Esas Sayısı : 2016/181
Karar Sayısı : 2018/111
“...
1) 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında
Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un 11’nci maddesinde yer alan “(ğ) bendi” ile “merkez
teşkilatına” ibarelerinin Anayasa’ya aykırılığı
Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 11’nci
maddesi ;
“MADDE 11 – 14/7/1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet
Memurları Kanununa ekli (IV) sayılı Makam Tazminatı Cetvelinin 8 inci sırasının
(b) bendi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“b) En az dört yıl süreli yükseköğrenim veren
fakülte veya yüksekokulları bitirmiş ve birinci dereceli kadroya atanmış olmak
kaydıyla, 152 nci maddenin “II- Tazminatlar” kısmının “A- Özel Hizmet Tazminatı”
bölümünün (ğ) bendinde yer alanlardan merkez teşkilatına ait uzman unvanlı
kadrolarda bulunanlar 2.000”
hükmünü taşımaktadır.
Tasarıda söz konusu maddenin gerekçesi;
“666 sayılı Kanun
Hükmünde Kararnamenin 5 inci maddesiyle değiştirilen 657 sayılı Kanununa ekli
(IV) sayılı Makam Tazminatı Cetvelinin 8 inci sırasının (b) bendinin 24/5/2016
tarihli ve 29721 sayılı Resmi Gazetede yayımlanmış olan Anayasa Mahkemesinin
5/5/2016 tarihli ve E.: 2016/34, K.: 2016/30 sayılı Kararı ile anılan düzenlemelerin
666 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin dayanağını oluşturan 6/4/2011 tarihli ve
6223 sayılı Yetki Kanunu kapsamına girmediği gerekçesiyle kısmen iptal edilmesi
ve iptal hükmünün Resmi Gazetede yayımlanmasından başlayarak bir yıl sonra
yürürlüğe girmesine karar verilmiş olması nedeniyle, söz konusu hüküm yeniden
düzenlenmektedir.”
şeklinde açıklanmaktadır.
İptal istemine konu bu madde
ve bu madde ile bağlantılı 77. madde hükmü ile; 657 sayılı Devlet
Memurları Kanununa ekli (IV) sayılı Makam Tazminatı Cetvelinin 8 inci sırasının
(b) bendi ile 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin ek 10 uncu maddesinin
birinci fıkrasının (c) bendi ve aynı ek madde ile söz konusu Kanun Hükmünde
Kararnameye eklenen (III) sayılı Cetvelin (1) numaralı sırası değiştirilmiştir.
375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede kamuda bütün Bakanlıklar ve bağlı
kuruluşları, T.B.M.M., düzenleyici ve denetleyici kurul bünyelerinde çalışan
tüm kamu personelinin olduğu gibi uzman statüsünde görev yapan personelin de ücret
göstergesi ve tazminat göstergesi bakımından özlük hakları düzenlenmiştir.
Söz konusu uzman personel, her bir kurum için
özelleşen isimler altında, o kuruma özgü hizmetlerin görülmesinde uzmanlaşmış,
“kariyer meslek” olarak adlandırılan ve 657 sayılı Yasa’nın 36 ncı maddesinin
“Ortak Hükümler” kısmının A/11 bendinde belirtilmiş ünvanlarda (gelir
uzmanlığı, devlet gelir uzmanlığı, hazine uzmanlığı vb.) görev yapmaktadırlar.
Bu kadroların gerek ihdasında, gerekse mesleğe
alınma ve görev yönetmeliklerinde, merkezde ya da taşrada görev yapmaları
nedeniyle farklılık/özellik arzeden hiçbir husus bulunmamaktadır.
Bahsi geçen uzman personelin tamamı, kendi
yönetmelikleri uyarınca, KPSS-A puanına göre başvuru hakkı elde eden
adaylardan, sınavda başarılı olup mesleğe yardımcı / stajyer olarak girildikten
3 yıl sonra yeterlilik sınavı ile mesleğe alınmaktadırlar.
6745 sayılı Kanun’un 11’inci ve 77’nci maddeleri
ile yapılmak istenen düzenlemeler daha önce 666 sayılı K.H.K’da yapılmak
istenmiş ancak Anayasa Mahkemesi düzenlemenin yetki kanunu çerçevesinde
olmadığı gerekçesi ile iptal etmiştir (05.05.2016, E:2016/34 – K:2016:30).
666 sayılı K.H.K, gerek ilgili düzenlemelerden,
gerekse ihdasında ileri sürülen görüşlerden, anlaşılabileceği üzere, bu
kapsamdaki personelin tamamının özlük haklarını eşitlemek amacıyla
çıkarılmıştır.
Ancak söz konusu K.H.K. da yapılan düzenlemelerden
görüleceği üzere, taşra teşkilatlarında görev yapan uzmanlar bu düzenlemelerden
ayrı tutulmuştur. Bu bazı kadrolarda görev yapan uzmanlar için merkez-taşra
ayrımın ve daha da önemlisi “ayrımın derecesinin” hangi esaslar ortaya
konularak yapılmaya çalışıldığı anlaşılamamaktadır.
İptali istenilen 11’nci madde ile 14/7/1965
tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanununa ekli (IV) sayılı Makam
Tazminatı Cetvelinin 8 inci sırasının (b) bendinde yapılan değişiklikten de görüldüğü
üzere kamuda görev yapan uzmanların tamamı 657 sayılı Kanun’a ekli ek
gösterge cetvelinin maksimum 2200 ek gösterge sağlayan (h) bendinden, 3600 ek
gösterge sağlayan (g) bendi kapsamına alınmış olup, sadece defterdarlık
uzmanları ile gelir uzmanları gibi unvanlar dışarıda tutularak (h) ve (ı) bendinde
bırakılmıştır.
Taşrada görev yapan uzmanlar (gelir uzmanları,
defterdarlık uzmanları gibi) merkez teşkilatlarında görev yapmadıkları
gerekçesiyle, böylesine geniş ve kapsamlı bir düzenlemeden ayrı tutulmuşlardır.
Söz konusu merkez- taşra unvanı farklılığının Maliye Bakanlığına bağlı Gelir
İdaresi Başkanlığı bünyesindeki boyutu örnek olay bazında aşağıda özetlenmeye
çalışılacaktır.
Örneğin; Kadroların düzenlendiği 5345 sayılı Gelir
İdaresi Başkanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun’un 29 uncu
maddesinin ilgili bölümleri aşağıdaki gibidir.
“…Devlet gelir uzmanları, vergi istihbarat
uzmanları ve gelir uzmanları; en az dört yıllık lisans eğitimi veren hukuk,
siyasal bilgiler, iktisat, işletme, iktisadi ve idari bilimler fakülteleri ve
mühendislik fakültelerinin lisans bölümleri ile matematik ve istatistik lisans
bölümlerinden mezun olanlar arasından yapılacak özel yarışma sınavı sonucuna göre
mesleğe Devlet gelir uzman yardımcısı, vergi istihbarat uzman yardımcısı ve
gelir uzman yardımcısı olarak alınırlar. Bunlar en az üç yıl çalışmak ve olumlu
sicil almak kaydıyla yeterlik sınavına girmeye hak kazanırlarYapılacak yeterlik
sınavında başarılı olanlar durumlarına uygun devlet gelir uzmanlığı, gelir
uzmanlığı veya vergi istihbarat uzmanlığına, başarılı olamayanlar ise
derecelerine uygun memur kadrosuna atanırlar.(***) Bunların mesleğe alınmaları
ve yeterlik sınavları ile çalışma usul ve esasları yönetmelikle düzenlenir….”
Ünvanlar için çıkarılan yönetmelikler de, birkaç
küçük detay hariç neredeyse birbirinin kopyası durumundadır. 26.12.2009 tarih
ve 27444 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Gelir İdaresi Başkanlığı Gelir
Uzmanlığı Yönetmeliği ile 25.12.1994 22152 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan
Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü (sonradan Gelir İdaresi Başkanlığına
dönüşmüştür) Devlet Gelir Uzmanlığı Görev, Çalışma ve Atanma Yönetmeliğinde
belirtilen görev tanımları, hatta mesleğe giriş sınavındaki sınav konuları bile
birbirinin aynısıdır.
İki ünvanın tek farkı, uygulamada devlet gelir
uzmanlığının merkez teşkilatında, gelir uzmanlığının taşra teşkilatında
görevlendirilmesidir. Ünvanların ihdasında merkez taşra ayrımı yoktur. Hatta
2004 senesine kadar yapılan sınavlarda gelir uzmanlığı ve devlet gelir
uzmanlığı sınavı tek sınavla yapılmış olup, sadece mülakat aşamasında talepler
de değerlendirilerek dağıtım yapılmıştır. Puanların düşük/yüksek olmasına bile
bakılmamıştır.
Bunun yanında, 10.07.2011 tarih ve 27990 sayılı
Resmi Gazetede yayımlanan 646 sayılı K.H.K.’nin geçici 13.maddesinde yer alan
“Bu Kanun Hükmünde Kararnamenin yürürlüğe girdiği tarihte Gelir Politikaları
Genel Müdürlüğünde çalışmakta olup Devlet Gelir Uzmanı ve Gelir Uzmanı kadrolarında
bulunanlardan talep edenler, mesleğe özel yarışma sınavı ile girmiş ve yeterlik
sınavıyla bulundukları kadrolara atanmış olmaları kaydıyla, kadro ve ihtiyaç
durumuna göre 31.12.2011 tarihine kadar Devlet Gelir Politikaları Uzmanı olarak
atanabilirler.” hükmüne istinaden Gelir Politikaları Genel Müdürlüğünde geçici
görevle çalışan gelir uzmanları “devlet gelir politikaları uzmanı” olarak
atanmış, daha sonra devlet gelir politikaları uzmanları da maliye uzmanı adı
altında 666 sayılı K.H.K.’nin yukarıda belirtilen hükümleri kapsamına dahil
edilmiştir. Başka bir anlatımla Gelir Politikaları Genel Müdürlüğünde geçici
görevle çalışan gelir uzmanları, ünvanları değiştirilerek ve kadroları merkeze
alınarak 666 sayılı K.H.K. kapsamına dahil edildiği halde, diğer gelir
uzmanları kadroları taşrada olduğu gerekçesiyle kapsam dışı bırakılmıştır. Aynı
unvan altında çalışan uzmanlar için öngörülen bu farklı uygulama bile tek
başına 666 sayılı K.H.K.’nın temelini oluşturan merkez – taşra ayrımının ne
kadar haksız ve dayanaktan yoksun olduğunu göstermektedir.
Diğer kriterler ve işlevler aynı iken, sadece
görev yapılan birimin (dava konusu olayda merkez – taşra ayrımının) özlük
haklarını değiştirmesinin eşitlik ilkesine aykırılık teşkil ettiği, Anayasa
Mahkemesi’nin (20.03.2008, E:2006/109 – K:2008/82)sayılı kararında tekrar
vurgulanmıştır. Kararın ilgili bölümleri aşağıdaki gibidir :
“…Dosyanın incelenmesinden, kadrosu Maliye
Bakanlığı'na ait olmayan ancak görev yaptığı döner sermaye saymanlığına Maliye
Bakanlığı oluru ile atanan ve izin, sicil, terfi gibi özlük işlemleri adı geçen
Bakanlıkça yapılan, 213 sayılı Yasanın Ek 13. maddesi uyarınca Maliye Bakanlığı
personeline yapılan ek ödemeden yararlandırılmakta olan davacının 213 sayılı
Yasanın Ek 13. maddesinde 5234 sayılı Yasa ile yapılan değişiklik üzerine
yeniden düzenlenen ve 2.11.2004 tarihli Maliye Bakanlığı oluru ile yürürlüğe
konulan Maliye Bakanlığı Personeline Yapılacak Ek Ödemeye İlişkin Usul ve
Esaslardaki hükümler sonucu kadrosunun Maliye Bakanlığında olmaması nedeniyle
söz konusu ek ödemeden 15.1.2005 tarihinden itibaren yararlandırılmayacağının
bildirilmesi üzerine bakılan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Kadrosu Maliye Bakanlığında bulunmayan ve 213
sayılı Yasanın değişiklikten önceki Ek 13. maddesi hükmü uyarınca Maliye
Bakanlığı Personeline ödenmekte olan ek ödemenin yararlandırılan döner sermaye
saymanları 5234 sayılı Yasa ile ek ödeme kapsamı dışında bırakılmıştır.
Anayasanın 10. maddesinde; herkesin, dil, ırk,
renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu vurgulanmıştır.
Eşitlik ilkesi ile birbirleriyle aynı durumda olanlara aynı kuralların
uygulanmasının sağlanması amaçlanmıştır. Bu itibarla aynı hukuksal durumda olanlar
için yapılan farklı düzenlemeler Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırılık
oluşturmaktadır.
178 sayılı Maliye Bakanlığının Teşkilat ve
Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 11. maddesinin (a) bendinde,
genel bütçeli daireler nezdindeki merkez saymanlıkları, askeri ve mülki tüm
nakit saymanlıkları, genel ve katma bütçeli kurum saymanlıkları, kadroları
Bakanlıkta olan döner sermaye ve fon saymanlıklarının Muhasebat Genel
Müdürlüğüne bağlı olduğu belirtilmiştir.
Bu durumda, kadroları kendi kurumlarında
bulunmakla birlikte döner sermaye saymanlığına Maliye Bakanlığınca atanan ve
sicil, terfi izin gibi özlük işleri aynı Bakanlıkça yapılan, her mali yıl ya da
hesap dönemi sonunda Sayıştay'a hesap veren ve kusursuz sorumluluk esasına göre
sorumlu olan kadrosu Maliye Bakanlığında bulunan döner sermaye saymanları gibi
aynı unvan, görev, yetki ve sorumluluklara sahip olan döner sermaye
saymanlarının 213 sayılı Yasanın ek 13. maddesinin 4. fıkrasının (a) bendinde
5234 sayılı Yasanın 5. maddesi ile yapılan değişiklikle sadece kadro ölçütünden
hareketle aynı yerde görev yapan kadrosu Maliye Bakanlığında olan döner sermaye
saymanlarına yapılan ek ödemeden yararlandırılmamalarının Anayasanın 10.
maddesindeki eşitlik ilkesine aykırı olduğu sonucuna ulaşılmıştır.”
Önce 666 sayılı K.H.K. ile görev tanımı, mesleğe
giriş, sorumluluk, mesleki risk vb. hususlar göz önüne alınmaksızın kamuda
çalışan bütün uzmanları kapsayıcı çok genel bir düzenleme yapılmaya çalışılmış,
maaş + tazminat, ek gösterge ve makam tazminatı yönünden haklar sağlanmış,
ancak kadroları taşra teşkilatında olan gelir uzmanları ve defterdarlık
uzmanları (geçici görevle merkezde çalışanlar dahil) sadece taşra teşkilatında
bulunmaları nedeniyle kapsam dışında bırakılmıştır. Yapılan düzenlemede eşitlik
ilkesinin ihlali söz konusudur.
Ancak bu eşitsizliğin giderilmesi tüm kamu
kurumlarının taşra kadrolarında çalışan müdür, müdür yardımcısı, şef vb
kadrolarda çalışan personelin aylıklarında tümden dengeyi ve hiyerarşiyi
kollayan kapsamlı bir ücret rejimi değişimi ile mümkün bulunmaktadır. Aksi bir
sonuç taşra personeli arasında daha çarpık ücret düzeylerinin çıkmasına sebep
olabilir.
Anayasa’nın 2. maddesinde “hukuk devleti” ilkesine
yer verilmiştir. Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti, eylem ve işlemleri
hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı
sayıp yargı denetimine açık olan devlettir.
Kanunların kamu yararının
sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve
hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bir kuralın
kamu yararı dışında saklı bir amacı gerçekleştirmek amacıyla konulduğu
durumlarda yetki saptırması durumu ve giderek kuralın amaç açısından sakatlığı
ortaya çıkar.
Diğer taraftan, Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan
hukuk devletinin temel ilkelerinden biri 'belirlilik'tir. Bu ilkeye göre, yasal
düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve
kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması
gereklidir.
Kanunların genelliği ve kanun önünde eşitlik,
hukuk devletinde ön planda olan fert için bir güvence teşkil eder. Benzer
nitelikte olan meselelerin aynı şekilde çözümlenmesine “kanunların genelliği”
ilkesi adı verilir bir başka deyişle bir kanunun uygulama alanı içerisinde kalan
herkese uygulanabilmesine denir.Kanunların genel olması hukuk devletinin de
gereğidir. Kanunların, ilke olarak genel ve nesnel nitelikte olmaları gerekir.
Kanunların genelliği olarak adlandırılan bu ilke, hukuk devleti ve kanun önünde
eşitlik ilkelerinin bir sonucu olarak kabul edilmektedir. Kanunun genelliği,
onun belli bir kişiyi hedef almayan, özel, aktüel, geçici bir durumu gözetmeyen
fakat önceden saptanmış olup, soyut şekilde, uygulanabileceği bütün kişilere
hitap eden hükümler içermesi demektir. Kanun, genel hukuk kuralları koymalı,
kişiye özel hükümler içermemelidir.
Eşitlik ise kanunların genelliğinin teminatıdır.
Anayasanın 10. maddesine göre ”Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi
düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım
gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa
imtiyaz tanınamaz.Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun
önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.
Hukuk devleti hukukun üstünlüğü temeli üzerine
kurulmuştur.Bu nedenle her türlü ayrıcalığı reddeder.Anayasa Mahkemesi pek çok
kararında kanun önünde eşitlik kavramına değinmiş ve bu konuyu
açıklamıştır.Anayasa Mahkemesi’nin bir çok kararında da belirtildiği gibi
Anayasa bir tek kişiye veya kimi topluluklara aynı durumda bulunan
vatandaşlardan daha çok veya daha geniş hak ve yetkiler tanınmasını eşitlik
ilkesine aykırı bulmuştur.
Anayasa Mahkemesinin 10.07.2013 tarih ve 2012/104
Esas sayılı, 2013/87 Karar sayılı Kararında;”… , Anayasa’nın 10. maddesinde,
“Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep
ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir
kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” denilmiştir. Bu maddede
yer verilen eşitlik ilkesi hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur.
Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin
amacı, aynı durumda bulunan kişilerin kanunlar karşısında aynı işleme bağlı
tutulmalarını sağlamak, haklı bir nedene dayanmayan ayrım yapılmasını ve
ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve
topluluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun karşısında eşitliğin ihlali
yasaklanmıştır…Kanunlar, eşitlik ilkesine uygun bir şekilde, aynı veya benzer
durumda bulunanlar için haklarda ve ödevlerde, yararlarda ve yükümlülüklerde,
yetkilerde ve sorumluluklarda, fırsatlarda ve hizmetlerde eşit davranılmasını
sağlayacak kurallar içermelidir.” denilmektedir.
Anayasanın “Ücrette adaletin sağlanması başlıklı
”55’nci maddesinde de;
“Ücret emeğin karşılığıdır. Devlet, çalışanların
yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal
yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri alır.Asgarî ücretin
tespitinde çalışanların geçim şartları ile ülkenin ekonomik durumu da gözönünde
bulundurulur.”
hükmü yer almaktadır. Çalışma usul ve esasları,
mesleğe alınmaları, yeterlilik sınavları ve meslekte yükselmeleri aynı usule
tabi tutulan “uzman” kadrosu adı altında kamuda istihdam edilenler arasında
bunların “merkez” veya “taşra”da görev yapmalarına göre ücret farklılığı
yaratılması Anayasa’nın 55. Madde hükmüne aykırı bulunmaktadır.
Anayasa’nın 123. maddesinde ;
“İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve
kanunla düzenlenir. İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve
yerinden yönetim esaslarına dayanır…”
hükmü yer almaktadır
İdarenin bütünlüğü ilkesine göre, Devlet örgütü
yapısı ve işlevi ile bir bütündür. Bakanlık ve bağlı kurumların merkez ve taşra
teşkilatları, Devlet Tüzel Kişiliği altında yer almaktadır. Merkez ve taşra
ayrımı bir “nitelik” ve “görev” ayrımı değil, görevin ifa edildiği yer
bakımından yapılan bir ayrımdır. Sadece personelin görev yaptığı idari
birimleri belirtmektedir. Devlet işlevi ve hizmeti bakımından bir bütün
olduğundan, “taşra görevi” diye farklı bir görev, “taşra teşkilatı” diye ayrı
bir idare bulunmamaktadır.
Bu nedenle 11’inci madde hükmü ile 14/7/1965 tarihli ve
657 sayılı Devlet Memurları Kanununa ekli (IV) sayılı Makam Tazminatı Cetvelinin
8 inci sırasının (b) bendinde değişiklik yapan hükümlerden 11. maddenin 2 nci
fıkrasında yer alan “(ğ) bendi…..” ve “merkez teşkilatına” ibareleri Anayasanın 2’nci. maddesinde
ifadesini bulan “hukuk devleti”, 10’’uncu maddesinde ifadesini bulan “kanun
önünde eşitlik” ilkesine, “Ücrette adaletin sağlanması” başlıklı
”55’nci maddesine
aykırılık teşkil etmektedir.
2) 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında
Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un 12’nci maddesinin Anayasaya aykırılığı
Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 12’nci
maddesi ;
“Madde 12- 20/7/1966 tarihli ve 775 sayılı
Gecekondu Kanununa aşağıdaki geçici madde ilave edilmiştir.
“GEÇİCİ MADDE 10- Gaziantep ili, Şahinbey ilçesi
sınırları içerisinde bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce bu Kanuna göre
ilgili idarelerce yapılan arsa veya konut tahsis işleminin
gerçekleştirilememesi hâlinde; arsa veya konut tahsisi için ödenen bedeller,
ilgili idarece yapılacak tebligatı müteakip en geç üç ay içerisinde, ödeme
gününden itibaren hesaplanacak kanuni faizi ile birlikte hak sahiplerine veya
kanuni mirasçılarına ödenir. Hak sahipleri bunun dışında ilgili idareden
herhangi bir hak, bedel ve tazminat talebinde bulunamazlar.
Bu maddenin birinci fıkrası hükmü; bu maddenin
yürürlüğe girdiği tarihten önce hak sahipleri tarafından, ilgili idarelerce
yapılan arsa veya konut tahsis işleminin gerçekleştirilememesi nedenleriyle
arsa veya konutların adlarına tescili, bedel veya tazminat ve benzeri
taleplerle açılan ve henüz kesinleşmeyen her türlü davada da uygulanır. Bu
hükmün mahkemelerce uygulanması nedeniyle reddedilen davaların yargılama
giderleri davalı idare tarafından ödenir. Bu madde kapsamında kalan davalarda
mahkeme harçları ile her türlü vekâlet ücreti maktu olarak belirlenir.”
hükmünü taşımaktadır.
Söz konusu kanun maddesinin tasarıda yer alan
gerekçesinde;
“Gaziantep İli, Şahinbey İlçesi sınırları
içerisinde maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce 775 sayılı Kanuna göre
ilgili idarelerce yapılan arsa veya konut tahsis işlemlerinin
gerçekleştirilmesi çeşitli sebeplerle fiilen imkansız hale gelmiştir.
775 sayılı Kanunda; belirtilen şartlara uymayanlara
tahsis edilen arsa veya konutların hiçbir hüküm alınmasına lüzum kalınmaksızın
geri alınacağına ilişkin düzenlemelere yer verilmesine rağmen, bu durumda,
adına arsa veya konut tahsis edilen hak sahipleri tarafından ilgili idarelere
ödenen bedellerin nasıl ve ne şekilde ilgililerine ödeneceğine ilişkin
düzenlemeye yer verilmediği gibi ilgili idarelerce yapılan arsa veya konut
tahsis işleminin gerçekleştirilememesi halinde, yine hak sahipleri tarafından
ilgili idarelere ödenen bedellerin nasıl ve ne şekilde ilgililerine ödeneceğine
ilişkin düzenlemeye yer verilmemiştir.
Bu nedenle hak sahipleri tarafından ilgili
idareler aleyhine tescil, ödenen bedellerin tahsili ve tazminat davaları
açılmakta, açılan bu davalarda ise mahkemelerce birbirinden farklı kararlar
verilmektedir. Bu durum hem hak sahiplerinin mahkemelerde uğraşarak mağduriyet
yaşamalarına, hem yargının yükünün gereksiz yere artmasına, hem de ilgili
idarelerin mağdur olmalarına ve öngörülemeyen maddi yük altında kalmalarına
sebebiyet vermektedir.
Madde ile Gaziantep İli, Şahinbey İlçesi sınırları
içerisinde maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce adına arsa veya konut
tahsisi yapılanlar tarafından, ilgili idarelerce yapılan arsa veya konut tahsis
işleminin gerçekleştirilememesi nedenleriyle arsaların veya konutların adlarına
tescili, bedel veya tazminat ve benzeri taleplerle açılan ve henüz
kesinleşmeyen her türlü davalarda da uygulanmasına yönelik geçiş hükümlerinin
düzenlenmesi, bu meyanda, hak sahibi vatandaşlarımızın ve ilgili idarelerin mağdur
olmaması için de bu hükmün mahkemelerce uygulanması nedeniyle reddedilen
davaların yargılama giderlerinin davalı idare tarafından ödenmesi ve yine bu
madde kapsamında kalan davalarda mahkeme harçları ile her türlü vekalet
ücretlerinin maktu olarak belirlenmesi amaçlanmıştır.”
denilmektedir.
775 sayılı Gecekondu Kanununa Geçici 10’uncu
maddenin eklenmesini öngören söz konusu 12’nci madde ile; Gaziantep İli
Şahinbey İlçesinde Belediye tarafından 775 sayılı Gecekondu Kanunu hükümleri çerçevesinde
karar verilen arsa tahsis veya satış işlemlerinden bilahare ilgili belediyenin
vazgeçmesi üzerine gerçekleştirilmesi fiilen imkansız hale gelen arsa ve konut
tahsis veya satış işlemleri nedeniyle adına arsa veya konut tahsis edilen hak
sahipleri tarafından ilgili idarelere daha önceden ödenen bedellerin nasıl ve
ne şekilde ilgililerine geri ödeneceğine ilişkin düzenleme yapılmaya
çalışılmaktadır.
Söz konusu maddede yer alan düzenlemeye göre; “arsa
veya konut tahsisi için ödenen bedellerin, ilgili idarece yapılacak tebligatı
müteakip en geç üç ay içerisinde, ödeme gününden itibaren hesaplanacak kanuni
faizi ile birlikte hak sahiplerine veya kanuni mirasçılarına ödeneceği, hak
sahipleri bunun dışında ilgili idareden herhangi bir hak, bedel ve tazminat
talebinde bulunamayacağı” hüküm altına alınmaktadır.
Yine söz konusu madde; maddenin yürürlüğe girdiği
tarihten önce adına arsa veya konut tahsisi yapılanlar tarafından, ilgili
idarelerce yapılan arsa veya konut tahsis işleminin gerçekleştirilememesi
nedenleriyle arsaların veya konutların adlarına tescili, bedel veya tazminat ve
benzeri taleplerle açılan ve henüz kesinleşmeyen her türlü davalarda da uygulanacak
bir takım düzenlenmeleri de kapsamakta, reddedilen davaların yargılama
giderlerinin davalı idare tarafından ödenmesine ve yine bu madde kapsamında
kalan davalarda mahkeme harçları ile her türlü vekalet ücretlerinin maktu
olarak belirlenmesine yönelik hükümler içermektedir.
Mevcut gecekonduların ıslahı, tasfiyesi, yeniden
gecekondu yapımının önlenmesi ve bu amaçlarla alınması gereken tedbirlerle
ilgili olarak yürürlüğe konulan 775 sayılı Gecekondu Kanunu’nun;
-“Arsaların hangi amaçla kullanılabileceği” başlıklı
7’nci maddesinde; ”Belediyelerin mülkiyetinde bulunan ve bundan sonra bu kanuna
göre mülkiyetine geçecek olan arazi ve arsalardan, belediye meclisi kararı ile
belli edilip, Toplu Konut İdaresi Başkanlığınca uygun görülenler, bu kanun
hükümleri dairesinde konut yapımına ayrılır. Toplu Konut İdaresi Başkanlığı,
belediye meclislerince tesbit edilen yerleri redde, aynen veya değiştirerek onaylamaya
veya değiştirilmek üzere geri göndermeye yetkili olduğu gibi, teklif edilenler
dışında lüzumlu gördüğü yerlerin de bu maksada ayrılmasını belediyelerden
istiyebilir”,
-8‘nci maddesinde;”Bu kanun gereğince belediyelere
devrolunan arazi ve arsalardan, şehir ve kasabaların ticari, iktisadi, sınai
faaliyet merkezlerinde veya kesif iş bölgelerinde bulunan, bu ve sair
sebeplerle alım-satım değerleri yüksek veya imar planlarına göre belirli bir
kamu hizmetine ayrılmamış olan veya ucuz konut yaptırılması uygun
görülmiyenler, belediye meclisi kararı ve Toplu Konut İdaresi Başkanlığının
tasvibi halinde, belediyelerce, karşılığı bu kanunda belirtilen amaçlarda
kullanılmak üzere 12 nci madde ile kurulan fon hesabına yatırılmak şartiyle ve
yönetmelik esaslarına göre kiraya verilebilir veya satılabilir veya başka şekil
ve surette kıymetlendirilebilir “,
-“Arsa tahsisi şart ve şekiller”i başlıklı 25’inci
maddesinde; “7 nci madde gereğince tesbit olunan önleme bölgelerindeki arsalar,
öncelikle gecekonduların ıslahı ve tasfiyesi sebepleriyle açıkta kalacaklara ve
diğer konutsuz vatandaşlara verilir. Bu arsalardan, ıslah ve tasfiye
bölgelerinde bulunan diğer yapı sahiplerinden yapısının tasfiyesini istiyenler
de faydalanabilirler. Her ne sebeple olursa olsun, bu kanun hükümlerince arsa
tahsis edilecek kimselerin, yoksul veya dar gelirli olması, kendisinin veya
eşinin veya ergin olmıyan çocuğunun herhangi bir belediye sınırı içinde ev
yapmaya müsait arsaya veya her hangi bir yerde bir ev veya apartmanın ayrı bir
dairesine karşılık olan payına sahip bulunmaması şarttır. Kimlerin yoksul ve
dar gelirli sayılacağı, kendisine arsa tahsis edileceklerin öncelik sırası ve
yukarda sözü geçen diğer hususların esasları yönetmelikte belirtilir.”,
-26’ncı maddesinde ise; “25 inci maddede sözü
geçen arsalar yönetmelikte belirtilen şekil ve esaslar dahilinde ve tespit
olunacak bedellerle kendilerine arsa verilmesi gerekenlere dağıtılır. Arsa ve
binaların halihazır durumları ile şahıslara veya kamu kurum ve kuruluşlarına
tahsis veya satışları valiliklerince tespit ve Toplu Konut İdaresi
Başkanlığınca onaylanan emsal bedel üzerinden yapılır. Binalar ve konutlar,
valiliklerin teklifi üzerine, bu bedelin yüzde yirmibeşi (% 25) peşin olarak
yatırılmak ve vade farkı alınmak kaydıyla taksitle de satılabilir. Şahıslara
veya kamu kurum ve kuruluşlarına, arsaların ve binaların satış veya tahsisine
dair esaslar Toplu Konut İdaresi Başkanlığınca hazırlanacak yönetmelikle
belirlenir.”
hükmü yer almaktadır.
Söz konusu hükümlerin uygulanmasını düzenleyen “Gecekondu
Kanunu Uygulama Yönetmeliği”nde şahıslara yapılacak yardımlar, yardım
şekilleri, tahsis şekilleri, şartları, puanlama, arsa bedelelrinin tespiti,
müracaat, ödeme, arsanın ilgilisine tevdii vb konular ayrıntısı ile düzenlenmiş
bulunmaktadır.
Uygulama Yönetmeliğinin 15’nci maddesinde;
“Kendilerine gecekondu ıslah ve önleme
bölgelerinde arsa tahsis edilenlerden 6 aylık süre içinde arsa bedelinin 1/10
unu Bankadaki belediye fon hesabına yatırdığına dair banka makbuzu ibraz
edenlere belediyelerce arsa tahsis belgesi verilir.
Tahsis sahipleri bu belgeleri alır almaz derhal
Bankaya başvurarak bakiye arsa bedelini borçlanmak üzere Bankanın tanzim
edeceği sözleşmeyi imzalar. Tapu daireleri, lehine arsa tahsis edilen şahıs ve
Banka tarafından ibraz edilen sözleşme ve tahsis belgesine istinaden belge ve
sözleşmede ada ve parsel numaraları belirtilmiş olan arsayı leh dar adına
tescil ve aynı anda mezkur arsa üzerine sözleşmedeki meblağ ve şartlar
dairesinde birinci derece ve sırada olmak üzere Banka lehine ipotek tescilini
yaparak tapu senedini ilgili şahsa ve ipotek belgesini de Bankaya verir. Arsa
sahipleri konut inşa kredisi almayacak ise, tapu senedinin tarihinden itibaren
en geç bir yıl içinde konutunu yapmağa başlamaları ve önceden tespit edilen
plana göre nüve kısmını en geç 2 yıl içinde bitirmeleri şarttır. Bu şarta
uymayanlardan tahsis edilen arsalar, hiçbir hüküm alınmasına lüzum kalmaksızın
arsa bedeline mahsuben tahsil olunan meblağ kendisine iade olunarak geri
alınır. Kendilerine arsa tahsis edilen ve bedelinin 1/10 unu tediye eden
şahıslar bakiye borçlarını yıllık veya aylık eşit taksitler halinde olmak üzere
9 yılda tediye eder. İlk taksit sözleşmenin imzası tarihinden itibaren bir yıl
sonra başlar.
Kamu Kurum veya Kuruluşlarınca bedelin tamamının
yatırılıp arsanın teslimini müteakiben:
a) İlgili Kurum veya Kuruluşa tahsis edilmek veya
tapu ile devredilmek üzere Maliye Toplu Konut İdaresi Başkanlığına
devredilir.
b) Belediye mülkiyetinde bulunan arsalardan
verilmesi halinde, belediye encümen kararı alınıp Toplu Konut İdaresi
Başkanlığı onayından geçirildikten sonra Tapu Sicil Müdürlüğüne gerekli
işlem yapılmak üzere bildirilir.”
düzenlemesi yer almaktadır.
Madde metninde ve gerekçesinde yapılan açıklamalardan;
atıf yapılan “775 sayılı Gecekondu Kanunu”nun yukarıda yer verilen maddeleri ve
“Gecekondu Kanunun Uygulama Yönetmeliği” uyarınca Belediyeler, sorumlu
oldukları alanlarda gecekondu yapımının önlenmesi amacıyla dar gelirli
yurttaşlara arsa ve bina tahsis ve satışı ile görevlendirilmişlerdir.
Bu tahsis ve satış işlemlerin hangi esaslara göre
gerçekleştirirleceği 775 sayılı Gecekondu Kanunu’nun yukarıda anılan maddelerinde
ve ilgili Uygulama Yönetmeliğinde belirtilmesine karşın; Gaziantep Şahinbey Belediyesinin
bu durumda bulunan yurttaşlara arsa tahsis etme ile ilgili işlemlere
başlanılmasına rağmen bilahare tek taraflı kararla arsa tahsis etme
yükümlülüğünü yerine getirmediği, bu nedenle olayın yargıya taşındığı konu ile
igili bazı yargı kararlarının da verildiği anlaşılmaktadır.
Olayın geldiği bu aşamada Gaziantep Şahinbey
Belediyesinin idari bir işleminden (taahhütten) doğan ve Belediyenin kendi
eylemi ile bu taahhüdünü yerine getirilmemesi sonrası vatandaş ve idare
arasında devam eden yargı sürecindeki yerel bir sorun; bir torba yasa maddesi
ile geriye yönelik hükümler de işletilmek suretiyle çözümlenmeye
çalışılmaktadır.
775 sayılı Gecekondu Kanununa Geçici 10’uncu
maddenin eklenmesini öngören söz konusu 12’nci madde hükmü; Gaziantep İli Şahinbey
İlçesinde Gecekondu Yasası 25.ve 26 maddeleri gereğince belediyenin meclis
kararı ile arsa tahsis edilen ancak daha sonra belediyenin imar planı
değişikliği ile arsa tahsisinden vazgeçmesi neticesinde zarara uğrayan bu hak
sahiplerinin zararlarının ne şekilde tazmin edileceğini ve bu konuda açılan
davaların akıbetini düzenleyen bir metindir.Bu madde tamamen açılmış ve karara
bağlanmış davaların sonuçlarını ortadan kaldırmayı amaçlayan geriye yönelik
düzenlemeler içermektedir.
Madde metninin yasalaştırılmasındaki amaç, kamusal bir düzenleme
ihtiyacı olmayıp geçmişe de yönelik olarak kişi ve kuruma özel bir düzenleme
yapmaktır. Maddedeki özel düzenleme, Şahinbey Belediyesince ödenmek zorunda
olunan hak sahiplerinin yargı yolu ile elde ettikleri/edecekleri tazminatların
miktarlarını azaltma imkanı vermektedir.
Maddenin yasalaştırılma amacı, yürürlük tarihinden sonraki hiçbir olaya
ya da kamusal bir ihtiyaca yönelik değildir. Söz konusu madde tamamen hak
sahiplerinin yargı kararı ile elde ettikleri hakları bertaraf etmek amacıyla
geçmişe yönelik olarak etkili uygulanmak üzere Gaziantep Şahinbey Belediyesine özel
olarak çıkarılmış bir yasa metnidir
Söz konusu madde metni anılan belediyenin arsa tahsisinden vazgeçmesi
nedeniyle açılan tazminat davalarında hak sahipleri lehine yerel mahkemeler,
Yargıtay ve Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun olumlu karar vermesi neticesinde
yargı kararlarını bir nevi bertaraf etmek amacıyla yasalaştırılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 176’ncı maddesi
"Anayasanın dayandığı temel görüş ve ilkeleri belirten kısmı (başlangıç
kısmı) Anayasa metnine dahildir." kuralını öngörmüştür Anayasa'nın
Başlangıç bölümünde ve 6. maddesinde, Millet iradesinin mutlak üstünlüğü ve
egemenliğin kayıtsız koşulsuz Türk Ulus'unun olduğu; Türk Ulus'unun
egemenliğini, Anayasa'nın koyduğu ilkelere göre, yetkili organları eliyle
kullanacağı; hiçbir kimse ya da organın kaynağını Anayasa'dan almayan bir
Devlet yetkisi kullanamayacağı belirtilmiştir.
Devlet organları Türk Ulusu adına egemenliği
kullanırken karmaşa yaratılmaması ve düzenin bozulmaması için, tüm çağdaş
parlamenter demokrasilerde olduğu gibi, erkler ayrılığı ilkesi benimsenmiş;
erkler ayrılığının, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret
ve bununla sınırlı uygar bir işbölümü olduğu vurgulanmış; egemenliği kullanan
Devlet organları arasında üstünlük bulunmadığı, üstünlüğün Anayasa ve
Anayasa'ya uygun olmak koşuluyla yasalarda olduğu ifade edilmiştir.
Anayasamıza göre, egemenliği Türk Ulusu adına
kullanacak üç erk, yasama, yürütme ve yargıdır. Bu erklerden her biri Ulus
egemenliğini kendi görev alanı ile sınırlı biçimde kullanacaktır. Nitekim
Anayasa'nın 7, 8 ve 9. maddelerinde yasama, yürütme ve yargı organlarının görev
ve yetki alanı net olarak belirlenmiştir.
Anayasa'nın 7. maddesinde, yasama yetkisinin Türk
Ulusu adına Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin olduğu, bu yetkinin
devredilemeyeceği, 8. maddesinde, yürütme yetki ve görevinin Cumhurbaşkanı ve
Bakanlar Kurulu'nca, Anayasa ve yasalara uygun olarak kullanılıp yerine getirileceği,
9. maddesinde, yargı yetkisinin Türk Ulusu adına bağımsız mahkemelerce
kullanılacağı, belirtilmiştir.
Devlet organları olan yasama, yürütme, yargı
organları arasındaki ilişkinin üstünlük sıralaması olmayıp belli Devlet yetki
ve görevinin kullanılmasından ibaret, bununla sınırlı medeni bir iş bölümü ve
iş birliği olduğu, üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda olduğu görüşünü
benimsemiş olması nedeniyle Anayasada gösterilen organların işlev, ödev ve
sorumluluklarını aşarak kendi alanı dışında diğer organın yetkisini üstlenerek
veya onun yetkisine giren bir konuda düzenleme yapması, erkler ayrılığı ilkesi
ile anayasal sisteme uygun düşmemekte, Anayasanın 6., 7., 8 ve 9’uncu
maddelerine aykırı içerik taşımaktadır.
İptali istenilen 12’nci madde ile 775 sayılı
Gecekondu Kanununa eklenen Geçici 10’uncu madde ile; Gaziantep Şahinbey
Belediyesinin arsa tahsisini içeren idari bir işleminden (taahhütten) doğan ve
Belediyenin kendi eylemi ile bu taahhüdünü yerine getirmemesi sonrası vatandaş
ve idare arasında devam eden ve yargı sürecine intikal eden yerel bir sorunun
çözümü için geçmişe yönelik yargılama sonuçlarını da etkileyen, bir ölçüde
anlamsız kılan düzenlemeler yapılması erkler ayrılığı ilkesi ile anayasal
sisteme uygun düşmemekte, Anayasanın 6., 7., 8. ve 9’uncu maddelerine aykırı
içerik taşımaktadır.
Anayasa’nın 2. maddesinde “hukuk devleti” ilkesine
yer verilmiştir. Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti, eylem ve işlemleri
hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı
sayıp yargı denetimine açık olan devlettir.
Kanunların kamu yararının
sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve
hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bir kuralın
kamu yararı dışında saklı bir amacı gerçekleştirmek amacıyla konulduğu
durumlarda yetki saptırması durumu ve giderek kuralın amaç açısından sakatlığı
ortaya çıkar.
Diğer taraftan, Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan
hukuk devletinin temel ilkelerinden biri 'belirlilik'tir. Bu ilkeye göre, yasal
düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve
kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması
gereklidir.
Kanunların genelliği ve kanun önünde eşitlik,
hukuk devletinde ön planda olan fert için bir güvence teşkil eder. Benzer
nitelikte olan meselelerin aynı şekilde çözümlenmesine “kanunların genelliği”
ilkesi adı verilir bir başka deyişle bir kanunun uygulama alanı içerisinde
kalan herkese uygulanabilmesine denir.Kanunların genel olması hukuk devletinin
de gereğidir. Kanunların, ilke olarak genel ve nesnel nitelikte olmaları
gerekir. Kanunların genelliği olarak adlandırılan bu ilke, hukuk devleti ve
kanun önünde eşitlik ilkelerinin bir sonucu olarak kabul edilmektedir. Kanunun
genelliği, onun belli bir kişiyi hedef almayan, özel, aktüel, geçici bir durumu
gözetmeyen fakat önceden saptanmış olup, soyut şekilde, uygulanabileceği bütün
kişilere hitap eden hükümler içermesi demektir. Kanun, genel hukuk kuralları
koymalı, kişiye özel hükümler içermemelidir.
Eşitlik ise kanunların genelliğinin teminatıdır.
Anayasanın 10. maddesine göre ”Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi
düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin
kanun önünde eşittir.Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz
tanınamaz.”
Hukuk devleti hukukun üstünlüğü temeli üzerine
kurulmuştur.Bu nedenle her türlü ayrıcalığı reddeder. Anayasa Mahkemesi pek çok
kararında kanun önünde eşitlik kavramına değinmiş ve bu konuyu açıklamıştır.Anayasa
Mahkemesi’nin bir çok kararında da belirtildiği gibi Anayasa bir tek kişiye
veya kimi topluluklara aynı durumda bulunan vatandaşlardan daha çok veya daha
geniş hak ve yetkiler tanınmasını eşitlik ilkesine aykırı bulmuştur.
Anayasa Mahkemesinin 10.07.2013 tarih ve 2012/104
Esas sayılı, 2013/87 Karar sayılı Kararında;”… , Anayasa’nın 10. maddesinde,
“Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep
ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir
kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” denilmiştir. Bu maddede
yer verilen eşitlik ilkesi hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur.
Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin
amacı, aynı durumda bulunan kişilerin kanunlar karşısında aynı işleme bağlı
tutulmalarını sağlamak, haklı bir nedene dayanmayan ayrım yapılmasını ve
ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve
topluluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun karşısında eşitliğin ihlali yasaklanmıştır…Kanunlar,
eşitlik ilkesine uygun bir şekilde, aynı veya benzer durumda bulunanlar için
haklarda ve ödevlerde, yararlarda ve yükümlülüklerde, yetkilerde ve
sorumluluklarda, fırsatlarda ve hizmetlerde eşit davranılmasını sağlayacak
kurallar içermelidir.”
denilmektedir.
Türk hukuk sisteminde çıkarılan yasal düzenlemeler Türkiye Cumhuriyeti
sınırları dahilinde uygulanmak üzere çıkarılır. Bu kural yasaların mülkiliği
düzenlemesinin tabi bir sonucudur. 775 sayılı Gecekondu Yasası mülkilik üzerine
getirilen bir yasal düzenlemedir.
Söz konusu 12’nci madde ile 775 sayılı Gecekondu
Kanunu’na eklenen Geçici
10 madde sadece Gaziantep İli Şahinbey İlçesini kapsamakta olup mülkilik
ilkesine aykırılık teşkil etmektedir. Bir kişiye,bir zümreye ya da gruba, bir
bölgeye özel yasa çıkarılamaz. Söz konusu yasal düzenlemenin kamu düzeni ve
kamu yararı ilkesinden hareketle çıkarıldığı düşünülemez. Yasal düzenlemeden çıkan
sonuç Şahinbey İlçesinde arsa tahsislerinden kaynaklı davalarda bahsi geçen
değişiklik uygulanacak örneğin aynı ildeki başka bir ilçede 775 sayılı Kanuna
göer yapılan arsa tahsis işlemlerinde kaynaklanan benzeri davalarda ise bahsi
geçen değişiklik uygulanmayacaktır. Aynı hukuk düzeninde aynı davayı açan
farklı şehirlerde, iilçelerde yaşayan iki kişi, iki farklı sonuç alacaktır.
Kanun maddesi Şahinbey Belediyesine açık bir imtiyaz tanımaktadır. Hukuk
kuralları özel bir kişi/kuruma hizmet etmek ona imtiyaz tanımak gayesini
gütmemelidir.
Bu nedenle iptali istenen 12’nci madde hükmü; Anayasanın 2’nci
maddesine ve 10’uncu maddesinde ifadesini bulan kanun önünde eşitlik ilkesine,
yine aynı maddenin 5’inci fıkrasında yer alan kanunların uygulanmasında hiçbir
kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz ilkesine açık olarak
aykırılık teşkil etmektedir.
İptali istenilen 12’nci madde hükmü aynı zamanda yürürlük tarihinden
önce gerçekleşen olaylara açılan davalara uygulanmak üzere yasalaştırılmıştır.
Hiçbir şekilde ileriye yönelik bir düzenleme içermeyip, mevcut durumu ve
geçmişte kazanılan hakları düzenlemektedir. Bu durumun yasaların geriye
yürümezliği ve hukuki güvenlik kavramları açısından da tartışılması gerekir.
Anayasa'nın 2’nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve
işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren,
Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla
kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir.
"Hukuk güvenliği ilkesi", hukuk devletinde uyulması zorunlu
temel ilkelerden birini oluşturmaktadır. Anayasada öngörülen temel hak ve
özgürlüklerin kullanılmasının ve insan haklarının yaşama egemen kılınmasının
önkoşulu olan hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını,
bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de
yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını
gerekli kılar.
Vatandaşlarına hukuki güvenlik sağlaması gereken hukuk devleti
ilkesinin gereklerinden birisi devlet faaliyetlerinin belirli olmasıdır. Yani
devlet faaliyetlerinin idare edilenlerce önceden görülebilir olması
gerekmektedir. Devlet faaliyetlerinin belirli olmasının yasama organını
bağlayan yönleri ise “kanunların geriye yürümezliği”. “kazanılmış haklara
saygı”ve “suç ve cezaların kanuniliği” ilkesidir.
Daha önce tesis edilmiş bulunan idari ve yargısal işlemlerin doğurduğu
hukuki sonuçları ortadan kaldıracak şekilde yasama tasarrufunda bulunulması,
hukuk güvenliği ilkesine aykırılık oluşturur. Hukuk devletinin gereği olan
hukuk güvenliğini sağlama yükümlülüğü, kural olarak yasaların geriye
yürütüîmemesini gerekli kılar. "Yasaların geriye yürümezliği ilkesi"
uyarınca yasalar, kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış
hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar
dışında ilke olarak yürürlük tarihlerinden sonraki olay, işlem ve eylemlere
uygulanmak üzere çıkarılırlar. Yürürlüğe giren yasaların geçmişe ve kesin
nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel
ilkelerindendir.
İptali istenilenilen 12’nci madde ile 775 sayılı Gecekondu Kanu nuna
eklenen Geçici 10’uncu madde hükmü; Hem usul hem de esas olarak tamamen geçmişi
düzenleyen aynı zamanda mahkemelerin yargı ve denetim yetkisini ortadan
kaldıran bir düzenlemedir. Bu düzenleme "kanunların geriye yürümezliği
ilkesine” ve “hukuki güvenlik ilkesine" aykırı olarak devam eden yani
kesinleşmeyen derdest davalarda da geçerli kılınmıştır.
Hukuki güvenlik ilkesi, hukuk kurallarında sık sık değişiklikler
yapılarak hukuki istikrarı ve belirliliği yok eden kurallar ihdas edilmemesi,
geriye yürüyen kuralların kazanılmış haklara dokunmadan bireylerin temel hak ve
özgürlüklerini güvence altına alması gerektiğini ifade eder. Hukuki güvenlik
ilkesi, temel haklarda korunan ortak bir değerdir. Bu ilke, hukuk devleti
ilkesinin olmazsa olmaz koşuludur ve Anayasa'nm bütününe egemen olan temel bir
ilke görünümündedir. Hukuk devleti ilkesi, en kısa tanımıyla;
"vatandaşların hukuki güvenlik içinde bulundukları, devletin eylem ve
işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu bir sistemi anlatır. Anayasa Mahkemesi birçok
kararında "hukuki güvenlik ilkesi"nin hukuk devletinin unsurlarından
biri olduğunu kabul etmiştir.
Anayasa Mahkemesi'nin 08.10.2003 tarih, 2003/67 E., 2003/88 K. sayılı
kararında "Anayasa’nın 2. maddesinde, Cumhuriyetin nitelikleri arasında
sayılan hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk
düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini gerçekleştiren,
Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçman, hukuku tüm devlet organlarına
egemen kılan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasa'mn ve yasa
koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan
devlettir. Bu bağlamda, hukuk devletinde yasakoyucu, yasaların yalnız
Anayasa'ya değil, evrensel hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla
yükümlüdür." ifadelerine yer verdikten sonra yasa değişikliklerinde
"hukuk güvenliğini sarsmayacak biçimde makûl ve ölçülü bir geçiş
süreci" öngörülmesi gerekliliğine vurgu yapmıştır.
Fakat iptali istenilen söz konusu madde metni; hem yasa maddelerinin
geriye yürümezliği hem de hukuki güvenlik ilkelerini dikkate almayarak,
maddenin kesinleşmemiş tüm derdest davalara da uygulanacağı hükmünü
getirmiştir. İlke olarak, herhangi bir yasa veya düzenleyici kural, hukuksal
sonuçlarını yürürlüğe girdiği tarihten sonrası için doğurmaya başlar. Bunun
doğal sonucu da, yasaların yürürlüğe girmelerinden önceki olayları
etkilememeleri, yani, geçmişe etkili olmamalarıdır. Başta mahkemeler olmak
üzere, yasaları uygulama durumunda bulunanlar, onları geriye yürür sonuçlar
doğuracak yolda yorumlamamakla yükümlüdürler. Hukuk güvenliği bunu gerektirir.
Hukuk devletinde vatandaşlar "hukuki güvenlik" içinde
yaşarlar. Bunun için ise, hangi kurallara tabi olduklarını önceden bilmeleri ve
davranışlarını ona göre ayarlamaları gerekir. Hukuk devleti ilkesi hukuk
kurallarının belirliliği ilkesini gerektirir. Kanunlar Resmi Gazete'de
yayımlanır. Bu şartı taşımayan bir kanun ilgililere uygulanmaz
"muhataplarına yükümlülük getiren kanunlar" ile "mevcut olan
hakları kaldıran kanunlar" geriye yürümez. 775 sayılı Yasanın Geçici
10’uncu maddesinin "yürürlüğe girmezden önceki tahsis işlemi
gerçekleştirilemeyen maddi olayları kapsaması", "bu hükmün yürürlüğe
girmezden önce açılan ve kesinleşmeyen tüm davaları içermesi", “açılan
davalarda tayin edilen vekalet ücretleri ve yargılama giderleri ile ilgili
olarak yeni bir durum tayin etmesi” hukuka aykırı niteliktedir.
Yasaların geriye yürümezliği ilkesi uyarınca yasalar, kamu yararı ve
kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış hakların korunması, mali haklarda
iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar dışında ilke olarak yürürlük
tarihlerinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılırlar.
Tamamlanmış hukuki durumların yeni yasa veya düzenleyici kuraldan
etkilenmemesi, kazanılmış hakların saklı tutulması gereğinden kaynaklanan bir
sonuçtur. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 2. maddesi hükmüne göre, Türkiye
Cumhuriyeti Sosyal bir hukuk devletidir. Kazanılmış hak kavramı her ne kadar
açık bir biçimde Anayasada düzenlenmemiş ise de, bunun hukuk devleti kavramının
temel taşlarından biri olduğu ve Anayasa'mn bünyesinde mündemiç bulunduğu, Türk
Kamu Hukukunda, öğretide ve yargısal kararlarda benimsenmektedir. Söz konusu
düzenleme ile hukuk devletinde olması gereken "hukuki güvenlik
ilkesi" ne aykırı hareket edilerek, davaların açılması zamanındaki
kurallar hak sahipleri aleyhine değiştirilmek istenilmektedir
Yürürlüğe giren yasaların geçmişe ve kesin nitelik kazanmış hukuksal
durumlara etkili olmaması hukukun genel ilkelerindendir. Hukuk devletinin hukuk
güvenliği ilkesi belirliliği de bunu gerektirir. Belirlilik ilkesi,
yükümlülüğün hem kişiler hem de idare yönünden belli ve kesin olmasını, yasa
kuralının, ilgili kişilerin nevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür
sonuçlar doğurabileceğini makul bir düzeyde öngörmelerini mümkün kılacak
şekilde düzenlenmesini gerekli kılar. Maddede yer alan hüküm hukuk güvenliğini
zedelemektedir.
İptali istenilen 12’nci madde hükmü ile 775 sayılı Gecekondu Kanununa
eklenen Geçici 10’uncu madde; “yürürlüğe girmezden önceki tahsis işlemi
gerçekleştirilemeyen maddi olayları kapsaması" "yürürlüğe girmezden
önce açılan ve kesinleşmeyen tüm davaları kapsaması" “açılan davalarda
tayin edilen vekalet ücretleri ve yargılama giderleri” ile ilgili olarak yeni
belirlemeler yapması nedeniyle Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti
ilkesine aykırılık teşkil etmektedir.
İptali istenilen maddenin 1’inci fıkrasında yer alan "Hak sahipleri bunun dışında ilgili idareden bir hak bedel ve
tazminat talebinde bulunamazlar. " hükmü yasa yapma tekniğine aykırı olup mahkemelerin
denetim ve yargılama yetkisini elinden alan, hukuk devleti kavramına tamamen
aykırı bir düzenleme olmasının yanısıra, kişilerin yargı yoluna başvurmasını ve
hak arama özgürlüğünü engelleyici nitelikte bulunmaktadır.
Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36’ncı maddesi;
“Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle
yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil
yargılanma hakkına sahiptir Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki
davaya bakmaktan kaçınamaz” hükmünü içermektedir.
Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti,
insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve
işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren ve hak arama özgürlüğünün önündeki engelleri kaldıran
devlettir.
Anayasa’nın "Hak arama hürriyeti"
başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrasında, "Herkes, meşrû vasıta ve
yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı
olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir." denilerek
yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu
olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır.
Anayasa’nın 125. maddesinde ise, "İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine
karşı yargı yolu açıktır..." denilmektedir.
Her iki maddeyle güvence altına alınan dava
yoluyla hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının
ötesinde diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve
bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. Kişilere yargı
mercileri önünde dava hakkı tanınması adil bir yargılamanın ön koşulunu
oluşturur
Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına alınan
hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri mahkemeye erişim hakkıdır.
Kişinin uğradığı bir haksızlığa veya zarara karşı kendisini savunabilmesi ya da
maruz kaldığı haksız bir uygulama veya işleme karşı haklılığını ileri sürüp
kanıtlayabilmesi ve zararını giderebilmesinin en etkili yolu, yargı mercileri önünde
dava hakkını kullanabilmesidir. Mahkemeye erişim hakkı, bireylerin iddia ve
savunmalarını bir yargı mercii önünde ileri sürebilmelerine imkân sağlayan ve
adil yargılanma hakkının bir unsuru olarak kabul edilen bir haktır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne göre, ulusal
yasalarda mahkemeye erişim hakkının sağlanma derecesi, demokratik bir
toplumdaki hukuk devleti ilkesi çerçevesinde, kişilerin mahkemeye erişim
hakkını güvence altına almaya yetecek ölçüde olmalıdır. Mahkemeye erişim hakkı
mutlak olmayıp bazı sınırlamalara tâbi olabilir. Bununla birlikte uygulanan
sınırlamalar, mahkemeye erişim hakkının özünü zedeleyecek ölçüde veya şekilde
olmamalıdır.
İptali istenilen 12’nci maddenin 1’inci fıkrasında
yer alan "Hak sahipleri bunun dışında ilgili idareden bir hak
bedel ve tazminat talebinde bulunamazlar"hükmü hak arama
özgürlüğünün temel unsurlarından olan mahkemeye erişim hakkının kullanılmasını
güçleştiren ve hakkı kullanılamaz hale getiren bir sınırlama niteliğinde
bulunup Anayasa’nın 36’ncı maddesine aykırılık teşkil etmektedir.
İptali istenilen 12’nci madde ile Gecekondu
Kanununa eklenen Geçici 10’uncu maddenin 2’inci fıkrasında yer alan; “….Bu
madde kapsamında kalan davalarda mahkeme harçları ile her türlü vekâlet ücreti
maktu olarak belirlenir.”
hükmü de yasaların geriye yürümezliği ilkesine ve yasa yapma tekniğine aykırı
olup bu madde kapsamında kalan davalarda ödenecek tüm mahkeme harçları ve
vekalet ücretlerinin maktu olarak belirlenmesini kurallaştırmaktadır.
Anayasa'nın 2’nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve
işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren,
Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla
kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir.
"Hukuk güvenliği ilkesi", hukuk devletinde uyulması zorunlu
temel ilkelerden birini oluşturmaktadır. Anayasada öngörülen temel hak ve
özgürlüklerin kullanılmasının ve insan haklarının yaşama egemen kılınmasının
önkoşulu olan hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını,
bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de
yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını
gerekli kılar.
492 sayılı Harçlar Kanunu’nun 15’nci maddesinde yargı harçlarının
ilgili tarifede yazılı işlemlerden değer ölçüsüne göre nispi esas üzerinden işlemin
nev'i ve mahiyetine göre maktü esas üzerinden alınacağı hükme bağlanmış, aynı
kanunun 16’ıncı maddesinin 2’nci fıkrasında da "Gayrimenkulun aynına taalluk eden davalarda
ecrimisil ve tazminat gibi taleplerde de bulunulduğu takdirde harç,
gayrimenkulun değeri ile talep olunan tazminat ve ecrimisil tutarı üzerinden
alınır." hükmüne yer verilmiş bulunmaktadır. Şahinbey Belediyesi ile
Gecekondu Kanununa göre tahsis-satışı yapılan arsalarla ilgili olarak
vatandaşlar arasında yargıda açılmış, sonuçlanmış veya devam eden davalarda
uygulanacak tarifenin bu madde kapsamında nispi olarak uygulanması gerekmektedir.
Aynı şekilde bu tür davalar için vekalet ücreti, 1136 sayılı Avukatlık
Yasası ve Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinde nisbi olarak belirlenmiştir.
Hukukun temel ilkelerinden birini de yargılamalarda yargılama
masraflarının haksız taraftan tahsil edilmesi oluşturmaktadır. Nisbi vekalet
ücreti yöntemiyle, haksız tarafa, haklı tarafa verdiği zararın büyüklüğü ile
orantılı bir yaptırım uygulanması ve haklı tarafın bu büyüklükle orantılı
olarak sarfına maruz kaldığı vekalet ücreti ödeme sorumluluğuna haksız tarafın
ortak edilmesi amaçlanmaktadır. Bu uygulama, hukuksal uyuşmazlıkların tamamında
ayrıcalıksız olarak gözetilen temel bir ilke haline gelmiştir. Bu haklı, genel
ve hukukun gereği olan uygulamanın üstelik geriye yürütülerek yasalaştırılan bir
madde hükmü ile, sadece Şahinbey Belediyesi ve hak sahibi yurttaşlar arasında
açılmış bulunan davalarda uygulanamaz hale getirilmesi hangi pratik mülahaza ve
gerekçeyle olursa olsun, Anayasanın eşitlik ilkesine olduğu kadar hukuki
güvenlik ilkelerine de aykırılık oluşturacaktır.
Bu düzenlemenin Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesi ile
10’ uncu maddesindeki yasa önünde eşitlik ilkesine aykırı olduğu açıktır. Şöyle
ki geriye yürürülen yasal düzenleme de bu hüküm olmasaydı dava açıldığı takdirde
haklılık durumuna göre nisbi harç uygulamasına ve nisbi vekalet ücretine
hükmedilmesi gerekecek idi.
Madde metninde bulunan “maktu” kelimesi ile ne tür bir kamusal fayda
gözetildiği de anlaşılamamaktadır. Maddenin ikinci fıkrasındaki hükmün geriye
yönelik olarak sadece Gaziantep Şahinbey Belediyesinin arsa tahsis–satış
işlemleri ile ilgili olarak geçmişte açılan davalarla ilişkin olduğu, geleceğe
yönelik bir düzenleme gayesi güdülmediği de açıktır.
İptali istenilen 12’nci madde ile Gecekondu
Kanununa eklenen Geçici 10’uncu maddenin 2’inci fıkrasında yer alan Gaziantep Şahinbey Belediyesi
aleyhine Gecekondu Kanununa göre tahsis-satışı yapılan arsalarla ilgili olarak
vatandaşlar arasında yargıda açılmış, kesinleşmeyen veya devam eden davalarla ilgili
olan yargı harçları ve vekalet ücretlerini düzenleyen “ Bu madde
kapsamında kalan davalarda mahkeme harçları ile her türlü vekâlet ücreti maktu
olarak belirlenir” hükmü Anayasanın
2’nci maddesine ve 10’uncu maddesinde ifadesini bulan kanun önünde eşitlik
ilkesine, açık olarak aykırılık teşkil etmektedir.
Yukarıda ayrıntılı olarak açıklandığı üzere, 6745
sayılı “Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun
Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 12. maddesi erkler
ayrılığı ilkesi ile anayasal sisteme uygun düşmemekte, Anayasanın Başlangıç, 2.,
6., 7., 8., 9., 10., 36. ve 176’ncı maddelerine aykırı içerik taşımaktadır.
3) 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında
Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un 32’nci maddesinin Anayasaya aykırılığı
“Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un
32’nci maddesi;
“MADDE 32- 2942 sayılı Kanunun 30 uncu maddesine
aşağıdaki fıkra eklenmiştir.
“İçişleri Bakanlığının güvenlik gerekçesiyle
ihtiyaç duyduğu, kamu kurum ve kuruluşları, belediyeler ve il özel idareleri
dâhil mahalli idareler ve diğer kamu tüzel kişilerine ait taşınmazlar, kaynak
veya irtifak hakları, Bakanlar Kurulu kararıyla resen Hazine adına tescil ve
İçişleri Bakanlığına tahsis edilir. Taşınmazın bedeli, tescil işleminden
itibaren altmış gün içinde bu Kanunun 11 inci maddesinde belirtilen kriterler
de dikkate alınmak suretiyle valiliklerce resen tespit edilir. Bedele ilişkin
itirazlar Danıştaya yapılır. İtirazlar tescil işlemini durdurmaz. Mahkemelerce
ihtiyati tedbir ve yürütmenin durdurulması kararları verilemez, 3533 sayılı
Kanun hükümleri uygulanmaz. Bu taşınmazlara ilişkin olarak ihtiyaç duyulan imar
planı değişiklikleri Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca resen yapılır veya
yaptırılır.”
Madde gerekçesinde; “Madde ile İçişleri
Bakanlığının güvenlik gerekçesiyle ihtiyaç duyduğu kamu kurum ve kuruluşları
belediyeler ve il özel idareleri dâhil mahalli idareler ve diğer kamu tüzel
kişilerine ait taşınmazların, kaynak veya irtifak haklarının, Bakanlar Kurulu
kararıyla resen Hazine adına tescil ve İçişleri Bakanlığına tahsis edilmesi
düzenlenmektedir.” denilmektedir.
Gerek Anayasanın, “Devlet ve kamu tüzel kişileri…
özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir
kısmını…kamulaştırmaya…yetkilidir.” şeklinde düzenleme getiren 46. maddesi ve
gerekse, “Bu Kanun…; gerçek ve özel hukuk tüzelkişilerinin mülkiyetinde bulunan
taşınmaz malların, Devlet ve kamu tüzelkişilerince kamulaştırılmasında
yapılacak işlemleri…düzenler” şeklinde bir düzenleme getiren 2942 sayılı
Kamulaştırma Kanununun 1. maddesi hükümleri birlikte değerlendirildiğinde;
kamulaştırmanın konusunu teşkil eden taşınmazın özel kişilerin mülkiyetinde
bulunması gerektiği sonucuna varıldığından, kamu mallarının kamulaştırılmasının
mümkün olmadığı, kamu tüzelkişilerinin özel mülkiyetindeki taşınmazların da
kamulaştırılmasının mümkün bulunmadığı sonucuna ulaşılmaktadır.
Kamu tüzel kişilerinin ve kurumlarının sahip
oldukları taşınmaz mal, kaynak veya irtifak hakları diğer bir kamu tüzel kişisi
veya kurumu tarafından kamulaştırılamaz. Kamu tüzel kişileri ve kurumların
kanunen yapmakla yükümlü bulundukları hizmetleri gerçekleştirebilmek için
ihtiyaç duydukları taşınmaz mal, kaynak veya irtifak hakları başka bir kamu
tüzel kişisinin veya kurumunun mülkiyetinde olduğu takdirde, ihtiyaç sahibi
idarenin söz konusu mal veya haklara nasıl sahip olabileceğini 4.11.1983 tarih
ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 30. maddesinde düzenlenmiştir.
Anılan madde metni aynen şöyledir: “Kamu
tüzelkişilerinin ve kurumlarının sahip oldukları taşınmaz mal, kaynak veya
irtifak hakları diğer bir kamu tüzelkişisi veya kurumu tarafından kamulaştırılamaz.
Taşınmaz mala; kaynak veya irtifak hakkına
ihtiyacı olan idare, 8 inci madde uyarınca bedeli tespit eder. Bu bedel esas
alınarak ödeyeceği bedeli de belirterek mal sahibi idareye yazılı olarak
başvurur. Mal sahibi idare devire muvafakat etmez veya altmış gün içinde cevap
vermez ise anlaşmazlık, alıcı idarenin başvurusu üzerine Danıştay ilgili idari
dairesince incelenerek iki ay içinde kesin karara bağlanır.
Taraflar bedelde anlaşamadıkları takdirde; alıcı
idare, devirde anlaşma tarihinden veya Danıştay kararının tebliği tarihinden
itibaran otuz gün içinde, 10 uncu maddede yazılı usule göre mahkemeye
başvurarak, kamulaştırma bedelinin tespitini ister. Bu durumda yapılacak
yargılamada mahkemece, 29/6/1938 tarihli ve 3533 sayılı Kanun hükümleri uygulanmaz.
Mahkemece, 10 uncu maddede öngörülen usule göre
kamulaştırma bedeli olarak tespit edilen miktarın, peşin ve nakit olarak mal
sahibi idareye verilmek üzere belirleyeceği bir bankaya yatırılması ve
yatırıldığına dair makbuzun ibraz edilmesi için alıcı idareye onbeş gün süre
verilir. Gereken hallerde bu süre bir defaya mahsus olmak üzere uzatılabilir.
Alıcı idare tarafından kamulaştırma bedelinin mal sahibi idare adına bankaya
yatırıldığına dair makbuzun ibrazı halinde mahkemece, taşınmaz malın alıcı idare
adına tesciline ve kamulaştırma bedelinin mal sahibi idareye ödenmesine karar
verilir ve bu karar, tapu dairesine ve paranın yatırıldığı bankaya bildirilir.
Tescil hükmü kesin olup tarafların bedele ilişkin temyiz hakları saklıdır.
Bu suretle devir alınan taşınmaz mal, kaynak veya
irtifak hakkı, sahibinden kamulaştırma yolu ile alınmış sayılır ve devir amacı
veya devreden idarenin izni dışında başkaca bir kamusal amaçla kullanılamaz.
Aksi takdirde devreden idare, 23 üncü madde uyarınca taşınmaz malı geri
alabilir. Bu husus tapu kütüğünün beyanlar hanesine şerh verilir.”
Kamulaştırma Kanununun 30. maddesi hükmünden
ortaya çıkacak prosedür ve sonuçlar aşağıdaki şekilde özetlenebilir.
-Kamu tüzel kişileri veya kamu kurumlarına ait
taşınmazlar kamulaştırılamaz.
- Kamulaştırma kanunun 8. maddesine göre bir
kamulaştırma bedeli belirlenir ve ilgili idareye taşınmaz malının talebi ile
ilgili yazı gönderilir.
-Taşınmazın sahibi idare gönderilen yazıya
istinaden muvafakat etmez veya 60 gün içerisinde cevap vermezse, anlaşmazlık
Danıştay’a intikal edecek ve Danıştay tarafından iki ay içerisinde kesin karara
bağlanacaktır.
-Devirde anlaşır fakat bedelde anlaşılamaz ise
alıcı idare, devir tarihinden otuz gün içerisinde, Kamulaştırma Kanununun 10. maddesinde
yazılı usule göre mahkemeye başvuracak ve kamulaştırma bedeline ilişkin dava
açacaktır.
-Mahkemece belirlenen bedel, idare tarafından on
beş gün içerisinde bankaya yatırılıp ve mahkemeye ibraz edilecektir. Gerekli
hallerde bu sure uzatılabilir.
-Mahkemece, taşınmaz malın alıcı idare adına
tesciline ve kamulaştırma bedelinin mal sahibi idareye ödenmesine karar
verilecek ve bu karar, Tapu Müdürlüğü’ne ve paranın yatırıldığı bankaya
bildirilecektir.
-Devir alınan taşınmaz mal, kaynak veya irtifak
hakkı, sahibinden kamulaştırma yolu ile alınmış sayılacak ve devir amacı veya
devreden idarenin izni dışında başkaca bir kamusal amaçla kullanılamayacaktır.
Aksi takdirde devreden idare, 23 üncü madde uyarınca taşınmaz malı geri
alabilecektir
Söz konusu hüküm mevcut uygulamada, kamu
kurumlarının biribirlerinin taşınmazlarına ihtiyaç duymaları halinde
izleyecekleri prosedürü düzenlemekte olup, uzlaşamama ve bedelde anlaşamam
durumu dahil yapılması gereken işlemleri belirlemektedir.
Ancak iptali istenilen 32’nci madde ile 2942
sayılı Kamulaştırma Kanunun’nun 30’uncu maddesine eklenen fıkra; mevcut
Kamulaştırma Kanunu’nun içeriğinden farklı bir prosedür getirilmektedir.
Bu yeni düzenlemeye göre; “İçişleri
Bakanlığının güvenlik gerekçesiyle ihtiyaç duyduğu, kamu kurum ve kuruluşları,
belediyeler ve il özel idareleri dahil mahalli idareler ve diğer kamu tüzel
kişilerine ait taşınmazlar, kaynak veya irtifak hakları, Bakanlar Kurulu
kararıyla resen Hazine adına tescil ve İçişleri Bakanlığına tahsis edilecek,
taşınmazın bedeli, tescil işleminden itibaren altmış gün içinde bu Kanunun 11
inci maddesinde belirtilen kriterler de dikkate alınmak suretiyle valiliklerce
resen tespit edilecek, bedele ilişkin itirazlar Danıştaya yapılacak, ancak
itirazlar tescil işlemini durdurmayacaktır.
Mahkemelerce ihtiyati tedbir ve yürütmenin durdurulması kararları da
verilemeyecektir., 3533 sayılı Kanun hükümleri uygulanmayacak ve bu
taşınmazlara ilişkin olarak ihtiyaç duyulan imar planı değişiklikleri Çevre ve
Şehircilik Bakanlığınca resen yapılacak veya yaptırılacaktır.”
Anayasa’nın 2. maddesinde “hukuk devleti” ilkesine
yer verilmiştir. Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti, eylem ve işlemleri
hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı
sayıp yargı denetimine açık olan devlettir.
Kanunların kamu yararının
sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve
hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bir kuralın
kamu yararı dışında saklı bir amacı gerçekleştirmek amacıyla konulduğu
durumlarda yetki saptırması durumu ve giderek kuralın amaç açısından sakatlığı
ortaya çıkar.
Diğer taraftan, Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan
hukuk devletinin temel ilkelerinden biri 'belirlilik'tir. Bu ilkeye göre, yasal
düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve
kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması
gereklidir.
Anayasa’nın 6’ncı maddesinde ise egemenliğin
Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanılacağı, hiçbir
kimse ve organın kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi
kullanamayacağı belirtilmiştir.
Anayasa'nın 7’nci maddesinde de 'Yasama yetkisi
Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.'
denilmiştir. Buna göre, yasa ile yürütme organına genel ve sınırları belirsiz
bir düzenleme yetkisinin verilebilmesi olanaklı değildir. Yürütmenin düzenleme
yetkisi, sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yasa ile yetkilendirme
Anayasa'nın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamını taşımamaktadır. Temel
ilkeleri belirlenmeksizin ve çerçevesi çizilmeksizin, yürütme organına
düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralı ile sınırsız, belirsiz, geniş bir
alanın yönetimin düzenlemesine bırakılması, Anayasa'nın belirtilen maddesine
aykırılık oluşturur.
Anayasanın 8’nci maddesi ise "Yürütme yetkisi
ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasa ve kanunlara
uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.” hükmünü içermektedir.
İptali istenilen 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında
Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un 32’nci maddesinde yer alan düzenleme ile İçişleri
Bakanlığının güvenlik gerekçesiyle ihtiyaç duyduğu, kamu kurum ve kuruluşları,
belediyeler ve il özel idareleri dâhil mahalli idareler ve diğer kamu tüzel
kişilerine ait taşınmazlar, kaynak veya irtifak hakları, Bakanlar Kurulu
kararıyla resen Hazine adına tescil ve İçişleri Bakanlığına tahsis edilecektir.
Madde metninde yer alan “İçişleri Bakanlığının güvenlik gerekçesiyle
ihtiyaç duyduğu” ifadesi” keyfi kullanıma açık, sınırları belirsiz bir anlam içermektedir.
Bu ibare İçişleri Bakanlığına muğlak bir takdir yetkisi vermekte yürütme
organına temel ilkeler belirlenmeden sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisi
tanımaktadır. Bu durum aynı zamanda hukuk güvenliğini tehlikeye düşürmekte,
asli düzenleme yetkisinin yürütmeye devri anlamına gelmektedir.
Yasa metinlerinde açıklıktan yoksun ve keyfi bir düzenleme,
öngörülemezlik ve belirsizlik yaratır. Belirlilik ve öngörülebilirlik
özellikleri taşımayan ve dolayısı ile hukuki güvenlik sağlamayan kurallar ise
“hukuk devleti” ilkesi ve dolayısıyla Anayasanın Türkiye Cumhuriyetinin bir
hukuk devleti olduğunu ifade eden 2. nci maddesi ile bağdaşmamaktadır.
Anayasa Mahkemesinin pek çok kararında belirtildiği üzere, yasada
belirtilmesi gereken söz konusu hususlara yasada yer verilmemesi, yasaların
açık, anlaşılabilir ve sınırlan belirli kurallar içermesi gereğinin hukuk
güvenliğinin gerçeklemesi için ön koşul kabul edildiği hukuk devleti anlayışına
ve dolayısıyla Anayasanın 2. maddesine aykırı düşmektedir
Anayasa Mahkemesi’nin 11.04.2007 tarihli 2006/35 E. ve 2007/48 K.
Sayılı kararında;
“Anayasanın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta
belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti
olduğu vurgulanmıştır. Hukuk devleti, tüm işlem ve eylemleri hukuka uygun olan,
her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdürmeyi
amaçlayan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasaya aykırı durum
ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasa ve yasa
koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan
devlettir.
Anayasanın 7. maddesinde “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye
Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.”
denilmektedir.
Buna göre, yasa koyucunun temel ilkeleri koymadan, çerçeveyi çizmeden
yürütmeye yetki vermemesi, sınırsız, belirsiz bir alanı, yönetimin
düzenlemesine bırakmaması gerekir.
Anayasa Mahkemesi’nin önceki kararlarında vurgulandığı üzere,
Anayasada yasa ile düzenlenmesi öngörülen konularda yürütme organına genel ve
sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi olanaklı değildir.
Yürütmenin düzenleme yetkisi yasa ile sınırlandırılmış, tamamlayıcı bir
yetkidir. Bu nedenle, Anayasada öngörülen ayrık durumlar dışında, yürütme
organına yasalarla düzenlenmemiş bir alanda genel nitelikte kural koyma yetkisi
verilemez. Ayrıca, yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının
Anayasanın 7. maddesine uygun olabilmesi için temel ilkelerin konulması,
çerçevenin çizilmesi, düzenleme için sınırsız, belirsiz, geniş bir alanın
bırakılmaması gerekir.
Bu nedenle iptali istenilen 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında
Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un 32’nci maddesinde yer alan düzenleme aynı zamanda
Anayasanın 7. Maddesi hükmüne uygun düşmemektedir.
6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun
ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 32’nci
maddesinde yer alan düzenleme; ile İçişleri Bakanlığının güvenlik gerekçesiyle
ihtiyaç duyduğu, kamu kurum ve kuruluşları, belediyeler ve il özel idareleri
dâhil mahalli idareler ve diğer kamu tüzel kişilerine ait taşınmazlar, kaynak
veya irtifak hakları, Bakanlar Kurulu kararıyla resen Hazine adına tescil ve
İçişleri Bakanlığına tahsis edilecektir.
Bu düzenlemede yer alan “kamu kurum ve kuruluşları” “diğer kamu tüzel
kişileri” kavramı oldukça geniş bir kavram olup genel bütçeli idareler, özel ve
özerk bütçeli idareler ve kuruluşları, sosyal güvenlik kurumlarını, düzenleyici
ve denetleyici kurumlar gibi bağlı, ilgili, ilişikli tüm kamu kurum ve
kuruluşlarını kapsamaktadır..
Bu kurum ve kuruluşlara ait veya onların kullanımında olan
taşınmazlar, kaynak ve irtifak hakları bazı kanunlarda ve bu kurum ve
kuruluşların kuruluş kanunlarında yer alan ve kamunun değişik mal edinme
prosedürleri ( alım- tahsis—kamulaştırma-devletleştirme-istimval- bağış v.b)
gereğince edinilmişlerdir. Ayrıca 5018 sayılı Kamu Yönetimi ve Mali Kontrol Kanunu’nun
44, 45, 46 ve 47’nci maddelerinde genel bütçeli idareler için bu konuda özel
hükümlere yer verilmiştir.
İptali istenilen 32. madde “belediyeler ve il özel idareleri dâhil
mahalli idareler” ifadesine yer verildiğinden söz konusu hükmün Anayasanın 123
ve 127’nci madde hükmü açısından da değerlendirirlmesi gerekir.
Anayasanın;
“İdarenin bütünlüğü ve kamu tüzel kişiliği” başlıklı 123’üncü
maddesinde;
“İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla
düzenlenir.İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim
esaslarına dayanır.Kamu tüzelkişiliği, ancak kanunla veya kanunun açıkça
verdiği yetkiye dayanılarak kurulur.”
“Mahalli İdareler” başlıklı 127’nci maddesinde;
“Mahalli idareler; il, belediye veya köy halkının mahalli müşterek
ihtiyaçlarını karşılamak üzere kuruluş esasları kanunla belirtilen ve karar
organları, gene kanunda gösterilen, seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan
kamu tüzelkişileridir.
Mahalli idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri, yerinden
yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenlenir.…
Merkezi idare, mahalli idareler üzerinde, mahalli hizmetlerin idarenin
bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin
sağlanması, toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi
karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idari
vesayet yetkisine sahiptir…”
hükmüne yer verilmiştir.
5018 sayılı Kamu Yönetimi ve Mali Kontrol Kanunu’nun;
“Taşınır ve taşınmaz işlemleri “başlıklı 44’üncü maddesinde;
“Genel yönetim kapsamındaki kamu idarelerince, taşınır ve taşınmaz
edinilmesi, yönetilmesi, trampası,elden çıkarılması, ecrimisilin tahsil ve
takibinde izlenecek yöntem, Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerlerin
yönetimi ve korunması, işgalli malların tahliyesi gibi hususlar ilgili
kanunlarında düzenlenir. Bu malların kaydı ile taşınırların muhafazası,
kullanımı, mal yönetim hesabının verilmesi ve mal yönetimsorumlularıyla bunlar
adına görev yapacak olanların belirlenmesine ilişkin usûl ve esaslar, Maliye
Bakanlığınca hazırlanacak ve Bakanlar Kurulu tarafından çıkarılacak yönetmeliklerle
belirlenir….”,
“Taşınır ve taşınmaz edinme”başlıklı 45’nci maddesinde;
“Genel yönetim kapsamındaki kamu idareleri, kamu hizmetlerinin zorunlu
kıldığı durumlarda gereken nicelikte ve nitelikte taşınır ve taşınmazları, yurt
içinde veya yurt dışında, bedellerini peşin veya taksitle ödeyerek veya
finansal kiralama suretiyle edinebilirler. Kamu idareleri, taşınmaz satın alma
veya kamulaştırma işlemlerini yetki devri yoluyla bir başka kamu idaresi eliyle
yürütebilir. Genel bütçe kapsamındaki kamu idarelerinin edindiği taşınmazlar
Hazine adına, diğer kamu idarelerine ait taşınmazlar ise tüzel kişilikleri
adına tapu sicilinde tescil olunur. Hazine adına tescil edilen taşınmazlar
Maliye Bakanlığı tarafından yönetilir. Bu tescil işlemleri, adına tescil yapılan
idarenin taşınmazın bulunduğu yerdeki ilgili birimine bildirilir.,,,
Kamu idareleri, ihtiyaç fazlası taşınırları ile görmekle yükümlü
olduğu kamu hizmetlerinde kullanılacağına ve amacına uygun kullanılmaması
halinde geri alınacağına dair tapu kütüğüne şerh konulması kaydıyla
taşınmazlarını diğer kamu idarelerine bedelsiz olarak devredebilir.
Devredilmeyecek taşınır ve taşınmazlar ile devir ve kayıt işlemlerine ilişkin usul
ve esaslar Maliye Bakanlığınca belirlenir.
Kamu idareleri arasındaki taşınmazların mülkiyetine ilişkin
uyuşmazlıklar, görevli mahkemelerce çözümlenir.
“Taşınır ve taşınmaz mal satışı” başlıklı 46’ncı maddesinde;
“Genel bütçe kapsamındaki kamu idarelerinin her türlü taşınır ve
taşınmazlarının satışına Maliye Bakanlığı yetkilidir. Satış bedelleri genel
bütçeye gelir kaydedilir. Diğer kamu idarelerine ait taşınır ve taşınmazların
elden çıkarılması özel kanunlarında belirtilen yetkili organlarının kararıyla
mümkündür. Merkezî yönetim kapsamındaki kamu idarelerinin taşınmazlarından değeri
her yıl merkezî yönetim bütçe kanununda belirtilen sınırın üzerinde olanlar,
Bakanlar Kurulu kararıyla satılır.”
“Taşınmaz mal tahsisi” başlıklı 47’ncı maddesinde
“Kamu idareleri, kanunlarında belirtilen kamu hizmetlerini yerine
getirebilmek için mülkiyetlerindeki taşınmazlarla Devletin hüküm ve tasarrufu
altındaki yerleri, birbirlerine ve köy tüzel kişiliklerine bedelsiz olarak
tahsis edebilirler. Tahsis edilen taşınmaz, amaç dışı kullanılamaz. Hazinenin
özel mülkiyetindeki taşınmazlarla Devletin hüküm ve tasarrufu altındaki yerleri
tahsis etmeye, kamu ihtiyaçları için gerekli olmayanların tahsisini kaldırmaya
Maliye Bakanlığı; diğer taşınmazları tahsis etmeye ve tahsisini kaldırmaya ise
maliki kamu idaresi yetkilidir. Bu maddenin uygulanmasına ilişkin esas ve
usûller Maliye Bakanlığınca çıkarılacak yönetmelikle belirlenir.
Kanunlardaki özel hükümler saklıdır.”
hükmü yer almaktadır.
5018 sayılı Kanun’un 45. maddesinin birinci fıkrasına göre, “Hazine
dışındaki kamu idarelerinin mülkiyetinde bulunan taşınmazlar”, genel bütçe
kapsamı dışındaki kamu idarelerine ait taşınmazlardır. Bunlar ilgili kamu
idaresinin tüzel kişiliği adına tapu sicilinde tescil olunurlar. Genel bütçe
dışındaki idarelerin başında “mahallî idareler” gelmektedir. Genel bütçe
dışındaki diğer kamu idareleri olan “özel bütçeli idareler”, “düzenleyici ve
denetleyici kurumlar” ve “sosyal güvenlik kurumları” ise anılan Kanun’a bağlı
(II), (III) ve (IV) sayılı cetvellerde tek tek gösterilmiştir.
Anayasa’nın 123’üncü maddesinde, idarenin kuruluş ve görevleriyle bir
bütün olduğu ve kanunla düzenleneceği öngörüldükten sonra, idarenin kuruluş ve
görevlerinin, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayandığı hükme
bağlanarak, kamu tüzel kişiliğinin, ancak kanunla veya kanunun açıkça verdiği
yetkiye dayanılarak kurulacağı belirtilmiştir. İdarenin kuruluş ve görevleriyle
bir bütün olduğu ilkesiyle, idarenin yerine getirdiği çeşitli görevlerle bu
görevleri yerine getiren kurumlar arasında birlik sağlanması ve idari yapı
içinde yer alan kurumların bir bütünlük içerisinde çalışması öngörülmüştür.
Anayasa’da mahallî idarelere idari ve mali özerklik tanınmış olmasına
karşın merkezi yönetime, yerinden yönetim kuruluşlarını denetleme yetkisi
verilmiş ve bu yetki idari vesayet olarak somutlaştırılmıştır.
Anayasa’nın 127. maddesinin beşinci fıkrasına göre idari vesayet;
merkezî idarenin, mahallî idareler üzerinde, mahallî hizmetlerin idarenin
bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin
sağlanması, toplum yararının korunması ve mahallî ihtiyaçların gereği gibi
karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde sahip
olduğu yetkidir.
Belirtilen yetki, hukuka uygunluk denetiminin yanında yerindelik
denetimini içerir şekilde düzenlenebilir. Vesayet makamınca, işlemler üzerinde
iptal, onama, erteleme, izin, tekrar görüşülmesini isteme, düzeltme gibi
çeşitli denetim usulleri uygulanmaktadır.
Anayasa’da merkezî idare- mahallî idare ayrımının yapılması, mahallî
idarelerin organlarının seçimle göreve gelmesinin öngörülmesi, seçimlerinin
süreli olması, kararlarını kendi organları eliyle alması ve uygulatması,
kendilerine özgü bütçelerinin bulunması gibi yetki ve ayrıcalıklar tanınmış
olması, bu idarelerin özerkliklerinin somutlaşmış hâlidir.
Nitekim Anayasa Mahkemesinin geçmiş kararlarında da, Anayasa’nın 127.
maddesi uyarınca mahallî idarelerin idari ve mali özerkliklerinin bulunduğu
vurgulanmıştır. İdari özerklik icrai karar alma yetkisini de içermektedir.
Merkezî idarenin bu kuruluşlar üzerindeki vesayet yetkisi yerindelik ve
hukukilik denetimleriyle sınırlı olup vesayet, yerinden yönetim kuruluşları
yerine geçerek icrai karar alma yetkisini içermez.
Genel olarak mahallî idareler dâhil Hazine dışındaki kamu idarelerine
ait taşınmazların devir ve tahsislerinin nasıl yapılacağı 5018 sayılı Kanun’da
düzenlenmiştir. Anılan Kanun’un 47. maddesinin ikinci fıkrasında, söz konusu
taşınmazları tahsis etmeye ve tahsisini kaldırmaya, maliki kamu idaresi; 46.
maddesinin birinci fıkrasında ise genel bütçe kapsamı dışındaki kamu
idarelerinin her türlü taşınır ve taşınmazlarını elden çıkarmaya, özel
kanunlarında belirtilen organları yetkili kılınmıştır.
İptali istenilen 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında
Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un 32’nci maddesinin 1’nci cümlesinde yer alan düzenleme
ile Kamulaştırma Kanunu’nun 30’uncu maddesinde yer alan yasal prosedürün dışına
çıkılarak; İçişleri Bakanlığının güvenlik gerekçesiyle ihtiyaç duyduğu, kamu
kurum ve kuruluşları, belediyeler ve il özel idareleri dâhil mahalli idareler
ve diğer kamu tüzel kişilerine ait taşınmazların, kaynak veya irtifak haklarının,
Bakanlar Kurulu kararıyla resen Hazine adına tescili ve İçişleri Bakanlığına
tahsisi sağlanmaktadır. Bu işlem sırasında sözkonusu taşınmazların maliki olan
kamu idarelerinin anılan işlemlerden önce görüşlerinin alınması söz konusu
değildir. Bu düzenleme genel bütçeli idareler, özel ve özerk bütçeli idareler
ve kuruluşları, sosyal güvenlik kurumlarını, düzenleyici ve denetleyici
kurumlar gibi bağlı, ilgili, ilişikli tüm kamu kurum ve kuruluşlarını
belediyeler ve il özel idareleri dâhil mahalli idareler ve diğer kamu tüzel
kişilerini kapsamaktadır. Böylesi bir düzenleme öncelikle Anayasa’nın 127.
maddesinde yer alan mahallî idarelerin özerkliği ilkesi ile bağdaşmamaktadır.
Diğer taraftan dava konusu kuralın birinci cümlesi uyarınca
taşınmazlarının devredilmesine imkân tanınan genel bütçe dışındaki idareler
arasında “mahallî idareler” haricinde “özel bütçeli idareler”, “düzenleyici ve
denetleyici kurumlar” ve “sosyal güvenlik kurumları” da bulunmaktadır. Anılan
kurumların özel yasaları dikkate alındığında, bunların çoğunun kamu tüzel
kişiliği ile idari ve mali özerkliğe sahip hizmet yerinden yönetim kuruluşları
olduğu anlaşılmaktadır.
Anayasa Mahkemesinin kimi kararlarında ifade edildiği üzere,
Anayasa’nın 127. maddesi, hizmet yerinden yönetim kuruluşlarını
kapsamamaktadır. Hizmet yerinden yönetim kuruluşları, Anayasa’nın 123.
maddesine dayanılarak kamu tüzel kişiliği biçiminde kurulmaktadır. Kamu tüzel
kişiliğini haiz olunması, idari ve mali özekliğe sahip olmayı zorunlu
kılmaktadır. Zira tüzel kişilik, özünde, merkezî idareden bağımsız karar
alabilmeyi gerektirmektedir. Ancak Anayasa’da, yer yerinden yönetim kuruluşları
olan mahallî idarelerden farklı olarak hizmet yerinden yönetim kuruluşlarının
idari ve mali özerkliğinin ölçüsüyle ilgili herhangi bir hükme yer
verilmemiştir. Bu nedenle, hizmet yerinden yönetim kuruluşlarına tanınacak
özerkliğin derecesinin tayin edilmesi kanun koyucunun takdirindedir.
Ancak, bir kurumun özel kanununda idari ve mali özerkliğe sahip olduğu
kurala bağlanmış ve buna uygun olarak kendisine kimi kamu hizmetlerini yapma
görevi verilmiş olmasına rağmen, başka bir kanunla bu idari ve mali özerklikle
bağdaşmayacak şekilde o kurumun görev alanına girmeyen bir kamu hizmetini
yerine getirmek amacıyla taşınmaz mallarının hiçbir sınırlama olmaksızın, kamu
hizmetine fiilen tahsis edilip edilmediğine bakılmaksızın, idarenin kararı ve
uygun görüşü aranmaksızın, Bakanlar Kurulu kararıyla resen Hazine adına
tescili ve İçişleri Bakanlığına bedelli olarak tahsisinin yapılması, kamu
hizmetlerinin yerine getirilmesinde aksamaya neden olabilecektir. Bu durum,
Anayasa’nın 123. maddesinde yer alan ve idarenin yerine getirdiği çeşitli
görevlerle bu görevleri yerine getiren kurumlar arasında birlik sağlanmasını ve
idari yapı içinde yer alan kurumların bir bütünlük içerisinde ahenkle
çalışmasını gerektiren idarenin kuruluş ve görevleriyle bir bütün olduğu ilkesiyle
bağdaşmamakta, Anayasa’nın 123. ve 127’nci maddelerine de aykırıdır.
İptali istenilen 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında
Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un 32’nci maddesinin 3,4,5 ve 6’ncı cümlelerinde yer
alan hükümle Kamulaştırırma Kanunu’nun 30’uncu maddesinde yer alan itiraz
müessesesine ilişkin yasal prosedürün de dışına çıkılarak; “Bedele ilişkin
itirazlar Danıştaya yapılır. İtirazlar tescil işlemini durdurmaz. Mahkemelerce
ihtiyati tedbir ve yürütmenin durdurulması kararları verilemez, 3533 sayılı
Kanun hükümleri uygulanmaz “ şeklinde düzenleme yapılmaktadır.
Yapılan bu düzenleme; kullanımında bulunan taşınmazı iradesi dışında
Bakanlar Kurulu kararıyla resen Hazine adına tescil ve İçişleri Bakanlığına
tahsis edilen idarenin yargı yoluna başvurma hakkının sınırlandığı anlamına
gelmektedir.
Anayasa’nın 2.
maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin aynı zamanda bir “Hukuk Devleti”
olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, idarenin tüm işlem ve eylemlerinin yargı
denetimine tâbî olduğu devlettir. Nitekim, Anayasa’nın 125. maddesinde de
“İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır” hükmüne yer
verilerek, kişilerin idarî yargıya başvuru hakları anayasal güvenceye kavuşturulmuştur.
Anayasası’nın “Yargı Yolu” başlığını taşıyan 125.
maddesinin 5. ve 6. fıkralarında ise;
“İdari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya
imkânsız zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması
şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda gerekçe gösterilerek yürütmenin
durdurulmasına karar verilebilir.
Kanun, olağanüstü hallerde, sıkıyönetim, seferberlik
ve savaş halinde ayrıca milli güvenlik, kamu düzeni, genel sağlık nedenleri ile
yürütmenin durdurulması kararı verilmesini sınırlayabilir.”
hükümlerine yer verilmiştir.
Söz konusu Anayasa
hükmünde, “hangi şartlarda yürütmenin durdurulmasına karar verileceği ve hangi
durumlarda yürütmenin durdurulmasına karar verilmesinin kanunla
sınırlanabileceği” açıkça ortaya konulmuştur. Bu şekilde yürütmenin
durdurulması kararı verilmesi, daha önce de kanun koyucu tarafından bazı
uyuşmazlıklar hakkında yasaklanmış ya da kısıtlanmıştır.
Bu noktada, yapılan başvurular üzerine Anayasa Mahkemesi’nin konu
hakkında yaptığı değerlendirmeler ve verdiği kararlar önem taşımaktadır.
Bu kararlardan birisi, 3091 sayılı Taşınmaz Mal Zilyetliğine Yapılan
Tecavüzlerin Önlenmesi Hakkındaki Kanunun 13. maddesi ile yapılan düzenlemedir.
Bu maddeye göre, anılan Kanundan kaynaklanan uyuşmazlıklarda yürütmenin
durdurulmasına karar verilmesi yasaklanmıştır. Anılan maddenin gerekçesinde,
amacın kamu düzenini sağlamak olduğu belirtildiğinden, Anayasa Mahkemesi,
Anayasa’nın 125. maddesinde kısıtlama sebepleri arasında gösterilen kamu
düzeninin bozulması / sağlanması kriteri açısından da değerlendirme yapmıştır.
Anayasa Mahkemesi, 3091 sayılı Kanun’un 13. maddesinde; “Bu Kanuna
göre verilmiş kararlar üzerine idarî yargıya başvurmalarda yürütmenin
durdurulması kararı verilmez.” hükmü ile taşınmaz mal zilyetliğine yapılan
tecavüzlerin önlenmesi hakkında idarî makamlarca verilmiş kararlara karşı
açılan iptal davalarında, idarî yargı mercilerince yürütmenin durdurulması
kararı verilebilmesinin “kamu düzeni” gerekçesiyle sınırlandırılmasına ilişkin
hükmü iptal etmiştir (Anayasa Mahkemesi’nin 3.10.2010 tarih ve Esas:2008/77,
Karar:2010/77 sayılı Kararı).
Anayasa Mahkemesi’ne göre, iptal davasının
koşullarını belirleme yetkisi, Anayasa'da belirlenen kurallar içinde kalmak
şartıyla kanun koyucunun takdirindedir. İptal davası ya da yürütmeyi durdurma
kararı verilebilmesinin zamanına ve şartlarına ilişkin düzenlemeler, idarî
yargılama usûlü ile ilgili kurallardandır.
Anayasa’nın 142. maddesi uyarınca; mahkemelerin
kurulması, görev ve yetkileri, işleyişleri ve yargılama usûlleri kanunla
düzenlenir. Mahkemelerin nihaî karardan önce alacakları yasal önlemler ile
ileride kendi kararlarının uygulanabilirliğini ve geçerliliğini sağlamak üzere
alacakları önlemler, yargılama usûlüne ilişkin kurallardır.
Ancak, Devletin, hak arama özgürlüğünü daraltan bütün
sınırlamaları kaldırması ve bu yolla yargı denetimini yaygınlaştırarak adaletin
gerçekleştirilmesini sağlaması, hukuk devleti ilkesine yer veren Anayasa'nın 2.
maddesi gereğidir. Anayasa Mahkemesine göre hukuk devleti, insan haklarına
dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka
uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı
denetimine açık olan devlettir.
Aynı
görüş, anılan Mahkemece, M.M.S. –Belçika –Yunanistan dosyasında da dile
getirilmiş ve geçici nitelikteki tedbirler için iç hukukta aranan şartların,
Sözleşmenin 13. maddesinde belirtilen, uyuşmazlık hakkında karar verecek etkili
başvuru mercii bulunması ilkesine aykırı olmaması gerektiği ifade edilmiştir
(21 Ocak 2011 tarihli, Case of M.S.S. v. Belgium and Greece Kararı, paragraf
387, 388, http://hudoc.echr.coe.int).
Bu kararlar dikkate
alındığında, Anayasa Mahkemesi’nin kanun koyucunun hak arama özgürlüğünü
daraltan bütün sınırlamaları kaldırması ve bu yolla yargı denetimini
yaygınlaştırarak adaletin gerçekleştirilmesini sağlamasının, hukuk devleti
ilkesinin bir gereği olduğuna ilişkin görüşü ile AİHM’nin ihlâle neden olduğu
iddia edilen işleme karşı başvuru yapılan iç hukuktaki merciin, uyuşmazlığın
her aşamasında ihlâli önleyecek karar verebilme yetkisinin olması gerektiğine
ilişkin tespiti, nihaî amaç açısından örtüşmektedir.
Şüphesiz, idarî yargının en önemli araçlarından biri,
iptal davasıdır. İdarî yargı alanında iptal davaları ile birlikte en etkili
kurum olan “yürütmenin durdurulması” müessesesine Anayasa’nın 125. maddesinde
yer verilmiş olup; idarî işlemin uygulanması halinde telâfisi güç veya imkânsız
zararların doğması ve idarî işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının
birlikte gerçekleşmesi durumunda yürütmenin durdurulmasına karar verilebileceği
hükme bağlanarak, hukuk devleti ilkesine uygun bir düzenleme yapılmıştır.
Mahkemenin yargılama yaparken, uyuşmazlığın herhangi bir aşamasında açıkça
hukuka aykırı olduğunu tespit ettiği bir işlem hakkında yürütmenin durdurulması
kararı verememesi durumu, açıkça hukuka aykırı olan işlemin hukuk âleminde
varlığını bir süre daha devam ettirmesine yol açacaktır. Bu durumun “hukukun
üstünlüğü” ilkesine uygun olduğunu söylemek mümkün değildir.
İptali istenilen 6745 sayılı “Yatırımların Proje
Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 32’nci maddesindesinde yer alan “..Mahkemelerce
ihtiyati tedbir ve yürütmenin durdurulması kararları verilemez,” düzenlemesi
Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenen “hak arama özgürlüğü”nü sınırlayan bir
hüküm içermektedir.
İçişleri Bakanlığının güvenlik gerekçesiyle ihtiyaç
duyduğu, kamu kurum ve kuruluşları, belediyeler ve il özel idareleri dâhil
mahalli idareler ve diğer kamu tüzel kişilerine ait taşınmazların, kaynak veya
irtifak haklarının, Bakanlar Kurulu kararıyla resen Hazine adına tescili ve
İçişleri Bakanlığına tahsisi idarî kararlar açıkça hukuka aykırı olsa ve
telâfisi güç veya imkânsız zararların meydana geleceği anlaşılsa bile, yargı
organınca yürütmenin durdurulması kararı verilemesi durumunda; idarî makamlarca
tesis edilen ve hukuka açıkça aykırı olduğu ilk aşamada anlaşılan kararların,
hukuk âleminde bir süre daha varlığını sürdürmesine yol açacaktır. Böyle bir
durumun, başka bir deyişle, hukuka aykırı kararların hukuk âleminde
yürürlüklerinin sürmesine izin vermenin, kamu düzenine ve kamu yararına da
aykırı olacağı kuşkusuzdur.
Âdil yargılanma hakkını düzenleyen Anayasa’nın 36.
maddesinde, “Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı
mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma
hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan
kaçınamaz.” denilmektedir.
Anılan madde ile güvence altına alınan “dava yoluyla
hak arama özgürlüğü”, bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde, diğer temel
hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan
en etkili güvencelerden birini oluşturmaktadır.
Kullanmakta olduğu veya tasarrufunda bulunan bir
taşınmazı İçişleri Bakanlığının güvenlik gerekçesiyle ihtiyaç duyması üzerine ,
Bakanlar Kurulu kararıyla resen Hazine adına tescil ve İçişleri Bakanlığına
tahsis edilen kamu idaresinin uğradığı bir haksızlığa veya zarara karşı
kendisini savunabilmesinin ya da mâruz kaldığı haksız bir işlem veya uygulamaya
karşı haklılığını ileri sürüp kanıtlayabilmesinin, zararını giderebilmesinin en
etkili ve güvenceli yolu, yargı merciileri önünde dava hakkını
kullanabilmesidir. Yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması, âdil
yargılamanın ön koşulunu oluşturur.
Anayasa’nın 125. maddesinin birinci fıkrasında, “idarenin
her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.” denilerek etkin bir
yargı denetimi amaçlanmıştır. Çünkü, yargı denetimi, bir hukuk devletinin
“olmazsa olmaz” koşuludur. Bu kural, idarenin kamu hukuku ya da özel hukuk
alanına giren tüm eylem ve işlemlerini kapsamaktadır. Anayasa’nın 125. maddesinin
beşinci fıkrasında, idarî işlemin uygulanması halinde telâfisi güç veya
imkânsız zararların doğması ve idarî işlemin açıkça hukuka aykırı olması
şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda gerekçe gösterilerek yürütmenin
durdurulmasına karar verilebileceği, altıncı fıkrasında ise, yürütmenin
durdurulması kararı verilmesinin olağanüstü hal, sıkıyönetim, seferberlik ve
savaş hali ile millî güvenlik, kamu düzeni ve genel sağlık nedenlerine bağlı
olarak yasayla sınırlanabileceği” hükme bağlanmıştır.
Anayasa’nın 125. maddesinin altıncı fıkrasına ilişkin
gerekçede de “… idarî işlemler için verilecek yürütmenin durdurulması
kararlarına istisnaî olarak sınır getirilebileceği de maddede düzenlenmiştir.
Buna göre, olağanüstü hal, sıkıyönetim ve savaş hallerinde veya milli güvenlik,
kamu düzeni ve genel sağlık nedenleri ile idarî işlemler için yürütmenin
durdurulması kararı verilemeyeceği kanunda öngörülebilecektir.” denilmektedir.
Anayasa'nın sınırlamadan söz etmesi, kimi sınırlama
nedenlerini sayması karşısında, bu nedenlerin varlığının ayrıntılı ve somut
biçimde gösterilmesi gerekir. İptali istenilen maddenin gerekçesinde bu hususa
ilişkin herhangi bir açıklama yer almamaktadır.
Hak arama özgürlüğü bakımından kişilerin ve
kurumların diğer idareye karşı sahip oldukları en etkili yargısal koruma
mekanizması, iptal davasıdır. İptal davasında, idarî işlemin hukuk kurallarına
aykırılığının belirlenmesi halinde iptali yoluna gidilmekte ve bunun sonucunda
idarenin hukuka bağlılığı ve hukuk düzeninin korunması sağlanmaktadır. Genel
ilke, iptal kararlarının geriye yürümesi ve iptal edilen işlemi başından
itibaren ortadan kaldırması, bu işlem ve ona dayanan sonuçlar hiç mevcut
olmamış gibi kabul edilmesi olmakla birlikte, bu ilke, idarî işlemin iptal
kararına kadar mevcûdiyetine ve etki doğurmasına engel değildir. Bu itibarla,
kişileri iptal davası sonuçlanıncaya kadar hukuka aykırı idarî işlemin olumsuz
etkilerinden korumak, ileride giderilmesi veya düzeltilmesi imkânsız veya zor
olan durumları önlemek, idareyi de hem olası bir tazmin yükünden kurtarmak, hem
de hukuk sınırları içine çekerek hukuk devletinin kesintiye uğramadan devamını
sağlamak amacıyla “yürütmenin durdurulması” kurumu öngörülmüştür.
Yürütmenin
durdurulması kurumu, yargının denetim etkinliğini arttırıcı bir araç olarak
dava hakkının bir parçasını oluşturmaktadır. Bu yetkinin mahkeme açısından
sınırlandırılması, davanın kesin karar verilinceye kadar yapısının tümlüğüne,
yargılamanın her evresini kapsayan işlem ve kararlar üzerinde mahkemenin tek
belirleyici olması ilkesine de aykırıdır.
Yürütmenin
durdurulması kararı ile dava konusu olan işlemin yapıldığı andan önceki durumun
geri gelmesi sağlanmakta ve kişiler, dava sonuçlanıncaya kadar bu işlemin
olumsuz etkilerinden korunmaktadır.
İdarî yargıda açılan davalarda yargılamanın hangi
aşamasında olursa olsun mahkemece yürütmenin durdurulması kararı
verilememesinin, kamu düzenini korumayacağı açıktır. Yürütmenin durdurulmasının
sınırlanması anayasal sınırlar içinde kanun koyucunun takdiri içerisinde ise
de, bu yetki sınırsız değildir. Kanun koyucu tarafından kamu düzeni gerekçesine
dayanılarak böyle bir düzenleme yapılabilmesi için önemli, genel kabul görmüş,
somut nedenlerin varlığı gerekir.
İptali istenilen 6745 sayılı “Yatırımların Proje
Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 32’nci maddesindesinde yer alan “..Mahkemelerce
ihtiyati tedbir ve yürütmenin durdurulması kararları verilemez,” hükmü ile
idarî yargının en güçlü araçlarından birinin elinden alınması suretiyle
yargısal denetimin kısıtlanmasına da yol açmaktadır.
Devletin her türlü
işleminde hukuka bağlılık esasına dayanan ve bunu yargı denetimi yolu ile
gerçekleştiren “Hukuk devleti” ilkesi, bugün ulaştığı noktada, kişiye tanıdığı,
sınırları genişletilmiş özgürlüklerle onun haklarını öne çıkaran, devleti ise
bu hakları korumakla yükümlü tutan bir nitelik kazanmıştır. Anayasa'nın 36.
maddesinde düzenlenen “hak arama özgürlüğü” ile 138. ve 139. maddelerinde
düzenlenen “Mahkemelerin bağımsızlığı” ve “Hâkimlik ve savcılık teminatı”,
“Hukuk devleti” ilkesinin doğal bir sonucu olduğu kadar, onu gerçekleştirmenin
de aracıdır.
İdarî yargı
yerlerince yürütmeyi durdurma kararı verilebilmesi, yargı yetkisinin ayrılmaz
bir parçasıdır. Bu yetkinin, uyuşmazlığın herhangi bir aşamasında
kullanılmasını engelleyen bir kanun hükmü, aynı zamanda yargı yetkisinin
kullanılmasını da kısıtlar ve hâkimin vicdanî kanaatine göre karar verme
olanağını ortadan kaldırır.
Bu nedenle de böyle
bir kanun hükmü, "Hâkimler görevlerinde bağımsızdırlar. Anayasa'ya kanuna
ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler." şeklinde
ifadesini bulan Anayasa'nın 138. maddesine aykırı düşer.
Anayasa'nın 125.
maddesinin gerekçesinde, yönetimde hukuka uygunluğu sağlamanın en etkin yolunun
yargısal denetim olduğu belirtilmiştir. Devletin tüm işlemlerinde hukuka
uygunluğunun sağlanması, eksiksiz bir yargı denetimine bağlı tutulmasını
gerekli kılar. Yargı yetkisinin etkinliği, "karar verme" aracının da
özgürce ve eksiksiz kullanılmasını gerektirir ki, "yürütmeyi
durdurma" önlemi bu "eksiksiz kullanma" kapsamında yer alır.
"Dava"
kavramı içinde “yürütmenin durdurulması kavramı” da vardır. Mahkemenin
yürütmeyi durdurma yetkisi davayı görüp karara bağlama ödevi ve yetkisi içinde
bir aşamadır. Yürütmenin durdurulması kararı, yargı bütünlüğü ilkesinin bir ön
uygulamasıdır. Bu karar, sonuç karardan ayrı, ama o davayla ilgili bir
bölümdür. Son kararı vermeye yetkili organın davanın bir başka bölümü için
karar veremeyeceğinin kabulü ve "yargı yetkisinin eksiksiz
kullanılması"yla bağdaşamaz (Anayasa Mahkemesi’nin 21.10.1993 günlü, E:
1993/33, K: 1993/40-2 sayılı Kararı.
Hâkimin "karar
verme" yetkisinin varlığından tam olarak söz edilebilmesi için, görülmekte
olan davada yürütmenin durdurulması kararı da dâhil olmak üzere, lüzûmlu olan
tüm kararların verilebilmesi gerekir. Yürütmenin durdurulması için gereken
koşulların varlığını takdir edebilecek durumda olan da, kuşkusuz, hâkimdir.
Anayasa'nın 9. maddesinde yer alan, "Yargı yetkisi, Türk Milleti adına
bağımsız mahkemelerce kullanılır." kuralı da, yargı yetkisinin etkinliğini
ve bu yetkinin serbest ve noksansız olarak kullanılacağını göstermektedir. Hâkimin
"karar verme" yetkisinin varlığından tam olarak söz edilebilmesi
için, görülmekte olan davada yürütmenin durdurulması kararı da dâhil olmak
üzere, lüzûmlu olan tüm kararların verilebilmesi gerekir. Yürütmenin
durdurulması için gereken koşulların varlığını takdir edebilecek durumda olan
da kuşkusuz hâkimdir.
İdarenin, hukuka
aykırı işlemlerinin, dava konusu edilmiş olsalar dahî yürürlüğünü sürdürmeleri
ve açılan davaların çok uzaması sonucu kişilerin temel hak ve hürriyetlerinin
kolayca tehlikeye girebileceği endişesi nedeniyle idare hukukuna özgü bir yargı
işlemi olan "yürütmenin durdurulması" müessesesi kabul edilmiştir.
Bir davanın görülmesi
sırasında yürütmenin durdurulması koşullarının bulunup bulunmadığını takdir
etme konusu tamamen hukukî bir konudur. Yargı yerinin "ne olursa olsun
yürütmeyi durdurma kararı vereceğini", böylece “idarenin güç duruma
düşeceğini” sanmak yanlıştır. Kaldı ki, dava açılınca iptal ya da red kararıyla
en geniş yetkiyi kullanacak mahkemenin, dar yetki olan yürütmeyi durdurma
kararı veremeyeceğini benimsemek, yetkileri sınırlayıp bölmekten öte,
güvensizlik anlamında bir değerlendirmedir. Yürütmenin durdurulmasını ilk
aşamada yasaklayan bir yargısal denetim, biçimsel olarak vardır. Yokluk
halindeki idarî işlemler bile, yürütmenin durdurulması aşamasına kadar,
hukuksal sonuçlar doğurmaya devam edecektir.
Bu bakımdan,
yürütmenin durdurulması kararı verebilme yetkisinin kaldırılması, yürütmenin
durdurulması kararının yargı yetkisinin ayrılmaz bir parçası ve yargısal
denetimin vazgeçilmez bir aracı olması nedenleriyle, Anayasa’nın 125. maddesi hükmüne
de aykırı düşer.
Mahkemenin yürütmeyi durdurma kararı verebilme yetkisi, yargı
yetkisinin ayrılmaz bir parçası olduğundan, bu yetkinin kullanılmasını önleyen
bir kanun, belirli bir olay için dahî olsa, "yargı yetkisinin
kullanılmasını sınırlayıcı" bir kanundur ve hâkimin vicdanî kanısına göre
karar verme olanağını kısıtlar. Hak arama özgürlüğünü, yasal yargı yolunu bazı
kararların zamanında alınamaması şeklinde daraltmak, mahkemelere güvensizlik
duyuracak doğrultuda yetki kısıntısına gitmek, Anayasamızın aynı kuralına
aykırı düşmektedir.
Bu itibarla, iptali istenilen 6745 sayılı
“Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde
Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 32’nci maddesindesinde yer
alan “..Mahkemelerce
ihtiyati tedbir ve yürütmenin durdurulması kararları verilemez,” hükmü
öncelikle Anayasa’nın 2. maddesinde öngörülen “hukuk devleti” ilkesine; 13.
maddesinde belirtilen “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması”na ilişkin
hükümlere; 36. maddesinde düzenlenen “Hak arama hürriyeti” hükmüne ve 125.
maddesi hükümlerine aykırı bulunmaktadır.
İptali istenilen 6745 sayılı “Yatırımların Proje
Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 32’nci maddesinin son cümlesinde yer alan
hükümle; “İçişleri Bakanlığının güvenlik gerekçesiyle ihtiyaç duyduğu, Bakanlar
Kurulu Kararı ile resen Hazine adına tescil ve İçişleri Bakanlığına tahsis
edilen kamu kurum ve kuruluşları, belediyeler ve il özel idareleri dâhil
mahalli idareler ve diğer kamu tüzel kişilerine ait taşınmazlara ilişkin olarak
ihtiyaç duyulan imar planı değişikliklerinin Çevre ve Şehircilik Bakanlığınca
resen yapılacağını veya yaptırılacağı” yönünde bir düzenleme yapılmaktadır.
Anayasa'nın 6. maddesinde, hiçbir kimse veya
organın; kaynağını Anayasa'dan almayan bir Devlet yetkisini kullanamayacağı
belirtilmiştir.
Anayasa’nın 127. maddesinde
ise: “Mahallî idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri, yerinden
yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenlenir.” denilmektedir. İmar planı yapılması ve onaylanması yerel bir hizmet olup, Anayasa’nın bu ilkesi ve
kanunların belediyelere verdiği yetkiler nedeni ile belediyelerin ve belediye
meclislerinin görevidir.
Anayasa’nın 127.
maddesinde; kamu tüzel kişileri olan yerel yönetimlerin “kuruluş, görev ve
yetkileri”nin yerinden yönetim ilkesine uygun olarak yasa ile düzenleneceği
belirtildikten sonra, aynı maddenin beşinci fıkrasında; "Merkezî idare,
mahalli idareler üzerinde, mahalli hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine
uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması toplum
yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla,
kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idarî vesayet yetkisine sahiptir."
hükmüne yer verilmiştir. Yani bu hükümle merkezî idareye; yerel yönetimler üzerinde yasada belirtilen
esas ve usuller içinde idarî vesayet yetkisi verilmiştir.
Ancak merkezî
idareye, bu yetkinin ötesine geçerek, yerel yönetimlere yasa ile verilen yetkileri
bizzat kullanma izni verilmemiştir. Anayasa, erel yönetimlerin özerkliği ile yönetimin
bütünlüğü ilkesi çerçevesinde “idarî vesayet” yolu ile bir denge kurmuş, yerel
yönetimlere özerklik tanırken, merkezî yönetime de onlar üzerinde bir denetim
yetkisi vermiştir.
İdarî vesayet,
merkezî yönetimin vesayet yetkisine bağlı diğer kamu tüzelkişilerinin
yürütülebilir (icraî) kararlarını onaylama, reddetme, istisnai olarak da yerine
geçerek karar verme yetkisidir. Bu yetki yerel yönetimlerin yetkisini ortadan
kaldıracak, etkisiz kılacak biçimde kullanılamaz. İdari vesayetten, söz
edilebilmesi için her şeyden önce idari makamlarca (belediyelerce)
oluşturulmuş bir işlem veya kararın bulunması, merkezi yönetimin de o kararı
değerlendirmesi gerekir.
Yerel yönetimlere
bırakılan işlemlerin “yerine geçme” yolu ile merkezî yönetimce yapılması,
ancak; yerel yönetimin yasalarla kendisine verilen görevi yerine getirmekten kaçınması, çok gecikmesi ya da kamu yararı bulunması gibi
istisnalara bağlıdır. Bu istisnai haller de 3194 Sayılı İmar Kanunu’nun 9. maddesinde
sayılmıştır.
İptali istenilen 6745
sayılı “Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun
Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 32’nci maddesinin
son cümlesinde yer alan hükümle; Hazine adına tescil ve İçişleri Bakanlığına tahsis edilen kamu
kurum ve kuruluşlarına ait taşınmazlarla ilgili imar planlaması süresiz olarak,
Çevre ve Şehircilik Bakanlığının yetkisine alınmakta ve Bakanlık yerel yönetimlerin yerine
geçmektedir. Bu durum,
yerel yönetimlerin
özerkliğiyle, ayrıca
merkezi yönetime idarî
vesayet yetkisinin
kullanılması dışında bir müdahale
olanağı tanımayan, Anayasa'nın 127. ve 6. maddeleri ile bağdaşmamaktadır.
3194 Sayılı İmar
Kanunun’nun gerekçesinde; “Bu kanun (tasarısı) ile ülkemizde plânlama ilk defa
olarak bir sisteme bağlanmış ve plânlamanın gelişmeyi önceden yönlendirmesi
ilkesi getirilmiştir. Bu amaçla, 5 yıllık kalkınma plânları ve buna bağlı
yıllık icra programları çerçevesinde imarla ilgili ilke ve hususları tespitte
tüm fizikî plân kademeleri ile sosyo-ekonomik baza dayalı kararların mekâna
yansımasını sağlayacak boyut getirilmiştir.
Tatbikatta, plânlama
ve sorgulama işlemlerinin ihtiyaçları ve şehirleşmenin gerisinde kalması
nedeniyle plânsız ve sağlıksız yerleşmelere sebep olması ve bu gibi
yerleşmelerin büyükşehir çevrelerini sarması sonucu, gerek geçmiş dönemdeki
imar mevzuatına aykırı yapılaşmayı belli bir düzenleme içine alarak çözmek,
gerekse bundan böyle şehirleşme ve yerleşme konusundaki gelişmelerin mevzuat,
plân, şehircilik ilkelerine uygun olarak düzenli bir biçimde yürümesini
sağlamak üzere, valilik veya belediyelerin plân üretimi ve uygulaması sürecinde
etkinliklerini arttıracak önlemleri getirmek gereği ve konuya kısa vadede çözüm
getirilmesi mecburiyeti hasıl olmuştur.
Mahalli idareye,
bugüne kadar yürütülen usullerin dışında yeni bir anlayış ile, imar plânlarını
yapıp yaptırma yetkisi verilmiş, bunlara sahip çıkmaları, sorumluluğunu bilerek
disiplinli bir şekilde uygulamalarını sağlamaları amaçlanmıştır.
İmar plânlarının, 5
yıllık kalkınma plânı ilkeleri doğrultusunda gerçekleştirilmesi ve fizikî
plânların bütününde sosyo-ekonomik esasa dayalı düzenlemenin getirilmesi, bu
suretle şehirlerin gelişmesinin bölge plânları ile yönlendirilmesi ile imar
plânlarında sürenin asgariye indirilmesi ve aynı zamanda mahalli koşulların
plâna sağlıklı olarak yansıması için valilik ve belediyelerce plân yapma
yetkisini tanıyan hüküm getirilmiştir.
Ayrıca, halkın
kendisi için yapılan imar plânlarının aleniyetinin sağlanması amaçlanmıştır.”
denilmektedir.
İmar plânları; insan,
toplum, çevre münasebetlerinde kişi ve aile mutluluğu ile toplum hayatını
yakından etkileyen fiziksek çevreyi sağlıklı bir yapıya kavuşturmak,
yatırımların yer seçimlerini ve gelişme eğilimlerini yönlendirmek ve toprağın
korunma, kullanma dengesini en rasyonel biçimde belirlemek amacıyla hazırlanır.
3194 sayılı Yasa’nın
8/b maddesinde, nazım ve uygulama imar plânlarının, bölge plânı ve çevre düzeni
plân kararlarına uygun biçimde, ilgili belediyelerce yapılması ve yaptırılması
ve belediye meclisince onaylanarak yürürlüğe konulması esası getirilmiştir.
Böylece “plânlama” konusunda yerel yönetimler ön plâna çıkmakla birlikte,
Anayasa’nın 127. maddesi gereği, yetkilerin merkezi yönetimle yerinden (yerel)
yönetim birimleri arasında daha ayrıntılı biçimde paylaşıldığı bir dönem
başlatılmıştır. Burada merkezi yönetimin (Bakanlık), imar plânlarının kamu
yararı ve ülke geneli ile ilgileri nedeniyle, 3194 sayılı Kanun’da sayılan
özellikleri taşıyan somut yerlerle sınırlı olarak ve daha çok makro düzeyde
yetki kılındığı görülmektedir. Merkezî yönetim, yerel yönetimlere bırakılan
işlerde ise ancak yasada açıkça belirlenen konularda Anayasa’nın 127.
maddesindeki idarî vesayet yetkisini kullanabilecektir.
Anayasa’nın 127. maddesinin 1. fıkrasında yerel yönetimlerin genel bir
tarifi yapıldıktan sonra; 2. fıkrasında bu yönetimlerin kuruluş ve görevleri
ile yetkilerinin yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenleneceği
belirtilmektedir.
Anayasa’nın 127. maddesinin 5. fıkrasında ise, dava konusu yasa hükmü bakımından
büyük önem taşıyan yerel yönetimlerin merkezi yönetimle ilişkisi
düzenlenmektedir. Burada yerel yönetimlerin özerkliği ile yönetimin bütünlüğü
ilkesi çerçevesine idarî vesayet yolu ile bir denge kurulduğu görülmektedir.
”Merkezi idare, mahalli idareler üzerinde, mahallî hizmetlerin idarenin
bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin
sağlanması, toplum yararının korunması ve mahallî ihtiyaçların gereği gibi
karşılanması amacıyla kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde idarî
vesayet yetkisine sahiptir.” diyen beşinci fıkra hükmü, merkezi yönetimin
yetkilerini ayrıntıya varan bir titizlikle düzenlerken, merkezî - yerel yönetim
ilişkisinde dengenin iki yönetimden herhangi birinin lehine bozulmasını önlemek
istemiştir. Böylece yerel yönetim-merkezî yönetim ilişkisinde bir dengeyi
zorunlu gören Anayasa koyucu yerel yönetimlere özerklik tanırken merkezî
yönetime de onlar üzerinde bir denetim yetkisi vermiştir. Ancak idarî vesayet
adı verilen bu denetimin çerçevesini yine kendisi çizerek iki yönetim arasında
doğabilecek yetki çatışmalarını önlemek istemiştir.
Anayasa uyarınca
merkezî yönetimle yerel yönetimler arasında bir denetim ilişkisi kurulacaksa bunun
ancak idarî vesayet yetkisinin kullanılması biçiminde olacağı söylenebilir.
İdarî vesayet, merkezî yönetimlerin, yerel yönetimlerin icraî kararlarını
onama, geri çevirme ve kimi ayrık durumlarda da değiştirerek onama yetkisidir.
Başka bir anlatımla, merkezî yönetime yeniden yönetim organları ve onların
çalışmaları üzerinde, kamu yararını korumak amacıyla üst otoritelere yasayla
verilen yetkilerin bütünüdür. Bu yetki yerel yönetimlerin yetkisini ortadan
kaldıracak, etkisiz kılacak biçimde kullanılamaz.
İptali istenilen 6745
sayılı “Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun
Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 32’nci maddesinin
son cümlesinde yer alan hüküm Anayasa'nın 127. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan yerel
yönetimlerin görevlerinin kanunla düzenleneceği ilkesi olan: “Mahallî
idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri, yerinden yönetim ilkesine
uygun olarak kanunla düzenlenir.” hükmündeki yerellik ilkesine aykırı olduğu
gibi; yine 127. madde
hükmündeki idari vesayet yetkisini aşan, kanunlarda yerel yönetimlere verilen yetkileri Bakanlık
bünyesine alarak, sınırlandıran bir işlemdir.
Bu madde gereğince İçişleri
Bakanlığınıı güvenlik gerekçesiyle ihtiyaç duyduğu ve Bakanlar Kurulu kararına
istinaden hazine adına tescil, İçişleri Bakanlığı adına tahsis yapılan diğer
kamu kurum ve kuruluşlarına ait taşınmazlar için imar planlarında değişiklik
yapma veya yaptırma yetkisinin Çevre Bakanlığının yetkisine alınması, yukarıda
açıklanan aykırılıklarla birlikte; Yasalara uygun biçimde seçilen belediyelerin
en yetkili karar
organı olan belediye meclisinin, meclisin seçilmiş üyelerinin ve tek dereceli olarak doğrudan seçilmiş
belediye başkanının, imar plânlarının yapılmasında, Anayasal ve yasal yetkilerini sınırlamakta,
hatta kaldırmakta ve karar süreçlerine katılmasını engellemektedir.
Söz konusu madde
hükmü ile getirilen düzenleme; İçişleri Bakanlığının güvenlik gerekçesiyle
ihtiyaç duyup Bakanlar Kurulu Kararı ile hazine adına tescil ve İçişleri
Bakanlığı adına tahsis ettiği taşınmazlar için 3194 sayılı Yasa'nın plânlama
yetkisini belediyelere veren ve bu konudaki ana kuralı oluşturan 8. maddesi
hükmünü de etkisiz ve
belediyelerce kullanılmaz duruma getirmiştir.
Halkın oyları ile ve
yasalarda belirlenen kurallara göre seçilen belediye meclisinin, üyelerinin ve
belediye başkanının; Anayasa’ya uygun yasalardan ve doğrudan Anayasa’dan
kaynaklanan yetkileri, Anayasaya aykırı bir yasa ile geri alınamaz ve başka bir
kuruma devredilemez.
Anayasa’nın 6.
Maddesinde; hiçbir kimse veya organın kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet
yetkisi kullanamayacağı belirtilmektedir. Oysa iptali istenilen yasa maddesi
merkezî yönetimi Anayasa ile kendisine verilen idarî vesayeti aşan yetkilerle
donatmaktadır. Bu durumda merkezî yönetimce kullanılan yetkinin kaynağını
Anayasa’dan aldığı ileri sürülemeyeceğinden 6. maddeye açık bir aykırılığın varlığını kabul etmek
gerekecektir.
Bu nedenlerle iptali
istenilen 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun
ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 32’nci
maddesinin son cümlesinde yer alan hüküm Anayasanın 6’ncı ve 127’nci maddesi
hükümlerine de aykırılık taşımaktadır.
Yukarıda ayrıntılı
olarak açıklandığı üzere, 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun
ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 32’nci
maddesi hükmü; Anayasa’nın 2., 6., 7., 8., 9., 13., 36., 46., 90., 123, 125.,
127., 138., 139. ve 142’inci maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir.
4) 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında
Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un 33’üncü maddesinin Anayasaya Aykırılığı.
Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un
33’üncü maddesi;
“MADDE 33- 2942 sayılı Kanuna aşağıdaki ek madde
eklenmiştir.
“EK MADDE 1- Uygulama imar planlarında umumi
hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle mülkiyet hakkının özüne
dokunacak şekilde tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında, uygulama
imar planlarının yürürlüğe girmesinden itibaren beş yıllık süre içerisinde imar
programları veya imar uygulamaları yapılır ve bütçe imkânları dâhilinde bu
taşınmazlar ilgili idarelerce kamulaştırılır veya her hâlde mülkiyet hakkını
kullanmasına engel teşkil edecek kısıtlılığı kaldıracak şekilde imar planı
değişikliği yapılır/yaptırılır. Bu süre içerisinde belirtilen işlemlerin
yapılmaması hâlinde taşınmazların malikleri tarafından, bu Kanunun geçici 6 ncı
maddesindeki uzlaşma sürecini ve 3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari
başvuru ve işlemleri tamamlandıktan sonra taşınmazın kamulaştırmasından sorumlu
idare aleyhine idari yargıda dava açılabilir.
Birinci fıkra uyarınca dava açılması hâlinde
taşınmazın ya da üzerinde tesis edilen irtifak hakkının dava tarihindeki
değeri, mahkemece; bu Kanunun 15 inci maddesine göre bilirkişi incelemesi
yapılarak, taşınmazın hukuken tasarrufunun kısıtlandığı veya fiilen el
konulduğu tarihteki nitelikleri esas alınmak suretiyle tespit edilir ve
taşınmazın veya hakkın idare adına tesciline veya terkinine hükmedilir.
Bu madde kapsamında kalan taşınmazlar hakkında
açılacak dava ve takiplerde, bu Kanunun geçici 6 ncı maddesinin üçüncü,
yedinci, sekizinci ve on birinci fıkra hükümleri, bu maddenin yürürlüğe girdiği
tarihten önce açılan ancak henüz karara bağlanmayan veya kararı kesinleşmeyen
davalara bu madde hükümleri, kesinleşen ancak henüz ödemesi yapılmayan kararlar
hakkında ise geçici 6 ncı maddenin üçüncü, sekizinci ve on birinci fıkra
hükümleri uygulanır.
Bu Kanunun geçici 6 ncı maddesinin sekizinci
fıkrası uyarınca ayrılması gereken yüzde iki oranındaki ödenekler, yüzde dört
olarak ayrılır. İlave olarak ayrılan yüzde iki oranındaki ödenekler, münhasıran
bu ek madde ile geçici 11 inci ve geçici 12 nci maddeler kapsamında yapılacak
ödemelerde kullanılır. Yapılacak ödemelerin toplam tutarının ilave olarak
ayrılan ödeneğin toplamını aşması hâlinde, ödemeler, en fazla on yılda ve
geçici 6 ncı maddenin sekizinci fıkrası hükmüne göre yapılır.”
hükmünü taşımaktadır.
Söz konusu maddenin gerekçesi tasarı metninde;
”Kamulaştırmasız el atma
nedeniyle tazminat davalarında hak düşürücü sürenin düzenlendiği 2942 sayılı
Kamulaştırma Kanununun 38 inci maddesinin, Anayasa Mahkemesinin 4/11/2003
tarihli ve 25279 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 10/4/2003 tarihli ve E.:
2002/112, K.: 2003/33 sayılı Kararı ile iptal edilmesi üzerine, 2942 sayılı
Kamulaştırma Kanununa, 18/6/2010 tarihli ve 5999 sayılı Kanunla eklenen geçici
6 ncı maddede; 9/10/1956 ila 4/11/1983 tarihlerini kapsayan dönemde,
kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması hiç yapılmamış
olmasına rağmen fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca
tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan ya da kısmen veya tamamen veyahut
irtifak hakkı tesis etmek suretiyle malikin rızası olmaksızın fiili olarak el
konulan taşınmazlar veya kaynaklara ilişkin vatandaşlarımızın karşılaştıkları
mağduriyetlerin giderilmesi amacıyla düzenlemeler yapılmıştır. Ayrıca, anılan
geçici maddede daha sonra, 24/5/2013 tarihli ve 6487 sayılı Kanunla bazı
değişiklikler yapılmıştır.
Daha sonra, Kamulaştırma
Kanununun geçici 6 ncı maddesine 6487 sayılı Kanunla eklenen; 2981 sayılı Kanun
hükümlerine göre yapılan imar uygulamalarından doğan ve ipotekle teminat altına
alınanlar dahil idarelerin taraf olduğu her türlü alacak ve bedellerin
ödenmesine ilişkin düzenlemeler içeren onikinci fıkra ile 4/11/1983 tarihinden
sonraki kamulaştırmasız el koyma işlemlerinden kaynaklanan ödemeleri düzenleyen
onüçüncü fıkranın, Anayasa Mahkemesinin 13/11/2014 tarihli ve E.: 2013/95, K.:
2014/176 sayılı Kararı ile iptal edilmiş ve bu iptal kararı, 13/3/2015 tarihli
ve 29294 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
Anayasa Mahkemesinin bu
iptal kararında belirtilen gerekçeler de dikkate alınarak 2942 sayılı
Kamulaştırma Kanununa eklenmesi öngörülen Ek 1 inci madde ile;
-Uygulama imar
planlarında umumi hizmetlere ve resmi kurumlara ayrılmak suretiyle mülkiyet
hakkının özüne dokunacak şekilde tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar
hakkında, uygulama imar planlarının yürürlüğe girmesinden itibaren beş yıllık
süre içerisinde imar programları veya imar uygulamaları yapılması ve bütçe imkanları
dahilinde bu taşınmazların ilgili idarelerce kamulaştırılması veya imar planı
değişikliği yapılması/yaptırılması zorunluluğu getirilerek bu konuda
vatandaşlarımızın karşılaştıkları mağduriyetlerin giderilmesi,
-4/11/1983 tarihinden
sonraki dönemde kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması hiç
yapılmamış olmasına rağmen fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına
ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazların
maliklerine yapılacak ödemelere ilişkin olarak da yeni bir düzenleme yapılmak
suretiyle 4/11/1983 tarihinden bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihe kadar
oluşan bu fiili durum nedeniyle vatandaşlarımızın karşılaştıkları
mağduriyetlerin; bu kapsamda kalan taşınmazların bu maddenin yürürlüğe girdiği
tarihten itibaren en geç on yıllık süre içerisinde bütçe imkanları dahilinde
ilgili idarelerce kamulaştırılması veya taşınmazların mevcut imar planı bulunup
bulunmadığı veya plan yapılabilecek yerlerden olup olmadığı durumuna göre imar
planı/imar uygulaması/toplulaştırma yapılmak/yaptırılmak suretiyle başka yerden
mümkün ise müstakil, değilse hisseli parsel verilmesi veyahut taşınmazların
tahliye edilerek kullanıma imkan verecek biçimde malikine iade edilmesi
suretiyle karşılanması,
-Madde kapsamındaki
taşınmazların malikleri tarafından idareler aleyhine açılan davaların sayısının
çokluğu, ödemelerde uygulanacak faize ilişkin yerleşik hale gelen yargı
içtihatları da dikkate alınarak, idareler aleyhine verilen kararlara istinaden
yapılacak ödemelerin bütçeye getireceği yük ve bu yük nedeniyle ödemelerde
yaşanacak sıkıntıların aşılmasını ve kamu hizmetlerinin aksamadan yürütülmesini
teminen, ihtiyaç duyulması halinde ödemelerin taksitlendirme suretiyle
yapılmasına da imkan verecek şekilde düzenleme yapılması,
-Kamulaştırma Kanununun
geçici 6 ncı maddesinin sekizinci fıkrası uyarınca ayrılması gereken yüzde iki
oranındaki ödeneklerin yüzde dört olarak ayrılması ve ilave olarak ayrılan bu
ödeneğin münhasıran bu madde ile Kamulaştırma Kanununa eklenen geçici 11 inci ve
geçici 12 nci maddeler kapsamında yapılacak ödemelerde kullanılması suretiyle
vatandaşların alacaklarının bir an önce ödenmesi,
-Tasarrufu hukuken
kısıtlanan taşınmazlar hakkında beş yıllık süre içerisinde yapılması öngörülen
işlemlerin yapılmaması halinde taşınmazların malikleri tarafından, Kamulaştırma
Kanununun geçici 6 ncı maddesinde öngörülen uzlaşma süreci ile 3194 sayılı İmar
Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemleri tamamlandıktan sonra taşınmazın
kamulaştırmasından sorumlu idare aleyhine asliye hukuk mahkemesinde taşınmaz
bedelinin tespiti ve tescili davası açılabilmesi, daha önce idari yargıda
görülen bu davaların, idari yargıda tescil kararı verilememesi nedeniyle adli
yargının görev alınana alınması ve Kamulaştırma Kanunundaki dava usulü, bilirkişi
incelemesi ve değer tespitine ilişkin hükümlerin bu davalar için de
uygulanabilmesi,
-Kamulaştırma Kanununun
geçici 6 ncı maddesindeki uzlaşma, dava, haciz yasağı ve nakdi ödemenin
yanında; idareye ait taşınmazın trampasının yapılması, taşınmazı üzerinde
sınırlı ayni hak tesis edilmesi veya imar hakkı transferi yapılması gibi
yöntemler dâhil ödeme şekline ilişkin düzenlemelerin bu madde kapsamdaki
davalar ve icra takipleri için de uygulanabilmesi, amaçlanmıştır.”
şeklinde açıklanmaktadır.
6745 sayılı yasanın 33’üncü maddesinde yapılan
düzenleme ile 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’na eklenen Ek: 1’nci madde ve bununla
bağlantılı 34’üncü madde ile 2942 sayılı Kanunun geçici altıncı maddesinin
onuncu fıkrasının üçüncü cümlesini yürürlükten kaldıran ve aynı kanuna eklenen
Geçici 11’inci madde hükmü ile; ilgili idarelere imarın kesinleştiği tarihten
itibaren 5 yıl süre içerisinde kamulaştırma ve imar planı değiştirme yetkisi ve
hakkının verildiği, mülk sahiplerine ise bu süre sonunda dava açma hakkının tanındığı
görülmektedir.
Oysa bu hak ve yetkilerle ilgili birtakım
düzenlemelerin mevcut mevzuatta daha önceden de var olduğu, 3194 sayılı
yasanın 10’uncu maddesinin 1 inci fıkrasının son cümlesinde ve 2942 sayılı
yasanın geçici altıncı maddesinde bu konuda bazı düzenlemelere yer veridiği, aynı
şekilde Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu ve Danıştay
İdari Davalar Genel Kurulu kararları ile tasarrufu hukuken kısıtlanan mülk
sahiplerinin dava açma haklarının mevcut olduğu bilinmektedir..
Uygulamada tasarruf hakkı kısıtlanan taşınmazlar
hakkında çok sayıda dava açıldığı, birçoğunun neticelendiği, kesinleştiği,
hiçbir davanın hukuki sebep ya da yasa eksikliği nedeniyle reddedilmediği, aynı
şekilde tasarruf hakkı kısıtlı bir çok taşınmazın ilgili idarelerce
kamulaştırıldığı, birçoğunun imar planının bilahare değiştirildiği de
gözlemlenmektedir.
6487 sayılı Kanunun
21’nci maddesiyle Kamulaştırma Kanunu’nun geçici 6 ncı maddesine eklenen; “2981
sayılı Kanun hükümlerine göre yapılan imar uygulamalarından doğan ve ipotekle
teminat altına alınanlar dahil idarelerin taraf olduğu her türlü alacak ve
bedellerin ödenmesine ilişkin düzenlemeler içeren onikinci fıkra ile 4/11/1983
tarihinden sonraki kamulaştırmasız el koyma işlemlerinden kaynaklanan ödemeleri
düzenleyen onüçüncü fıkranın”, Anayasa Mahkemesinin 13/11/2014 tarihli ve E.:
2013/95, K.: 2014/176 sayılı Kararı ile iptal edilmiş olması üzerine yapılan bu
yeni düzenlemede; Ek Madde:1’de yer alan hükümler ile aynı zamanda Geçici
6’ncı maddeye atıfta bulunan hükümler Anayasa Mahkemesinin daha önceki karar gerekçelerinde
yer alan tespit ve eleştirilere tam anlamıyla cevap vermemektedir.
İptali istenilen 33’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Ek:1’inci madde yer alan düzenlemeler ile; imar ve
kamulaştırma uygulaması nedeniyle hukuken tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar
hakkında idareye 5 yıllık süre verilmekte ve malikin dava açma hakkı
ötelenmektedir.
Diğer bir deyişle, Kamulaştırma Kanununa eklenen
Ek:1’nci madde ile dava açma süresi 5 yıl sonraya bırakılmakta, tasarruf hakkı
kısıtlanan taşınmaz sahiplerinin dava açma hakları en az 5 yıl süre ile
ellerinden alınmaktadır.Maddenin
yasalaştırılma amacı, kamusal bir düzenleme ihtiyacı değildir. Tamamen hak
sahiplerinin yargı kararı ile etme olasılığı bulunan haklarını bertaraf etmek
amacıyla geçmişe de yönelik olarak etkili uygulanmak üzere bu kanun maddesi
yasalaştırılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 176’ncı maddesi
"Anayasanın dayandığı temel görüş ve ilkeleri belirten kısmı (başlangıç
kısmı) Anayasa metnine dahildir." kuralını öngörmüştür. Anayasa'nın
Başlangıç bölümünde ve 6. maddesinde, Millet iradesinin mutlak üstünlüğü ve
egemenliğin kayıtsız koşulsuz Türk Ulus'unun olduğu; Türk Ulus'unun
egemenliğini, Anayasa'nın koyduğu ilkelere göre, yetkili organları eliyle
kullanacağı; hiçbir kimse ya da organın kaynağını Anayasa'dan almayan bir
Devlet yetkisi kullanamayacağı belirtilmiştir.
Devlet organları Türk Ulusu adına egemenliği
kullanırken karmaşa yaratılmaması ve düzenin bozulmaması için, tüm çağdaş
parlamenter demokrasilerde olduğu gibi, erkler ayrılığı ilkesi benimsenmiş;
erkler ayrılığının, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret
ve bununla sınırlı uygar bir işbölümü olduğu vurgulanmış; egemenliği kullanan
Devlet organları arasında üstünlük bulunmadığı, üstünlüğün Anayasa ve
Anayasa'ya uygun olmak koşuluyla yasalarda olduğu belirtilmiştir.
Anayasamıza göre, egemenliği Türk Ulusu adına
kullanacak üç erk, yasama,yürütme ve yargıdır. Bu erklerden her biri Ulus
egemenliğini kendi görev alanı ile sınırlı biçimde kullanacaktır. Nitekim
Anayasa'nın 7, 8 ve 9. maddelerinde yasama, yürütme ve yargı organlarının görev
ve yetki alanı net olarak belirlenmiştir.
Anayasa'nın, 7. maddesinde, yasama yetkisinin Türk
Ulusu adına Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin olduğu, bu yetkinin
devredilemeyeceği, 8. maddesinde, yürütme yetki ve görevinin Cumhurbaşkanı ve
Bakanlar Kurulu'nca, Anayasa ve yasalara uygun olarak kullanılıp yerine
getirileceği, 9. maddesinde, yargı yetkisinin Türk Ulusu adına bağımsız
mahkemelerce kullanılacağı, belirtilmiştir.
Devlet organları, yasama, yürütme, yargı organları
arasındaki ilişkinin üstünlük sıralaması olmayıp belli Devlet yetki ve
görevinin kullanılmasından ibaret, bununla sınırlı medeni bir iş bölümü ve iş
birliği olduğu, üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda olduğu görüşünü
benimsemiş olması nedeniyle Anayasada gösterilen organların işlev, ödev ve
sorumluluklarını aşarak kendi alanı dışında diğer organın yetkisini üstlenerek
veya onun yetkisine giren bir konuda düzenleme yapması, erkler ayrılığı ilkesi
ile anayasal sisteme uygun düşmemekte, Anayasanın 6., 7., 8 ve 9’uncu
maddelerine aykırı içerik taşımaktadır.
İptali istenilen 33’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Ek:1’inci madde yer alan düzenlemeler ile; hukuken tasarrufu
kısıtlanan taşınmazlar hakkında idareye 5 yıllık süre verilmesi ve malikin dava
açma hakkı hakkının engellenmesi ve ötelenmesi , erkler ayrılığı ilkesi ile
anayasal sisteme uygun düşmemekte, Anayasanın 6., 7., 8 ve 9’uncu maddelerine
aykırı içerik taşımaktadır.
Anayasa’nın 2. maddesinde “hukuk devleti” ilkesine
yer verilmiştir.
Anayasa’nın 10’uncu maddesinde;” Herkes, dil, ırk,
renk, cinsiyet, siyası düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle
ayrım gösterilmeksizin kanun önünde eşittir… Hiçbir kişiye, aileye, zümreye
veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idari makamları bütün
işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek
zorundadırlar.”,
Anayasa’nın 11’nci maddesinde;” Anayasa hükümleri,
yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve
kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.”
hükmü yer almaktadır.
Yeni çıkarılan yasaların Anayasanın 2. maddesinde
Cumhuriyetin niteliklerinden kabul edilen hukuk devleti ilkesi olmanın doğal
sonucu olan hukuki güvenlik ilkesi nedeniyle, geriye etkili olmayacağı,
dolayısıyla kanunun yürürlüğünden önceki olaylara uygulanamayacağı yasama
organının da kabulündedir.
Hukuk devletinin sağlamakla yükümlü olduğu hukuk
güvenliği, ilke olarak kanunların geriye yürütülmemesini gerekli kılar. Bu ilke
uyarınca, kamu yararı, kamu düzeni, kazanılmış hakların korunması, mali
haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar dışında sonradan çıkan bir
kanun yürürlüğe girdiği tarihten önceki olaylara uygulanmaz.(Anayasa
Mahkemesinin 26.01.2012 tarih ve 2011/74 Esas ve 2014/85 Kararı)
İptali istenilen 33’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Ek:1’inci maddenin 1’nci ve 3’üncü fıkrası ve Geçici 6’ncı
maddeye getirdiği değişiklik ve eklemelerle geçici 11’nci maddesi ile birlikte;
geriye etkili düzenlemeler yapılmak suretiyle hukuk devleti ilkesi etkisiz
kılınmaktadır. Bu düzenlemenin Anayasasının 2. maddesinde düzenlenen hukuk
devleti ilkesine, 10’uncu maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesine, 11’nci
maddesinde düzenlenen anayasanın bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkelerine açıkça
aykırıdır. Yapılan düzenleme ile tasarruf hakkı hukuken kısıtlanan taşınmaz
maliklerinin durumu ağırlaştırıldığı gibi, daha önceki yasalar ile kazandıkları
haklar ihlal edilmiştir.
Anayasanın 2’nci maddesinde belirtilen hukuk
Devleti, insan haklarına dayanan,bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren,eylem ve işlemleri hukuka uygun olan,her alanda adaletli bir hukuk
düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, kişilere hukuk güvenliği
sağlayan,Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa ve Hukukun bütün kurallarıyla kendini bağlı
sayan yargı denetimine açık,yasaların üstünde yasa koyucunun da uyması gereken
evrensel hukuk ilkeleri ve Anayasanın bulunduğu bilincinde olan devlettir.
Anayasanın 2’nci maddesinde yer alan hukuk devleti
ilkesinin temel gereklerinden biri kazanılmış haklara saygı gösterilmesidir. Kazanılmış
haklara saygı, hukuk güvenliği ilkesinin sonucudur. Hukukta kazanılmış hakkın
korunması, hukuki güvenliğin kanıtı,uygunluğun ölçüsüdür. Kazanılmış hak gerçek
veya tüzel kişinin yada işletmenin bulunduğu statüden doğan,tahakkuk etmiş ve
kendisi yönünden kesinleşmiş haktır.
Anayasanın 2’nci maddesindeki hukuk devleti
ilkesinin vazgeçilmez unsurlarından en önemlileri “hukuki belirlilik” ile
“öngörülebilirlik”tir. Bu konuda Anayasa Mahkemesi tarafından geçmiş yıllarda
verilmiş bulunan çok sayıdaki kararda detaylı açıklamalarda bulunulmuştur.
Belirlilik ilkesine göre, yasal düzenlemelerin hem
kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer
vermeyecek şekilde açık net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca
kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi
gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey
yasadan, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi
hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale
yetkisini doğurduğunu bilmelidir. Ancak bu durumda kendisine düşen
yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını ayarlar. Hukuk güvenliği,
normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete
güven duyabilmesini,devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu
zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar.
Yasa kuralı, ilgili kişilerin mevcut şartlar
altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir düzeyde
öngörmelerini mümkün kılacak şekilde düzenlenmelidir. Öngörülebilirlik şartı
olarak nitelendirilen bu ilkeye göre yasanın uygulanmasında takdirin kapsamı ve
uygulama yöntemi bireyleri keyfi ve öngöremeyecekleri müdahalelerden koruyacak
düzeyde açıkça yazılmalıdır. Belirlilik,kişilerin hukuk güvenliğini korumakla
birlikte idarede istikrarı sağlar.
İptali istenilen 33’üncü madde hükmünün Anayasaya
uygun kabul edilmesi malikin tasarruf yetkisinin yine süresi belirsiz biçimde
kısıtlanması, idarelerin yetkisinin süresi belirsiz biçimde arttırılması sonucunu
doğurur. İmar planıyla kamu hizmetine ayrılan dava konusu taşınmazlara ilişkin
olarak dava tarihine kadar yapılmayan kamulaştırma işleminde, bu süreyi 6745
sayılı Yasanın yürürlüğünden itibaren 5 yıl daha ötelemek, idarelerin
kamulaştırma yapmak yerine, hukuka aykırı olarak el atmayı sürdürmesi anlamına
gelir ki bir hukuk devletinde kanunların hukuka aykırı uygulamaları teşvik
etmesi kabul edilemez. Bu süre içinde malik yine tasarrufu kısıtlanan taşınmaza
ilişkin vergi ve diğer yükümlülüklerini yerine getirmeye devam edecektir. Bunu
da hukuk düzeninin koruması beklenemez.
Benzeri bir hükmü içeren 13.2.2011 günlü, 6111
sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Sosyal Sigortalar ve Genel
Sağlık Sigortası Kanunu ve Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun'un geçici 2. maddesi hükmü
ile ilgili olarak; Anayasa Mahkemesi tarafından verilen 1.11.2012 tarih
2010/83 Esas 2012/169 Karar sayılı kararda;
“…Geçmişe yönelik bazı mağduriyetlerin giderilmesi
amacıyla çıkarılan ve istisnai nitelik taşıyan Geçici 6. maddedeki malik
aleyhine hükümlerin geleceğe yönelik olarak uygulanması halinde kamulaştırma
için Anayasa ve Kanun'da öngörülen bütün güvenceler etkisiz kalabilecektir.
Kuralla, Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 15 yıl boyunca 2026 yılına
kadar idarelerin özel mülkiyete kamulaştırmasız el atma yoluyla müdahalesine
yol açılmaktadır. Böylece idareler kamulaştırma yapmak yerine, hukuka aykırı
olarak el atmak suretiyle taşınmazları elde edebileceklerdir. Böyle bir durumda
devletin hukuka bağlılığı ilkesi zedeleneceği gibi bireyler açısından hukuki
güvenlik ve öngörülebilirlik de ortadan kalkacaktır. Bir hukuk devletinde
kanunların hukuka aykırı uygulamaları teşvik etmesi kabul edilemez.
Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa'nın 2., 35. ve
46. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.”
denilmektedir.
Yukarıda açıklanan ilkeler değerlendirildiğinde
madde metninde geçen “uygulama imar planlarının yürürlüğe girmesinden itibaren
5 yıl içinde” ibaresi hukuki belirlilik ve öngörülebilirlik ilkelerine aykırı,
idareye geniş süresi belirsiz biçimde takdir hak ve yetkisi tanıyan bir ibare
olup, Anayasa’nın 2’nci maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesine aykırıdır.
Aynı şekilde 33.’üncü maddenin 1’inci fıkrasında
yer alan “bütçe imkanları dahilinde” ibaresi yukarıda açıklanan gerekçelerle
tamamen yine idareyi koruyucu, maliki zararlandırıcı nitelikte olup, belirlilik
ve öngörülebilirlik ilkelerine, Anayasa’nın 35’nci maddesindeki “mülkiyet
hakkı”, 36’ncı maddesindeki “hak arama hürriyeti”, Anayasanın 46’ncı maddesinde
yer alan “kamulaştırma” düzenlemesi hükümlerine aykırı bulunmaktadır.
Anayasanın 35. maddesinde;“Herkes mülkiyet ve
miras haklarına sahiptir. Bu haklar ancak kamu yararı amacıyla kanunla
sınırlanabilir.” kuralına yer verilmiş temel hak ve özgürlüklerini sınırlayan
13 üncü maddesinde ise, temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın
yalnızca anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplerine bağlı olarak ve
ancak kanunla sınırlanabileceği, bu sınırlamaların anayasanın sözüne ve ruhuna,
demokratik toplum düzenine ve laik cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük
ilkesine aykırı olamayacağı belirtilmiştir.
Danıştay İdari Davalar Genel Kurulu 2007/2255
Esas, 2012/801 Karar sayılı kararında da belirtildiği gibi,”,…bir kişinin
taşınmazına eylemli olarak el atıp tamamen ve kısmen kullanılmasına engel
olunması ile imar uygulaması sonucu o kişinin mülkiyetinde olan taşınmaza
hukuken kullanmaya engel sınırlamalar getirilmesi arasında sonucu itibariyle ir
fark bulunmamakta her ikiside kişinin mülkiyet hakkının kısıtlanması hakkında
aynı sonucu doğurmaktadır”, şeklinde karar verilmiştir. Yargıtay İçtihadı
Birleştirme Genel Kurulu ve Hukuk Genel Kurulu kararların da aynı şekilde aynı
sonuca ilişkin kararlar vermek suretiyle, mülkiyet hakkının tecavüze uğradığı
konusunda şüpheye yer bırakmayacak şekilde tespitte bulunulmaktadır.
İptali istenilen 33’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Ek:1’inci madde yer alan düzenlemeler Türk Medeni Kanunun
taşınmaz malikine tanımış mülkiyet hakkına hukuka aykırı olarak müdahale
anlamını taşıdığından Anayasanın 35’nci maddesi hükmüne aykırı bulunmaktadır.
Anayasanın “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesi;
“Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak
suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile
adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki
davaya bakmaktan kaçınamaz.”
hükmünü içermektedir.
Anayasa’nın "Hak arama hürriyeti"
başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrasında, "Herkes, meşrû vasıta ve
yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı
olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir." denilerek
yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu
olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır.
Anayasa’nın 125. maddesinde ise "İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine
karşı yargı yolu açıktır..." denilmektedir. Her iki maddeyle güvence
altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak niteliği
taşımasının ötesinde diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde
yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden
biridir. Kişilere yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması adil bir
yargılamanın ön koşulunu oluşturur.
Hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri de
mahkemeye erişim hakkıdır. Mahkemeye erişim hakkı, hukuki bir uyuşmazlığın bu
konuda karar verme yetkisine sahip bir mahkeme önüne getirilmesi hakkını da
kapsar. Bu hak devlete etkili yargısal başvuru yolu oluşturma ödevi
yüklemektedir.
İptali istenilen 33’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Ek:1’inci madde ve bu maddenin uygulanması için gerekli görüp
atıf yaptığı diğer maddelerde yer alan düzenlemelerde; hukuki kısıtlılığın
kaldırılması için 5 yıllık süre öngörülmesi, bu sürenin bu kanunun yürürlük
tarihinden itibaren başlatılması ve görülmekte olan,kesinleşmemiş davalara da
bu kanun hükümlerinin uygulanacağının kabul edilmesi görülmekte olan,
kesinleşmemiş tüm davaların 5 yıllık sürenin dolmadığı gerekçesiyle reddine
neden olacaktır.Bu durumda da dava açmak şeklinde gerçekleşen hak arama
hürriyeti de malikin elinden alınmış ve 5 yıl daha beklemesine 5 yıl sonra dava
açabilecek duruma gelmesine neden olacaktır. Bu da hak arama hürriyetinin
açıkça ihlalidir. 5 yıl sonra açılacak davada malik,yeniden harç ve yargılama
gideri ödemek şartıyla dava açabilecek ve bu hükümle ayrı bir külfete katlanmak
zorunda kalacaktır.
İptali istenilen 33’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Ek:1’inci madde yer alan düzenleme ile Anayasa’ nın 36’ncı
maddesinde verilen hakkın kullanımının en az 5 yıl süreyle ertelendiği açıktır
ve bu durum Anayasanın 36’ncı ve 125’inci maddesi hükmüne aykırı bulunmaktadır.
Anayasal bir hukuk devleti olan Türkiye
Cumhuriyetinde, özel mülke tecavüzde bulunarak kamulaştırmasız el konulması
ceza hukuku bağlamında suç, medeni hukuk bağlamında haksız fiildir.
İptali istenilen 33’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Ek:1’inci madde hükmü 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 10’uncu
maddesi ile de çelişkilidir. Çünkü, 10.madde de imar planlarının yürürlüğe
girmesinden itibaren en geç üç ay içinde 5 yıllık imar programının
hazırlanacağı, beş yıllık imar programları sınırları içinde kalan alanlardaki
kamu hizmet tesislerine tahsis edilmiş olan yerleri ilgili kamu kuruluşlarının,
bu program süresi içinde kamulaştıracakları hükmüne yer verildiği halde 6745
sayılı Kanun’un 33 ve 34’üncü maddesi ile getirilen düzenlemelerde bu
sürelerin dışına çıkarılması ve hatta uzatılması hukuka olan güveni zedeler
niteliktedir.
Anayasanın 36’ncı maddesinde “Herkes meşru vasıta
ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı merciileri önünde davacı veya davalı
olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme
görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.” hükmü yer almaktadır.
İptali istenilen 33’üncü madde ile 2942 sayılı
Kamulaştırma Kanunu’na eklenen Ek:Madde:1’in 2’nci fıkrasında “Birinci fıkra
uyarınca dava açılması halinde taşınmazın ya da üzerinde tesis edilen irtifak
hakkının dava tarihindeki değeri mahkemece bu kanunun 15. maddesine göre
bilirkişi incelemesi yapılarak taşınmazın hukuken tasarrufunun kısıtlandığı
veya fiilen el konulduğu tarihteki nitelikleri esas alınmak suretiyle tespit
edilir, taşınmazın veya hakkın idare adına tesciline veya terkinine hükmedilir”
hükmüne yer verilmiştir.
Yine anılan maddenin 1’nci fıkrasında da “ imar
kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemleri tamamlandıktan sonra taşınmazın
kamulaştırılmasından sorumlu idare aleyhine idari yargıda dava açılabilir”
hükmü bulunmaktadır.
Hükümet tasarısınında; “Tasarrufu hukuken
kısıtlanan taşınmazlar hakkında 5 yıllık süre içerisinde yapılması öngörülen
işlemlerin yapılmaması halinde, taşınmazların malikleri tarafından kanunun
geçici altıncı maddesinde öngörülen uzlaşma süreci ile 3194 sayılı imar
kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemleri tamamlandıktan sonra taşınmazın
kamulaştırılmasının sorumlu idare aleyhine A taşınmaz bedelinin tespiti ve
tescili davası açılması, daha önce idari yargıda görülen bu davaların idari
yargıda tescil kararı verilememesi nedeniyle adli yargının görev alanına
alınması ve kamulaştırma kanununda ki dava usulü bilirkişi incelemesi ve değer
tespitine ilişkin bu davalar için de uygulanabilmesi “gerekçe olarak gösterilmiştir.
Yine hükümet tasarısında ve komisyondan da geçen metinde görevli mahkeme olarak
Asliye Hukuk Mahkemeleri olarak belirtilmesine rağmen yasalaşan metinde İdari
Mahkemelerin görevli olarak belirtilmiştir.
Bilindiği üzere İdari Mahkemeler idari usul
yasasına göre iptal ya da tam yargı davalarına bakmakla görevlidirler. İptal
davalarında iptal kararı tam yargı davalarında tazminat kararı verirler.
İdare Mahkemelerinin dava konusu tapunun iptali
ile başkası adına tesciline şeklinde yetkileri bulunmamaktadır. Bu yasa ile
idari usul yasasına aykırı olarak idari mahkemelere yetkili olmadığı konuda
karar verme mecburiyeti getirilmiştir.
Anayasanın 138’nci maddesinde: “Hakimler
görevlerinde bağımsızdırlar. Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdani
kanaatlerine göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, mercii ve kişi yargı
yetkisinin kullanılmasında, mahkemelere emir ve talimat veremez, genelge
gönderemez. Tavsiye ve telkinde bulunamaz.” hükmü yer almaktadır.
Anayasanın 142 inci maddesi : “ Mahkemelerin
kuruluşu, görev ve yetkileri yargılama usulleri kanunla düzenlenir.” şeklindedir.
İdari Usul Kanununa aykırı olarak idari
mahkemelere tapu iptali ve tescili kararı verme görevi yüklenmesi Anayasanın
138 ve 142’inci maddelerine açıkça aykırıdır.
Anayasanın “Milletlerarası andlaşmaları uygun
bulma” başlıklı 90’ıncı maddesinin 5 numaralı fıkrası;
“Usulüne göre
yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar
hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş
temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı
konuda farklı hükümler içermesinedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda
milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”
hükmünü içermektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Türkiye ye karşı
açılan 19145/08 başvuru numaralı ve 21 Haziran 2011 tarihli Ziya Çevik
davasında vermiş olduğu kararın 26, 27,28 ve 29. maddesinde “idari mahkemelere
başvurmanın gerekli olmadığını, Asliye Hukuk Mahkemelerinin karar vermeye
yetkili olduğunu” belirtmiş olduğundan, iptali istenilen 33’üncü madde ile
Kamulaştırma Kanunu’na eklenen Ek:1’inci maddede idari mahkemelerin görevli
olarak belirlenmesi Anayasa’nın 90’ncı maddesine aykırıdır.
Türkiye’nin tarafı olduğu Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin Ek 1 no’lu Protokolünün “ Mülkiyetinin korunması “ başlıklı 1.
maddesinde ise : “ Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına
saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır.” hükmü yer almıştır. Nitekim, Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi 3194 sayılı İmar Yasasının 13. fıkrasında belirtilen 5
yıllık süre içerisinde kamulaştırma yapılmaması nedeniyle açılan davaların
reddedilmesi sonucunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ ne açılan davalarda Türkiye
Cumhuriyeti haksız bulunmakta, bu durumun insan hakkı ihlali olduğu
belirtilerek ve tazminata hükmedilmektedir..
İptali istenilen 33’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Ek:1’inci maddede yer alan düzenleme ile; mülkiyet hakkına
yapılan müdahaleye karşı dava açma hakkının en az 5 yıl süre ile ertelenmesi ve
verilen mahkeme kararlarının infazının geciktirilmesi veya tümüyle engellenmesi
sonucunu ortaya çıkardığından, bu bakımdan da Anayasanın 90’ıncı maddesi
hükmüne de aykırıdır.
Anayasanın 138’inci maddesinin üçüncü ve dördüncü
fıkrasında : “ Görülmekte olan bir dava hakkında yasama meclisinde yargı
yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya
herhangi bir beyanda bulunulamaz. Yasama ve yürütme organları ile idare mahkeme
kararlarına uymak zorundadır; Bu organlar ve idare mahkeme kararlarını hiçbir
şekilde değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.” hükmü yer
almaktadır.
İptali istenilen 33’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Ek:1’inci maddenin üçüncü fıkrasında yapılan “ Bu maddenin
yürürlüğe girdiği tarihten önce açılan, ancak henüz karara bağlanmayan veya
kararı kesinleşmeyen davaların bu madde hükümleri kesinleşen ancak henüz
ödemesi yapılmayan kararlar hakkında ise geçici altıncı maddenin üçüncü,
sekizinci ve on birinci fıkra hükümleri uygulanır.”hükmünü taşımaktadır.
Bu madde ile bağlantılı 34. madde ile getirilen
geçici on birinci maddede de “ Bu maddenin ek birinci maddesi, birinci fıkrası
kapsamında kalan ve bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce tasarrufu
hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında aynı fıkrada belirtilen süre, bu
maddenin yürürlüğe girdiği tarihten başlar, bu kanun ek birinci maddesinin
üçüncü fıkrası hükmü, bu madde kapsamında kalan taşınmazlara ilişkin, dava ve
takiplere de uygulanır” şeklinde yapılan düzenleme bulunmaktadır. Bu
düzenlemeler devam eden ve kesinleşen davaların sonucunu etkileyen ve
mahkemelerin kararlarına uygulamasını geciktiren hükümler içermektedir
İptali istenilen 33’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Ek:1’inci maddede yer alan hüküm Anayasa’nın 138/4’üncü
maddesi hükmüne de aykırıdır.
İptali istenilen 33’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Ek:1’inci madde hükmü 3194 sayılı İmar Kanunu’nun 10’uncu
maddesi ile de çelişkilidir. Çünkü, 10.madde de imar planlarının yürürlüğe
girmesinden itibaren en geç üç ay içinde 5 yıllık imar programının
hazırlanacağı, beş yıllık imar programları sınırları içinde kalan alanlardaki
kamu hizmet tesislerine tahsis edilmiş olan yerleri ilgili kamu kuruluşlarının,
bu program süresi içinde kamulaştıracakları hükmüne yer verildiği halde 6745
sayılı Kanun’un 33 ve 34’üncü maddesi ile getirilen düzenlemelerde bu
sürelerin dışına çıkarılması ve hatta uzatılması hukuka olan güveni zedeler
niteliktedir
Anayasa’nın “”Kamulaştırma” başlıklı 46’ncı
maddesi;
“Devlet ve kamu tüzel kişileri; kamu yararının
gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel
mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla
gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idarî
irtifaklar kurmaya yetkilidir. Kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan
artırım bedeli nakden ve peşin olarak ödenir. Ancak, tarım reformunun
uygulanması, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskân projelerinin
gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve
turizm amacıyla kamulaştırılan toprakların bedellerinin ödenme şekli kanunla
gösterilir. Kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu hallerde, taksitlendirme
süresi beş yılı aşamaz; bu takdirde taksitler eşit olarak ödenir.
Kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya işleten küçük çiftçiye ait
olanlarının bedeli, her halde peşin ödenir. İkinci fıkrada öngörülen
taksitlendirmelerde ve herhangi bir sebeple ödenmemiş kamulaştırma bedellerinde
kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz uygulanır.”
hükmünü içermektedir.
Kamulaştırmasız el atmanın iki tarafı vardır.
Haksız eylemi ile mağdur eden idare ve idarenin hukuk tanımaz haksız eylemi
sonucu mağdur edilen malik. Hukuk devleti ilkesi, haksız eylemin muhatabı
malikin, haksız eylemi yapan idareye karşı Anayasa ile yetkilendirmiş merciler
düzeyinde hak arama özgürlüğünü kullanması ve bu bağlamda zamanında dava
açabilmesini gerektirir.
Anayasa Mahkemesinin, 18/10/2012 Günlü ve E.
2011/3, K. 2012/153 ile E.2011/4, K. 2012/154 sayılı kararlarında, “Hukukun
genel ilkeleri gereğince de kimse kendi kusuruna dayanarak bir hak iddiasında
bulunamaz ve hukuk devletinde bir hakkın kötüye kullanılması koruma göremez.”
denilmiştir.
İptali istenilen 33’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Ek:1’inci madde ve bu maddenin uygulanması için gerekli görüp
atıf yaptığı diğer maddelerde yer alan düzenlemelerde yer alan hükümlerin
Anayasa’nın 46’ncı maddesinde “kamulaştırma” müessesi için öngörülen çerveye
uymadığı anlaşılmaktadır.
Bu madde düzenlemesi ile, hem malikin mülkiyet
hakkının hukuki el ama ile kısıtlanmasına imkan tanınmakta hem de idarelere bu
maddenin yürürlüğünden itibaren 5 yıl daha süre verilerek tasarrufun
kısıtlanmasına 5 yıl daha hem de hiçbir bedel ödenmeden yasallık tanınmaktadır.
Buna karşılık taşınmazın değerinin belirlenmesinde tasarrufunun kısıtlandığı
tarihteki niteliklerinin gözetileceği kabul edilmektedir.
Anayasa’nın 46.maddesinde açıkça kamulaştırma
bedelinin peşin ödeneceğine, kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği hallerde,
taksitlendirme süresi beş yılı aşamayacağı; bu takdirde de taksitlerin eşit
olarak ödeneceğine ilişkin amir hüküm yer almasına rağmen ödemelerle ilgili
olarak bu anayasal sınırın da dışına taşılmaktadır.
İptali istenilen 33’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Ek:1’inci maddenin son fıkrasında; malike yapılacak
ödemelerin en fazla on yılda yapılacağı belirtilmiştir.
Anayasanın 46’ncı maddesiyle 35’inci maddesine bir
istisna getirilerek, kamu yararının gerektirdiği hallerde devlet ve kamu tüzel
kişilerine gerçek karşılıklarını peşin ödemek koşuluyla, özel mülkiyette
bulunan taşınmaz malları kamulaştırma yetkisi tanınmış; 46’ncı maddenin
gerekçesinde ise, "özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların
kamulaştırılması karşılığında hakkaniyete uygun ve âdil bir bedelin ödenmesi,
hukuk teorisinde mülkiyet kavramının genişlemesi olarak adlandırılan bir mal
varlığı değerinin bir başka mal varlığı değeri ile yer değiştirmesi anlamında
kabul edildiğinden mülkiyet hakkının Anayasa ile teminat altına alınmış olması
kamulaştırma kavramına engel olmamaktadır. Kamulaştırma özel mülkiyete Devletin
bir müdahalesidir. Bu müdahalenin bedelinin kesintisiz, nakden ve peşin olarak
ödenmesi Anayasal bir mecburiyet olarak kabul edilerek haklı görülebileceği
kuralı getirilmiştir. Kamulaştırma bedeli hakkaniyete uygun ve adil olmak
zorundadır." denilerek kamulaştırma, bedeli kesintisiz, nakden, peşin,
hakkaniyete uygun ve adil olmak koşuluyla istisnai ve hukuki bir yol olarak
öngörülmüştür.
İdarenin nakden ve peşin ödeme yapmak zorunda
olduğu kamulaştırma işlemlerini yapmayarak hukuka aykırı bir biçimde taşınmaz
sahibinin mülkiyet hakkını gasp ettiği durumda, ayrıca hak sahibince dava
açılmasının ötelenmesi Anayasa’ya ve hukukun evrensel ilkelerine aykırıdır.
Yine Anayasa’nın 46’ncı maddesinde; açıkça
kamulaştırma bedelinin peşin ödeneceğine, kanunun taksitle ödemeyi
öngörebileceği hallerde, taksitlendirme süresinin beş yılı aşamayacağına, bu
takdirde de taksitler eşit olarak ödeneceğine, taksitlendirmelerde ve herhangi
bir sebeple ödenmemiş kamulaştırma bedellerinde kamu alacakları için öngörülen
en yüksek faiz uygulanacağına dair hüküm bulunmaktadır. Anayasa’nın 125’inci
.maddesinde idarenin her türlü zararları karşılamakla yükümlü olduğu, 138’inci
maddesinde de mahkeme kararlarının geciktirilmeksizin yerine getireceği hükmüne
yer verilmiştir.
İdari Yargılama Usul Yasası’nın 28’nci maddesinde;
“Danıştay, bölge idare mahkemeleri, idare ve vergi mahkemelerinin esasa ve
yürütmenin durdurulmasına ilişkin kararlarının icaplarına göre idare,
gecikmeksizin işlem tesis etmeye veya eylemde bulunmaya mecburdur. Bu süre
hiçbir şekilde kararın idareye tebliğinden başlayarak otuz günü geçemez…. Konusu
belli bir miktar paranın ödenmesini gerektiren davalarda hükmedilen miktar ile
her türlü davalarda hükmedilen vekalet ücreti ve yargılama giderleri, davacının
veya vekilinin davalı idareye yazılı şekilde bildireceği banka hesap
numarasına, bu bildirim tarihinden itibaren, birinci fıkrada belirtilen usul ve
esaslar çerçevesinde yatırılır. Birinci fıkrada belirtilen süreler içinde ödeme
yapılmaması halinde, genel hükümler dairesinde infaz ve icra olunur…”
hükmü yer almaktadır.
İptali istenilen 33’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Ek:1’inci maddenin son fıkrasındaki; “malike yapılacak
ödemeler en fazla on yılda ve geçici 6 maddenin sekizinci fıkrası hükmüne göre
yapılır” ibaresi Anayasa’nın 46’ncı 125’nci maddelerine, ve 138’inci maddesinin
4’üncü bendine açıkça aykırı bulunmaktadır.
Taksitli ödemelerde Kamulaştırma Kanunu’nun Geçici
6’ncı maddesinin 8’nci fıkrası hükmü gereği; “3095 sayılı Kanuna göre kanuni
faiz ödeneceğine dair düzenleme”, Anayasa’nın 46’ncı maddesinde yer alan
“taksitlendirmelerde kamulaştırma bedellerinde kamu alacakları için öngörülen
en yüksek faiz uygulanacağı” yönündeki hükmüne bu açıdan da aykırırlık teşkil
etmektedir.
Anayasa Mahkemesi kararlarında açıklandığı üzere;
Yargılama sonucunda mahkemenin bir karar vermiş olması yeterli değildir, ayrıca
bu kararın etkili bir şekilde uygulanması da gerekir. Hukuk sisteminde mahkeme
kararlarını, taraflardan birinin aleyhine sonuç doğrucak şekilde uygulanmaz
hale getiren düzenlemeler bulunması veya mahkeme kararlarının icrasının
herhangi bir şekilde engellenmesi halinde “Mahkemeye erişim hakkı” anlamını
yitirir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin
Burdov/Rusya,B.No:59498/00 7/5/2002,&35 sayılı kararında bir kamu kurumu
aleyhine verilen mahkeme kararıyla ortaya konan borcun ifa etmemek için
ekonomik yokluğun mazeret olarak ileri sürülemeyeceği kabul edilmiştir.
Devlet, yargı kararlarının zamanında icra
edilmesini sağlayarak bireyler aleyhine oluşabilecek hak kayıplarını
engellemekle ve bu yolla bireylerin kamu otoritelerine ve hukuk sistemine olan
güven ve saygılarını korumakla yükümlüdür.
İptali istenilen 33’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Ek:1’inci maddenin ikinci fıkrasında yer alan: “Taşınmazın
hukuken tasarrufunun kısıtlandığı tarihteki nitelikleri esas alınmak suretiyle
tespit edilir” bu ibare idareyi koruyucu, gerçek değeri belirlemekten uzak,
maliki mağdur edici bir düzenlemedir.
Çünkü belediyeler genellikle imar uygulamalarında
Yönetmelik hükümlerine aykırı olarak kök taşınmazın (Kadastro parseli)
bulunduğu yerden başka bir yerde, uygulama planı içinde dahi olmayan
taşınmazlarda hisselendirme yapmak suretiyle maliki mülkiyet hakkından yoksun
bırakmaktadırlar. Aradan geçen uzun süre içinde taşınmazın hukuken kısıtlandığı
tarihteki niteliklerini esas almak Anayasa’ya aykırıdır. Taşınmazda fiili el
atma olmadığı için malik taşınmazındaki kısıtlamayı yıllar sonra
öğrenebilmektetir. Bu durumda malik eylemli duruma rağmen yıllarca sessiz
kalmış durumda değildir. Taşınmazının hukuken kısıtlandığından yasal şekilde
haberdar edilmediği için bu durumu öğrenir öğrenmez yasal hakkını kullanan
durumdadır. Ayrıca, bu durum “belirsizlik” e işaret etmektedir. Çünkü; değer tespit
edilecek taşınmaz imar uygulamasına dahil edilen kök parsel olarak bilinen
kadastro parseli mi,yoksa imar uygulaması ve planıyla kamu hizmetine ayrılan
kök parselin bulunduğu yerden başka bir yerde bulunan ve hisselendirilen diğer
taşınmaz mı? olacaktır. Bu da hukuki belirlilik ve öngörülebilirlik ilkelerine
aykırı olduğundan Anayasa’ya aykırıdır.
Kemalpaşa 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce 2942
sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun, 24.4.2001 tarihli ve 4650 sayılı Kanun’un 6.
maddesiyle değiştirilen 11. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendi ile ikinci
fıkrasının, Anayasa’nın 35. ve 46. maddelerine aykırılığı ileri sürülerek
iptallerine karar verilmesi talebi ile igili olarak açılan dava ile ilgili
olarak Anayasa Mahkemesinin 26.5.2016 tarih 2015/55 Esas 2016/45 Karar sayılı
kararında;
“Anayasa’nın kamulaştırmayı düzenleyen 46.
maddesinin birinci fıkrasında, “Devlet ve kamu tüzelkişileri; kamu yararının
gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel
mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla
gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idarî
irtifaklar kurmaya yetkilidir.” denilmektedir. Devlet ve kamu tüzel kişileri
tarafından yapılabilmesi, kamu yararının bulunması, kamulaştırma kararının
kanunda gösterilen esas ve usullerine uyulması, gerçek karşılığın, kural olarak
peşin ve nakden ödenmesi kamulaştırmanın anayasal ögeleridir… Anayasa’nın 46.
maddesinde öngörülen kamulaştırma, Anayasa’nın 35. maddesinde güvence altına
alınmış olan mülkiyet hakkına getirilmiş anayasal bir sınırlamadır. Bu itibarla
46. maddede belirtilen kamulaştırmanın anayasal ögelerine uygun bir düzenleme,
35. maddeye bir aykırılık oluşturmayacaktır. Anayasa’nın 46. maddesinde
öngörülen, kamulaştırmanın anayasal ögelerinden biri “gerçek karşılık”
olduğundan, kamulaştırılan taşınmazın bedeline dair yasal düzenlemelerin
Anayasa’da öngörülen “gerçek karşılık” ölçütüne uygun olması gerekmektedir…
Anayasa’nın 46. maddesinde öngörülen “gerçek karşılık” ölçütü, kamulaştırılan
taşınmazın bedelinin belirlenmesine dair yöntemin ve bu kapsamda esas alınan
zaman diliminin “gerçek karşılık”a ulaşılmasını sağlayacak nitelikte olmasını
zorunlu kılar….. Kanun koyucunun, kamulaştırma bedelinin tespiti sırasında
taşınmazın mevkii ve şartları ile kullanılma şeklinin esas alınacağı tarihi
belirleme konusunda takdir yetkisi bulunmaktadır. Ancak bu kapsamda
belirlenecek tarih, “gerçek karşılık”a ulaşılmasını sağlayacak nitelikte
olmalıdır. Bu çerçevede kamulaştırma aşamasında idare bünyesinde oluşturulan
kıymet takdir komisyonlarınca taşınmazın kamulaştırma tarihindeki mevkii ve
şartları ile kullanılma şeklinin esas alınması suretiyle kamulaştırma bedelinin
tespiti, gerçek karşılığa ulaşmaya elverişlidir. Buna karşın, bedel hususunda
malikle anlaşılamaması hâlinde yalnızca idare tarafından açılabilecek olan
bedel tespiti ve tescil davasında da kamulaştırma bedeli, taşınmazın mevkii ve
şartları ile kullanılma şekli bakımından kamulaştırma tarihi esas alınarak
belirlendiğinden, idare tarafından açılacak davanın herhangi bir süreye bağlı
olmaması, bir başka deyişle idarenin dava açacağı tarihe kadar geçecek sürenin
belirsiz olması nedeniyle kamulaştırma tarihinden uzun bir süre geçtikten sonra
açılan davalarda itiraz konusu kural, kamulaştırma bedelinin taşınmazın gerçek
karşılığı olmayacak şekilde tespitine sebep olabilecektir. Bu durumda, ilgili
arazinin kamulaştırma tarihindeki şartları ile kullanılma şeklinin dava tarihi
itibariyle değişmiş olması mümkün olduğundan, arazinin hâlihazır özellikleri
yerine kamulaştırma tarihindeki özelliklerinin gözetilerek taşınmazın dava açma
tarihi itibariyle değerinin belirlenmesi ve bu suretle kamulaştırma bedelinin
tespiti, arazinin gerçek karşılığına ulaşılması bakımından elverişli değildir.
Bu nedenlerle idari ve adli aşama ayrımı gözetilmeksizin kamulaştırma bedelinin
tespitinde arazinin kamulaştırma tarihindeki özelliklerinin esas alınmasını
gerekli kılan, itiraz konusu kuralda yer alan “…kamulaştırma tarihindeki…”
ibaresi, Anayasa’nın 46. maddesine aykırıdır.”
denilmek suretiyle 11’nci maddenin f bendindeki
“kamulaştırma tarihindeki” ibaresinin Anayasa’nın 35. ve 46. maddelerine aykırı
olduğundan iptaline karar verilmiştir.
Bu karar uyarınca değerlendirme yapıldığında; imar
planı yapıldığından haberdar edilmeyen ve yine gerek imar planıyla gerekse
uygulamaları ile taşınmazının hukuken kısıtlandığı konusunda bilgilendirilmeyen
maliklerin aradan geçen süreden sonra mülkiyet hakkından kaynaklanan yararlanma
hakkını kullanmak istemesi sırasında öğrendiği bilgi üzerine açacakları
davalarda, “taşınmazın hukuken kısıtlandığı tarihteki niteliklerinin esas
alınarak” değerlendirme yapılması hususu Anayasa’nın 35 ve 46’ncı maddelerine
aykırıdır.
İptali istenilen 34’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Ek:1’inci maddenin üçüncü fıkrasında yer alan:” Bu madde
kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılacak dava ve takiplerde, bu Kanunun
geçici 6’ncı maddesinin üçüncü,yedinci,sekizinci ve on birinci fıkra hükümleri,
bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce açılan ancak henüz karara
bağlanmayan veya kararı kesinleşmeyen davalara bu madde hükümleri, kesinleşen
ancak henüz ödemesi yapılmayan kararlar hakkında ise geçici 6’ncı maddenin
üçüncü, sekizinci ve on birinci fıkra hükümleri uygulanır” hükmü deAnayasa’nın
35 ve 46’ncı maddelerine aykırı bulunmaktadır.
24.05.2013 tarih ve 6487 sayılı Kanununun 21’nci
maddesiyle yapılan değişiklikle getiriren 2942 sayılı Kanunun Geçici 6’ncı
maddesinin 13 numaralı fıkrası
ile ilgili olarak açılan davada, Anayasa Mahkemesi 13.11.2014 tarih ve 2013/95
Esas 2014/176 Karar sayılı kararında;
“Geçici 6. maddede öngörülen hükümler, Anayasa
Mahkemesince iptal edilen 2942 sayılı Kanun'un 38. maddesinin uygulandığı
9.10.1956 ilâ 4.11.1983 tarihlerini kapsayan dönemde oluşan bazı mağduriyetlerin
giderilmesi amacıyla çıkarılmıştır. Ancak kanun koyucu, bu mağduriyetlerin bir
anda giderilmesinin bütçeye ölçüsüz bir yük getirerek kamusal hizmetlerinin
aksamasına neden olacağını göz önünde bulundurarak münhasıran bu tarihleri
kapsayan dönemde kamulaştırmasız el atılan taşınmaz bedellerinin ödenmesine
ilişkin istisnai bazı hükümlere yer vermiştir. Geçmişe yönelik mağduriyetlerin
giderilmesi ve o dönemden kaynaklanan ihtilafların tasfiyesi amacındaki üstün
kamusal yarar dikkate alındığında, maliklerin de haklarının yeteri derecede
gözetilmesi kaydıyla bu dönemle sınırlı olarak uygulanmak üzere bir takım
istisnai düzenlemelerin yapılması mümkündür. Nitekim, geçici 6. maddede,
belirlenen bedelin ödenmesinde ödenek sınırlaması getirilmesi, borcun taksitler
halinde ödenmesine imkan tanınması, haczedilmezlik yasağı öngörülmesi gibi
malik aleyhine bir takım hükümlere yer verilmiş ise de belirlenen bedelin
taksitler halinde ödenmesi durumunda 3095 sayılı Kanun uyarınca kanuni faiz
ödenmesi öngörülerek malikin gecikmeden kaynaklanan zararları karşılanmak
suretiyle kamusal yarar ile malikin kişisel yararı arasında makul bir denge
kurulmuştur.
Ancak, 9.10.1956 ilâ 4.11.1983 tarihlerini
kapsayan dönemde oluşan mağduriyetlerin giderilmesi amacıyla getirilen ve
malikler aleyhine birtakım hükümler içeren bu istisnai düzenlemenin 4.11.1983
tarihinden sonraki dönem için de uygulanmasının haklı bir temeli
bulunmamaktadır. Anayasa Mahkemesince iptal edilen 2942 sayılı Kanun'un 38.
maddesinin doğurduğu ağır mağduriyetlerin bir anda giderilmesinin bütçeye
getireceği ölçüsüz yük nedeniyle kamu hizmetlerinde meydana gelebilecek
aksamalar dikkate alınarak o dönemle sınırlı olarak makul karşılanabilen bu
istisnai hükümlerin sonraki dönemlere de uygulanması öngörülerek
olağanlaştırılması, hukuk güvenliğini zedelemekte ve Anayasa'nın 35. maddesinde
güvenceye bağlanan mülkiyet hakkının ihlali sonucunu doğurmaktadır..
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural
Anayasa'nın 2. ve 35. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.”
denilmektedir.
Anayasa Mahkemesi kararında da açıklandığı üzere
sadece 9.10.1956 ila 4.11.1983 tarihlerini kapsayan dönemde fiili el atma
nedeniyle oluşan mağduriyetlerin giderilmesi amacıyla getirilen istisnai
düzenlemenin bu tarihler sonrasında ve hukuki el atmalara da uygulanmasına
ilişkin Ek Madde:1’de yer alan Geçici 6’ncı maddeye atıfta bulunan tüm hükümler,
mülkiyet hakkını ihlal ettiğinden ve hukuk güvenliğini zedelediğinden Anayasa’nın
2., 35. ve 46’ncı maddesi hükümlerine de aykırı bulunmaktadır.
Yukarıda ayrıntılı
olarak açıklandığı üzere, 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun
ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 33.
maddesi; erkler
ayrılığı ilkesi ile anayasal sisteme uygun düşmemekte, Anayasanın 2., 6., 7.,
8., 9., 10., 11., 35., 36., 46., 90., 125.,138., 142. ve 176’ıncı maddelerine
aykırı içerik taşımaktadır.
5) 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında
Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un 34’üncü maddesinin Anayasaya Aykırılığı.
“Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un
34’üncü maddesi;
“MADDE 34- 2942 sayılı Kanunun geçici 6 ncı
maddesinin onuncu fıkrasının üçüncü cümlesi yürürlükten kaldırılmış ve aynı
Kanuna aşağıdaki geçici madde eklenmiştir.
“GEÇİCİ MADDE 11- Bu Kanunun ek 1 inci maddesinin
birinci fıkrası kapsamında kalan ve bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce
tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında aynı fıkrada belirtilen süre,
bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başlar.
Bu Kanunun ek 1 inci maddesinin üçüncü fıkrası
hükmü, bu madde kapsamında kalan taşınmazlara ilişkin dava ve takipler hakkında
da uygulanır”
hükmünü içermektedir.
Tasarıda madde metninin
gerekçesi;
“-2942 sayılı
Kamulaştırma Kanununun geçici 6 ncı maddesinin onikinci ve onüçüncü
fıkralarının iptaline ilişkin Anayasa Mahkemesinin 13/11/2014 tarihli ve E.:
2013/95, K.: 2014/176 sayılı Kararında belirtilen gerekçeler doğrultusunda;
tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar hakkında Kamulaştırma Kanununa
eklenmesi öngörülen ek 1 inci madde ile detaylı ve ayrı bir düzenleme
yapıldığından; aynı Kanunun geçici 6 ncı maddesinin onuncu fıkrasında yer alan
"Uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak
suretiyle veya ilgili kanunların uygulamasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar
hakkında 3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan
sonra idari yargıda dava açılabilir." yönündeki üçüncü cümlesinin
yürürlükten kaldırılması ve Kamulaştırma Kanununa eklenmesi öngörülen ek 1 inci
madde ile yapılması öngörülen düzenlemelere bağlı olarak, ek 1 inci madde
kapsamında kalan ve bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce tasarrufu
hukuken kısıtlanan veya fiili olarak el konulan taşınmazlar hakkında ne şekilde
işlem yapılacağına ilişkin düzenlemeler içeren geçici 11 inci maddenin Kanuna
eklenmesi,
-2981 sayılı Kanun
hükümlerine göre yapılan imar uygulamalarından doğan ve ipotekle teminat altına
alınanlar dahil idarelerin taraf olduğu her türlü alacak ve bedel artırım
davalarında hak sahibine ödenecek taşınmazın değerinin tespiti ve
güncellenmesine ve ayrıca, Kamulaştırma Kanununun geçici 6 ncı maddesinin dava
ve ödeme şekline ilişkin düzenlemelerinin bu kapsamdaki davalar ve icra
takipleri için de uygulanmasını ve devam eden dava ve icra takiplerinin de bu
madde hükümlerine göre sonuçlandırılmasını sağlamaya yönelik düzenlemeler
içeren geçici 12 nci maddenin Kanuna eklenmesi, amaçlanmaktadır.”
şeklinde yer almıştır.
Komisyon görüşmelerinde
bilahare bu maddede yer alan düzenlemelerin iki ayrı madde olarak düzenlenmesi
kararlaştırılmış, ayrı bir madde ile (Yasanın 35. Maddesi) 2942 sayılı Kanuna
ayrıca Geçici 12. madde eklenmiştir.
Bu madde metninde geçen ilgili Ek:1. madde
hükmünde; ”Uygulama imar planlarında umumi hizmetlere ve resmi kurumlara
ayrılmak suretiyle mülkiyet hakkının özüne dokunacak şekilde tasarrufu hukuken
kısıtlanan taşınmazlar hakkında,uygulama imar planlarının yürürlüğe girmesinden
itibaren beş yıllık süre içerisinde imar programları veya imar uygulamaları
yapılır ve bütçe imkanları dahilinde bu taşınmazlar ilgili idarelerce
kamulaştırılır” hükmü yer almaktadır.
İptali istenilen 34’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Geçici 11’inci madde yer alan düzenlemelerde; hukuken
tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında idareye yeniden 5 yıllık ek süre
verilmekte ve malikin dava açma hakkı ötelenmekte, mevcut davalarında sürenin
dolmadığı gerekçesi ile malikin aleyhine sonuçlanmasına neden olunmaktadır.
Başka bir ifade ile, Kamulaştırma Kanununa eklenen
Geçici 11’nci madde ile dava açma süresi yasanın yürürlük tarihinden 5 yıl
sonraya bırakılmakta, tasarruf hakkı kısıtlanan taşınmaz sahiplerinin dava açma
hakları en az 5 yıl süre ile ellerinden alınmaktadır, daha sonra bu sürenin
sonsuza kadar uzatılma opsiyonunu da elde tutulmaktadır.Geçici 11. maddenin
ikinci fıkrasında yapılan düzenleme ile devam eden davaların bu şekilde
reddedilmesi ve en az 5 yıl süre ile bu davalara bakılmaması sağlanmak istenilmektedir.
Maddenin yasalaştırılma amacı, kamusal bir düzenleme ihtiyacı değildir.
Tamamen hak sahiplerinin yargı kararı ile elde ettikleri veya etme olasılığı
bulunan haklarını bertaraf etmek amacıyla geçmişe de yönelik olarak etkili
uygulanmak üzere bu kanun maddesi yasalaştırılmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 176’ncı maddesi
"Anayasanın dayandığı temel görüş ve ilkeleri belirten kısmı (başlangıç
kısmı) Anayasa metnine dahildir." kuralını öngörmüştür. Anayasa'nın
Başlangıç bölümünde ve 6. maddesinde, Millet iradesinin mutlak üstünlüğü ve
egemenliğin kayıtsız koşulsuz Türk Ulus'unun olduğu; Türk Ulus'unun
egemenliğini, Anayasa'nın koyduğu ilkelere göre, yetkili organları eliyle
kullanacağı; hiçbir kimse ya da organın kaynağını Anayasa'dan almayan bir
Devlet yetkisi kullanamayacağı belirtilmiştir.
Devlet organları Türk Ulusu adına egemenliği
kullanırken karmaşa yaratılmaması ve düzenin bozulmaması için, tüm çağdaş parlamenter
demokrasilerde olduğu gibi, erkler ayrılığı ilkesi benimsenmiş; erkler
ayrılığının, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve
bununla sınırlı uygar bir işbölümü olduğu vurgulanmış; egemenliği kullanan
Devlet organları arasında üstünlük bulunmadığı, üstünlüğün Anayasa ve
Anayasa'ya uygun olmak koşuluyla yasalarda olduğu belirtilmiştir.
Anayasamıza göre, egemenliği Türk Ulusu adına
kullanacak üç erk, yasama,yürütme ve yargıdır. Bu erklerden her biri Ulus
egemenliğini kendi görev alanı ile sınırlı biçimde kullanacaktır. Nitekim
Anayasa'nın 7, 8 ve 9. maddelerinde yasama, yürütme ve yargı organlarının görev
ve yetki alanı net olarak belirlenmiştir.
Anayasa'nın, 7. maddesinde, yasama yetkisinin Türk
Ulusu adına Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin olduğu, bu yetkinin
devredilemeyeceği, 8. maddesinde, yürütme yetki ve görevinin Cumhurbaşkanı ve
Bakanlar Kurulu'nca, Anayasa ve yasalara uygun olarak kullanılıp yerine
getirileceği, 9. maddesinde, yargı yetkisinin Türk Ulusu adına bağımsız
mahkemelerce kullanılacağı, belirtilmiştir.
Devlet organları, yasama, yürütme, yargı organları
arasındaki ilişkinin üstünlük sıralaması olmayıp belli Devlet yetki ve
görevinin kullanılmasından ibaret, bununla sınırlı medeni bir iş bölümü ve iş
birliği olduğu, üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda olduğu görüşünü
benimsemiş olması nedeniyle Anayasada gösterilen organların işlev, ödev ve
sorumluluklarını aşarak kendi alanı dışında diğer organın yetkisini üstlenerek
veya onun yetkisine giren bir konuda düzenleme yapması, erkler ayrılığı ilkesi
ile anayasal sisteme uygun düşmemekte, Anayasanın 6., 7., 8 ve 9’uncu
maddelerine aykırı içerik taşımaktadır.
İptali istenilen 34’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Geçici 11’inci madde yer alan düzenlemeler ile; hukuken
tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında idareye yeniden 5 yıllık ek süre
verilmesi ve malikin dava açma hakkı hakkının engellenmesi ve ötelenmesi yapılması
erkler ayrılığı ilkesi ile anayasal sisteme uygun düşmemekte, Anayasanın 6.,
7., 8 ve 9’uncu maddelerine aykırı içerik taşımaktadır.
Anayasa’nın 2. maddesinde “hukuk devleti” ilkesine
yer verilmiştir.
Anayasa’nın 10’uncu maddesinde;” Herkes, dil, ırk,
renk, cinsiyet, siyası düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplerle ayrım gösterilmeksizin kanun önünde eşittir… Hiçbir kişiye, aileye,
zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz. Devlet organları ve idari makamları
bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek
zorundadırlar.”,
Anayasa’nın 11’nci maddesinde;” Anayasa hükümleri,
yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve
kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır. Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.”
hükmü yer almaktadır.
Yeni çıkarılan yasaların Anayasanın 2. maddesinde
Cumhuriyetin niteliklerinden kabul edilen hukuk devleti ilkesi olmanın doğal
sonucu olan hukuki güvenlik ilkesi nedeniyle, geriye etkili olmayacağı,
dolayısıyla kanunun yürürlüğünden önceki olaylara uygulanamayacağı yasama
organının da kabulündedir.
Hukuk devletinin sağlamakla yükümlü olduğu hukuk
güvenliği, ilke olarak kanunların geriye yürütülmemesini gerekli kılar. Bu ilke
uyarınca, kamu yararı, kamu düzeni, kazanılmış hakların korunması, mali
haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar dışında sonradan çıkan bir
kanun yürürlüğe girdiği tarihten önceki olaylara uygulanmaz.(Anayasa
Mahkemesinin 26.01.2012 tarih ve 2011/74 Esas ve 2014/85 Kararı)
İptali istenilen 34’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Geçici 11’inci madde yer alan düzenlemeler ile; geriye etkili
düzenlemeler yapmak suretiyle hukuk devleti ilkesi etkisiz kılınmaktadır.Bu
düzenlemenin Anayasasının 2. maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesine,
10’uncu maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesine, 11’nci maddesinde düzenlenen anayasanın
bağlayıcılığı ve üstünlüğü ilkelerine açıkça aykırıdır. Yapılan düzenleme ile
tasarruf hakkı hukuken kısıtlanan taşınmaz maliklerinin durumu ağırlaştırıldığı
gibi, daha önceki yasalar ile kazandıkları haklar ihlal edilmiştir.
Anayasanın 2’nci maddesinde belirtilen hukuk
Devleti, insan haklarına dayanan,bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren,eylem ve işlemleri hukuka uygun olan,her alanda adaletli bir hukuk
düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, kişilere hukuk güvenliği
sağlayan,Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa ve Hukukun bütün kurallarıyla kendini bağlı
sayan yargı denetimine açık,yasaların üstünde yasa koyucunun da uyması gereken
evrensel hukuk ilkeleri ve Anayasanın bulunduğu bilincinde olan devlettir.
Anayasanın 2’nci maddesinde yer alan hukuk devleti
ilkesinin temel gereklerinden biri kazanılmış haklara saygı gösterilmesidir.
Kazanılmış haklara saygı, hukuk güvenliği ilkesinin sonucudur. Hukukta
kazanılmış hakkın korunması, hukuki güvenliğin kanıtı,uygunluğun ölçüsüdür.
Kazanılmış hak gerçek veya tüzel kişinin yada işletmenin bulunduğu statüden
doğan,tahakkuk etmiş ve kendisi yönünden kesinleşmiş haktır.
Anayasanın 2’nci maddesindeki hukuk devleti
ilkesinin vazgeçilmez unsurlarından en önemlileri “hukuki belirlilik” ile
“öngörülebilirlik”tir. Bu konuda Anayasa Mahkemesi tarafından geçmiş yıllarda
verilmiş bulunan çok sayıdaki kararda detaylı açıklamalarda bulunulmuştur.
Belirlilik ilkesine göre, yasal düzenlemelerin hem
kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer
vermeyecek şekilde açık net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca
kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi
gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup birey
yasadan, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi
hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale
yetkisini doğurduğunu bilmelidir. Ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri
öngörebilir ve davranışlarını ayarlar. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir
olmasını,bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven
duyabilmesini,devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici
yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar.
Yasa kuralı, ilgili kişilerin mevcut şartlar
altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir düzeyde
öngörmelerini mümkün kılacak şekilde düzenlenmelidir. Öngörülebilirlik şartı
olarak nitelendirilen bu ilkeye göre yasanın uygulanmasında takdirin kapsamı ve
uygulama yöntemi bireyleri keyfi ve öngöremeyecekleri müdahalelerden koruyacak
düzeyde açıkça yazılmalıdır. Belirlilik,kişilerin hukuk güvenliğini korumakla
birlikte idarede istikrarı sağlar.
İptali istenilen bu madde hükmünün Anayasaya uygun
kabul edilmesi malikin tasarruf yetkisinin yine süresi belirsiz biçimde
kısıtlanması, idarelerin yetkisinin süresi belirsiz biçimde arttırılması sonucunu
doğurur. İmar planıyla kamu hizmetine ayrılan dava konusu taşınmazlara ilişkin
olarak dava tarihine kadar yapılmayan kamulaştırma işleminde, bu süreyi 6745
sayılı Yasanın yürürlüğünden itibaren 5 yıl daha ötelemek, idarelerin
kamulaştırma yapmak yerine, hukuka aykırı olarak el atmayı sürdürmesi anlamına
gelir ki bir hukuk devletinde kanunların hukuka aykırı uygulamaları teşvik
etmesi kabul edilemez. Kaldı ki, bu süre içinde malik yine tasarrufu kısıtlanan
taşınmaza ilişkin vergi ve diğer yükümlülüklerini yerine getirmeye devam
edecektir. Bunu da hukuk düzeninin koruması beklenemez.
Benzeri bir hükmü içeren 13.2.2011 günlü, 6111
sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Sosyal Sigortalar ve Genel
Sağlık Sigortası Kanunu ve Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun'un geçici 2. maddesi hükmü
ile ilgili olarak; Anayasa Mahkemesi tarafından verilen 1.11.2012 tarih
2010/83 Esas 2012/169 Karar sayılı kararda;
“…Geçmişe yönelik bazı mağduriyetlerin giderilmesi
amacıyla çıkarılan ve istisnai nitelik taşıyan Geçici 6. maddedeki malik
aleyhine hükümlerin geleceğe yönelik olarak uygulanması halinde kamulaştırma
için Anayasa ve Kanun'da öngörülen bütün güvenceler etkisiz kalabilecektir.
Kuralla, Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 15 yıl boyunca 2026 yılına
kadar idarelerin özel mülkiyete kamulaştırmasız el atma yoluyla müdahalesine
yol açılmaktadır. Böylece idareler kamulaştırma yapmak yerine, hukuka aykırı
olarak el atmak suretiyle taşınmazları elde edebileceklerdir. Böyle bir durumda
devletin hukuka bağlılığı ilkesi zedeleneceği gibi bireyler açısından hukuki
güvenlik ve öngörülebilirlik de ortadan kalkacaktır. Bir hukuk devletinde
kanunların hukuka aykırı uygulamaları teşvik etmesi kabul edilemez.
Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa'nın 2., 35. ve
46. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.”
denilmektedir.
24.05.2013 tarih ve 6487 sayılı Kanununun 21’nci
maddesiyle yapılan değişiklikle getirilen 2942 sayılı Kanunun Geçici 6’ncı
maddesinin 13 numaralı fıkrası
ile ilgili olarak açılan davada, Anayasa Mahkemesi 13.11.2014 tarih ve 2013/95
E. 2014/176 K. sayılı kararında;
“Geçici 6. maddede öngörülen hükümler, Anayasa
Mahkemesince iptal edilen 2942 sayılı Kanun'un 38. maddesinin uygulandığı
9.10.1956 ilâ 4.11.1983 tarihlerini kapsayan dönemde oluşan bazı
mağduriyetlerin giderilmesi amacıyla çıkarılmıştır. Ancak kanun koyucu, bu
mağduriyetlerin bir anda giderilmesinin bütçeye ölçüsüz bir yük getirerek
kamusal hizmetlerinin aksamasına neden olacağını göz önünde bulundurarak
münhasıran bu tarihleri kapsayan dönemde kamulaştırmasız el atılan taşınmaz
bedellerinin ödenmesine ilişkin istisnai bazı hükümlere yer vermiştir. Geçmişe
yönelik mağduriyetlerin giderilmesi ve o dönemden kaynaklanan ihtilafların
tasfiyesi amacındaki üstün kamusal yarar dikkate alındığında, maliklerin de
haklarının yeteri derecede gözetilmesi kaydıyla bu dönemle sınırlı olarak
uygulanmak üzere bir takım istisnai düzenlemelerin yapılması mümkündür.
Nitekim, geçici 6. maddede, belirlenen bedelin ödenmesinde ödenek sınırlaması
getirilmesi, borcun taksitler halinde ödenmesine imkan tanınması,
haczedilmezlik yasağı öngörülmesi gibi malik aleyhine bir takım hükümlere yer
verilmiş ise de belirlenen bedelin taksitler halinde ödenmesi durumunda 3095
sayılı Kanun uyarınca kanuni faiz ödenmesi öngörülerek malikin gecikmeden
kaynaklanan zararları karşılanmak suretiyle kamusal yarar ile malikin kişisel
yararı arasında makul bir denge kurulmuştur.
Ancak, 9.10.1956 ilâ 4.11.1983 tarihlerini
kapsayan dönemde oluşan mağduriyetlerin giderilmesi amacıyla getirilen ve
malikler aleyhine birtakım hükümler içeren bu istisnai düzenlemenin 4.11.1983
tarihinden sonraki dönem için de uygulanmasının haklı bir temeli
bulunmamaktadır. Anayasa Mahkemesince iptal edilen 2942 sayılı Kanun'un 38.
maddesinin doğurduğu ağır mağduriyetlerin bir anda giderilmesinin bütçeye
getireceği ölçüsüz yük nedeniyle kamu hizmetlerinde meydana gelebilecek
aksamalar dikkate alınarak o dönemle sınırlı olarak makul karşılanabilen bu
istisnai hükümlerin sonraki dönemlere de uygulanması öngörülerek
olağanlaştırılması, hukuk güvenliğini zedelemekte ve Anayasa'nın 35. maddesinde
güvenceye bağlanan mülkiyet hakkının ihlali sonucunu doğurmaktadır..
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural
Anayasa'nın 2. ve 35. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.”
denilmektedir.
Anayasa Mahkemesi kararında da açıklandığı üzere
sadece 9.10.1956 ila 4.11.1983 tarihlerini kapsayan dönemde fiili el atma
nedeniyle oluşan mağduriyetlerin giderilmesi amacıyla getirilen istisnai
düzenlemenin bu tarihler sonrasında ve hukuki el atmalara da uygulanmasına
ilişkin iptali istenilen 34’üncü madde ile Kamulaştırma Kanunu’na eklenen
Geçici 11’inci madde yer alan düzenlemelerde Geçici 6’ncı maddeye atıfta
bulunan tüm hükümler mülkiyet hakkını ihlal ettiğinden ve hukuk güvenliğini
zedelediğinden Anayasa’nın 2’nci ve 35’nci maddesi hükümlerine de aykırı
bulunmaktadır.
Anayasanın 35. maddesinde;“Herkes mülkiyet ve
miras haklarına sahiptir. Bu haklar ancak kamu yararı amacıyla kanunla
sınırlanabilir.” kuralına yer verilmiş temel hak ve özgürlüklerini sınırlayan
13 üncü maddesinde ise, temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın
yalnızca anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplerine bağlı olarak ve
ancak kanunla sınırlanabileceği, bu sınırlamaların anayasanın sözüne ve ruhuna,
demokratik toplum düzenine ve laik cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük
ilkesine aykırı olamayacağı belirtilmiştir.
Danıştay İdari Davalar Genel Kurulu 2007/2255
Esas, 2012/801 Karar sayılı kararında da belirtildiği gibi,”,…bir kişinin
taşınmazına eylemli olarak el atıp tamamen ve kısmen kullanılmasına engel
olunması ile imar uygulaması sonucu o kişinin mülkiyetinde olan taşınmaza
hukuken kullanmaya engel sınırlamalar getirilmesi arasında sonucu itibariyle ir
fark bulunmamakta her ikiside kişinin mülkiyet hakkının kısıtlanması hakkında
aynı sonucu doğurmaktadır”, şeklinde karar verilmiştir. yine aynı şekilde
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Genel Kurulu ve Hukuk Genel Kurulu kararlarında
da aynı şekilde aynı sonuca ilişkin kararlar vermek suretiyle, mülkiyet
hakkının tecavüze uğradığı konusunda şüpheye yer bırakmayacak şekilde tespitte
bulunulmaktadır.
İptali istenilen 34’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Geçici 11’inci madde yer alan düzenlemeler Türk Medeni
Kanunun taşınmaz malikine tanımış mülkiyet hakkına hukuka aykırı olarak
müdahale anlamını taşıdığından Anayasanın 35’nci maddesi hükmüne aykırı
bulunmaktadır.
Anayasanın “Hak arama hürriyeti” başlıklı
36.maddesi;
”Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak
suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile
adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki
davaya bakmaktan kaçınamaz.”
hükmünü içermektedir.
Anayasa’nın "Hak arama hürriyeti"
başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrasında, "Herkes, meşrû vasıta ve
yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı
olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir." denilerek
yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu
olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır.
Anayasa’nın 125. maddesinde ise "İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine
karşı yargı yolu açıktır..." denilmektedir. Her iki maddeyle güvence
altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak niteliği
taşımasının ötesinde diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde
yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden
biridir. Kişilere yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması adil bir
yargılamanın ön koşulunu oluşturur.
Anayasanın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü
güvence altına alınmıştır. Hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri de
mahkemeye erişim hakkıdır. Mahkemeye erişim hakkı, hukuki bir uyuşmazlığın bu
konuda karar verme yetkisine sahip bir mahkeme önüne getirilmesi hakkını da
kapsar. Bu hak devlete etkili yargısal başvuru yolu oluşturma ödevi
yüklemektedir.
İptali istenilen 34’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Geçici 11’inci madde ve bu maddenin uygulanması için gerekli
görüp atıf yaptığı diğer maddelerde yer alan düzenlemelerde; hukuki
kısıtlılığın kaldırılması için 5 yıllık süre öngörülmesi, bu sürenin bu kanunun
yürürlük tarihinden itibaren başlatılması ve görülmekte olan,kesinleşmemiş
davalara da bu kanun hükümlerinin uygulanacağının kabul edilmesi görülmekte
olan, kesinleşmemiş tüm davaların 5 yıllık sürenin dolmadığı gerekçesiyle
reddine neden olacaktır. Bu durumda da dava açmak şeklinde gerçekleşen hak
arama hürriyeti de malikin elinden alınmış ve 5 yıl daha beklemesine 5 yıl
sonra dava açabilecek duruma gelmesine neden olacaktır. Bu da hak arama
hürriyetinin açıkça ihlalidir. 5 yıl sonra açılacak davada malik,yeniden harç
ve yargılama gideri ödemek şartıyla dava açabilecek ve bu hükümle ayrı bir
külfete katlanmak zorunda kalacaktır.
İptali istenilen 34’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Geçici 11’inci maddenin 1’nci fıkrasında yapılan düzenleme
ile, Anayasa’nın 36’ncı maddesinde verilen hakkın kullanımının en az 5 yıl
süreyle ertelendiği açıktır ve bu durum Anayasanın 36’ncı ve 125’inci maddesi
hükmüne aykırı bulunmaktadır.
Anayasal bir hukuk devleti olan Türkiye
Cumhuriyetinde, özel mülke tecavüzde bulunarak kamulaştırmasız el konulması
ceza hukuku bağlamında suç, medeni hukuk bağlamında haksız fiildir.
İptali istenilen 34’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Geçici 11’inci madde hükmü 3194 sayılı İmar Kanunu’nun
10’uncu maddesi ile de çelişkilidir. Çünkü, 10.madde de imar planlarının
yürürlüğe girmesinden itibaren en geç üç ay içinde 5 yıllık imar programının
hazırlanacağı, beş yıllık imar programları sınırları içinde kalan alanlardaki
kamu hizmet tesislerine tahsis edilmiş olan yerleri ilgili kamu kuruluşlarının,
bu program süresi içinde kamulaştıracakları hükmüne yer verildiği halde 6745
sayılı Kanun’un 33 ve 34’üncü maddesi ile getirilen düzenlemelerde bu
sürelerin dışına çıkarılması ve hatta uzatılması hukuka olan güveni zedeler
niteliktedir.
Anayasa’nın “”Kamulaştırma” başlıklı 46’ncı
maddesi;
“Devlet ve kamu tüzel kişileri; kamu yararının
gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel
mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir kısmını, kanunla
gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idarî
irtifaklar kurmaya yetkilidir. Kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan
artırım bedeli nakden ve peşin olarak ödenir. Ancak, tarım reformunun
uygulanması, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskân projelerinin
gerçekleştirilmesi, yeni ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm
amacıyla kamulaştırılan toprakların bedellerinin ödenme şekli kanunla
gösterilir. Kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu hallerde, taksitlendirme
süresi beş yılı aşamaz; bu takdirde taksitler eşit olarak ödenir.
Kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya işleten küçük çiftçiye ait
olanlarının bedeli, her halde peşin ödenir. İkinci fıkrada öngörülen
taksitlendirmelerde ve herhangi bir sebeple ödenmemiş kamulaştırma bedellerinde
kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz uygulanır.”
hükmünü içermektedir.
Kamulaştırmasız el atmanın iki tarafı vardır.
Haksız eylemi ile mağdur eden idare ve idarenin hukuk tanımaz haksız eylemi
sonucu mağdur edilen malik. Hukuk devleti ilkesi, haksız eylemin muhatabı
malikin, haksız eylemi yapan idareye karşı Anayasa ile yetkilendirmiş merciler
düzeyinde hak arama özgürlüğünü kullanması ve bu bağlamda zamanında dava
açabilmesini gerektirir.
Anayasa Mahkemesinin, 18/10/2012 Günlü ve E.
2011/3, K. 2012/153 ile E.2011/4, K. 2012/154 sayılı kararlarında, “Hukukun
genel ilkeleri gereğince de kimse kendi kusuruna dayanarak bir hak iddiasında
bulunamaz ve hukuk devletinde bir hakkın kötüye kullanılması koruma göremez.” denilmiştir.
İptali istenilen 34’üncü madde ile Kamulaştırma
Kanunu’na eklenen Geçici 11’inci madde ve bu maddenin uygulanması için gerekli
görüp atıf yaptığı diğer maddelerde yer alan düzenlemelerde yer alan hükümlerin
Anayasa’nın 46’ncı maddesinde “kamulaştırma” müessesi için öngörülen çerveye
uymadığı anlaşılmaktadır.
Bu madde düzenlemesi ile, hem malikin mülkiyet
hakkının hukuki el ama ile kısıtlanmasına imkan tanınmakta hem de idarelere bu
maddenin yürürlüğünden itibaren 5 yıl daha süre verilerek tasarrufun
kısıtlanmasına 5 yıl daha hem de hiçbir bedel ödenmeden yasallık tanınmaktadır.
Buna karşılık taşınmazın değerinin belirlenmesinde tasarrufunun kısıtlandığı
tarihteki niteliklerinin gözetileceği kabul edilmektedir. Anayasa’nın
46.maddesinde açıkça kamulaştırma bedelinin peşin ödeneceğine, kanunun taksitle
ödemeyi öngörebileceği hallerde, taksitlendirme süresi beş yılı aşamayacağı; bu
takdirde de taksitlerin eşit olarak ödeneceğine ilişkin amir hüküm yer almasına
rağmen ödemelerle ilgili olarak bu anayasal sınırın da dışına taşılmaktadır.
Anayasanın 46’ncı maddesiyle 35’inci maddesine bir
istisna getirilerek, kamu yararının gerektirdiği hallerde devlet ve kamu tüzel
kişilerine gerçek karşılıklarını peşin ödemek koşuluyla, özel mülkiyette
bulunan taşınmaz malları kamulaştırma yetkisi tanınmış; 46’ncı maddenin
gerekçesinde ise, "özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların
kamulaştırılması karşılığında hakkaniyete uygun ve âdil bir bedelin ödenmesi,
hukuk teorisinde mülkiyet kavramının genişlemesi olarak adlandırılan bir mal
varlığı değerinin bir başka mal varlığı değeri ile yer değiştirmesi anlamında
kabul edildiğinden mülkiyet hakkının Anayasa ile teminat altına alınmış olması
kamulaştırma kavramına engel olmamaktadır. Kamulaştırma özel mülkiyete Devletin
bir müdahalesidir. Bu müdahalenin bedelinin kesintisiz, nakden ve peşin olarak
ödenmesi Anayasal bir mecburiyet olarak kabul edilerek haklı görülebileceği
kuralı getirilmiştir. Kamulaştırma bedeli hakkaniyete uygun ve adil olmak
zorundadır." denilerek kamulaştırma, bedeli kesintisiz, nakden, peşin,
hakkaniyete uygun ve adil olmak koşuluyla istisnai ve hukuki bir yol olarak
öngörülmüştür.
Üstelik idarenin nakden ve peşin ödeme yapmak
zorunda olduğu kamulaştırma işlemlerini yapmayarak hukuka aykırı bir biçimde
taşınmaz sahibinin mülkiyet hakkını gasp ettiği durumda, hak sahibince dava
açılmasının ötelenmesi Anayasa ve hukukun evrensel ilkelerine aykırıdır.
Bu istisnai kurala uyulmadan kişilerin mülkiyetine
el konulması sonucu, kişilerin haksız fiil eyleminden dolayı açacakları
tazminat davasının engellenmesi ve bedel tespiti davasına dönüştürülmesiyle,
kişilerin Anayasal güvence altındaki mülkiyet haklarına usulsüzce el konulması
meşrulaştırıldığından iptali istenilen 34’üncü madde ile Kamulaştırma Kanunu’na
eklenen Geçici 11’inci madde düzenlemesi Anayasa’nın 46’ncı maddesine de
aykırıdır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin “Adil
Yargılanma Hakkı” kenar başlıklı 6. maddesinin ilgili kısmı şöyledir.
“Herkes,medeni hak ve yükümlülükleri ile ilgili uyuşmazlıklar konusunda karar
verecek olan kanunla kurulmuş bağımsız ve tarafsız bir mahkeme tarafından davasının
makul süre içinde hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkına
sahiptir”
Türkiye’nin tarafı olduğu Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin Ek 1 no’lu Protokolünün “ Mülkiyetinin korunması “ başlıklı 1.
maddesinde ise : “ Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına
saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır.” hükmü yer almıştır. Nitekim, Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi 3194 sayılı İmar Yasasının 13. fıkrasında belirtilen 5
yıllık süre içerisinde kamulaştırma yapılmaması nedeniyle açılan davaların
reddedilmesi sonucunda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ ne açılan davaların
tamamında Türkiye Cumhuriyeti haksız bulunmuş, bu durumun insan hakkı ihlali
olduğu belirtilmiş ve tazminata hükmedilmiştir.
Anayasanın “Milletlerarası andlaşmaları uygun
bulma” başlıklı 90’ıncı maddesinin 5 numaralı fıkrası;
“Usulüne göre yürürlüğe konulmuş Milletlerarası
andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile
Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.) Usulüne göre
yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası
andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesinedeniyle
çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”
hükmünü içermektedir.
İptali istenilen
34’üncü madde ile Kamulaştırma Kanunu’na eklenen Geçici 11’inci maddede yer
alan düzenleme ile; mülkiyet hakkına yapılan müdahaleye karşı dava açma
hakkının en az 5 yıl süre ile ertelenmesi ve verilen mahkeme kararlarının
infazının geciktirilmesi veya tümüyle engellenmesi sonucunu ortaya
çıkardığından, Anayasanın 90’ıncı maddesi hükmüne de aykırıdır.
Anayasanın 138’nci maddesinin üçüncü ve dördüncü
fıkrasında : “ Görülmekte olan bir dava hakkında yasama meclisinde yargı
yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya
herhangi bir beyanda bulunulamaz. Yasama ve yürütme organları ile idare mahkeme
kararlarına uymak zorundadır; Bu organlar ve idare mahkeme kararlarını hiçbir
şekilde değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez.”
denilmektedir.
Oysa 33. madde ile getirilen Ek 1’inci maddenin
üçüncü fıkrasında yapılan “ Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce açılan,
ancak henüz karara bağlanmayan veya kararı kesinleşmeyen davaların bu madde
hükümleri kesinleşen ancak henüz ödemesi yapılmayan kararlar hakkında ise
geçici altıncı maddenin üçüncü, sekizinci ve on birinci fıkra hükümleri
uygulanır.”Yine 34. madde ile getirilen geçici on birinci maddede ile “ Bu
kanunun ek birinci maddesi, birinci fıkrası kapsamında kalan ve bu maddenin
yürürlüğe girdiği tarihten önce tasarrufu hukuken kısıtlanan taşınmazlar
hakkında aynı fıkrada belirtilen süre, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten
başlar, bu kanun ek birinci maddesinin üçüncü fıkrası hükmü, bu madde
kapsamında kalan taşınmazlara ilişkin, dava ve takiplere de uygulanır” şeklinde
yapılan düzenlemeler; devam eden ve kesinleşen davaların sonucunu etkileyen ve
mahkemelerin kararlarına uygulamasını geciktiren hükümler içermektedir.
Bu nedenle iptali istenilen 34’üncü madde ile
Kamulaştırma Kanunu’na eklenen Geçici 11’inci madde hükmü Anayasa’nın
138/4’üncü maddesi hükmüne de aykırıdır.
Yukarıda ayrıntılı
olarak açıklandığı üzere, 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun
ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 34. maddesi; erkler ayrılığı ilkesi ile
anayasal sisteme uygun düşmemekte, Anayasanın Başlangıç, 2., 6., 7., 8., 9.,
10., 11., 35., 36., 46., 90., 125., 138. ve 176’ıncı maddelerine aykırı içerik
taşımaktadır.
6) 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında
Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun”un 38’nci maddesinin Anayasaya Aykırılığı
“Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un
38’inci maddesinde;
MADDE 38- 3213 sayılı Kanuna aşağıdaki ek madde
eklenmiştir.
“EK MADDE 14- Uluslararası standartlar ile
bilimsel ve teknik esaslara göre yetkin kişi ve/veya yetkilendirilmiş tüzel
kişiler tarafından, madenlerin aranması, araştırılması ve üretilmesi ile ilgili
açık, güvenilir, uygulanabilir kaynak ve rezerv bilgilerini oluşturmak,
bunlarla ilgili raporlama standartları ve kriterler belirlemek, sistem kurmak,
uygulamak, geliştirmek ve yayımlamak, bu faaliyetler ile ilgili strateji ve
hedefler oluşturmak, yetkin kişi ve/veya yetkilendirilmiş tüzel kişilerde
aranan nitelikleri belirlemek, bunlara eğitim vermek, sertifikalandırmak, sicil
ve sicil kayıtlarını tutmak, denetlemek, ihtar vermek, belgeleri askıya almak
veya iptal etmek, uluslararası benzeri kuruluşlara üye olmak veya bunlarla
işbirliği yapmak, görev alanına giren konularda eğitim, araştırma ve yayın
faaliyetlerinde bulunmak ve bu faaliyetler ile ilgili düzenlemeleri yapmak ve
yayımlamak amacıyla, kısa adı UMREK olan Ulusal Maden Kaynak ve Rezerv
Raporlama Komisyonu kurulmuştur. UMREK’in mali işleri dâhil her türlü
sekretarya hizmetleri Maden İşleri Genel Müdürlüğü tarafından yürütülür. UMREK
eğitim, sertifika, aidat, yayın ve diğer faaliyetlerinden gelir elde edebilir.
UMREK, görevini yerine getirirken bağımsızdır.
UMREK, görevlerini yerine getirirken resmî ve özel kurum, kuruluş ve kişilerden
belge, bilgi ve görüş isteyebilir.
UMREK üyelerine verilecek huzur hakkı Bakanlığın
teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca tespit edilir.
UMREK’in teşkili, yönetimi ve çalışması ile
üyelerin atanmasında aranacak nitelikler, görev süresi ve üyeliğin sona ermesi
ile ilgili usul ve esaslar Bakanlık tarafından çıkarılan yönetmelikle
düzenlenir.”
hükmüne yer verilmiştir.
İlgili madde ile tüzel Kişiliği olmayan kısa adı
UMREK olan Ulusal Maden Kaynak ve Rezerv Raporlama Komisyonu kurulmuştur.
UMREK’in mali işleri dâhil her türlü sekretarya hizmetleri tüzel kişiliği
olmayan Enerji Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın ana hizmet birimi olan Maden
İşleri Genel Müdürlüğü tarafından yürütüleceği belirtilmiştir.
UMREK’in kuruluş amacı ise uluslararası
standartlar ile bilimsel ve teknik esaslara göre yetkin kişi ve/veya
yetkilendirilmiş tüzel kişiler tarafından, madenlerin aranması, araştırılması
ve üretilmesi ile ilgili açık, güvenilir, uygulanabilir kaynak ve rezerv
bilgilerini oluşturmak, bunlarla ilgili raporlama standartları ve kriterler
belirlemek, sistem kurmak, uygulamak, geliştirmek ve yayımlamak, bu faaliyetler
ile ilgili strateji ve hedefler oluşturmak, yetkin kişi ve/veya
yetkilendirilmiş tüzel kişilerde aranan nitelikleri belirlemek, bunlara eğitim
vermek, sertifikalandırmak, sicil ve sicil kayıtlarını tutmak, denetlemek, ihtar
vermek, belgeleri askıya almak veya iptal etmek, uluslararası benzeri
kuruluşlara üye olmak veya bunlarla işbirliği yapmak, görev alanına giren
konularda eğitim, araştırma ve yayın faaliyetlerinde bulunmak ve bu faaliyetler
ile ilgili düzenlemeleri yapmak ve yayımlamak olarak belirlenmiştir.
Anayasa’nın 2. maddesinde “hukuk devleti” ilkesine
yer verilmiştir. Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti, eylem ve işlemleri
hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı
sayıp yargı denetimine açık olan devlettir.
Kanunların kamu yararının
sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve
hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bir kuralın
kamu yararı dışında saklı bir amacı gerçekleştirmek amacıyla konulduğu
durumlarda yetki saptırması durumu ve giderek kuralın amaç açısından sakatlığı
ortaya çıkar.
Diğer taraftan, Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan
hukuk devletinin temel ilkelerinden biri 'belirlilik'tir. Bu ilkeye göre, yasal
düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve
kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması
gereklidir.
Anayasa’nın 6’ncı maddesinde ise egemenliğin
Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanılacağı, hiçbir
kimse ve organın kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi
kullanamayacağı belirtilmiştir.
Anayasa’nın 135 inci maddesine göre; “Kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluşları ve üst kuruluşları; belli bir mesleğe mensup
olanların müşterek ihtiyaçlarını karşılamak, meslekî faaliyetlerini
kolaylaştırmak, mesleğin genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak,
meslek mensuplarının birbirleri ile ve halk ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü
ve güveni hâkim kılmak üzere meslek disiplini ve ahlâkını korumak maksadı ile
kanunla kurulan ve organları kendi üyeleri tarafından kanunda gösterilen
usullere göre yargı gözetimi altında, gizli oyla seçilen kamu
tüzelkişilikleridir.”
6235 Sayılı Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği
Kanunu’nun 1 inci maddesinde; Türkiye sınırları içinde meslek ve sanatlarını
icraya kanunen yetkili olup da mesleki faaliyette bulunan yüksek mühendis,
yüksek mimar, mühendis ve mimarları teşkilatı içinde toplayan tüzel kişiliğe
sahip Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği kurulmuş olduğu belirtilmiştir.
Anayasa Mahkemesi’nin 2016/128 Karar sayılı
kararında;
“Anayasa'nın 135. maddesinin birinci fıkrasında,
kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, belli bir mesleğe mensup
olanların müşterek ihtiyaçlarını karşılamak, mesleki faaliyetlerini
kolaylaştırmak, mesleğin genel menfaatlere uygun olarak gelişmesini sağlamak,
meslek mensuplarının birbirleri ve halk ile olan ilişkilerinde dürüstlüğü ve
güveni hâkim kılmak üzere meslek disiplini ve ahlakını korumak maksadı ile
kanunla kurulan ve organları kendi üyeleri tarafından kanunda gösterilen
usullere göre yargı gözetimi altında, gizli oyla seçilen kamu tüzelkişileri
olduğu, beşinci fıkrasında ise bu meslek kuruluşları üzerinde devletin idarî ve
malî denetimine ilişkin kuralların kanunla düzenleneceği belirtilmiştir…
Anayasa'nın 135. maddesinde, kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluşları ve üst kuruluşlarının maddede belirtilen
amaçlar doğrultusunda kanunla kurulan ve organları kendi üyeleri tarafından
kanunda gösterilen usullere göre yargı gözetimi altında gizli oyla seçilen kamu
tüzel kişileri olduğu belirtilmiştir. Maddede meslek kuruluşlarının karar ve
yönetim organlarının seçimle göreve gelmesinin öngörülmesi, Devletin idari ve
mali denetimine tabi olduklarının belirtilmesi ve sorumlu organlarının
görevlerine yargı kararıyla son verilebileceğinin kurala bağlanması, bu
kuruluşların özerkliğine işaret etmektedir.
Özerklik, kişi ve kuruluşların kendi
faaliyetlerine ilişkin kararları alma ve uygulama konusunda gerekli yetkiyle
donatılmış olması anlamına gelmektedir. Bu aynı zamanda kurumların dış etkilere
karşı korunmasını ifade eder. Kamu kuruluşlarına özerklik tanınmasının nedeni
faaliyetlerini hizmetin gereklerine ve kamu yararına uygun bir şekilde
sürdürmelerini güvence altına almaktır. Bu bağlamda, meslek kuruluşları, idari
özerkliklerinin sonucu olarak, kendi seçilmiş organlarıyla merkezi yönetimin
müdahalesi olmaksızın serbestçe karar alıp uygulayabilirler. Özerklik, kesin ve
yürütülebilir karar alabilme yetkisine sahip olabilmeyi de içerir.”
denilmektedir.
İptali istenilen 6245 sayılı Kanunun 38’inci
maddesi ile 3213 sayılı Maden Kanununa eklenen Ek Madde 14 ile; Anayasa da
öngörülen örgütlenme biçimin dışında mesleki komisyon oluşturulmaktadır. Söz
konusu düzenleme Anayasa’nın 135 inci maddesine aykırı bulunmaktadır.
Söz konusu madde hükmü ile “Yetkin kişi” ve
“Yetkilendirilmiş Tüzel Kişiler” tanımı ile mühendislik diploması sahibi gerçek
kişilerin (mühendislerin) bireysel olarak mühendislik faaliyeti yürütme yetkisi
ortadan kaldırılmaktadır. Madencilik faaliyetlerine dair bir mühendisin birey
olarak bir proje hazırlaması artık mümkün değildir. Aynı zamanda kurulması
öngörülen UMREK yapısı itibarı ile Yetkilendirilmiş Tüzel Kişiler’ modeline
uygun bir meslek kuruluşu gibi bir yapılanma ile hazırlanmıştır, öyle ki, sicil
tutmaktan, eğitim vermeye kadar bütün yetkileri bünyesinde toplamıştır.
Bu yetkilere haiz bir kurumun Kanun maddesinde
gösterilen bir yapı ile kurulması, Anayasa’nın 135 inci maddesine aykırılık
teşkil etmektedir. Anayasa bu yetkilerin Kamu Kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşları ve üst kuruluşları tarafından kullanılması gerektiğini
açıklamıştır.
Anayasa’nın “Yükseköğretim kurumları” başlıklı 130
uncu maddesinde;
“Çağdaş eğitim-öğretim esaslarına dayanan bir
düzen içinde milletin ve ülkenin ihtiyaçlarına uygun insan gücü yetiştirmek
amacı ile; ortaöğretime dayalı çeşitli düzeylerde eğitim-öğretim, bilimsel
araştırma, yayın ve danışmanlık yapmak, ülkeye ve insanlığa hizmet etmek üzere
çeşitli birimlerden oluşan kamu tüzelkişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip
üniversiteler Devlet tarafından kanunla kurulur.
Kanunda gösterilen usul ve esaslara göre, kazanç
amacına yönelik olmamak şartı ile vakıflar tarafından, Devletin gözetim ve
denetimine tâbi yükseköğretim kurumları kurulabilir.
Kanun, üniversitelerin ülke sathına dengeli bir
biçimde yayılmasını gözetir.
Üniversiteler ile öğretim üyeleri ve yardımcıları
serbestçe her türlü bilimsel araştırma ve yayında bulunabilirler. Ancak, bu
yetki, Devletin varlığı ve bağımsızlığı ve milletin ve ülkenin bütünlüğü ve
bölünmezliği aleyhinde faaliyette bulunma serbestliği vermez.
Üniversiteler ve bunlara bağlı birimler, Devletin
gözetimi ve denetimi altında olup, güvenlik hizmetleri Devletçe sağlanır.
Kanunun belirlediği usul ve esaslara göre;
rektörler Cumhurbaşkanınca, dekanlar ise Yükseköğretim Kurulunca seçilir ve
atanır.
Üniversite yönetim ve denetim organları ile
öğretim elemanları; Yükseköğretim Kurulunun veya üniversitelerin yetkili
organlarının dışında kalan makamlarca her ne suretle olursa olsun görevlerinden
uzaklaştırılamazlar.
Üniversitelerin hazırladığı bütçeler;
Yükseköğretim Kurulunca tetkik ve onaylandıktan sonra Millî Eğitim Bakanlığına
sunulur ve merkezi yönetim bütçesinin bağlı olduğu esaslara uygun olarak işleme
tâbi tutularak yürürlüğe konulur ve denetlenir.
Yükseköğretim kurumlarının kuruluş ve organları
ile işleyişleri ve bunların seçimleri, görev, yetki ve sorumlulukları
üniversiteler üzerinde Devletin gözetim ve denetim hakkını kullanma usulleri, öğretim
elemanlarının görevleri, unvanları, atama, yükselme ve emeklilikleri, öğretim
elemanı yetiştirme, üniversitelerin ve öğretim elemanlarının kamu kuruluşları
ve diğer kurumlar ile ilişkileri, öğretim düzeyleri ve süreleri,
yükseköğretime giriş, devam ve alınacak harçlar, Devletin yapacağı yardımlar
ile ilgili ilkeler, disiplin ve ceza işleri, malî işler, özlük hakları, öğretim
elemanlarının uyacakları koşullar, üniversitelerarası ihtiyaçlara göre öğretim
elemanlarının görevlendirilmesi, öğrenimin ve öğretimin hürriyet ve teminat
içinde ve çağdaş bilim ve teknoloji gereklerine göre yürütülmesi, Yükseköğretim
Kuruluna ve üniversitelere Devletin sağladığı malî kaynakların kullanılması
kanunla düzenlenir.
Vakıflar tarafından kurulan yükseköğretim kurumları,
malî ve idarî konuları dışındaki akademik çalışmaları, öğretim elemanlarının
sağlanması ve güvenlik yönlerinden, Devlet eliyle kurulan yükseköğretim
kurumları için Anayasada belirtilen hükümlere tâbidir.”
hükmü yer almaktadır.
Anayasa’nın 130. maddesinde milletin ve ülkenin
ihtiyaçlarına uygun insan gücü yetiştirmek amacı ile devlet tarafından
eğitim-öğretim yapması için kurulan birimlerin üniversiteler olduğu
belirtilmesine karşın iptali istenilen 38. madde hükmü ile üniversiteler
tarafından verilmesi gereken eğitim yetkileri UMREK’e verilmektedir. Bu durum
Anayasa’nın 130 uncu maddesi hükmüne de aykırılık taşımaktadır.
Açıklanan nedenler ile 6745 sayılı “Yatırımların
Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 38’nci maddesinin Anayasa’nın 2., 6., 130
ve 135 inci maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekmektedir.
7) 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında
Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun”un 39. maddesinin Anayasaya Aykırılığı.
Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun
39’uncu maddesi;
“MADDE 39- 7/5/1987 tarihli ve 3359 sayılı Sağlık
Hizmetleri Temel Kanununun ek 9 uncu maddesinin birinci fıkrasının birinci
cümlesi aşağıdaki şekilde, aynı fıkranın ikinci cümlesinde yer alan “adrese
dayalı nüfus kayıt sistemi sonuçlarına göre toplam il nüfusu 750.000’e kadar
olan” ibaresi “büyükşehir olan iller dışındaki” şeklinde, ikinci fıkrasında yer
alan “il valisi” ibaresi “Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu Başkanı” şeklinde,
üçüncü fıkrasının birinci cümlesinde yer alan “tıp fakültesi” ibaresi “ilgili
fakülte” şeklinde değiştirilmiş, aynı fıkraya birinci cümleden sonra gelmek
üzere aşağıdaki cümleler ve bu fıkradan sonra gelmek üzere aşağıdaki fıkralar
eklenmiş ve mevcut yedinci ve sekizinci fıkraları aşağıdaki şekilde
değiştirilmiştir.
“Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumuna bağlı sağlık
tesisleri ile üniversitelerin tıp ve diş hekimliği alanında lisans ve uzmanlık
eğitimi veren kurumları; eğitim, araştırma ve sağlık hizmeti sunumu için insan
gücü, mali kaynak, fiziki donanım, bina, tıbbi cihaz ve diğer kaynakları
karşılıklı olarak aşağıdaki usul ve esaslara göre birlikte kullanabilir.”
“Dekan, hastane yöneticisinin görüşünü alarak
varsa profesör, yoksa doçent unvanını haiz öğretim üyelerinden birini, doçent
de yoksa yardımcı doçent veya eğitim görevlilerinden birini eğitim sorumlusu
olarak görevlendirir. Başhekim aynı zamanda üniversite yönünden sağlık uygulama
ve araştırma merkezi müdürü sayılır.”
“Birlikte kullanıma geçilen sağlık tesislerinin
döner sermaye hesapları, sadece birlikte kullanılan birimlerle sınırlı olmak ve
birlikte kullanıma geçildikten sonraki tasarruflara etkili olmak kaydıyla
birleştirilir. Ancak borcun mevcut bir taşınıra ilişkin olması durumunda
protokolün imza tarihinden önceki borçlar, sağlık tesisinin döner sermaye
bütçesinden karşılanır.
Birlikte kullanımdaki sağlık tesisleri ve ilgili
birimlerde görevli öğretim elemanları dâhil tüm personel; ihtiyaç duyulan tıbbi
ve bilimsel danışmanlık, nöbet, konsültasyon ve diğer sağlık hizmetlerini
yerine getirmekle ve bu kapsamda kendilerine yapılan davete icabet etmekle
yükümlüdür. Bu şekilde nöbet tutan öğretim üyelerine de 14/7/1965 tarihli ve
657 sayılı Devlet Memurları Kanununun ek 33 üncü maddesi çerçevesinde ve eğitim
görevlisi için belirlenmiş olan gösterge rakamı üzerinden nöbet ücreti ödenir.”
“Sağlık Bakanlığı ve bağlı kuruluşlarının sağlık
tesisleri ile üniversitelerin sağlık bilimleri eğitimi veren birimleri
arasında, döner sermayeleri ayrı olmak suretiyle sağlık hizmeti sunumu, eğitim,
araştırma, halk sağlığını geliştirme ve kurumların diğer faaliyet alanlarında
işbirliği yapılabilir. İşbirliği protokolleri, üniversitenin ve ilgisine göre
Bakanlık birimleri veya bağlı kuruluşlarının teklifi üzerine, Bakanlık ve
Yükseköğretim Kurulu Başkanlığının uygun görüşü alınarak vali ile rektör
arasında imzalanır. Üniversitenin sağlık bilimleri alanında faaliyet gösteren
birimlerinde görev yapan öğretim elemanlarından işbirliği kapsamında Bakanlık
ve bağlı kuruluşları sağlık tesislerinde ya da Bakanlık ve bağlı kuruluşları
personelinden üniversitede çalıştırılacaklar, karşılıklı mutabakat ile protokol
eki liste ile belirlenir.
Birlikte kullanım ve işbirliğine ilişkin usul ve
esaslar ile ilgili mevzuat hükümleri çerçevesinde döner sermaye gelirlerinden
personele yapılacak ek ödemelere ilişkin diğer hususlar Maliye Bakanlığının ve
Yükseköğretim Kurulunun uygun görüşü alınarak Sağlık Bakanlığı tarafından
çıkarılan yönetmelikle belirlenir.”
hükmünü taşımaktadır.
Maddenin gerekçesi tasarı metninde;
“Devlet üniversiteleri
ile Sağlık Bakanlığı ve bağlı kuruluşları arasında yürütülen işbirliği ve birlikte
kullanım protokollerinin uygulanmasında ortaya çıkan ihtiyaç ve sorunlar
çerçevesinde ilgili maddede değişiklikler yapılmaktadır. Bu çerçevede
üniversite birimleri ile eğitim ve araştırma hastaneleri arasında döner
sermayeleri birleşmeksizin yapılan protokoller işbirliği, döner sermayelerin
birleştirilmesi suretiyle sağlık tesisinin Sağlık Bakanlığı tarafından
işletildiği protokoller ise birlikte kullanım olarak ifade edilmekte ve buna
ilişkin usul ve esaslar yeniden düzenlenmektedir. Ayrıca madde ile bugüne kadar
öğretim üyelerine yasal açından ödenemeyen nöbet ücretlerinin ödenme imkanı
getirilmektedir.”
şeklinde açıklanmıştır.
Sağlık Bakanlığı ile üniversitenin “işbirliği” ve
“ortak kullanım” adı altında hizmet odaklı bütünleştirilmesi uygulamasının tıp
eğitimi ve akademik özerkliğin korunması noktasında değerlendirirlmesinin
yapılması gerekmektedir.
Bu sürecin şu tür önemli sonuçları olduğu
görülmektedir.
a) Hastanesi olmadan yeni açılan tıp fakülteleri
bu protokollerle ikinci basamak sağlık hizmeti veren devlet hastaneleriyle
birlikte kullanım ve işbirliğine gitmektedir. Bu durum bir anlamda üniversite
hastanesinin idari olarak Sağlık Bakanlığı’na bağlanması anlamına gelmektedir.
Bu yönüyle bir tıp fakültesinin sağlık hizmeti sunmak üzere kurulmuş bir
hastanede eğitim, araştırma ve nitelikli sağlık hizmeti vermesinin beklenmesi
gerçekçi değildir. Ancak, söz konusu tıp fakülteleri bir yandan da tıp ve
uzmanlık eğitimi için öğrenci almayı sürdürmektedir.
b) Tam teşekküllü hastanesi olup eğitim ve
araştırma için uygun koşullara sahip olan, ancak uygulanan politikalar
nedeniyle, döner sermayesi açık veren, borç yükü altındaki tıp fakültelerine,
birlikte kullanım ve işbirliği protokolü bir kurtuluş gibi sunulmaktadır. Bunun
sonucunun, tıp fakültesinin Sağlık Bakanlığı’na bağlanarak akademik özerkliğini
yitirmesi ve bir hizmet hastanesine dönüşmesi söz konusu olmaktadır.
c) Köklü olarak tanımlanabilecek eğitim ve
araştırma hastanelerinin üniversite hastaneleriyle birlikte kullanım ve
işbirliğine gitmesi, eğitim ve araştırma hastanesi eğitim görevlileri ile tıp
fakültesi akademik personeli arasında özlük hakları açısından önemli
farklılıklar oluşturmakta, bu durumdan çalışma barışı olumsuz etkilenmekte,
eğitim ve hizmetin niteliğinde protokol öncesi döneme göre gerileme ortaya
çıkmaktadır.
d) Devlet hastanesinden eğitim araştırma
hastanesine dönüşüm, uzunca bir zamandan beri, standartlar oluşturulmadan,
herhangi bir değerlendirme yapılmadan Sağlık Bakanlığı’nın bir kararıyla
gerçekleşmektedir. Bu uygulama, protokol yapılma aşamasında da ortaya çıkmakta;
birlikte kullanılan sağlık tesisi protokolle birlikte eğitim ve araştırma
hastanesi olarak isimlendirilmeye başlandığı için, tıp fakültesi hastanesinin
aslında bir devlet hastanesi olduğu gizlenmiş olmaktadır.
e) Tıp fakültelerinin temel işlevi eğitim ve
araştırmadır. Tıp fakültesi hastanelerinde çok farklı eğitimler iç içe
verilmektedir. Tıp fakültesi öğrencileri, uzmanlık öğrencileri, yüksek lisans
ve doktora öğrencileri, Sağlık Yüksek Okulu öğrencileri ve Sağlık Meslek Yüksek
Okulu öğrencileri gibi çok farklı programlardan öğrenciler kuramsal ve
uygulamalı eğitim görmektedirler.
f) Öğrencilerin tıp fakültesi hastanesi
bünyesindeki eğitimleri, çok farklı birimlerde ve çok farklı araçlarla
gerçekleştirilmektedir. Amfi, sınıf, uzaktan eğitim merkezi, bilişim merkezi,
tıbbi beceri ünitesi, kütüphane, laboratuvarlar, servisler, poliklinikler,
tanı-tedavi üniteleri, ameliyathane, yoğun bakımlar, radyoloji ünitesi, acil
servis, doğumhane gibi birbirinden çok farklı alanlarda eğitimler
verilmektedir.
g) Tıp fakültesi hastanelerinde sağlık hizmeti ile
eğitim iç içe olmalıdır. Bir tıp fakültesinde hasta vizitleri ya da poliklinik
uygulamaları, tıp ve uzmanlık eğitiminin ilke ve standartlarına uygun olarak gerçekleştirilmelidir.
Bir biyokimya laboratuvarında tıp öğrencileri, uzmanlık öğrencileri, yüksek
lisans ve doktora öğrencileri, laboratuvar teknikerliği öğrencileri, tıbbi
dokümantasyon ve sekreterlik öğrencileri eğitim alırlar. Ama aynı zamanda bu
laboratuvar hastalara sağlık hizmeti üretir.
h) Tıp fakültesi hastaneleri araştırma için
gerekli alt yapı olanaklarına sahip olmalıdır.
ı) Yetkilerin tümüyle Sağlık Bakanlığı'na
devredilmesi nedeniyle üniversitelerin bilimsel özerkliği ihlal edilmektedir.
i) Protokol oluşturma süreci, illerde ikinci
basamak sağlık hizmeti veren devlet hastanelerini ortadan kaldırmaktadır. Bu
durum, ikinci basamak sağlık hizmetlerinin özel sağlık kuruluşlarına
terkedilmesi olarak da değerlendirilebilir.
Kurumsal bir işbirliği olarak afiliasyon;
kurumların bütünlüğü ve çalışanların özlük haklarını zedelemeden yapılmalı ve
kurumlar arasında insan gücü, teknoloji ve yerleşim alanı üzerinden bir
alışverişi, bilgi ve deneyim paylaşımını, kurumsal olanakların eğitim amacıyla
ve hastaların yararına en iyi şekilde kullanılmasını amaçlamalıdır. Günümüzde
tıp geniş bir bilgi birikimi ve uygulama alanının sonucu olarak hekimlere ve
diğer sağlık personeline belli konularda uzmanlaşma ve işbirliğine gitme
zorunluluğu getirmiştir. “Afiliasyon” sözcüğü kelime anlamı olarak “üyeliğe
kabul, evlat edinme, yakın ilişki, bağlanma, bağlama, birleştirme, katma,
ekleme” gibi ifadelerle açıklanmaktadır.
Tıp alanında eğitim ve uygulamaların yapıldığı
kurumlar, farklı alanlarda üstünlüklere ya da eksikliklere sahip
olabilmektedir. Böylesi durumlarda, kurumlar arası alışveriş ya da güncel ve
bilimsel ifadesiyle “afiliasyon”, bütünlüklü bir tıp eğitimi ve uygulamaları
açısından iyi bir olanak sunmaktadır. Kurumlar arasındaki farklılıklar insan
gücü, araç-gereç ve teknoloji, yerleşim alanı, yönetim, bilimsel birikim, iş
yükü, ekonomi gibi çok değişik alanlarda olabilmektedir.
Afiliasyon yapılırken şu noktalara dikkat
edilmelidir:
·Afiliasyon
kurumlar arası bir işbirliğidir.
·Afiliasyon,
kurumların bütünlüğü ve çalışanların özlük haklarını zedelemeden yapılmalıdır.
·Afiliasyon
ile kurumların insan gücü, teknoloji ve yerleşim alanı üzerinden alışverişi
sağlanarak ve kurumlar arasında bilgi ve deneyim paylaşımı yapılarak kurumsal
olanakların eğitim amacıyla ve hastaların yararına en iyi şekilde kullanılması
amaçlanır. İngiltere’de Cambridge Üniversitesi, afiliasyonu şu şekilde
tanımlamaktadır: “Bir enstitüyü veya onun dallarını veya departmanlarını
afiliye etmek, o kurumların seçilmiş bazı öğretim üyelerini üniversitemiz
öğretim üyesi olarak kabul etmek ve onları üniversitemiz ayrıcalıklarından
yararlandırmak ve zaman zaman üniversitemizce denetlenmek ve yönlendirmek
şartıyla, o kurumlarda uygulanan çalışma programlarını üniversitemiz programı
olarak kabul etmektir. Bu konudaki politikamız, uygun akademik vasıftaki
akademik kuruluşlarla yakın ilişkiler kurarak üniversitemizin akademik yapısını
bu görüşlerin de ışığında genişletmektir. Afiliasyon, üniversite gibi yaşayan
kurumlar için bire bir ilişkide vazgeçilmez bir öğedir ve ortak programların ve
çalışmaların yapılabilmesinde tartışılmaz bir öneme sahiptir.”
·Afiliasyon
sırasında işbirliği yapılan kurumlarda, afiliasyonun amaç ve kapsamı, yönetici
ve öğretim elemanlarının iş tanımları belirlenmelidir. Bu tanımlamalardan yola
çıkılarak afiliasyona katılan kurumlarda eğitim, araştırma ve hizmet
işlevlerinin üst düzeyde yerine getirilebilmesi için işbirliği ortamı ve
koşulları oluşturulmalıdır. Tıp fakülteleri ile eğitim ve araştırma
hastanelerinin ortak kullanımına ilişkin düzenlemeler ve bugüne kadar olan
deneyimler, afiliasyon için gerekli koşulların oluşturulmadığını, bu durumun
başta eğitim olmak üzere önemli sıkıntılara yol açtığını göstermektedir.
Sonuçta, afiliasyon tek yönlü bir “asimilasyon” değil, belirli ilkeler
doğrultusunda kurumsal düzeydeki işbirliği ve ortaklaşmanın bir yöntemi
olmalıdır.
·Tıp
eğitimi ve tıpta uzmanlık eğitiminin temel olarak Sağlık Bakanlığı’na ilişkin
bir düzenlemeyle yapılması Anayasal statülerin ihlali olmanın ötesinde yukarıda
özetlenen çerçevede üniversite eğitiminin gereklerinin bir kenara bırakılarak
personel ve ödeme düzenlemesiyle yetinilmesi, işbirliği ve ortak kullanımdan
beklenen yararın sağlanmasını da önleyecektir.
Anayasa’nın 2. maddesinde “hukuk devleti” ilkesine
yer verilmiştir. Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti, eylem ve işlemleri
hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı
sayıp yargı denetimine açık olan devlettir.
Kanunların kamu yararının
sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve
hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bir kuralın
kamu yararı dışında saklı bir amacı gerçekleştirmek amacıyla konulduğu
durumlarda yetki saptırması durumu ve giderek kuralın amaç açısından sakatlığı
ortaya çıkar.
Diğer taraftan, Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan
hukuk devletinin temel ilkelerinden biri 'belirlilik'tir. Bu ilkeye göre, yasal
düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve
kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması
gereklidir.
Anayasa’nın 6’ncı maddesinde ise egemenliğin
Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanılacağı, hiçbir
kimse ve organın kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi
kullanamayacağı belirtilmiştir.
Anayasa'nın 7’nci maddesinde de 'Yasama yetkisi
Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.'
denilmiştir. Buna göre, yasa ile yürütme organına genel ve sınırları belirsiz
bir düzenleme yetkisinin verilebilmesi olanaklı değildir. Yürütmenin düzenleme
yetkisi, sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yasa ile yetkilendirme
Anayasa'nın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamını taşımamaktadır. Temel
ilkeleri belirlenmeksizin ve çerçevesi çizilmeksizin, yürütme organına
düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralı ile sınırsız, belirsiz, geniş bir
alanın yönetimin düzenlemesine bırakılması, Anayasa'nın belirtilen maddesine
aykırılık oluşturur.
Anayasanın 8’nci maddesi ise "Yürütme yetkisi
ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasa ve kanunlara
uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.” hükmünü içermektedir.
Anayasa Mahkemesi 29.11.2005 günlü ve E. 2005/6,
K.2005/93 sayılı kararında;
“Anayasa’nın 7. maddesinde, ‘Yasama yetkisi Türk
Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi’nindir. Bu yetki devredilemez’
denilmektedir. Buna göre, yasa koyucunun temel ilkeleri koymadan, çerçeveyi
çizmeden yürütmeye yetki vermemesi, sınırsız, belirsiz bir alanı, yönetimin
düzenlemesine bırakmaması gerekir. Yasa ile yetkilendirme Anayasa’nın öngördüğü
biçimde yasa ile düzenleme anlamına gelmez. Yasa koyucu, gerektiğinde
sınırlarını belirlemek koşuluyla bazı konuların düzenlenmesini idareye
bırakabilir. Bu bağlamda, sık sık değişik önlemler alınmasına veya bunların
kaldırılmasına gerek görülen ekonomik, teknik veya benzeri alanlarda temel
kurallar saptandıktan sonra ayrıntıların düzenlenmesinin idareye verilmesi,
yasama yetkisinin devri olarak nitelendirilemez.
Ancak, iptali istenilen bentlerle Maliye Bakanı’na çerçevesi
çizilmemiş, esasları belirlenmemiş bir alanda hiçbir sınırlamaya bağlı
olmaksızın geniş yetkiler tanınarak yasama yetkisinin devrine yol açılmıştır.”
denilmektedir..
Anayasa Mahkemesi’nin yukarıda yer verilen
29.11.2005 günlü ve E. 2005/6, K.2005/93 sayılı kararında da belirtildiği
üzere, Anayasa’nın 7. maddesinde, “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nindir. Bu yetki devredilemez.” denilmektedir. Bu kurala
göre, yasa koyucunun temel ilkeleri koymadan, çerçeveyi çizmeden yürütmeye
yetki vererek, sınırsız ve belirsiz bir alanı yönetimin düzenlemesine
bırakması, yasama yetkisinin devri sonucunu doğurmaktadır.
Yapılan düzenleme ile tıp ve tıpta uzmanlık
eğitiminin gereklerine ilişkin kurallar belirlenmemiş, bilimsel çalışmalar
yönünden özerkliğe ilişkin kural konulmamış, akademik kadrolara yapılacak
atamaların bilimsel liyakate dair kurallarına bağlı olunacağına dair hüküm
belirtilmemiştir.
Düzenlemede YÖK’ün görüşünün alınacağı sadece ek
ödemeye ilişkin mali hükümde kabul edilirken akademik faaliyet yönünden
özerkliğin korunmasına dair çerçeve çizilmediği gibi bu alan idarenin
düzenleyici işlemine terk edilmiştir. Bu açıdan düzenleme Anayasa’nın 2.
Maddesinde tanımını bulan “hukuk devleti” ilkesine ve 7. maddesinde düzenlenen
yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine aykırıdır.
Anayasanın “Bilim ve sanat hürriyeti” başlıklı 27
inci maddesine göre; “Herkes, bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme,
açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir”.
Yine Anayasanın 130. maddesine göre “Çağdaş
eğitim-öğretim esaslarına dayanan bir düzen içinde milletin ve ülkenin
ihtiyaçlarına uygun insan gücü yetiştirmek amacıile; ortaöğretime dayalıçeşitli
düzeylerde eğitim-öğretim, bilimsel araştırma, yayın ve danışmanlık yapmak,
ülkeye ve insanlığa hizmet etmek üzere çeşitli birimlerden oluşan kamu
tüzelkişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip üniversiteler Devlet tarafından
kanunla kurulur”. Anılan addenin 4.fıkrasına göre “Üniversiteler ile öğretim
üyeleri ve yardımcıları serbestçe her türlü bilimsel araştırma ve yayında
bulunabilirler”. Türkiye Sağlık Kurumu’na bağlı sağlık tesisleri ile
üniversitelerin sağlık bilimleri eğitimi veren birimleri arasında yapılacak
işbirliğine ait esaslarının saptanmasının tamamen yürütmenin inisiyatifine
bırakılması, tıp ve tıpta uzmanlık eğitimine ilişkin kuralların belirlenmemesi,
bilimsel çalışmalar yönünden özerkliğe ilişkin kuralların konulmaması
Anayasa’nın 27. ve 130. maddesine aykırılık teşkil eder.
Yapılan düzenleme ile 2547 sayılı Yasaya tabi
çalışanların Sağlık Bakanlığı mevzuatıyla çalışma biçimlerinin düzenlenmesi
Anayasanın bütüncül yorumu açısından değerlendirildiğinde idari fonksiyonu ve
yapısı farklı iki birimin kendi kuralları ve yapısı korunmaksızın birleştirilmesine
neden olması açısından da Anayasa’nın 7’nci maddesine aykırı bulunmaktadır.
İptali istenilen 6745 sayılı “Yatırımların Proje
Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 39. maddesi hükmü ile 3359 sayılı Sağlık
Hizmetleri Temel Kanunu’nun Ek:9’uncu maddesine eklenen düzenleme; Türkiye Kamu
Hastaneleri Kurumuna bağlı sağlık tesisleri ile üniversitelerin tıp ve diş
hekimliği alanında lisans ve uzmanlık eğitimi veren kurumları arasında eğitim,
araştırma ve sağlık hizmeti sunumu için insan gücü, mali kaynak, fiziki
donanım, bina, tıbbi cihaz ve diğer kaynaklarının karşılıklı olarak işbirliği
çerçevesinde kullanılması esaslarını belirleme yetkisini kurumlar arasında
imzalanacak protokollere ve Maliye Bakanlığının ve Yükseköğretim Kurulunun
uygun görüşü alınarak Sağlık Bakanlığı tarafından çıkarılan yönetmelikteki
belirlemelere bırakmaktadır.
İptali istenilen 39’uncu maddedeki düzenleme; Anayasanın
2’nci maddesindeki “hukuk devleti” ilkesine, Anayasanın 6’ncı maddesi hükmüne,
Anayasanın 7’nci maddesinde yer alan “'Yasama yetkisi Türk Milleti adına
Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez” hükmüne ve “yürütme
yetkisinin anayasaya ve kanunlara göre yürütülmesi gerektiğini belirten
Anayasanın 8’nci maddesine, bilim hürriyeti hakkına ve bilimsel özerkliğe
ilişkin olarak Anayasanın 27. ve 130’uncu maddelerinde yer alan hükümlere
aykırı bulunmaktadır.
8) 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında
Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un 40. maddesinin Anayasaya Aykırılığı.
“Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un
40’ıncı maddesi;
“MADDE 40- 3359 sayılı Kanuna aşağıdaki ek madde
eklenmiştir.
“EK MADDE 15- Tıp ve/veya diş hekimliği fakültesi
bulunan ancak sağlık uygulama ve araştırma merkezi bulunmayan veya sağlık
uygulama ve araştırma merkezinde yeterli kapasite ve eğitim altyapısı bulunmayan
vakıf üniversiteleri; tıp ve diş hekimliğinde lisans eğitimi, tıp, diş
hekimliği ve eczacılıkta uzmanlık eğitimi ile araştırma faaliyetleri için
yeterli kapasite ve eğitim altyapısı bulunan özel hastaneler ile bütçeleri ayrı
olmak şartıyla işbirliği yapabilir. İlgili üniversite ve özel hastanenin
yetkili makamları arasında işbirliği protokolü imzalanır ve Sağlık Bakanlığı ve
Yükseköğretim Kurulunun onayıyla uygulamaya konulur.
İşbirliği yapılan özel hastane, üniversite için
sağlık uygulama ve araştırma merkezi kabul edilir. Burada fiilen görev yapacak
olan üniversite öğretim elemanları, ilgili dekan ve hastane yöneticisinin
talebi üzerine rektör tarafından görevlendirilir. Görevlendirilen üniversite
personeline kendi mevzuatı uygulanır. İşbirliği yapılan özel hastane, öğretim
üyelerinin faaliyetleri ve üniversitenin eğitim ve araştırma işlevleri dışında
kendi mevzuatına tabi olmaya devam eder.
Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar
Yükseköğretim Kurulunun görüşü alınarak Sağlık Bakanlığı tarafından
belirlenir.”
hükmünü taşımaktadır.
Söz konusu maddenin tasarı metninde yer alan
gerekçesinde;” 3359 sayılı Kanuna eklenen madde ile
bünyesinde tıp ve/veya diş hekimliği fakültesi bulunan vakıf üniversitelerinin,
Sağlık Bakanlığı ve Yükseköğretim Kurulunun onayı ile özel hastanelerle
işbirliği yapabilmelerine imkan tanınmaktadır”
açıklaması yer
almaktadır.
Söz konusu madde ile; 3359 sayılı Sağlık
Hizmetleri Temel Kanunu’na eklenen Ek Madde 15’nci maddede yer alan hükümle;
“Tıp ve/veya diş hekimliği fakültesi bulunan ancak sağlık uygulama ve araştırma
merkezi bulunmayan veya sağlık uygulama ve araştırma merkezinde yeterli
kapasite ve eğitim altyapısı bulunmayan vakıf üniversiteleri; tıp ve diş
hekimliğinde lisans eğitimi, tıp, diş hekimliği ve eczacılıkta uzmanlık eğitimi
ile araştırma faaliyetleri için yeterli kapasite ve eğitim altyapısı bulunan
özel hastaneler ile bütçeleri ayrı olmak şartıyla işbirliği yapabilir”
düzenlemesi yapılmıştır.
Anayasa’nın 2. maddesinde “hukuk devleti” ilkesine
yer verilmiştir. Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti, eylem ve işlemleri
hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı
sayıp yargı denetimine açık olan devlettir.
Kanunların kamu yararının
sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve
hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bir kuralın
kamu yararı dışında saklı bir amacı gerçekleştirmek amacıyla konulduğu
durumlarda yetki saptırması durumu ve giderek kuralın amaç açısından sakatlığı
ortaya çıkar.
Diğer taraftan, Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan
hukuk devletinin temel ilkelerinden biri 'belirlilik'tir. Bu ilkeye göre, yasal
düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve
kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması
gereklidir.
Anayasa’nın 6’ncı maddesinde ise egemenliğin
Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanılacağı, hiçbir
kimse ve organın kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi
kullanamayacağı belirtilmiştir.
Anayasa'nın 7’nci maddesinde de 'Yasama yetkisi
Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.'
denilmiştir. Buna göre, yasa ile yürütme organına genel ve sınırları belirsiz
bir düzenleme yetkisinin verilebilmesi olanaklı değildir. Yürütmenin düzenleme
yetkisi, sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yasa ile yetkilendirme
Anayasa'nın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamını taşımamaktadır. Temel
ilkeleri belirlenmeksizin ve çerçevesi çizilmeksizin, yürütme organına
düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralı ile sınırsız, belirsiz, geniş bir
alanın yönetimin düzenlemesine bırakılması, Anayasa'nın belirtilen maddesine
aykırılık oluşturur.
Anayasanın 8’nci maddesi ise "Yürütme yetkisi
ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasa ve kanunlara
uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.” hükmünü içermektedir.
Anayasa Mahkemesi 29.11.2005 günlü ve E. 2005/6,
K.2005/93 sayılı kararında;
“Anayasa’nın 7. maddesinde, ‘Yasama yetkisi Türk
Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisi’nindir. Bu yetki devredilemez’
denilmektedir. Buna göre, yasa koyucunun temel ilkeleri koymadan, çerçeveyi
çizmeden yürütmeye yetki vermemesi, sınırsız, belirsiz bir alanı, yönetimin
düzenlemesine bırakmaması gerekir. Yasa ile yetkilendirme Anayasa’nın öngördüğü
biçimde yasa ile düzenleme anlamına gelmez. Yasa koyucu, gerektiğinde
sınırlarını belirlemek koşuluyla bazı konuların düzenlenmesini idareye
bırakabilir. Bu bağlamda, sık sık değişik önlemler alınmasına veya bunların
kaldırılmasına gerek görülen ekonomik, teknik veya benzeri alanlarda temel
kurallar saptandıktan sonra ayrıntıların düzenlenmesinin idareye verilmesi,
yasama yetkisinin devri olarak nitelendirilemez.
Ancak, iptali istenilen bentlerle Maliye Bakanı’na çerçevesi
çizilmemiş, esasları belirlenmemiş bir alanda hiçbir sınırlamaya bağlı
olmaksızın geniş yetkiler tanınarak yasama yetkisinin devrine yol açılmıştır.”
denilmektedir..
Anayasa Mahkemesi’nin yukarıda yer verilen
29.11.2005 günlü ve E. 2005/6, K.2005/93 sayılı kararında da belirtildiği
üzere, Anayasa’nın 7. maddesinde, “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nindir. Bu yetki devredilemez.” denilmektedir. Bu kurala
göre, yasa koyucunun temel ilkeleri koymadan, çerçeveyi çizmeden yürütmeye
yetki vererek, sınırsız ve belirsiz bir alanı yönetimin düzenlemesine
bırakması, yasama yetkisinin devri sonucunu doğurmaktadır.
Vakıf üniversiteleri ile özel hastaneler arasında
yapılacak protokol ile özel hastanelerin hukuksal statüsünün değiştirilmesine
olanak veren düzenleme herhangi bir çerçeve içermediği gibi, bu açıdan yasayla
yapılması gereken düzenlemelerin idarenin düzenleyici işlemine terk edilmesi
Anayasanın 2. ve 7. maddesine aykırı bulunmaktadır.
Söz konusu düzenleme aynı zamanda Anayasanın
üniversitenin özerkliğine, bilim hürriyeti hakkına ve eğitim alanında devletin
ödevlerini tanımlayan 5. maddesine de aykırı bulunmaktadır.
Anayasa’nın “Devletin amaç ve görevleri” başlıklı
5’inci maddesi;
“Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin
bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve
demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu
sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet
ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal
engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli
şartları hazırlamaya çalışmaktır.”
hükmünü içermektedir.
Anayasanın “Bilim ve sanat hürriyeti” başlıklı 27
inci maddesine göre; “Herkes, bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme,
açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir”
Anayasanın 130. maddesinin 2. fıkrasına göre
“Kanunda gösterilen usul ve esaslara göre, kazanç amacına yönelik olmamak şartı
ile vakıflar tarafından, Devletin gözetim ve denetimine tâbi yükseköğretim
kurumları kurulabilir”. Aynı maddenin 3. fıkrasına göre “Kanun, üniversitelerin
ülke sathına dengeli bir biçimde yayılmasını gözetir”.
Yeni bir üniversite ancak 2809 sayılı Yükseköğretim
Kurumları Teşkilatı Kanunu ile kurulabilir. 2809 sayılı Yasanın 3. maddesinde
bir üniversitede “Fen, edebiyat, eğitim, eğitim bilimleri, iktisadi ve idari
bilimler, hukuk, tıp, diş hekimliği, eczacılık, veteriner, mühendislik,
mimarlık, ziraat, orman, ilahiyat ve güzel sanatlar fakülteleri veya bunların
iki ya da daha fazlasının birlikte teşkil edeceği fakülteler ile ihtiyaca göre
kurulacak diğer fakülteler bulunacağı kuralı getirildikten sonra maddenin ( g )
bendinde “Ancak bir üniversitede en az üç fakültenin bulunması zorunludur”
denilerek asgari ölçü belirlenmiştir.Yasanın “Faaliyete geçirilme” başlıklı 6.
maddesine göre “Bu Kanun kapsamında olup, yeni kurulan birimler; eğitim –
öğretim için yeterli kuruluş hazırlıklarının tamamlanmasını, mali ve idari
şartların yerine getirilmesini müteakip, Yükseköğretim Kurulunun kararı ile
faaliyete geçirilir”
Anayasa ile atıf yapılan Kanuna göre vakıf
üniversiteleri de dahil olmak üzere “üniversite” niteliğine sahip bir yapı
belirlenen kurallara uygun olarak kurulmak zorundadır. Dolayısıyla tıp
eğitiminin uygulama ve araştırma birimi olan tıp fakültesi hastanesi olmaksızın
tıp ve tıpta uzmanlık eğitimi yapılması Anayasa ile belirlenen çerçeve ile
Anayasanın düzenleme yapma ve kuralları belirleme yetkisini bıraktığı Kanuna
aykırı olarak faaliyet yürütülmesi olanaklı değildir. Kaldı ki Kanun ile
kurulan bu üniversitelerin “…yeni kurulan birimler; eğitim – öğretim için
yeterli kuruluş hazırlıklarının tamamlanmasını, mali ve idari şartların yerine
getirilmesini müteakip, Yükseköğretim Kurulunun kararı ile faaliyete geçirilir”
hükmüne uyularak faaliyete alınması gerekmektedir.
Anayasa ve ilgili yasa ile belirlenen niteliklere
sahip olmayan vakıf üniversitelerinin, tıp ve tıpta uzmanlık eğitimi vermesine
izin verilmesinin hukuka aykırılığı yapılan düzenleme ile giderilmeye
çalışılmaktaysa da bunun açık düzenlemeler karşısında imkanı yoktur.
Söz konusu düzenleme ile özel hukuk hükümlerine
tabi ve “kazanç amacına yönelik faaliyet” olduğu kuşkusuz bir özel hastanenin,
yapılacak bir protokol ile “üniversite hastanesi” hüviyetine kavuşması kurallar
hiyerarşisine aykırıdır. Yapılan düzenlemeyle bir protokol ile özel bir
hastanenin statüsü “akademik faaliyet” yürütülen bir alana dönüşmektedir. Özel
hastanenin kuruluş ve işleyişi, tabi olduğu mevzuat hükümleri ile üniversitenin
kuruluşu, amacı ve mevzuatı tümüyle farklıdır.
İşbirliği ve ortak kullanım için yukarıda yapılan
açıklamalara ek olarak özel hukuk tüzel kişisi olan ve temel olarak gelir etme
amacıyla hareket eden bir özel hastanenin amacına ve yapısına aykırı olarak
tanımlanması ve aslen kuruluş gereklerini yerine getirmemiş bir vakıf
üniversitesinin tıp eğitimi verecek olması çift yönlü hata içermekte olup bu
maddedeki düzenlemeler 2809 sayılı Kanun hükümlerine aykırıdır.
İptali istenilen 40’ıncı maddedeki düzenleme;
Anayasanın 2., 5., 6., 7., 8., 27., ve 130’uncu maddelerinde yer alan hükümlere
aykırı bulunmaktadır. ççç
9) 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında
Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un 41. maddesinin Anayasaya Aykırılığı.
“Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un
41’inci maddesi;
“MADDE 41- 3359 sayılı Kanuna aşağıdaki ek madde
eklenmiştir.
“EK MADDE 16- Yurt dışında görev yapmakta olan
doçent ve profesör unvanına sahip tıp doktoru akademisyenler Türkiye’de en az 3
yıl süreyle fiilen akademik kadroda meslek icrasında bulunmak kaydıyla Devlet
hizmeti yükümlülüğünden muaf tutulur.”
hükmünü taşımaktadır.
Anayasa’nın 2. maddesinde “hukuk devleti” ilkesine
yer verilmiştir. Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti, eylem ve işlemleri
hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren,
her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren,
Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına
egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayıp yargı
denetimine açık olan devlettir.
Kanunların kamu yararının
sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve
hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bir kuralın
kamu yararı dışında saklı bir amacı gerçekleştirmek amacıyla konulduğu
durumlarda yetki saptırması durumu ve giderek kuralın amaç açısından sakatlığı
ortaya çıkar.
Diğer taraftan, Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan
hukuk devletinin temel ilkelerinden biri 'belirlilik'tir. Bu ilkeye göre, yasal
düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve
kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması
gereklidir.
Kanunların genelliği ve kanun önünde eşitlik,
hukuk devletinde ön planda olan fert için bir güvence teşkil eder. Benzer
nitelikte olan meselelerin aynı şekilde çözümlenmesine “kanunların genelliği”
ilkesi adı verilir bir başka deyişle bir kanunun uygulama alanı içerisinde
kalan herkese uygulanabilmesine denir.Kanunların genel olması hukuk devletinin
de gereğidir. Kanunların, ilke olarak genel ve nesnel nitelikte olmaları
gerekir. Kanunların genelliği olarak adlandırılan bu ilke, hukuk devleti ve
kanun önünde eşitlik ilkelerinin bir sonucu olarak kabul edilmektedir. Kanunun
genelliği, onun belli bir kişiyi hedef almayan, özel, aktüel, geçici bir durumu
gözetmeyen fakat önceden saptanmış olup, soyut şekilde, uygulanabileceği bütün
kişilere hitap eden hükümler içermesi demektir. Kanun, genel hukuk kuralları
koymalı, kişiye özel hükümler içermemelidir.
Eşitlik ise kanunların genelliğinin teminatıdır.
Anayasanın 10. maddesine göre ”Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi
düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım
gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa
imtiyaz tanınamaz.”
Hukuk devleti hukukun üstünlüğü temeli üzerine
kurulmuştur.Bu nedenle her türlü ayrıcalığı reddeder.Anayasa Mahkemesi pek çok
kararında kanun önünde eşitlik kavramına değinmiş ve bu konuyu
açıklamıştır.Anayasa Mahkemesi’nin bir çok kararında da belirtildiği gibi
Anayasa bir tek kişiye veya kimi topluluklara aynı durumda bulunan
vatandaşlardan daha çok veya daha geniş hak ve yetkiler tanınmasını eşitlik
ilkesine aykırı bulmuştur.
Anayasa Mahkemesinin 10.07.2013 tarih ve 2012/104
Esas sayılı, 2013/87 Karar sayılı Kararında;”… , Anayasa’nın 10. maddesinde,
“Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep
ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir
kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” denilmiştir. Bu maddede
yer verilen eşitlik ilkesi hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur.
Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin
amacı, aynı durumda bulunan kişilerin kanunlar karşısında aynı işleme bağlı
tutulmalarını sağlamak, haklı bir nedene dayanmayan ayrım yapılmasını ve
ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve
topluluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun karşısında eşitliğin ihlali
yasaklanmıştır…Kanunlar, eşitlik ilkesine uygun bir şekilde, aynı veya benzer
durumda bulunanlar için haklarda ve ödevlerde, yararlarda ve yükümlülüklerde,
yetkilerde ve sorumluluklarda, fırsatlarda ve hizmetlerde eşit davranılmasını
sağlayacak kurallar içermelidir.” denilmektedir.
3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu, Türkiye’de
hekimlik yapabilmenin koşulunu mecburi hizmetin tamamlanması olarak
belirlemiştir.Mecburi hizmetini tamamlamayan hekimler, aldıkları eğitimin
verdiği hakkı kullanamamaktadırlar. Yapılan düzenleme ile yurtdışında doçent
veya profesör unvanı alan hekimlerin “Türkiye’de en az 3 fiilen akademik
kadroda meslek icrasında bulunması” koşulu getirilmekle birlikte düzenlemede
“kamuda çalışma” koşulu getirilmemektedir. Kaldı ki bir akademisyenin “mesleği”
pratik anlamda hekimlik faaliyetinin icrasından ibaret olmaması nedeniyle,
bilimsel bilginin üretilmesi, araştırma, eğitim faaliyetinin tüm basamakları
“meslek icrası” kabul edileceğinden yapılan düzenlemenin çerçevesi belirsizdir.
Kamusal sağlık hizmetinin yürütümü ve sağlık hizmetinin devamlılığı açısından
yapılan düzenlemenin gereği, zorunluluğu belirlenmiş değildir.
Söz konusu hükümle yurtdışında kazanılan akademik
unvanların Türkiye’de kullanılmasına ilişkin mevzuat hükümleriyle de ilişkilendirilmeden
yapılan düzenleme hukuki belirlilik ilkesine aykırıdır.
Anayasanın eşitlik ilkesi uyarınca aynı hukuksal
durumda olanlara farklı muamele yapılması eşitlik ilkesine aykırıdır. Sonuç
olarak, hekimlerin statüleri aldıkları eğitimle belirlenmekte olup yurt içinde
yada yurtdışında eğitim almış olmalarının mecburi hizmet yükümlülüğü karşısında
farklı muameleye tabi tutulmalarının gerekçesini oluşturamayacağı da açıktır.
Türkiye’de mesleği icra etme koşullarında gerekçesi açıklanmayan bir istisna yaratılmasına
neden olan düzenleme temeli belirsiz bir imtiyaz yaratılması nedeniyle Anayasanın
10’uncu maddesiyle belirlenen eşitlik ilkesine aykırıdır.
İptali istenilen 41’inci maddedeki düzenleme;
Anayasanın 2. ve 10’uncu maddesi hükümlerine aykırıdır.
10) 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında
Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un 42. maddesinin Anayasaya Aykırılığı.
“Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un
42’inci maddesi;
“MADDE 42- 3359 sayılı Kanuna aşağıdaki geçici
madde eklenmiştir.
“GEÇİCİ MADDE 10- Bu Kanunun ek 15 inci maddesi
kapsamındaki usul ve esaslar Sağlık Bakanlığınca üç ay içinde belirlenir.
Bu maddenin yürürlüğe girmesinden önce vakıf
yükseköğretim kurumlarıyla özel hastaneler arasında yapılmış olup uygulanmakta
olan protokoller, protokollerde belirlenen sürelerin sonuna kadar mevcut hak ve
yükümlülükleri ile geçerlidir.”
hükmünü taşımaktadır.
Taslakta söz konusu maddenin gerekçesi;”Vakıf üniversitelerindeki eğitim ve öğretim hizmetlerinin
aksamasına mahal verilmemesi için halen yürütülmekte olan protokollerin,
sürelerinin sonuna kadar geçerliliği korunmaktadır.” eklinde açıklanmaktadır.
Anayasa’nın 2. maddesinde “hukuk devleti” ilkesine
yer verilmiştir. Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti, eylem ve işlemleri
hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı
sayıp yargı denetimine açık olan devlettir.
Kanunların kamu yararının
sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve
hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bir kuralın
kamu yararı dışında saklı bir amacı gerçekleştirmek amacıyla konulduğu
durumlarda yetki saptırması durumu ve giderek kuralın amaç açısından sakatlığı
ortaya çıkar.
Diğer taraftan, Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan
hukuk devletinin temel ilkelerinden biri 'belirlilik'tir. Bu ilkeye göre, yasal
düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve
kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması
gereklidir.
Anayasa’nın 6’ncı maddesinde ise egemenliğin
Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanılacağı, hiçbir
kimse ve organın kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi
kullanamayacağı belirtilmiştir.
Anayasa'nın 7’nci maddesinde de 'Yasama yetkisi
Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.'
denilmiştir. Buna göre, yasa ile yürütme organına genel ve sınırları belirsiz
bir düzenleme yetkisinin verilebilmesi olanaklı değildir. Yürütmenin düzenleme
yetkisi, sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yasa ile yetkilendirme
Anayasa'nın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamını taşımamaktadır. Temel
ilkeleri belirlenmeksizin ve çerçevesi çizilmeksizin, yürütme organına
düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralı ile sınırsız, belirsiz, geniş bir
alanın yönetimin düzenlemesine bırakılması, Anayasa'nın belirtilen maddesine
aykırılık oluşturur.
Anayasanın 8’nci maddesi ise "Yürütme yetkisi
ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasa ve kanunlara
uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.” hükmünü içermektedir.
Anayasa Mahkemesi 29.11.2005 günlü ve E. 2005/6,
K.2005/93 sayılı kararında;
“Anayasa’nın 7. maddesinde, ‘Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nindir. Bu yetki devredilemez’ denilmektedir. Buna göre,
yasa koyucunun temel ilkeleri koymadan, çerçeveyi çizmeden yürütmeye yetki
vermemesi, sınırsız, belirsiz bir alanı, yönetimin düzenlemesine bırakmaması
gerekir. Yasa ile yetkilendirme Anayasa’nın öngördüğü biçimde yasa ile
düzenleme anlamına gelmez. Yasa koyucu, gerektiğinde sınırlarını belirlemek
koşuluyla bazı konuların düzenlenmesini idareye bırakabilir. Bu bağlamda, sık
sık değişik önlemler alınmasına veya bunların kaldırılmasına gerek görülen
ekonomik, teknik veya benzeri alanlarda temel kurallar saptandıktan sonra
ayrıntıların düzenlenmesinin idareye verilmesi, yasama yetkisinin devri olarak
nitelendirilemez.
Ancak, iptali istenilen bentlerle Maliye Bakanı’na çerçevesi
çizilmemiş, esasları belirlenmemiş bir alanda hiçbir sınırlamaya bağlı
olmaksızın geniş yetkiler tanınarak yasama yetkisinin devrine yol açılmıştır.”
denilmektedir..
Anayasa Mahkemesi’nin yukarıda yer verilen
29.11.2005 günlü ve E. 2005/6, K.2005/93 sayılı kararında da belirtildiği
üzere, Anayasa’nın 7. maddesinde, “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nindir. Bu yetki devredilemez.” denilmektedir. Bu kurala
göre, yasa koyucunun temel ilkeleri koymadan, çerçeveyi çizmeden yürütmeye
yetki vererek, sınırsız ve belirsiz bir alanı yönetimin düzenlemesine
bırakması, yasama yetkisinin devri sonucunu doğurmaktadır.
Vakıf üniversiteleri ile özel hastaneler arasında
yapılacak protokol ile özel hastanelerin hukuksal statüsünün değiştirilmesine
olanak veren düzenleme herhangi bir çerçeve içermediği gibi, bu açıdan yasayla
yapılması gereken düzenlemelerin idarenin düzenleyici işlemine terk edilmesi
Anayasanın 2. ve 7. maddesine aykırı bulunmaktadır.
Söz konusu düzenleme aynı zamanda Anayasanın
üniversitenin özerkliğine, bilim hürriyeti hakkına ve eğitim alanında devletin
ödevlerini tanımlayan 5. maddesine de aykırı bulunmaktadır.
Anayasa’nın “Devletin amaç ve görevleri” başlıklı
5’inci maddesi;
“Devletin temel amaç ve görevleri, Türk milletinin
bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve
demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu
sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet
ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal
engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli
şartları hazırlamaya çalışmaktır.”
hükmünü içermektedir.
Anayasanın “Bilim ve sanat hürriyeti” başlıklı 27’nci
maddesine göre; “Herkes, bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme,
açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahiptir”
Anayasanın 130’uncu. maddesinin 2. fıkrasına göre
“Kanunda gösterilen usul ve esaslara göre, kazanç amacına yönelik olmamak şartı
ile vakıflar tarafından, Devletin gözetim ve denetimine tâbi yükseköğretim
kurumları kurulabilir”. Aynı maddenin 3. fıkrasına göre “Kanun, üniversitelerin
ülke sathına dengeli bir biçimde yayılmasını gözetir”.
Daha önceki bölümde yer alan bu madde ile ilişkili
olan ve iptali istenilen 40’ıncı madde ile ilgili açıklamalarda; Vakıf
üniversiteleri ile özel hastaneler arasında yapılacak protokol ile özel
hastanelerin hukuksal statüsünün değiştirilmesine olanak veren düzenlemenin
herhangi bir çerçeve içermediği, bu açıdan yasayla yapılması gereken
düzenlemelerin idarenin düzenleyici işlemlerine terk edilemeyeceği
belirtilmiştir.Yapılan düzenlemenin Anayasanın üniversitenin özerkliğine, bilim
hürriyeti hakkına ve eğitim alanında devletin ödevlerini tanımlayan kurallara
aykırı olduğu ifade edilmiştir.
İptali istenilen bu madde ile 3359 sayılı Sağlık
Hizmetleri Kanunu’na eklenen Geçici 10’uncu maddede yer alan düzenlemeyle;
temel olarak tıp ve tıpta uzmanlık eğitimi alanını ilgilendiren bir alanın tek
başına Sağlık Bakanlığı tarafından ikincil düzenlemelere bırakılması, tıp ve
tıpta uzmanlık eğitiminin gereklerine, eğiticiler ve akademisyenlerin özlük
haklarına aykırı, yasa ile düzenlenmesi gereken konuların Sağlık Bakanlığı’nın
yetkisine bırakılması nedeniyle Anayasanın 2., 7 ve 130 uncu maddelerine
aykırıdır.
İptali istenilen 42’nci maddedeki düzenleme;
Anayasanın 2., 5., 6., 7., 8., 27., ve 130’uncu maddelerinde yer alan hükümlere
aykırıdır.
11) 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında
Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un 43. maddesinin Anayasaya Aykırılığı.
“Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”
43’üncü maddesi;
“MADDE 43- 3359 sayılı Kanuna aşağıdaki geçici
madde eklenmiştir.
“GEÇİCİ MADDE 11- Bu maddenin yürürlüğe girdiği
tarihten önce yurt dışında tabiplik veya tıpta uzmanlık eğitimini tamamlayan tıp
doktorları, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren altı ay içinde
Türkiye’ye dönmek ve en az üç yıl süreyle Türkiye’de fiilen meslek icrasında
bulunmak şartıyla Devlet hizmeti yükümlülüğünden muaf tutulur.”
hükmünü taşımaktadır.
Anayasa’nın 2. maddesinde “hukuk devleti” ilkesine
yer verilmiştir. Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti, eylem ve işlemleri
hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı
sayıp yargı denetimine açık olan devlettir.
Kanunların kamu yararının
sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve
hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bir kuralın
kamu yararı dışında saklı bir amacı gerçekleştirmek amacıyla konulduğu
durumlarda yetki saptırması durumu ve giderek kuralın amaç açısından sakatlığı
ortaya çıkar.
Diğer taraftan, Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan
hukuk devletinin temel ilkelerinden biri 'belirlilik'tir. Bu ilkeye göre, yasal
düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve
kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması
gereklidir.
Kanunların genelliği ve kanun önünde eşitlik,
hukuk devletinde ön planda olan fert için bir güvence teşkil eder. Benzer
nitelikte olan meselelerin aynı şekilde çözümlenmesine “kanunların genelliği”
ilkesi adı verilir bir başka deyişle bir kanunun uygulama alanı içerisinde
kalan herkese uygulanabilmesine denir.Kanunların genel olması hukuk devletinin
de gereğidir. Kanunların, ilke olarak genel ve nesnel nitelikte olmaları gerekir.
Kanunların genelliği olarak adlandırılan bu ilke, hukuk devleti ve kanun önünde
eşitlik ilkelerinin bir sonucu olarak kabul edilmektedir. Kanunun genelliği,
onun belli bir kişiyi hedef almayan, özel, aktüel, geçici bir durumu gözetmeyen
fakat önceden saptanmış olup, soyut şekilde, uygulanabileceği bütün kişilere
hitap eden hükümler içermesi demektir. Kanun, genel hukuk kuralları koymalı,
kişiye özel hükümler içermemelidir.
Eşitlik ise kanunların genelliğinin teminatıdır.
Anayasanın 10. maddesine göre ”Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi
düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım
gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa
imtiyaz tanınamaz.”
Hukuk devleti hukukun üstünlüğü temeli üzerine kurulmuştur.Bu
nedenle her türlü ayrıcalığı reddeder.Anayasa Mahkemesi pek çok kararında kanun
önünde eşitlik kavramına değinmiş ve bu konuyu açıklamıştır.Anayasa
Mahkemesi’nin bir çok kararında da belirtildiği gibi Anayasa bir tek kişiye
veya kimi topluluklara aynı durumda bulunan vatandaşlardan daha çok veya daha
geniş hak ve yetkiler tanınmasını eşitlik ilkesine aykırı bulmuştur.
Anayasa Mahkemesinin 10.07.2013 tarih ve 2012/104
Esas sayılı, 2013/87 Karar sayılı Kararında;”… , Anayasa’nın 10. maddesinde,
“Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep
ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir
kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” denilmiştir. Bu maddede
yer verilen eşitlik ilkesi hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur.
Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin
amacı, aynı durumda bulunan kişilerin kanunlar karşısında aynı işleme bağlı
tutulmalarını sağlamak, haklı bir nedene dayanmayan ayrım yapılmasını ve
ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve
topluluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun karşısında eşitliğin ihlali
yasaklanmıştır…Kanunlar, eşitlik ilkesine uygun bir şekilde, aynı veya benzer
durumda bulunanlar için haklarda ve ödevlerde, yararlarda ve yükümlülüklerde,
yetkilerde ve sorumluluklarda, fırsatlarda ve hizmetlerde eşit davranılmasını
sağlayacak kurallar içermelidir.” denilmektedir.
3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu; Türkiye’de
hekimlik yapabilmenin koşulunu mecburi hizmetin tamamlanması olarak
belirlemiştir. Mecburi hizmetini tamamlamayan hekimler, aldıkları eğitimin
verdiği hakkı kullanamamaktadırlar. İptali istenilen bu madde hükmü ile
yurtdışında tıp yada tıpta uzmanlık eğitimi alan hekimlerin“6 ay içinde
Türkiye’ye dönmek” ve “en az 3 yıl süreyle Türkiye’de fiilen meslek icrasında
bulunmak şartıyla”mecburi hizmetten muaf tutulacakları hususu düzenlenmiştir.
İptali istenilen 43’üncü madde ile 3359 sayılı
Sağlık Hizmetleri Temel Kanununa eklenen Geçici 15’nci madde ile yapılan
düzenlemede “kamuda çalışma” koşulu getirilmediği gibi kamusal sağlık
hizmetinin yürütümü ve sağlık hizmetinin devamlılığı açısından yapılan
düzenlemenin gereği, zorunluluğu belirlenmiş değildir.
Anayasanın eşitlik ilkesi uyarınca aynı hukuksal
durumda olanlara farklı muamele yapılması eşitlik ilkesine aykırıdır. Sonuç
olarak, hekimlerin statüleri aldıkları eğitimle belirlenmekte olup yurt içinde
yada yurtdışında eğitim almış olmalarının mecburi hizmet yükümlülüğü karşısında
farklı muameleye tabi tutulmalarının gerekçesini oluşturamayacağı da açıktır.
Türkiye’de mesleği icra etme koşullarında gerekçesi açıklanmayan bir istisna
yaratılmasına neden olan düzenleme temeli belirsiz bir imtiyaz yaratılması
nedeniyle Anayasanın 10. Maddesiyle belirlenen eşitlik ilkesine aykırı
bulunmaktadır.
İptali istenilen 43’üncü maddedeki düzenleme;
Anayasanın 2. ve 10’uncu maddesi hükümlerine aykırıdır.
12) 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında
Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un 74. maddesinin Anayasaya Aykırılığı.
“Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 74’üncü
maddesi;
“MADDE 74- 21/2/2013 tarihli ve 6428 sayılı Sağlık
Bakanlığınca Kamu Özel İş Birliği Modeli ile Tesis Yaptırılması, Yenilenmesi ve
Hizmet Alınması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılması Hakkında Kanunun 4 üncü maddesinin dördüncü fıkrası aşağıdaki şekilde
değiştirilmiştir.
“(4) İdare, yüklenicinin sözleşme kapsamına giren
faaliyetlerini bütün aşamalarda denetler veya denetletir. Bakanlık,
yüklenicinin performans denetimi ve işin yönetimine ilişkin olarak bir denetim
ve yönetim sistemi kurabilir. Denetimle yetkilendirilecek isteklilerden,
ekonomik ve mali yeterlik ile mesleki ve teknik yeterliklerinin belirlenmesine
ilişkin olarak gerekli bilgi ve belgeler istenir. Bu amaçla isteklinin;
bankalardan temin edilecek mali durumu ile ilgili belgeler, ilgili mevzuatı
uyarınca yayımlanması zorunlu olan bilançosu veya bilançosunun gerekli görülen
bölümleri, yoksa bunlara eşdeğer belgeleri, iş hacmini gösteren toplam cirosu
veya ihale konusu iş ile ilgili taahhüdü altındaki ve bitirdiği iş miktarını
gösteren belgeler ile ihale konusu işin niteliğine göre yeterlik
değerlendirmesinde kullanılmak üzere, ihale dokümanında ve ihale veya ön
yeterliğe ilişkin ilan veya davet belgelerinde belirtilen diğer belgeler
istenir. Denetimle yetkilendirilen yüklenicinin taahhüdünü ihale dokümanı ve
sözleşme hükümlerine uygun olarak yerine getirmemesi veya işi süresinde
bitirmemesi hâlinde, ihale dokümanında belirlenen oranda gecikme cezası
uygulanmak üzere, idarenin en az on gün süreli ve nedenleri açıkça belirtilen
ihtarına rağmen aynı durumun devam etmesi hâlinde, ayrıca protesto çekmeye
gerek kalmaksızın kesin teminat ve varsa ek kesin teminatlar gelir kaydedilir
ve sözleşme feshedilerek hesabı genel hükümlere göre tasfiye edilir. Denetimle
yetkilendirilen yüklenici, hazırladıkları raporlardaki yanlış ve yanıltıcı
bilgi ve kanaatler sebebiyle doğabilecek zararlar ile sözleşme kapsamındaki
faaliyetleri dolayısıyla idare ve üçüncü kişilere verecekleri zararlardan ve
denetime ilişkin olarak idareye sunacakları bilgi ve belgelerin, mali ve teknik
tablo ve raporların sözleşmesine ve ilgili mevzuatına uygunluğu ve
doğruluğundan, genel kabul görmüş denetim ilke ve esaslarına göre denetiminden
on beş yıl süreyle sorumludur.”
hükmünü taşımaktadır.
Tasarıda maddenin gerekçesi; ”Madde ile, Anayasa Mahkemesi kararı doğrultusunda, Sağlık
Bakanlığının, kamu özel işbirliği modeliyle yaptıracağı işlerde yüklenicinin
sözleşme kapsamına giren faaliyetlerini bütün aşamalarda denetleyeceği veya
denetleteceğine ve yüklenicinin performans denetimi ile işin yönetimine ilişkin
olarak bir denetim ve yönetim sistemi kurabileceğine yönelik düzenleme
yapılmaktadır. Ayrıca denetim ile görevlendirileceklerde aranacak mali ve
teknik yeterlilikler ile iş deneyimlerine yönelik olarak isteklilerden talep
edilecek belgelere ilişkin düzenleme yapılarak sözleşmeye aykırılık halinde
uygulanacak müeyyideler ile sorumluluklar belirlenmektedir.”
şeklinde açıklanmaktadır.
Yapılan düzenlemeyle Anayasa Mahkemesinin 1/4/2015
tarihli ve E:2013/50, K:2015/38 sayılı kararıyla iptal edilen “…veya
denetletir” ibaresi yeniden kanunlaştırılmıştır. Bu yolla Sağlık Bakanlığı,
şehir hastanelerinin sadece bina yapımı değil şirketler tarafından verilecek
hizmetlerin (görüntüleme ve laboratuvar dahil) denetimini ihale ile başka
şirketlere vermesi Sağlık Bakanlığının “idari kolluk hizmeti” olarak nitelenen
yetkisinden de çekilmesi kabul edilmiştir.
21/2/2013 tarihli ve 6428 sayılı Sağlık
Bakanlığınca Kamu Özel İş Birliği Modeli ile Tesis Yaptırılması, Yenilenmesi ve
Hizmet Alınması ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılması Hakkında Kanunun 4 üncü maddesinin dördüncü fıkrası ile ilgili olarak
verilen Anayasa Mahkemesinin 1/4/2015 tarihli ve E:2013/50, K:2015/38 sayılı
kararında;
“Dava dilekçesinde, yüklenicinin sözleşme
kapsamına giren faaliyetlerini denetleme ve denetletme konusunda idareye
verilen yetkinin çerçevesinin çizilmediği ve temel ilkelerinin gösterilmediği,
idarece yapılacak veya yaptırılacak denetimin usul ve esaslarına ilişkin temel
ilkelerin belirlenmemesinin kuralın belirsizliğine yol açtığı, Anayasa'ya
aykırı bu düzenlemenin hukuk devleti ve Anayasa'nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı
ilkeleriyle de bağdaşmayacağı belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 2. ve 11.
maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
6216 sayılı Kanun'un 43. maddesine göre, ilgisi
nedeniyle dava konusu kural Anayasa'nın 128. maddesi yönünden de incelenmiştir.
Kanun'un 4. maddesinde "sözleşme" ile
ilgili düzenlemeler yer almaktadır. Maddenin (1) ve (2) numaralı fıkralarında,
sözleşmenin özel hukuk hükümlerine tabi olduğu, süresinin sabit yatırım dönemi
hariç otuz yılı geçmemek üzere idarece belirleneceği, yüklenicinin, yapım
işlerinin projelendirilmesinden ve finansmanının sağlanmasından, yapımından, bakım
ve onarımından, yükleniciye bırakılan hizmetlerin yerine getirilmesi ile ticari
hizmet alanlarının işletilmesinden, sözleşme süresi sonunda yerleşkenin her
türlü borç ve taahhütten ari, bakımlı, çalışır ve kullanılabilir durumda
Bakanlığa devredilmesinden ve sözleşme süresince üçüncü kişilere vereceği her
türlü zarardan sorumlu olacağı ve yüklenicinin sözleşmede öngörülen
yükümlülüklerini yerine getirmemesi hâlinde idarenin uğrayacağı zararın
tazminine ve cezai şartlara ilişkin hükümlere sözleşmede yer verileceği
belirtilmiş, diğer fıkralarda ise idarenin ve yüklenicinin sözleşmeden
kaynaklanan yükümlülükleri ile bunların yerine getirilmemesinin müeyyideleri
düzenlenmiştir.
Maddenin (4) numaralı fıkrasının dava konusu olan
birinci cümlesinde, idarenin, yüklenicinin sözleşme kapsamına giren
faaliyetlerini bütün aşamalarda denetleyeceği veya denetleteceği kurala
bağlanmıştır.
Anayasa'nın 128. maddesinin birinci fıkrasında, "Devletin,
kamu iktisadî teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına
göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği aslî ve
sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülür." denilmektedir.
Buna göre, genel idare esaslarına göre yürütülen kamu hizmetlerinin
gerektirdiği görevlerden asli ve sürekli nitelik taşıyanların, memurlar ve
diğer kamu görevlileri eliyle görülmesi zorunludur.
Denetim faaliyeti, başlı başına icrai sonuç
doğuran bir işlem veya karar niteliğinde değildir. Denetim sonucu düzenlenen
raporlar, idari işlem kuramı uyarınca hazırlık işlemi niteliğinde olup bu
raporların hazırlanması, denetlenen kişilerin hukukunda değişiklik
yaratmamaktadır. Esasen icrai işlem, denetim sonucunda yetkili makamlarca
alınan cezai ve idari kararlar ile başvurulan diğer hukuki tedbirlerdir. İcrai
kararları almakla yetkili idari makam, hazırlık işlemi niteliğindeki denetim
raporunda yer alan tespit ve değerlendirmelerle bağlı değildir. Bu nedenle
kural olarak icrai işlemler dışında denetim faaliyetinin özel kişilerden hizmet
satın alınması yoluyla yürütülmesi Anayasa'ya aykırılık teşkil etmez.
Dava konusu kuralla, idarenin, yüklenicinin
sözleşme kapsamına giren faaliyetlerini bütün aşamalarda denetimini özel
kişilere yaptırmasına olanak tanınmakla birlikte bu kapsamda düzenlenecek
denetim raporları sonucunda gerekli yaptırım ve işlemlerin idare tarafından
karara bağlanması öngörülmüştür. Denetim sonucu Kanun'da öngörülen hukuki ve
idari tedbirleri uygulama yetkisi idarede kalmaya devam ettiğinden, teknik
destek sağlamaktan ibaret, hazırlık işlemi niteliğinde bir görev olduğu
anlaşılan yüklenicinin denetlenmesi görevinin memur ve diğer kamu görevlisi
niteliğinde olmayan üçüncü kişilere gördürülmesinde Anayasa'ya aykırı bir yön
bulunmamaktadır.
Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin
temel ilkelerinden biri 'belirlilik'tir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin
hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer
vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması gereklidir.
Dava konusu kuralda, idarenin, yüklenicinin
sözleşme kapsamına giren faaliyetlerini bütün aşamalarda denetimini özel
kişilere yaptırabileceği belirtilmiş, ancak yüklenicinin sözleşme kapsamına
giren faaliyetlerini denetleyecek kişilerin nitelikleri ile yükümlülüklerini
tam olarak yerine getirmediğinin ya da usulsüzlük yapıldığının tespiti hâlinde
uygulanacak yaptırım ve sonuçlarına ilişkin herhangi bir hükme yer
verilmemiştir. Maddi ve hukuki olayları tespit etmekten ibaret bir hazırlık
işlemi niteliğindeki denetim faaliyetinin özel kişilerden hizmet satın alınması
yoluyla yürütülmesi mümkün ise de denetimi gerçekleştiren kişilerin
niteliklerinin neler olduğunun ve yükümlülüklerini tam olarak yerine
getirmemeleri ya da usulsüzlük yapmaları durumunda uygulanacak yaptırım ve sonuçlarının
hiçbir tereddüde yer bırakmayacak şekilde düzenlenmemiş olması, belirsizliğe
yol açacağından bu hâliyle dava konusu kuralda yer alan ".veya denetletir."
sözcükleri hukuk devleti ilkesine aykırılık oluşturmaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kuralda yer alan
".veya denetletir." sözcükleri Anayasa'nın 2. maddesine aykırıdır.
İptali gerekir.
Kuralın kalan bölümü ise Anayasa'nın 2. ve 128.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.”
denilmektedir.
Ancak, yapılan düzenleme Anayasa Mahkemesi kararının
iptal gerekçesini karşılamamaktadır. Şöyle ki, iptal kararında "...
denetimi gerçekleştiren kişilerin niteliklerinin neler olduğunun ve
yükümlülüklerini tam olarak yerine getirmemeleri ya da usulsüzlük yapmaları
durumunda uygulanacak yaptırım ve sonuçlarının hiçbir tereddüde yer
bırakmayacak şekilde düzenlenmemiş olması belirsizliğe yol açacağından dava
konusu kuralda yer alan 'veya denetletir' sözcükleri hukuk devleti ilkesine
aykırılık oluşturmaktadır."denilmektedir.
Bu madde ile yapılan düzenleme bu hususları tam
anlamıyla taşımamakta olup, Anayasa'ya aykırılık giderilmemiştir.
Anayasa’nın 2. maddesinde “hukuk devleti” ilkesine
yer verilmiştir. Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti, eylem ve işlemleri
hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı
sayıp yargı denetimine açık olan devlettir.
Anayasa’nın “Anayasa Mahkemesinin Kararları”başlıklı
153’üncü maddesinde;
“Anayasa Mahkemesinin kararları
kesindir. İptal kararları gerekçesi yazılmadan açıklanamaz.
Anayasa Mahkemesi bir kanun veya kanun hükmünde
kararnamenin tamamını veya bir hükmünü iptal ederken, kanun koyucu gibi
hareketle, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis edemez. Kanun,
kanun hükmünde kararname veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü ya da bunların
hükümleri, iptalkararlarının Resmi Gazetede yayımlandığı tarihte yürürlükten
kalkar. Gereken hallerde Anayasa Mahkemesi iptal hükmünün yürürlüğe gireceği
tarihi ayrıca kararlaştırabilir. Bu tarih, kararın Resmi Gazetede yayımlandığı
günden başlayarak bir yılı geçemez.
İptal kararının yürürlüğe girişinin ertelendiği
durumlarda, Türkiye Büyük Millet Meclisi, iptal kararının ortaya çıkardığı
hukuki boşluğu dolduracak kanun tasarı veya teklifini öncelikle görüşüp karara
bağlar.
İptal kararları geriye yürümez.
Anayasa Mahkemesi kararları Resmi Gazetede hemen
yayımlanır ve yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek
ve tüzelkişileri bağlar.”
hükmünü taşımaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin
yukarıda değindiğimiz kararındaki tespit ve eleştirileri karşılamayan sözkonusu
madde düzenlemesi Anayasa’nın 153. Maddesine aykırılık teşkil etmektedir.
Açıklanan nedenlerle Anayasa Mahkemesinin
1/4/2015 tarihli ve E:2013/50, K:2015/38 sayılı kararında yazılı olan iptal
gerekçesini tam olarak karşılamayan Yatırımların Proje
Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun 74’üncü maddesi hükmünün Anayasa’nın 2. ve
153’üncü maddesi hükmü gereğince iptali gerekir.
13) 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında
Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un 77. Maddesinde yer alan “Merkez Teşkilatlarında”
ibaresi ile devamında yer alan cetveldeki “(ğ) bendinde” ve “merkez
teşkilatına” ibarelerinin Anayasaya Aykırılığı.
“Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”
77’nci maddesi;
MADDE 77 – 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin
ek 10 uncu maddesinin birinci fıkrasının (c) bendi ve aynı ek madde ile söz
konusu Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen (III) sayılı Cetvelin (1) numaralı
sırası aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“c) Merkez teşkilatlarında; Dışişleri Meslek
Memuru ve Konsolosluk ve İhtisas Memurları, özel yarışma sınavı sonucunda
mesleğe yardımcı veya stajyer olarak alınıp belirli süreli yetiştirme
döneminden sonra özel bir yeterlik sınavı sonunda müfettiş, uzman, denetçi,
kontrolör, aktüer ve stenograf unvanlı kadrolara (mevzuatı uyarınca söz konusu
kadrolara atananlar dâhil) atananlar ve bunların yardımcı ve stajyerleri ile iç
denetçilerden ekli (III) sayılı Cetvelde yer alan unvanlı kadrolarda
bulunanlardan,”
Sıra No
|
Kadro Unvanı
|
Ücret Göstergesi
|
Tazminat Göstergesi
|
1
|
Kapsama dâhil idarelerin merkez teşkilatına ait genel idare
hizmetleri sınıfında yer alan başmüfettiş, müfettiş, başdenetçi, denetçi,
başkontrolör, kontrolör ve iç denetçi kadrolarında bulunanlar, Türkiye Büyük
Millet Meclisi yasama uzmanları ve stenografları, Hazine Müsteşarlığı sigorta
denetleme uzmanları ve aktüerleri, Dışişleri Meslek Memurları ile Konsolosluk
ve İhtisas Memurları, 14/7/1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları
Kanununun 152 nci maddesinin “II- Tazminatlar” kısmının “A- Özel Hizmet
Tazminatı” bölümünün (ğ) bendinde yer alanlardan merkez teşkilatına ait uzman
unvanlı kadrolarda bulunanlardan;
|
|
|
Kadro Derecesi 1 olanlar
Kadro Derecesi 2 olanlar
Kadro Derecesi 3 olanlar
Kadro Derecesi 4 olanlar
Kadro Derecesi 5 olanlar
Kadro Derecesi 6 olanlar
Kadro Derecesi 7 olanlar
|
46.450
|
25.560
|
43.400
|
23.870
|
40.850
|
22.475
|
39.300
|
21.625
|
37.950
|
21.000
|
36.800
|
20.250
|
35.550
|
19.550
|
hükmünü taşımaktadır.
Tasarıda maddenin gerekçesi;
“666 sayılı
Kanun Hükmünde Kararnamenin 1 inci maddesiyle 375 sayılı Kanun Hükmünde
Kararnameye eklenen ek 10 uncu maddesinin birinci fıkrasının (c) bendi ile
anılan ek maddeyle söz konusu Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen (III) sayılı
Cetvelin (1) numaralı sırasının, 24/5/2016 tarihli ve 29721 sayılı Resmi
Gazetede yayımlanmış olan Anayasa Mahkemesinin 5/5/2016 tarihli ve E.: 2016/34,
K.: 2016/30 sayılı Kararı ile anılan düzenlemelerin 666 sayılı Kanun Hükmünde
Kararnamenin dayanağını oluşturan 6/4/2011 tarihli ve 6223 sayılı Yetki Kanunu
kapsamında bulunmadığı gerekçesiyle kısmen iptal edilmesi ve iptal hükmünün
Resmi Gazetede yayımlanmasından başlayarak bir yıl sonra yürürlüğe girmesine
karar verilmiş olması nedeniyle, söz konusu hükmün yeniden düzenlenmesi
öngörülmektedir.”
şeklinde açıklanmaktadır.
Söz konusu madde hükmü
ile ile 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin ek 10 uncu maddesinin
birinci fıkrasının (c) bendi ve aynı ek madde ile söz konusu Kanun Hükmünde
Kararnameye eklenen (III) sayılı Cetvelin (1) numaralı sırası değiştirilmiştir.
375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede kamuda bütün Bakanlıklar ve bağlı
kuruluşları, T.B.M.M., düzenleyici ve denetleyici kurul bünyelerinde çalışan
tüm kamu personelinin olduğu gibi uzman statüsünde görev yapan personelin de
ücret göstergesi ve tazminat göstergesi bakımından özlük hakları düzenlenmiştir.
Söz konusu uzman personel, her bir kurum için
özelleşen isimler altında, o kuruma özgü hizmetlerin görülmesinde uzmanlaşmış,
“kariyer meslek” olarak adlandırılan ve 657 sayılı Yasa’nın 36 ncı maddesinin
“Ortak Hükümler” kısmının A/11 bendinde belirtilmiş ünvanlarda (gelir
uzmanlığı, devlet gelir uzmanlığı, hazine uzmanlığı vb.) görev yapmaktadırlar.
Bu kadroların gerek ihdasında, gerekse mesleğe
alınma ve görev yönetmeliklerinde, merkezde ya da taşrada görev yapmaları
nedeniyle farklılık/özellik arzeden hiçbir husus bulunmamaktadır.
Bahsi geçen uzman personelin tamamı, kendi
yönetmelikleri uyarınca, KPSS-A puanına göre başvuru hakkı elde eden
adaylardan, sınavda başarılı olup mesleğe yardımcı / stajyer olarak girildikten
3 yıl sonra yeterlilik sınavı ile mesleğe alınmaktadırlar.
6745 sayılı Kanun’un 11’inci ve 77’nci maddeleri
ile yapılmak istenen düzenlemeler daha önce 666 sayılı K.H.K’da yapılmak
istenmiş ancak Anayasa Mahkemesi düzenlemenin yetki kanunu çerçevesinde olmadığı
gerekçesi ile iptal etmiştir. (05.05.2016, E:2016/34 – K:2016:30).
666 sayılı K.H.K, gerek ilgili düzenlemelerden,
gerekse ihdasında ileri sürülen görüşlerden, anlaşılabileceği üzere, bu
kapsamdaki personelin tamamının özlük haklarını eşitlemek amacıyla
çıkarılmıştır.
Ancak söz konusu K.H.K. da yapılan düzenlemelerden
anlaşılacağı üzere, taşra teşkilatlarında görev yapan uzmanlar bu
düzenlemelerden ayrı tutulmuştur. Bu bazı kadrolarda görev yapan uzmanlar için
merkez-taşra ayrımın ve daha da önemlisi “ayrımın derecesinin” hangi esaslar
ortaya konularak yapılmaya çalışıldığı anlaşılamamaktadır.
III sayılı Cetvelden görüleceği üzere söz konusu
düzenleme ile basın ve enformasyon uzmanlarından istihdam uzmanlarına,
havacılık ve uzay teknolojileri uzmanlarından diyanet işleri uzmanlarına
(merkezde görev yapan uzmanlar 6745 sayılı Kanun ile sayma yoluyla 657 sayılı
Devlet Memurları Kanununun 152 nci maddesinin “II- Tazminatlar” kısmının “A-
Özel Hizmet Tazminatı” bölümünün (ğ) bendine alınmış olup; III sayılı cetvelde
de ücret düzenlemesi sadece merkez ünvanlarına münhasır kılınacak şekilde (ğ)
bendi belirtilmiş, bununla yetinilmeyerek merkez ibaresi de eklenmiştir) kadar,
kamuda görev yapan bütün uzmanlar, sadece merkez teşkilatında görev yapıyor
olma şartı ile düzenleme kapsamına alınmıştır.Taşrada görev yapan uzmanlar
(gelir uzmanları, defterdarlık uzmanları gibi)merkez teşkilatlarında görev
yapmadıkları gerekçesiyle, böylesine geniş ve kapsamlı bir düzenlemeden ayrı
tutulmuşlardır. Söz konusu merkez- taşra unvanı farklılığının Maliye Bakanlığına
bağlı Gelir İdaresi Başkanlığı bünyesindeki boyutu aşağıda özetlenmeye
çalışılacaktır.
Örneğin; Kadroların düzenlendiği 5345 sayılı Gelir
İdaresi Başkanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun’un 29 uncu
maddesinin ilgili bölümleri aşağıdaki gibidir.
“…Devlet gelir uzmanları, vergi istihbarat
uzmanları ve gelir uzmanları; en az dört yıllık lisans eğitimi veren hukuk,
siyasal bilgiler, iktisat, işletme, iktisadi ve idari bilimler fakülteleri ve
mühendislik fakültelerinin lisans bölümleri ile matematik ve istatistik lisans
bölümlerinden mezun olanlar arasından yapılacak özel yarışma sınavı sonucuna
göre mesleğe Devlet gelir uzman yardımcısı, vergi istihbarat uzman yardımcısı
ve gelir uzman yardımcısı olarak alınırlar. Bunlar en az üç yıl çalışmak ve
olumlu sicil almak kaydıyla yeterlik sınavına girmeye hak kazanırlarYapılacak
yeterlik sınavında başarılı olanlar durumlarına uygun devlet gelir uzmanlığı,
gelir uzmanlığı veya vergi istihbarat uzmanlığına, başarılı olamayanlar ise
derecelerine uygun memur kadrosuna atanırlar.(***) Bunların mesleğe alınmaları
ve yeterlik sınavları ile çalışma usul ve esasları yönetmelikle düzenlenir….”
Ünvanlar için çıkarılan yönetmelikler de, birkaç
küçük detay hariç neredeyse birbirinin kopyası durumundadır. 26.12.2009 tarih
ve 27444 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan Gelir İdaresi Başkanlığı Gelir
Uzmanlığı Yönetmeliği ile 25.12.1994 22152 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan
Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğü (sonradan Gelir İdaresi Başkanlığına
dönüşmüştür) Devlet Gelir Uzmanlığı Görev, Çalışma ve Atanma Yönetmeliğinde
belirtilen görev tanımları, hatta mesleğe giriş sınavındaki sınav konuları bile
birbirinin aynısıdır.
İki ünvanın tek farkı, uygulamada devlet gelir
uzmanlığının merkez teşkilatında, gelir uzmanlığının taşra teşkilatında
görevlendirilmesidir. Ünvanların ihdasında merkez taşra ayrımı yoktur. Hatta
2004 senesine kadar yapılan sınavlarda gelir uzmanlığı ve devlet gelir
uzmanlığı sınavı tek sınavla yapılmış olup, sadece mülakat aşamasında talepler de
değerlendirilerek dağıtım yapılmıştır. Puanların düşük/yüksek olmasına bile
bakılmamıştır.
Bunun yanında, 10.07.2011 tarih ve 27990 sayılı
Resmi Gazetede yayımlanan 646 sayılı K.H.K.’nin geçici 13.maddesinde yer alan
“Bu Kanun Hükmünde Kararnamenin yürürlüğe girdiği tarihte Gelir Politikaları
Genel Müdürlüğünde çalışmakta olup Devlet Gelir Uzmanı ve Gelir Uzmanı
kadrolarında bulunanlardan talep edenler, mesleğe özel yarışma sınavı ile
girmiş ve yeterlik sınavıyla bulundukları kadrolara atanmış olmaları kaydıyla,
kadro ve ihtiyaç durumuna göre 31.12.2011 tarihine kadar Devlet Gelir
Politikaları Uzmanı olarak atanabilirler.” hükmüne istinaden Gelir Politikaları
Genel Müdürlüğünde geçici görevle çalışan gelir uzmanları “devlet gelir
politikaları uzmanı” olarak atanmış, daha sonra devlet gelir politikaları
uzmanları da maliye uzmanı adı altında 666 sayılı K.H.K.’nin yukarıda
belirtilen hükümleri kapsamına dahil edilmiştir. Başka bir anlatımla Gelir
Politikaları Genel Müdürlüğünde geçici görevle çalışan gelir uzmanları,
ünvanları değiştirilerek ve kadroları merkeze alınarak 666 sayılı K.H.K.
kapsamına dahil edildiği halde, diğer gelir uzmanları kadroları taşrada olduğu
gerekçesiyle kapsam dışı bırakılmıştır. Aynı unvan altında çalışan uzmanlar
için öngörülen bu farklı uygulama bile tek başına 666 sayılı K.H.K.’nın
temelini oluşturan merkez – taşra ayrımının ne kadar haksız ve dayanaktan
yoksun olduğunu göstermektedir.
Diğer kriterler aynı iken, sadece görev yapılan
birimin (dava konusu olayda merkez – taşra ayrımının) özlük haklarını
değiştirmesinin eşitlik ilkesine aykırılık teşkil ettiği, Anayasa Mahkemesi’nin
(20.03.2008, E:2006/109 – K:2008/82)sayılı güncel bir kararında tekrar
vurgulanmıştır. Kararın ilgili bölümleri aşağıdaki gibidir :
“…Dosyanın incelenmesinden, kadrosu Maliye
Bakanlığı'na ait olmayan ancak görev yaptığı döner sermaye saymanlığına Maliye
Bakanlığı oluru ile atanan ve izin, sicil, terfi gibi özlük işlemleri adı geçen
Bakanlıkça yapılan, 213 sayılı Yasanın ek 13. maddesi uyarınca Maliye Bakanlığı
personeline yapılan ek ödemeden yararlandırılmakta olan davacının 213 sayılı
Yasanın ek 13. maddesinde 5234 sayılı Yasa ile yapılan değişiklik üzerine
yeniden düzenlenen ve 2.11.2004 tarihli Maliye Bakanlığı oluru ile yürürlüğe
konulan Maliye Bakanlığı Personeline Yapılacak Ek Ödemeye İlişkin Usul ve
Esaslardaki hükümler sonucu kadrosunun Maliye Bakanlığında olmaması nedeniyle
söz konusu ek ödemeden 15.1.2005 tarihinden itibaren yararlandırılmayacağının
bildirilmesi üzerine bakılan davanın açıldığı anlaşılmaktadır.
Kadrosu Maliye Bakanlığında bulunmayan ve 213
sayılı Yasanın değişiklikten önceki ek 13. maddesi hükmü uyarınca Maliye
Bakanlığı Personeline ödenmekte olan ek ödemenin yararlandırılan döner sermaye
saymanları 5234 sayılı Yasa ile ek ödeme kapsamı dışında bırakılmıştır.
Anayasanın 10. maddesinde; herkesin, dil, ırk,
renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplerle ayrım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu vurgulanmıştır.
Eşitlik ilkesi ile birbirleriyle aynı durumda olanlara aynı kuralların
uygulanmasının sağlanması amaçlanmıştır. Bu itibarla aynı hukuksal durumda
olanlar için yapılan farklı düzenlemeler Anayasa'nın eşitlik ilkesine aykırılık
oluşturmaktadır.
178 sayılı Maliye Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri
Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin 11. maddesinin (a) bendinde, genel bütçeli
daireler nezdindeki merkez saymanlıkları, askeri ve mülki tüm nakit
saymanlıkları, genel ve katma bütçeli kurum saymanlıkları, kadroları Bakanlıkta
olan döner sermaye ve fon saymanlıklarının Muhasebat Genel Müdürlüğüne bağlı
olduğu belirtilmiştir.
Bu durumda, kadroları kendi kurumlarında
bulunmakla birlikte döner sermaye saymanlığına Maliye Bakanlığınca atanan ve
sicil, terfi izin gibi özlük işleri aynı Bakanlıkça yapılan, her mali yıl ya da
hesap dönemi sonunda Sayıştay'a hesap veren ve kusursuz sorumluluk esasına göre
sorumlu olan kadrosu Maliye Bakanlığında bulunan döner sermaye saymanları gibi
aynı unvan, görev, yetki ve sorumluluklara sahip olan döner sermaye saymanlarının
213 sayılı Yasanın ek 13. maddesinin 4. fıkrasının (a) bendinde 5234 sayılı
Yasanın 5. maddesi ile yapılan değişiklikle sadece kadro ölçütünden hareketle
aynı yerde görev yapan kadrosu Maliye Bakanlığında olan döner sermaye
saymanlarına yapılan ek ödemeden yararlandırılmamalarının Anayasanın 10.
maddesindeki eşitlik ilkesine aykırı olduğu sonucuna ulaşılmıştır.”
Önce 666 sayılı K.H.K. ile görev tanımı, mesleğe
giriş, sorumluluk, mesleki risk vb. hususlar göz önüne alınmaksızın kamuda
çalışan bütün uzmanları kapsayıcı çok genel bir düzenleme yapılmış, maaş +
tazminat, ek gösterge ve makam tazminatı yönünden haklar sağlanmış, ancak
kadroları taşra teşkilatında olan gelir uzmanları ve defterdarlık uzmanları
(geçici görevle merkezde çalışanlar dahil) sadece taşra teşkilatında
bulunmaları nedeniyle kapsam dışında bırakılmıştır. Yapılan düzenlemede eşitlik
ilkesinin ihlali söz konusudur.
Ancak bu eşitsizliğin giderilmesi tüm kamu
kurumlarının taşra kadrolarında çalışan müdür, müdür yardımcısı, şef vb kadrolarda
çalışan personelin aylıklarında tümden dengeyi ve hiyerarşiyi kollayan kapsamlı
bir ücret rejimi değişimi ile mümkün bulunmaktadır. Aksi bir sonuç taşra
personeli arasında farklı çarpık ücret düzeylerinin çıkmasına sebep olabilir.
Anayasa’nın 2. maddesinde “hukuk devleti” ilkesine
yer verilmiştir. Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti, eylem ve işlemleri
hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı
sayıp yargı denetimine açık olan devlettir.
Kanunların kamu yararının
sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve
hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bir kuralın
kamu yararı dışında saklı bir amacı gerçekleştirmek amacıyla konulduğu
durumlarda yetki saptırması durumu ve giderek kuralın amaç açısından sakatlığı
ortaya çıkar.
Diğer taraftan, Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan
hukuk devletinin temel ilkelerinden biri 'belirlilik'tir. Bu ilkeye göre, yasal
düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve
kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması
gereklidir.
Kanunların genelliği ve kanun önünde eşitlik,
hukuk devletinde ön planda olan fert için bir güvence teşkil eder. Benzer
nitelikte olan meselelerin aynı şekilde çözümlenmesine “kanunların genelliği”
ilkesi adı verilir bir başka deyişle bir kanunun uygulama alanı içerisinde
kalan herkese uygulanabilmesine denir.Kanunların genel olması hukuk devletinin
de gereğidir. Kanunların, ilke olarak genel ve nesnel nitelikte olmaları gerekir.
Kanunların genelliği olarak adlandırılan bu ilke, hukuk devleti ve kanun önünde
eşitlik ilkelerinin bir sonucu olarak kabul edilmektedir. Kanunun genelliği,
onun belli bir kişiyi hedef almayan, özel, aktüel, geçici bir durumu gözetmeyen
fakat önceden saptanmış olup, soyut şekilde, uygulanabileceği bütün kişilere
hitap eden hükümler içermesi demektir. Kanun, genel hukuk kuralları koymalı,
kişiye özel hükümler içermemelidir.
Eşitlik ise kanunların genelliğinin teminatıdır.
Anayasanın 10. maddesine göre ”Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi
düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım
gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa
imtiyaz tanınamaz.Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun
önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.
Hukuk devleti hukukun üstünlüğü temeli üzerine
kurulmuştur.Bu nedenle her türlü ayrıcalığı reddeder.Anayasa Mahkemesi pek çok
kararında kanun önünde eşitlik kavramına değinmiş ve bu konuyu
açıklamıştır.Anayasa Mahkemesi’nin bir çok kararında da belirtildiği gibi
Anayasa bir tek kişiye veya kimi topluluklara aynı durumda bulunan
vatandaşlardan daha çok veya daha geniş hak ve yetkiler tanınmasını eşitlik
ilkesine aykırı bulmuştur.
Anayasa Mahkemesinin 10.07.2013 tarih ve 2012/104
Esas sayılı, 2013/87 Karar sayılı Kararında;”… , Anayasa’nın 10. maddesinde,
“Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep
ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Hiçbir
kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” denilmiştir. Bu maddede
yer verilen eşitlik ilkesi hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur.
Bu ilke ile eylemli değil, hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin
amacı, aynı durumda bulunan kişilerin kanunlar karşısında aynı işleme bağlı
tutulmalarını sağlamak, haklı bir nedene dayanmayan ayrım yapılmasını ve
ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve
topluluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun karşısında eşitliğin ihlali
yasaklanmıştır…Kanunlar, eşitlik ilkesine uygun bir şekilde, aynı veya benzer
durumda bulunanlar için haklarda ve ödevlerde, yararlarda ve yükümlülüklerde,
yetkilerde ve sorumluluklarda, fırsatlarda ve hizmetlerde eşit davranılmasını
sağlayacak kurallar içermelidir.” denilmektedir.
Anayasanın “Ücrette adaletin sağlanması başlıklı
”55’nci maddesinde de;
“Ücret emeğin karşılığıdır.Devlet, çalışanların
yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer sosyal
yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri alır.Asgarî ücretin
tespitinde çalışanların geçim şartları ile ülkenin ekonomik durumu da gözönünde
bulundurulur.”
hükmü yer almaktadır. Çalışma usul ve esasları,
mesleğe alınmaları, yeterlilik sınavları ve meslekte yükselmeleri aynı usule
tabi tutulan “uzman” kadrosu adı altında kamuda istihdam edilenler arasında
bunların “merkez” veya “taşra”da görev yapmalarına göre ücret farklılığı
yaratılması Anayasa’nın 55. Madde hükmüne aykırı bulunmaktadır.
Anayasa’nın 123. maddesinde ;
“İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve
kanunla düzenlenir.İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden
yönetim esaslarına dayanır…”
hükmü yer almaktadır
İdarenin bütünlüğü ilkesine göre, Devlet örgütü
yapısı ve işlevi ile bir bütündür. Bakanlık ve bağlı kurumların merkez ve taşra
teşkilatları, Devlet Tüzel Kişiliği altında yer almaktadır. Merkez ve taşra
ayrımı bir “nitelik” ve “görev” ayrımı değil, görevin ifa edildiği yer
bakımından yapılan bir ayrımdır. Sadece personelin görev yaptığı idari
birimleri belirtmektedir. Devlet işlevi ve hizmeti bakımından bir bütün
olduğundan, “taşra görevi” diye farklı bir görev, “taşra teşkilatı” diye ayrı
bir idare bulunmamaktadır.
Bu nedenle 77’nci madde hükmü ile 375 sayılı Kanun
Hükmünde Kararnamenin ek 10 uncu maddesinin birinci fıkrasının (c) bendi ve
aynı ek madde ile söz konusu Kanun Hükmünde Kararnameye eklenen (III) sayılı
Cetvelin (1) numaralı sırasında değişiklik yapan hükümlerden 77. maddenin yer alan
“Merkez Teşkilatlarında” ibaresi ile devamında yer alan cetveldeki “(ğ)
bendinde” ve “merkez teşkilatına” ibarelerinin Anayasanın 2’nci. maddesinde ifadesini bulan hukuk
devleti, 10’’uncu maddesinde ifadesini bulan kanun önünde eşitlik ilkesine, “Ücrette
adaletin sağlanması” başlıklı ”55’nci maddesine aykırılık teşkil etmektedir.
14) 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında
Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un 80. maddesinin 4 numaralı fıkrasının Anayasaya
Aykırılığı.
“Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un
80’inci maddesi;
“MADDE 80- (1) Bakanlar Kurulu; kalkınma planları
ve yıllık programlarda öngörülen hedefler doğrultusunda ülkemizin mevcut veya
gelecekte ortaya çıkabilecek ihtiyaçlarını karşılama, arz güvenliğini sağlama,
dışa bağımlılığını azaltma, teknolojik dönüşümü sağlama, yenilikçi, Ar-Ge yoğun
ve katma değeri yüksek olma niteliklerine ayrı ayrı ya da birlikte sahip olan
ve proje bazında Ekonomi Bakanlığı tarafından desteklenmesine karar verilen
yatırımlar için;
a) 13/6/2006 tarihli ve 5520 sayılı Kurumlar
Vergisi Kanununun 32/A maddesine göre kurumlar vergisi oranını %100’e kadar
indirimli uygulatmaya ve yatırıma katkı oranını %200’ü geçmemek üzere
belirlemeye veya yatırımın işletmeye geçmesinden itibaren 10 hesap dönemine
kadar, yatırımdan elde edilen kazançla sınırlı olmak üzere kurumlar vergisi
istisnası tanımaya,
b) 31/12/1960 tarihli ve 193 sayılı Gelir Vergisi
Kanununun geçici 80 inci maddesinde yer alan gelir vergisi stopajı teşvikinden
yararlandırmaya,
c) Gümrük vergisi muafiyeti tanımaya,
ç) Yatırımın Hazine taşınmazı üzerinde yapılması
hâlinde, belirlenecek yatırımcı lehine doğrudan, hasılat payı alınmaksızın, 49
yıl süreyle bedelsiz irtifak hakkı tesisi veya kullanma izni verilmesine ve
yatırımın tamamlanması ve öngörülen istihdamın 5 yıl sağlanması şartıyla Hazine
taşınmazının talep edilmesi hâlinde bedelsiz devredilmesine,
d) 31/5/2006 tarihli ve 5510 sayılı Kanunun ek 2
nci maddesinde yer alan prime esas kazanç alt sınırına bağlı kalınmaksızın 10
yıla kadar sigorta primi işveren hissesinin karşılanmasına,
e) İşletme döneminde yatırıma ilişkin enerji
tüketim harcamalarının %50’sine kadarının en fazla 10 yıla kadar
karşılanmasına,
f) Sabit yatırım tutarının finansmanında
kullanılan yatırım kredisi için 10 yıla kadar faiz veya kâr payı desteği ya da
hibe desteği sağlanmasına,
g) Yatırım için özel önem taşıyan belirlenen
sayıda her bir nitelikli personel için 5 yılı geçmemek üzere, asgari ücretin
aylık brüt tutarının 20 katına kadar ücret desteği verilmesine,
ğ) Yatırım tutarının %49’unu geçmemek üzere ve
edinilen payların 10 yıl içerisinde halka arz veya yatırımcıya satış şartıyla
yatırıma ortak olunmasına,
karar vermeye ve yukarıdaki desteklerden bir veya birden fazlasını
uygulatmaya yetkilidir.
(2) Birinci fıkra kapsamındaki destekler Ekonomi
Bakanlığı bütçesinden karşılanır.
(3) Proje bazlı yatırım konusu ürüne, süresi ve miktarı
Bakanlar Kurulunca belirlenecek alım garantisi verilebilir.
(4) Proje bazlı yatırımlara diğer kanunlarla
getirilen izin, tahsis, ruhsat, lisans ve tesciller ile diğer kısıtlayıcı
hükümler için Bakanlar Kurulu kararı ile istisna getirilebilir veya yatırımları
hızlandırmak ve kolaylaştırmak amacıyla yasal ve idari süreçlerde düzenleme
yapılabilir.
(5) Projenin gerekli kıldığı hâllerde Bakanlar
Kurulu kararı ile her türlü altyapı yatırımının yapılması kararlaştırılabilir.
(6) Uygulamaya ilişkin usul ve esasları
belirlemeye Bakanlar Kurulu yetkilidir. Yatırımların belirlenen usul ve esaslar
çerçevesinde gerçekleştirilmemesi hâlinde, birinci fıkranın (a) ve (b)
bentlerinde yer alan indirimli kurumlar vergisi veya istisna uygulaması ile
gelir vergisi stopajı teşviki nedeniyle zamanında tahakkuk ettirilmemiş
vergiler vergi ziyaı cezası uygulanmaksızın gecikme faiziyle birlikte, diğer
destekler ise 21/7/1953 tarihli ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü
Hakkında Kanun hükümleri çerçevesinde geri alınır.
(7) Yatırımın devri hâlinde, devralan kurum, aynı
koşulları yerine getirmek kaydıyla belirtilen istisna, muafiyet ve desteklerden
yararlanır.”
hükmünü taşımaktadır.
6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında
Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un 80. maddesi; “Kalkınma planları ve yıllık
programlarda öngörülen hedefler doğrultusunda ülkemizin mevcut veya gelecekte
ortaya çıkabilecek ihtiyaçlarını karşılama, arz güvenliğini sağlama, dışa bağımlılığını
azaltma, teknolojik dönüşümü sağlama, yenilikçi, Ar-Ge yoğun ve katma değeri
yüksek olma niteliklerine ayrı ayrı ya da birlikte sahip olan ve proje bazında
Ekonomi Bakanlığı tarafından desteklenmesine karar verilen yatırımlar” için bir
dizi teşvik düzenlemesi yapmaktadır.
İptali istenilen 6745 sayılı “Yatırımların Proje
Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 80. maddesinin 4 numaralı fıkrası ile “Kalkınma
planları ve yıllık programlarda öngörülen hedefler doğrultusunda ülkemizin
mevcut veya gelecekte ortaya çıkabilecek ihtiyaçlarını karşılama, arz
güvenliğini sağlama, dışa bağımlılığını azaltma, teknolojik dönüşümü sağlama,
yenilikçi, Ar-Ge yoğun ve katma değeri yüksek olma niteliklerine ayrı ayrı ya
da birlikte sahip olan ve proje bazında Ekonomi Bakanlığı tarafından
desteklenmesine karar verilen yatırımlara” ilişkin olarak Bakanlar Kuruluna proje
bazlı yatırımlara diğer kanunlarla getirilen izin, tahsis, ruhsat, lisans ve
tesciller ile diğer kısıtlayıcı hükümler için istisna getirilebilme veya
yatırımları hızlandırmak ve kolaylaştırmak amacıyla yasal ve idari süreçlerde
düzenleme yapılabilme yetkisi vermektedir.
Ülkemizin küresel yarışma gücünü tahkim eden ve
üreten bir ekonomik yapıyı kurmak, gençlerimize nitelikli iş ve istihdam
sunacak, onlara umut verecek ekonomik koşulları oluşturmak zorunludur. Bu
nedenle yatırımların teşviki konusundaki adımların koordineli bir şekilde
atılması, aynı zamanda ekonomide yaratılan nimetlerin en adil şekilde
paylaşıldığı, devletin tüm vatandaşlarını kucakladığı bir yapıyı oluşturmamız,
elde edilen ekonomik ve sosyal kazanımların; ekolojik dengeyi, doğayı, çevreyi
koruyacak, gözetecek şekilde gerçekleşmesi ve bunu sağlayıcı tarzda tedbirlerin
de alınması gerekmektedir.
Vatandaşını zenginleştiren, herkesi kucaklayan,
hukuka saygılı, ekolojik dengeyi gözeten, sosyal barışı güçlendiren devlet iç
ve dış tüm yatırımcılara da güven verecektir. Bu nedenle proje bazlı
yatırımların teşviki ile ilgili olarak yasada yer alan hükümlerin anayasal
forma uygun olarak düzenlenmesi gerekmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 176’ncı maddesi
"Anayasanın dayandığı temel görüş ve ilkeleri belirten kısmı (başlangıç
kısmı) Anayasa metnine dahildir." kuralını öngörmüştür. Başlangıç kısmının
dördüncü paragrafında Anayasa'nın Başlangıç bölümünde ve 6. maddesinde, Millet
iradesinin mutlak üstünlüğü ve egemenliğin kayıtsız koşulsuz Türk Ulus'unun
olduğu; Türk Ulus'unun egemenliğini, Anayasa'nın koyduğu ilkelere göre, yetkili
organları eliyle kullanacağı; hiçbir kimse ya da organın kaynağını Anayasa'dan
almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağı belirtilmiştir.
Devlet organları Türk Ulusu adına egemenliği
kullanırken karmaşa yaratılmaması ve düzenin bozulmaması için, tüm çağdaş
parlamenter demokrasilerde olduğu gibi, erkler ayrılığı ilkesi benimsenmiş;
erkler ayrılığının, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret
ve bununla sınırlı uygar bir işbölümü olduğu vurgulanmış; egemenliği kullanan
Devlet organları arasında üstünlük bulunmadığı, üstünlüğün Anayasa ve
Anayasa'ya uygun olmak koşuluyla yasalarda olduğu belirtilmiştir.
Anayasamıza göre, egemenliği Türk Ulusu adına
kullanacak üç erk, yasama,yürütme ve yargıdır. Bu erklerden her biri Ulus
egemenliğini kendi görev alanı ile sınırlı biçimde kullanacaktır. Nitekim
Anayasa'nın 7, 8 ve 9. maddelerinde yasama, yürütme ve yargı organlarının görev
ve yetki alanı net olarak belirlenmiştir.
Anayasa'nın, 7. maddesinde, yasama yetkisinin Türk
Ulusu adına Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin olduğu, bu yetkinin
devredilemeyeceği, 8. maddesinde, yürütme yetki ve görevinin Cumhurbaşkanı ve
Bakanlar Kurulu'nca, Anayasa ve yasalara uygun olarak kullanılıp yerine
getirileceği, 9. maddesinde, yargı yetkisinin Türk Ulusu adına bağımsız
mahkemelerce kullanılacağı, belirtilmiştir.
Devlet organları, yasama, yürütme, yargı organları
arasındaki ilişkinin üstünlük sıralaması olmayıp belli Devlet yetki ve
görevinin kullanılmasından ibaret, bununla sınırlı medeni bir iş bölümü ve iş
birliği olduğu, üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda olduğu görüşünü
benimsemiş olması nedeniyle Anayasada gösterilen organların işlev, ödev ve
sorumluluklarını aşarak kendi alanı dışında diğer organın yetkisini üstlenerek
veya onun yetkisine giren bir konuda düzenleme yapması, yürütme organının
yasama organı yerine geçmesi ve onun yetkilerini üstlenmesi erkler ayrılığı
ilkesi ile anayasal sisteme uygun düşmemekte, Anayasanın 6., 7.ve 8 maddelerine
aykırı içerik taşımaktadır.
İptali istenilen 6745 sayılı “Yatırımların Proje
Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 80. Maddesinin 4 numaralı fıkrası ile “Kalkınma
planları ve yıllık programlarda öngörülen hedefler doğrultusunda ülkemizin mevcut
veya gelecekte ortaya çıkabilecek ihtiyaçlarını karşılama, arz güvenliğini
sağlama, dışa bağımlılığını azaltma, teknolojik dönüşümü sağlama, yenilikçi,
Ar-Ge yoğun ve katma değeri yüksek olma niteliklerine ayrı ayrı ya da birlikte
sahip olan ve proje bazında Ekonomi Bakanlığı tarafından desteklenmesine karar
verilen yatırımlara” ilişkin olarak Bakanlar Kuruluna proje bazlı yatırımlara
diğer kanunlarla getirilen izin, tahsis, ruhsat, lisans ve tesciller ile diğer
kısıtlayıcı hükümler için istisna getirilebilme veya yatırımları hızlandırmak
ve kolaylaştırmak amacıyla yasal ve idari süreçlerde düzenleme yapılabilme
yetkisi verilmesi erkler ayrılığı ilkesi ile anayasal sisteme uygun düşmemekte,
Anayasanın 6., 7., 8’inci maddelerine aykırı içerik taşımaktadır.
Anayasa’nın 2. maddesinde “hukuk devleti” ilkesine
yer verilmiştir. Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti, eylem ve işlemleri
hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı
sayıp yargı denetimine açık olan devlettir.
Kanunların kamu yararının
sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve
hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bir kuralın
kamu yararı dışında saklı bir amacı gerçekleştirmek amacıyla konulduğu
durumlarda yetki saptırması durumu ve giderek kuralın amaç açısından sakatlığı
ortaya çıkar.
Diğer taraftan, Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan
hukuk devletinin temel ilkelerinden biri 'belirlilik'tir. Bu ilkeye göre, yasal
düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve
kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması
gereklidir.
Anayasa’nın 6’ncı maddesinde ise egemenliğin
Anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanılacağı, hiçbir
kimse ve organın kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi
kullanamayacağı belirtilmiştir.
Anayasa'nın 7’nci maddesinde de 'Yasama yetkisi
Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.'
denilmiştir. Buna göre, yasa ile yürütme organına genel ve sınırları belirsiz
bir düzenleme yetkisinin verilebilmesi olanaklı değildir. Yürütmenin düzenleme
yetkisi, sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yasa ile yetkilendirme
Anayasa'nın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamını taşımamaktadır. Temel
ilkeleri belirlenmeksizin ve çerçevesi çizilmeksizin, yürütme organına
düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralı ile sınırsız, belirsiz, geniş bir
alanın yönetimin düzenlemesine bırakılması, Anayasa'nın belirtilen maddesine
aykırılık oluşturur.
Anayasanın 8’nci maddesi ise "Yürütme yetkisi
ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasa ve kanunlara
uygun olarak kullanılır ve yerine getirilir.” hükmünü içermektedir.
İptali istenilen 6745 sayılı “Yatırımların Proje
Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 80. Maddesinin 4 numaralı fıkrası ile “Kalkınma
planları ve yıllık programlarda öngörülen hedefler doğrultusunda ülkemizin
mevcut veya gelecekte ortaya çıkabilecek ihtiyaçlarını karşılama, arz
güvenliğini sağlama, dışa bağımlılığını azaltma, teknolojik dönüşümü sağlama,
yenilikçi, Ar-Ge yoğun ve katma değeri yüksek olma niteliklerine ayrı ayrı ya
da birlikte sahip olan ve proje bazında Ekonomi Bakanlığı tarafından
desteklenmesine karar verilen yatırımlara” ilişkin olarak Bakanlar Kuruluna proje
bazlı yatırımlara diğer kanunlarla getirilen izin, tahsis, ruhsat, lisans ve
tesciller ile diğer kısıtlayıcı hükümler için istisna getirilebilme veya
yatırımları hızlandırmak ve kolaylaştırmak amacıyla yasal ve idari süreçlerde
düzenleme yapılabilme yetkisi verilmektedir.
Yine söz konusu fıkra metninde geçen “diğer
kanunlar” ibaresi oldukça geniş bir kavram olup Türkiye Cumhuriyetinin
kurulmasından bugüne kadar yasalaştırılan ve yatırım süreçleri ile ilgili olup
sayılıp envanterinin dahi çıkarılmasının güç olduğu bir yasa kümesini
kapsamaktadır. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan buyana çıkarılmış ve halen
yürülükte bulunan kanun külliyatı üzerinde yapılan ve iddialı olmayan hızlı bir
tarama sonucunda en asgarisinden 60’ aşan Kanun veya Kanun Hükmünde
Kararnamenin varlığı tespit edilmiştir. Buna ilişkin liste dilekçe ekinde yer
almaktadır (Ek:1).
Keza fıkra metninde geçen “..yasal ve idari
süreçler” den ne kastedildiği belli değildir.
Söz konusu fıkra metninde geçen “izin, tahsis,
ruhsat, lisans ve tesciller ile diğer kısıtlayıcı hükümler” ibaresi de açık ve
net değildir. Çeşitli kanunların değişik maddelerinde arz güvenliği, yatırım,
tahsis, yapım, üretim, iletim, satış, ihracaat, ithalat vb. konularda lisans,
ön lisans, izin, ön izin, kullanma izni, tarife, arama ruhsatı, işletme
ruhsatı, araştırma izni, üretim belgesi, satış izni belgesi, radyosyon
güvenliği, doz sınırları belgesi, ÇED Raporu vb adlarla yer alan alınması,
kullanılması belirli prosedürlere tabi bulunan çok sayıda belge tanımı yapılmış
bulunmaktadır.
Fıkra metninde yer alan “diğer kanunlarla getirilen izin, tahsis,
ruhsat, lisans ve tesciller ile diğer kısıtlayıcı hükümler için istisna
getirilebilme veya yatırımları hızlandırmak ve kolaylaştırmak amacıyla yasal ve
idari süreçlerde düzenleme yapabilme yetkisi” ifadesi” keyfi kullanıma açık,
sınırları belirsiz bir anlam içermektedir. Bu ibare Bakanlar Kuruluna muğlak
bir takdir yetkisi vermekte, yani yürütme organına temel ilkeler belirlenmeden
sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisi tanımaktadır. Bu durum aynı zamanda
hukuk güvenliğini tehlikeye düşürmekte, asli düzenleme yetkisinin yürütmeye
devri anlamına gelmektedir.
Yasa metinlerinde açıklıktan yoksun ve keyfi bir düzenleme,
öngörülemezlik ve belirsizlik yaratır. Belirlilik ve öngörülebilirlik
özellikleri taşımayan ve dolayısı ile hukuki güvenlik sağlamayan kurallar ise
“hukuk devleti” ilkesi ve dolayısıyla Anayasanın Türkiye Cumhuriyetinin bir
hukuk devleti olduğunu ifade eden 2. nci maddesi ile bağdaşmamaktadır.
Anayasa Mahkemesinin pek çok kararında belirtildiği üzere, yasada
belirtilmesi gereken söz konusu hususlara yasada yer verilmemesi, yasaların
açık, anlaşılabilir ve sınırlan belirli kurallar içermesi gereğinin hukuk
güvenliğinin gerçeklemesi için ön koşul kabul edildiği hukuk devleti anlayışına
ve dolayısıyla Anayasanın 2. maddesine aykırı düşmektedir.
6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında
Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un 80. Maddesinin 4 numaralı fıkrası ile Bakanlar
Kuruluna hiçbir çerçeve çizilmeksizin, hiçbir sınırlamayla bağlı olmaksızın ve
esaslar belirlenmeksizin; proje bazlı yatırırmlar için sayısı bilinmeyen,
ismine dahi yer verilmeyen ve niteliği dahi belli olmayan çok sayıdaki kanundaki
çok sayıdaki hükümde yatırımlarla ilgili olarak yer alan tüm izin, tahsis,
ruhsat, lisans, tesciller ile diğer kısıtlayıcı hükümler için istisna
getirebilme ve bu kanunlarla getirilen yasal ve idari süreçlerde düzenleme
yapılabilme yetkisi verilmektedir.
Açıklıktan yoksun ve keyfi bir düzenleme,
öngörülemezlik ve belirsizlik yaratır. Belirlilik ve öngörülebilirlik
özellikleri taşımayan ve dolayısı ile hukuki güvenlik sağlamayan kurallar ise
“hukuk devleti” ilkesi ve dolayısıyla Anayasanın Türkiye Cumhuriyetinin bir
hukuk devleti olduğunu ifade eden 2. nci maddesi ile bağdaşmaz.
Anayasa Mahkemesi 29.11.2005 günlü ve E. 2005/6,
K.2005/93 sayılı kararında;
“Anayasa’nın 7. maddesinde, ‘Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye
Büyük Millet Meclisi’nindir. Bu yetki devredilemez’ denilmektedir. Buna göre,
yasa koyucunun temel ilkeleri koymadan, çerçeveyi çizmeden yürütmeye yetki
vermemesi, sınırsız, belirsiz bir alanı, yönetimin düzenlemesine bırakmaması
gerekir. Yasa ile yetkilendirme Anayasa’nın öngördüğü biçimde yasa ile
düzenleme anlamına gelmez. Yasa koyucu, gerektiğinde sınırlarını belirlemek
koşuluyla bazı konuların düzenlenmesini idareye bırakabilir. Bu bağlamda, sık
sık değişik önlemler alınmasına veya bunların kaldırılmasına gerek görülen
ekonomik, teknik veya benzeri alanlarda temel kurallar saptandıktan sonra
ayrıntıların düzenlenmesinin idareye verilmesi, yasama yetkisinin devri olarak
nitelendirilemez.
Ancak, iptali istenilen bentlerle Maliye Bakanı’na çerçevesi
çizilmemiş, esasları belirlenmemiş bir alanda hiçbir sınırlamaya bağlı
olmaksızın geniş yetkiler tanınarak yasama yetkisinin devrine yol açılmıştır.”
denilmektedir.
Anayasa Mahkemesi’nin 11.04.2007 tarihli 2006/35 e ve 2007/48 K. Sayılı
kararında da;
“Anayasanın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin başlangıçta
belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti
olduğu vurgulanmıştır. Hukuk devleti, tüm işlem ve eylemleri hukuka uygun olan,
her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdürmeyi
amaçlayan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasaya aykırı durum
ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasa ve yasa
koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan
devlettir
Anayasanın 7. maddesinde “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye
Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.”
denilmektedir.
Buna göre, yasa koyucunun temel ilkeleri koymadan, çerçeveyi çizmeden
yürütmeye yetki vermemesi, sınırsız, belirsiz bir alanı, yönetimin
düzenlemesine bırakmaması gerekir.
Anayasa Mahkemesi’nin önceki kararlarında vurgulandığı üzere,
Anayasada yasa ile düzenlenmesi öngörülen konularda yürütme organına genel ve
sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi olanaklı değildir.
Yürütmenin düzenleme yetkisi yasa ile sınırlandırılmış, tamamlayıcı bir
yetkidir. Bu nedenle, Anayasada öngörülen ayrık durumlar dışında, yürütme
organına yasalarla düzenlenmemiş bir alanda genel nitelikte kural koyma yetkisi
verilemez. Ayrıca, yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının
Anayasanın 7. maddesine uygun olabilmesi için temel ilkelerin konulması, çerçevenin
çizilmesi, düzenleme için sınırsız, belirsiz, geniş bir alanın bırakılmaması
gerekir.Yasa koyucunun temel ilkeleri koymadan, çerçeveyi çizmeden yürütmeye
yetki vererek, sınırsız ve belirsiz bir alanı yönetimin düzenlemesine
bırakması, yasama yetkisinin devri sonucunu doğurmaktadır.
İptali istenen hüküm; Bakanlar Kurulu'na "süresiz ve
sınırsız" bir yasama yetkisi tanıdığı için Anayasa'nın 7. maddesine
aykırıdır. Çünkü, söz konusu hükümle proje bazlı yatırımlara daha önceden
yürürlüğe giren hangi yasada, hangi hükümlerde getirilen izin, tahsis, ruhsat,
lisans ve tesciller ile diğer kısıtlayıcı hükümler için istisna getirildiği, bu
yasa hükümlerinin nelerden ibaret olduğu veya hangi yasada, hangi hükümlerde yatırımları
hızlandırmak ve kolaylaştırmak amacıyla yasal ve idari süreçlerde düzenleme
yapılabilme yetkisi alındığı belirli değildir. Bu yetkinin sınırları ve süresi
de belirsizdir.
Bu fıkra hükmü ile daha önce yasama organında anayasaya uygun olarak
kabul edilip yasalaşan kanunlarda yer alan hükümlerle belirli olan ve belirli
şartlara bağlanan tüm izin, tahsis, ruhsat, lisans, tesciller ile diğer
kısıtlayıcı hükümler; “Kalkınma planları ve yıllık programlarda öngörülen
hedefler doğrultusunda ülkemizin mevcut veya gelecekte ortaya çıkabilecek ihtiyaçlarını
karşılama, arz güvenliğini sağlama, dışa bağımlılığını azaltma, teknolojik
dönüşümü sağlama, yenilikçi, Ar-Ge yoğun ve katma değeri yüksek olma
niteliklerine ayrı ayrı ya da birlikte sahip olan ve proje bazında Ekonomi
Bakanlığı tarafından desteklenmesine karar verilen yatırımlara” Bakanlar
Kurulu Kararı ile uygulanmayabilecektir. Yine bu kanunlarda yer alan hükümler ile
tayin olunan yasal ve idari süreçlerde yatırımları hızlandırmak ve
kolaylaştırmak amacıyla Bakanlar Kurulu kararı proje bazlı yatırımlar için düzenleme
yapılabilecektir. Başka bir deyimle Bakanlar Kuruluna sayısı belli olmayan çok
sayıda kanun ve bu kanunlarda yer alan çok sayıdaki hükümde yasama organına
müracaat etmeden düzenleme yapabilme yetkisi verilmekte, yasama işlevi yürütme
organına devrolunmaktadır.
Bu durum Bakanlar Kuruluna, yasama yetkisinin devri demektir ve
yasama yetkisinin Türk Ulusu adına TBMM'nin olduğuna ve devredilemeyeceğine
ilişkin Anayasa hükmüne aykırılık teşkil edecektir.
Hiçbir çerçeve çizilmeksizin, hiçbir sınırlamayla bağlı olmaksızın ve
esaslar belirlenmeksizin, süre konulmadan 6745 sayılı “Yatırımların Proje
Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 80. Maddesinin 4 numaralı fıkrası ile Bakanlar
Kuruluna; proje bazlı yatırırmlar için sayısı bilinmeyen, ismine dahi yer
verilmeyen ve niteliği dahi belli olmayan çok sayıdaki kanunun çeşitli
hükümlerinde yer alan tüm izin, tahsis, ruhsat, lisans, tesciller ile diğer
kısıtlayıcı hükümler için istisna getirebilme ve yine proje bazlı yatırımlar
için yatırımları hızlandırmak ve kolaylaştırmak amacıyla bu kanunlarla
getirilen yasal ve idari süreçlerde düzenleme yapılabilme yetkisi tanınması;
Anayasanın 2’nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine, Anayasanın 6’ncı maddesi
hükmüne, Anayasanın 7’nci maddesinde yer alan “'Yasama yetkisi Türk Milleti
adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir.Bu yetki devredilemez” hükmüne ve
“yürütme yetkisinin anayasaya ve kanunlara göre yürütülmesi gerektiğini belirten
Anayasanın 8’nci maddesine aykırılık teşkil etmektedir.
Bu fıkra hükmüne benzer sayılabilecek bir düzenleme 6306 sayılı
Kanunda yapılmak istenilmiştir. Afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar
dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde, fen ve sanat norm ve
standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere
iyileştirme, tasfiye ve yenilemelere dair usul ve esasları belirlemek amacıyla
yürürlüğe konulan 31.05.2012 gün ve 28309 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak
yürürlüğe giren 16.05.2012 gün ve 6306 sayılı “Afet Riski Altındaki Alanların
Dönüştülmesi Hakkında Kanun”un “Uygulanmayacak Mevzuat” başlıklı 9’uncu
maddesi aşağıdaki gibidir.
“MADDE 9 – (1) Bu Kanun uyarınca yapılacak olan planlar, 3/5/1985
tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanununda ve imara ilişkin hükümler ihtiva eden
özel kanunlar da dâhil olmak üzere diğer mevzuatta belirtilen kısıtlamalara
tabi değildir. Bu Kanuna tabi riskli yapılar, riskli alanlar ve rezerv yapı
alanları hakkında 7269 sayılı Kanunun uygulanıyor olması bu Kanunun
uygulanmasına engel teşkil etmez.
(2) Bu Kanun kapsamındaki alanlarda bu Kanunun öngördüğü uygulamaların
zaruri kılması hâlinde, bu uygulamaların gerektirdiği iş ve işlemler hakkında;
a) 26/1/1939 tarihli ve 3573 sayılı Zeytinciliğin Islahı ve
Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanunun,
b) 31/8/1956 tarihli ve 6831 sayılı Orman Kanununun,
c) Afete maruz bölgeye ilişkin hükümleri saklı kalmak kaydıyla
15/5/1959 tarihli ve 7269 sayılı Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısiyle
Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanunun,
ç) 28/12/1960 tarihli ve 189 sayılı Millî Savunma Bakanlığı İskân
İhtiyaçları İçin Sarfiyat İcrası ve Bu Bakanlıkça Kullanılan Gayrimenkullerden
Lüzumu Kalmıyanların Satılmasına Salâhiyet Verilmesi Hakkında Kanunun,
d) 18/12/1981 tarihli ve 2565 sayılı Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik
Bölgeleri Kanununun,
e) 12/3/1982 tarihli ve 2634 sayılı Turizmi Teşvik Kanununun,
f) 21/7/1983 tarihli ve 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını
Koruma Kanununun,
g) 4/4/1990 tarihli ve 3621 sayılı Kıyı Kanununun,
ğ) 25/2/1998 tarihli ve 4342 sayılı Mera Kanununun,
h) 16/6/2005 tarihli ve 5366 sayılı Yıpranan Tarihi ve Kültürel
Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında
Kanunun,
ı) 3/7/2005 tarihli ve 5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı
Kanununun,
i) Geri görünüm ve etkilenme bölgeleri bakımından 18/11/1983 tarihli
ve 2960 sayılı Boğaziçi Kanununun,
bu Kanunun uygulanmasını engelleyici hükümleri ve diğer kanunların bu
Kanuna aykırı hükümleri uygulanmaz. Ancak, bu Kanunun öngördüğü uygulamalar
sırasında, bahsedilen kanunların amaçları ayrıca gözetilir. Uygulamalar için
6831 sayılı Kanuna tabi alanların kullanılması zaruri olduğu takdirde, başka
yerlerde en az bu alanlar kadar alanın ağaçlandırılması, 3573 sayılı Kanuna
tabi alanların kullanılması zaruri olduğu takdirde de, başka yerlerde en az bu
alanlar kadar alanın zeytinlik alan hâline getirilmesi mecburidir.
(3) 2863 sayılı Kanun ve 5366 sayılı Kanun kapsamındaki alanlarda
uygulamada bulunulması hâlinde alanın sit statüsü de gözetilerek Kültür ve
Turizm Bakanlığının görüşü alınır.”
Anılan madde hükmünde 12 adet kanunun 6306 sayılı
“Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştülmesi Hakkında Kanun”un uygulanmasını
engelleyici ve diğer kanunların yine anılan kanuna aykırı hükümlerinin
uygulanmayacağı hususu düzenlenmiş bulunmakta idi.
Söz konusu maddenin Anayasa’ya aykırılığı ileri
sürülerek açılan dava ile ilgili olarak Anayasa Mahkemesi’nin 27.02.2014 günlü ve
E. 2012/87, K.2014/41 sayılı kararında;
“Dava dilekçesinde, toplam on iki kanunun,
Kanun’un uygulanmasını engelleyici hükümlerinin uygulanmayacağının
belirtilmesiyle her türlü alanın yapılaşmaya açılmış olduğu, Kanun’un
uygulanması sırasında, riskli alanlar ve riskli yapılar konusunda kamusal
nitelikli hiçbir koruma olanağı kalmadığı, doğal, kentsel ve arkeolojik sit
alanlarında dilediğince tasarrufta bulunulma imkânı tanındığı belirtilerek
kuralın, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 5., 10., 36., 125. ve 153. maddelerine
aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
6216 sayılı Kanun’un 43. maddesine göre, ilgisi
nedeniyle dava konusu kural Anayasa’nın 43., 44., 45., 56., 63. ve 169.
maddeleri yönünden de incelenmiştir.
Dava konusu kuralla, Kanun kapsamındaki alanlarda,
anılan Kanun’un öngördüğü uygulamaların zaruri kılması hâlinde, bu
uygulamaların gerektirdiği iş ve işlemler hakkında;
a- 3573 sayılı Kanun’un,
b- 6831 sayılı Kanun’un,
c- Afete maruz bölgeye ilişkin hükümleri saklı kalmak
kaydıyla 7269 sayılı Kanun’un,
ç- 189 sayılı Kanun’un,
d- 2565 sayılı Kanun’un,
e- 2634 sayılı Kanun’un,
f- 2863 sayılı Kanun’un,
g- 3621 sayılı Kanun’un,
ğ- 4342 sayılı Kanun’un,
h- 5366 sayılı Kanun’un,
ı- 5403 sayılı Kanun’un,
i- Geri Görünüm ve Etkilenme Bölgeleri Bakımından
2960 sayılı Kanun’un,dava konusu Kanun’un uygulanmasını engelleyici hükümleri
ve diğer kanunların bu Kanun’a aykırı hükümlerinin uygulanmayacağı ancak
Kanun’un öngördüğü uygulamalar sırasında, bahsedilen kanunların amaçlarının
ayrıca gözetileceği; uygulamalar için 6831 sayılı Kanun’a tabi alanların
kullanılmasının zaruri olduğu hâllerde, başka yerlerde en az bu alanlar kadar
alanın ağaçlandırılmasının, 3573 sayılı Kanun’a tabi alanların kullanılması
zaruri olduğu hâllerde ise başka yerlerde en az bu alanlar kadar alanın
zeytinlik alan hâline getirilmesinin mecburi olduğu hükme bağlanmıştır.
Anayasa’nın 43. maddesinde “kıyılar”; 44.
maddesinde “toprak”; 45. maddesinde “tarım arazileri ile çayır ve meralar”; 63.
maddesinde “tarih, kültür ve tabiat varlıkları”; 169. maddesinde “ormanlar”
yönünden güvenceler öngörülmüştür. Ayrıca Anayasa’nın 56. maddesinde “sağlıklı
ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı” düzenlenmiştir.
Devlete verilen bu görevlerin, Anayasa’da güvence
altına alınan yerlere ilişkin özel kanunlarla da yaşama geçirileceğinde kuşku
bulunmamaktadır. Dava konusu kuralın (ç) ve (d) bentleri dışındaki bentlerinde
sayılan kanunlar bu kapsamdadır.
Anayasa’nın yukarıda belirtilen maddelerinde
ifadesini bulan ödevlerin somut tedbirlerle nasıl yerine getirileceği şüphesiz
kanun koyucunun takdirindedir. Bu anlamda kanun koyucu dava konusu kuralda
sayılan kanunlar ile sayılmayan diğer kanunların hükümleriyle bağlı değildir.
Bununla birlikte söz konusu ödevlerin ne şekilde yerine getireceğine ilişkin
yeni bir kanuni düzenleme yapılmaksızın idarenin Kanun’u uygularken anılan
kanunlardaki kısıtlamaların dışında tutulması, Anayasa’nın sözü edilen
maddelerinde öngörülen koruma ödevleriyle bağdaşmaz.
Dava konusu kuralda, “Ancak, bu Kanunun öngördüğü
uygulamalar sırasında, bahsedilen kanunların amaçları ayrıca gözetilir.
Uygulamalar için 6831 sayılı Kanuna tabi alanların kullanılması zaruri olduğu
takdirde, başka yerlerde en az bu alanlar kadar alanın ağaçlandırılması, 3573
sayılı Kanuna tabi alanların kullanılması zaruri olduğu takdirde de, başka
yerlerde en az bu alanlar kadar alanın zeytinlik alan hâline getirilmesi
mecburidir.” denilmiş olması da bu durumu değiştirmemektedir. Çünkü anılan
hüküm, Anayasa’da koruma altına alınan yerlerin anayasal güvenceler dikkate
alınarak ne şekilde kullanılacağına ilişkin usul ve esasları değil, idarenin
takdirine bağlı olarak gerçekleşecek kullanımın sonuçlarının nasıl
giderileceğini düzenlemektedir. Kaldı ki kullanımın sonuçlarının giderilmesi de
kural kapsamına giren ve anayasal koruma altında bulunan tüm yerlere ilişkin
değildir.
Diğer taraftan dava konusu kuralın (ç) bendinde
yer alan 189 sayılı Kanunla, milli savunma ihtiyaçları için anılan Kanun’un
neşri tarihine kadar gerek muhtelif kanunlara ve 3887 sayılı Kanun’a göre
iktisap edilen, gerekse tahsisli ve tahsissiz olarak işgal edilmek suretiyle
kullanılan devlete ait gayrimenkullerden hizmet için lüzumu kalmayanların Milli
Savunma Bakanlığı ile mutabık kalınarak tahsislerinin kaldırılması ve satılmasına
ilişkin usul ve esaslar; (d) bendinde yer alan 2565 sayılı Kanunla ise yurt
savunması bakımından hayati önemi haiz askeri tesisler ve bölgeler ile
sınırların, güvenlik ve gizliliğini sağlamak için bunların çevrelerinde,
kıyılarında ve havalarında; kara, deniz ve hava askeri yasak bölgelerinin, yurt
savunması veya yurt ekonomisine önemli ölçüde katkıda bulunan veya kısmen dahi
tahripleri veya devamlı olarak ya da geçici bir zaman için faaliyetten
alıkonulmaları halinde milli güvenlik veya toplum hayatı bakımından olumsuz
sonuçlar doğurabilecek diğer askeri tesis ve bölgeler ile kamu veya özel
kuruluşlara ait her türlü yer ve tesislerin etrafında güvenlik bölgelerinin
kurulması, kaldırılması ve gerektiğinde genişletilmesine ilişkin usul ve
esaslar düzenlenmektedir.
Anılan kanunların düzenleme alanı doğrudan
Anayasa’da koruma altına alınan yerlerle ilgili değilse de burada da sınırları
kanunla çizilmeyen belirsiz bir alanda yürütme organına uygulama yetkisi
verilmektedir. Bu durum, hukuk devletinin bir gereği olan “belirlilik”
ilkesiyle bağdaşmaz.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural
Anayasa’nın 2., 5., 43., 44., 45., 56., 63. ve 169. maddelerine aykırıdır.
İptali gerekir.”
denilmiştir.
İptali istenilen fıkra; ile pek çok mevzuatta yer
alan ve işletilen idari prosedürler sonucu tesis edilen idari işlemlerin,
çeşitli mevzuatlarda kısıtlayıcı hükümlerin devreden çıkartılmasına hatta yasal
ve idari süreçlerde düzenleme yapabilmesine dair bakanlar Kuruluna yetki
verilmiştir.
Bu yetkiler dahilinde yatırımlar için alınması
gereken imar izinleri, ruhsatlar, ÇED oluru, tahsisler gibi her türlü idari
izinler ve olur mekanizmaları ve buna dair idari süreçlerin devreden çıkarılması,
çevre ve doğaya telafisi imkansız zararlar vermesi muhtemel ruhsatsız, imar
izinsiz ÇED’siz, plan ve şehircilik ilkelerine aykırı projelerle, kırda ve
kentte ekolojik yıkımlara sebebiyet veren yatırım projeleri realize
edilebilecek ancak bunlara dair yargı yoluna başvurulamayabilecektir.
Örneğin orman tahsisi, mera tahsisi gibi tahsisler
normal prosedür dışına çıkartıldığından, buna dair idari süreç ve raporlamalar,
bu süreçte gözetilecek hususlar yatırımcı için devreden çıkartılmış olacak, yatırım
merada, orman alanında her hangi bir kısıta tabi olmadan başlayabilecek ya da
devam edecek; yargı yolu ile denetim, tesis edilmemiş idari işlemler nedeni ile
zorlaşacaktır.
Aynı şekilde enerji projelerinde uzun bir idari
prosedür olan enerji üretim lisansları konusunda kolaylıklar getirilebilecek böylece
hem idari denetim ve yine hem yargısal denetim devre dışı kalacaktır. Keza
yatırımın uygulama safhasında bu günden öngörülemeyen diğer kısıtlayıcı
hükümler de Bakanlar Kurulunca devreden çıkartılabilecektir.
Söz konusu fıkra düzenlemesi ile, anayasal koruma
altında bulunan ormanlar, meralar, kıyılar, tarım arazileri, tarihi ve kültür
varlıkların bulunduğu alanlar, “proje bazlı yatırım” alanı ilan edilebilir, bu
konuda yasada kıstlayıcı bir hüküm bulunmadığı gibi kısıtlayıcı hükümlerden de
muafiyet öngörülmektedir.
Kanunların, kamu yararının sağlanması amacına
yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet
ölçütlerini gözetmesi ve kazanılmış hakları ihlâl etmemesi Anayasa'nın 2.
maddesinde belirtilen hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle kanun
koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal
sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde
tutarak kullanması gerekir.
Anayasa'nın 5. maddesinde,"Devletin temel
amaç ve görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin
bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun
refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini,
sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan
siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî
varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır."denilmektedir.
Anayasa'nın 5. maddesiyle kişilerin ve toplumun
refah, huzur ve mutluluğunu sağlama ve insanın maddi ve manevi varlığının
gelişmesi için gerekli şartları hazırlama ödevi devlete verilirken; 56.
maddesiyle de herkesin, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip
olduğu belirtilerek bu hakkı korumanın yine devletin ödevi olduğu
vurgulanmaktadır.
Anayasa’nın 43. Maddesinde “kıyılar”; 44. maddesinde
“toprak”; 45. maddesinde “tarım arazileri ile çayır ve meralar”; 63. maddesinde
“tarih, kültür ve tabiat varlıkları”; 168. addesinde “tabii servetler”169.
maddesinde “ormanlar” yönünden güvenceler öngörülmüştür.. Devlete verilen bu
görevlerin, Anayasa’da güvence altına alınan yerlere ilişkin özel kanunlarla da
yaşama geçirileceğinde kuşku bulunmamaktadır
Anayasa’nın “Kıyılardan yararlanma” başlıklı 43. maddesinde;
“Kıyılar, Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır.
Deniz, göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil
şeritlerinden yararlanmada önceliklekamu yararı gözetilir. Kıyılarla sahil
şeritlerinin, kullanılış amaçlarına göre derinliği ve kişilerin bu yerlerden
yararlanma imkan ve şartları kanunla düzenlenir.”
Anayasa’nın “Toprak mülkiyeti” başlıklı 44. maddesinde;
“Devlet, toprağın verimli olarak işletilmesini
korumak ve geliştirmek, erozyonla kaybedilmesini önlemek ve topraksız olan veya
yeter toprağı bulunmayan çiftçilikle uğraşan köylüye toprak sağlamak amacıyla
gerekli tedbirleri alır. Kanun, bu amaçla, değişik tarım bölgeleri ve
çeşitlerine göre toprağın genişliğini tesbit edebilir. Topraksız olan veya
yeter toprağı bulunmayan çiftçiye toprak sağlanması, üretimin düşürülmesi,
ormanların küçülmesi ve diğer toprak ve yeraltı servetlerinin azalması sonucunu
doğuramaz. Bu amaçla dağıtılan topraklar bölünemez, miras hükümleri dışında
başkalarına devredilemez ve ancak dağıtılan çiftçilerle mirasçıları tarafından
işletilebilir. Bu şartların kaybı halinde, dağıtılan toprağın Devletçe geri
alınmasına ilişkin esaslar kanunla düzenlenir.”
Anayasa’nın “Tarım, hayvancılık ve bu üretim
dallarında çalışanların korunması” başlıklı 45. maddesinde;
“Devlet, tarım arazileri ile çayır ve mer'aların
amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek, tarımsal üretim planlaması
ilkelerine uygun olarak bitkisel ve hayvansal üretimi artırmak maksadıyla,
tarım ve hayvancılıkla uğraşanların işletme araç ve gereçlerinin ve diğer
girdilerinin sağlanmasını kolaylaştırır. Devlet, bitkisel ve hayvansal
ürünlerin değerlendirilmesi ve gerçek değerlerinin üreticinin eline geçmesi
için gereken tedbirleri alır.”
Anayasa’nın “Tarih, kültür ve tabiat
varlıklarının korunması” başlıklı 63. maddesinde;
“Devlet, tarih, kültür ve tabiat varlıklarının ve
değerlerinin korunmasını sağlar, bu amaçla destekleyici ve teşvik edici
tedbirleri alır. Bu varlıklar ve değerlerden özel mülkiyet konusu olanlara
getirilecek sınırlamalar ve bu nedenle hak sahiplerine yapılacak yardımlar ve
tanınacak muafiyetler kanunla düzenlenir”
Anayasa’nın “Tabii servetlerin ve kaynakların
aranması ve işletilmesi” başlıklı 168.. maddesinde;
“Tabii servetler ve kaynaklar Devletin hüküm ve
tasarrufu altındadır. Bunların aranması ve işletilmesi hakkı Devlete aittir.
Devlet bu hakkını belli bir süre için, gerçek ve tüzelkişilere devredebilir.
Hangi tabii servet ve kaynağın arama ve işletmesinin, Devletin gerçek ve
tüzelkişilerle ortak olarak veya doğrudan gerçek ve tüzelkişiler eliyle
yapılması, kanunun açık iznine bağlıdır. Bu durumda gerçek ve tüzelkişilerin
uyması gereken şartlar ve Devletçe yapılacak gözetim, denetim usul ve esasları
ve müeyyideler kanunda gösterilir.”
Anayasa’nın “Ormanların korunması ve
geliştirilmesi” başlıklı 169.. maddesinde;
“Devlet, ormanların korunması ve sahalarının
genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır. Yanan
ormanların yerinde yeni orman yetiştirilir, bu yerlerde başka çeşit tarım ve
hayvancılık yapılamaz. Bütün ormanların gözetimi Devlete aittir. Devlet
ormanlarının mülkiyeti devrolunamaz. Devlet ormanları kanuna göre, Devletçe
yönetilir ve işletilir. Bu ormanlar zamanaşımı ile mülk edinilemez ve kamu
yararı dışında irtifak hakkına konu olamaz. Ormanlara zarar verebilecek hiçbir
faaliyet ve eyleme müsaade edilemez. Ormanların tahrip edilmesine yol açan
siyasi propaganda yapılamaz; münhasıran orman suçları için genel ve özel af
çıkarılamaz. Ormanları yakmak, ormanı yok etmek veya daraltmak amacıyla işlenen
suçlar genel ve özel af kapsamına alınamaz. Orman olarak muhafazasında bilim ve
fen bakımından hiçbir yarar görülmeyen, aksine tarım alanlarına
dönüştürülmesinde kesin yarar olduğu tespit edilen yerler ile 31/12/1981
tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş
olan tarla, bağ, meyvelik, zeytinlik gibi çeşitli tarım alanlarında veya
hayvancılıkta kullanılmasında yarar olduğu tespit edilen araziler, şehir,
kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerler dışında, orman
sınırlarında daraltma yapılamaz.”
hükmü yer almaktadır.
Anayasa’da koruma altına alınan yerlerin anayasal
güvenceler dikkate alınarak ne şekilde kullanılacağına ilişkin usul ve esasları
bu anayasal esaslar dikkate alınarak çıkarılan çok sayıdaki yasada yer
almaktadır.
Örneğin; Anayasa'nın "Sağlık hizmetleri ve
çevrenin korunması" başlıklı 56. maddesinde de,"Herkes, sağlıklı ve
dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir. Çevreyi geliştirmek, çevre
sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların
ödevidir."hükmü yer almaktadır. Bu madde bütünüyle incelendiğinde;
"sağlıklı ve dengeli çevre" kavramına, doğal güzelliklerin korunduğu,
kentleşme ve sanayileşmenin getirdiği hava ve su kirlenmesinin önlendiği bir
çevre kadar, belli bir plan ve programa göre düzenlenmiş çevrenin de gireceği
kuşkusuzdur (AYMK. 11.12.1986 tarihli ve E.1985/11, K.1986/2).
Devlete verilen bu görevlerin yaşama geçirilmesi
bakımından, çevre mevzuatıyla getirilen düzenlemeler büyük önem taşımaktadır.
Anayasa'nın 5. ve 56. maddeleri ile Devlete verilen görevlerin yerine
getirilmesi, üretim faaliyetlerinin belli bir plan ve program çerçevesinde
yapılması ve bu faaliyetlerin gözetimi ve denetimi ile gerçekleşebilir.
Anayasa'da yer alan"sağlıklı ve dengeli çevre"kavramına, doğal
güzelliklerin korunduğu, kentleşme ve sanayileşmenin getirdiği hava ve su
kirlenmesinin önlendiği bir çevre kadar, işin niteliğine göre belirli esaslara
uygun olarak üretim faaliyetlerinin gerçekleştirildiği çevrenin de gireceği
kuşkusuzdur.
Örneğin; Çevre mevzuatına ilişkin kurallar esas
olarak 2872 sayılı Çevre Kanunu'nda yer almaktadır. 2872 sayılı Kanun'un amacı,
Kanun'un 1. maddesinde, bütün canlıların ortak varlığı olan çevrenin,
sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir kalkınma ilkeleri doğrultusunda
korunmasını sağlamak olduğu ifade edilmiştir. Anılan Kanun'un 2. maddesinde ise
sürdürülebilir çevre "Gelecek kuşakların ihtiyaç duyacağı kaynakların
varlığını ve kalitesini tehlikeye atmadan, hem bugünün hem de gelecek
kuşakların çevresini oluşturan tüm çevresel değerlerin her alanda (sosyal,
ekonomik, fizikî vb.) ıslahı, korunması ve geliştirilmesi sürecini ifade
eder."; sürdürülebilir kalkınma ise "Bugünkü ve gelecek kuşakların,
sağlıklı bir çevrede yaşamasını güvence altına alan çevresel, ekonomik ve
sosyal hedefler arasında denge kurulması esasına dayalı kalkınma ve gelişmeyi
ifade eder." biçiminde tanımlanmıştır.
Buna göre sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir
kalkınma ilkelerinin içeriği itibarıyla hem bugünün hem de gelecek kuşakların
çevresini oluşturan tüm çevresel değerlerin her alanda ıslahı, korunması ve
geliştirilmesi ile sağlıklı bir çevrede yaşamasını güvence altına aldığı
açıktır.
Bu çerçevede anılan Kanun'un amacının
gerçekleşebilmesi ve sürdürülebilir çevrenin korunması bu Kanun'da belirtilen
hususların yerine getirilmesi ile mümkün olacaktır. Ayrıca, sağlıklı ve dengeli
bir çevre yaratılması, öncelikle yapılacak faaliyetlerin denetlenmesini
gerektirir. Bu denetimin etkin araçlarından biri de bu Kanun'da düzenlenen
izinlerdir. Başka bir anlatımla faaliyetlerin yapılması sırasında çevrenin
korunması, çevreye verilen bu olumsuz etkilerin giderilmesi ve zararın en aza
indirgenmesi açısından başta 2872 sayılı Kanun'da ve diğer mevzuatta belirtilen
çeşitli izinlerin alınmasına ilişkin hükümler büyük önem taşımaktadır
İnsanın, toplumun ve çevrenin varlık, sağlık ve
güvenliği ile bu konuda Anayasa'nın Devlete yüklediği görev göz önünde
bulundurulduğunda sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı; “Kalkınma
planları ve yıllık programlarda öngörülen hedefler doğrultusunda ülkemizin
mevcut veya gelecekte ortaya çıkabilecek ihtiyaçlarını karşılama, arz
güvenliğini sağlama, dışa bağımlılığını azaltma, teknolojik dönüşümü sağlama,
yenilikçi, Ar-Ge yoğun ve katma değeri yüksek olma niteliklerine ayrı ayrı ya
da birlikte sahip olan ve proje bazında Ekonomi Bakanlığı tarafından
desteklenmesine karar verilen yatırımlar” a ilişkin tercihlerin etkileneceği
gerekçeleriyle uzun süreli olarak vazgeçilecek veya gözardı edilecek haklardan
değildir.
Anayasa’nın yukarıda belirtilen maddelerinde
ifadesini bulan ödevlerin somut tedbirlerle nasıl yerine getirileceği şüphesiz
kanun koyucunun takdirindedir. Bu konudaki bütün bu yasal ve idari
düzenlemeler ve bunlara ilişkin usul ve esaslar bu anayasal sınırlar dikkate
alınarak çıkarılan çok sayıdaki yasada yer almaktadır.
Bu anlamda söz konusu yasalarda herhangi yeni bir
düzenleme yapmaksızın “Kalkınma planları ve yıllık programlarda öngörülen
hedefler doğrultusunda ülkemizin mevcut veya gelecekte ortaya çıkabilecek
ihtiyaçlarını karşılama, arz güvenliğini sağlama, dışa bağımlılığını azaltma,
teknolojik dönüşümü sağlama, yenilikçi, Ar-Ge yoğun ve katma değeri yüksek olma
niteliklerine ayrı ayrı ya da birlikte sahip olan ve proje bazında Ekonomi
Bakanlığı tarafından desteklenmesine karar verilen yatırımlara” ilişkin olarak
proje bazlı yatırımlara diğer kanunlarla getirilen izin, tahsis, ruhsat, lisans
ve tesciller ile diğer kısıtlayıcı hükümler için istisna getirilebilme veya
yatırımları hızlandırmak ve kolaylaştırmak amacıyla yasal ve idari süreçlerde
düzenleme yapılabilme yetkisinin Bakanlar Kuruluna verilmesi, bu nedenle bu
durumdaki yatırımlar için mevcut yasalarda bulunan izin, tahsis, ruhsat, lisans
ve diğer kısıtlayıcı hükümler bakımından istisna uygulanması, yasal ve idari
süreçlerde yeni düzenlemeler yapılması, Anayasa’nın 5., 43., 44., 45., 56.,
63., 168. ve 169’uncu sözü edilen maddelerinde öngörülen koruma ödevleriyle
bağdaşmamaktadır.
Anayasa’nın "Hak arama hürriyeti"
başlıklı 36. maddesinin birinci fıkrasında, "Herkes, meşrû vasıta ve
yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı
olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir." denilerek
yargı organlarına davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu
olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır.
Anayasa’nın 125. maddesinde ise "İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine
karşı yargı yolu açıktır..." denilmektedir. Her iki maddeyle güvence
altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak niteliği
taşımasının ötesinde diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde
yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden
biridir. Kişilere yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması adil bir
yargılamanın ön koşulunu oluşturur.
Ayrıca iptali
istenilen fıkra hükmü ile bahse konu proje yatırımları için mevcut yasalarda
bulunan izin, tahsis, ruhsat, lisans ve diğer kısıtlayıcı hükümler bakımından
istisna uygulanması, yasal ve idari süreçlerde yeni düzenlemeler yapılması
denetim ve yargıya başvuru prosedürlerini engelleyeceğinden Anayasa’nın 36.
maddesinde düzenlenen “Hak arama hürriyeti” hükmüne ve 125. maddesi hükümlerine
aykırı bulunmaktadır.
Anayasanın
“Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma” başlıklı 90’ıncı maddesinin 5
numaralı fıkrası;
“Usulüne göre
yürürlüğe konulmuş Milletlerarası andlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar
hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. (Ek cümle: 7/5/2004-5170/7 md.) Usulüne göre yürürlüğe konulmuş
temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı
konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda
milletlerarası andlaşma hükümleri esas alınır.”
hükmünü içermektedir.
İptali istenilen söz
konusu düzenleme; Türkiye’nin taraf olduğu ve Anayasanın 90 ıncı maddesindeki
hüküm gereğince Anayasanın da üstünde olan, milletlerarası olan ve hakkında
Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamayacak
anlaşmalara da aykırıdır.
Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesinde, çevrenin genel olarak korunmasına yönelik özel bir hüküm
bulunmamakla birlikte, AİHM’si günümüzde çevrenin korunması konusundaki
duyarlılığın arttığını birçok kararlarında kabul etmektedir. Doğanın ve
ormanların ve daha genel olarak çevrenin korunması, kamuoyu ve idari makamlarca
sürekli desteklenmekte ve savunulmaktadır. Çevrenin korunması konularında
devletler tarafından yapılan düzenlemelerde, ekonomik zorunluluklar ve mülkiyet
hakkı gibi temel hakların önceliğinin bulunmadığı, yine AİHM’nin kararlarında
vurgulanmaktadır.
İptali istenilen
fıkra hükmü ile bahse konu proje yatırımları için mevcut yasalarda bulunan
izin, tahsis, ruhsat, lisans ve diğer kısıtlayıcı hükümler bakımından istisna
uygulanması, yasal ve idari süreçlerde yeni düzenlemeler yapılması, Türkiye’nin
de taraf olduğu çok sayıdaki Uluslararası Sözleşmede yer alan ekolojik dengeyi
ve doğa koruma araçlarını işlevsiz bıraktığından Anayasa’nın 90’ncı maddesine
de aykırırlık taşımaktadır.
Yukarıda ayrıntılı
olarak açıklandığı üzere, 6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun
ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 80.
Maddesinin 4’üncü fıkrası; erkler ayrılığı ilkesi ile anayasal sisteme uygun düşmemekte,
Anayasanın Başlangıç, 2., 5., 6., 7., 8., 36., 43., 44., 45., 56., 63., 90.,
125., 168., 169. ve 176’ıncı maddelerine aykırı içerik taşımaktadır.
III. YÜRÜRLÜĞÜ
DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ
6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun
ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un;
1) 11’inci maddesi yer alan “(ğ) bendinde” ve “merkez teşkilatına”
ibarelerinin Anayasanın 2., 10. ve 55.maddelerine,
2) 12’inci maddesi Anayasanın başlangıç kısmında tanımını bulan
erkler ayrılığı ilkesi ile Anayasanın 2., 6., 7., 8., 9., 10., 36. ve 176’ncı
maddelerine,
3) 32’nci maddesi Anayasa’nın 2., 6., 7., 8., 9., 13., 36., 46., 90.,
123, 125., 127., 138., 139. ve 142’inci maddelerine,
4) 33’üncü maddesi Anayasa’nın erkler ayrılığı ilkesi ile anayasal
sisteme uygun düşmemekte, Anayasanın 2., 6., 7., 8., 9., 10., 11., 35., 36.,
46., 90., 125.,138., 142. ve 176’ıncı maddelerine,
5) 34’ maddesi Anayasa’nın Başlangıç, 2., 6., 7., 8., 9., 10.,
11., 35., 36., 46., 90., 125., 138. ve 176’ıncı maddelerine,
6) 38’inci maddesi Anayasa’nın 2., 6., 130. ve 135’inci maddelerine,
7)39’uncu maddesi Anayasa’nın 2., 6., 7., 8., 27. ve 130’uncu
maddelerine,
8) 40’ıncı maddesi Anayasa’nın 2., 5., 6., 7., 8., 27. ve 130’uncu
maddelerine,
9) 41’inci maddesi Anayasa’nın 2. ve 10’uncu maddelerine,
10) 42’nci maddesi Anayasa’nın 2., 5., 6., 7., 8., 27. ve 130’uncu
maddelerine,
11) 43’üncü maddesi Anayasa’nın 2. ve 10’uncu maddelerine,
12) 74’üncü maddesi Anayasa’nın 2. ve 153’üncü maddelerine,
13) 77’nci maddesi yer alan “Merkez Teşkilatlarında” ibaresi ile
devamında yer alan cetveldeki “(ğ) bendinde” ve “merkez teşkilatına”
ibarelerinin; Anayasa’nın 2., 10. e 55. maddelerine
14) 80. maddesinin 4. fıkrasının Başlangıç, 2., 5., 6., 7., 8., 36.,
43., 44., 45., 56., 63., 90., 125., 168., 169. ve 176’ıncı maddelerine,
aykırıdır.
Anayasal düzenin hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden en kısa sürede
arındırılması, hukuk devleti sayılmanın en önemli gerekleri arasında
sayılmaktadır. Anayasaya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle korunması gereken
hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün
sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında
sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi hukuk devleti yönünden giderilmesi
olanaksız durum ve zararlara yol açacaktır.
Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça
aykırı olan ve iptali istenen hükümlerin iptal davası sonuçlanıncaya kadar
yürürlüklerinin de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır.
IV. SONUÇ VE İSTEM
6745 sayılı “Yatırımların Proje Bazında Desteklenmesi ile Bazı Kanun
ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un;
1)
11’inci maddesi yer alan “(ğ) bendinde” ve “merkez teşkilatına”
ibarelerinin Anayasanın 2., 10. ve 55.maddelerine,
2) 12’inci maddesi Anayasanın başlangıç kısmında tanımını bulan
erkler ayrılığı ilkesi ile Anayasanın 2., 6., 7., 8., 9., 10., 36. ve 176’ncı
maddelerine,
3) 32’nci maddesi Anayasa’nın 2., 6., 7., 8., 9., 13., 36., 46., 90., 123,
125., 127., 138., 139. ve 142’inci maddelerine,
4) 33’üncü maddesi Anayasa’nın erkler ayrılığı ilkesi ile anayasal
sisteme uygun düşmemekte, Anayasanın 2., 6., 7., 8., 9., 10., 11., 35., 36.,
46., 90., 125.,138., 142. ve 176’ıncı maddelerine,
5) 34’maddesi Anayasa’nın Başlangıç, 2., 6., 7., 8., 9., 10.,
11., 35., 36., 46., 90., 125., 138. ve 176’ıncı maddelerine,
6) 38’inci maddesi Anayasa’nın 2., 6., 130. ve 135’inci maddelerine,
7) 39’uncu maddesi Anayasa’nın 2., 6., 7., 8., 27. ve 130’uncu maddelerine,
8) 40’ıncı maddesi Anayasa’nın 2., 5., 6., 7., 8., 27. ve 130’uncu
maddelerine,
9) 41’inci maddesi Anayasa’nın 2. ve 10’uncu maddelerine,
10) 42’nci maddesi Anayasa’nın 2., 5., 6., 7., 8., 27. ve 130’uncu
maddelerine,
11) 43’üncü maddesi Anayasa’nın 2. ve 10’uncu maddelerine,
12) 74’üncü maddesi Anayasa’nın 2. ve 153’üncü maddelerine,
13) 77’nci maddesi yer alan “Merkez Teşkilatlarında” ibaresi ile
devamında yer alan cetveldeki “(ğ) bendinde” ve “merkez teşkilatına”
ibarelerinin; Anayasa’nın 2., 10. e 55. Maddelerine
14) 80. maddesinin 4’üncü fıkrası Başlangıç, 2., 5., 6., 7., 8., 36.,
43., 44., 45., 56., 63., 90., 125., 168., 169. ve 176’ıncı maddelerine
aykırı olduklarından iptallerine ve uygulanmaları halinde giderilmesi
güç ya da olanaksız zarar ve durumlar olacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya
kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı
ile arz ederiz.”