170),
3.. Trafik güvenliğini tehlikeye sokma (madde 179, ikinci ve
üçüncü fıkra),
4. Gürültüye neden olma (madde 183),
5.. Parada sahtecilik (madde 197, ikinci ve üçüncü fıkra),
6. Mühür bozma (madde 203),
7. Resmi belgenin düzenlenmesinde yalan beyan (madde 206),
8.. Kumar oynanması için yer ve imkan sağlama (madde 228,
birinci fıkra),
9.. Başkasına ait kimlik veya kimlik bilgilerinin kullanılması
(madde 268), suçları)
b) 10/7/1953 tarihli ve 6136 sayılı Ateşli Silahlar ve Bıçaklar
ile Diğer Aletler hakkında Kanunun 13 üncü maddesinin birinci, üçüncü ve
beşinci fıkraları ile 15 inci maddesinin birinci, ikinci ve üçüncü fıkralarında
belirtilen suçlar.
c) 31/8/1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Kanununun 93 üncü
maddesinin birinci fıkrasında belirtilen suç.
d) 13/12/1968 tarihli ve 1072 sayılı Rulet, Tilt, Langırt ve
Benzeri Oyun Alet ve makinaları Hakkında Kanunun 2 nci maddesinde belirtilen
suç.
e) 24/4/1969 tarihli ve 1163 sayılı Kooperatifler Kanununun ek 2
nci maddesinin birinci fıkrasının (1) numaralı bendinde belirtilen suç.
(2) Cumhuriyet savcısı veya kolluk görevlileri, şüpheliyi, seri
muhakeme usulü hakkında bilgilendirir.
(3) Cumhuriyet savcısı tarafından seri muhakeme usulünün
uygulanması şüpheliye teklif edilir ve şüphelinin müdafii huzurunda teklifi
kabul etmesi hâlinde bu usul uygulanır.
(4) Cumhuriyet savcısı, Türk Ceza Kanununun 61 inci maddesinin
birinci fıkrasında belirtilen hususları göz önünde bulundurarak, suçun kanuni
tanımında öngörülen cezanın alt ve üst sınırı arasında tespit edeceği temel
cezadan ve koşulları bulunduğu takdirde zincirleme suça ilişkin hükümler
uygulandıktan sonra belirlenen cezadan yarı oranında indirim uygulamak
suretiyle yaptırımı belirler.
(5) Dördüncü fıkra uyarınca sonuç olarak belirlenen hapis cezası
Cumhuriyet savcısı tarafından, koşulları bulunması hâlinde Türk Ceza Kanununun
50 nci maddesine göre seçenek yaptırımlara çevrilebilir veya 51 inci maddesine
göre ertelenebilir.
(6) Bu maddeye göre belirlenen yaptırımlar hakkında, Cumhuriyet
savcısı tarafından, koşulları bulunması hâlinde 231 inci madde kıyasen
uygulanabilir.
(7) Bu madde kapsamında yaptırım uygulanması, güvenlik
tedbirlerine ilişkin hükümlerin uygulanmasına engel teşkil etmez.
(8) Cumhuriyet savcısı, şüpheli hakkında seri muhakeme usulünün
uygulanmasını yazılı olarak görevli mahkemeden talep eder. Talep yazısında;
a) Şüphelinin kimliği ve müdafii,
b) Mağdur veya suçtan zarar görenlerin kimliği ile varsa vekili
veya kanuni temsilcisi,
c) İsnat olunan suç ve ilgili kanun maddeleri,
d) İsnat olunan suçun işlendiği yer, tarih ve zaman dilimi,
e) Şüphelinin tutuklu olup olmadığı; tutuklanmış ise, gözaltına alma
ve tutuklama tarihleri ile bunların süreleri
f) İsnat olunan suçu oluşturan olayların özeti,
g) Üçüncü fıkrada belirtilen şartların gerçekleştiği,
h) Belirlenen yaptırım ile beşinci ve altıncı fıkra uygulanmış
ise bunlara ilişkin hususlar ve güvenlik tedbirleri, gösterilir. (Ek
cümle:8/7/2021-7331/22 md.) Bu fıkraya aykırı olarak düzenlendiği, belirlenen
yaptırımda maddi hata yapıldığı, yaptırım hakkında 231 inci veya Türk Ceza kanununun
50 nci ve 51 inci maddelerinin uygulanmasında objektif koşulların
gerçekleşmediği ya da teklif edilen cezanın mahiyetine uygun bir güvenlik
tedbiri belirtilmediği anlaşılan talep yazısı, eksikliklerin tamamlanması
amacıyla mahkemece Cumhuriyet başsavcılığına iade edilir. Cumhuriyet savcısı
tarafından eksiklikler tamamlandıktan ve hatalı noktalar düzeltildikten sonra
talep yazısı yeniden düzenlenerek mahkemeye gönderilir.
(9) Mahkeme, şüpheliyi müdafii huzurunda dinledikten sonra
üçüncü fıkradaki şartların gerçekleştiği, eylemin seri muhakeme usulü
kapsamında olduğu ve dosyadaki mevcut delillere göre mahkûmiyet kararı
verilmesi gerektiği kanaatine varırsa talep yazısında belirtilen yaptırımdan
daha ağır olmamak üzere dört ila yedinci fıkra hükümleri doğrultusunda hüküm
kurar; aksi takdirde talebi reddeder ve soruşturmanın genel hükümlere göre
sonuçlandırılması amacıyla dosyayı Cumhuriyet başsavcılığına gönderir.
Mazeretsiz olarak mahkemeye gelmeyen şüpheli, bu usulden vazgeçmiş sayılır.
(10) Seri muhakeme usulünün herhangi bir sebeple tamamlanamaması
veya soruşturmanın genel hükümlere göre sonuçlandırılması amacıyla Cumhuriyet
başsavcılığına gönderilmesi hâllerinde, şüphelinin seri muhakeme usulünü kabul
ettiğine ilişkin beyanları ile bu usulün uygulanmasına dair diğer belgeler,
takip eden soruşturma ve kovuşturma işlemlerinde delil olarak kullanılamaz.
(11) Suçun iştirak hâlinde işlenmesi durumunda şüphelilerden
birinin bu usulü uygulanmasını kabul etmemesi hâlinde seri muhakeme usulü
uygulanmaz. (Ek cümle:/7/2021-7331/22 md.) Seri muhakeme usulü, bu kapsama
giren bir suçun, kapsama girmeyen başka bir suçla birlikte işlenmiş olması
hâlinde uygulanmaz.
(12) Seri muhakeme usulü, yaş küçüklüğü ve akıl hastalığı ile
sağır ve dilsizlik hâllerinde uygulanmaz.
(13) Resmî mercilere beyan edilmiş olup da soruşturma dosyasında
yer alan adreste bulunmama veya yurt dışında olma ya da başka bir nedenle
şüpheliye ulaşılamaması hâlinde, seri muhakeme usulü uygulanmaz.
14) (Değişik:8/7/2021-7331/22 md.) Dokuzuncu fıkra kapsamında
mahkemece kurulan hükme itiraz edilebilir. İtiraz mercii, itirazı üçüncü ve
dokuzuncu fıkralardaki şartlar yönünden inceler.
(15) Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar Adalet
Bakanlığı tarafından çıkarılan yönetmelikle belirlenir.""Serî
muhakeme usûlü" adlı bir yargılama usulünün varlığının ve buna dair hükümlerin
âdil yargılanma hakkının alt unsurları olan silâhların eşitliği ilkesi,
çelişmeli muhakeme ilkesi, meram anlatma hakkı, masûmiyet karinesi, aleyhe
delil gösterme yasağı, susma hakkı, kanunî hâkim ilkesi, tarafsız ve bağımsız
mahkeme önünde yargılanma hakkı, şüpheden sanık yararlanır ilkesi, gerekçeli
karar verme anayasal emrini ihlâl ettiği, dolayısıyla âdil yargılanma hakkına
açık bir şekilde aykırı olduğu saptanmıştır. Görünüşte olumlu bir düzenleme
izlenimi vermesine rağmen mevcut düzenlemelere bakıldığında ceza muhakemesi
hukuku ve Ceza Muhakemesi Kanunu açısından kimi eksikliklerin olduğu
görülmektedir. Her şeyden önce alternatif bir usul olarak öngörülmüş olan seri
muhakeme usulünün teklif edilmesinin zorunlu olması, getirilmek istenen usulle
çelişmektedir. Öte yandan uygulanacak yaptırımın belirlenmesi yetkisinin
Cumhuriyet savcısına verilmiş olması da doğru değildir. Ceza muhakemesi
sistemine uygun çözüm, bu yetkinin mahkemede olmasıdır. Düzenlemelere
bakıldığında, seri muhakeme usulünde kıta Avrupası ceza yargılamasının temelini
oluşturan ve 5271 sayılı CMK’da benimsenmiş olan iş birliği sisteminden sapma
niteliği göstermektedir. Bunun temel nedeni, yaptırımın Cumhuriyet Savcısı
tarafından belirlenmesidir. Bu durumda iddia makamı ile yargılama makamı
birleşmektedir. Seri muhakeme usulü, muhakeme sürecini biçimsel
gerekliliklerden arındırarak makul sürede yargılanma hakkını tesis etme
iddiasında olan bir kurum olmakla birlikte; duruşmaların sözlülüğü, yüz
yüzeliği ve halka açıklığı ilkeleriyle çatışmaktadır.
Seri muhakeme usulü soruşturma evresi kurumu olarak
düzenlenmiştir ve usulün uygulanması Cumhuriyet savcısı tarafından
yürütülmektedir. (Elif Er, “Seri Muhakeme ve Basit Yargılama Usullerinin
Özellikleri ve Ceza Muhakemesi Hukuku İlkeleri Çerçevesinde Değerlendirilmesi”,
Yaşar Hukuk Dergisi, 2021, C.3, S.1, s. 60.) Seri muhakeme usulü yönünden
uyarlama yapılması halinde dosya soruşturma aşamasına geri döndürülmüş
olacaktır.
Ceza muhakemesi hukukunun temel ilkelerinden biri safhalardan
dönülmezlik ilkesi (Yargıtay Ceza Genel Kurulu Esas no.2014/855 Karar
no.2015/356 Karar tarihi.03.11.2015; Yargıtay 13. Ceza Dairesi E:2016/17153,
K:2018/18368; Yargıtay 18. Ceza Dairesi 2018/6021 E. 2018/13813 K.)dir. Bu
ilkeye göre kovuşturma aşamasına geçilmiş bir dosyanın soruşturma aşamasına
geri gönderilmesi mümkün değildir. Kanunda ve Yönetmelikte bu ilkenin herhangi
bir istisnası düzenlenmemiştir.
Bazı suçların sonradan uzlaşma kapsamına alınması sebebiyle
kesinleşmiş dosyalar savcılığa uzlaşma uygulanması için gönderildiği, aynı
usulün burada da uygulanması gerekeceği ileri sürülebilecek ise de kanun koyucu
CMK’nun 254. maddesinde uzlaşmaya ilişkin istisnai bir düzenleme öngörmüştür.
Ancak bu şekilde bir düzenleme seri muhakeme usulü bakımından öngörülmemiştir.
Ceza muhakemesi hukukunda kural olarak kıyas mümkün ise de istisna öngören
hükümlerde kıyas mümkün değildir.
Seri muhakeme usulü kapsamında ceza muhakemesinin soruşturma evresi
başlamakta, Cumhuriyet savcısı soruşturma evresindeki yetkilerini kullanarak bu
evreyi tamamlamakta, ancak iddianameyi hazırlayacak aşamaya gelmesine rağmen
hazırlamamaktadır. Seri muhakeme ile görevli asliye ceza mahkemesi tarafından
gerçekleştirilen hüküm verme süreci de yine soruşturma evresi dâhilinde kalmaktadır.
Zira Cumhuriyet savcısının talepnamesine uygun şekilde hüküm kuran mahkeme bu
esnada gerçek anlamda bir kovuşturma görevi yapmamaktadır. Seri muhakeme usulü
kapsamında gerçekleştirilen tüm işlemlerin soruşturma evresi dâhilinde
kaldığının kabul edilmesi ceza muhakemesi hukukunda esas olan “safhalardan geri
dönülmez” prensibi ile bağlantılı olmaktadır. Safhaların birbirlerinden
ayrılmaları kesin olduğundan, tamamlanmış bir safhanın öncesine dönülmesi
mümkün olmamaktadır. Eğer muhakemenin bir unsuru kendisinden vazgeçilebilen bir
unsur ise, bu onun bir "safha" olmadığı anlamına gelir. (Muhakeme
Hukuku Dalı Olarak Ceza Muhakemesi Hukuku, İstanbul, 1986, s,688)
Seri muhakemenin soruşturma evresinin sonunda
denenmesi/yürütülmesi düzenleme altına alınmış olduğundan kovuşturma aşamasında
seri muhakeme kapsamında olduğu anlaşılan dosyanın artık seri muhakeme usulüne
göre hükme bağlanması mümkün olmayacaktır. (Türk Ceza Muhakemesı Hukukunda Seri
Muhakeme Usulü, Dr. Öğr. Üyesi Ercan YAŞAR, Adalet Dergisi, 2020/2 65. sayı
ss.255-299)
Derdest dosyalarda; bir taraftan kovuşturma aşamasına geçilmiş
olunduğundan soruşturma aşamasına geri dönülememekte, diğer taraftan ise
kovuşturma aşamasında seri muhakeme usulünün uygulanmasına yönelik teklifin
yapılamayacak olmasından dolayı muhakeme şartı yerine getirilememektedir.
Muhakeme engellerinin varlığı halinde merci öncelikle bu muhakeme engelini
kaldırmak için gerekli çalışmaları yapacaktır. Ancak muhakeme engelinin
kalkmayacak halde olması halinde ise, soruşturma aşamasında kovuşturmaya yer
olmadığına dair karar, kovuşturma aşamasında ise düşme kararı verilmesi
gerekmektedir.
Dolayısıyla mahkeme, seri muhakeme usulünün teklifini durma
kararı vermek suretiyle dosyayı savcılığa göndererek gerçekleştiremeyeceği için
(safhadan dönülmezlik gereği) bu aşamada muhakeme şartının sağlanma imkanı söz
konusu olmayacaktır. Bu bakımdan ise düşme kararı verilmesi imkanı söz konusu
olabileceği ileri sürülebilir. Ancak ilgili düzenleme dikkate alındığında seri
muhakeme usulünün muhakemenin tamamı bakımından değil yalnızca kamu davası
açılabilmesi bakımından bir engel olarak kabul edilmesinin kabulü daha yerinde
olacaktır. Zira aksi takdirde seri muhakeme usulüne tabi olmasına rağmen bir
şekilde kovuşturma aşamasına geçen dosyalar bakımından düşme kararı verilmesi,
önemli bir sıkıntı doğuracaktır. Nitekim seri muhakeme ile benzer niteliğe
sahip önödeme ve uzlaştırma bakımından kanun koyucu kovuşturma aşaması
bakımından yukarıda belirtildiği üzere özel bir düzenleme getirmekte ve bu özel
düzenleme sayesinde kovuşturma aşamasında uygulanabilmektedir. Bu durumda seri
muhakeme usulünün kovuşturma aşamasında uygulanabileceğine dair özel bir
düzenleme söz konusu olmadığından seri muhakeme usulünün genel bir muhakeme
engeli olarak değil yalnızca kamu davası açılabilmesi bakımından bir engel
olarak kabul edilmesi daha yerinde olacaktır. Bu halde düşme kararı
verilemeyecek ve yargılama genel kurallara göre devam edecektir. Ancak
şüphelinin Cumhuriyet savcısının nitelendirme yanlışlığından veya seri muhakeme
usulünün atlanmasından kaynaklı olarak hak kaybına uğrayacaktır. Bu durum aynı
zamanda eşitlik ilkesine aykırılık doğuracaktır. Zira herkes kanun önünde eşit
olmasına rağmen, aynı tarihte aynı suçu işleyen iki kişiden birinin soruşturmasında
SMU teklif edilecek, diğerine ise yapılan yanlış değerlendirmeden dolayı bu SMU
uygulanamayacaktır. Bu hususa ilişkin yasal düzenlemeye ihtiyaç bulunmaktadır.
((Ceza Hukuku ve Kriminoloji Dergisi-Journal of Penal Law and Criminology 2020;
8(2):1-47))
Açıklanan sebeplerle, Mahkememizin 16.11.2022 tarih 2022/1150
esas 2022/1675 karar sayılı dosyasında; seri muhakeme uygulanmak üzere dosya
CBSye gönderilmemiş ve sanık hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına
karar verilmiştir. Mahkememizce verilen karara; Uşak Cumhuriyet Başsavcılığı
tarafından, suçun seri muhakeme usulüne tabi suçlardan olduğu, seri muhakeme
usulünün dava şartı olduğu, CMK 223/8 2.cümle gereği durma kararı verilmesi
gerektiği gerekçesiyle itiraz edilmiş ve Mahkememizce verilen kararın, Uşak 1.
Ağır Ceza Mahkemesinin 23.02.2023 tarih 2023/170 D. İş sayılı kararıyla sanığın
üzerine atılı suçun seri muhakeme usulü usulüne tabi suçlardan olduğu, dosyanın
Uşak CBS Seri Muhakeme bürosuna gönderilmesi gerektiği belirtilerek, anılan kararımızın
kaldırılmasına karar verilmiş olmakla, Mahkememizin 2023/314 yeni esas sırasına
kaydı yapılmıştır.
Anayasa Mahkemesinin 21.04.2022 tarih 2020/87 esas 2022/44 karar
sayılı kararından sonra, Yargıtay ve Bölge Adliye Mahkemelerince çok sayıda
dosyadaki hükmün seri muhakeme usulü uygulanmadığı gerekçesi ile bozulması
nedeniyle bu hususta Anayasa Mahkemesi'ne başvurma zorunluluğu hasıl olmuştur.
2. Seri Muhakeme Usulünün varlığının, 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanunu'nun bu usulü öngören 250. maddesinin tamamının ve Özellikle
CMK 250/2,3,8,9,10 maddelerinin Anayasa'nın 2. maddesine (Hukuk Devleti
İlkesi), 9. maddesine (Yargı Yetkisi), 15/II ve 38/IV. maddelerine (Masumiyet
Karinesi) 36. maddesine (Hak Arama Hürriyeti), 37. maddesine (Kanuni Hakim
Güvencesi), 38/IV,V maddesine (Aleyhe Delil Yasağı), 138 ve 140. maddelerine
(Mahkemelerin ve Hakimlerin Bağımsızlığı) Aykırılığı
Kökeni Anglo Sakson ceza muhakemesi hukuku olan âdil yargılama
ilkesi, ceza muhakemesi sürecinin şüpheli/sanık olan kişi bakımından âdil bir
şekilde gerçekleştirilmesi için “tarafsızlığı ve bağımsızlığı teminat altına
alınmış ve kanunla kurulmuş bir mahkeme önünde, Aleni duruşmada hakkaniyete
uygun olarak yargılanma”(Yar. 6. CD, E. 2016/6833, K. 2017/1003, 18.4.2017.)
anlamına gelir. Âdil yargılama ilkesi, hukuk devleti ilkesine uygun, önceden
kanunla öngörülmüş bulunan esaslar çerçevesinde muhakeme yapılmasını
öngörmektedir. Âdil yargılama ilkesinin kökeninde, âdil yargılanma hakkı
bulunmaktadır. Bir “temel hak” (Yar. CGK, E. 2014/12-234, K. 2017/110,
28.2.2017; Yar. 6. CD, E. 2016/6833, K. 2017/103, 18.4.2017) ve “insan hakkı”
(Yar. CGK, E. 2014/12-234, K. 2017/110, 28.2.2017. ) olarak kabul edilen âdil
yargılanma hakkının etkin bir şekilde korunmasını isteme hakkı, yalnızca
anayasa ve yargılama hukukunun Önemli bir unsuru değil, aynı zamanda hukuk
devleti anlayışının ayrılmaz bir parçası ve anayasal düzeninin bir temel değeri
olarak Görülmektedir. (Yar. 4. CD, E. 2017/22730, K. 2018/469, 11.1.2018; Yar.
6. CD, E. 2016/6833, K. 2017/103, 18.4.2017.)
Âdil yargılanma hakkının içeriği tam olarak belirlenememiş olup,
kapsamı da devamlı bir gelişim göstermektedir. Bu nedenle “torba bir hak”
olarak nitelendirilmektedir. Gerçekten de öncelikle AİHS m. 6 kapsamında,
başta savunma hakkı olmak üzere sanık haklarını ve silâhların eşitliği, aleyhe
delil yasağı, makul süre içerisinde yargılanma, masûmiyet karinesi ve
lekelenmeme hakkı, yargılamada hazır bulunma hakkı gibi birçok hakkı
kapsamaktadır.(Yar. CGK, E. 2014/12-234, K. 2017/110, 28.2.2017: Âdil yargılama
gereği, sanık ile katılana tüm haklarını tamamen kullanma imkânı sağlanarak
sözlülük, doğrudanlık ve yüz yüzelik ilkelerinin geçerli olduğu bir
yargılamanın en az giderle ve makul zamanda sonuçlandırılmalıdır; Etkili
başvurma hakkının da âdil yargılanma hakkı kapsamında olduğuna dair Yar. 16.
CD, E. 2017/1402, K. 2017/5473, 1.12.2017. ) T.C. Anayasası içerisinde de buna
yönelik dağınık birçok alt norm bulunmaktadır: Masûmiyet karinesi (Anayasa m.
15/2, m. 38/4), makul sürede yargılama (Anayasa m. 19, m. 141/4), kanunî hâkim
güvencesi (Anayasa m. 37), aleyhe delil yasağı (Anayasa m. 38/5), kanuna aykırı
delil elde etme yasağı (Anayasa m. 138), mahkemelerin bağımsızlığı (Anayasa m.
141), duruşmaların herkese açık olması (Anayasa m. 141/1), mahkemelerin
kuruluşu, görev ve yetki, işleyişi ve yargılama usûllerinin kanunla
düzenlenmesi (Anayasa m. 142).
Tüm bunlara ek olarak AİHS m. 6 kapsamındaki düzenlemelerin
dolayısıyla âdil yargılama ilkesinin uygulama alanının sadece mahkemedeki
yargılama süreci değil, aynı zamanda bu süreçten önceki ve sonraki aşamaları da
kapsadığını belirtmek gerekir. Gerek T.C. Anayasası’nın 90. gerekse 36.
maddesinde adlî ya da idari vs. ya da soruşturma - kovuşturma makamı vs. ayrımı
yapmadan, herkesin, yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak âdil
yargılanma hakkına sahip olduğu düzenlenmiştir. Şu hâlde âdil yargılama ilkesi
kolluk ve Cumhuriyet savcılığı tarafından gerçekleştirilen duruşma öncesi
soruşturmaları kapsadığı gibi, bir kararın infazı ile ilgili duruşma sonrası
uygulamaları da kapsar.
Bu bilgiler ışığında aşağıda serî muhakeme usûlü âdil yargılama
ilkesinin alt dalları bağlamında ayrı ayrı ele alınacaktır. Bu kapsamda
silâhların eşitliği ilkesi, çelişmeli muhakeme ve meram anlatma ilkeleri,
masûmiyet karinesi, aleyhe delil yasağı, kanunî hâkim güvencesi ve anayasal
yargı yetkisi, şüpheden sanık yararlanır ilkesi, gerekçeli karar verme
zorunluluğu inceleme konusu yapılacaktır.
a)Silahların eşitliği ilkesi yönünden;
Âdil yargılama kapsamındaki silâhların eşitliği ilkesi (Yar. 16.
CD, E. 2017/2257, K. 2017/5509, 29.11.2017.) (AİHS m. 6/3), şüpheli/sanık
hakları ile savcılık hak ve yetkileri arasında bir Denge kurulmasını, dengenin
savcı ya da şüpheli/sanık lehi veya aleyhine bozulmamasını emreder. Yargılama
süjesi şüpheli/sanık, savunma hakları bulunan bir taraf olup, basit bir
yargılama nesnesi hâline getirilemez. AİHS m. 6/3 kapsamındaki ilke, sanığın
kendisine yöneltilen suçlamanın niteliği ve nedeninden en kısa zamanda,
anladığı bir dille ve ayrıntılı olarak haberdar edilmek; savunmasını hazırlamak
için gerekli zamana ve kolaylıklara sahip olmak; kendi kendin savunmak veya
kendi seçeceği bir avukatın yardımından yararlanmak ve gerektiğinde mahkemece
görevlendirilecek bir avukatın yardımından yararlanabilmek (zorunlu müdafilik);
iddia tanıklarını sorguya çekmek veya çektirmek, savunma tanıklarının da iddia
tanıklarıyla aynı koşullar altında çağrılmasının, dinlenmesinin, sorguya
çekilmesinin sağlanmasını istemek; duruşmada kullanılan dili anlamadığı veya konuşmadığı
takdirde bir tercümanın yardımından para ödemeksizin yararlanmak haklarını
içerir. Silahların eşitliği, muhakemeye katılan her tarafa, kendi iddialarını
ve savunmalarını ortaya koymak için diğer tarafa nazaran dezavantajlı olmayacak
derecede imkân verilmesidir.(AİHM, “Foucher v. Fransa,” 18.03.1997, (Başvuru
No: 22209/93), para. 33. )
Silâhların eşitliği ilkesi muhakemeye katılan taraflar arasında,
muhakemeyi etkilemek için tanınan olanaklar bakımından bir denge kurulmasını
gerektirir. Bu denge muhakeme boyunca devam etmelidir. AİHM bir
kararında,(AİHM, “Palchik v. Ukrayna” 03.07.2017, (Başvuru No: 16980/06), para.
31-33; Bkz. aynı yönde AİHM, “Korobov v. Ukraine,” 21.07.2011, (Başvuru No:
39598/03); AİHM, Kuzmina v. Ukraine,” 16.06.2016, (Başvuru No: 11984/06). )
yüksek mahkeme önünde yapılan yargılamada, savcılık makamının savunmanın
aksine, mahkemenin görüşünü etkilemek adına sözlü açıklama yapmasını,
silâhların eşitliği ilkesine aykırılık olarak değerlendirmiştir. Silâhların
eşitliği ilkesi, daha çok taraflara sunulan imkânlar arasında Denge bulunmasını
gerektirdiğinden, bu olanaklar arasında karşılaştırmalar yaparak ilkenin ihlâl
edilip edilmediği değerlendirilir. Bir tarafa delil sunma hakkı tanınmışken
diğer tarafa böyle bir olanak sunulmamış ise ihlâl söz konusu olur. Taraflara,
bilgi ve belgelere ulaşma hususunda da eşit imkânlar sağlanmalıdır.(AİHM,
“Cevat Soysal v. Türkiye,”23.12. 2014, (Başvuru No: 17362/03), para. 66-68)
CMK 250/2: "Cumhuriyet savcısı veya kolluk görevlileri,
şüpheliyi, seri muhakeme usulü hakkında bilgilendirir."
Ceza muhakemesinde seri muhakeme yönetmeliği md. 10: "(1)
Cumhuriyet savcısı seri muhakeme usulünün uygulanmasını teklif etmeden önce
şüpheliyi bu usul hakkında bilgilendirir.
Bilgilendirme;
a) İsnat edilen eylem, eylemin oluşturduğu suç ile bu suçun seri
muhakeme usulü kapsamına girdiği,
b) Kamu davasının açılması için yeterli şüphenin bulunduğu,
c) Özgür iradesiyle ve müdafi huzurunda kabul ettiği takdirde bu
usulün uygulanacağı ve belirlenecek temel cezanın yarı oranında indirileceği,
ç) Cumhuriyet savcısı tarafından teklif edilen yaptırım hakkında
talep doğrultusunda mahkemenin hüküm kuracağı, bu hükme karşı itiraz kanun
yoluna başvurabileceği,
d)Teklifin kabulünün ancak müdafi huzurunda gerçekleştirilebileceği,
seçtiği bir müdafi yoksa istemi aranmaksızın kendisine bir müdafi
görevlendirileceği,
e)Mahkeme tarafından hüküm kuruluncaya kadar her aşamada seri
muhakeme usulünden vazgeçebileceği,
f) Mahkemece verilen hükmün adli siciline kaydedileceği,
g)Bu usulün uygulanmasını kabul etmediği takdirde genel
hükümlere göre hakkında iddianame düzenlenerek kamu davası açılacağı,
ğ) Genel hükümlerin uygulanmasına geçilmesi halinde, seri
muhakeme usulünü kabul ettiğine ilişkin beyanları ile bu usulün uygulanmasına dair
diğer belgelerin, soruşturma ve kovuşturma işlemlerinde delil olarak
kullanılamayacağı, hususlarını kapsar."
Şüpheliyi bilgilendirme, sadece “serî muhakeme usûlü hakkında”
olacaktır. Bu durumda savcılık şüpheliye, fiilinin katalog suçlardan birini
oluşturduğu, hakkında kamu davasının açılmasının ertelenmesi kararı
verilmesinin söz konusu olamayacağı, serî muhakeme usulünün işletilmesinin
ancak kendi kabulü ile mümkün olacağını iletilir. Görüldüğü üzere, şüphelinin
bilgilendirilmesi ve Cumhuriyet savcısının teklifi, şüpheliye isnat edilen suç
ve buna bağlı olarak seri muhakemeye ilişkin işlemlere tabi olmayı kabul edip
etmemek üzere iki temel unsuru içermektedir. Uygulamada bu bilgilendirme isnat
olunan suça ve seri muhakemeye ilişkin genel bilgilerin yer aldığı matbu bir
belgenin kolluk tarafından şüpheliye imzalatılarak verilmesi suretiyle
yapılmaktadır.
Seri muhakeme usulü hakkında bilgilendirme aşamasından sonra
şüpheliye Cumhuriyet Savcısı tarafından seri muhakeme usulü teklif edilecektir.
CMK m. 250/3’e göre “Cumhuriyet Savcısı tarafından seri muhakeme usulünün
uygulanması şüpheliye teklif edilir ve şüphelinin müdafi huzurunda teklifi
kabul etmesi hâlinde bu usul uygulanır.” Bildirimin ardından Cumhuriyet savcısı
tarafından şüpheliye Seri muhakeme usûlünün uygulanması teklif edilmek
zorundadır, Savcının burada takdir hakkı yoktur. Bunun ardından şüphelinin müdafii
huzurunda teklifi kabul etmesi hâlinde bu usûl uygulanır. Öncelikle savcılığın
ana görevi sadece bilgilendirme olarak ifâde edildiğinden, suç isnâdına, suç
isnâdına esas alınan olgulara, delillere vs. ilişkin herhangi bir açıklamada
bulunup bulunamayacağı belirsizdir. Ayrıca soruşturma aşamasının gizliliği esas
olduğundan, delillerin müşterekliği ve doğrudanlığı sorunları ortaya Çıkarak,
tarafların teklif öncesi delillerin hepsine ulaşıp ulaşamayacağı, itiraz edip
edemeyeceği vs. soruları cevapsız kalmaktadır. En nihâyetinde şüphelinin
bildirim sonrası kendine bildirilenleri bir müdafii yardımıyla tam olarak
kavrayarak idrâk etmesi ve reddin/kabulün sonuçları hakkında etraflıca
düşünerek bir irâde açıklamasında bulunması için belirli bir süre tanınıp tanınmayacağı
da belirsizdir. Aktarılan tüm bu boşluk ve eksiklikler teklif aşamasında da
giderilmiş gözükmemektedir. Bu nedenle dar kapsamlı bir bildirimden hemen sonra
teklif aşamasına geçilmesi ile şüpheli sadece uygulanacak usûl hakkında bilgi
sahibi olacak, kendini savunma ve ifâde konusunda hiçbir imkân elde
edemeyecektir. Her ne kadar teklif aşamasında zorunlu müdafilik uygulamaya
sokulmuş olsa da bu durum taraflar arasında bozulmuş dengeyi düzeltememekte,
bir tarafı diğer tarafa karşı dezavantajlı konuma düşürmektedir.Şüpheli, seri
muhakeme usûlünün uygulanması teklifini değerlendirirken, mevcut delil
durumunu, lehine olan delillerin toplanıp toplanmadığını bilmeden sadece serî
muhakeme usûlü hakkında bilgilendirilerek, kendi geleceği hakkında karar verecektir.
Cumhuriyet savcısı her türlü bilgi ve delile sahipken, şüphelinin mevcut
delillere karşı kendini ifâde ve savunma konusunda hiçbir imkânı
bulunmamaktadır. Bu durum taraflar arasında dengeyi bozmakta ve bir tarafı
diğer tarafa karşı dezavantajlı konuma düşürmektedir. Serî muhakeme usûlü
yargılamasında savcı çok etkin, şüpheli neredeyse etkisizdir.
b)Çelişmeli Muhakeme ve Meram Anlatma İlkeleri yönünden:
Tartışma unsurunu önemli kılan bir diğer husus ise tartışma olmadan hüküm
kavramından bahsedilemeyecek olmasıdır. Hüküm, tarafları, sunulmuş görüş ve
deliller hakkında görüş bildirerek veya delil sunarak tartışmalarının
sonucudur.(Fahri Gökçen Taner, Ceza Muhakemesi Hukukunda Âdil Yargılanma Hakkı
Bağlamında Çelişme ve Silâhların Eşitliği, (Ankara: Seçkin Yayıncılık, 2019)
90,91)
Şu hâlde delilleri ve görüşleri tartışma imkânı olmadan hüküm
kurulamaz; tartışma olmadan varılan karar gerçek anlamda hüküm olarak
değerlendirilemez. Her ne kadar mahkemenin hüküm kuracağından bahsetse de,
hüküm, iddia ve savunmanın da katıldığı ortak bir çalışmanın ürünüdür. Serî
Muhakeme usulünde ortak bir çalışmadan bahsetmek mümkün değildir. Ayrıca serî
muhakeme usûlü sonrası verilecek hüküm yapısal olarak CMK m. 225/1-2 ile de
örtüşür gözükmemektedir. Zirâ CMK m. 225’e göre “Hüküm, ancak iddianamede
unsurları gösterilen suça ilişkin fiil ve faili hakkında verilir ve mahkeme,
fiilin nitelendirilmesinde iddia ve savunmalarla bağlı değildir.”. CMK m. 250/9
kapsamında hüküm Savcılık iddianâmesinde değil, tersine talebinde unsurları
gösterilen suça ilişkin verilecektir. Buna ek olarak, mahkeme CMK m. 225’e
aykırı olarak, fiilin nitelendirilmesinden cezanın tayinine kadar talep ile
bağlıdır.
Tüm bu hususlardan CMK m. 250’de anılan hüküm kavramının, CMK
m. 225’te anılan hüküm kavramından esaslı olarak saptığı ortadadır. AİHM ve
AYM’nin çelişmeli muhakeme ilkesine ilişkin getirdiği kriterlerde her ne kadar
bilgi sahibi olma ve tartışma unsurları ön planda olsa da, gerçek anlamda bir
çelişmenin var olabilmesi için, tarafsız bir mahkeme önünde yargılanmanın da
çelişmeli muhakeme açısından vazgeçilmez olduğu görülmektedir. Zirâ vicdanî
kanaate ancak deliller tarafsız bir merci yani hâkim önünde ikâme edilip ve
tartışılarak erişilebilir. Bu nedenle çelişmeli muhakemeden söz edebilmek için,
tezi sunan bir savcının, bu teze karşı antitez sunabilecek derecede muhakemeye
etkili katılabilecek bir savunma ve bu ikisi dışında kalarak, tezi ve antitezi
değerlendirerek senteze ulaşacak tarafsız bir hâkimin varlığı zarurîdir.
Serî muhakeme usûlüne ilişkin düzenlemede, çelişmeli muhakeme
ilkesinin bilgi sahibi olma unsuru bakımından çok büyük bir eksikliklerin
bulunduğu göze çarpmaktadır. Bilgi sahibi olma unsurunun kapsamına, muhakemeyi
etkileyecek nitelikteki hususlar girmektedir. Ancak CMK m. 250/2 hükmünde
Cumhuriyet savcısının veya kolluk görevlilerinin, şüpheliyi sadece serî
muhakeme usûlü hakkında bilgilendirmeleri zorunlu kılınmıştır. Ancak
bilgilendirmenin kapsamına deliller ve muhakemeyi etkileyebilecek nitelikteki
görüşler girmemektedir.
Çelişmeli muhakeme ilkesi âdil yargılama ilkesinin en önemli
alt dallarından biridir.(AİHM, “Brandstetter v. Avusturya,” 26.08.1991, Başvuru
No: 11170/84; 12876/87; 13468/87 para. 66.)
Çelişmeli muhakeme ilkesi, taraflara, sunulan deliller ve
muhakemeye etkilemeye yönelik görüşleri öğrenip, onlara karşı görüş veya delil
sunarak, muhakemeye etkili bir şekilde katılma imkanı tanır. AİHM (AİHM,
“Vermeulen v.Belçika” 20.02.1996, Başvuru No: 19075/91, para. 33; AİHM, “J.J.
v. Hollanda,” 27.03.1998,Başvuru No: 9/1997/793/994, para. 43) bu ilkeyi, bir
ceza ya da özel hukuk davasında, taraflara, bağımsız bir yargı kuruluşu
tarafından sunulmuş olsa bile hükmü etkilemek için dosyaya sunulmuş olan bütün
delil ve görüşler hakkında bilgi sahibi olması ve görüş belirtme imkânının
verilmesi olarak tanımlamıştır. Bunun yanında AYM (“Hacı Karabulut Başvurusu,”
09.10.2019, Başvuru No: 2017/14871, para. 29. ) de çelişmeli muhakeme ilkesini,
kural olarak bir hukuk ya da ceza davasında tüm taraflara, gösterilen kanıtlar
ve sunulan görüşler hakkında bilgi sahibi olma ve bunlarla ilgili görüş
bildirebilme imkânı veren bir ilke olarak görmektedir.
Şu hâlde AİHM’in ve AYM’nin tanımlarından şu iki husus ön plana
çıkmaktadır: Dosyanın tamamı hakkında bilgi sahibi olmak ve tartışmak.
Çelişmeli muhakeme ilkesi gereğince hâkimin kararını etkileyecek nitelikteki
tüm unsurların taraflarca bilinmesi gerekmektedir. Bu tüm unsurlar kavramından
uyuşmazlığa taraf olsun veya olmasın, bir kimse veya kuruluş tarafından sunulan
ve davayı etkileyebilecek nitelikte olan delil veya görüşler anlaşılmalıdır.
AİHM, birçok kararında (“Mantovanelli v. Fransa,” 18.03.1997, Başvuru No:
21497/93, para. 33; “ Kerojærvi v. Finlandya,” 19.07.1995, Başvuru No:
17506/90, para. 41-43; “Göç v. Türkiye,” 11.07.2002, Başvuru No: 36590/97,
para. 57-58; “Nideröst- Huber v. İsviçre,” 18.02.1997 Başvuru No: 18990/91,
para. 29-31) tarafların bilgisine sunulmayan bir delilin veya görüşün hükme
esas alınmasını âdil yargılanma hakkının ihlâli olarak değerlendirmiştir.
İlkenin diğer bir unsuru ise tartışma imkânıdır. AYM, Cezair
Akgül Kararında, (“Cezair Akgül Kararı,” 26.10.2016, Başvuru No: 2014/10634,
para. 28.) çelişmeli muhakeme ilkesinin tartışma unsurunun önemini “ ...
Çelişmeli yargılamanın bir amacı da dosyaya bir
görüşün / talebin girmesini sağlamakla sınırlı olmayıp
onun mahkemece dikkate alınarak bir sonuca ulaşmasını sağlamaktır.
Çelişmeli yargılama ilkesi, sanığın aleyhindeki delillerin
çelişmeli bir usûl ile mahkemeye sunulmasını ve sadece tanıkların
değil diğer delillerin de tartışılmasını gerektirir.
Böylelikle başvurucular delilin davayla ilgisini ve
ağırlığını değerlendirerek güvenirliği hususundaki
iddia ve itirazlarını dile getirebilecektir…” ifâdeleriyle ortaya koymuştur.
Şüpheli, serî muhakeme usûlünün uygulanması teklifini
değerlendirirken, mevcut delil durumunu, lehine olan delilerin toplanıp
toplanmadığını bilmeden karar vermek durumundadır. Bu nedenle hükmü etkileyecek
nitelikteki hiçbir unsur Hakkında şüphelinin bilgi sahibi olamayacağı açıktır.
Dolayısıyla da çelişmeli muhakeme ilkesinin bilgi edinme unsuru mutlâk surette
ihlâl edilmektedir. Serî muhekeme usûlünde, çelişmeli muhakeme ilkesinin
tartışma unsurunun meydana gelmesi de mümkün gözükmemektedir. Cumhuriyet
savcısının talepnâmesinde bulunması gereken unsurlar arasında soruşturma
aşamasında elde edilen deliller yer almamaktadır (CMK md. 250/8, Yönetmelik md
12). Oysa CMK m. 170/3-j hükmünde, işlenen suçun delillerinin de iddianâmede
yer alması gerektiği düzenlenmiştir. Soruşturma aşamasında toplanmış olan
deliller mahkemeye sunulmadığı için, şüpheli/sanığa ve onun müdafiine de
iletilmeyecektir. Ancak tartışma unsuruna konu olan hususlardan biri
delillerdir. Normal şartlar altında bir ceza muhakemesinde, delillerin, ikâme edilerek
ve tartışılarak müşterekliği sağlanır. Müştereklik için ana koşul, tüm delil ve
görüşlerin muhakemeye katılan süjelerce ortaklaşa masaya yatırılması ve
irdelenmesidir. Ancak, seri yargılama usûlünde ne delillerin ikâmesi ve
tartışılmasıne de müştereklik söz konusu edilmektedir. Talep ile birlikte bir
Delilin sunulmasının bile zorunlu olmadığı bir usûlde, delillerin tartışılması
mümkün değildir.
Çelişmeli muhakeme ilkesinin diğer bir gereği de muhakemenin
süjelerin, aktif bir katılım imkânının verilmesidir. Anayasa Mahkemesi bir
kararında(“Mehmet Ali Bedir ve Tevfik Günay Kararı,” 21.01.2016, Başvuru No:
2013/4073, para. 27. ) “…Âdil yargılanma hakkının unsurlarından olan çelişmeli
yargılama ilkesi taraflara dava malzemesi hakkında bilgi sahibi olma ve yorum
yapma hakkının tanınmasını ve bu nedenle tarafların yargılamanın bütününe aktif
olarak katılmasını gerektirmektedir…” diyerek çelişmeli muhakeme ilkesi ile
etkili bir şekilde katılma hakkı arasındaki bağı ortaya koymuştur.
Etkili bir şekilde yargılamaya katılma meram anlatma ilkesi ile
yakın ilişki içerisindedir. Kökeni Roma Hukukundaki “audiatur et altera pars” -
“diğer tarafı da dinle” ilkesine Dayanan hukukî dinlenilme hakkı (T.C.
Anayasası m. 36/1-2) başka bir ifadeyle meram anlatma ilkesi, âdil yargılama
ilkesinin belkemiği haklardan olup, mahkemenin kararını vermeden önce, tüm
tarafları etraflıca dinlemesini emreder. Meramını anlatma ilkesi, muhakemeye
katılanların, muhakemenin objesi olmaktan çıkarak süjesi hâline gelmesini
sağlar. Her sanığın derdini ve ne istediğini anlatabilmesini, hiç veya gereği
gibi dinlenilmeden mahkûm edilememesini, öne sürülen iddiaları ve aleyhine olan
delilleri çürütebilmesini ve bu sayede de muhakemenin gidişine etki
edebilmesini hedefler. (Yar. 16. CD, E. 2016/5173, K. 2017/356, 26.1.2017. )
Meram anlatma ilkesi gereği, ilgiliye kendi görüşünü belirtme imkânı tanımadan,
tam anlamıyla ve koşulsuz bir şekilde onun lehine olmayan bir kararın
verilememesi gerekir.
Meram anlatma ilkesi, bilgilenme hakkı, açıklamada bulunabilme
hakkı ve açıklamalarının dikkate alınmasını isteme hakkı olarak üç unsurdan
oluşmaktadır. Meram anlatma ilkesinin, bilgilenme hakkı ve açıklamada
bulunabilme hakkı unsurları, çelişmeli muhakeme ilkesi ile ortaktır. Bunun
yanında meram anlatma ilkesinde, çelişmeli muhakeme ilkesinden farklı olarak,
açıklamaların dikkate alınmasın isteme hakkı da yer almaktadır. Buna ek olarak
meramını anlatma ilkesi, gerekçeli karar ve sürpriz bir kararla karşılaşmama
hakkını da bünyesinde barındırmaktadır.
En nihâyetinde serî yargılama usûlü ile yargılamanın tarafsız
bir hâkim tarafından icrâ edilmiyor olması da çelişmeli yargılama ilkesi bakımından
sorunludur. Serî muhakeme usûlünde, sadece şüpheli/sanık değil; aynı zamanda
hâkim de mutlâk surette edilgendir. Soruşturma aşamasında toplanmış olan
delillere hâkim doğrudan temas etmeyecek ve bunlar hakkında huzurunda tartışma
vuku bulmayacak, CMK m. 217’ye göre huzurunda tartışılmış delilleri
değerlendirerek vicdanî bir kanaate ulaşaması da bu anlamda mümkün olmayacaktır.
Yaptırım, delillerle doğrudan temas eden ve onları değerlendirme imkânını sahip
tek süje olan Cumhuriyet savcısı tarafından belirlenecek, hâkimin buna hiçbir
etkisi bulunmayacaktır. Serî muhakeme usûlünde hâkim, yalnızca şeklî
denetlemede bulunan ve Cumhuriyet savcısının talepnâmesindeki yaptırımı
onaylamakla yetinen, esasa ilişkin bir yargılama faaliyetinde bulunamayacak
süje konumunda olduğundan, tarafsız bir hâkim önünde yargılamadan söz etmek söz
konusu değildir. CMK m. 250 yargılama faaliyetinde bulunarak cezayı tayin
yetkisini Cumhuriyet savcısına aktardığından, mahkemenin yapacağı klasik
anlamda bir kovuşturma olmayacaktır. Mahkeme şüpheliyi Müdafii huzurunda sadece
dinleyecektir. CMK 250/9: "Mahkeme, şüpheliyi müdafii huzurunda dinledikten
sonra üçüncü fıkradaki Şartların gerçekleştiği, eylemin seri muhakeme usulü
kapsamında olduğu ve dosyadakimevcut delillere göre mahkûmiyet kararı verilmesi
gerektiği kanaatine varırsa talep yazısında belirtilen yaptırımdan daha ağır
olmamak üzere dört ila yedinci fıkra hükümleri doğrultusunda hüküm kurar; aksi
takdirde talebi reddeder ve soruşturmanın genel hükümlere göre
sonuçlandırılması amacıyla dosyayı Cumhuriyet başsavcılığına gönderir."
Burada mahkeme öncelikle şüpheliyi dinleyecektir. Dinlemekten ne anlaşılması
gerektiği ise belirsizdir. İnceleme konusu yapılacak husus fiilin serî muhakeme
kapsamında olup olmadığıdır. Fiilin serî muhakeme kapsamında kalıp kalmadığının
tespitinin nasıl vuku bulacağı sorusuna normun Mevcut yapısı yanıt
vermemektedir. Zirâ savcılık mahkemeye yönelik talepnâme yazısında esasa
ilişkin olarak, isnât edilen suç ile ilgili maddelerin yanında isnât olunan
suçu oluşturan olayların özetini Yazacaktır. Kanun koyucu talepnâmede
iddianâmede olduğu gibi, suçun delilleri ile yüklenen suçu oluşturan olayların
anılan mevcut delillerle ilişkilendirilerek açıklanması koşuluna yer
vermemiştir. Oysaki bu savunma hakkının kullanılmasının güvencesidir (Yar. 6.
CD, E. 2014/8058, K. 2018/496, 30.1.2018)
İddianamede şüpheliye yüklenen suç hakkında; suç teşkil eden
fiil, zamanı ve işlendiği yer konusunda açıklama gerektiği gibi, olay örgüsünde
isnat edilen fiilin hangi fiil olduğu açıkça anlatılmalıdır. Fiilin aynı failin
diğer fiillerinden ayırt edilebilir nitelikte belirtilmesi gerekir. Failin her
biri birbirinden bağımsız biri diğerinin unsuru olmayan ve ayrı ayrı suç teşkil
eden filleri yönünden de iddianamede kamu davasının sınırları açıkça
gösterilmelidir. Savcı iddianamesine göre mahkemenin suç teşkil eden hangi
filler konusunda karar vermesi gerektiği belirsiz kalmamalıdır. İddianamede
davaya konu yapılmak istenen suç teşkil eden eylemler ayrı ayrı açıklanıp
belirlenmesi gerekir. Yani suç teşkil eden fiiller bakımından kamu davasının
Sınırı açıkça gösterilmelidir. Suç teşkil eden fiil yönünden kamu davasının
dışına çıkmak, dava olmadan karar verilmesi anlamını taşır. Böyle bir
uygulamaya CMK kuralları kesin engel oluşturur. Hâkim, fiilin niteliğini tayin
ve takdirde iddianamedeki hukuki görüş ile bağlı değildir. Ancak bilindiği
üzere, iddianamede bir olayın açıklanması sırasında başka bir olaydan söz
edilmesi o olay hakkında dava açıldığını göstermez. İddianamede davaya konu
yapılan ve her biri ayrı ayrı bağımsız suç teşkil eden her bir fiilin
açıklanması gerekir. Sanıkların suç oluşturan hangi eylemlerden yargılandığını
bilmek hakkıdır. Bu, savunmanın kullanılması açısından güvencedir.”( ayrıca
Yar. 6. CD, E. 2014/14978, K. 2018/670, 29.1.2018)
Mevcut durum karşısında hâkimin yapacağı sadece talepnâme
üzerinde yazılı fiilin katalog suç kapsamında olup olmadığına bakmaktan
ibârettir. Yoksa hâkimin mevcut deliller karşısında fiilin gerçek anlamda
ilgili suça vücut verip vermediğini incelemesi mümkün değildir. Meram anlatma
ilkesinin serî yargılama usûlü ile son derece sınırlandırıldığı göze çarpmaktadır.
Nitekim yukarıda da ayrıntılarıyla ortaya konulduğu üzere, serî muhakeme
usûlünde yargılamanın en önemli tarafı olan şüpheli gereği gibi
dinlenememektedir. Dinleme sadece ne aktaracağını duyurmak değil, gerçekten
derdini anlatabilme, isteklerini dile getirebilme, her türlü iddiayı
çürütebilme ve muhakemenin gidişatına katkılar sunabilme olduğundan, şüphelinin
tartışmadan sadece dinlenmesiyle yetinen serî muhakeme usûlünde meram anlatma
ilkesine orantısız bir şekilde kısıtlama getirilmektedir. Şüphelinin
açıklamalarının dikkate alınmasını isteme hakkı (ne savcılık ne de hâkimlik
makamında) göz önünde bulundurulmamaktadır.
Tüm bu gerekçelerle serî muhakeme usûlü meram anlatma ilkesini
açık bir şekilde ihlâl etmektedir. Meram anlatma hakkı da dâhil olmak üzere
çelişmeli yargılama ilkesi kapsamında yapılan tüm ihlâl tartışmaları aynı
zamanda, “hak arama hürriyetinden” doğan bir temel hak (Yar. CGK, E.
2013/9-324, K. 2015/82, 31.3.2015; Yar. 4. CD, E. 2017/22730, K. 2018/469,
11.1.2018; ) ve âdil yargılanma hakkının da güvencelerinden olan savunma
hakkının da (İHEB m. 121/1, Mv HS m. 14/3- b, AİHS m. 6/3-b, Anayasa m. 3653)
ihlâli anlamına gelmektedir. Yar. 4. CD, E. 2017/22730, K. 2018/469, 11.1.2018:
“Ceza muhakemesinde, kovuşturma sonucunda verilen beraat kararının gerekçesine
yönelik sanığın temyiz hakkı olduğu kabul edilirken, bu hakkı, soruşturma
evresinde, hakkında verilen kararın gerekçesine yönelik olarak şüpheliye
tanımamak temel hak ve hürriyetlerin korunması anlamında Anayasa'nın 36 ve 40.
maddelerine ve AİHS'nin 6/2 ve 13. maddelerine açıkça aykırılık oluşturacaktır.
Sanık hakları kavramı, sadece iddianâmeyle dava açılması üzerine sanıklık
sıfatının başlamasıyla (5271 Sayılı CMK, m. 2/1-b) değil, koşullar elverdikçe
soruşturma evresinde şüpheli bakımından da geçerlidir. Somut olayımızda;
şikayetçi veya şüpheli olmayan kişilere şüpheli sıfatının verilmesi, bu
kimseler bakımından şüpheli olmadıklarının tespitini/belirlenmesini isteme
hakkının da verilmesi gerektirir.”
c)Masûmiyet karinesi yönünden; Âdil yargılama ilkesi kapsamında
yer alan en önemli ilkelerden bir diğeri de masûmiyet karinesidir (suçsuzluk
karinesi). Suçsuzluk karinesi insan haklarına saygılı hukuk devleti anlayışının
doğal bir sonucudur. Karine ilk defa ve açıkça 1789 tarihli Fransız İnsan ve
Yurttaş Hakları Bildirgesi’nin 9. maddesinde geçmiş, sonradan1948 tarihli İnsan
Hakları Evrensel Bildirgesi m. 11/1 ve 1950 tarihli Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi m. 6/2, T.C. Anayasası m. 38/4’te norma bağlanmıştır. CMK içerisinde
açıkça anılmamaktadır. Bununla beraber CMK’nın çeşitli hükümlerinde uygulama
bulduğu görülmektedir (CMK m. 157, CMK m. 160/2, CMK m. 260/3, CMK m. 147/1 e,
CMK m. 102, CMK m. 148/3, CMK m. 217/2). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 6.
madde Rehberine (Council of Europe/European Court of Human Rights, Guide on
Article 6 of the European Convention on Human Rights, Right to a Fair Trial
(criminal limb), 2018, 56. ) göre, söz konusu karine şu üç temel hususu
kapsamaktadır: Adlî makamların görevlerini yaparken şüphelinin zaten suçlu
olduğuna dair bir önyargıya sahip olmamaları, ispat yükünün iddia makamının
üzerinde olması ve şüpheden sanık yararlanır ilkesi. Suçluluğu kesinleşmiş
mahkûmiyet hükmü ile ispat olunana kadar herkes suçsuz sayılır. Kişinin suçsuz
varsayılması onu suçsuz olduğunu ispatlama yükünden azade kılmaktadır. İspat
Yükünün hakkaniyete aykırı biçimde şüphelinin omuzlarına bırakıldığı ya da adlî
makamlarca suçlu olduğu varsayımı ile hareket edildiği hâllerde masûmiyet
karinesi ihlâl edilmiş sayılacaktır. (AİHM, “Telfner v. Austria,” 20.03.2001,
(Başvuru No. 33501/96), para. 15; AİHM, “Nemtsov v. Russia,” 31.07.2014,
(Başvuru No. 1774/11), para. 92; AİHM, “Topić v. Croatia,”10.10.2013,
(Başvuru No. 51355/10), para. 45.)
Anayasa’nın anılan maddelerinde düzenlenen yargı yetkisi ve
mahkemelerin bağımsızlığı ilkesi ile 38. maddesinde düzenlenen masumiyet
(suçsuzluk) karinesi arasında yakın bir ilgi bulunmaktadır. Suçluluğu hükmen
sabit oluncaya kadar kimsenin suçlu sayılamaması anlamına gelen masumiyet
karinesine göre bir kimsenin suçluluğunun gerçek anlamda sübuta erdiğinin
söylenebilmesi için serbest ve etkin olarak yargı yetkisini kullanan bağımsız
bir mahkeme tarafından yürütülen ve adil yargılanma hakkı koşullarını sağlayan
yargılamada yeterli şüphenin giderilmesi suretiyle maddi hakikate ulaşılarak
verilen bir mahkeme hükmünden söz edilmesi gerektiği açıktır. Dolayısıyla bu
şartlar sağlanmadan verilen mahkûmiyet kararı ile kişilerin suçlu ilan edilmesi
Anayasa’nın 38. maddesi bağlamında masumiyet karinesini zedeleyecektir.
5271 sayılı Kanun’un 2. maddesinde şüpheli, soruşturma
evresinde suç şüphesi altında bulunan kişi; sanık ise kovuşturmanın
başlamasından itibaren hüküm kesinleşinceye kadar suç şüphesi altında olan kişi
olarak tanımlanmıştır. Ceza muhakemesi, suça konu fiilin işlenip işlenmediği,
işlenmişse failin kim olduğu ve faille eylem arasındaki bağın ne olduğunun
tereddüde yer bırakılmaksızın tespit edilerek eyleme uygun hangi yaptırımın
uygulanacağı sorularının cevaplandığı ve bu surette maddi gerçekliğe ulaşmanın
hedeflendiği bir süreçtir. Bu itibarla masumiyet karinesi gereğince maddi
gerçekliğe ulaşana kadar yani suçu işlediği iddia edilen kişi hakkında verilen
karar kesinleşinceye kadar kişinin şüphe altında olması yani suçlu olduğunun
kabul edilmemesi ve buna uygun davranılması asıldır. Anayasa’nın 36. maddesinde
ise herkesin iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip olduğu
belirtilmektedir. Anılan maddede yapılan değişikliğin gerekçesinde, Türkiye’nin
taraf olduğu uluslararası sözleşmelerce de güvence altına alınan adil yargılama
hakkının madde metnine dâhil edildiği vurgulanmıştır. Nitekim Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesinin (2) numaralı fıkrasında, kendisine bir suç
isnat edilen herkesin suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar suçsuz
sayılacağı düzenlenmiştir. Bu itibarla masumiyet karinesi, Anayasa’nın 36.
maddesinde güvence altına alınan adil yargılanma hakkının bir unsuru olmakla
beraber Anayasa’nın suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimsenin suçlu
sayılamayacağına dair 38. maddesinin dördüncü fıkrasında ayrıca düzenlenmiştir
(Adem Hüseyinoğlu, B. No: 2014/3954, 15/2/2017, § 33).
Masumiyet karinesi hiçbir şart altında sınırlandırılması mümkün
olmayan mutlak, vazgeçilmez evrensel bir temel haktır. Masumiyet karinesi sonuçları
ile birlikte değerlendirildiğinde gerekli ölçütlere dikkat edilmeden yapılan
uygulamaların (örneğin suçsuz bir kişinin cezalandırılması hâlinde) toplumun
ceza adalet anlayışı üzerinde çok ciddi sonuçlar doğuracağı açıktır.
Dolayısıyla masumiyet karinesi, bu karineden faydalanacak olan kişinin
(şüpheli/sanık) iradesinden (suçun ikrarı vb.) dahi bağımsız olarak herkesçe
uyulması gereken zorunlu çekirdek hak niteliğindedir. Nitekim olağanüstü
durumlarda temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması rejimini düzenleyen
Anayasa’nın 15. maddesinde masumiyet karinesi; savaş, seferberlik ve olağanüstü
hâllerde dahi madde gerekçesinde ifade edildiği üzere “…hiçbir sebep ve
surette durdurulamayacak, ihlal edilemeyecek hak yahut hürriyetler…”
arasında sayılmıştır. Buna göre olağanüstü durumlarda dahi masumiyet karinesi
geçerliliğini koruyacaktır. Hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan masumiyet
karinesi, kişinin suç işlediğine dair kesinleşmiş bir yargı kararı olmadan
suçlu olarak kabul edilmemesini güvence altına almaktadır. Bunun sonucu kişinin
masumiyeti asıl olduğundan suçluluğu ispat külfeti iddia makamına ait olup
kimseye suçsuzluğunu ispat mükellefiyeti yüklenemez. Ayrıca hiç kimse,
suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar yargılama makamları ve kamu otoriteleri
tarafından suçlu olarak nitelendirilemez ve suçlu muamelesine tabi tutulamaz
(S.M.[GK] B. No. 2016/6038, 20/6/2019 § 41; Kürşat Eyol, B. No: 2012/665,
13/6/2013, § 26).
Bu çerçevede masumiyet karinesi -kural olarak- hakkında bir suç
isnadı bulunan ve henüz mahkûmiyet kararı verilmemiş kişileri kapsayan bir
ilkedir. Suç isnadı kesin hükümle mahkûmiyete dönüşen kişiler açısından ise
artık hakkında suç isnadı olan kişi statüsünde olmadıkları için masumiyet
karinesinin ihlal edildiği iddiasının geçerli bir dayanağı kalmayacaktır (Uğur
Ayyıldız, B. No: 2012/574, 6/2/2014, § 76).
Masumiyet karinesi uyarınca, bir kişinin suçlu olarak ilan
edilip yaptırıma maruz bırakılabilmesi için suça konu eylemi işlediğine dair
hakkındaki her türlü şüphenin yenilmesi gerekmektedir. Aksi hâlde kişi şüpheden
yararlanacak ve cezalandırma yoluna gidilemeyecektir. Başka bir ifadeyle bir
kişi hakkında suçu işlediğine yönelik kesin bir kanaat oluşmadığı durumlarda bu
şüphe hâli mahkeme tarafından sanık lehine yorumlanarak sanığın suçluluğuna
hükmedilemeyecektir. Esasen ceza yargılamasındaki maddi gerçeğe ulaşma hedefi
ile masumiyet karinesinden beklenen amaç örtüşmektedir. Bu açıdan yeterli şüphe
ile başlayan ceza muhakemesi sürecinde şüphenin yenilmesi, Anayasa’nın 9., 138.
ve 140. maddeleri çerçevesinde yargı yetkisini kullanan bağımsız bir mahkeme
tarafından delillerin serbestçe tartışılarak vicdani kanaate göre karar
verilmesiyle mümkündür. Bu yönüyle mahkemenin suçun fail tarafından işlendiğine
yönelik en ufak bir kuşku kalmadan maddi gerçeğe ulaşması ve kesin mahkûmiyet
hükmü kurması masumiyet karinesinin bir gereğidir. Bu şartlar sağlanmadan
kişinin suçlu ilan edilmesi masumiyet karinesini zedeler.
Serî muhakeme usûlünü düzenleyen hükümlerden şüphelinin
suçluluğundan yola çıkıldığı gözlenmektedir. Cumhuriyet savcısıher ne kadar
başlangıç şüphesi olmadan soruşturma evresine başlayamayacak olsa da, serî
muhakeme usûlünü sürdürmek ve talepnâme hazırlamak için herhangi bir özel şüphe
derecesi aranmamıştır ki talepname iddianâmeden öte bir anlam taşımaktadır.
Bunun yanında şüphelinin usûlün uygulanması teklifini kabul etmesinden sonra
herhangi bir delil sunma ve savunma ya da delil değerlendirme sürecinden söz
edilmemektedir. Üstelik öyle anlaşılmaktadır ki prosedür, şüphelinin ikrârı ile
başlamaktadır. Dolayısıyla aslında tüm adlî makamlar tarafından riayet edilmesi
gerekilen masûmiyet karinesine Cumhuriyet savcısınca uyulmamaktadır. Tüm
bunlara ilâveten ana görevi, Cumhuriyet savcısının bu usûlün uygulanmasını
istediği talep yazısını, sadece ilgili suçun katalog suçlardan olup olmadığı
tespit ve şüphelinin müdafi huzurunda usûlü kabul ettiğini kontrol ile sınırlı
olan, bu nedenle de adeta bir onay mercii gibi işleyen mahkemenin de bireyi
suçsuz kabul ettiğinden söz edilememektedir. (Kaldı ki Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi, hüküm gerekçesinin doyurucu olmadığı hâllerde şüpheden sanık
yararlanır ilkesine riayet edildiği açıkça gözlenemediğinden masûmiyet
karinesinin ihlâline karar verebilmektedir, bkz. AİHM, “Melich and Beck v. the
Czech Republic,”24.10.2008 , (Başvuru No. 35450/04) para. 49-55; AİHM,
“Ajdarić v. Croatia,” 13.12.2011, (Başvuru No. 20883/09), para. 51.)
Özetle şüpheliye savunma, yargıya da yargılama Hakkı tanımayan serî muhakeme
usûlü baştan sona sanığın suçlu sayıldığı bir süreç olarak nitelendirilebilir.
d)Şüpheden sanık yararlanır ilkesi yönünden; Hüküm, şüpheden
arınmış kesin bir vicdanî yargıyı içermektedir. Aksi takdirde suçsuzluk
karinesinin bir uzantısı (Yar. 6. CD, E. 2016/6833, K. 2017/1003, 18.4.2017. )
daha doğrusu gereği (Yar. CGK, E. 2014/13-676, K. 2016/262, 24.5.2016) olarak
şüpheden sanık yararlanır ilkesinin (in dubio pro reo) uygulama bulması söz
konusu olamayacaktır. İlke, kusurun ceza yargılaması sırasında ispatlanmaması
ve sabit olmaması durumunda fail aleyhine değil, lehine karar verilmesini ve
“delillerin duruşmada tartışılması sonucunda sanığın suçluluğu veya suçsuzluğu
yönünde hâkimde vicdani kanaat uyanmaması hâlinde, bu durumdan sanığın
yararlandırılması ve beraat kararı verilmesi gerektiğini ifâde eder.”. (Yar. 6.
CD, E. 2016/6833, K. 2017/1003, 18.4.2017; aynı yönde CGK, E. 2014/13-676, K.
2016/262, 24.5.2016; CGK, E. 2017/6-87, K. 2017/352, 4.7.2017:)
CMK m. 217/1, hâkimin, kararını ancak duruşmaya getirilmiş ve
huzurunda tartışılmış delillere dayandırabileceğini; CMK m. 223/2, yüklenen
suçun sanık tarafından işlenmediğinin sabit olması veya sanık tarafından
işlendiğinin sabit olmaması durumunda beraat kararı verilmesini emretmektedir.
Oldukça geniş bir uygulama alanı bulunan bu ilke, davaya konu suçun işlenip
işlenmediği, işlenmişse sanık tarafından işlenip işlenmediği veya
gerçekleştirilme biçimi konusunda bir şüphe belirmesi hâlinde de geçerlidir.
Sanığın bir suçtan cezalandırılmasına karar verilebilmesinin temel şartı, suçun
hiçbir şüpheye mahâl bırakmayacak kesinlikte ispat edilebilmesidir. Gerçekleşme
şekli şüpheli veya tam olarak aydınlatılamamış olaylar ve iddialar sanığın
aleyhine yorumlanarak mahkûmiyet hükmü kurulamaz. Ceza mahkûmiyeti, toplanan
delillerin bir kısmına dayanılıp, diğer kısmı göz ardı edilerek ulaşılan kanaate
veya herhangi bir ihtimale değil, kesin ve açık bir ispata dayanmalı, bu ispat,
hiçbir şüphe ya da başka türlü oluşa imkân vermemelidir. Yüksek de olsa bir
ihtimale dayanılarak sanığı cezalandırmak, ceza muhakemesinin en önemli amacı
olan gerçeğe ulaşmadan hüküm vermek anlamına gelecektir. Gerek çelişmeli
muhakeme gerekse âdil yargılama ilkesi kapsamında yapılan açıklamalar sonrası,
mevcut serî muhakeme usûlü hükümlerin önemli sorunlu yanlarının olduğu ortaya
çıkmıştır. Savcılığı maddî gerçeğin araştırılarak yeterli şüphe sınırını aşmış
kesin bir yargıyla mahkûmiyet kararı verdiğine dair herhangi bir Unsura, norm
içerisinde yer verilmemiştir. Serî muhakeme usûlünde Savcılığı şüpheden arınmış
kesin yargıya vararak karar vermeye zorlayan herhangi bir emir normunun
bulunmaması, şüphe durumunda dahi hüküm kurabilmeye zemin hazırlamaktadır. Tüm
bu açıklamalar ışığında mevcut serî muhakeme usûlü ile şüpheden sanık yararlanır
ilkesinin ihlâl edildiği ortadadır.
e)Aleyhe delil getirmeye zorlama yasağı ve susma hakkı yönünden;
Aleyhe delil göstermeye zorlama yasağı (kendini suçlamama hakkı - nemo tenetur
ilkesi - “nemo tenetur se ipsum accusare: Hiç kimse aleyhine delil getirme
zorunda değildir.”), kişinin kendisine karşı yapılan suçlama sebebiyle
konuşmaya, kendisini ve yakınlarını suçlayıcı beyanda bulunmaya veya delil
sunmaya/göstermeye zorlanamayacağını ifâde etmektedir.(Yar. 6. CD, E.
2016/6833, K. 2017/1003, 18.4.2017. )
T.C. Anayasası’nın 17 maddesinin 1. fıkrasında yer alan kişilik
hakkının korunması ile aynı maddenin üçüncü fıkrasında bulunan insan
haysiyetinin dokunulmazlığı ilkesinin bir sonucu olup, AİHS m. 6’da yer alan
adil yargılanma hakkının çekirdeğini oluşturur. Ayrıca Anayasa’nın 38.
maddesinin 5. fıkrasında anayasal koruma altına alınmıştır. Anılan anayasal
hükümde aleyhe delil göstermeye zorlama yasağı, sadece susma hakkını değil,
aynı zamanda suçlayıcı nitelikteki her tür delili soruşturma ve kovuşturma
makamlarına sunmaya zorlanmama hakkını da kapsar şekilde öngörülmüştür. Bu
bağlamda kişinin aleyhe kullanılacak delilleri kendi Elleriyle aktif bir
katılımla sunma zorunluluğu bulunmamaktadır. Buna karşın kişi bizzat aktif
katılımda bulunmak istiyorsa bu bir tercih olmalı, özgür ve sağlıklı bir
irâdeyle kendi geleceğini belirlenme anlamına gelmelidir.
Bu bağlamda serî muhakeme usûlü, iki bakımdan aleyhe delil
gösterme yasağı açısından tartışmalı görülmektedir. Öncelikle serî muhakeme
usûlünün seçilmesi durumunda şüpheli yarı oranda azalmış bir cezaî yaptırımla
karşılanmaktadır. Cezanın ciddi oranda azalması, gerçekten suç faili olmayan
bir kişi için dahi, tüm yorucu ve yıpratıcı yargılama sürecinden kurtulmak için
câzip görülebilir ki gerçek suç faili zaten bu câzip imkanı herhâlde kaçırmak
istemeyecektir. Dolayısıyla bu şartlar altında sağlıklı, özgür bir irâdeden
bahsetmek mümkün değildir.
İkinci olarak, teklifi kabul durumunda şüphelinin ne susma ne de
susmama gibi bir seçeneği bulunmaktadır. Kabul Açıklamasından sonra delillerin
tartışılması söz konusu olmadığından, şüphelinin aleyhe deliller hakkında
kendini savunması söz konusu olamamakta, kabul açıklaması da suçun ikrârı
muamelesi görerek, doğrudan suçu üstlenme olarak uygulama bulmakta ve şüpheliye
yaptırım olarak geri dönmektedir.
Tüm bu hususlar serbest irâdeyle hareket edemeyen şüphelinin
muhakeme sürecine kendi aleyhine olarak aktif katılması anlamına gelmektedir ki
bu da mevcut düzenlemenin aleyhe delil göstermeye zorlama yasağını çiğnediğini
göstermektedir. Aleyhe delil göstermeye zorlama yasağı ayrıca susma hakkı ya da
kendin karşı ifâdeden çekinme hakkını da (CMK m. 147/1 e, m. 191/3 c) kapsar.
Susma hakkı, kişinin suçsuzluğunu ispatla yükümlü olmaması, suçluluğun ispatı
hususunda da yargılama makamlarına yardım etmeye zorlanamaması, soruşturma ve
kovuşturma organları ile işbirliği yapıp yapmama konusunda serbest
bırakılmasını ifâde eder. Susma hakkı, savunma hakkına ve dolayısıyla âdil
yargılanmaya ilişkin önemli bir insan hakkı olup bireyi delil elde etme objesi
olmaktan, muhakeme süjesi olma sıfatına yükselterek insan onurunun korunmasını
sağlamakta (AİHM, “Funke v. France,” 25.02.1993, Başvuru No. 10828/84, para.
44; “John Murray v. The United Kingdom,” 08.02.1996, Başvuru No. 18731/9, para.
45; “Saunders v. The United Kingdom,” 17.12.1996, Başvuru No. 19187/91, para.
68-69. ); işkence yasağını teyit ederek, bireyin usûlî Geleceğini tayin hakkını
güvence altına almaktadır.
Çağdaş ceza muhakemesinde amaç, maddî gerçeğe sanık haklarına
riayet edilerek Ulaşmak olup, ispat yükü iddia makamdadır. (AİHM, “Telfner v.
Austria,” 20.03.2001, (Başvuru No. 33501/96), para. 16-17. ) Zaten istediği
hemen her delile ulaşmak için gerekli vasıtalara sahip muktedir devlet
karşısında kişiyi, bir de ikrâra zorlamak hakkaniyete uygun olmayacaktır.
Bireyin iradesi ile vermediği (dolayısıyla zorla) beyânlar ya da temin etmediği
deliller onun aleyhine kullanılamaz. Şüpheli veya sanığın irâdesi ancak hakkın
kendisine doğru şekilde hatırlatılması/bildirilmesi ve bu haktan feragate
zorlanmaması hâllerinde söz konusu olabilecektir (CMK m. 148/1: “Şüphelinin ve
sanığın beyanıİrâdesine dayanmalıdır.”).
Türk ceza muhakemesi hukukunda şüpheli/sanığa yüklenen suç
hakkında Açıklamada bulunmamasının kanunî hakkı olduğu, hem soruşturma
aşamasında ifâde öncesi hem de kovuşturma aşamasında Duruşmaya başlama sırasında
bildirilmek mecburîyetindedir.
Bildirim yükümüne dair serî muhakeme usûlüne daha yakından
bakıldığında, CMK’ya getirilen 250. maddenin 2. fıkrasında yer alan “Cumhuriyet
savcısı veya kolluk görevlileri, şüpheliyi, serî muhakeme usûlü hakkında
bilgilendirir.” ifâdesinin, şüphelinin susma hakkını da içeren haklarının
öğretilmesi noktasında yeterli açıklıkta olmadığı göze çarpmaktadır. Söz konusu
bilgilendirmenin ne kadar detaylı olması gerektiği hükümde belirtilmemiştir.
Örneğin muhakemenin ya da usûlü ret/kabul etmemenin sonuçlarının birbiriyle
kıyaslanıp Şüpheliye aktarılıp aktarılmayacağı bilinmemektedir.
Sağlıklı irâdenin ancak aydınlatılmış olmakla kurulacağı olgusu
yanında susma hakkı bakımından serî muhakeme usûlü başka açılardan da sorunlu
görülmektedir. Zirâ her ne kadar CMK m. 250/3 şüphelinin serî muhakeme usûlünün
uygulanmasını kabul etmesi şeklinde düzenlese de, gerek maddenin devamındaki
hükümlerden gerekse gerekçeden bunun suçu kabul şeklinde anlaşıldığı açıkça
görülmektedir: Maddeye genel olarak bakıldığında, uygulanabilecek suçlar
sayıldıktan sonra, şüpheliye usûlün anlatılması, kabulünün alınması, Cumhuriyet
savcısının cezayı tayin ederken uyacağı kıstaslar ve başvurabileceği seçenek
yaptırımlara çevirme, erteleme, hükmün açıklanmasının geri bırakılması gibi
yollar normda anılmıştır. Talep yazısında da sadece isnât olunan suçtan ve
belirlenen yaptırımdan söz edilmektedir. Şu hâlde sanığın suçu işlediğinin
sabit olmamasından veya herhangi bir surette verilecek beraat kararından söz
edilmemektedir. Gerekçede de “Suç şüphesi altında bulunan kişiler, soruşturma
sürecinde susma, herhangi bir açıklamada bulunmama hakkına sahip olduğu gibi
sorumluluğu kabul hakkına da sahip bulunmaktadır. İkinci seçeneğin söz konusu
olduğu her durumda (…) ceza davalarının mahkemeye taşınmasının âdil ve
hakkaniyetli olmadığı açıktır.” Burada ikinci Seçenek olarak kastedilen ve
alternatif muhakemelere gerekçe gösterilen “sorumluluğu kabul hakkı”dır. Bu
cümlelerden sanki serî muhakeme usûlünün uygulanması için ikrâr ön şartmış gibi
bir izlenim Doğmaktadır. Yine gerekçede mukayeseli hukuktan verilen örnekler
açıklanırken şu ifâdelerin kullanıldığı görülmektedir: “sanığın suçu kabul etmesi
durumunda uygulanan bir muhakeme usûlü”; “suçluluğun ön kabulü üzerine
duruşma”; “soruşturma konusu eylemi gerçekleştirdiğini ve usûlün uygulanmasını
kabul eden şüpheli”.
Benzer şekilde, usûlün herhangi bir nedenle uygulanamaması
hâlinde “failin bu usûlün uygulanması amacıyla yaptığı açıklamaların” daha
sonra kullanılamayacağı esasının benimsenerek, “adlî sistemden ılımlı bir
karşılık beklentisiyle usûlün uygulanmasını kabul edecek failin teşviki
amaçlanmaktadır.” Usûlün uygulanması için yapılacak açıklamaların ikrârı
kapsayacağı beklentisi bu cümlelerde de açıkça tespit edilebilmektedir.
Özellikle altını çizmek gerekir ki, serî muhakeme usûlü
şüphelinin “susma hakkından feragati” üzerine kurulmaktadır. Bu nedenle de
bildirimin, irâdenin oluşumunu sağlayacak şekilde ayrıntılı, Kapsamlı ve
aydınlatıcı olması daha da büyük bir zorunluk doğurmaktadır. Hakkında ceza
muhakemesi işlemi yapılan herkesin hukuk bilgisi olduğu varsayılamayacağından
kanunun pek çok yerinde adlî makamlara kişinin haklarının hatırlatılmasına dair
aydınlatma yükümlülüğü getirilmiştir. Ayrıca doktrinde kanunun aradığı bildirimin
basit bir hatırlatmanın ötesine geçen “öğretme” şeklinde olması gerektiği ifâde
edilmektedir. Bu aydınlatma yükümlülüğü, şüpheli veya sanığın eğitim seviyesi,
sosyal, kültürel ve ekonomik durumu dikkate alınarak, hakkın muhtevası,
kullanma şartları ile tüm sonuçlarının anlatılması şeklinde yerine
getirilmelidir. Öyle ki kişinin hakkını anladığından emin olunmalıdır. Tüm bu
genel kriterlere serî muhakeme usûlünde, özellikle ve daha büyük Özenle dikkat
edilmelidir. Susma hakkı, irâde özgürlüğünü esas alan ve kişinin suçun ortaya
çıkarılmasında devlete yardımcı olmaya zorlanmaması üzerinde temellenen bir
haktır. Zorlama ile kastedilen yalnız fiziksel cebir Olmayıp, psikolojik
etkileri de kapsar. Zorlamada ölçü, kişinin irâde özgürlüğünün ortadan kaldırılıp
kaldırılmadığında bakılarak belirlenir. İfâde alma ve sorguda yasak yöntemlerin
uygulanması, Yasal düzenlenme gereği zorlama unsurunun mevcut olduğuna, irâde
Özgürlünün ortadan kalktığına ve susma hakkının da dolayısıyla İhlâl edildiğine
karine teşkil eder. Ancak asıl mesele, bugün pek çok ülkede uygulanan ve bireyi
konuşmaya adeta zorlama noktasında teşvik edici, yasal müesseselerdir.
Türkiye’de hâlihazırda var olan Uzlaştırma, ön ödeme ve etkin pişmanlık;
Anglosakson hukuk sistemlerinde bağışıklık ve iddia (dava) pazarlığı kurumları
bunlara Örnektir. Şüpheli veya sanığın peşinen ikrârına dayanan bu müesseseler
doktrinde gönüllülüğü ortadan kaldırdığı, irâde üzerinde baskıYarattığı
gerekçeleri ile eleştirilmektedir. Yine, söz konusu düzenlemelerde gerçekleştirilen
ciddi ceza indirimleri, birey açıkça zorlanmasa dahi, susma hakkından feragat
konusunda son derece teşvik edicidir. Zirâ diğer bütün şartların aynı kabul
edildiği aynı konulu iki davada sır susma hakkını kullanmayıp işbirliğine
gittiği için bir sanık daha az ceza alırken, susma hakkını kullanan ona nazaran
daha fazla ceza alacaktır. Bu da, susma hakkının kullanılmasının aradaki fark
kadar cezalandırıldığı eleştirilerine neden olmaktadır. Serî muhakeme usûlünde,
Cumhuriyet savcısının başat rol oynadığı bu hukukî süreç, şüphelinin ikrârı ile
başlamaktadır. Aydınlatma yükümü de detaylı düzenlenmediğinden, şüphelilere söz
konusu usûlü kabul etmeleri hâlinde yarı yarıya daha az ceza alacakları
şeklinde özet olarak yapılacak bir bildirimin genelde muvafakatle karşılanacağı
açıktır. Bu durum şüpheliye en baştan “susma hakkını kullanarak iki ceza mı,
kullanmayarak bir ceza mı?” şeklinde gerçekleştirilen bir feragat zorlaması
şeklinde yorumlanabilir. Kaldı ki sonuç itibariyle bu usûlü kabul etmeyen, ancak
hakkında âdil yargılanmanın bütün kurallarına riayet edilerek hüküm verilen
sanığın cezasının en az iki kat olacağı kanunda açıkça belirtildiğinden, burada
şüphelinin gönüllü tercihinden herhâlde söz edilemeyecektir. Öte yandan usûl
ekonomisi, maddî gerçeğin bir an evvel ortaya çıkarılması, çabukluk ve
devletlerin ceza politikaları bakımından birçok hukuk sisteminde benzer
düzenlemelere yer verildiği de bir gerçektir. AİHM’in de susma hakkını mutlâk
kabul etmediği göz önünde bulundurulduğunda, devletin bireyi işbirliğine
zorlamaması ile işbirliğini ödüllendirmesinin birbirinden farklı olgular olduğu
haklı olarak ileri sürülebilir. Bu bağlamda henüz mutabakata varılmamış
“zorlama” ve “irâde özgürlüğü” kavramları üzerinden susma hakkının ihlâl edilip
edilmeyeceği hususunda kesin bir kanaate varmak da mümkün olamayabilecektir.
Ancak bu gerekçelere dayanarak mevcut hâliyle serî muhakeme usûlünün susma
hakkını ihlal etmediğini iddia etmek de söz konusu olamaz. Zirâ serî muhakeme
usûlü, -adil yargılanma hakkı kapsamında da ortaya konulduğu üzere, şüpheliyi
ceza muhakemesine ve anayasaya ilişkin birçok hakkıyla devre dışı
bırakmaktadır- şüpheliyi serî muhakeme usûlünde bir yargılama süjesi değil,
objesi hâline getirmekte ve kurum olarak CMK’nın ruhu ve temel ilkeleriyle
çelişmektedir. Bu hâliyle her ne kadar dayanışma ve uzlaşı ruhunun hâkim olduğu
bir hukuk devletinde, daha az cezayı gerektiren hafif suçlarda usûl ekonomisi
vs. gereği şüphelinin belirli hakları kısıtlanarak yeni bir usûl türü olan serî
muhakeme usûlü getirilebileceği kabul edilebilir nitelikte olsa da, bu ancak
yeni kurumun şüphelinin anayasal haklarının, anayasaya uyumlu olacak şekilde
sınırlandırılması ile mümkün olabilir. Âdil yargılama temel hakkını ölçüsüzce
sınırlandıran serî muhakeme usûlünün her şeyden önce, son çare olarak orantılı
ve en az zarar verici mahiyette olması lâzımdır. Bu Anayasa’nın 13. maddesinin
bir gereğidir. Şu şartlar altında, Anayasa’nın 13. maddesi gerek ve asgarî
şartlarına uymayarak, hakları ölçüsüzce sınırlayan serî muhakeme usûlü ile
şüphelinin susma hakkının ihlâl edildiği sabittir.
f)Kanuni hakim güvencesi ve anayasal yargı yetkisi yönünden;
Savcı, TCK m. 61/1’de belirtilen hususları göz önünde bulundurarak, suçun
kanunî tanımında öngörülen cezanın alt ve üst sınırı arasında tespit edeceği
temel cezadan yarı oranında indirim uygulamak suretiyle yaptırımı belirler.
Dördüncü fıkra uyarınca sonuç olarak belirlenen hapis cezası Cumhuriyet savcısı
tarafından, koşulları bulunması hâlinde TCK m. 50’ya göre seçenek yaptırımlara
çevrilebilir veya 51. maddeye göre ertelenebilir. Bu maddeye göre belirlenen
yaptırımlar hakkında, Cumhuriyet savcısı tarafından, koşulları bulunması
hâlinde 231. madde kıyasen uygulanabilir. Bu madde kapsamında yaptırım
uygulanması, güvenlik tedbirlerine ilişkin hükümlerin uygulanmasına engel
teşkil etmez. CMK m. 250 yargılama faaliyetinde bulunarak cezayı tayin
yetkisini Cumhuriyet savcısına aktarmış bulunmaktadır. Cezayı takdir eden
Cumhuriyet savcısı, şüpheli hakkında serî muhakeme usûlünün uygulanmasını
yazılı olarak görevli mahkemeden talep edecektir.
Seri muhakeme usulünde sürecin temel aşamalarından birisi olan
talepnamenin düzenlenmesinden sonra mahkemenin işlevinin değerlendirilmesi
gerekir. Mahkemenin yapacağı klasik anlamda bir kovuşturma değildir. CMK 250/9:
"Mahkeme, şüpheliyi müdafii huzurunda dinledikten sonra üçüncü fıkradaki
şartların gerçekleştiği, eylemin seri muhakeme usulü kapsamında olduğu ve
dosyadaki mevcut delillere göre mahkûmiyet kararı verilmesi gerektiği kanaatine
varırsa talep yazısında belirtilen yaptırımdan daha ağır olmamak üzere dört ila
yedinci fıkra hükümleri doğrultusunda hüküm kurar; aksi takdirde talebi
reddeder ve soruşturmanın genel hükümlere göre sonuçlandırılması amacıyla
dosyayı Cumhuriyet başsavcılığına gönderir. "Seri muhakeme usulünde
iddianame üzerine açılmış bir kamu davası söz konusu değildir. Bu nedenle ceza
yargılaması açısından bu usulde dinlenmesi, duruşmada sorgulanması şeklinde
değerlendirilemez. Ancak şüpheliyi dinleyen ve talepnameyi değerlendiren mahkemenin
soruşturmayı genişletmek, duruşmayı ertelemek, delil araştırması sonucunu
doğurabilecek bir işlem yapmak, delil toplamaya yönelik koruma tedbirlerine
başvurmak yetkisi yoktur. Bu Durumda hakim gerçek anlamda bir yargılama
faaliyeti yapmamakta, âdete savcılığın kararını resmîleştiren bir notere
indirgenmiş gözükmektedir.
Tüm bu hususların “Yargı yetkisi, Türk Milleti adınabağımsız ve
tarafsız mahkemelerce kullanılır.” emri veren Anayasa m. 9; bağımsız ve
tarafsız bir mahkemede kanunî hâkim huzurunda yargılanma emri veren kanunî
hâkim ilkesi kapsamında; CMK m. 250/11 son cümlede geçen “talepte belirlenen
yaptırım doğrultusunda hüküm kurar” ibaresinin Anayasa’nın “Hiçbir organ,
makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere
emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.”
emri veren 138. maddesinin ikinci fıkrası kapsamında tartışılması
gerekmektedir. Buna ilâveten ceza muhakemesi hukukunun ana kurallarından biri
olan ve CMK m. 217/1’de anılan “Hâkim, kararını ancak duruşmaya getirilmiş ve
huzurunda tartışılmış delillere dayandırabilir. Bu deliller hâkimin vicdanî
kanaatiyle serbestçe takdir edilir.” hükmü açısından da irdelenmesi icâp
etmektedir.
Âdil yargılama ilkesinin ana unsuru, yargılama faaliyetinde
bulunmadır. Anayasa’nın 9. maddesinde “Yargı yetkisi, Türk Milleti adına
bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılır” denilmektedir. Yargı fonksiyonu,
bir hukuki uyuşmazlığın tüm yönleriyle esastan çözümlenerek karara bağlanması
ve bu kararın kesin hüküm niteliği taşımasıdır (AYM, E.2012/102, K.2012/207,
27/12/2012). Anayasa’nın anılan maddesi kapsamında yargısal yetkinin bağımsız
mahkemelerce kullanılmasıyla ceza muhakemesinin nihai amacı olan maddi
gerçekliğe ulaşmak mümkündür. Bu kapsamda yeterli şüphe ile başlayan ceza
muhakemesi sürecinde mahkemelere, herhangi bir kısıtlama olmadan vicdani
kanaate göre maddi hakikati ortaya çıkarma ve kesin hükme ulaşma imkânının
sağlanması yargı yetkisinin etkin bir şekilde kullanımı açısından oldukça
önemlidir. Ceza muhakemesinde son aşamada suçu ve faili tespit etmek ve
bireyselleştirme yapmak suretiyle ceza vermek faaliyetinin bağımsız ve tarafsız
mahkemenin yargı yetkisi içinde değerlendirilmesi gerektiği açıktır. Bu yönüyle
yargı yetkisinin etkin kullanımı, bu yetkinin karar verme biçimindeki nihai
faaliyetinin özgürce kullanılmasına bağlıdır. Bu nedenle hukuk devletinde
hâkimin hakka ve hukuka bağlılığı sağlamasına engel olacak bir yönteme yer
verilemeyeceği gibi aksine hâkime hukuksal gerçeği saptayabilmesi için geniş
imkânlar tanınması gerekir (AYM, E.1990/40, K.1991/33, 1/10/1991). Anayasa’nın
9. maddesinde, yargı yetkisinin Türk milleti adına bağımsız ve tarafsız
mahkemelerce kullanılacağı ifade edilirken hâkimlerin görevlerini, yürütme ve yasama
organları dâhil her türlü kurum ve kişinin baskısından uzak, Anayasa’ya, kanuna
ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre yerine getirebilmelerini
sağlamak için bağımsız olmaları kabul edilmiş; Anayasa’nın 138. ve 140.
maddelerinde ise bu konuda anayasal güvenceler getirilmiştir. . Anayasa’nın
138. maddesinin birinci fıkrasında hâkimlerin görevlerinde bağımsız oldukları,
Anayasa’ya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm
verecekleri ifade edilmiştir. Buna göre hâkimlerin görevlerini her türlü baskı
ve etkiden uzak, Anayasa’ya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine
göre yerine getirebilmeleri sağlanarak yargı yetkisini kullanmaları güvenceye
kavuşturulmuştur (AYM, E.2002/100, K.2004/109, 21/9/2004).
Anayasa Mahkemesi Anayasa’nın “Mahkemelerin bağımsızlığı”
başlıklı anılan maddesinin kurala bağladığı hâkim bağımsızlığının yalın bir
biçimde yalnızca lafzıyla yorumlanmaması gerektiğini, hâkimlerin Anayasa’ya,
kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm vermelerini
engelleyen ya da yargı yetkisinin kullanılmasında emir, talimat, tavsiye veya
telkin niteliğini taşıyan dolaylı-dolaysız her türlü düzenlemenin hâkim
bağımsızlığı ilkesini zedelediğinin kabul edilmesi gerektiğini vurgulamıştır
(AYM, E.1988/37, K.1989/36, 8/9/1989). Anayasa’nın 140. maddesinin ikinci
fıkrasında ise hâkimlerin mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı
esaslarına göre görev ifa edecekleri hükme bağlanmıştır. Bu hükmün anlam ve
kapsamı, Anayasa’nın 138. maddesinde düzenlenen mahkemelerin bağımsızlığının
anlam ve amacının belirlenmesiyle açıklık kazanacaktır.
Anayasa’nın 9. maddesinde mahkemelerin bağımsızlığının, 138. ve
140. maddelerinde de hâkimlerin görevlerinde bağımsız olduklarının öngörülmesi
mahkemelerin bağımsızlığı ile hâkimlerin bağımsızlığı kavramlarının eş anlamlı
olduğu izlenimini vermektedir. Mahkemelerin bağımsızlığı, yargının yasama ve
yürütme organlarına karşı bağımsız yapısını, yetkilerini kullanmayı,
görevlerini yerine getirmeyi açıklar. Hâkimlerin bağımsızlığı ise yasama ve
yürütme organlarına bağlı olmadan Anayasa’ya, kanuna ve hukuka uygun olarak
vicdani kanaatlerine göre hüküm vermelerini amaçlar. Mahkemelerin
bağımsızlığıyla hâkimlerin bağımsızlığı birbirini tamamlayan, birbirinden
ayrılması imkânsız ilkelerdir. Anayasa’nın mahkemelerin bağımsızlığını
sağlamaya yönelik 138. maddesinde düzenlenen yasak ve yükümlülükler Anayasa’nın
140. maddesinin ikinci fıkrasında geçen bağımsızlığın anlamını açıklamaktadır
(AYM, E.1988/32, K.1989/10, 28/2/1989). Bu yönüyle Anayasa’nın 9. maddesi ile
138. ve 140. maddeleri arasında bağlantı bulunmaktadır.
Anayasa’nın 9, 138. ve 140. maddeleri kanun koyucuya; hâkimin
yargı yetkisini kullanarak maddi hakikate ulaşmasında gerekli tedbirleri almak
ve bu yetkinin kullanımını kısıtlayan müdahalelerden kaçınması hususunda
yükümlülük öngörmüştür. Bu açıdan kanun koyucunun mahkemenin yargı yetkisini
kullanırken yani bağımsız olarak vicdani kanaatine göre hüküm verirken buna
müdahale etmek suretiyle takdir yetkisini kaldırması ya da kısıtlaması, yargı
yetkisinin kullanılmasına ve mahkemenin bağımsızlığına müdahale edilmesi
sonucunu doğurur. Öte yandan hâkimin maddi gerçeğe ulaşarak kesin hüküm
niteliğinde karar verme yetkisinin tam olarak varlığından söz edilebilmesi
bakılan davada gerekli olan tüm unsurların hâkimin vicdan süzgecinden
geçirilmesi ile mümkündür. Davada sonuca ulaşmayı sağlayan olguların varlığını,
hukuka uygunluğunu son evrede takdir edebilecek yegâne süje hâkimdir.
Anayasa’nın 9., 138. ve 140. maddeleri, yargı yetkisinin mahkemelerce serbest,
noksansız ve vicdani kanaate uygun olarak kullanılmasını zorunlu kılar. Buna
göre hâkimlerin görevlerini bağımsızlık içinde yapmalarını, Anayasa’ya, kanuna
ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm vermelerini engelleyen
takdir yetkisini ortadan kaldıran ve bu suretle yargı yetkisinin kullanılmasını
kısıtlayan düzenlemeler anılan hükümlere aykırılık sonucunu doğurur.
Ceza muhakemesi hukukunun temelini; iddia, savunma ve
yargılamayı oluşturan süjelerin belli bir etkileşim süreci içinde gösterdikleri
faaliyet sonunda mahkemece verilen ve maddi gerçekliği tespit eden bir hükmün
verilmesi oluşturur. Esasen bu faaliyet, ceza adalet sistemlerinin konusunu
oluşturmaktadır. Kuşkusuz kanun koyucunun -Anayasa’nın temel ilke ve
kurallarına bağlı kalmak koşuluyla- soruşturma ve yargılamaya ilişkin olarak
hangi sistemin uygulanacağının belirlenmesinde takdir yetkisi bulunmaktadır.
Şu hâlde adli (hukukî, cezaî) ya da idarî bir yargı yetkisinin
mahkemeler dışında bir kuruma
aktarılması anayasaya aykırıdır.
Bu aynı zamanda âdil yargılama ilkesi kapsamında esaslı bir
ilke olan kanunî hâkim ilkesi (bağımsız hâkim güvencesi) açısından da
tartışmalıdır. Kanunî hâkim ilkesi, kişinin kendisine isnât edilen, suç
tarihinden önce ve kanunla kurulmuş bir mahkeme önünde yargılanma hakkını ifâde
eder. (Yar. 6. CD, E. 2016/6833, K. 2017/1003, 18.4.2017. ) İlke hem AİHS m.
6/1 hem de T.C. Anayasası’nın 36/2, 37 ve 142. maddesinde korumaya alınmıştır.
Kanunla önceden kurulmuş bir mahkemenin tarafsız, bağımsız ve her bakımdan
yetkili (madde, yer, kişi ve görev) hâkimine olağan hâkim (doğal, kanunî hâkim)
denilmektedir. Bu ilkenin en önemli yansıması, bağımsızlığı ve
tarafsızlığıAnayasal güvence altına alınmış bir kurum tarafından
yargılanabilmektir. Bağımsız ve tarafsız yargılama anayasal olarak (Anayasa m.
138, 139, 140; AİHS m. 6/1) sadece mahkemelere atfedilmiş bir yetki olup,
savcılık makamının böyle bir yetkinliği ve yetkisi bulunmamaktadır. Tüm
bunların yanında savcılığın yürütme erki içerisinde bir kurum olduğu ve görevi
ile kararlarının idârî nitelikte olduğu baskın görüşü karşısında, yargı
yetkisinin savcılığa devredilmesi kuvvetler ayrılığı ilkesi ile de uyumlu
olmayacaktır.
g)Gerekçeli karar verme zorunluluğu yönünden; Yargılama
makamları tarafından dikkate alınma, tarafların isnâd edilen olguya getirilen
delillerin mahkeme tarafından değerlendirmeye alınması ve deliller üzerinde
tartışmasının sağlanmasıdır. Mahkemenin kararını gerekçelendirmesi de yargılama
makamları tarafından dikkate alınmanın en önemli göstergesidir. Âdil yargılama
ilkesinin bir gereği olarak kabul edilen gerekçeli karar verme zorunluluğu,
davanın tüm taraflarının bilgilendirilmesine, böylece de demokratik bir
toplumda kamunun, yargı kararlarının sebeplerini bilmelerinin yanı sıra
ilgililerin de kanun yoluna başvurma hakkını etkili olarak kullanabilmelerine
imkân sağlamaktadır. Dolayısıyla sonuca etkili tüm argümanlara gerekçede özel
olarak ve açıkça yer verilmelidir. T.C. Anayasası m. 141/3 kapsamındaki
gerekçeli karar verme zorunluluğu bu hakkın kullanılması açısından kilit rol
oynamaktadır.
Anayasa m. 141 ve CMK m. 34 ve 230 uyarınca bütün mahkeme
Kararlarının gerekçeli olarak yazılması zorunludur. CMK m. 230 uyarınca hükmün
gerekçesinde, suç oluşturduğu kabul edilen eylemin gösterilmesi, ulaşılan
kanaat, sanıkların suç oluşturduğu sabit görülen fiillerin ve bunun
nitelendirmesinin yapılması, delillerin tartışılması ve değerlendirilmesi,
hükme esas alınan veya reddedilen delillerin belirlenmesi ile mantıksal ve
hukuksal bütünlük sağlanarak herkesi tatmin edecek ve anlaşılır kararların, bu
hâli ile Yargıtay denetimine olanak verecek biçimde gerekçelendirilmesi
gerekir. Yar. 7. CD, E. 2014/34227, K. 2018/545 ilamına göre “Yasal, yeterli ve
geçerli bir gerekçeye dayanılmadan karar verilmesi, yasa koyucunun amacına
uygun düşmeyeceği gibi, uygulama da keyfiliğe yol açacaktır. Bu itibarla
keyfiliği önlemek tarafları tatmin etmek, sağlıklı bir denetime olanak sağlamak
bakımından, hükmün gerekçeli olmasında zorunluluk bulunmaktadır. Olaylar ve
dosyalar ayrı ayrı irdelenmeden ve değerlendirilmeden, genel ifâdelerle ve
yetersiz gerekçe ile hüküm kurularak hükmolunması hukuka aykırıdır.”
Serî muhakeme usûlünde Cumhuriyet savcısı kanaate ulaştığı ve
nihâî yaptırımı belirlediği için, hâkimin bizzat kendisinin bir kanaate ulaşma
yetkisi yoktur. Fiilin sübûtuna ilişkin nitelendirme ve mevcut delillere göre
bir sonuca varma imkânı ve yetkisi sadece Cumhuriyet savcısına bırakılmıştır.
Dolayısıyla mantıksal ve hukuksal bütünlük sağlanarak elde edilecek bir karara
ancak savcılık erişebilir. Tüm bu nedenlerle mevcut şartlar altında hâkimin bir
gerekçe yaratması söz konusu dahi olamayacaktır. Şu hâlde ne hâkim
gerekçesinden ne de gerekçeli karardan söz edilebilir.
3. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 250/14. Maddesinin
Anayasa'nın 40. Maddesine Aykırılığı
Bu aşamada ilk sorun CMK m. 250/14’te mahkemece kurulan hükme
itiraz edilebileceğinin öngörülmüş olmasıdır.
İkinci sorun ise CMK m. 250/9 Kapsamındaki hükme karşı hangi
olağanüstü kanun yoluna başvurulabileceğidir.
CMK m. 250 içerisinde itiraz kanun yoluna ilişkin ayrıntılara
yer verilmemiştir. Bu durumda CMK m. 267 vd. kapsamındaki genel hükümler burada
uygulama bulmak zorundadır. Bu bağlamda CMK m. 271 gereği itiraz hakkında
duruşma yapılmaksızın karar verilecek, gerekli görüldüğünde Cumhuriyet savcısı
ve sonra müdafi veya vekil dinlenecektir. “İtiraz yerinde görülürse merci, aynı
zamanda itiraz konusu hakkında da karar verir.” Burada en önemli mesele, itiraz
konusunun kapsamının ne olacağıdır. Zirâ serî muhakeme usûlünde şüpheliye ilk
derece mahkemesi huzurunda iddialara cevap hakkı, ilk derece mahkemesine de
savcılığın belirlediği yaptırımı değiştirme hakkı tanınmamaktadır. Gerçekten de
ilk derece mahkemesinin yapmış olduğu inceleme sadece serî muhakeme usûlü
şartlarının oluşup oluşmadığı, dolayısıyla şüpheliye usûlüne uygun bir
bildirimde bulunularak, yine usûle uygun bir şekilde serî muhakeme usûlü
teklifi yapılıp yapılmadığı ve bir kabul beyanında bulunulup bulunulmadığını
denetlemekten ibârettir. Birinci derece Mahkemesinin verdiği kararın itiraz
üzerinde ikinci derece mahkemesinde hangi kapsamda inceleneceğine dair bir
hüküm CMK m. 250’da yer almamaktadır. İlk derece mahkemesinin sahip olmadığı
esasa ilişkin inceleme yetkisinin ikinci derece mahkemesinde yapılacak kanun
yolu incelemesinde vuku bulup bulmayacağı belirsizdir.Tüm bunların yanında
Merciin, itiraz üzerine verdiği kararları kesindir (CMK m. 271/4).
Tüm bu hususlar serî muhakeme usûlünde itiraz ile etkili bir
kanun yolu imkanı tanınıp tanınmadığı tartışmasını da beraberinde
Getirmektedir. Kanun yolları yargılama makamının verdiği kararların bir başka
makam tarafından denetlenmesini, gerekiyorsa hukuka Aykırılığın giderilmesi
veya yanlışlığın düzeltilmesini sağlayan hukukî ya da yasal çaredir. Kaynağını
MSHUS m. 14/5; AİHS 7 Numaralı Protokol m. 2; T.C. Anayasası m. 36/1’den
almaktadır. CMK m. 260 gerekçesinde de “kanun yollarına başvuru”nun “insan
hakları ve âdil yargılama ilkesi bakımından büyük önem” taşıdığı vurgulanmıştır.
Ayrıca kişilerde adalet duygusunun pekişmesini de sağlamaktadır. Bu hukuk
devleti ilkesinin de bir gereğidir. Tüm bunlara ek olarak maddî gerçeğin
araştırılması ilkesi, kanun yolları için de geçerlidir. Kanun yolları, maddî
gerçeğe ulaşmadaki engellerin kaldırılması yönünde bir işleve sahiptir.
Mahkemeye başvuru hakkının korunması için kişiye teorik ve hayalî değil, gerçek
ve fiilen kullanılabilir, etkili güvenceler sağlanmalıdır. Bu bağlamda “hak
aramak için mahkeme önüne gidebilme olanağının da gerçekten, fiilen ve etkili
bir biçimde mevcut olması gerekmektedir.” Dolayısıyla kanun üzerinde itiraz
hakkının teorik anlamda tanınırken, kişinin hak arama hakkını sonuç alacak
şekilde kullanabilmesi için, iki dereceli yargılamanın amacına uyacak şekilde
etkin mekanizmalara dayanması da gerekir.
CMK'nın 267. ila 271. maddelerinde ise itiraz edilebilecek
kararlar, itiraz usulü, inceleme mercileri, itirazın kararın yerine
getirilmesine etkisi ile itirazı inceleyecek mercilerin uygulayacağı usul
düzenlenmiştir. Anayasa’nın temel hak ve hürriyetlerin korunması” başlıklı 40.
maddesinin birinci fıkrası “Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlâl
edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkânının sağlanmasını
isteme hakkına sahiptir” hükmünü içermektedir. Anılan hükme göre kişilerin
yargı makamları ile idari makamlar önünde haklarını arayabilmelerine kolaylık
ve imkân sağlanması anayasal bir zorunluluktur. Bu zorunluluk, temel hak ve
özgürlüğü ihlal edilen ya da ihlal edildiğini iddia eden kişilerin ilgili yargı
veya idari merciler nezdinde şikâyetlerini dile getirmesi hususunda devlete
gerekli ve yeterli mekanizmaları oluşturarak uygun koşulları sağlama
yükümlülüğü getirmektedir (AYM, E.2019/102, K.2019/99, 25/12/2019, § 16). Bu
çerçevede Anayasanın anılan maddesinde güvence altına alınan etkili başvuru
hakkı; anayasal bir hakkının ihlal edildiğini ileri süren herkese hakkın
niteliğine uygun olarak iddialarını inceletebileceği makul, erişilebilir,
etkili, ihlalin gerçekleşmesini veya sürmesini engellemeye ya da sonuçlarını
ortadan kaldırmaya elverişli idari ve yargısal yollara başvuruda bulunabilme
imkânının sağlanmasını teminat altına almaktadır (AYM, E.2019/102, K.2019/99,
25/12/2019, § 17). CMK 250/14 maddesi, seri muhakeme kapsamında verilen mahkeme
kararlarına itiraz edilebilmesini öngörmektedir. Bu kuralın Anayasa’nın 40.
maddesinde düzenlenen etkili başvuru hakkı bağlamında incelenmesi gerekir.
Verilen bir kararın hatalı ya da hukuka aykırı olduğu iddiası
ile ortaya çıkan uyuşmazlığın çözülmesi amacıyla bireyler için bir hukuki çare
olarak kanun yoluna başvurma imkânı tanınmıştır. Kanun yolunun amacı, yargı
yerleri tarafından verilen kararların kural olarak başka bir yargı yeri
tarafından denetlenmesine imkân tanımak suretiyle daha güvenceli bir yargı
hizmeti sunmaktır (AYM, E.2014/164, K.2015/12, 14/1/2015). Kanun yoluna
başvurmak, hukuka uygun ve doğru kararlar vermek için önemli olduğundan sanık
açısından olduğu kadar toplum için de bir teminattır. Bunun yanı sıra adil
yargılanma hakkına ilişkin güvencelerin kanun yolu aşamasında da sağlanması
gerekir (Emine Karagülmez, B. No: 2013/3673, 11/12/2014, § 21). Olağan bir
kanun yolu olan itiraz, hâkim kararları ile -kanunun gösterdiği hâllerde-
mahkeme kararlarına karşı başvurulabilen bir kanun yoludur.
İtiraz, maddi ve hukuki meselelere ilişkin yapılabildiği için
asıl derece kanun yoludur. İkinci derece olarak da adlandırılan asıl derece
kanun yolları, bir hükme karşı gidilip gidilememesine göre istinaf ve itiraz
olarak ikiye ayrılır. İtiraz kanun yolu, hüküm dışındaki kararlara karşı kabul
edilmiştir. İtiraz kanun yolunda itiraz mercii -temyizden farklı olarak-
gerekiyorsa hukuki sorunun yanında maddi sorunu da ele alabilir, Kanun’un 270.
maddesinin (1) numaralı fıkrasına göre gerekli gördüğü araştırmaları yapabilir
ya da yapılmasını emredebilir. Yine kanun yolu incelemesi yapan itiraz mercii
Kanun’un 271. maddesinin (1) numaralı fıkrası uyarınca duruşma açabilir;
Cumhuriyet savcısını, müdafiyi ya da vekili dinleyebilir. Anayasa Mahkemesi
kararlarına göre ilke olarak kanun yolu incelemesi yapan mercinin yargılamayı
yapan mahkemenin kararını uygun bulması hâlinde bunu ya aynı gerekçeyi
kullanarak ya da bir atıfla kararına yansıtması yeterlidir (Yasemin Ekşi, B.
No: 2013/5486, 4/12/2013, § 57). Buna karşılık ilk derece mahkemesi kararında
esaslı iddiaların karşılanmaması veya bu iddialara makul bir gerekçe ile cevap
verilmemesi hâlinde kanun yolu incelemesi yapan mercinin -aynı iddiaların
kendisi önünde de ileri sürülmesi hâlinde- ilgili iddialara yönelik atıf
yapacağı bir ilk derece mahkemesi değerlendirmesi söz konusu olmayacaktır. Bu
durumda kanun yolu incelemesi yapan mercinin davayla doğrudan ilgili olan bu
hukuka aykırılık iddialarını ayrıca değerlendirerek makul bir gerekçe ile cevap
vermesi anayasal yükümlülük gereğidir (Ümmügülsüm Salgar [GK], B. No:
2016/12847, 21/10/2021, § 69; Atilla Yazar ve diğerleri, §145). İtiraz yoluna
başvurma imkânının yer alması mevcut uygulanış şekli itibarıyla tek başına
yeterli olmayıp bu yolun aynı zamanda uygulamada da başarı şansı sunması
gerekmektedir. Doğrudan temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması rejimi ile
ilgili olan bu tür bir muhakemenin yokluğu, müdahalenin dayanağı kuralın
yargılama hukukunun usule ilişkin güvencelerini sağlayamaması anlamına geleceğinden
temel hak ve özgürlüklerin ihlaline yol açacaktır (Atilla Yazar ve diğerleri, §
154). Bu çerçevede daha önce ihlal sonucuna ulaştığı birçok bireysel başvuru
dosyasında (bkz. §§ 18-21) Anayasa Mahkemesi; itiraz makamlarının
başvurucuların iddialarını ve delillerini dikkate almadığına, çatışan
menfaatleri dengelemeye yönelik bir çaba içinde olmadığına, müdahalenin
demokratik toplum düzeninin gereklerine uygunluğunun ve müdahalenin orantılı
olup olmadığının değerlendirilmediğine yönelik kararlar vermiştir. Mevcut
sistemde itiraz mercilerinin mahkeme kararlarına itiraz üzerine verdikleri
kararların dosya üzerinden yeknesak bir şekilde ve çoğu kez sadece şeklî
koşullar yönünden, ilk derece mahkemelerince verilen kararlarda hukuka
aykırılık bulunmadığını ve bu sebeple de itirazın reddedildiğini bildiren bir
cümleden ibaret gerekçelerden oluştuğu görülmüştür (Atilla Yazar ve diğerleri,
§ 155). İtiraz yolunun açık olduğunu düzenleyen bu kural; bu kanun yoluna
başvuranların iddia ve delillerinin dikkate alınmasında, çatışan menfaatlerin
dengelenmesinde, temel hak ve özgürlüklere yapılan müdahalenin demokratik
toplum düzeninin gereklerine uygunluğunun ve ölçülülüğünün belirlenebilmesinde
belirli ve etkili bir denetim yolu öngörmemektedir. Bu durum temel hak ve özgürlüklere
yapılan müdahalelerin giderilmesinde ve kamu gücünü kullananların keyfî
davranışlarının önüne geçilmesinde bireye tanınmış olan yetkili makama başvurma
imkânının sağlanmasını isteme hakkını ihlal etmektedir. Nitekim kuralın anılan
hususları karşılayacak şekilde uygulanamadığı da görülmektedir. Doğrudan temel
hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması rejimi ile ilgili olan bu tür bir
muhakemenin yokluğu etkili başvuru hakkıyla bağdaşmamaktadır. Açıklanan
nedenlerle kural Anayasa’nın 40. maddesine aykırıdır, iptali gerekir.
4. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu'nun 250/15. Maddesinin
Anayasa'nın 13 ve 142. Maddelerine Aykırılığı
Anayasa md. 13 : "Temel hak ve hürriyetler, özlerine
dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere
bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir."
Anayasa md. 142 : "Mahkemelerin kuruluşu, görev ve
yetkileri, işleyişi ve yargılama usulleri kanunla düzenlenir."
Yargılama usulüne ilişkin düzenlemeler kanunla yapılır. Söz
gelimi Ceza Muhakemesi Kanununun yürürlüğe konulmasına ve uygulanmasına ilişkin
esas ve usûlleri belirlemek amacıyla Ceza muhakemesi kanununun yürürlük ve
uygulama şekli hakkında kanun yürürlüğe konulmuştur. Bu Kanun, diğer
kanunlarda, yürürlükten kaldırılan 4.4.1929 tarihli ve 1412 sayılı Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanununa yapılan yollamaları, Ceza Muhakemesi Kanununun
yürürlüğe girmesiyle yürürlükten kaldırılan hükümleri ve bu Kanunun Uygulanması
için diğer kanunlarda yapılan değişiklikleri belirtir ve yürürlüğe
girmesindenönce işlenmiş suçlar hakkında ne şekilde uygulama yapılacağına ve
kesinleşmiş cezaların nasıl infaz edileceğine ilişkin bazı usul hükümlerini
kapsar. Bu Kanunda CMK' hükümlerinin ne şekilde uygulanacağına dair
detaylandırma ve sınırlamalar mevcuttur. Yine Hukuk muhakemeleri kanunu
yönetmeliği yürürlükte ise de bu Yönetmeliğin amacı, adli yargı ilk derece
hukuk mahkemeleri ve bölge adliye mahkemeleri hukuk dairelerinin yargılama ve
yazı işleri hizmetlerinin yürütülmesine dair usul ve esasları düzenlemektir. Bu
Yönetmelik, 12/1/2011 tarihli ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanununun
uygulama alanını, adli yargı ilk derece hukuk mahkemeleri ve bölge adliye
mahkemeleri hukuk dairelerinde tutulacak kayıtlar ile yazı işleri hizmetlerinin
yürütülmesi ve bu işlemlerde UYAP’ın kullanılmasına dair usul ve esasları
kapsar. Bu yönetmelikte HMK hükümlerinin detay veya sınırları düzenlenmiş
değildir. Seri muhakeme usulünün ayrıntılarının yönetmelikte gösterilmiş olması
da doğru değildir ve Anayasa'nın 13. maddesine aykırıdır.
Açıklanan nedenlerle; CMK m. 250’de düzenlenen "Serî
muhakeme usûlü" adlı bir yargılama usulünün varlığının ve buna dair
hükümlerin, âdil yargılanma hakkının alt unsurları olan silâhların eşitliği
ilkesi, çelişmeli muhakeme ilkesi, meram anlatma hakkı, masûmiyet karinesi,
aleyhe delil gösterme yasağı, susma hakkı, kanunî hâkim ilkesi, tarafsız ve
bağımsız mahkeme önünde yargılanma hakkı, şüpheden sanık yararlanır ilkesi,
gerekçeli karar verme anayasal emrini ihlâl ettiği, dolayısıyla âdil yargılanma
hakkına açık bir şekilde aykırı olduğu değerlendirilmekle 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kananu'nun 250. maddesinin 2709 sayılı Anayasa'nın 2, 9, 15/II,
38/IV, 36, 37, 38/IV, 138 ve 140. maddelerine aykırı olması sebebiyle iptali
gerektiği kanaatine varılmıştır.
Gereğinin takdir ve ifası saygıyla arz olunur. ”