ANAYASA MAHKEMESİ BAŞKANLIĞINA
Esas Sayısı : 2021/20
Karar Sayısı : 2022/84
Karar Tarihi : 30/6/2022
R.G. Tarih-Sayısı :
6/9/2022-31945
İTİRAZ YOLUNA BAŞVURAN: Bursa 2. İdare Mahkemesi
İTİRAZIN KONUSU: 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 8.
maddesinin (b) bendine 14/2/2020 tarihli ve 7221 sayılı Kanun’un 6. maddesiyle
eklenen sekizinci paragrafta yer alan “…veya parselasyon planları…”
ibaresinin Anayasa’nın 13., 35., 36. ve 125. maddelerine aykırılığı ileri
sürülerek iptaline karar verilmesi talebidir.
OLAY: Parselasyon uygulamasına ilişkin belediye encümeni
kararının iptali talebiyle açılan davada itiraz konusu kuralın
Anayasa'ya aykırı olduğu kanısına varan Mahkeme, iptali için başvurmuştur.
I. İPTALİ İSTENEN KANUN HÜKMÜ
Kanun’un itiraz konusu kuralın da yer aldığı 8.
maddesinin (b) bendi şöyledir:
“b)
İmar Planları; Nazım İmar Planı ve Uygulama İmar Planından meydana gelir.
Mevcut ise bölge planı ve çevre düzeni plan kararlarına uygunluğu sağlanarak,
belediye sınırları içinde kalan yerlerin nazım ve uygulama imar planları ilgili
belediyelerce yapılır veya yaptırılır. (Ek
cümle:14/2/2020-7221/6 md.) Planlar, plan değişiklikleri ve plan revizyonları; kayıt
altına alınmak ve arşivlenmek üzere Bakanlıkça oluşturulan elektronik ortama
yüklenmek ve aynı sistem üzerinden Plan İşlem Numarası almak zorundadır.
Planlar, belediye meclisince onaylanarak yürürlüğe girer. (Yeniden düzenleme dördüncü cümle: 12/7/2013-6495/73 md.) Bu planlar
onay tarihinden itibaren belediye başkanlığınca tespit edilen ilan yerlerinde
ve ilgili idarelerin internet sayfalarında bir ay süreyle eş zamanlı olarak
ilan edilir. Bir aylık ilan süresi içinde planlara itiraz edilebilir. Belediye
başkanlığınca belediye meclisine gönderilen itirazlar ve planları belediye
meclisi onbeş gün içinde inceleyerek kesin karara bağlar.
Belediye
ve mücavir alan dışında kalan yerlerde yapılacak planlar valilik veya
ilgilisince yapılır veya yaptırılır. Valilikçe uygun görüldüğü takdirde
onaylanarak yürürlüğe girer. (Yeniden
düzenleme üçüncü cümle: 12/7/2013-6495/73 md.) Onay tarihinden itibaren valilikçe tespit edilen ilan
yerinde ve ilgili idarelerin internet sayfalarında bir ay süreyle eş zamanlı
olarak ilan edilir. Bir aylık ilan süresi içinde planlara itiraz edilebilir.
İtirazlar valiliğe yapılır, valilik itirazları ve planları onbeş gün içerisinde
inceleyerek kesin karara bağlar.
(Ek
paragraf:14/2/2020-7221/6 md.) İmar planları ve bu planlardaki
değişikliklerin nerede askıya çıktığına dair bilgilendirme ilanı, askı süresi ile
eş zamanlı olarak ilgili muhtarlıkların panosunda duyurulur. Ayrıca plan
değişikliği hakkında, değişikliğe konu alanda görülebilir bir şekilde en az 2
adet tabela ile 30 gün süreyle bilgilendirme yapılır.
(Ek
paragraf:14/2/2020-7221/6 md.) Kentsel tasarım projeleri uygulama imar planlarıyla
birlikte hazırlanabilir. Bu kentsel tasarım projelerinin uygulamasına ilişkin
usul ve esaslar Bakanlıkça belirlenir.
Onaylanmış
planlarda yapılacak değişiklikler de yukarıdaki usullere tabidir.
Kesinleşen
imar planlarının bir kopyası, Bakanlıkça oluşturulan elektronik ortamdaki
Ulusal Coğrafi Bilgi Sistemi Altyapısı üzerinden, ilgili idaresi tarafından,
arşivlenmek üzere Bakanlığa gönderilir.
İmar
planları alenidir. Bu aleniyeti sağlamak ilgili idarelerin görevidir. Belediye
Başkanlığı ve mülki amirlikler, imar planının tamamını veya bir kısmını
kopyalar veya kitapçıklar haline getirip çoğaltarak tespit edilecek ücret
karşılığında isteyenlere verir.
(Ek
paragraf:14/2/2020-7221/6 md.) Kesinleşen imar planları veya parselasyon
planlarına karşı kesinleşme tarihinden itibaren her halde beş yıl içinde
dava açılabilir.
(Ek
paragraf:14/2/2020-7221/6 md.) İmar planlarında bina yükseklikleri yençok:
serbest olarak belirlenemez.
(Ek
paragraf:14/2/2020-7221/6 md.) Sanayi alanları, ibadethane alanları ve tarımsal amaçlı
silo yapıları hariç olmak üzere mer’i imar planlarında yençok: serbest olarak
belirlenmiş yükseklikler; emsal değerde değişiklik yapılmaksızın çevredeki
mevcut teşekküller ve siluet dikkate alınarak, imar planı değişiklikleri ve
revizyonları yapılmak suretiyle ilgili idare meclis kararı ile belirlenir. Bu
şekilde ilgili idare tarafından belirlenmeyen yükseklikler, maliyetleri döner
sermaye işletmesi gelirlerinden karşılanmak üzere Bakanlıkça belirlenir. Oluşacak
maliyetlerin %100 fazlası ilgili idaresinden tahsil edilir. Bu şekilde tahsil
edilememesi halinde ilgili idarenin 2/7/2008 tarihli ve 5779 sayılı İl Özel
İdarelerine ve Belediyelere Genel Bütçe Vergi Gelirlerinden Pay Verilmesi
Hakkında Kanun gereğince aktarılan paylarından kesilerek tahsil olunur. Tahsil
olunan tutarlar, Bakanlığın döner sermaye işletmesi hesabına gelir olarak
kaydedilir.”
II. İLK İNCELEME
1. Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü hükümleri uyarınca Zühtü
ARSLAN, Hasan Tahsin GÖKCAN, Kadir ÖZKAYA, Engin YILDIRIM, Hicabi DURSUN, Celal
Mümtaz AKINCI, Muammer TOPAL, M. Emin KUZ, Rıdvan GÜLEÇ, Recai AKYEL, Yusuf
Şevki HAKYEMEZ, Yıldız SEFERİNOĞLU, Selahaddin MENTEŞ, Basri BAĞCI ve İrfan
FİDAN’ın katılımlarıyla 3/3/2021 tarihinde yapılan ilk inceleme toplantısında dosyada eksiklik bulunmadığından işin esasının
incelenmesine karar verilmiştir.
III. ESASIN İNCELENMESİ
2.
Başvuru kararı ve ekleri, Raportör Berrak YILMAZ tarafından hazırlanan işin
esasına ilişkin rapor, itiraz konusu kanun hükmü, dayanılan Anayasa kuralları
ve bunların gerekçeleri ile diğer yasama belgeleri okunup incelendikten sonra
gereği görüşülüp düşünüldü:
A. Anlam ve Kapsam
3. 3194
sayılı Kanun’un 15. maddesine göre imar planı bulunan alanlarda, uygulama imar
planına uygun olarak öncelikle parselasyon planının yapılması esastır. İmar
planı bulunan alanlarda ifraz ve tevhit işlemleri, parselasyon planı tescil
edilmiş alanlarda yapılabilir. Parselasyon planı tescil edilmiş yerlerde
yapılacak ifraz veya tevhidin imar planlarına ve imar mevzuatına uygun olması
şarttır.
4. Parselasyon planı 22/2/2020 tarihli ve 31047 sayılı
Resmî Gazete’de yayımlanan Arazi ve Arsa Düzenlemeleri Hakkında Yönetmelik’in
4. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (l) bendinde tanımlanmıştır. Buna göre
parselasyon planı; 3194 sayılı Kanun’un 18. maddesi hükümlerine ve uygulama
imar planına uygun olarak imar parsellerinin oluşturulduğu, parselasyon planı
açıklama raporu, parselasyon paftaları ile tescile esas belgeleri içeren
uygulama dosyası ile bir bütün olan plandır.
5.
Parselasyon planlarının hazırlanması ise anılan Kanun’un 18. maddesinde
düzenlenmiştir. Buna göre imar hududu içinde
bulunan binalı veya binasız arsa ve arazileri malikleri veya diğer hak
sahiplerinin muvafakati aranmaksızın birbirleri ile, yol fazlaları ile, kamu
kurumlarına veya belediyelere ait bulunan yerlerle birleştirmeye, bunları
yeniden imar planına uygun ada veya parsellere ayırmaya, müstakil, hisseli veya
kat mülkiyeti esaslarına göre hak sahiplerine dağıtmaya ve resen tescil
işlemlerini yaptırmaya belediyeler yetkilidir. Sözü edilen yerler belediye ve
mücavir alan dışında ise anılan yetkiler valilikçe kullanılır.
6. Kanun’un 19. maddesine göre imar planlarına göre parselasyon planları yapılıp belediye
ve mücavir alan içinde belediye encümeni, dışında ise il idare kurulunun
onayından sonra yürürlüğe girer. Bu planlar bir ay müddetle ilgili idarede
asılır. Ayrıca mutat vasıtalarla duyurulur. Bu sürenin sonunda kesinleşir.
Tashih edilecek planlar hakkında da aynı usul uygulanır. Kesinleşen parselasyon
planları tescil edilmek üzere tapu dairesine gönderilir. Bu daireler
ilgililerin muvafakati aranmaksızın, sicilleri planlara göre resen tanzim ve
tesis ederler. Bir parsel üzerinde birden fazla bina ve tesisin yapımı
gerektiğinde (Kooperatif evleri, siteler, toplu konut inşaatı gibi) imar
parselasyon planları ifraza gerek kalmadan bu ihtiyacı karşılayacak şekilde
düzenlenir veya değiştirilir ve burada talep hâlinde 23/6/1965 tarihli ve 634
sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu hükümleri uygulanır.
7. 3194 sayılı Kanun’un 8. maddesinin (b) bendinin sekizinci
paragrafında ise kesinleşen imar planları veya parselasyon planlarına karşı
kesinleşme tarihinden itibaren her hâlde beş yıl içinde dava açılabileceği
hüküm altına alınmış olup anılan paragrafta yer alan “…veya parselasyon
planları…” ibaresi itiraz konusu kuralı oluşturmaktadır.
B.
İtirazın Gerekçesi
8. Başvuru
kararında özetle; idari işlemlere karşı açılacak davalar için hak düşürücü
süreler öngörülebilir ise de bunun ölçülü ve temel hak ve özgürlüklerin özüne
dokunmaması gerektiği, mülkiyet hakkına ilişkin idari işlemlere karşı açılacak
davalarda ilgili hak sahibinin bilgisine girmeyen idari işlemler için genel bir
hak düşürücü süre öngörülmesinin mülkiyet hakkına ölçüsüz bir müdahale teşkil
ettiği, ilgili kişinin parselasyon işlemini öğrenemediği durumlarda parselasyon
işleminin kesinleşmesinden itibaren beş yıllık sürenin geçmiş olması nedeniyle
dava hakkını kaybetmesinin mahkemeye erişim hakkını kısıtladığı belirtilerek
kuralın Anayasa’nın 13., 35., 36. ve 125. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
C.
Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
9. Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında “Herkes,
meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı
veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir”
hükmüne yer verilmek suretiyle hak arama özgürlüğü güvence altına alınmıştır.
10. Hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri
mahkemeye erişim hakkıdır. Mahkemeye erişim hakkı, hukuki bir uyuşmazlığın bu
konuda karar verme yetkisine sahip bir mahkeme önüne götürülmesi hakkını da
kapsar. Kişinin uğradığı bir haksızlığa veya zarara karşı kendisini
savunabilmesinin ya da maruz kaldığı haksız bir uygulama veya işleme karşı
haklılığını ileri sürüp kanıtlayabilmesinin, zararını giderebilmesinin en
etkili ve güvenceli yolu yargı mercileri önünde dava hakkını kullanabilmesidir.
11. İtiraz konusu kural, kesinleşen parselasyon
planlarına karşı kesinleşme tarihinden itibaren her hâlde beş yıl içinde dava
açılabileceğini öngörmek suretiyle mahkemeye erişim hakkı yönünden bir sınırlama teşkil etmektedir.
12. Anayasa’nın 13. maddesinde “Temel
hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili
maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir.
Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve
lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz”
denilmektedir. Buna göre mahkemeye erişim hakkına sınırlama getiren
düzenlemelerin kanunla yapılması, Anayasa’nın sözü ile Anayasa’da öngörülen
sınırlama sebebine uygun ve ölçülü olması gerekir.
13. Anayasa’nın anılan maddesi hak ve
özgürlüklerin ancak kanunla sınırlanabileceğini temel bir kural olarak
benimsemiştir. Buna göre mahkemeye erişim hakkına yapılan sınırlamalarda
dikkate alınacak öncelikli ölçüt, sınırlamanın kanunla yapılmasıdır. Ancak
Anayasa Mahkemesinin sıkça vurguladığı gibi temel hakları sınırlayan kanunun
şeklen var olması yeterli olmayıp yasal kuralların keyfîliğe izin vermeyecek
şekilde belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir düzenlemeler niteliğinde olması
gerekir.
14. Esasen temel hakları sınırlayan
kanunun bu niteliklere sahip olması, Anayasa’nın 2. maddesinde güvenceye alınan
hukuk devleti ilkesinin de bir gereğidir. Hukuk devletinin temel unsurlarından
olan hukuki belirlilik ilkesi uyarınca kanuni düzenlemelerin hem
kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer
vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca
kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi gerekir.
Kanunda bulunması gereken bu nitelikler hukuki güvenliğin sağlanması bakımından
da zorunludur. Nitekim hukuki güvenlik ilkesi hukuk normlarının
öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven
duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici
yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar (AYM, E.2015/41, K.2017/98, 4/5/2017, §§
153, 154). Dolayısıyla Anayasa’nın 13. maddesinde sınırlama ölçütü olarak
belirtilen kanunilik, Anayasa’nın 2. maddesinde güvenceye alınan hukuk devleti
ilkesi ışığında yorumlanmalıdır.
15. Kuralda kesinleşen parselasyon planlarına karşı kesinleşme
tarihinden itibaren dava açılabilecek süre herhangi
bir tereddüde yer bırakmayacak biçimde açık ve net olarak düzenlendiği
görüldüğünden kuralın belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir nitelikte olduğu
anlaşılmaktadır. Bu yönüyle kuralın kanunilik şartını taşımadığı söylenemez.
16. Öte yandan mahkemeye erişim hakkına getirilen
sınırlamanın Anayasa’nın 13. maddesi gereğince Anayasa’nın sözüne de uygun
olması gerekir.
17. Anayasa’nın 125. maddesinin üçüncü fıkrasında
“İdarî işlemlere karşı açılacak davalarda süre, yazılı bildirim tarihinden
başlar.” hükmüne yer verilmiştir. Anılan hükümde idari işlemlere karşı açılacak davalarda sürenin yazılı bildirim
tarihinden başlayacağı vurgulanarak ilgilinin hakkında tesis edilen işlemin
içeriğinden haberdar edilmesi ve bu yolla işleme karşı kullanabileceği dava
açma hakkının korunması amaçlanmıştır.
18. Yönetimde açıklık ilkesinin de bir sonucu olan yazılı
bildirimin amacı, ilgilinin hakkında tesis edilen işlem konusunda
bilgilendirilmesidir. Anayasa’nın anılan hükmünde dava açma süresinin yazılı
bildirim tarihinden itibarenden işlemeye başlayacağı belirtilmekle birlikte
yazılı bildirinin yapılış usulüne ilişkin herhangi bir sınırlayıcı hükme yer
verilmemiştir. Elbette asıl olan hakkında idari işlem yapılan her bir kişiye
ayrı ayrı şahsen tebliğ yapılmasıdır. Ancak somut olayın zorunlu olarak
gerektirmesi halinde ve yazılılık ile bildirme unsurlarını
taşımak kaydıyla posta yoluyla şahsen tebliğ dışındaki tebliğ yöntemlerinin de Anayasa’nın
anılan hükmüne aykırılık teşkil etmeyeceğinin kabul edilmesi gerekir.
19. İtiraz konusu kuralda parselasyon planlarına karşı
kesinleşme tarihinden itibaren her hâlde beş yıl içerisinde dava açılabileceği
hükmüne yer verilmiş, 3194 sayılı Kanun’un 19. maddesinin birinci fıkrasında
ise parselasyon planlarının bir ay müddetle ilgili idarede asılacağı ayrıca
mutat vasıtalarla duyurulacağı ve bu sürenin sonunda planın kesinleşeceği
hükmüne yer verilmiştir. Parselasyon planlarının
işin mahiyeti gereği bir veya birden fazla mahalleyi, dolayısıyla
yüzlerce/binlerce kişiyle ilgili olması, kuralın kesinleşme işleminin
parselleme yapılan yerdeki tüm taşınmazların mülkiyetine ilişkin
belirsizliklerin biran önce giderilmesi amacına matuf olması ve kuralda
öngörülen sürenin beş yıl olması karşısında kuralla öngörülen yöntemin
Anayasa’nın 125. maddesinin üçüncü fıkrasında belirtilen hükme aykırı bir
yönünün olmadığı ve bu usülde yazılılık ve bildirme unsurlarının gerçekleşmediğinin
söylenemeyeceği sonucuna ulaşılmıştır. Bu çerçevede kuralın Anayasa’nın sözüne
aykırı bir yönü bulunmamaktadır.
20. Anayasa’nın 36. maddesinde hak arama özgürlüğü için
herhangi bir sınırlama nedeni öngörülmemiş olmakla birlikte bunun hiçbir
şekilde sınırlandırılması mümkün olmayan mutlak bir hak olduğu düşünülemez.
Anayasa Mahkemesi kararlarında, Anayasa'nın başka maddelerinde yer alan hak ve
özgürlükler ile devlete yüklenen ödevlerin özel sınırlama sebebi gösterilmemiş
hak ve özgürlüklere sınır teşkil edebileceği kabul edilmektedir (AYM,
E.2013/95, K.2014/176, 13/11/2014; E.2014/177, K.2015/49, 14/5/2015).
21. Anayasa’nın “Sağlık hizmetleri ve
çevrenin korunması” başlıklı 56. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarında
“Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir./Çevreyi
geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve
vatandaşların ödevidir.” düzenlemeleri yer almaktadır. Buna göre çevrenin
geliştirilmesi, çevre sağlığının korunması ve çevre kirlenmesinin önlenmesine
yönelik tedbirleri almak devletin temel ödevlerindendir. Bu amaçla devlet,
çevrenin korunmasını sağlamak için etkili bir hukuk düzeni oluşturmakla
yükümlüdür (AYM, E.2020/10, K.2020/67, 12/11/2020, § 14;
E.2019/21, K.2020/51, 24/9/2020, § 41).
22. 3194 sayılı Kanun’un 1. maddesinde Kanun’un amacının
yerleşme yerleri ile bu yerlerdeki yapılaşmaların plan, fen, sağlık ve çevre
şartlarına uygun teşekkülünü sağlamak olduğu belirtilmiştir.
23. İtiraz konusu kuralın
“İmar planlarının ve imar uygulamalarının sürüncemede kalmaması, mülkiyet
haklarının kısıtlanmaması ve idari işlemlerin istikrarının sağlanması amacıyla
kesinleşmiş planlara ve parselasyon planlarına karşı kesinleşme tarihinden
itibaren herhalde beş yıl içinde dava açılabilmesi… amaçlanmaktadır.”
biçimindeki gerekçesinden imar planlarının ve imar uygulamalarının sürüncemede
kalmaması, böylece mülkiyet hakkına ilişkin belirsizliklerin ortadan
kaldırılması ve idari işlemlerin istikrarının sağlanması amacıyla anılan
düzenlemenin getirildiği anlaşılmaktadır.
24. Bu bağlamda parselasyon planlarının
işlevi, imar planı bulunan alanlarda parselasyon planı tescil edilmek suretiyle
imar planlarına ve imar mevzuatına uygun ifraz ve tevhit işlemlerinin
yapılmasıdır. İmar mevzuatına uygun söz konusu işlemlerin yapılmasının yerleşme yerlerindeki
yapılaşmaların plan, fen, sağlık ve çevre şartlarına uygun şekilde yapılmasını
sağlamaya yönelik olduğunda kuşku yoktur. Bu bağlamda itiraz konusu kuralın
parselasyon planlarına karşı dava açabilmek için belirli bir süre belirlemek
suretiyle imar planlarının ve imar uygulamalarının sürüncemede kalmayarak imar
mevzuatına uygun inşaatların bir an önce yapılmasını sağlamayı amaçladığı
anlaşılmaktadır. Kuralın şehirlerin daha hızlı bir şekilde imar mevzuatına
uygun olarak ifraz ve tevhit
işlemlerinin yapılarak kişilerin daha sağlıklı ve dengeli bir çevrede
yaşamalarını temine yönelik anayasal anlamda
meşru bir amaca dayalı olarak mahkemeye erişim hakkını sınırladığı
görülmektedir. Ancak sınırlamanın meşru bir amacının bulunması yeterli olmayıp
ölçülü olması da gerekmektedir.
25. Ölçülülük ilkesi elverişlilik, gereklilik
ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. Elverişlilik
öngörülen sınırlamanın ulaşılmak istenen amacı gerçekleştirmeye elverişli
olmasını, gereklilik ulaşılmak istenen amaç bakımından sınırlamanın
zorunlu olmasını diğer bir ifadeyle aynı amaca daha hafif bir sınırlama ile
ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise hakka getirilen
sınırlama ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi
gerekliliğini ifade etmektedir.
26. Parselasyon planlarının kesinleşmesinden
sonra dava açma süresinin uzaması taşınmaz mülkiyetine ilişkin tereddütlerin ve
hukuki belirsizliklerin yaşanmasına neden olabilecektir. Yapılan parselasyon
planlarına karşı dava açma süresinin öngörülmesinin tek bir taşınmazın değil,
parselleme yapılan yerdeki tüm taşınmazların mülkiyetine ilişkin
belirsizlikleri belirli bir süre sonra sona erdirme amacı taşıdığı açıktır. Bu
bağlamda pek çok parseli ilgilendiren parselasyon planlarına karşı dava açmak
için bir süre belirlenmesinin anılan amaca ulaşma yönünden elverişli olmadığı
söylenemez.
27. Kuralda belirtilen
parselasyon planları bir veya birden fazla mahalleyi, dolayısıyla
yüzlerce/binlerce kişiyi ilgilendirebilecektir. Bu türden geniş alanları ve çok
sayıda kişiyi ilgilendiren çalışmalar bakımından her bir kişiye tek tek şahsen
tebligat yapılabilmesi bu çalışmaların sonuçlandırılabilmesini önemli ölçüde
geciktirebilir. Bu nedenle dava açma süresinin parselasyon planlarının
kesinleşme tarihinden itibaren başlamasının yukarıda değinilen sınırlandırma
sebebi bakımından gerekli olduğu da söylenebilir.
28. Parselasyon planlarıyla
mülkten yoksun bırakma sonucuna yol açılmadığı,
bu planların kesinleşebilmesi için bir ay süreyle ilgili idarede asılması ve
mutat vasıtalarla duyurulması gerektiği ve
kesinleşme tarihinden itibaren her hâlde beş yıl içinde dava açılabileceği
dikkate alındığında söz konusu işlemlerin bir an önce sonuçlandırılması için
ihtiyaç duyulan dava açma süresinin başlamasına ilişkin belirlenen usulün dava
açmayı aşırı derecede zorlaştırmadığı da açıktır. Ayrıca taşınmaz
mülkiyetine ilişkin hukuki güvenlik ve istikrar ile kişilerin bir an evvel daha
sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşamalarının temini amacıyla öngörülen beş
yıllık dava açma süresinin kişilerin dava haklarını kullanabilmeleri açısından
kısa ve yetersiz olduğuda ileri sürülemez.
29. Bu
çerçevede kuralla bireyin hakları ile kamu yararı arasındaki makul dengenin
gözetildiği ve kuralın orantısız bir sınırlamaya neden olmadığı anlaşılmıştır.
Dolayısıyla kuralın hak arama özgürlüğü yönünden ölçüsüz bir sınırlama niteliği
taşımadığı sonucuna ulaşılmıştır.
30. Açıklanan nedenlerle kural Anayasa’nın
13. ve 36. maddelerine aykırı değildir. İtirazın reddi gerekir.
Zühtü ARSLAN, Hasan Tahsin GÖKCAN ve Kenan YAŞAR bu
görüşe katılmamışlardır.
Kuralın Anayasa’nın 35. ve 125. maddelerine
aykırı olduğu ileri sürülmüş ise de bu bağlamda belirtilen hususların
Anayasa’nın 13. ve 36. maddeleri yönünden yapılan değerlendirmeler kapsamında
ele alınmış olması nedeniyle Anayasa’nın 35. ve 125. maddeleri yönünden ayrıca
bir inceleme yapılmasına gerek görülmemiştir.
IV. HÜKÜM
3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 8.
maddesinin (b) bendine 14/2/2020 tarihli ve 7221 sayılı Kanun’un 6. maddesiyle
eklenen sekizinci paragrafta yer alan “…veya parselasyon planları…”
ibaresinin Anayasa’ya aykırı olmadığına ve
itirazın REDDİNE, Zühtü ARSLAN, Hasan Tahsin GÖKCAN ile Kenan YAŞAR’ın karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA 30/6/2022 tarihinde
karar verildi.
Başkan
Zühtü ARSLAN
|
Başkanvekili
Hasan Tahsin GÖKCAN
|
Başkanvekili
Kadir ÖZKAYA
|
Üye
Muammer TOPAL
|
Üye
M. Emin KUZ
|
Üye
Rıdvan GÜLEÇ
|
Üye
Recai AKYEL
|
Üye
Yusuf Şevki HAKYEMEZ
|
Üye
Yıldız SEFERİNOĞLU
|
Üye
Selahaddin MENTEŞ
|
Üye
Basri BAĞCI
|
Üye
İrfan FİDAN
|
Üye
Kenan YAŞAR
|
|
|
|
|
KARŞIOY GEREKÇESİ
1. 3194 sayılı İmar
Kanunu’nun 8. maddesinin (b) bendine 14/2/2020 tarihli ve 7221 sayılı Kanun’un
6. maddesiyle eklenen sekizinci paragrafta yer alan “… veya parselasyon
planları…” ibaresinin Anayasa’ya aykırı olmadığına karar verilmiştir.
2. İtiraz konusu
ibarenin de içinde bulunduğu kural uyarınca “Kesinleşen imar planları veya parselasyon planlarına karşı kesinleşme tarihinden itibaren her halde beş yıl
içinde dava açılabilir.”
3. Çoğunluk kararında
da belirtildiği üzere kesinleşen parselasyon planlarına karşı beş yıl
dava açma süresi öngören itiraz konusu ibare mahkemeye erişim hakkına yönelik
bir sınırlama niteliğindedir (§ 11). Kuralın Anayasa’ya aykırı olmaması için
Anayasa’nın 13. maddesinde öngörüldüğü üzere, diğer şartlar yanında,
sınırlamanın meşru bir amacının bulunması ve ölçülü olması gerekmektedir.
4. İtiraz konusu
kuralın, imar planlarına uygun ifraz ve tevhit işlemlerinin yapılmasını
sağlayan parselasyon planlarının sürüncemede bırakılmadan hızlı bir şekilde
uygulanmasını sağlayarak, Anayasa’nın 56. maddesinde güvenceye alınan
bireylerin sağlıklı bir çevrede yaşamalarını temin etme amacıyla mahkemeye
erişim hakkını sınırladığı, dolayısıyla sınırlamanın meşru amacının bulunduğu
söylenebilir (§ 24). Ancak meşru amacın bulunması yeterli olmayıp, söz konusu
sınırlamanın ölçülü olması, başka bir ifadeyle izlenen meşru amaç bakımından
elverişli, gerekli ve orantılı olması da gerekmektedir.
5. Parselasyon
planlarına karşı kesinleşmeden itibaren beş yıl içinde dava açılması
zorunluluğunu getiren kuralın anılan meşru amaç bakımından elverişsiz ve
gereksiz olduğu söylenemez. Ancak dava açma süresinin başlangıcı olan kesinleşmeye
ilişkin hükümlerle birlikte değerlendirildiğinde bu sürenin orantılı olduğunu
söylemek güçtür.
6. 3194 sayılı
Kanun’un 19. maddesinin birinci fıkrasında parselasyon planlarının bir ay
süreyle ilgili idarede asılacağı, ayrıca mutat vasıtalarla duyurulacağı ve bu
sürenin sonunda planın kesinleşeceği öngörülmüştür. Anayasa’nın 125. maddesi
uyarınca “İdari işlemlere karşı açılacak davalarda süre, yazılı bildirim
tarihinden başlar”. Buradaki “bildirim”in
idari işlemin etkilediği kişilerin işlemin içeriğinden haberdar olmasını
sağlayacak mahiyette olması gerektiği izahtan varestedir.
7. Nitekim tam da bu
nedenle, Danıştay’ın parselasyon planlarına ilişkin işlemleri “bireysel
işlem” olarak nitelediği ve davacının parselasyon planını öğrendiği
tarihten itibaren dava açma süresini başlatma eğiliminde olduğu
anlaşılmaktadır. Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’nun yakın tarihli bir
kararında belirttiği üzere, parselasyon işlemlerine karşı “yasal dava açma
süresinin işlemeye başlaması için, bu işlemin, işlem tarihindeki muhatabına
usulüne uygun bir şekilde tebliğ edilmiş olması ya da muhatabın bu işlemi tüm
unsurlarıyla birlikte öğrendiğinin açık ve net bir şekilde ortaya konması
gerekmektedir” (Danıştay İDDK, E. 2021/154, K.2021/1202, 9/6/2021).
8. Anayasa Mahkemesi,
yazılı bildirimin en yaygın yöntemleri olan posta veya memur eliyle tebliğin
dışında ilan yoluyla tebliğin de “muhatabın adresinin bilinmemesi yahut
başkaca sebeplerle tebliğin imkânsızlığının kesin olarak tespit edildiği
noktada” başvurulabilecek bir yöntem olduğuna, bu şartlar altında
Anayasa’nın 125. maddesine aykırı olmayacağına hükmetmiştir (AYM, E.2016/14, K.
2017/170, 13/12/2017, § 29). Mahkeme bu karardan sonra verdiği 2018/113 ve
2020/39 sayılı kararlarında, orman kadastro komisyonunca alınan kararlara
ilişkin tutanak ve haritalar ile arazi toplulaştırması ve tarla içi geliştirme
hizmetleri muhtevasında yapılacak duyuruların askı suretiyle yapılmasını şahsen
tebliğ edilmiş sayan hükümlerini Anayasa’ya uygun bulmuştur. Aynı şekilde
tebligat sonrasında anılan tutanak ve haritalara karşı kesinleşmeden itibaren arazi
toplulaştırması sonuçlarına karşı da tescil tarihinden itibaren on yıl içinde
dava açılabilmesinin de Anayasa’nın 36. maddesine aykırı olmadığına karar
verilmiştir (AYM, E. 2018/33, K. 2018/113, 20/12/2018, § 30; AYM, E. 2018/104,
K. 2020/39, 16/07/2020, § 47).
9. Mahkememiz
toplulaştırma çalışmalarına ilişkin ilanların, “kadastro ve orman kadastrosu
çalışmalarında olduğu gibi bir veya birden fazla köyü ya da mahalleyi,
dolayısıyla yüzlerce/binlerce parseli ve kişiyi ilgilendirebilecek” olduğundan
“her bir kişiye tek tek şahsen tebligat yapılabilmesi bu çalışmaların
sonuçlandırılabilmesini önemli ölçüde geciktirebilir” gerekçesiyle
Anayasa’nın 36. ve 125. maddelerine aykırı olmadığına karar vermiştir (AYM, E.
2018/104, K. 2020/39, 16/07/2020, §§ 47, 50). Böylece Anayasa Mahkemesi, şahsen
tebliğin orman kadastrosu ve toplulaştırma çalışmaları gibi binlerce kişiyi
ilgilendiren, dolayısıyla kitlesel muhatapları olan işlemlerin, tek tek şahsen
tebliğinin anılan çalışmaların sonuçlandırılmasını önemli ölçüde geciktirmesi
karşısında askı suretiyle ve internet sayfalarında ilan etme gibi diğer
yollarla duyurulmasının Anayasa’daki “yazılı olma” ve “bildirme”
şartlarını sağladığını kabul etmiştir.
10. Kuşkusuz, çoğunluk
kararında vurgulandığı üzere, işin mahiyeti gereği bir veya birden fazla
mahalleyi, dolayısıyla binlerce kişiyi ilgilendiren parselasyon planlarına
ilişkin işlemlerin hızlı bir şekilde uygulanması zorunluluğu, bizzat kişiye
yazılı bildirim yönteminden farklı olarak “ilgili idarede asma” ve diğer
mutat yöntemlerin kullanılmasını gerektirebilir. Bununla birlikte, anılan
argümanın parselasyon planlarının idari kesinleşmesi açısından geçerli olduğu,
fakat kişilerin yargı yoluna başvurabilmesi için planların muhataplarına şahsen
tebliğ edilmesinden vazgeçilmesini gerektiren bir zorunluluğun bulunmadığı da
söylenebilir. Başka bir ifadeyle parselasyon planlarının bir ay boyunca ilgili
idarede asılması ve diğer mutat yollarla duyurulması, planların bir an önce
uygulamaya geçirilmesi bakımından gerekli olabilir. Ancak, idari kesinleşme
sürecinde veya kesinleşmeyi müteakip parselasyon planlarının ilgili şahıslara
şahsen tebliğ edilmesini ve dava açma süresini bu tebligattan itibaren
başlatmayı engelleyen bir zorunluluğun bulunduğu söylenemez.
11. Öte yandan, hak
düşürücü sürenin işlemin askı suretiyle ilanını ve diğer mutat yolları müteakip
kesinleşmesinden itibaren başlatılması durumunda, mahkemeye erişim hakkının
ihlal edilmemesi için (a) öngörülen sürenin kişilerin işlemden haberdar
olabilmesini sağlayacak kadar makul olması ve (b) haklı mazeretlerin varlığı
halinde hak düşürücü süreden sonra da dava açılabilmesine imkân sağlanması
gerekir. Anayasa Mahkemesi soybağının reddi davasının herhalde doğumdan
başlayarak beş yıl içinde açılmasını öngören kuralı “bu sürenin haklı
neden olmadan geçmesi halinde dava açma hakkı henüz doğmadan kocanın elinden
alınmak suretiyle kendisine ait olmayan çocuğu sahiplenmek zorunda bırakılmakta”
olduğu gerekçesiyle Anayasa’ya aykırı bularak iptal etmiştir (AYM, E. 2008/30,
K. 2009/796, 25/6/2009).
12. Buna karşılık Türk
Medeni Kanunu’nun 300. maddesinin birinci fıkrasında yer alan tanıyanın dava
hakkının “… herhâlde tanımanın üzerinden beş yıl geçmekle…” düşeceğini
öngören kural, aynı maddenin dördüncü fıkrasındaki “haklı sebep”
durumuyla birlikte değerlendirilerek Anayasa’ya aykırı bulunmamıştır. Mahkeme “meşru
nedenleri olan davacılar açısından beş yıllık mutlak hak düşürücü süre geçse
dahi … dava açma hakkının sona ermediği, gecikmeyi haklı kılan sebeplerin
varlığı hâlinde bu sebeplerin ortadan kalkmasından itibaren ilgililerin dava
açabilmelerinin mümkün olduğu” gerekçesiyle iptal talebini reddetmiştir (AYM, E.2019/102, K.2019/99, 25/12/2019, § 28).
13. İtiraz konusu
kuralda öngörülen hak düşürücü süre, benzer mahiyetteki orman kadastrosu ve
arazi toplulaştırmalarındaki sürenin (10 yıl) yarısıdır. Daha da önemlisi
kuralda haklı sebeplerin varlığı halinde beş yıllık sürenin sona ermesinden
sonra da dava açılabileceğini öngören herhangi bir düzenlemeye yer
verilmemiştir.
14. Bu nedenlerle kişilere
şahsen tebliğ edilmeyen parselasyon planlarına karşı kesinleşme tarihinden
itibaren beş yıl geçtikten sonra dava açılamaması -bu planların
kişilerin mülkiyet hakları üzerindeki etkisi de dikkate alındığında-
muhataplara orantılı olmayan bir külfet yüklemektedir. Dolayısıyla itiraz
konusu kuralla Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan mahkemeye
erişim hakkına getirilen sınırlamanın ölçülü olduğu söylenemez.
15. Açıklanan
gerekçelerle dava konusu kuralın Anayasa’ya aykırı olduğu ve iptal edilmesi
gerektiğini düşündüğümden çoğunluğun red yönündeki kararına katılmıyorum.
KARŞIOY GEREKÇESİ
1. İncelenen kuralda; kesinleşen imar planları veya
parselasyon planlarına karşı kesinleşme tarihinden itibaren her halde beş yıl
içinde dava açılabileceği belirtilmektedir. Başka deyişle imar planı veya
parselasyon planı askı ilanı suretiyle ilan yoluyla tebliğ edilerek öngörülen
bir aylık süre itiraz edilmeden geçer veya itiraz üzerine idarenin incelemesi
sonucunda ret kararı verilerek kesinleşmesinden itibaren 5 yıl geçmişse parsel
sahiplerinin dava açma hakları sona ermektedir.
2. Kurala göre, işleme karşı dava açma hakkı imar veya
parselasyon planının idari kesinliğe ulaştığı tarihte başlamaktadır. Bir idari
işleme karşı dava yoluna başvurulabilmesi için ilgilisinin o işlemden haberdar
olması sağlanmalıdır. Tebligat, gerek hak arama hürriyeti, gerekse adil
yargılanma hakkı kapsamındaki mahkemeye erişim hakkı (AY m. 36) yönünden
oldukça önemli bir usul işlemidir. Tebliğin amacı öğrenmenin sağlanmasıdır.
İdari eylem ve işlemlere karşı bireylerin korunması ve dava hakkının (AY m.
125/1) kullanılabilmesinin ön şartı da usule uygun tebligat yapılmasıdır.
İncelenen maddede planlara ilişkin idari işlemin tebliği için, belediyelerce
belirlenen ilan yerlerinde ve idarenin internet sayfalarında ilan yöntemi
belirlenmiştir. İlan, tebliğ yöntemlerinden biridir. Fakat her durumda
uygulanması olağan görülmesi gereken bir yöntem değildir. Olağan tebliğ yöntemi
ilgiliye doğrudan yazılı veya sözlü bildirimi ifade eden tebliğ ve tefhim
usulleridir. İlgili idari işlemi içeren yazılı metnin muhatabına yazı ile
bildirilmesi tebliğ, sözlü olarak yüzüne karşı açıklanması ise tefhim olarak
ifade edilmektedir.
3. Davaların açılması için öngörülen süre şartı mahkeme
hakkını sınırlamaktadır. Fakat geçmiş iddiaların süresiz olarak ileri
sürülebilmesinin yarattığı sakıncalar (yıllar sonra bu iddiaları cevaplamak
için delil sunmanın zorlukları, hukuki belirsizlik vb.) ve hukuk güvenliği
ilkesi gereği dava ve başvuru sürelerinin sınırlanması gerekli
görülebilmektedir. Bununla birlikte işin mahiyetine göre öngörülen sürenin
ilgili hukuki veya idari işleme karşı dava veya başvuru gibi hak arama
yollarını zorlaştıracak derecede olması, mahkeme hakkının özünü zedeleyebilir.
(AİHM Eşim/Türkiye, No: 59601/09, 17.9.2013, par. 21). Öte yandan davaya temel
olan işlemin öğrenilmesini temin edecek tebliğ işlemi olmaksızın dava
sürelerinin öngörülmesi mahkeme hakkının ve buna bağlı şekilde diğer temel
hakların (örn. mülkiyet, özel yaşama saygı, vb.) sınırlanması anlamına gelecek
ve bu durum hak ihlaline neden olabilecektir. Ayrıca hak arama yollarına
başvurulması veya dava açma hakkının kullanılabilmesi için öngörülen sürelerin,
muhatabın öğrenmesinden itibaren başvuru veya davanın hazırlıklarının
yapılabilmesini sağlayabilecek yeterli ve makul bir süre olması gerekir. Bu
gereklilik Anayasanın 36., 40. ve 125. maddelerinden kaynaklanmaktadır. Hukuk
sistemimiz bakımından bu sürenin yasa koyucu tarafından belirlenmesi gerektiğinden,
sözünü ettiğimiz gerekliliğin yasama organınca dikkate alınması beklenir. İşin
mahiyetine göre dava süresinin yeterli olmaması, mahkeme hakkının ihlal
edilmesine neden olabilir.
4. İncelenen kuralda 5 yıl gibi uzun bir sürenin öngörülmesi
nedeniyle ilk bakışta dava açma hakkı yönünden fazlasıyla yeterli bir sürenin
belirlenmiş olduğu akla gelebilir. Fakat bu düşüncenin hatalı noktası, dava
süresini başlatan ve idari kesinleşme için temel alınan tebliğin olağan
(gerçek) tebliğ yöntemi olmayıp farazi bir tebliğ yöntemi olduğunun gözden
kaçırılmasıdır.
5. İlanen tebliğ yöntemi adli tebligatın düzenlendiği
Tebligat Kanunu ve diğer ilgili kanunlarda da benimsenen bir yöntemdir. Bununla
birlikte anılan düzenlemelerde ilan yöntemine yalnızca olağan tebliğ yöntemine
başvurulmasına karşın (güncel adresin bilinememesi, muhataba ulaşılamaması
gibi) sonuç alınamadığı istisnai durumlarda başvurulmaktadır (örn. bkz. 7201/m.
28). İlanen tebliğde “öğrenme” olgusu kesin olarak değil, varsayımsal
olarak sağlanabilmektedir. Başka deyişle ilanen tebliğ yöntemi esasen farazi
bir öğrenme sağlamakta ve yalnızca fiili nedenlerle zorunluluk dolayısıyla
kabul edilen bir yöntem olmaktadır. Bu nedenle ilanen tebliğ yönteminin
yalnızca zorunlu hallerde tercih edilmesi, bu durumda ise dava süresinin işin
mahiyetine göre belirlenmesi gerekir.
6. İmar düzenlemelerinin bir şehrin tamamı veya bir
kısmındaki taşınmazları kapsaması ve binlerce, hatta ortak mülkiyetlerle
birlikte onbinlerce kişiyi ilgilendirmesi nedeniyle olağan tebliğ yöntemleriyle
sonuç alınmasının güçlüğü bilinmektedir. Bu nedenle yasa koyucu imar
planlarının makul bir süre içinde icra edilebilmesi amacıyla ilan-askı
yöntemiyle tebliğ yöntemini tercih etmiştir. Burada işin mahiyeti gereği bir
zorunluluğun olduğu, ilan yönteminin fiili durumun zorlaması nedeniyle tercih
edildiği kabul edilmelidir. Bu anlamda mahkemeye erişim ve mülkiyet hakkına
yapılan müdahalenin gerekli ve elverişli olduğu söylenmelidir. Gereklilik, bir
toplumsal ihtiyacı göstermekte ise de kural bütünlüğünde idari kesinliğin
ilanen tebliğle sağlanması karşısında müdahalenin orantılılığı tartışmalıdır.
Müdahalede temel hakları daha az kısıtlayan yöntemlerin tercih edilmemesi
orantısızlığa neden olabilir. Gerçekten Tebligat Kanununda adreste
bulunamamanın sonucu olarak uygulanan ilanen tebliğ yönteminden farklı olarak
burada ilan yöntemi doğrudan ve asıl tebliğ yöntemi olarak benimsenmektedir Bu
noktada ilanen tebliğ yönteminin öğrenmeyi tam olarak sağlamadığı, öğrenmenin
normatif ve farazi bir kabule bağlandığı hatırlanmalıdır. Dolayısıyla
müdahalenin orantılı olabilmesi için bu durumu dengeleyecek, öğrenmeyi daha
güvenceli kılacak biçimde süre unsurunun oldukça uzun tutulması gerekir.
7. Günümüzde sosyal hareketlilik çok fazladır. Bir
şehirde doğanların neredeyse önemli bir kısmı aynı şehirde yaşamamakta, hatta
yurt dışında yaşayabilmektedir. Bu nedenle imar planlarında yapılan değişiklik
sonucunda kişinin örneğin kendi arsasının başka bir yere taşındığı veya ortak
parsel haline getirildiği bilgisini öğrenme imkanı kısıtlıdır. Askı ilanı başka
şehirlerde yaşayan kimselerin imar planlarından haberdar olmasını sağlamak için
yeterli olmamaktadır. Bireyler bu bilgiyi zaman içerisinde arsalarıyla ilgili
olarak belediyede resmi işlemler yaptıklarında veya aralıklarla o şehre
geldiklerinde yakın çevresinden duyduklarında öğrenebilmektedir. Bireyler çok
daha uzun bir süre sonra imar değişikliği olduğunu öğrenebilmekte, fakat bu
durumda dava süresi geçtiği için haklarını arama imkanı bulamamaktadır. Bu
bakımdan incelenen kuralda idari kesinleşme ve öğrenme için ilanen tebliğ
yönteminin doğrudan uygulandığı gözetildiğinde beş yıllık dava açma süresi,
imar planıyla kişilerin mahkemeye erişim ve mülkiyet haklarına yapılan müdahalenin
dengelenmesi için yeterli bir süre olarak kabul edilemez. Dolayısıyla kuraldaki
beş yıllık dava açma süresinin ölçüsüz olduğu gözetilerek iptal edilmesine
karar verilmelidir.
|
|
|
|
Başkanvekili
Hasan Tahsin GÖKCAN
|
KARŞIOY GEREKÇESİ
İptale konu kural 3194 sayılı İmar Kanunu’un 8. Maddesi
(b) bendi, parselasyon planlarına karşı kesinleşme tarihinden itibaren her
halde beş yıl içinde dava açılabileceği hükme bağlanmak suretiyle ilgililerin
bu süre sonunda söz konusu işlemlere karşı idari yollara başvurması ve dava
açmaları mümkün olmadığından hak arama hürriyetine ve mülkiyet hakkına yönelik
bir sınırlama içermektedir.
Anayasa’nın 13. maddesinde “Temel hak ve hürriyetler,
özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen
sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar,
Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin
gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” denilmektedir.
Anayasa’nın sözüne uygunluk kriteri çoğunlukla
Anayasa’nın bir temel hak ve hürriyet için ek bir güvence getirdiği durumlarda
söz konusu olmaktadır. Anayasa’nın 125. maddesinin “İdari işlemlere karşı
açılacak davalarda süre, yazılı bildirim tarihinden başlar” şeklindeki üçüncü
fıkrası dava açma sürelerinin başlangıcını özel olarak düzenlemek suretiyle hak
arama hürriyetinin süre yönünden sınırlandırılması kapsamında ek bir güvence
getirmekte ve kanunlarla bu güvencelere istisna getirilmesine imkân
vermemektedir.
Bireylerin hak arayışlarında dava açma sürelerinin
işlemeye başlaması için işlem tarihindeki muhatabına usulüne uygun bir şekilde
tebliğ edilmiş olması ya da muhatabın bu işlemi tüm unsurlarıyla birlikte
öğrendiğinin açık ve net bir şekilde ortaya konulması gerekir.
Anayasa’nın 125. maddesinin üçüncü fıkrası karşısında
parselasyon planlarının bir ay müddetle ilgili idarede asılmasının ve ayrıca
mutat vasıtalarla duyurulması “yazılı bildirim” sayılamaz. Zira Anayasa’nın
öngördüğü bir güvenceye kanunla istisna getirilmesi mümkün değildir.
Anayasa Mahkemesi, 19/9/2019 tarihli ve E.2018/144,
K.2019/72 sayılı kararında, “Elektronik ortamda tebligat, muhatabın
elektronik adresine ulaştığı tarihi izleyen beşinci günün sonunda yapılmış
sayılır.” şeklindeki kuralı Anayasa’nın 125. maddesinin üçüncü fıkrası
yönünden de incelemiş ve elektronik tebligatın bilgilendirme ve belgelendirme
fonksiyonunun mevcut olduğunu belirterek Anayasa’nın 125. maddesi kapsamında
yazılı bildirim niteliği taşıdığı sonucuna varmış, elektronik tebligatın
belgelendirme fonksiyonuna vurgu yapmıştır.
“213 sayılı Kanun kapsamında uygulanması öngörülen
elektronik tebligat sistemini düzenleyen mevzuat hükümleri incelendiğinde
muhatabın vergi dairesince elektronik adresine gönderilen tebliğ evrakına internet
vergi dairesi ve kendisine ait kullanıcı şifresi aracılığıyla erişebileceği,
dolayısıyla hakkındaki idari işlemin içeriğinden yazılı şekilde haberdar
olabileceği anlaşılmaktadır. Bu bakımdan elektronik ortamda yapılan tebligatın
yazılı bilgilendirme fonksiyonunun mevcut olduğu görülmektedir. Öte yandan
tebliğ evrakının muhatabın elektronik adresine hangi tarihte ulaştığının sistem
üzerinden belgelendirilmesi mümkün olduğundan elektronik tebligatın
belgelendirme fonksiyonu da bulunmaktadır. Bu itibarla elektronik tebligatın
kanun koyucu tarafından 213 sayılı Kanun kapsamında uygulanan diğer geleneksel
tebliğ yöntemlerinden ayrı bir yöntem olarak düzenlendiği ve bunlarla aynı
hüküm ve sonuçlara sahip olduğu, diğer tebliğ yöntemlerinde olduğu gibi bilgilendirme
ve belgelendirme fonksiyonunun mevcut olduğu, yalnızca tebligat işleminde
kullanılan araçlar yönünden farklılık arz ettiği gözetildiğinde elektronik
ortamda yapılan tebliğin Anayasa’nın 125. maddesi kapsamında yazılı bildirim
niteliği taşıdığı sonucuna varılmıştır.”
Bununla birlikte Anayasa Mahkemesi 13/12/2017 tarihli ve
E.2016/14, K.2017/170 sayılı kararında;“Aşağıda yazılı hallerde tebliğ ilan
yoluyla yapılır.
1. Muhatabın adresi hiç bilinmezse;
2. Muhatabın bilinen adresi yanlış veya değişmiş olur ve
bu yüzden gönderilmiş olan mektup geri gelirse;
3. Başkaca sebeplerden dolayı posta ile tebliğ
yapılmasına imkan bulunmazsa;
4. Yabancı memleketlerde bulunanlara tebliğ yapılmasına
imkan bulunmazsa.” şeklindeki kuralı
ilan yoluyla tebliğ usulünün yazılı bildirim türleri içinde yer almadığını,
bununla birlikte ilan yoluyla tebliğin yazılı bildirimin imkânsızlığı nedeniyle
bir zorunluluk olarak uygulandığını belirtmek kaydıyla söz konusu kuralların
Anayasa’nın 125. maddesinin üçüncü fıkrasına aykırı olmadığı sonucuna
ulaşmıştır.
Davaya konu kural sayesinde ise idare ilgiliye tebliğ
konusunda hiçbir çabaya girmeden doğrudan ilanen tebliğ yoluna gitmektedir.
Bununla birlikte haklı mazeretlerin varlığı halinde beş
yıllık süre sonunda dava açılabileceğini öngören bir güvenceye yer verilmemesi de
kuralı Anayasaya aykırı kılmaktadır.
Nitekim Anayasa Mahkemesi, kocanın soybağının reddi
davasını herhâlde doğumdan başlayarak beş yıl içinde açmak zorunda olduğunu
belirten kuralı “Kişinin genetik-biyolojik kökeni kendisine ait olmayan
çocuğu reddetme hakkı en temel haklarından biridir. İtiraz konusu ibare ile bu
hak doğumdan itibaren beş yıllık süre ile sınırlandırılmakta ve bu sürenin
haklı neden olmadan geçmesi halinde dava açma hakkı henüz doğmadan kocanın
elinden alınmak suretiyle kendisine ait olmayan çocuğu sahiplenmek zorunda
bırakılmaktadır. Hukuk devleti ilkesi, kocanın temel hak ve hürriyetlerinden
olan genetik-biyolojik kökeni kendisine ait olmayan çocuğu reddetme hakkının
önündeki bu hak ile bağdaşmayan engelleri kaldırmayı da içerir.”
gerekçesiyle Anayasa'nın 2., 5. ve 17. maddelerine aykırı bularak iptal
etmiştir.
İletişimin bu denli kolay hale geldiği bilgi çağında temel
hak ve özgürlükleri korumakla yükümlü devletin yaklaşık yüz yıl önce kurulduğu
tarihteki ilanen tebliğ yolunu doğrudan tercih etmesi yerinde görülemez.
Birçok yasada düzenlendiği üzere ilan yoluyla bildirimin
ancak tebliğe ilişkin mernis adresine tebliğ, elektronik tebligat gibi birkaç
aşama sonrası yapılması Anayasanın 19. Maddesinin ve hukuk devleti olmanın bir
gereğidir.
Yukarıda açıklanan huşular ışığında
kuralın Anayasa’nın 13. ve 125. maddelerine aykırı olması nedeniyle iptal
talebinin reddine dair çoğunluk görüşüne katılmıyorum.