“Davacı SOSYAL GÜVENLİK KURUMU BAŞKANLIĞI tarafından davalı … aleyhine açılan Alacak (Sosyal Güvenlik Hukukundan Kaynaklanan) ilişkin davanın mahkememizde yapılan açık duruşması sonunda verilen 30/06/2020 tarihli ara kararı gereğince;
Anayasanın 152. maddesine göre; bir davaya bakmakta olan mahkeme, uygulanacak bir kanun veya kanun hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasaya aykırı görürse veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa, Anayasa Mahkemesinin bu konuda vereceği karara kadar davayı geri bırakır. Buna göre mahkememizdeki somut davada uygulanacak olan aşağıdaki kanun maddeleri bir bütün halinde uygulandığı şekliyle Anayasa'ya aykırı olduğu kanısına varılmıştır.
Anayasa'ya aykırılık oluşturduğu kanısı ile iptali yönünde değerlendirilmesi talep edilen kanun maddeleri şunlardır;
506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunun 26. maddesi,
818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 332. maddesi,
818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 26. maddesi,
818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 125. maddesi,
818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 128. maddesi.
Belirtilen bu kanun maddeleri iş kazası ve meslek hastalığı sebebiyle Sosyal Güvenlik Kurumu'nun rucuen açmış olduğu alacak davalarında halen uygulanmakta olup, yerleşik Yargıtay uygulamaları doğrultusunda aşağıda izah edileceği üzere pratikte uzunca bir süre, teorikte ise sonsuza dek uygulanmaya devam edilecektir. Dolayısıyla her ne kadar belirtilen kanun maddeleri yürürlükten kaldırılmış olsa da fiiliyatta halen uygulanmaya devam olunmaktadır.
Belirtilen bu kanun maddelerinin Anayasanın 2. maddesinde belirtilen “hukuk devleti” ilkesine ve Anayasanın 36. maddesinde belirtilen “adil yargılanma hakkı” ilkesine aykırı düştüğü aşağıda ayrıntılı olarak izah edilecektir.
Öncelikle Mahkememizde görülmekte olan dava, 21/04/2004 tarihinde gerçekleşen iş kazasında sürekli iş göremez duruma giren sigortalıya bağlanan peşin sermaye değerli gelir, ödenen geçici iş göremezlik ödeneği ve yapılan tedavi masraflarından oluşan Kurum zararının 506 sayılı Kanunun 26. maddesi uyarınca rücuan tahsili talebine ilişkindir.
Mahkememizce; davaya konu kazanın 21/04/2004 tarihinde gerçekleştiği, davaya konu alacağın 10 yıllık zamanaşımı süresi dolduktan sonra istenilmesi ve buna karşılık davalı tarafın zamanaşımı itirazında bulunması karşısında davanın reddine karar verilmiştir.
Fakat mahkememizce verilen bu karar Bölge Adliye Mahkemesi tarafından kaldırılmıştır. Kaldırma gerekçesi ise aynen şu şekildedir; “Davanın yasal dayanağını oluşturan 506 sayılı Kanunun 26. maddesinin birinci fıkrasında işverenin sorumluluğu, ikinci fıkrasında ise üçüncü kişilerin sorumluluğu düzenlenmiştir. Zararlandırıcı sigorta olayında; devlet adına sosyal güvenlik kanunlarını uygulamakla görevli Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı birinci kişi, risklerin gerçekleşmesi halinde sigortalının ya da hak sahiplerinin Kurumdan yardım görmesi için primleri ödeyen işveren ikinci kişi konumundadır. Bunun dışında kalanlar ise üçüncü kişi olarak tanımlanmaktadır.
818 sayılı Borçlar Kanununun 332/1. maddesinde belirtilen işçi - işveren arasındaki akde aykırılık eylemleri ve bu çerçevede maddenin 2. fıkrası gereğince işverenin akde aykırı davranışları (işçi sağlığı ve iş güvenliğinin gerektirdiği önlemlerin alınmaması vs.) sonucu 26/1. maddeyle yapılan ilişkilendirme ile bir bakıma akde aykırı hareketten doğan tazminat davaları hakkındaki hükümlere tabii olmakla; zamanaşımının, işverenler açısından uygulanması gereken Borçlar Kanununun 125. maddesine göre on yıl olduğu belirtilmelidir.
Zamanaşımının başlangıcı konusuna gelince; 506 sayılı Kanunda zamanaşımının (özel olarak) düzenlenmediği düşünüldüğünde; genel hükümler çerçevesinde çözüm arama gereği vardır. Gerçekten de Borçlar Kanunu'nun 128. maddesinde: “Zaman aşımı, alacağın muaccel olduğu zamanda başlar” denilmektedir. Kurum açısından alacak hakkı, bağladığı gelirin yetkili organ tarafından onaylandığı tarihte ödenebilir hale geleceğinden, muacceliyet’in onay tarihi olacağı açıktır. O halde, masraflar için sarf ve ödeme, gelirler için ilk peşin sermaye değerinin başlangıçtaki gelir bağlama onay tarihinde zararın öğrenmiş olacağının ve zamanaşımının bu tarihte başlayacağının kabulü gerekir.
Yukarıda yer alan maddi ve hukuki açıklamalar ışığında, süresinde ileri sürülen zamanaşımı defi nedeniyle mahkemece gelir bağlama kararı ve geçici iş göremezlik ve tedavi gideri belgeleri getirtilerek gelirler yönünden onay, masraflar yönünden sarf ve ödeme tarihinden itibarin 10 yıllık zamanaşımı süresi içinde davanın açılıp açılmadığının değerlendirilmemesi nedeniyle davacı Kurum vekilinin istinaf isteminin 6100 sayılı HMK 353/1-a.6 maddesi uyarınca kabulü ile mahkeme kararının kaldırılmasına karar vermek gerekmiştir.” Yargıtay'ın bu konudaki istikrarlı uygulamaları Kaldırma İlamı ile aynı doğrultudadır.
Yargıtay'ın istikrarlı uygulamaları doğrultusunda fiiliyatta uygulandığı şekliyle; iş kazası ve meslek hastalığı sebebiyle sigortalıya bağlanan peşin sermaye değerli gelir, ödenen geçici iş göremezlik ödeneği ve yapılan tedavi masraflarından oluşan Kurum zararının karşılanması amacıyla açılan davalarda zamanaşımının üst sınır bulunmamaktadır. Şöyle ki zamanaşımı süresinin masraflar için sarf ve ödeme, gelirler için ilk peşin sermaye değerinin başlangıçtaki gelir bağlama onay tarihinde zararın öğrenilmiş olacağının ve zamanaşımının bu tarihte başlayacağı kabul edilmekte olup iş bu görüş iptali yönünde değerlendirme yapılması istenilen kanun maddelerine dayandırılmaktadır.
Kurum hak sahiplerinin iş kazası ve meslek hastalığı sebebiyle Kurumdan hak talep etmeleri ve ödeme almaları için belirlenmiş bir zaman sınırı yoktur. Yani Kurum hak sahipleri örneğin bir iş kazası sebebiyle çok uzun yıllar sonra bile Kurumdan gelir talebinde bulunabilmekte ve hak sahiplerine gelir bağlandığı zaman ise Kurum yapmış olduğu bu masrafları sorumlu gördüğü kişilere rucu yoluna gidebilmektedir. Buna göre Kurum'un yaşanan bir işkazası sebebiyle sorumlu gördüğü kişilere ne zaman dava açacağı hiç belli değildir, dava kazadan bir sene sonra da açılabilir kırk sene sonra da açılabilir, bu tamamen hak sahiplerinin Kurumdan ne zaman hak talep edeceklerine bağlıdır.
Bu şekliyle Kurum, hak sahiplerine yapmış olduğu masraf ve ödemelerin rucu için sorumlu gördüğü kişilere pratikte çok çok uzunca bir süre sonra, teorikte ise ilelebet dava açma ve zamanaşımı defi ile karşılaşmama şansına sahip olacaktır. Bu durum elbetteki Kurum açısından çok olumludur, fakat aynı durum davalı konumundaki kişiler yönünden hukuk ve hakkaniyetle bağdaşmaz. Elimizdeki davadan gidecek olursak, davalı taraf 14 yıl öncesinde yaşanmış bir iş kazası sebebiyle tazminat davası ile karşı karşıya kalmıştır. Ayrıca gerek mahkememizdeki diğer dosyalarda gerekse diğer mahkemelerdeki dosyalarda çok daha önceki yıllara ilişkin açılmış dava dosyaları mevcuttur. (Örneğin yine Mahkememizin 2018/8 Esas sayılı dosyası sigortalı işten çıktıktan 23 yıl sonra açılmıştır.)
Bir kişinin yapmış olduğu veyahut sorumlu tutulduğu bir eylem sebebiyle sonsuza dek davalı olmak riskiyle yaşaması hukuk devleti ve adil yargılanma ilkesi ile bağdaşmaz. Çünkü kişilerin açılan bir davada kendilerini savunabilmek için dava dosyasına delil sunmaları gerekmektedir. Aradan yıllar yıllar geçtikten sonra açılan bir davada savunmayı destekler mahiyette delil bulunabilmesi çoğu zaman mümkün olamayacaktır. Yıllar yıllar sonra açılan bir davada olayı bilen tanıkları bulmak, bulunsa bile tanıkların olayı tam ve doğru hatırlaması güçleşecektir.
İşveren, aradan 30- 40 yıl geçtikten sonra Kurum tarafından açılan bir davada, yaşanan kazanın nasıl gerçekleştiğini, işçisine iş güvenliği eğitimi verdiğini, buna ilişkin kayıtlarını, işçisinin kaza öncesi ve sonrası sağlık durumunu gösteren kayıtları, işyerinin diğer genel kayıtlarını sunamadığı takdirde savunmasını hakkıyla yapamamış olacaktır. Örneğin işveren çalıştırmış olduğu işçisinin özlük dosyasını veyahut işyerine ilişkin diğer kayıtlarını kaç sene saklaması gerekecektir? bu belli değildir, kanun maddelerinin bu şekildeki uygulamasına göre işçisinin özlük dosyasını ve işyerinin diğer kayıtlarını sonsuza dek saklamakla yükümlüdür. Bu ise hukukun ve hayatın mantığına terstir.
Elbette ki Kurumun hak sahiplerine yapmış olduğu masraf ve ödemeleri sorumlu kişilerden isteme hakkı vardır. Ancak bunun net olarak belirlenmiş makul bir süresinin olması şarttır. Ayrıca bu süresinin ne zaman başlayacağı konusu da kesin olarak belirlenmeli, zamanaşımı süresinin başlangıcının ne zaman gerçekleşeceği belli olmayan bir olaya göre değil, herkesin bilebileceği ve kesin olan somut bir duruma göre belirlenmesi gerekmektedir. Buna göre davalı konumunda olabilecek kişilerin kendilerini bu süreye göre ayarlamaları, ellerindeki delilleri bu tarihe kadar muhafaza etmeleri mümkün olabilecektir.
Zamanaşımı süresi hukuki güvenlik ve istikrarın sağlanması amacıyla belirlenmiş olup zamanaşımının olmadığı durumlarda hukuki güvenlik ve istikrar ortadan kalkacaktır. İptali yönünde değerlendirme yapılması istenilen kanun maddelerinde lafzen zamanaşımı öngörülmüşse de zamanaşımı süresinin ne zaman başlayacağı somut bir olaya bağlanmadığından zamanaşımının üst sınırı yoktur. Belirlilik ilkesi gereğince yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması gerekir, bunun aksi durumların hukuki güven ve hukuki belirlilik ilkelerini zedelediği, bu nedenle hukuk devleti ilkelerine aykırı olduğu düşünülmektedir. (Benzer Karar için bakınız; Anayasa Mahkemesinin 2016/198 Esas- 2017/144 Karar sayılı İlamı.)
Açıklanan gerekçelerden ötürü; makul ve belirlenebilir zamanaşımı süresi öngörülmeksizin kişilere karşı dava yolunu açan, bu şekilde kişileri ilelebet davalı olma riskiyle karşı karşıya bırakan 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunun 26. maddesinin, 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 332., 26., 125. ve 128. maddelerinin Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen “hukuk devleti” ilkesine ve Anayasa’nın 36. maddesinde belirtilen “adil yargılanma hakkı” ilkesine aykırı düştüğü açıktır.
GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ:
1- 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunun 26. maddesinin, 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 332., 26., 125. ve 128. maddelerinin Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen “hukuk devleti” ilkesine ve Anayasa’nın 36. maddesinde belirtilen “adil yargılanma hakkı” ilkesine aykırılığı konusunda değerlendirme yapılması ve aykırı bulunduğu takdirde iptal edilmesi için dosyanın bir suretinin Anayasa Mahkemesine gönderilmesine,
2-) Kararın taraf vekillerine tebliğine,
Dosya üzerinde yapılan inceleme neticesinde karar verildi.”
ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı:2020/69
Karar Sayısı:2020/43
Karar Tarihi:10/9/2020
R.G.Tarih-Sayısı:Tebliğ edildi
İTİRAZ YOLUNA BAŞVURAN: Düzce 2. İş Mahkemesi
İTİRAZIN KONUSU: A. 17/7/1964 tarihli ve 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu’nun mülga 26. maddesinin,
B. 22/4/1926 tarihli ve 818 sayılı mülga Borçlar Kanunu’nun 26., 125., 128. ve 332. maddelerinin,
Anayasa’nın 2. ve 36. maddelerine aykırılığı ileri sürülerek iptallerine karar verilmesi talebidir.
OLAY: Maruz kaldığı iş kazası sonucu sürekli iş göremez duruma düşen sigortalıya bağlanan gelir ile yapılan ödemelerin davalı işverenden kusur oranına göre rücuen tahsili talebiyle açılan davada itiraz konusu kuralların Anayasa’ya aykırı olduğu kanısına varan Mahkeme, iptalleri için başvurmuştur.
I. İPTALİ İSTENEN KANUN HÜKÜMLERİ
1. 506 sayılı Kanun’un itiraz konusu mülga 26. maddesi şöyledir:
“İşverenin sorumluluğu:
Madde 26- (Değişik birinci fıkra: 20/6/1987- 3395/2 md.) İş kazası ve meslek hastalığı, işverenin kastı veya işçilerin sağlığını koruma ve iş güvenliği ile ilgili mevzuat hükümlerine aykırı hareketi veyahut suç sayılabilir bir hareketi sonucu olmuşsa, Kurumca sigortalıya veya hak sahibi kimselerine yapılan veya ileride yapılması gerekli bulunan her türlü giderlerin tutarları ile gelir bağlanırsa bu gelirlerinin 22 nci maddede belirtilen tarifeye göre hesaplanacak sermaye değerleri toplamı (…) Kurumca işverene ödettirilir. (Ek cümle:29/7/2003-4958/28 md.) İşçi ve işveren sorumluluğunun tespitinde kaçınılmazlık ilkesi dikkate alınır.
İş kazası veya meslek hastalığı, 3 üncü bir kişinin kasıt veya kusuru yüzünden olmuşsa, Kurumca bütün sigorta yardımları yapılmakla beraber zarara sebep olan 3 üncü kişilere ve şayet kusuru varsa bunları çalıştıranlara Borçlar Kanunu hükümlerine göre rücu edilir.
(Ek: 24/10/1983- 2934/3 md.) Ancak; iş kazası veya meslek hastalıkları sonucu ölümlerde bu Kanun uyarınca hak sahiplerine yapılacak her türlü yardım ve ödemeler için, iş kazası veya meslek hastalığının meydana gelmesinde kasdı veya kusuru bulunup da aynı iş kazası veya meslek hastalığı sonucu ölen sigortalının hak sahiplerine Kurumca rücu edilemez.”
2. Mülga 818 sayılı Kanun’un itiraz konusu;
a. 26. maddesi şöyledir:
“4- İhmal yüzünden hata
Madde 26- Akdin hükmünden kurtulmak için hata ettiğini iddia eden taraf, eğer hata kendi kusurundan ileri gelmiş ise, mukavelenin bu suretle feshinden mütevellit zararı tazmine mecburdur. Fakat diğer taraf hataya vakıf olmuş veya vakıf olması muktazi bulunmuş olduğu takdirde, tazminat lazım gelmez.
Eğer hakkaniyet icabederse hakim, mutazarrır olan tarafın lehinde daha fazla tazminat hükmedebilir.”
b. 125. maddesi şöyledir:
“1- On senelik müruru zaman
Madde 125- Bu kanunda başka suretle hüküm mevcut olmadığı takdirde, her dava on senelik müruru zamana tabidir.”
c. 128. maddesi şöyledir:
“a) Umumiyet itibariyle
Madde 128- Müruru zaman alacağın muaccel olduğu zamandan başlar, alacağın muacceliyeti bir ihbar vukuuna tabi ise müruru zaman bu haberin verilebileceği günden itibaren cereyan eder.”
ç. 332. maddesi şöyledir:
“4- Tedbirler ve mesai mahalleri
Madde 332- İş sahibi, akdin hususi halleri ve işin mahiyeti noktasından hakkaniyet dairesinde kendisinden istenilebileceği derecede çalışmak dolayısıyle maruz kaldığı tehlikelere karşı icabeden tedbirleri ittihaza ve münasip ve sıhhi çalışma mahalleri ile, işçi birlikte ikamet etmekte ise sıhhi yatacak bir yer tedarikine mecburdur.
(Ek : 29/6/1956 - 6763/41 md.) İş sahibinin yukarıki fıkra hükmüne aykırı hareketi neticesinde işçinin ölmesi halinde onun yardımından mahrum kalanların bu yüzden uğradıkları zararlara karşı istiyebilecekleri tazminat dahi akde aykırı hareketten doğan tazminat davaları hakkındaki hükümlere tabi olur.”
II. İLK İNCELEME
1. Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü hükümleri uyarınca yapılan ilk inceleme toplantısında başvuru kararı ve ekleri, Raportör Alparslan KOÇAK tarafından hazırlanan ilk inceleme raporu ve itiraz konusu kanun hükümleri okunup incelendikten sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
2. Anayasa’nın “Anayasaya aykırılığın diğer mahkemelerde ileri sürülmesi” başlıklı 152. maddesinin son fıkrasında “Anayasa Mahkemesinin işin esasına girerek verdiği red kararının Resmî Gazetede yayımlanmasından sonra on yıl geçmedikçe aynı kanun hükmünün Anayasaya aykırılığı iddiasıyla tekrar başvuruda bulunulamaz.” denilmiştir. 6216 sayılı Kanun’un “Başvuruya engel durumlar” başlığını taşıyan 41. maddesinin (1) numaralı fıkrasında da “Mahkemenin işin esasına girerek verdiği ret kararının Resmî Gazetede yayımlanmasından itibaren on yıl geçmedikçe aynı kanun hükmünün Anayasaya aykırılığı iddiasıyla itiraz başvurusu yapılamaz.” hükmüne yer verilmiştir.
3. 506 sayılı Kanun’un mülga 26. maddesinin 3395 sayılı Kanun’un 2. maddesiyle değiştirilen birinci fıkrasına yönelik iptal talebi, Anayasa Mahkemesinin 30/12/2010 tarihli ve E.2008/76, K.2010/122 sayılı kararıyla Anayasa’ya aykırı olmadığı gerekçesiyle esastan reddedilmiş ve bu karar 2/4/2011 tarihli ve 27893 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanmıştır. Anayasa Mahkemesince işin esasına girilerek reddedilen kural hakkında yeni bir başvurunun yapılabilmesi için önceki kararın Resmî Gazete’de yayımlandığı 2/4/2011 tarihinden başlayarak geçmesi gereken on yıllık süre henüz dolmamıştır.
4. Açıklanan nedenle 506 sayılı Kanun’un mülga 26. maddesinin birinci fıkrasına yönelik başvurunun Anayasa’nın 152. maddesinin dördüncü fıkrası ve 6216 sayılı Kanun’un 41. maddesinin (1) numaralı fıkrası gereğince reddi gerekir.
5. Anayasa’nın 152. ve 6216 sayılı Kanun’un 40. maddelerine göre bir davaya bakmakta olan mahkeme, bu dava sebebiyle uygulanacak bir kanunun veya Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin hükümlerini Anayasa’ya aykırı görmesi hâlinde veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varması durumunda bu hükümlerin iptalleri için Anayasa Mahkemesine başvurmaya yetkilidir. Ancak anılan maddeler uyarınca bir mahkemenin Anayasa Mahkemesine başvurabilmesi için elinde yöntemince açılmış ve mahkemenin görevine giren bir davanın bulunması, iptali talep edilen kuralın da o davada uygulanacak olması gerekir. Uygulanacak kural ise bakılmakta olan davanın değişik evrelerinde ortaya çıkan sorunların çözümünde veya davayı sonuçlandırmada olumlu ya da olumsuz yönde etki yapacak nitelikte bulunan kurallardır.
6. İtiraz yoluna başvuran Mahkeme, 506 sayılı Kanun’un mülga 26. maddesinin iptalini talep etmiştir. Anılan maddenin birinci fıkrasında iş kazası ya da meslek hastalığı nedeniyle oluşacak Sosyal Güvenlik Kurumu zararından işverenin sorumluluğu, ikinci fıkrada üçüncü kişinin sorumluluğu, üçüncü fıkrada ise anılan zararın sigortalının hak sahiplerinden rücuen tahsil edilememe hâli düzenlenmiştir.
7. Başvuruya konu olayda bakılmakta olan davanın konusu ise iş kazası nedeniyle sürekli iş göremez duruma düşen sigortalıya bağlanan gelir ve yapılan ödemelerin işverenden rücuen tahsili olup davada üçüncü kişiye veya sigortalının hak sahiplerine yöneltilmiş herhangi bir talep bulunmamaktadır. Bu itibarla 506 sayılı Kanun’un itiraz konusu mülga 26. maddesinin ikinci ve üçüncü fıkralarının bakılmakta olan davada uygulanma imkânı bulunmamaktadır. Açıklanan nedenle bu fıkralara ilişkin başvurunun Mahkemenin yetkisizliği nedeniyle reddi gerekir.
8. 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un “Anayasaya aykırılığın mahkemelerce ileri sürülmesi” başlıklı 40. maddesinde Anayasa Mahkemesine itiraz yoluyla yapılacak başvurularda izlenecek yöntem düzenlenmiştir. Söz konusu maddenin (1) numaralı fıkrasında bir davaya bakmakta olan mahkemenin, bu davada uygulanacak bir kanun veya Cumhurbaşkanlığı kararnamesinin hükümlerini Anayasa’ya aykırı görmesi hâlinde veya taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varması durumunda, bu fıkrada sayılan belgeleri dizi listesine bağlayarak Anayasa Mahkemesine göndereceği belirtilmiş; anılan fıkranın (a) bendinde de “İptali istenen kuralların Anayasanın hangi maddelerine aykırı olduklarını açıklayan gerekçeli başvuru kararının aslı” Anayasa Mahkemesine gönderilecek belgeler arasında sayılmıştır. Söz konusu maddenin (4) numaralı fıkrasında ise açık bir şekilde dayanaktan yoksun veya yöntemine uygun olmayan itiraz başvurularının Anayasa Mahkemesi tarafından esas incelemeye geçilmeksizin gerekçeleriyle reddedileceği hükme bağlanmıştır.
9. İçtüzük’ün 46. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendinde de itiraz yoluna başvuran Mahkemenin gerekçeli kararında, Anayasa’ya aykırılıkları ileri sürülen hükümlerin her birinin Anayasa’nın hangi maddelerine, hangi nedenlerle aykırı olduğunun ayrı ayrı ve gerekçeleriyle birlikte açıkça gösterilmesi gerektiği ifade edilmiştir.
10. Yine İçtüzük’ün 49. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (b) bendinde Anayasa Mahkemesince yapılan ilk incelemede, başvuruda eksikliklerin bulunduğunun tespit edilmesi hâlinde itiraz yoluna ilişkin işlerde esas incelemeye geçilmeksizin başvurunun reddine karar verileceği; (2) numaralı fıkrasında ise anılan (b) bendi uyarınca verilen kararın itiraz yoluna başvuran mahkemenin eksiklikleri tamamlayarak yeniden başvurmasına engel olmadığı belirtilmiştir.
11. Başvuru kararında, mülga 818 sayılı Kanun’un 26., 125., 128. ve 332. maddelerinin iptalleri talep edilmiş ise de anılan maddelerin hangi nedenlerle Anayasa’nın 2. ve 36. maddelerine aykırı oldukları ayrı ayrı ve gerekçeleriyle birlikte açıkça gösterilmemiştir.
12. Açıklanan nedenle 6216 sayılı Kanun’un 40. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendi ile İçtüzük’ün 46. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a) bendine aykırı olduğu anlaşılan ve yukarıda anılan itiraz konusu kurallara yönelik başvurunun, 6216 sayılı Kanun’un 40. maddesinin (4) numaralı fıkrası gereğince yöntemine uygun olmadığından esas incelemeye geçilmeksizin reddi gerekir.
III. HÜKÜM
A. 17/7/1964 tarihli ve 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu’nun mülga 26. maddesinin;
1. Birinci fıkrasına yönelik itiraz başvurusunun, Anayasa’nın 152. maddesinin dördüncü fıkrası ile 30/3/2011 tarihli ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 41. maddesinin (1) numaralı fıkrası gereğince REDDİNE,
2. İkinci ve üçüncü fıkralarının itiraz başvurusunda bulunan Mahkemenin bakmakta olduğu davada uygulanma imkânı bulunmadığından bu fıkralara ilişkin başvurunun Mahkemenin yetkisizliği nedeniyle REDDİNE,
B. Mülga 22/4/1926 tarihli ve 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 26., 125., 128. ve 332. maddelerine ilişkin itiraz başvurusunun 6216 sayılı Kanun’un 40. maddesinin (4) numaralı fıkrası gereğince yöntemine uygun olmadığından, esas incelemeye geçilmeksizin REDDİNE,
10/9/2020 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verildi.
Başkan
Zühtü ARSLAN
Başkanvekili
Hasan Tahsin GÖKCAN
Kadir ÖZKAYA
Üye
Serdar ÖZGÜLDÜR
Burhan ÜSTÜN
Engin YILDIRIM
Hicabi DURSUN
Celal Mümtaz AKINCI
Muammer TOPAL
M. Emin KUZ
Rıdvan GÜLEÇ
Recai AKYEL
Yusuf Şevki HAKYEMEZ
Yıldız SEFERİNOĞLU
Selahaddin MENTEŞ
Basri BAĞCI