ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı : 2016/133
Karar Sayısı : 2017/155
Karar Tarihi : 15.11.2017
R.G. Tarih – Sayı :
11.1.2018 - 30298
İPTAL DAVASINI AÇAN: Türkiye Büyük Millet Meclisi
üyeleri Engin ALTAY, Levent GÖK ve Özgür ÖZEL ile birlikte 125 milletvekili (E.
2016/133)
İTİRAZ YOLUNA BAŞVURAN: İstanbul 4. İdare
Mahkemesi (E. 2017/123)
DAVA VE İTİRAZIN KONUSU: 14.4.2016 tarihli ve
6704 sayılı 65 Yaşını Doldurmuş Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına
Aylık Bağlanması Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un;
A. 7. maddesiyle 3.5.1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar
Kanunu’nun 5. maddesine “Bina” tanımından sonra gelmek üzere eklenen “Su
yolu; imar planı kararıyla yapay olarak oluşturulan ve deniz araçlarıyla
ulaşımın sağlandığı su geçididir.” tanımının,
B. 8.
maddesiyle 3194 sayılı Kanun’un 11. maddesinin birinci fıkrasına “yol”
ibaresinden sonra gelmek üzere eklenen “su yolu,” ibaresinin,
C. 9.
maddesiyle 3194 sayılı Kanun’un 18. maddesinin üçüncü fıkrasına “yol”
ibaresinden sonra gelmek üzere eklenen “… su yolu,” ibaresinin,
D. 13.
maddesiyle 25.2.1998 tarihli ve 4342 sayılı Mera Kanunu’na eklenen ek 1.
maddede yer alan “…bu Kanun hükümlerine bağlı kalınmaksızın resen
kaldırılır…” ibaresinin,
E. 21.
maddesiyle 16.5.2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların
Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un 3. maddesinin yeniden düzenlenen (7) numaralı
fıkrasının,
F. 25.
maddesiyle 6306 sayılı Kanun’a eklenen ek 1. maddenin (2) numaralı fıkrasının;
1. (a)
bendinin ikinci cümlesinin,
2. (b)
bendinin,
G. 30.
maddesiyle 27.6.1989 tarihli ve 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin ek
11.maddesinin birinci fıkrasının değiştirilen (b) bendinde yer alan
“…15/1/2012 tarihinden sonra…” ibaresinin,
Anayasa’nın Başlangıç hükümleri ile 2., 5., 7., 10., 13., 36.,
44., 45., 49., 55., 56., 63., 125., 153., 166. ve 169. maddelerine aykırılığı
ileri sürülerek iptallerine ve yürürlüklerinin durdurulmasına,
H. 30. maddesiyle 27.6.1989 tarihli ve 375 sayılı Kanun
Hükmünde Kararname’nin ek 11. maddesinin birinci fıkrasının değiştirilen (b)
bendinin Anayasa’nın 10., 49. ve 55. maddelerine aykırılığı ileri sürülerek
iptaline,
karar verilmesi talebidir.
I. İPTALİ İSTENEN KANUN HÜKÜMLERİ
İptali talep edilen kuralların yer aldığı Kanun’un;
1. 7. maddesiyle 3194 sayılı Kanun’un 5. maddesine “Bina”
tanımından sonra gelmek üzere eklenen tanım şöyledir:
“Su yolu; imar planı kararıyla yapay olarak oluşturulan ve
deniz araçlarıyla ulaşımın sağlandığı su geçididir.”
2. 8. maddesiyle eklenen ibarenin yer aldığı 3194 sayılı
Kanun’un 11. maddesinin birinci fıkrası şöyledir:
“İmar planlarında; meydan, yol, su yolu, park,
yeşil saha, otopark, toplu taşıma istasyonu ve terminal gibi umumi hizmetlere
ayrılmış yerlere rastlayan Vakıflar Genel Müdürlüğüne ait gayrimenkuller ile
askeri yasak bölgeler, güvenlik bölgeleri ile ülke güvenliği ile doğrudan
doğruya ilgili Türk Silahlı Kuvvetlerine ait harekat ve savunma amaçlı yerler
hariç Hazine ve özel idareye ait arazi ve arsalar belediye veya valiliğin
teklifi, Maliye ve Gümrük Bakanlığının onayı ile belediye ve mücavir alan
sınırları içinde belediyeye; belediye ve mücavir alan hudutları dışında özel
idareye bedelsiz terk edilir ve tapu kaydı terkin edilir. Ancak, bu yerlerin
üzerinde bina bulunduğu takdirde, arsası hariç yalnız binanın halihazır kıymeti
için takdir edilecek bedel ödenir. Bedeli ve ödeme şekli taraflarca tespit
olunur.”
3. 9. maddesiyle eklenen ibarenin bulunduğu 3194 sayılı Kanun’un 18.
maddesinin üçüncü fıkrası şöyledir:
“Düzenleme ortaklık payları, düzenlemeye tâbi tutulan yerlerin
ihtiyacı olan Milli Eğitim Bakanlığına bağlı ilk ve ortaöğretim kurumları, yol,
otoyol hariç erişme kontrolünün uygulandığı yol, su yolu, meydan,
park, otopark, çocuk bahçesi, yeşil saha, ibadet yeri ve karakol gibi umumî
hizmetlerden ve bu hizmetlerle ilgili tesislerden başka maksatlarla
kullanılamaz.”
4. 13. maddesiyle 4342 sayılı Kanun’a eklenen ek 1. madde şöyledir:
“30/4/2014 tarihli ve 28987 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan
24/2/2014 tarihli ve 2014/6028 sayılı Bakanlar Kurulu Kararında belirtilen;
İstanbul İli Avrupa Yakası Proje Alanı içerisinde yer alan mera, yaylak ve
kışlak gibi orta mallarının vasıfları, Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme
Bakanlığınca bu Kanun hükümlerine bağlı kalınmaksızın resen kaldırılır ve
bu taşınmazlar Hazine adına tescil edilir.”
5. 21. maddesiyle 6306 sayılı Kanun’un 3. maddesinin yeniden
düzenlenen (7) numaralı fıkrası şöyledir:
“(7) Bu Kanunun uygulanması için belirlenen alanların
sınırları içinde olup riskli yapılar dışında kalan diğer yapılardan uygulama
bütünlüğü bakımından Bakanlıkça gerekli görülenler, değerleme çalışmalarında
yapının riskli olmadığı gözetilmek kaydıyla bu Kanun hükümlerine tabi olur.”
6. 25. maddesiyle 6306 sayılı Kanun’a eklenen ek 1. madde şöyledir:
“(1) a) Kamu düzeni veya güvenliğinin olağan hayatı durduracak
veya kesintiye uğratacak şekilde bozulduğu yerlerde; planlama ya da altyapı
hizmetleri yetersiz olan veya imar mevzuatına aykırı yapılaşma bulunan yahut
yapı ya da altyapısı hasarlı olan alanlar,
b) Üzerindeki toplam yapı sayısının en az %65’i imar mevzuatına
aykırı olan veya yapı ruhsatı alınmaksızın inşa edilmiş olmakla birlikte
sonradan yapı ve iskân ruhsatı alan yapılardan oluşan alanlar,
fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli
yaşama çevrelerini teşkil etmek, sağlık, eğitim ve ulaşım gibi kamu
hizmetlerinin düzenli bir şekilde yürütülmesini sağlamak amacıyla, Bakanlığın
teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca riskli alan olarak kararlaştırılabilir.
Riskli alan sınırı uygulama bütünlüğü gözetilerek belirlenir.
(2) a) Riskli alan kararına karşı Resmî Gazete’de yayımı
tarihinden itibaren dava açılabilir. Uygulama işlemleri üzerine riskli
alan kararına karşı dava açılamaz.
b) Birinci fıkranın (a) bendi uyarınca belirlenen riskli alanlarda
kamu kaynağı kullanılarak gerçekleştirilen her türlü mal ve hizmet alımları ile
yapım işleri, 4734 sayılı Kanunun 21 inci maddesinin birinci fıkrasının (b)
bendinde belirtilen hâllere dayanan işlerden sayılır.”
7. 30. maddesiyle 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin ek
11. maddesinin birinci fıkrasının değiştirilen (b) bendi şöyledir:
“b) 5018 sayılı Kanuna ekli (III) sayılı Cetvelde sayılan
düzenleyici ve denetleyici kurumlar ile Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun kadro
ve pozisyonlarına 15/1/2012 tarihinden sonra ilk defa veya yeniden atanan kurul
başkanı, kurul üyesi ve başkan yardımcısı ile murakıp ve uzman unvanlı meslek
personeline, ilgili mevzuatı uyarınca ödenen her türlü maaş, aylık, ücret, ek
ücret, prim, zam, tazminat, ikramiye, fazla çalışma ücreti, kâr payı ve her ne
ad altında olursa olsun yapılan diğer ödemeler ile sosyal hak ve yardımlar
kapsamında yapılan bütün ayni ve nakdî ödemelerin bir aylık toplam net tutarı;
kurul başkanı için bakanlık müsteşarı, kurul üyesi için bakanlık müsteşar
yardımcısı, başkan yardımcısı için bakanlık genel müdürü, murakıp ve uzman
unvanlı meslek personeli için Başbakanlık uzmanlarına mevzuatında kadrosuna
bağlı olarak mali haklar ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılması
öngörülen ödemelerin bir aylık toplam net tutarını geçemez ve bunlar, emeklilik
hakları bakımından da emsali olarak belirlenen personel ile denk kabul edilir.”
II. İLK İNCELEME
A. E.2016/133 Sayılı Başvuru
Yönünden
1. Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü hükümleri uyarınca Zühtü ARSLAN,
Burhan ÜSTÜN, Engin YILDIRIM, Serdar ÖZGÜLDÜR, Serruh KALELİ, Osman Alifeyyaz
PAKSÜT, Recep KÖMÜRCÜ, Nuri NECİPOĞLU, Hicabi DURSUN, Celal Mümtaz AKINCI,
Muammer TOPAL, M. Emin KUZ, Hasan Tahsin GÖKCAN, Kadir ÖZKAYA ve Rıdvan
GÜLEÇ’in katılımlarıyla 2.8.2016 tarihinde yapılan ilk inceleme toplantısında
dosyada eksiklik bulunmadığından işin esasının incelenmesine, yürürlüğü
durdurma talebinin esas inceleme aşamasında karara bağlanmasına OYBİRLİĞİYLE
karar verilmiştir.
B. E.2017/123 Sayılı Başvuru Yönünden
2. Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü hükümleri uyarınca Zühtü ARSLAN,
Burhan ÜSTÜN, Serdar ÖZGÜLDÜR, Serruh KALELİ, Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Recep
KÖMÜRCÜ, Nuri NECİPOĞLU, Hicabi DURSUN, Celal Mümtaz AKINCI, Muammer TOPAL, M.
Emin KUZ, Hasan Tahsin GÖKCAN, Kadir ÖZKAYA, Rıdvan GÜLEÇ, Recai AKYEL ve Yusuf
Şevki HAKYEMEZ’in katılımlarıyla 31.5.2017 tarihinde yapılan ilk inceleme
toplantısında öncelikle uygulanacak kural ve sınırlama sorunları görüşülmüştür.
3. Anayasa’nın 152. ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu
ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 40. maddelerine göre; bir davaya
bakmakta olan mahkeme, o dava sebebiyle uygulanacak bir kanunun veya kanun
hükmünde kararnamenin hükümlerini Anayasa’ya aykırı görmesi hâlinde veya
taraflardan birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına
varması durumunda bu hükmün iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmaya
yetkilidir. Ancak, bu kurallar uyarınca bir mahkemenin Anayasa Mahkemesine
başvurabilmesi için elinde yöntemince açılmış ve mahkemenin görevine giren bir
davanın bulunması, iptali istenen kuralın da o davada uygulanacak olması
gerekmektedir. Uygulanacak kanun kuralları, davanın değişik evrelerinde ortaya
çıkan sorunların çözümünde ve davayı sonuçlandırmada olumlu ya da olumsuz yönde
etki yapacak nitelikte bulunan kurallardır.
4. İtiraz konusu kuralda, 5018 sayılı Kanuna ekli (III) sayılı
Cetvelde sayılan düzenleyici ve denetleyici kurumlar ile Tasarruf Mevduatı Sigorta
Fonunun (TMSF) kadro ve pozisyonlarına 15.1.2012 tarihinden sonra ilk defa veya
yeniden atanan kurul başkanı, kurul üyesi ve başkan yardımcısı ile murakıp ve
uzman unvanlı meslek personeline ilgili mevzuatı uyarınca ödenen her türlü
maaş, aylık, ücret, ek ücret, prim, zam, tazminat, ikramiye, fazla çalışma
ücreti, kâr payı ve her ne ad altında olursa olsun yapılan diğer ödemeler ile
sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılan bütün aynî ve nakdî ödemelerin bir
aylık toplam net tutarının; kurul başkanı için bakanlık müsteşarı, kurul üyesi
için bakanlık müsteşar yardımcısı, başkan yardımcısı için bakanlık genel
müdürü, murakıp ve uzman unvanlı meslek personeli için Başbakanlık uzmanlarına
mevzuatında kadrosuna bağlı olarak malî haklar ile sosyal hak ve yardımlar
kapsamında yapılması öngörülen ödemelerin bir aylık toplam net tutarını
geçemeyeceği ve bunların emeklilik hakları bakımından da emsali olarak
belirlenen personel ile denk kabul edileceği hükme bağlanmıştır.
5. Kural, 5018 sayılı Kanuna ekli (III) sayılı Cetvelde sayılan
düzenleyici ve denetleyici kurumlar ile TMSF’nin kadro ve pozisyonlarına ilk
defa veya yeniden atanan kurul başkanı, kurul üyesi ve başkan yardımcısı ile
murakıp ve uzman unvanlı meslek personelini kapsamaktadır.
6. İtiraz yoluna başvuran Mahkemede görülmekte olan dava ise
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumunda (BDDK) 15.1.2012 tarihinden sonra
bankacılık uzman yardımcısı olarak göreve başlayan davacının, bu tarihten
önce işe başlayan aynı unvan ve görevdeki kişilerle malî haklarının eşitlenmesi
talebiyle yaptığı başvurunun reddine ilişkin işlemin iptaline yönelik olup
kuralda yer alan “...kurul başkanı, kurul üyesi ve başkan yardımcısı ile
murakıp ... kurul başkanı için bakanlık müsteşarı, kurul üyesi için
bakanlık müsteşar yardımcısı, başkan yardımcısı için bakanlık genel müdürü,
murakıp...” ibarelerinin uyuşmazlıkta uygulanma olanağı
bulunmamaktadır.
7. Kuralın kalan bölümü ise bentte sayılan unvanlı kadrolarda
bulunanların tamamı yönünden geçerli ortak kural niteliği taşımaktadır. Bu
nedenle kuralın kalan bölümüne ilişkin esas incelemenin, bakılmakta olan
davanın konusu gözetilerek “…ve uzman...” ibareleri ile
sınırlı olarak yapılması gerekmektedir.
8. Açıklanan nedenlerle 14.4.2016 tarihli ve 6704 sayılı 65 Yaşını
Doldurmuş Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması
Hakkında Kanun ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun’un 30. maddesiyle 27.6.1989 tarihli ve 375 sayılı Kanun
Hükmünde Kararname’nin ek 11. maddesinin birinci fıkrasının değiştirilen (b)
bendinin,
A. “...kurul başkanı, kurul üyesi ve başkan yardımcısı ile
murakıp…”, “...kurul başkanı için bakanlık müsteşarı, kurul
üyesi için bakanlık müsteşar yardımcısı, başkan yardımcısı için bakanlık genel
müdürü, murakıp...” ibarelerinin, itiraz başvurusunda bulunan Mahkemenin
bakmakta olduğu davada uygulanma olanağı bulunmadığından, bu ibarelere ilişkin
başvurunun Mahkemenin yetkisizliği nedeniyle REDDİNE,
B. Kalan bölümünün esasının incelenmesine, esasa ilişkin
incelemenin aynı bentte yer alan “…ve uzman…” ibareleri ile sınırlı
olarak yapılmasına,
OYBİRLİĞİYLE karar verilmiştir.
III. BİRLEŞTİRME KARARI
9. 14.4.2016 tarihli ve 6704 sayılı 65 Yaşını Doldurmuş Muhtaç,
Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında Kanun ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 30.
maddesiyle 27.6.1989 tarihli ve 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin ek 11.
maddesinin birinci fıkrasının değiştirilen (b) bendinde yer alan “…ve uzman…”
ibarelerinin iptallerine karar verilmesi talebiyle yapılan itiraz başvurusuna
ilişkin E.2017/123 sayılı davanın, aralarındaki hukukî irtibat nedeniyle
E.2016/133 sayılı dava ile BİRLEŞTİRİLMESİNE, esasının kapatılmasına, esas
incelemenin E.2016/133 sayılı dosya üzerinden yürütülmesine, 31.5.2017
tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verilmiştir.
IV. ESASIN İNCELENMESİ
10. Dava dilekçesi, başvuru kararı ve ekleri, Raportör Fatih ŞAHİN
tarafından hazırlanan işin esasına ilişkin rapor, dava ve itirazın konusu kanun
hükümleri, dayanılan ve ilgili görülen Anayasa kuralları ve bunların
gerekçeleri ile diğer yasama belgeleri okunup incelendikten sonra gereği
görüşülüp düşünüldü:
A. Kanun’un 7. Maddesiyle 3194 Sayılı Kanun’un 5. Maddesine “Bina”
Tanımından Sonra Gelmek Üzere Eklenen “Su yolu” Tanımının İncelenmesi
1. İptal Talebinin Gerekçesi
11. Dava dilekçesinde özetle, dava konusu kuralla tanımı
yapılan su yolunun esasen “Kanal İstanbul” olarak adlandırılan projeyi
tanımlayarak projeye yasal altyapı oluşturulduğu; projenin Trakya Bölgesi’nin
ekosistemi, İstanbul’un kent fizyolojisi ve boğazların hukukî rejimi üzerinde
belirleyici etkilerinin olacağı; konuyla ilgili olarak bilim insanları
tarafından yapılan çalışmalarda projenin çevresel ve kentsel felaketler ile
uluslararası düzeyde geri dönüşü olmayan hukukî sorunlara yol açacağı
belirtilerek kuralın Anayasa’nın Başlangıç hükümleri ile 2., 5., 13., 44., 45.,
56., 166. ve 169. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
2. Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
12. Dava konusu kuralda “su yolu”nun tanımı yapılmıştır.
Kurala göre su yolu, imar planı kararıyla yapay olarak oluşturulan ve deniz
araçlarıyla ulaşımın sağlandığı su geçididir.
13. Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk
devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti; eylem ve işlemleri hukuka uygun
olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her
alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya
aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı
sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin bir
başka gereği ise kanunların kamu yararı amacını gerçekleştirmek üzere
çıkarılmasıdır.
14. Anayasa Mahkemesince “kamu yararı” konusunda yapılacak
inceleme, kanunun kamu yararı amacıyla yapılıp yapılmadığının araştırılmasıyla
sınırlıdır. Anayasa’nın çeşitli hükümlerinde yer alan kamu yararı kavramının
Anayasa’da bir tanımı yapılmamıştır. Ancak Anayasa Mahkemesinin kararlarında da
belirtildiği gibi kamu yararı; bireysel, özel çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün
olan toplumsal yarardır. Kamu yararı düşüncesi olmaksızın yalnız özel çıkarlar
için veya yalnız belli kişilerin yararına olarak kanun hükmü konulamaz. Böyle
bir durumun açık bir biçimde ve kesin olarak saptanması hâlinde söz konusu
kanun hükmü Anayasa’nın 2. maddesine aykırı düşer. Açıklanan ayrık hâl dışında
bir kanun hükmünün ülke gereksinimlerine uygun olup olmadığı, hangi araç ve
yöntemlerle kamu yararının sağlanabileceği bir siyasî tercih sorunu olarak
kanun koyucunun takdirinde olduğundan bu kapsamda kamu yararı değerlendirmesi
yapmak anayasa yargısıyla bağdaşmaz.
15. Kanun koyucu; yasamanın genelliği ilkesinin bir gereği olarak
Anayasa'da düzenlenmemiş bir alanı, Anayasa'nın temel ilkeleri ile yasaklayıcı
hükümlerine aykırı olmamak kaydıyla öngörülebilir ve uygulanabilir şekilde
kanunla düzenleyebilir. Bu bağlamda su yolunu tanımlama, unsurlarını
belirleme yetkisi de kanun koyucuya aittir. Kuralla, daha önce mevzuatta tanımı
yapılmamış olan su yolu kavramı tanımlanarak nelerin imar hukuku kapsamında su
yolu olarak kabul edilebileceği hususu açıklığa kavuşturulmuştur. Kuralın, imar
planları kapsamında yapılacak olan su yollarına kanuni bir statü kazandırmak
amacıyla ihdas edildiği dikkate alındığında kamu yararına aykırı bir yönü
bulunmamaktadır.
16. Dava dilekçesinde, kuralın esas itibarıyla “Kanal İstanbul”
olarak adlandırılan projeyi tarif ettiği projeye yasal altyapı oluşturulması
amacıyla ihdas edildiği belirtilerek anılan projenin Anayasa’ya aykırı olduğu
ileri sürülmekte ise de kuralda sadece su yolunun tanımı yapılmış, bir yapının
su yolu olarak kabul edilebilmesi için gereken özellikler sayılmıştır. Bu tanım
çerçevesinde ülkenin herhangi bir yerinde imar planı kapsamında su yolu
yapılmasına karar verilebilir.
17. Su yolu, idarenin düzenleyici işlemi niteliğinde olan imar
planı kararıyla yapay olarak oluşturulduğundan esasında imar planının da bir
parçasıdır. Su yolunun planlama ve şehircilik ilkelerine aykırı olduğu
iddiasıyla imar planının iptali talebiyle idari yargı mercilerinde dava
açılmasına herhangi bir engel bulunmamaktadır.
18. Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa’nın 2. maddesine aykırı
değildir. İptal talebinin reddi gerekir.
19. Kuralın Anayasa’nın Başlangıç hükümleri ile 5., 13., 44., 45.,
56., 166. ve 169. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
B. Kanun’un 8. Maddesiyle 3194 Sayılı Kanun’un 11. Maddesinin
Birinci Fıkrasına “yol” İbaresinden Sonra Gelmek Üzere Eklenen “su
yolu,” İbaresinin İncelenmesi
1. İptal Talebinin Gerekçesi
20. Dava dilekçesinde özetle, Kanun’un 7. maddesiyle
3194 sayılı Kanun’un 5. maddesine eklenen “su yolu” tanımın Anayasa’ya
aykırılığına ilişkin gerekçelerle kuralın Anayasa’nın Başlangıç
hükümleri ile 2., 5., 13., 44., 45., 56., 166. ve 169. maddelerine aykırı
olduğu ileri sürülmüştür.
2. Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
21. 3194 sayılı Kanun’un 11. maddesinin birinci fıkrasının birinci
cümlesinde, imar planlarında; meydan, yol, su yolu, park, yeşil saha, otopark,
toplu taşıma istasyonu ve terminal gibi umumî hizmetlere ayrılmış yerlere
rastlayan Vakıflar Genel Müdürlüğüne ait gayrimenkuller ile askerî yasak
bölgeler, güvenlik bölgeleri ile ülke güvenliği ile doğrudan doğruya ilgili
Türk Silahlı Kuvvetlerine ait harekât ve savunma amaçlı yerler hariç Hazine ve
özel idareye ait arazi ve arsaların belediye veya valiliğin teklifi, Maliye ve
Gümrük Bakanlığının onayı ile belediye ve mücavir alan sınırları içinde
belediyeye; belediye ve mücavir alan hudutları dışında ise özel idareye
bedelsiz olarak terk edilmesi öngörülmüştür. Cümlede yer alan “su yolu”
ibaresi dava konusu kuralı oluşturmaktadır. Kuralla, su yolu umumî
hizmete ayrılan yerler arasında sayılmış; böylece imar planlarında su yolu
olarak ayrılan yerlere rastlayan Hazine ve özel idareye ait arazi ve arsaların
mücavir alan sınırları içinde belediyeye, mücavir alan sınırları dışında özel
idareye bedelsiz devredilmesine olanak tanınmıştır.
22. Kanun’un 7. maddesiyle 3194 sayılı Kanun’un 5. maddesine
eklenen “su yolu” tanımının Anayasa’ya uygunluk denetiminde belirtilen
hususlar dava konusu kural yönünden de geçerlidir. Kanun koyucu, yasamanın
genelliği ilkesi uyarınca Anayasa'da düzenlenmemiş bir alanı Anayasa'nın
temel ilkeleri ile yasaklayıcı hükümlerine aykırı olmamak kaydıyla kanunla
düzenleyebilir. Bu bağlamda imar planı kararıyla yapay olarak oluşturulan
ve deniz araçlarıyla ulaşıma olanak tanıyan su yolunu umumî hizmete ayrılmış
yer olarak belirleme yetkisi de kanun koyucuya aittir. Kuralın, imar planı
kararıyla yapılacak su yoluna isabet eden Hazine ve özel idareye ait arazi ve
arsaların satılamaması ve başka bir maksat için kullanılamaması amacıyla ihdas
edildiği dikkate alındığında kamu yararına aykırı bir yönü bulunmamaktadır.
23. Bu itibarla su yolunu umumî hizmete ayrılmış yerler arasında
sayarak imar planlarında su yolu olarak ayrılan yerlere rastlayan Hazine ve
özel idareye ait arazi ve arsaların mücavir alan sınırları içinde belediyeye,
mücavir alan sınırları dışında özel idareye bedelsiz devredilmesine olanak
tanıyan kural kanun koyucunun takdir yetkisi kapsamında olup kuralda Anayasa’ya
aykırılık bulunmamaktadır.
24. Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa’nın 2. maddesine aykırı
değildir. İptal talebinin reddi gerekir.
25. Kuralın Anayasa’nın Başlangıç hükümleri ile 5., 13., 44., 45.,
56., 166. ve 169. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
C. Kanun’un 9. Maddesiyle 3194 sayılı Kanun’un 18. Maddesinin
Üçüncü Fıkrasına “yol” İbaresinden Sonra Gelmek Üzere Eklenen “su
yolu” İbaresinin İncelenmesi
1. İptal Talebinin Gerekçesi
26. Dava dilekçesinde özetle, Kanun’un 7. maddesiyle
3194 sayılı Kanun’un 5. maddesine eklenen “su yolu” tanımının Anayasa’ya
aykırılığına ilişkin gerekçelerle kuralın Anayasa’nın Başlangıç hükümleri ile
2., 5., 13., 44., 45., 56., 166. ve 169. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
2. Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
27. 3194 sayılı Kanun’un 18. maddesinin üçüncü fıkrasında; düzenleme
ortaklık paylarının, düzenlemeye tabi tutulan yerlerin ihtiyacı olan Millî
Eğitim Bakanlığına bağlı ilk ve ortaöğretim kurumları, yol, su yolu, otoyol
hariç erişme kontrolünün uygulandığı yol, meydan, park, otopark, çocuk bahçesi,
yeşil saha, ibadet yeri ve karakol gibi umumî hizmetlerden ve bu hizmetlerle
ilgili tesislerden başka maksatlarla kullanılamayacağı hüküm altına alınmıştır.
Fıkrada yer alan “su yolu” ibaresi dava konusu kuralı oluşturmaktadır.
Kuralla su yolu, umumî hizmete ayrılmış yerler arasında sayılmış; böylece
düzenleme ortaklık paylarının imar planlarında su yolu olarak ayrılan yerler
için kullanılmasına olanak tanınmıştır.
28. Kanun’un 7. maddesiyle 3194 sayılı Kanun’un 5. maddesine
eklenen “su yolu” tanımının Anayasa’ya uygunluk denetiminde belirtilen
hususlar, dava konusu kural yönünden de geçerlidir. Kanun koyucu;
yasamanın genelliği ilkesi uyarınca Anayasa'da düzenlenmemiş bir alanı,
Anayasa'nın temel ilkeleri ile yasaklayıcı hükümlerine aykırı olmamak kaydıyla
kanunla düzenleyebilir. Bu bağlamda imar planı kararıyla yapay
olarak oluşturulan ve deniz araçlarıyla ulaşıma olanak tanıyan su yolunu umumî
hizmete ayrılan yer olarak belirleme yetkisi de kanun koyucuya aittir. Kuralın,
imar planı kararıyla su yolu olarak ayrılan yerlerin düzenleme ortaklık
payından karşılanması amacıyla ihdas edildiği dikkate alındığında, kamu
yararına aykırı bir yönü bulunmamaktadır.
29. Bu itibarla düzenleme ortaklık paylarının imar planlarında su
yolu olarak ayrılan yerler için kullanılmasına olanak tanıyan kural kanun
koyucunun takdir yetkisi kapsamında olup kuralda Anayasa’ya aykırılık
bulunmamaktadır.
30. Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa’nın 2. maddesine aykırı
değildir. İptal talebinin reddi gerekir.
31. Kuralın Anayasa’nın Başlangıç hükümleri ile 5., 13., 44., 45.,
56., 166. ve 169. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
D. Kanun’un 13. Maddesiyle 4342 Sayılı Kanun’a Eklenen Ek 1.
Maddede Yer Alan “…bu Kanun hükümlerine bağlı kalınmaksızın resen
kaldırılır…” İbaresinin İncelenmesi
1. İptal Talebinin Gerekçesi
32. Dava dilekçesinde özetle, İstanbul İli Avrupa Yakası Proje
Alanı içinde yer alan mera, yaylak ve kışlak gibi orta mallarının 4342 sayılı
Kanun’da belirtilen usule bağlı kalınmaksızın doğrudan Hazine adına tescil
edilmesinin devletin bu arazileri koruma ve tahribini önleme yükümlülüğü ile
bağdaşmadığı; bu taşınmazların vasıflarının hangi esas ve usullere göre
değiştirileceği ve lehine vasıf değişikliği yapılanlara hangi yükümlülüklerin
getirileceğine ilişkin herhangi bir düzenleme yapılmadan bu hususların Ulaştırma,
Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığının takdirine bırakılmasının yasama
yetkisinin devri sonucunu doğurduğu belirtilerek kuralın Anayasa’nın 7. ve 45.
maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
2. Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
33. 6216 sayılı Kanun’un 43. maddesi uyarınca kural ilgisi
nedeniyle Anayasa’nın 56. maddesi yönünden de incelenmiştir.
34. 4342 sayılı Kanun’un ek 1. maddesinde, 30.4.2014 tarihli ve
28987 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 24.2.2014 tarihli ve 2014/6028 sayılı
Bakanlar Kurulu Kararında belirtilen; İstanbul İli Avrupa Yakası Proje Alanı
içinde yer alan mera, yaylak ve kışlak gibi orta mallarının vasıflarının
Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığınca bu Kanun hükümlerine bağlı
kalınmaksızın resen kaldırılması ve bu taşınmazların Hazine adına tescil
edilmesi öngörülmüştür. Maddede yer alan “bu Kanun hükümlerine bağlı
kalınmaksızın resen kaldırılır” ibaresi, dava konusu kuralı
oluşturmaktadır.
35. Anayasa'nın “Tarım, hayvancılık ve bu üretim dallarında
çalışanların korunması” başlıklı 45. maddesinde “Devlet, tarım
arazileri ile çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek,
tarımsal üretim planlaması ilkelerine uygun olarak bitkisel ve hayvansal
üretimi artırmak maksadıyla, tarım ve hayvancılıkla uğraşanların işletme araç
ve gereçlerinin ve diğer girdilerinin sağlanmasını kolaylaştırır. Devlet,
bitkisel ve hayvansal ürünlerin değerlendirilmesi ve gerçek değerlerinin
üreticinin eline geçmesi için gereken tedbirleri alır.” hükmüne yer
verilmiş; maddenin gerekçesinde ise “Madde, Devlete tarım arazilerinin ve
çayırlarla meraların amaç dışı kullanılmasını önleme görevini yüklemektedir. Bu
ifadeyle amaçlanan tarım arazilerinin endüstri ve şehirleşme sebebiyle yok
edilmesinin önlenmesidir. Devlet, bu amaçla yasal düzenleme yapmalıdır…”
denilmiştir. Dolayısıyla çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasının ve
tahribinin önlenmesinin devlete bir görev olarak yüklendiği açıktır.
36. Anayasa’nın 56. maddesinde ise herkesin sağlıklı ve dengeli
bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu belirtilmiş; çevreyi geliştirmek, çevre
sağlığını koruma ve çevre kirlenmesini önlemenin devletin ve vatandaşların
ödevi olduğu vurgulanmıştır.
37. Anayasa’nın 45. maddesinde sayılan yerlere ilişkin korumanın
nasıl sağlanacağı 4342 sayılı Kanun’da düzenlenmiştir. Anılan Kanun’un 14.
maddesinde, tahsis amacı değiştirilmedikçe mera, yaylak ve kışlaklardan Kanun’da
gösterilenden başka şekilde yararlanılamayacağı belirtilmiş ve Kanun’la
buralarda inşaat yapılması yasaklandığı gibi bu yerlerin yerleşim yeri olarak
iskâna açılmasına da izin verilmemiştir. Bu düzenlemelerin Anayasa’nın 45.
maddesinde belirtilen mera ve çayırların amaç dışı kullanılmasının ve
tahribinin önlenmesi bakımından gerekli olduğu, bu yerleri başka türlü
korumanın zor olduğu ve bu yerlerin korunamamasının hem yöre halkının geçim
kaynaklarından olan hayvancılığı hem de Anayasa’nın 56. maddesinde koruma
altına alınan çevreyi olumsuz yönde etkileyeceği açıktır.
38. Bununla birlikte kanun koyucunun devletin Anayasa’da
belirtilen görevlerini yerine getirmek amacıyla, bir başka ifadeyle kamu
yararının zorunlu kıldığı durumlarda Anayasa’nın 45. maddesinde belirtilen ve
4342 sayılı Kanun’la koruma altına alınan yerlere ilişkin tasarrufta bulunması
ve bunların tahsis amacını değiştirmesi de mümkün bulunmaktadır. Ancak bunu
yaparken anılan yerlerin tahsis amacının değiştirilmesi ile amaç dışı
kullanılmasının ve tahribinin önlenmesini gerekli kılan kamu yararı arasındaki
makul dengenin kurulması gerekir.
39. Dava konusu kuralda, 2014/6028 sayılı Bakanlar Kurulu
Kararında belirtilen İstanbul İli Avrupa Yakası Proje Alanında yer alan mera,
yaylak ve kışlaklarla ilgili tahsis amacının 4342 sayılı Mera Kanunu
hükümlerine bağlı kalınmaksızın resen kaldırılması ve bu taşınmazların Hazine
adına tescil edilmesi öngörülmekle birlikte bu yerlerin tahsis amacının
değiştirilmesini gerekli kılan nedenin ne olduğu belirtilmemiştir. Bu çerçevede
kuralın amacının ortaya konulabilmesi için Avrupa Yakası Proje alanı
sınırlarını belirleyen Bakanlar Kurulu kararının dikkate alınması
gerekmektedir.
40. 8.9.2012 tarihli ve 28405 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan
13.8.2012 tarihli ve 2012/3573 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla İstanbul’da
bulunan ve karara ekli kroki ile sınır ve koordinatları gösterilen alanın olası
afet riskini bertaraf etmek için ruhsatsız, iskânsız ve afet riski altındaki
yapıların tasfiye edilerek yeni yerleşim alanı olarak kullanılması amacıyla 644
sayılı Çevre ve Şehircilik Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun
Hükmünde Kararname’nin (KHK) 2. maddesinin birinci fıkrasının (ç) bendi
kapsamında Çevre ve Şehircilik Bakanlığı yetkilendirilmiştir. Anılan Bakanlar
Kurulu Kararının iptali talebiyle açılan dava Danıştay Altıncı Dairesinin
21.3.2017 tarihli ve E.2016/13015, K.2017/1927 sayılı kararıyla reddedilmiştir.
30.4.2014 tarihli ve 28987 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan 24.2.2014 tarihli
ve 2014/6028 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla da alanın sınırları yeniden
belirlenmiştir. Buna göre Bakanlar Kurulu Kararıyla sınırları
belirlenen İstanbul İli Avrupa Yakası Proje Alanı içinde yer alan
mera, yaylak ve kışlaklarla ilgili tahsis amacının olası afet riskini bertaraf
etmek için ruhsatsız, iskânsız ve afet riski altındaki yapıların tasfiye
edilerek yeni yerleşim alanı olarak kullanılması amacıyla değiştirildiği
anlaşılmaktadır.
41. İstanbul’un “Kuzey Anadolu Fay Hattı”nda yer almasından dolayı
deprem riski altında olduğu ve İstanbul İli Avrupa Yakası Proje Alanının da
olası afet riskini bertaraf etmek için ruhsatsız, iskânsız ve afet riski
altındaki yapıların tasfiye edilerek yeni yerleşim alanı olarak kullanılması
amacıyla ilan edildiği dikkate alındığında belirtilen alan sınırları
içerisindeki mera, yaylak ve kışlaklarla ilgili tahsis amacının 4342 sayılı
Mera Kanunu hükümlerine bağlı kalınmaksızın resen kaldırılarak Hazine adına
tescil edilmesinde kamu yararına aykırı bir husus bulunmamaktadır.
42. Dava konusu kuralla Anayasa’nın 45. maddesinin koruması
altında bulunan mera, yaylak ve kışlakların amaç dışı kullanımına sebebiyet
verildiği açıktır. Diğer taraftan afet risklerine karşı önlem almak ve
bireylerin can ve mal güvenliğini ön planda tutarak sağlıklı bir çevrede
yaşamalarını temin etmek de Anayasa’nın 56. maddesiyle devlete yüklenen bir
ödevdir. Bu açıdan bakıldığında bireylerin sağlıklı bir çevrede yaşamalarına
yönelik üstün bir kamu yararına dayandığı anlaşılan kuralda Anayasa’ya
aykırılık bulunmamaktadır.
43. Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa’nın 45. ve 56. maddelerine
aykırı değildir. İptal talebinin reddi gerekir.
44. Osman Alifeyyaz PAKSÜT bu görüşe katılmamıştır.
45. Kuralın Anayasa’nın 7. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
E. Kanun’un 21. Maddesiyle 6306 Sayılı Kanun’un 3. Maddesinin
Yeniden Düzenlenen (7) Numaralı Fıkrasının İncelenmesi
1. Genel Açıklama
46. 6306 sayılı Kanun, afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar
dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde fen ve sanat norm ve
standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere
iyileştirme, tasfiye ve yenilemelere dair usul ve esasları belirlemek amacıyla
ihdas edilmiştir.
47. Kanun’un 3. maddesinde riskli yapıların tescili, 4. maddesinde
bu taşınmazlar üzerindeki tasarrufların kısıtlanması, 5. maddesinde tahliye ve
yıktırma, 6. maddesinde Kanun kapsamında yapılacak uygulama işlemleri
düzenlenmiştir.
48. Kanun’un 3. maddesinin yeniden düzenlemeden önceki (7)
numaralı fıkrasında, 6306 sayılı Kanun’un uygulanması için belirlenen alanların
sınırları içinde olup riskli yapılar dışında kalan yapılardan uygulama
bütünlüğü bakımından Bakanlıkça gerekli görülenlerin de 6306 sayılı Kanun
hükümlerine tabi olacağı hüküm altına alınmakta iken anılan fıkra Anayasa
Mahkemesinin 27.2.2014 tarihli ve E.2012/87, K.2014/41 sayılı kararıyla iptal
edilmiştir. Kararda; 6306 sayılı Kanun’un riskli yapıların dönüşümüyle
ilgili kurallar içerdiği, riskli olmayan yapılar hakkında yapılacak uygulamalara
ilişkin özel bir düzenleme öngörülmeyerek riskli yapılara ilişkin kurallara
atıf yapıldığı ancak anılan kuralların yapıların riskli olması dikkate alınarak
düzenlendiği, kamu yararı ile bireylerin hakları arasındaki dengenin de tamamen
riskli yapılara uygun şekilde oluşturulmaya çalışıldığı, menfaatler dengesi bu
şekilde oluşturulan kuralların riskli olmayan yapılara uygulanmasının ölçülülük
ilkesine aykırılık oluşturduğu ve kamu yararı ile riskli olmayan yapı
sahiplerinin hakları arasında kurulması gereken dengeyi bozduğu ifade
edilmiştir.
49. Anayasa Mahkemesinin iptal kararından sonra anılan fıkra, dava
konusu kuralla yeniden düzenlenmiştir. Yeni düzenlemede, 6306 sayılı
Kanun’un uygulanması için belirlenen alanların sınırları içinde olup riskli
yapılar dışında kalan yapılardan uygulama bütünlüğü bakımından Bakanlıkça
gerekli görülenlerin yine 6306 sayılı Kanun’a tâbi olması öngörülmüştür. Ancak
düzenlemede, iptal edilen kuraldan farklı olarak riskli olmayan yapılara
ilişkin değerleme çalışmalarında yapının riskli olmadığının da gözetileceği
belirtilmiştir.
2. İptal Talebinin Gerekçesi
50. Dava dilekçesinde özetle, Anayasa Mahkemesinin 27.2.2014
tarihli ve E.2012/87, K.2014/41 sayılı kararıyla 6306 sayılı Kanun’da riskli
yapılar için getirilen kuralların riskli olmayan yapılar hakkında da
uygulanmasının Anayasa’ya aykırı olduğuna karar verilmesine karşın Mahkeme
kararı görmezden gelinerek iptal edilen kuralla aynı içerikte düzenleme yapıldığı, yeni
düzenlemede riskli olmayan yapılarla ilgili “değerleme çalışmalarında
yapının riskli olmadığının gözetilmesi” şartı getirilmesinin esasa etkili
bir sonuç doğurmadığı, 6306 sayılı Kanun’un Uygulama Yönetmeliği’nin 12.
maddesine göre zaten yapının değerine göre değerleme tespitinin yapıldığı,
dolayısıyla iptal edilen düzenleme ile yeni düzenleme arasında herhangi bir
fark bulunmadığı belirtilerek kuralın Anayasa’nın 153. maddesine aykırı olduğu
ileri sürülmüştür.
3. Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
51. 6216 sayılı Kanun’un 43. maddesine uyarınca kural ilgisi
nedeniyle Anayasa’nın 13. ve 35. maddeleri yönünden de incelenmiştir.
52. Anayasa’nın 35. maddesinde “Herkes, mülkiyet ve miras
haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla
sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.”
denilmektedir.
53. Mülkiyet hakkı; kişiye başkasının hakkına zarar vermemek ve
kanunların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla sahibi olduğu şeyi dilediği
gibi kullanma, ürünlerinden yararlanma ve tasarruf olanağı veren bir haktır.
Anayasa’nın 35. maddesinin birinci fıkrasında mülkiyet hakkı güvence altına
alınmış, ikinci ve üçüncü fıkralarında ise bu hakkın kamu yararı amacıyla ve
kanunla sınırlandırılabileceği ve mülkiyet hakkının kullanımının toplum
yararına aykırı olamayacağı belirtilmiştir. Ancak, mülkiyet hakkına getirilecek
sınırlamalar Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan düzenlemeye aykırı olamaz.
54. Anayasa’nın 13. maddesinde “Temel hak ve hürriyetler,
özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen
sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar,
Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin
gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” denilmektedir.
55. Temel hak ve özgürlükler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca
Anayasa’da öngörülen sebeplerle ve ancak kanunla sınırlanabilir.
Dokunulamayacak “öz” her temel hak ve özgürlük açısından
farklılık göstermekle birlikte kanunla getirilen sınırlamanın hakkın özüne
dokunmadığının kabulü için temel hakların kullanılmasını ciddî surette güçleştirip
amacına ulaşmasına engel olmaması ve etkisini ortadan kaldırıcı bir nitelik
taşımaması gerekir.
56. Temel hak ve özgürlüklerin özlerine dokunulmaksızın yapılan
sınırlamalar yönünden ise bu sınırlamaların demokratik toplum düzeninin
gerekleri ile ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı belirtilmiştir. Bir başka
deyişle öze dokunan sınırlamalar, “demokratik toplum düzeninin gerekleri”
ve “ölçülülük” ilkelerine evleviyetle aykırı olacağından temel hak
ve özgürlüklerin özüne dokunan sınırlamalar yönünden “demokratik toplum
düzeninin gerekleri” ve “ölçülülük” ilkeleri bakımından ayrıca
inceleme yapılmasına gerek bulunmamaktadır.
57. Öze dokunma yasağını ihlal etmeyen müdahaleler yönünden
gözetilmesi öngörülen “demokratik toplum düzeninin gerekleri” kavramı,
öncelikle ilgili hak yönünden getirilen sınırlamaların zorunlu ya da istisnai
tedbir niteliğinde olmalarını, başvurulabilecek en son çare ya da alınabilecek
en son önlem olarak kendilerini göstermelerini gerektirmektedir. “Demokratik
toplum düzeninin gerekleri”nden olma, bir sınırlamanın demokratik bir
toplumda zorlayıcı bir toplumsal ihtiyacın karşılanması amacına yönelik
olmasını ifade etmektedir.
58. Anayasa’nın 13. maddesinde ifade edilen “ölçülülük
ilkesi”, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasına ilişkin
başvurularda dikkate alınması gereken bir diğer ilkedir. Demokratik toplum
düzeninin gerekleri ve ölçülülük ilkeleri, iki ayrı kriter olarak düzenlenmiş
olmakla birlikte bu iki kriter arasında sıkı bir ilişki vardır. Temel hak ve
özgürlüklere yönelik herhangi bir sınırlamanın demokratik toplum düzeni için
gerekli nitelikte, başka bir ifadeyle öngörülen kamu yararı amacını
gerçekleştirmekle birlikte temel haklara en az müdahaleye olanak veren ölçülü
bir sınırlama niteliğinde olup olmadığının incelenmesi gerekir.
59. Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan ve aralarında sıkı bir
ilişki bulunan “temel hak ve hürriyetlerin özü”, “demokratik toplum
düzeninin gerekleri” ve “ölçülülük ilkesi” kavramları bir bütünün
parçaları olup “demokratik bir hukuk devleti”nin özgürlükler rejiminde
gözetilmesi gereken temel ölçütleri oluşturmaktadır.
60. Demokratik toplum, mülkiyet hakkının tüm bireyler açısından
mümkün olan en geniş şekilde güvence altına alındığı bir düzeni gerektirir.
Demokrasilerde devlete düşen görev; bireyin sahip olduğu mülkiyet hakkını
korumak, özellikle de bu imkânı ortadan kaldırmaya yönelik tutumlardan kaçınmak
ve bu yönde gelebilecek olumsuz müdahaleleri engellemektir. Mülkiyet hakkına
demokratik toplum düzeni yönünden zorunlu olmadıkça devletin müdahale etmemesi
gerekir.
61. Dava konusu kuralla, Kanun’un uygulanması için belirlenen
alanların sınırları içinde olup “riskli yapılar dışında kalan diğer yapılar”dan
uygulama bütünlüğü bakımından Bakanlıkça gerekli görülenlerin de değerleme
çalışmalarında yapının riskli olmadığı gözetilmek kaydıyla Kanun hükümlerine
tâbi olacağı düzenlenmiştir.
62. Kuralda, anılan nitelikteki yapıların da 6306 sayılı Kanun
hükümlerine tâbi olacağı belirtilmiştir. Kanun’un amacı birinci maddesinde, bu
amaç doğrultusunda yapılacak uygulamalar ise 3., 4., 5. ve 6. maddelerinde
düzenlenmiştir. Kanun’un 3. maddesinde riskli yapıların tespiti ve kamuya ait
taşınmazların tahsis ve devri kurala bağlandığından anılan maddenin bu nitelikte
olmayan dava konusu kural kapsamındaki taşınmazlara uygulanma imkânı
bulunmamaktadır. Dolayısıyla riskli olmayan yapılar hakkında, Kanun’un 4., 5.
ve 6. maddeleri uyarınca uygulama yapılacaktır. Anılan maddelerin içeriğinde
imar kısıtlamaları, yapının tahliyesi ve yıkılması, taşınmazın kamulaştırması
gibi mülkiyet hakkını sınırlandıran düzenlemeler bulunmaktadır.
63. Kanun’un genel amacı; afet riski altındaki alanlar ile bu
alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde fen ve sanat
norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil
etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenilemedir. Dava konusu kural ise bu genel
amaç doğrultusunda yapılacak uygulamalarda “uygulama bütünlüğü”nü
sağlamak için getirilmiştir. Bunda bir kamu yararı olduğu konusunda tereddüt
bulunmamaktadır.
64. Bununla birlikte kanunla getirilen bu sınırlamanın kamu yararı
amacı taşıması dışında kamunun yararı ile bireylerin temel hakları arasında
kurulması gereken adil dengeyi bozmaması, ölçülü olması da gerekir. Anayasa
Mahkemesinin yukarıda anılan kararında da belirtildiği üzere kuralla “riskli
olmayan yapılar” hakkında yapılacak uygulamalara ilişkin özel bir düzenleme
öngörülmemiş, riskli yapılara ilişkin kurallara atıf yapılmıştır. Atıf yapılan
kurallar ise yapıların riskli olması dikkate alınarak düzenlenmiş, kamu yararı
ile bireylerin hakları arasında buna uygun denge oluşturulmaya çalışılmıştır.
Menfaatler dengesi bu şekilde oluşturulan kuralların riskli olmayan yapılara
uygulanması, Anayasa’nın 13. maddesinde temel hakların sınırlandırılmasının
ölçütleri arasında yer verilen “ölçülülük” ilkesine aykırılık
oluşturmakta ve kamu yararı ile riskli olmayan yapı sahiplerinin hakları
arasında kurulması gereken dengeyi bozmaktadır.
65. Kuralda, riskli olmayan yapılarla ilgili değerleme
çalışmalarında yapının riskli olmadığı hususunun da gözetileceği ifade edilerek
riskli olmayan yapılar bakımından menfaatler dengesi kurulmaya çalışılmıştır.
Ancak herhangi bir riski bulunmayan sağlam yapılar için uygulama bütünlüğü
bakımından Bakanlıkça gerekli görülmesi halinde 6306 sayılı Kanun hükümlerinin
uygulanması durumunda bu yapıların maliklerinin uğradığı zararların tamamının
karşılanması sorumluluk hukukunun gereğidir. Uygulama alanındaki sağlam
yapılara yönelik değer tespitinde yapının riskli olmadığının gözetilmesi de
esasında bu amaca hizmet etmektedir. Bu itibarla Kanun’un uygulanması için
belirlenen alanların sınırları içinde olup riskli yapılar dışında kalan yapılar
hakkında 6306 sayılı Kanun hükümlerinin uygulanması nedeniyle maliklerin
mülkiyet hakkına yönelik kısıtlamaların, taşınmazın değer tespitinde yapının
riskli olmadığının gözetilmesi suretiyle dengelendiği söylenemez.
66. Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine
aykırıdır. İptali gerekir.
67. Hicabi DURSUN, Muammer TOPAL, Kadir ÖZKAYA, Rıdvan GÜLEÇ,
Recai AKYEL ve Yusuf Şevki HAKYEMEZ bu görüşe katılmamışlardır.
68. Kuralın Anayasa’nın 153. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
F. Kanun’un 25. Maddesiyle 6306 Sayılı Kanun’a Eklenen Ek 1.
Maddenin (2) Numaralı Fıkrasının (a) Bendinin İkinci Cümlesinin İncelenmesi
1. İptal Talebinin Gerekçesi
69. Dava dilekçesinde özetle, riskli alan kararlarına karşı
uygulama işlemleriyle birlikte dava açılmasının engellenmesinin hukuk devleti
ilkesiyle bağdaşmadığı, hak arama özgürlüğünü ihlal ettiği, yapılan
düzenlemeyle riskli alan kararlarının yargı denetiminden kaçırılmak istendiği
belirtilerek kuralın Anayasa’nın 2., 36. ve 125. maddelerine aykırı olduğu
ileri sürülmüştür.
2. Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
70. 6216 sayılı Kanun’un 43. maddesi uyarınca kural, ilgisi nedeniyle
Anayasa’nın 13. maddesi yönünden de incelenmiştir.
71. 6306 sayılı Kanun’un ek 1. maddesinin (2) numaralı fıkrasının
(a) bendinin birinci cümlesinde, riskli alan kararlarına karşı Resmî Gazete’de
yayımı tarihinden itibaren dava açılabileceği ifade edildikten sonra dava
konusu ikinci cümlesinde, uygulama işlemleri üzerine riskli alan kararına karşı
dava açılamayacağı hüküm altına alınmıştır.
72. Anayasa’nın 125. maddesinin birinci fıkrasında idarenin her
türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolunun açık olduğu vurgulanmıştır.
İdarenin eylem ve işlemlerinin yargı denetimine tâbi olması hukuk devletinin de
gereğidir. Anayasa’nın “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinin
birinci fıkrasında “Herkes meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle
yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil
yargılanma hakkına sahiptir.” denilerek kişilerin yargı organlarına
başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil yargılanma
hakkı güvence altına alınmıştır. Anayasa’nın 36. maddesiyle güvence altına
alınan adil yargılanma hakkının temel unsurlarından biri de mahkemeye erişim
hakkıdır. Mahkemeye erişim hakkı, hukukî bir uyuşmazlığın bu konuda karar verme
yetkisine sahip bir mahkeme önüne götürülmesi ve verilen kararın uygulanması
hakkını da kapsar.
73. Anayasa’nın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü için herhangi
bir sınırlama nedeni öngörülmemiş olmakla birlikte her hakkın doğasından
kaynaklanan sınırları bulunduğu gibi Anayasa’nın diğer maddelerinde yer alan
kurallara dayanılarak bu hakların sınırlandırılması da mümkün olabilir. Ancak
temel hak ve hürriyetlere getirilecek sınırlamaların Anayasa’nın 13. maddesinde
öngörülen güvencelere aykırı olmaması gerekir.
74. 6306 sayılı Kanun’un 6. maddesinin (9) numaralı fıkrasında, bu
Kanun uyarınca tesis edilen işlemlere karşı tebliğ tarihinden itibaren otuz gün
içinde dava açılabileceği belirtilmiş; ek 1. maddesinin (2) numaralı fıkrasının
(a) bendinin birinci cümlesinde, riskli alan kararlarına karşı Resmî Gazete’de
yayımı tarihinden itibaren dava açılabileceği ifade edilmiş; dava konusu
kuralla da uygulama işlemleri üzerine riskli alan kararına karşı dava
açılamayacağı hüküm altına alınmıştır. Buna göre bir alanın Bakanlar Kurulu
kararıyla riskli alan olarak ilan edilmesi üzerine bu karara karşı Resmî
Gazete’de yayımı tarihinden itibaren otuz gün içinde dava açılabilecektir. Bu
süre geçtikten sonra ilgililer; taşınmazlarına yönelik uygulama işlemleri
üzerine sadece uygulama işlemine karşı dava açabilecek, işlemin dayanağı olan
riskli alan kararına karşı dava açamayacaktır.
75. Bir bölgenin riskli alan olarak ilan edilmesinden sonra bu
alanda jeolojik-jeoteknik etüd raporu, imar planları, kentsel tasarım projesi,
hak sahipliği tespiti ve gayrimenkul değerlemesi, dönüşüm strateji planı gibi
birçok rapor ve proje hazırlanmaktadır. Bu işlemlerin yapılması belli bir zaman
aldığı gibi idarelere de malî anlamda külfet getirmektedir. Kanun koyucunun
riskli alan kararlarına karşı 30 gün içinde dava açma hakkı tanıyarak riskli
alan kararlarına karşı açılacak davaların bir an önce karara bağlanmasını ve
riskli alanların devamlı dava tehdidi altında kalmasını önlemeyi amaçladığı
anlaşılmaktadır.
76. İdarî işlemlerin sürekli dava tehdidi altında bulunması hukukî
istikrar ve güvenlik ilkeleriyle bağdaşmaz. Ancak hukukî istikrar ve güvenlik
korunurken kişilerin hak arama özgürlükleri de güvencesiz bırakılmamalıdır. Bu
nedenle mahkemeye erişim hakkını sınırlayıcı düzenlemeler yapılırken hukukî istikrar
ile hak arama özgürlüğü arasında makul bir dengenin gözetilmesi zorunludur.
77. Dava konusu kuralla, riskli alan kararlarına karşı ilgililerin
dava açma hakkına yönelik sınırlama getirilmekle birlikte bu sınırlamanın
ölçülü olup olmadığı hususunun 6306 Kanun’da yer alan diğer kurallarla birlikte
değerlendirilmesi gerekmektedir. Kanun’un 6. maddesinin (9) numaralı
fıkrasında, Kanun uyarınca tesis edilen idarî işlemlere karşı tebliğ tarihinden
itibaren otuz gün içinde dava açılabileceği belirtilmiş, ek 1. maddesinin (2)
numaralı fıkrasının (a) bendinin birinci cümlesinde, riskli alan kararlarına
karşı bu kararın Resmî Gazete’de yayımlandığı tarihten itibaren dava
açabileceği kural altına alınmıştır. Dolayısıyla riskli alan kararlarına karşı
yargı yolunun tamamen kapatılması söz konusu değildir.
78. Riskli alan kararlarına karşı açılacak davalarda, Resmî
Gazete’de yayımı tarihinden itibaren başlayacak otuz günlük dava açma süresinin
dava dilekçesinin hazırlanması ve eklerinin temin edilmesini imkânsız kılacak
veya büyük ölçüde güçleştirecek kadar kısa olmadığı ve kuralın da riskli alan
kararlarının uzun süre dava tehdidi altında kalmasını önlemeyi amaçladığı
dikkate alındığında uygulama işlemi üzerine riskli alan kararına karşı dava
açma hakkı tanınmaması mahkemeye erişim hakkına ölçüsüz bir sınırlama
getirmemektedir.
79. Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa’nın 2., 13., 36. ve
125. maddelerine aykırı değildir. İptal talebinin reddi gerekir.
G. Kanun’un 25. Maddesiyle 6306 Sayılı Kanun’a Eklenen Ek 1.
Maddenin (2) Numaralı Fıkrasının (b) Bendinin İncelenmesi
1. İptal Talebinin Gerekçesi
80. Dava dilekçesinde özetle, kamu düzeni veya güvenliğinin olağan
hayatı durduracak veya kesintiye uğratacak şekilde bozulduğu yerlerde, planlama
ya da altyapı hizmetleri yetersiz olan veya imar mevzuatına aykırı yapılaşma
olan veya yapı ya da altyapısı hasarlı olan alanların riskli alan ilan edilmesi
durumunda bu alanlarda yapılacak mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinin
yüksek maliyetli işler olduğu; böylesine yüksek maliyetli işlerin zorunlu bir
sebep olmaksızın dava konusu kural uyarınca pazarlık usulüyle yaptırılmasının kamu
ihalelerinde gözetilmesi gereken saydamlık, rekabet, eşit muamele, güvenirlik
ve kamuoyu denetimi ilkelerine aykırı olacağı belirtilerek kuralın Anayasa’nın
2. maddesine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
2. Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
81. Kanun’un ek 1. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (a)
bendinde, kamu düzeni veya güvenliğinin olağan hayatı durduracak veya kesintiye
uğratacak şekilde bozulduğu yerlerde, planlama ya da altyapı hizmetleri
yetersiz olan veya imar mevzuatına aykırı yapılaşma bulunan yahut yapı ya da
altyapısı hasarlı olan alanların fen ve sanat norm ve standartlarına uygun,
sağlıklı ve güvenli yaşama çevrelerini teşkil etmek; sağlık, eğitim ve ulaşım
gibi kamu hizmetlerinin düzenli bir şekilde yürütülmesini sağlamak amacıyla
Çevre ve Şehircilik Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca riskli alan
olarak kararlaştırılabileceği belirtilmiştir. Dava konusu kuralda bu alanlarda
kamu kaynağı kullanılarak gerçekleştirilen her türlü mal ve hizmet alımları ile
yapım işlerinin 4734 sayılı Kanun’un 21. maddesinin birinci fıkrasının (b)
bendinde belirtilen hâllere dayanan işlerden sayılacağı hüküm altına
alınmıştır. Kurala göre kamu düzeni veya güvenliğinin olağan
hayatı durduracak veya kesintiye uğratacak şekilde bozulduğu yerlerde planlama
ya da altyapı hizmetleri yetersiz olan veya imar mevzuatına aykırı yapılaşma
bulunan yahut yapı ya da altyapısı hasarlı olan alanların riskli alan olarak
ilan edilmesi durumunda bu alanlarla sınırlı olarak kamu kaynağı kullanılarak
gerçekleştirilen her türlü mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinde 4734
sayılı Kanun’un 21. maddesinde düzenlenen pazarlık usulü uygulanacaktır.
82. Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk
devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti; eylem ve işlemleri hukuka uygun
olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her
alanda âdil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya
aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı
sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devleti ilkesinin bir
başka gereği ise kanunların kamu yararı amacını gerçekleştirmek üzere
çıkarılmasıdır.
83. Kamu hukukuna tabi olan veya kamunun denetimi altında bulunan
ya da kamu kaynağı kullanan kamu kurum ve kuruluşlarının mal veya hizmet
alımları ile yapım işlerinde uygulanacak esas ve usulleri belirlemek amacıyla
4734 sayılı Kanun yürürlüğe konulmuştur. Anılan Kanun’un 18. maddesinde, mal
veya hizmet alımları ile yapım işlerinde uygulanacak ihale usulleri “açık
ihale usulü”, “belli istekliler arasında ihale usulü” ve “pazarlık
usulü” olarak sayılmış; 5. maddesinin dördüncü fıkrasında açık ihale usulü
ve belli istekliler arasında ihale usulünün temel usuller olduğu, diğer ihale
usullerinin Kanun’da belirtilen özel hâllerde uygulanabileceği kurala
bağlanmış; diğer usuller arasında yer alan pazarlık usulünün kullanılabileceği
özel hâller ise Kanun’un 21. maddesinde düzenlenmiş; anılan maddenin birinci
fıkrasının (b) bendinde “Doğal afetler, salgın hastalıklar, can veya mal
kaybı tehlikesi gibi ani ve beklenmeyen veya idare tarafından önceden
öngörülemeyen olayların ortaya çıkması üzerine ihalenin ivedi olarak
yapılmasının zorunlu olması” bu özel hâllerden biri olarak kabul
edilmiştir. Maddenin ikinci fıkrası uyarınca; anılan bentte belirtilen istisnai
hâllerde ilan yapılması zorunlu olmayıp en az üç isteklinin davet edilmesi,
yeterlik belgelerini ve fiyat tekliflerini birlikte vermeleri yeterlidir.
84. Anayasa Mahkemesinin yerleşik kararlarında da belirtildiği
üzere devlet harcamalarında 4734 sayılı Kanun’un uygulanmasını zorunlu kılan
bir Anayasa kuralı bulunmadığından kanun koyucunun bazı mal ve hizmetler
yönünden farklı usuller benimsemesinde anayasal açıdan bir engel yoktur. Ancak,
bir mal ve hizmet alımı ihalesinin 4734 sayılı Kanun’da öngörülen usullerin
dışına çıkarılırken kamu yararının gerektirdiği haklı nedenlerin bulunması
hukuk devleti ilkesinin bir gereğidir. Bu ilkelerin gözetilmesi kaydıyla
mal ve hizmet alımlarında hangi ihale usulünün uygulanacağının belirlenmesi
kanun koyucunun takdirindedir. Kanun koyucunun tüm mal ve hizmet alımları için
tek bir ihale usulünü benimsemesi zorunlu olmayıp kanun koyucu çeşitli kamu
hizmetlerinin görülmesinde ihtiyaç duyulan farklı nitelikteki mal ve hizmetler
yönünden durumun gerektirdiği ölçüde farklılaşan ihale usulleri belirleyebilir.
Anayasa’ya uygunluk denetiminde ise kanun koyucunun kamu yararı anlayışının
isabetli olup olmadığı değil, incelenen kuralın kamu yararı dışında belli
bireylerin ya da grupların çıkarları gözetilerek yasalaştırılmış olup olmadığı
incelenecektir.
85. Kuralın, özellikle terör eylemleri nedeniyle altyapısı
kullanılamayacak hâle gelen yerleşim yerlerinde 6306 sayılı Kanun kapsamında
yapılacak imar uygulamalarının ivedilikle gerçekleştirilmesini mümkün kılmak ve
idarelere hareket alanı tanıyarak kamu hizmetinde devamlılığın sağlanmasına
imkân tanımak amacıyla ihdas edildiği anlaşılmaktadır. Belirtilen bölgelerin
yeniden imarı kapsamında ihtiyaç duyulan mal ve hizmetlerin alımında ihale ve
yapım sürecinin hızlandırılması ve uygulamanın kolaylaştırılmasında, diğer
ihale usullerine göre daha kısa sürede sonuçlandırılan pazarlık usulünün
benimsenmesinde kamu yararının bulunduğu açıktır.
86. Kamu düzeni veya güvenliğinin olağan hayatı durduracak veya
kesintiye uğratacak şekilde bozulduğu yerlerde, planlama ya da altyapı
hizmetleri yetersiz olan veya imar mevzuatına aykırı yapılaşma bulunan yahut
yapı ya da altyapısı hasarlı olan alanların riskli alan olarak ilan edildiği
durumlarda işin ivedilikle yapılmasını mümkün kılmak ve idarelere hareket alanı
tanıyarak kamu hizmetinde devamlılığın sağlanmasına imkân tanımak amacıyla
belirtilen alanlarla sınırlı olmak üzerekamu kaynağı kullanılarak
gerçekleştirilen her türlü mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinde pazarlık
usulünün uygulanmasında kamu yararı amacı dışında bir amaç güdüldüğü
saptanamadığından kuralda hukuk devleti ilkesine aykırı bir husus
bulunmamaktadır.
87. Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa’nın 2. maddesine aykırı
değildir. İptal talebinin reddi gerekir.
H. Kanun’un 30. Maddesiyle 375 Sayılı KHK’nın Ek 11. Maddesinin
Birinci Fıkrasının Değiştirilen (b) Bendinde Yer Alan “…15.1.2012 tarihinden
sonra…” ile “…veuzman…” İbarelerinin İncelenmesi
1. İptal ve İtiraz Taleplerinin Gerekçesi
88. Dava dilekçesinde ve başvuru kararında özetle; haklı bir neden
bulunmaksızın aynı kurumda aynı unvanla görev yapan personele ödenecek ücret
bakımından 15.1.2012 tarihinden önce atananlar ile bu tarihten sonra atananlar
arasında ayrım yapılmasının eşitlik ilkesine aykırı olduğu, kurum içi çalışma
barışını bozduğu, kanunların geriye yürümezliği ilkesinin ihlal edilerek
15.1.2012 ile 26.4.2016 tarihleri arasında üst kurullarda ve Tasarruf Mevduatı
Sigorta Fonunda (TMSF) göreve başlayan kurul başkanı, kurul üyesi, başkan
yardımcısı, murakıp ve uzman unvanlı personelin kazanılmış haklarının yok
sayıldığı belirtilerek kuralların Anayasa’nın 2., 10., 49. ve 55. maddelerine
aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
2. Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
89. 6216 sayılı Kanun’un 43. maddesi uyarınca kural ilgisi
nedeniyle Anayasa’nın 128. maddesi yönünden de incelenmiştir.
90. 375 sayılı KHK’nın ek 11. maddesinin (b) bendinde, düzenleyici
ve denetleyici kurumlar ile TMSF’nin kadro ve pozisyonlarına 15.1.2012
tarihinden sonra ilk defa veya yeniden atanan kurul başkanı, kurul üyesi ve
başkan yardımcısı ile murakıp ve uzman unvanlı meslek personeline, ilgili
mevzuatı uyarınca ödenen her türlü maaş, aylık, ücret, ek ücret, prim, zam,
tazminat, ikramiye, fazla çalışma ücreti, kâr payı ve her ne ad altında olursa
olsun yapılan diğer ödemeler ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılan
bütün aynî ve nakdî ödemelerin bir aylık toplam net tutarının; kurul başkanı
için bakanlık müsteşarı, kurul üyesi için bakanlık müsteşar yardımcısı, başkan
yardımcısı için bakanlık genel müdürü, murakıp ve uzman unvanlı meslek
personeli için Başbakanlık uzmanlarına mevzuatında kadrosuna bağlı olarak malî
haklar ile sosyal hak ve yardımlar kapsamında yapılması öngörülen ödemelerin
bir aylık toplam net tutarını geçemeyeceği ve bunların emeklilik hakları
bakımından da emsali olarak belirlenen personel ile denk kabul edileceği hüküm
altına alınmıştır. Dava ve itiraz konusu kurallar anılan bentte yer alan “…15/1/2012
tarihinden sonra…” ibaresi ile “…ve uzman…”
ibareleridir.
91. Anayasa’nın 128. maddesinde; devletin kamu iktisadî
teşebbüsleri ve diğer kamu tüzel kişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle
yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği aslî ve sürekli görevlerinin
memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görüleceği, memurların ve diğer kamu
görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve
yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ile diğer özlük işlerinin kanunla
düzenleneceği hükme bağlanmıştır.
92. Memurlar ve diğer kamu görevlileri ile idare arasındaki
ilişki, yasama organı tarafından hizmetin gereklerine göre kanunla
düzenlenmektedir. İlgili kanunlar uyarınca kişileri önceden düzenlenmiş bulunan
bir statüye sokan, bu statüde devamını sağlayan ve bu statüden çıkaran
işlemler, “şart işlemler” olarak kabul edilip kişilerin kamu
görevine atanmaları ve görevleri süresince belirli kurallara tâbi bulunmaları
da bu kapsamdadır. Kamu görevlileri, belirli bir statüde nesnel kurallara göre
hizmet yürütmekte; o statünün sağladığı aylık, ücret, atanma, yükselme, nakil
gibi kimi öznel haklara sahip olmaktadır.
93. Kanun koyucu, bir kamu hizmetinde görevin gerektirdiği
nitelikleri ve koşulları saptamayı ya da saptanmış olanları değiştirmeyi
anayasal ilkeler içinde kalmak kaydıyla görevin ve ülkenin gereklerine ve
zorunluluklarına göre serbestçe takdir edebilir. Kamu hukuku alanında anayasa,
kanun, tüzük, yönetmelik gibi düzenleyici tasarruflarla konmuş kurallar; kamu
hizmetinin gerekleri, gereksinmeleri gibi nedenlerle ve konuldukları yöntemlere
uyulmak, Anayasa’ya ve kanunlara uygun düşmek kaydıyla her zaman
değiştirilebilir veya kaldırılabilir.
94. Memurlar ve diğer kamu görevlilerinin malî ve sosyal haklarına
ilişkin düzenlemeler statü hukukuna ilişkindir. Statü hukukuna göre yürütülen
görevlere atanmanın usulleri, görevin kapsamı ve görevi yerine getiren
kişilerin malî ve sosyal hakları ile ilgili konularda anayasal ilkelere aykırı
olmamak kaydıyla düzenleme yapmak kanun koyucunun takdirindedir. Bu bağlamda
düzenleyici ve denetleyici kurumlar ile TMSF’de görev yapan kurul başkanı,
başkan yardımcısı, kurul üyesi, murakıp ve uzman unvanlı kadrolarda görev
yapanların malî ve sosyal haklarını belirleme yetkisi de kanun koyucunun takdir
yetkisi kapsamındadır. Bu yetki, doğal olarak mevcut kurallarda değişiklik
yapılmasını da kapsamaktadır. Kamu görevlilerinin özlük haklarına ilişkin
olarak yapılan kanuni değişikliklerin ilgililerin beklentilerini
etkileyebilecek nitelikte olması nedeniyle kanun koyucu bu yetkisini
kullanırken anayasal ilkelere uygun hareket etmek zorundadır.
95. Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesinin
temel gereklerinden biri, kazanılmış haklara saygı gösterilmesidir. Kazanılmış
haklara saygı, hukuk güvenliği ilkesinin bir sonucudur. Kamu görevlilerinin
kazanılmış hakları, istihdam türüne bağlı olarak tahakkuk etmiş ve kendisi
yönünden kesinleşmiş ve kişisel alacak niteliğine dönüşmüş haklardır. Objektif
ve genel hukuksal durumun şart işlemle özel hukuksal duruma dönüşmesi
kazanılmış hak yönünden yeterli değildir. Kural işlemler her zaman
değiştirilebilir ya da yargı organları tarafından Anayasa’ya veya kanuna aykırı
görülerek iptal edilebilir. Kural işlemin değişmesi ya da ortadan kaldırılması,
ona bağlı kişi ile ilgili şart işlemi de etkiler. Kişi, yeni kural tasarrufa
göre oluşan statüde yerini alır. Bu nedenle bir statüye bağlı olarak ileriye
dönük, beklenen haklar kazanılmış hak kapsamında değerlendirilmez.
96. Kişilere belirli haklar sağlayan hukuk kurallarının
muhataplarında bir beklentiye yol açması mümkündür. Hak beklentisi, bir kişinin
mevcut kurallar uyarınca bir hakkı elde etme beklentisini ifade etmektedir. Bir
kuralda öngörülen koşulları taşıyan kişilerin o kuralın ilişkin olduğu hakkı
hukuken ve fiilen elde etmeleri, kendileri yönünden kazanılmış hak oluşturmakla
birlikte henüz bu hakkı kazanmamış kişilerin de söz konusu hakkı elde etme
noktasında bir beklenti içinde olmaları olağandır. Kişilerin hukuka güveni,
hukuk devleti yönünden önemli olup kişilerin bu güveninin yine hukuk tarafından
korunması asıldır ve bu koruma, hukukî güvenlik ilkesi olarak adlandırılmaktadır.
Hukuk güvenliği ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm
eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal
düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli
kılar.
97. Kişilerin mevcut kurallar çerçevesindeki tüm beklentilerinin
mutlak suretle hukuken korunması ise kuralların değişmezliğine yol açabileceği
gibi kuralların değiştirilmesini anlamsız kılabilecek sonuçlara da yol
açabilecektir. Oysa hukuk, toplumun değişimine ve gelişimine koşut olarak
değişime açık ve yaşayan bir varlıktır. Bu nedenle her değişiklikte olduğu gibi
kişilerin değişen kurallardan etkilenmesi söz konusu olabilir. Bir kuralda
yapılan değişikliğin kişilerin elde etmeyi bekledikleri haklara etkisinin saptanmasında,
söz konusu kuralın değiştirilme gerekçelerinin de gözetilmesi zorunludur. Bu
anlamda değiştirilen kuralın, beklenen hakların yanı sıra kazanılmış haklar
yönünden dahi etkili olabileceği de belirtilmelidir. Kamu düzeni, genel sağlık
gibi haklı nedenlerle daha önce elde edilmiş bir hakkın kullanımı yönünden
getirilen ek koşulların mevcut hak sahipleri yönünden gözetilebilmesi de
mümkündür.
98. O hâlde her beklentinin hukuken korunmasının söz konusu
olmadığının öncelikle belirtilmesi zorunludur. Bir beklentinin hukuken koruma
görebilmesinin ön koşullarından birini haklı beklenti seviyesine ulaşması
oluşturmaktadır. Haklı beklentinin tespitinde ise kişilerin bu hakkı elde
etmeye ne kadar yakın olduklarının ve kural değişikliğinin bu hakkın elde edilmesine
etkilerinin, kural değişikliğine neden olan gerekçelerin gözetilmesi gerekir.
Bu kapsamda kuralda gerçekleşen değişiklik sonucu ilgililerin bu haktan mahrum
kalıp kalmadıkları ya da söz konusu değişikliğin bu hakkı elde etmeleri
yönünden zorlaştırıcı bir etkisi olup olmadığı da dikkate alınır. Haklı
beklentinin var olup olmadığı, yapılan bu inceleme sonucunda tespit edilir.
Bazen de kişinin haklı beklentisi, kişiye mutlak olarak eski kuralın bir hak
kazandırmasını değil ancak yeni kurala geçiş sürecinde özellikli konumunun
gözetilerek farklı ve geçici bir düzenleme yapılmasını gerekli kılabilir.
99. Anayasa’nın 10. maddesinde “Herkes, dil, ırk, renk,
cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım
gözetilmeksizin kanun önünde eşittir… Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya
sınıfa imtiyaz tanınamaz…” denilmiştir. Anayasa Mahkemesinin yerleşik
kararlarında da vurgulandığı üzere Anayasa’nın 10. maddesinde yer verilen
eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalarca aynı işleme
bağlı tutulmalarını sağlamak ve kişilere yasalar karşısında ayrım yapılmasını
ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi
ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak yasa karşısında eşitliğin ihlali
yasaklanmıştır. Kanunlar; eşitlik ilkesine uygun bir şekilde, aynı veya benzer
durumda bulunanlar için haklarda ve ödevlerde, yararlarda ve yükümlülüklerde,
yetkilerde ve sorumluluklarda, fırsatlarda ve hizmetlerde eşit davranılmasını
sağlayacak kurallar içermelidir. Ancak durum ve konumlarındaki özellikler, kimi
kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları gerekli kılabilir.
100. Anayasa’nın 49. maddesinde, çalışmanın herkesin hakkı ve
ödevi olduğu belirtilmiş; devlete çalışanların yaşam düzeyini yükseltmek,
çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı
desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve
çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri almak ödevi verilmiş, 55.
maddesinde de ücretin emeğin karşılığı olduğu belirtildikten sonra devletin
çalışanların yaptıkları işe uygun adaletli bir ücret elde etmeleri ve diğer
sosyal yardımlardan yararlanmaları için gerekli tedbirleri alacağı ifade
edilmiştir.
101. 375 sayılı KHK’nın ek 11. maddesinin (b) bendinde düzenleyici
ve denetleyici kurumlar ile TMSF’de ilk defa veya yeniden atanan kurul başkanı,
kurul üyesi ve başkan yardımcısı ile murakıp ve uzman unvanlı meslek
personeline malî ve sosyal haklar kapsamında yapılacak ödemelerin, 375 sayılı
KHK’nın ek 11. maddesinin (b) bendinde sayılan emsali personele yapılan
ödemelerle eşitlenmesi öngörülmüştür. Yapılan düzenleme 26.4.2016 tarihinde
yürürlüğe girmekle birlikte dava konusu kuralla uygulamanın başlangıç tarihi
olarak 15.1.2012 tarihi esas alınmıştır.
102. Konuya ilişkin ilk düzenleme 11.10.2011 tarihli ve 666 sayılı
KHK ile yapılmıştır. Anılan KHK ile 375 sayılı KHK’ya eklenen ek 11. maddenin
birinci fıkrasının (b) bendinde düzenleyici ve denetleyici kurumlar ile TMSF’de
kurul başkanı, başkan yardımcısı, kurul üyesi, başkan yardımcısı, murakıp ve
uzman kadrolarına ilk defa veya yeniden atananlara malî ve sosyal haklar
kapsamında yapılacak her türlü ödemenin bentte sayılan emsali personelle
eşitlenmesi öngörülmüş ve düzenlemenin 15.1.2012 tarihinde yürürlüğe girmesi
kural altına alınmıştır. Anayasa Mahkemesi, buna ilişkin KHK
hükmünü, yetki kanununda kamu görevlilerinin malî haklarına ilişkin olarak
Bakanlar Kuruluna doğrudan bir düzenleme yapma yetkisi verilmediği gerekçesiyle
Anayasa’ya aykırı bulmuş ve bentte yer alan “murakıp ve” ibarelerini
22.10.2015 tarihli ve E.2015/1 ve K.2015/91 sayılı kararıyla; “uzman”
ibarelerini 3.12.2015 tarihli ve E.2015/101, K.2015/111 sayılı kararıyla; “kurul
üyesi” ibarelerini de 16.3.2016 tarihli ve E.2016/15, K.2016/14 sayılı
kararıyla iptal etmiştir. Mahkemenin verdiği iptal kararları, itiraz konusu
kuralların içeriklerinin Anayasa’ya uygunluğunun incelenmesi ve bu inceleme
sonucunda Anayasa’ya aykırı bulunmaları sonucu değil, söz konusu düzenlemelerin
yetki kanunu kapsamında bulunmaması sebebiyle verilmiştir. Bir diğer deyişle
anılan iptal kararları, esasa yönelik olmayıp usule ilişkindir.
103. Aynı zamanda Anayasa Mahkemesinin konuya ilişkin vermiş
olduğu iptal kararları, söz konusu üst kurullarda ve TMSF’de çalışan tüm
personeli de kapsamamaktadır. Anayasa Mahkemesinin bu kurumlarda çalışan “murakıplara”
ilişkin kararı, 7.11.2015 tarihli Resmî Gazete’de, “uzmanlara” ilişkin
kararı 16.12.2015 tarihli Resmî Gazete’de ve “kurul üyelerine” ilişkin
kararı 25.3.2016 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanmış ve kuralın bu unvanlara
ilişkin ibareleri anılan tarihlerde yürürlükten kalkmıştır.
104. Dava ve itiraz konusu kuralın yer aldığı 6704 sayılı Kanun’a
ilişkin kanun tasarısı ise 23.3.2016 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi
Başkanlığına (T.B.M.M.) sunulmuş, Plan ve Bütçe Komisyonunca tasarı hakkında
5.4.2016 tarihli rapor düzenlenmiş, T.B.M.M. Genel Kurulunda tasarının
görüşülmesine 6.4.2016 tarihinde başlanmış ve 14.4.2016 tarihinde kabul
edilerek kanunlaşmış, 20.4.2016 tarihinde Cumhurbaşkanlığına gönderilen Kanun
25.4.2016 tarihinde Cumhurbaşkanlığınca yayımlanmak üzere Resmî Gazete’ye
gönderilmiş ve 26.4.2016 tarihinde Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe
girmiştir.
105. Anayasa Mahkemesinin “murakıplara” ve “uzmanlara”
yönelik kararından kısa bir süre sonra yasama sürecinin başlayıp sona erdiği,
kanun tasarısının T.B.M.M. Başkanlığına sunulduğu tarihte “kurul üyelerine”
ilişkin Anayasa Mahkemesi kararının dahi henüz Resmî Gazete’de yayımlanmamış
olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca söz konusu düzenleme kapsamındaki üst kurullarda
ve TMSF’de çalışan “kurul başkanları” ve “başkan yardımcıları”
hakkında Anayasa Mahkemesince verilmiş bir iptal kararı da bulunmamaktadır. Söz
konusu personel ile ilgili yapılacak yeni düzenlemede bu tür bir ayrım
yapılmasının 15.1.2012 tarihinden sonra söz konusu kurumlarda farklı unvanla
göreve başlayanlar arasında eşitliğe aykırı sonuçların da ortaya çıkmasına yol
açacağı açıktır.
106. Yukarıda ayrıntılı olarak açıklanan hukukî süreç sonucunda
kanun koyucu iptal kararları doğrultusunda söz konusu düzenlemeyi bu defa
kanunla yapmış ve iptal edilen Kanun Hükmünde Kararname’nin ilgili hükmünün
yürürlüğe girdiği ve herkes tarafından bilinen 15.1.2012 tarihini esas almak
suretiyle kuralın bu tarihten sonra Kanun’da öngörülen kadro ve pozisyonlara
ilk defa veya yeniden atananlara uygulanmasını öngörmüştür.
107. Bu kapsamda 15.1.2012 tarihi, daha önce bilinmeyen veya
bilinmesi mümkün olmayan bir tarih değil, aynı konuya ilişkin daha önceki
düzenlemenin yürürlük tarihinin tekrarından ibarettir. Söz konusu tarih,
Anayasa Mahkemesince verilen iptal kararlarının Resmî Gazete’de yayımlandığı
tarihe kadar uygulamada esas alınmış ve 15.1.2012 tarihinden sonra Kanun’da
öngörülen kadro ve pozisyonlara ilk defa veya yeniden atanan kişilere söz
konusu KHK kuralı uyarınca ödeme yapılmıştır. Gerek kuralda yer alan 15.1.2012
tarihinin herkesçe bilinen bir tarih olması ve yaklaşık dört yıl boyunca ülke
çapında uygulanmış olması gerekse Anayasa Mahkemesince verilen iptal kararının
usul yönünden verilmiş bir karar olması hususları dikkate alındığında kanun koyucu
tarafından getirilen ve önceki kuralla aynı içeriğe sahip olan yeni düzenlemede
önceki kuralın yürürlük tarihi olan ve bu yönüyle objektif nitelik taşıyan
15.1.2012 tarihinin esas alındığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle 15.1.2012
tarihinin ilgililer yönünden öngörülmesi imkansız bir tarih olarak
nitelendirilebilmesi mümkün olmadığı gibi ilgili kuralın geçmişte yürürlüğe
girdiği tarihin esas alınmış olması nedeniyle gerçek anlamda bir kanunun geriye
yürümesinden de söz edilemez. Bunun ötesinde 666 sayılı KHK’nın 2.11.2011
tarihli Resmî Gazete’de yayımlanmasına rağmen konuya ilişkin hükmünün 15.1.2012
tarihinde yürürlüğe gireceğinin öngörülmesi de geriye dönük bir uygulama
yapılmasının amaçlanmadığını göstermektedir.
108. 15.1.2012 tarihinden sonra düzenleyici ve denetleyici
kurumlar ile TMSF’de ilk defa veya yeniden göreve başlayanlar 375 sayılı
KHK’nın ek 11. maddesinin (b) bendinde sayılan emsali personelle eşit malî ve
sosyal haklara sahip olacaklarını bilerek ve bu durumu kabul ederek göreve başlamışlardır.
Dolayısıyla bu kişilerin malî ve sosyal hakları bakımından kazanılmış
haklarının ihlali söz konusu olmadığı gibi parasal haklarının daha önceki
sisteme göre ödenmesi yönünde haklı bir beklentilerinin bulunduğu da
söylenemez.
109. Diğer taraftan Anayasa Mahkemesinin yukarıda belirtilen iptal
kararlarından sonra kısa bir süre düzenleyici ve denetleyici kurumlar ile
TMSF’de ilk defa veya yeniden atanan kurul üyesi, murakıp ve uzman unvanlı
meslek personeline malî ve sosyal haklar kapsamında önceki sisteme
göre adı geçen personele ödeme yapılmış olması; bu konuda yeni bir
düzenleme yapılmasına engel oluşturmayacağı gibi söz konusu ödemelerin aynı
şekilde, süresiz ve mutlak olarak yapılması zorunluluğunu da doğurmayacağı
açıktır. Öte yandan Anayasa Mahkemesince usul yönünden verilen iptal
kararlarının söz konusu üst kurullarda ve TMSF’de çalışan ve kural kapsamında
yer alan tüm çalışanları kapsamaması nedeniyle bu kişiler arasında bir ayrım
yapılması sonucuna yol açacak şekilde bu kararların belirli unvanlı görevde
bulunanlar yönünden haklı beklentiye yol açtığı, diğer unvanlı görevlerde
bulunanlar yönünden ise uygulamanın devamına engel bulunmadığının kabulü mümkün
bulunmamaktadır. Konuya ilişkin düzenlemelerin ve Anayasa Mahkemesi kararının
niteliği gözetildiğinde geleceğe yönelik olarak ilgililerin hukuken korunması
gerekli haklı beklentilerinin varlığından söz edilemeyeceği açıktır.
110. Eşit ücret uygulamasıyla kamu kurum ve kuruluşlarında benzer
unvanlarla görev yapan personelin parasal haklarının eşitlenerek uygulamada
birliğin sağlanması, her kurumun kendi kuruluş kanununa göre farklı ücret
belirlemesinin önlenmesi, böylece kamu personel rejiminde malî ve sosyal haklar
bakımından yeknesaklığın sağlanması amaçlanmaktadır. Bu yönüyle kuralın kamu
yararına aykırı olduğu söylenemez.
111. Düzenleyici ve denetleyici kurumlar ile TMSF’nin kadro ve
pozisyonlarına 15.1.2012 tarihinden sonra ilk defa veya yeniden atanan kurul
başkanı, kurul üyesi, başkan yardımcısı, murakıp ve uzman unvanlı meslek
personeli ile 15.1.2012 tarihinden önce bu kadro ve pozisyonlara atananlar aynı
hukukî konumda değillerdir. Kanun koyucu tarafından konuya ilişkin
düzenlemelerden önce göreve başlayanların ileriye dönük haklı beklentilerinin
korunması amacıyla 15.1.2012 tarihinin esas alındığı anlaşılmaktadır. Anılan
kurumlarda 15.1.2012 tarihinden önce göreve başlayanlar ile bu tarihten sonra
göreve başlayanlar aynı hukukî konumda bulunmadıklarından farklı kurallara tabi
tutulmalarında eşitlik ilkesine aykırılık bulunmamaktadır.
112. Açıklanan nedenlerle kurallar, Anayasa’nın 2., 10., 49., 55.
ve 128. maddelerine aykırı değildir. İptal taleplerinin reddi gerekir.
113. Serdar ÖZGÜLDÜR ve Serruh KALELİ bu görüşe katılmamışlardır.
V. YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI TALEBİ
114. Dava dilekçesinde özetle, Kanal İstanbul Projesi’nin İstanbul
Boğazı ve Marmara Denizi’nin ekosisteminde çok büyük zararlara yol açacağı;
ormanların, tarım alanlarının, çayır ve mera alanlarının yok olmasına neden
olacağı; riskli olmayan yapıların 6306 sayılı Kanun’a tâbi olmasının maliklerin
mülkiyet hakkını ölçüsüz şekilde sınırlandıracağı; riskli alan kararlarına
karşı uygulama işlemiyle birlikte dava açma hakkı tanınmamasının hak arama
özgürlüğünü kısıtlayacağı; kamu düzeni veya güvenliğinin olağan hayatı
durduracak veya kesintiye uğratacak şekilde bozulduğu yerlerde, planlama ya da
altyapı hizmetleri yetersiz olan veya imar mevzuatına aykırı yapılaşma olan
veya yapı ya da altyapısı hasarlı olan alanların riskli alan ilan edilmesi
durumunda bu alanlarda yapılacak mal ve hizmet alımları ile yapım işlerinin
pazarlık usulüyle yapılmasının ihalelerde saydamlığı ve rekabeti engelleyeceği;
düzenleyici ve denetleyici kurumlar ile TMSF’de 15.1.2012 tarihinden önce ilk
defa veya yeniden atanan kurul başkanı, kurul üyesi, başkan yardımcısı, murakıp
ve uzman unvanlı personele yapılacak ödemelere geriye dönük sınırlama
getirilmesinin kazanılmış hak ilkesini ihlal edeceği; dava konusu kuralların bu
hâliyle uygulanmasının telafisi güç veya imkânsız zararların doğmasına
sebebiyet vereceği belirtilerek kuralların yürürlüklerinin durdurulması talep
edilmiştir.
14.4.2016 tarihli ve 6704 sayılı 65 Yaşını Doldurmuş Muhtaç,
Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında Kanun ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un;
A. 21. maddesiyle 16.5.2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski
Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un 3. maddesinin yeniden
düzenlenen (7) numaralı fıkrasına yönelik yürürlüğün durdurulması talebinin
koşulları oluşmadığından REDDİNE,
B. 1. 7. maddesiyle 3.5.1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar
Kanunu’nun 5. maddesine “Bina” tanımından sonra gelmek üzere
eklenen “Su yolu; imar planı kararıyla yapay olarak oluşturulan ve
deniz araçlarıyla ulaşımın sağlandığı su geçididir.” tanımına,
2. 8. maddesiyle 3194 sayılı Kanun’un 11. maddesinin birinci
fıkrasına “yol” ibaresinden sonra gelmek üzere eklenen “su
yolu,” ibaresine,
3. 9. maddesiyle 3194 sayılı Kanun’un 18. maddesinin üçüncü
fıkrasına “yol” ibaresinden sonra gelmek üzere eklenen “… su
yolu,” ibaresine,
4. 13. maddesiyle 25.2.1998 tarihli ve 4342 sayılı Mera Kanunu’na
eklenen ek 1. maddede yer alan “…bu Kanun hükümlerine bağlı
kalınmaksızın resen kaldırılır…” ibaresine,
5. 25. maddesiyle 6306 sayılı Kanun’a eklenen ek 1. maddenin (2)
numaralı fıkrasının (a) bendinin ikinci cümlesine ve (b) bendine,
6. 30. maddesiyle 27.6.1989 tarihli ve 375 sayılı Kanun Hükmünde
Kararname’nin ek 11. maddesinin birinci fıkrasının değiştirilen (b) bendinde
yer alan “…15/1/2012 tarihinden sonra…”ibaresine,
yönelik iptal talepleri 15.11.2017 tarihli, E.2016/133, K.2017/155
sayılı kararla reddedildiğinden bu bent, tanım ve ibarelere ilişkin yürürlüğün
durdurulması taleplerinin REDDİNE,
15.11.2017 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verilmiştir.
VI. HÜKÜM
14.4.2016 tarihli ve 6704 sayılı 65 Yaşını Doldurmuş Muhtaç,
Güçsüz ve Kimsesiz Türk Vatandaşlarına Aylık Bağlanması Hakkında Kanun ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un;
A. 7. maddesiyle 3.5.1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu’nun
5. maddesine “Bina” tanımından sonra gelmek üzere eklenen “Su
yolu; imar planı kararıyla yapay olarak oluşturulan ve deniz araçlarıyla
ulaşımın sağlandığı su geçididir.” tanımının Anayasa’ya aykırı
olmadığına ve iptal talebinin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
B. 8. maddesiyle 3194 sayılı Kanun’un 11. maddesinin birinci
fıkrasına “yol” ibaresinden sonra gelmek üzere eklenen “su
yolu,” ibaresinin Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal talebinin
REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
C. 9. maddesiyle 3194 sayılı Kanun’un 18. maddesinin üçüncü
fıkrasına “yol” ibaresinden sonra gelmek üzere eklenen “… su
yolu,” ibaresinin Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal talebinin REDDİNE,
OYBİRLİĞİYLE,
D. 13. maddesiyle 25.2.1998 tarihli ve 4342 sayılı Mera Kanunu’na
eklenen ek 1. maddede yer alan “…bu Kanun hükümlerine bağlı kalınmaksızın
resen kaldırılır…” ibaresinin Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal
talebinin REDDİNE, Osman Alifeyyaz PAKSÜT’ün karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,
E. 21. maddesiyle 16.5.2012 tarihli ve 6306 sayılı Afet Riski
Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun’un 3. maddesinin yeniden
düzenlenen (7) numaralı fıkrasının Anayasa’ya aykırı olduğuna ve İPTALİNE,
Hicabi DURSUN, Muammer TOPAL, Kadir ÖZKAYA, Rıdvan GÜLEÇ, Recai AKYEL ile Yusuf
Şevki HAKYEMEZ’in karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
F. 25. maddesiyle 6306 sayılı Kanun’a eklenen ek 1. maddenin (2)
numaralı fıkrasının, (a) bendinin ikinci cümlesi ile (b) bendinin Anayasa’ya
aykırı olmadıklarına ve iptal taleplerinin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
G. 30. maddesiyle 27.6.1989 tarihli ve 375 sayılı Kanun Hükmünde
Kararname’nin ek 11. maddesinin birinci fıkrasının değiştirilen (b) bendinde
yer alan “…15/1/2012 tarihinden sonra…”ibaresi ile “…ve
uzman…” ibarelerinin, Anayasa’ya aykırı olmadıklarına ve iptal
taleplerinin REDDİNE, Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ’nin karşıoyları ve
OYÇOKLUĞUYLA,
15.11.2017 tarihinde karar verildi.
Başkan
Zühtü ARSLAN
|
Başkanvekili
Burhan ÜSTÜN
|
Başkanvekili
Engin YILDIRIM
|
Üye
Serdar
ÖZGÜLDÜR
|
Üye
Serruh KALELİ
|
Üye
Osman
Alifeyyaz PAKSÜT
|
Üye
Nuri NECİPOĞLU
|
Üye
Hicabi DURSUN
|
Üye
Celal Mümtaz
AKINCI
|
Üye
Muammer TOPAL
|
Üye
M. Emin KUZ
|
Üye
Hasan Tahsin
GÖKCAN
|
Üye
Kadir ÖZKAYA
|
Üye
Rıdvan GÜLEÇ
|
Üye
Recai AKYEL
|
Üye
Yusuf Şevki
HAKYEMEZ
|
KARŞIOY GEREKÇESİ
6704 sayılı Kanun’un 30. maddesiyle 375 sayılı
KHK’nin EK 11. maddesinin birinci fıkrasının değiştirilen (b) bendi ile
15.1.2012 tarihinden sonra, 5018 sayılı Kanun’a ekli (III) Sayılı Cetvelde
sayılan düzenleyici ve denetleyici kurumlar ile TMSF kadro ve pozisyonlarına
ilk defa veya yeniden atanan “ve uzman” unvanlı meslek personelinin aylık ve
özlük haklarında düşüş öngörülmektedir. Oysa 6704 sayılı Kanunla yapılan
düzenleme 26.4.2016 tarihinde yürürlüğe girmiş; diğer bir deyişle yürürlük
hükmü dört yıl geriye yürütülerek 15.1.2012 tarihi olarak itibar edilmiştir.
“Eşit işe eşit ücret” gerekçesiyle yapılan bu düzenlemenin Anayasa’ya uyarlı
düşmediği çok açıktır. Gerçekten, Anayasa Mahkemesinin 3.12.2015 tarih ve
E.2015/101, K.2015/111 sayılı kararı ile KHK ile getirilen önceki benzer
düzenleme “uzman”lar yönünden iptal edilmiş; bu iptal kararından
sonra da yeni bir düzenleme yapılmadığından, ilgili kurumlar bu (uzman)
statüdeki çalışanlarının maaşlarını, eski uygulama doğrultusunda, kendi kuruluş
kanunlarındaki düzenlemelere göre hizmet sözleşmesi ile belirlemişlerdir. Yani,
evvelce düşürülmüş olan maaşlar yeniden yükseltilmiştir. 6704 sayılı Kanunla
yapılan düzenlemeden sonra ise yürürlük tarihinin 15.1.2012’ye (geriye)
yürütülmesiyle, yükseltilen aylıklar ikinci defa düşürülmüştür.
Anayasa Mahkemesinin iptal kararının şekli ya
da esasa ilişkin olmasının statü hukukuna tâbi kişiler bakımından bir önemi
yoktur. Çünkü, onlar yönünden önemli olan, maaşlarında eksiltmeye yol açan
yasal düzenlemenin hukuk âleminden kaldırılmış olmasıdır. Onların özlük
haklarını ödeyen kurumlar yönünden de aynı şey geçerlidir. Onlar da Anayasa’ya
aykırı bulunarak iptal edilen yasal kural artık mevcut olmadığından, yeni
hukuki duruma göre personelin aylıklarını ödemekle yükümlü bulunmaktadır. Hukuk
devleti ilkesi, yasaların kişiler aleyhine geçmişe yürürlü olarak vazedilmesine
mânidir. Statü hukukuna tâbi kişilerin, Anayasa Mahkemesi iptal kararının
yürürlüğe girmesinden sonra yeni hukuki durum nedeniyle haklı ve meşru bir
beklentilerinin olması doğal ve makûldür. Bu nedenle kendileri yönünden en
azından bir “beklenen hak” sözkonusudur. Beklenen hak konusunda Anayasa
Mahkemesinin 7.11.2014 tarih ve E.2014/61, K.2014/166 sayılı kararında şu
sapmalarda bulunulmaktadır.: “…Bir beklentinin hukuken konuma görebilmesi için
meşru (haklı) beklenti seviyesine ulaşması gerekmektedir. Beklentinin meşru
olup olmadığı tespit edilirken başvurulacak ölçüt ‘hakkaniyet’tir. Hakkaniyet, 4721 sayılı Türk Medeni
Kanunu’nda düzenlenmiş olup hâkime takdir yetkisi tanınan durumlarda, hâkimin
bu takdir yetkisini somut olayın özelliklerine uygun olarak ve adalet
ilkelerini gözeterek kullanması anlamına gelmektedir. Hakkaniyet kavramı,
hukukun genel bir ilkesi olduğundan, anayasa yargısında da dikkate alınmalıdır.
Kanun koyucu da tıpkı mahkemeler gibi takdir yetkisi kullanırken hakkaniyeti
gözetmekle yükümlüdür. Nitekim Anayasa Mahkemesi bir çok kararında hukuk
devleti ilkesini tanımlarken ‘hakkaniyet ölçütünün gözetilmesini’ hukuk devletinin unsuru
olarak saymaktadır. Bu itibarla dava konusu kuralların, yürürlüğe girdiği
tarihte mesai saatleri dışında serbest meslek faaliyetinde bulunmakta veya özel
kuruluşlarda çalışmakta olan öğretim üyelerinin önceki sistemin uygulanacağı
yolundaki beklentilerini korumamış olmasının hakkaniyet ölçütüyle bağdaşıp
bağdaşmadığının tespiti gerekir… Yargı kararları sonrası tam zamanlı çalışan
öğretim üyeleri, mesai saatleri sonrası serbest olarak çalışabilecekleri
yönünde oluşan kanaat ve beklenti nedeniyle üniversite dışındaki serbest çalışmalarını
planlamış, ekonomik ve sosyal hayatlarını bu koşulları öngörmek suretiyle
belirlemişlerdir. Öğretim üyelerinin var olan durumun devam edeceğine
dair oluşan beklenti ve kanaat nedeniyle plânladıkları faaliyet ve
çalışmaları ile bunlar gereğince yaratılan hukuki durumlarını dava
konusu kurallar gereğince sona erdirmek zorunda olması, aksi halde
haklarında insan hayatında çok önemli bir hukuki sonuç doğuran istifa etmiş
sayılma veya ilişik kesme işlemlerinin uygulanması hakkaniyete
aykırıdır. Bu nedenle sözkonusu öğretim üyeleri için yargı
kararlarına güvenerek mesai sonrası çalışma ve faaliyette bulunmaları,
bu statünün kazanılmış hak olarak değerlendirilmesini olanaklı kılması da bu
statülerin belli bir süre devam edeceğine ilişkin meşru bir beklenti
oluşturduğu ve bu beklentinin hukuk güvenliği ilkesi gereğince korunması
gerektiğinin kabulü gerekir… Dolayısıyla dava konusu kurallar
hukuk devletinin gereği olan hukuki güvenlik ve hukuki belirlilik ilkelerine
aykırıdır…” (RG.19.6.2015, Sayı:29391 s. 103-105)
Davanın somutunda da, Anayasa Mahkemesinin
evvelce vermiş olduğu “uzman”lar yönünden iptal kararının yürürlüğe girmesi ve
bu konumdaki personelin özlük haklarının önceki statü gibi yükseltilerek
ödenmesi sonrasında, bu kişiler yönünden meşru bir beklenti oluştuğu, bu
statünün devam edeceğine dair bu haklı beklentinin 6704 sayılı Kanunla “geçmişe
yürürlü” bir biçimde ortadan kaldırılmış olması karşısında, hukuk devletinin
gereği olan hukuki güvenlik ve hukuki belirlilik ilkelerinin açıkça ihlâl
edildiği görülmektedir.
Açıklanan nedenlerle, kuralların Anayasa’nın 2
nci maddesine aykırı olduğu ve iptali gerektiği kanaatine vardığımızdan,
çoğunluğun aksi yöndeki kararına katılmıyoruz.
Üye
Serdar ÖZGÜLDÜR
|
Üye
Serruh KALELİ
|
KARŞIOY GEREKÇESİ
1. Kanun’un 13. maddesiyle 4342 sayılı Mera Kanunu’na eklenen Ek
1. Maddede yer alan “… bu Kanun hükümlerine bağlı kalmaksızın resen
kaldırılır…” ibaresi ile Avrupa Yakası Proje Alanı içerisinde yer alan
mera, yaylak ve kışlak gibi orta mallarının vasıflarının Ulaştırma, Denizcilik
ve Haberleşme Bakanlığınca Mera Kanunu hükümlerine bağlı kalınmaksızın resen
kaldırılması ve bu taşınmazların Hazine adına tescil edilmesi
öngörülmüştür.
2. Buna göre, Proje alanı içerisinde yer alan ve Anayasa’nın 45.
maddesiyle amaç dışı kullanım ve tahribine karşı Devletçe önlemler alınması
gereken yerlerin yeni yerleşim alanları kurulması dahil, farklı amaçlarla
kullanılmasının amaçlandığı anlaşılmaktadır.
3. Anayasa Mahkemesince daha önce, mera, yaylak ve kışlaklarda
kanuna aykırı yapıların önlenememesi veya buralarda inşa edilen yapılardan veya
yerleşmelerden ekonomik gelir temin edilmesi amacıyla meraların vasfının
değiştirilmesine imkan sağladığı için Anayasa’ya aykırı olduğu gerekçesiyle
açılan davada, ilgili kuralın iptaline karar verilirken aşağıdaki gerekçelere
dayanılmıştır (4.12.2014 tarihli, Esas:2013/114; Karar:2014/184 sayılı Anayasa
Mahkemesi Kararı):
“Mera, yaylak ve kışlaklarda kanuna aykırı yapıların önlenememesi
veya buralarda inşa edilen yapılardan veya yerleşmelerden ekonomik gelir temin
edilmesi nedenleriyle mera, yaylak ve kışlakların tahsis amacının
değiştirilerek Anayasa'nın 45. ve 56. maddeleriyle güvence altına alınan
yerlerin ve doğal çevrenin tahrip edilmesinde, kamu yararının gerektirdiği bir
zorunluluğun bulunmadığı ve bunun Anayasa'nın 45. ve 56. maddeleriyle Devlete yüklenen
ödevin yerine getirilmesi imkânını önemli ölçüde ortadan kaldıracağı açıktır.
Zira kanuna aykırı yapıların önlenememesi gerekçesiyle yapı sahiplerine hak
tanınması, bu yerlerin tümüyle yok olmasına neden olacak, dolayısıyla
Anayasa'nın Devlete bu yerleri korumaya yönelik olarak yüklediği görev yerine
getirilemeyecektir. Ekonomik gelir temininde ise Devletin aynı geliri doğal
çevrenin geri dönüşü olmayacak biçimde tahrip edilmesine yol açmayacak
alternatif faaliyetlerden elde etmesi mümkün bulunduğundan mera, yaylak ve
kışlakların yapılaşmaya açılmasını gerektirecek bir zorunluluğun varlığından
söz etmek mümkün değildir. Dolayısıyla kamu yararının gerektirdiği bir
zorunluluğa dayanmaksızın dava konusu kuralla Anayasa'nın 45. ve 56.
maddeleriyle güvence altına yerlerin ve çevrenin tahribine neden olacak
düzenlemeler yapılması, Anayasa'ya aykırılık teşkil etmektedir.
Açıklanan nedenlerle dava konusu kural, Anayasa'nın 45. ve 56.
maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.”
4. Öte yandan Anayasa Mahkemesi başka bir kuralın iptali istemini
reddederken de yine Anayasa’nın 45. ve 56. maddeleri arası arasında makul bir
dengenin kurulup kurulmadığını değerlendirmiş ve aşağıdaki gerekçeleri
açıklamıştır (14.5.2015 tarihli, Esas:2014/177; Karar:2015/49 sayılı Anayasa
Mahkemesi Kararı):
“Dava dilekçesinde, Kanun ile 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun
ilgili hükümleri birlikte dikkate alındığında dava konusu kuralla endüstri ve
şehirleşme amacına yönelik olarak meraların vasfının değiştirilmesine imkân
sağlandığı, konut alanları, sanayi alanları, ticaret alanları, teknoloji
parkları, kamu hizmeti alanları, rekreasyon alanları ve her türlü sosyal donatı
alanları yapmak için meraların, yerleşme ve yapılaşmaya açılarak daraltılmasının
Anayasa’nın 45. ve 56. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
4342 sayılı Kanun’un “Tahsis Amacının Değiştirilmesi” başlıklı 14.
maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde, tahsis amacı
değiştirilmedikçe mera, yaylak ve kışlaktan bu Kanun’da gösterilenden başka
şekilde yararlanılamayacağı kurala bağlandıktan sonra, ikinci cümlesinde
bentler hâlinde bu kuralın istisnalarına yer verilmiştir. Kanun’un 112.
maddesiyle eklenen (ı) bendiyle, “Bakanlar Kurulunca kentsel dönüşüm ve gelişim
proje alanı olarak ilan edilen” yerler de istisnalar arasına eklenmiştir. Buna
göre, 5373 sayılı Belediye Kanunu’nun 73. maddesi uyarınca ilgili belediyenin
talebi ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca
kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı olarak ilan edilen yerlerdeki meraların,
ilgili müdürlüğün talebi, mera komisyonu ve defterdarlığın uygun görüşü alınmak
suretiyle valilikçe tahsis amacının değiştirilerek mera vasfının ortadan
kaldırılması ve Hazine adına tescili olanaklı hâle gelmiştir.
Anayasa’nın “Tarım, hayvancılık ve bu üretim dallarında
çalışanların korunması” başlıklı 45. maddesinde,” Devlet tarım arazileri ile
çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek…için gereken
tedbirleri alır.” hükmüne yer verilmiş; maddenin gerekçesinde ise “Madde,
Devlete tarım arazilerinin ve çayırlarla meraların amaç dışı kullanılmasını
önleme görevini yüklemektedir. Bu ifadeyle amaçlanan tarım arazilerinin
endüstri ve şehirleşme sebebiyle yok edilmesinin önlenmesidir. Devlet, bu
amaçla yasal düzenleme yapmalıdır.” denilmiştir. Dolayısıyla çayır ve meraların
amaç dışı kullanılmasının ve tahribinin önlenmesinin Devlete bir görev olarak
yüklendiği açıktır.
Hayvancılığın önemli geçim kaynaklarından birini oluşturduğu
ülkemizde mera, yaylak ve kışlakların korunması, tarımla uğraşan halkın ve
dolayısıyla ülkenin refahı ve gelirinin artması bakımından büyük önem
taşımaktadır. Anayasa koyucu, mera, yaylak ve kışlakların sınırlılığını
gözeterek bunların korunmasına ve amacı dışında kullanımının engellemesine
yönelik tedbirler alınmasını bir ödev olarak Devlete yüklemiş ise de bunun
mutlak bir yasaklamayı ifade ettiği ve mera, yaylak ve kışlakların amaç dışı kullanımına
hiçbir koşulda izin verilemeyeceği söylenemez. Sosyal veya ekonomik bazı
ihtiyaçlar, mera, yaylak ve kışlakların başka amaçlarla kullanımını zorunlu
hâle getirebilmektedir. Bu gibi durumlarda, bir bölgenin mera, yaylak ve kışlak
olarak kullanımına devam edilmesi, birtakım ekonomik ve sosyal ihtiyaçların
karşılanamamasına ve neticede daha büyük kamusal yararların zedelenmesine yol
açabilmektedir. Bu nedenle, bir alanın mera, yaylak veya kışlak vasfının
ortadan kaldırılmasının, söz konusu alanın mera, yaylak veya kışlak olarak
kullanımına devam edilmesinden daha fazla kamusal yarar doğurduğu hâllerde,
ilgili bölgenin başka amaçlarla kullanılmasına imkân sağlanmasına anayasal bir
engel bulunmamaktadır.
Anayasa’nın 56. maddesinde ise herkesin, “sağlıklı ve dengeli bir
çevrede yaşama hakkı”na sahip olduğu belirtilmiş; çevreyi geliştirmek, çevre
sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların
ödevleri arasında sayılmıştır. Kanun koyucunun Anayasa’nın 56. maddesinde düzenlenen
“sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı”nın Devlete yüklediği ödevin
yerine getirilmesi amacıyla meralara müdahalede bulunulması mümkündür. Ancak
bu durumda çatışan iki ödev arasında makul bir denge kurulmalı ve ancak kamu
yararı bakımından zorunluluk taşıması durumunda meraların amaç dışı kullanımına
izin verilmelidir.
….
Dava konusu kural ile 5373 sayılı Kanun’un 73. maddesinin birinci
fıkrası birlikte dikkate alındığında, Bakanlar Kurulunun kentsel dönüşüm ve
gelişim alanı ilan edebilmesinin, konut alanları, sanayi alanları, ticaret
alanları, teknoloji parkları, kamu hizmeti alanları, rekreasyon alanları ve her
türlü sosyal donatı alanları oluşturmak, eskiyen kent kısımlarını yeniden inşa
ve restore etmek, kentin tarihi ve kültürel dokusunu korumak veya deprem
riskine karşı tedbirler almak amaçlarıyla sınırlı olduğu anlaşılmaktadır. Öte
yandan Kanun’un gerekçesinde de ifade edildiği üzere, “alternatif alanının
bulunmaması kaydıyla mera, yaylak ve kışlakların kentsel dönüşüm ve gelişim
projesi kapsamına alınabilmesi ve tahsis amacının değiştirilmesi” mümkündür.
Ayrıca, 4342 sayılı Kanun kapsamındaki taşınmazlara ilişkin Anayasa’nın
45. maddesinde sağlanan özel koruma gözetildiğinde, Bakanlığın takdir yetkisini
kullanırken öncelikle kamuya ait diğer taşınmazlarla ihtiyacın karşılanıp
karşılanmayacağını değerlendirmesi gerekmektedir.
Diğer taraftan, Bakanlar Kurulu, tüm bu hususları dikkate alarak
4342 sayılı Kanun kapsamındaki taşınmazlara ihtiyaç bulunduğu sonucuna varsa
bile bu, anılan taşınmazların 5373 sayılı Kanun’un 73. maddesi kapsamında
kullanılabilmesi için yeterli olmayacak, 4342 sayılı Kanun’da öngörülen usul
uygulanarak, orada belirtilen yetkili makamlar tarafından da aynı değerlendirme
yapılıp taşınmazların tahsis amaçlarının değiştirilmesine karar verilmesi
gerekecektir. Kaldı ki bu süreç içerisinde yapılan idari işlemlere karşı yargı
yolu açık olup belirtilen hususlar ilgili yargı mercileri tarafından da
değerlendirilebilecektir.
Sonuç olarak, Anayasa’nın 45. maddesinin koruması altında bulunan
mera, yaylak ve kışlakların amaç dışı kullanımına imkân tanınmış ise de bunun,
Anayasa’nın 56. maddesiyle Devlete yüklenen, bireylerin sağlıklı bir çevrede
yaşamalarını temin etme ödevinin ifası amacına dayandığı ve çatışan iki
ödev arasında makul bir dengenin de gözetildiği anlaşıldığından kuralda
Anayasa’ya aykırı bir yön bulunmamaktadır.”
5. Yukarıda belirtilen Anayasa Mahkemesi kararlarından
anlaşılacağı üzere, mera, kışlak, yaylak gibi Anayasal koruma altında bulunan
yerlerin tahsis amacının değiştirilmesi mümkün ise de, bu bir zorunluluktan
kaynaklanmalı veya daha üstün bir kamu yararına hizmet etmelidir. Buna
karşılık, salt ekonomik kazanç sağlanması, geri dönüşü mümkün bulunmayan farklı
amaçla yapılacak bir tahsis veya mera vasfının kaldırılması için yeterli bir
neden değildir.
6. Bu Anayasal gerekler ışığında Kanal İstanbul olarak bilinen
Avrupa Yakası Proje Alanı konusuna bakıldığında; kanalın geçeceği güzergah ile
proje alanında kalan diğer yerler yönünden farklı değerlendirme yapılması
mümkündür.
Kanalın geçeceği yerlerin, bölgenin topoğrafik özellikleri dikkate
alınarak, yani Marmara Denizi ile Karadeniz arasında kalan toprakların deniz
seviyesine göre en alçak yerlerinden ve mevcut göl ve dereler dikkate alınarak
belirlenmesi teknik ve ekonomik bir zorunluluk teşkil ettiğinden, bu kapsamda
kalan yerlerde mera, yaylak ve kışlak gibi arazilerin vasfının
değiştirilmesinde Anayasaya aykırılık bulunmadığı söylenebilir.
Öte yandan, kanalın geçeceği yerler ve güzergahla ilgisi
bulunmamakla birlikte geniş proje alanında kalan tüm mera, yaylak ve kışlakları
kapsayacak şekilde, hangi üstün kamu yararına dayandığı ortaya konmadan, bu
konuda gelecekteki kullanım şeklinin genel esasları ve ilkeleri yasa ile
belirlenmeden, yani Anayasa’nın 45. ve 56. maddeleri arasında makul bir denge
kurulmadan, genel ve belirsiz bir düzenleme yapıldığı görülmektedir. Geniş bir
bölgedeki tüm mera, kışlak ve yaylakların Anayasa’nın 45. maddesindeki
güvencelerin kapsamı dışına çıkartılmasını öngören kural, Anayasa’nın 45.
maddesine aykırıdır.
Açıklanan nedenlerle çoğunluk görüşüne katılmamaktayım.
Üye
Osman
Alifeyyaz PAKSÜT
|
KARŞI OY
Mahkememiz çoğunluğunca, 6306 sayılı Kanun’un 3. maddesinin 6704
sayılı Kanun’un 21. maddesiyle yeniden düzenlenen (7) numaralı fıkrası,
Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine aykırı bulunarak iptaline karar
verilmiştir.
Aşağıdaki gerekçelerle çoğunluğun iptal yönündeki görüşlerine
katılmıyoruz.
İptali istenilen kural, “Bu Kanunun uygulanması için
belirlenen alanların sınırları içinde olup riskli yapılar dışında kalan diğer
yapılardan uygulama bütünlüğü bakımından Bakanlıkça gerekli görülenler,
değerleme çalışmalarında yapının riskli olmadığı gözetilmek kaydıyla bu Kanun
hükümlerine tabi olur.” hükmünü içermektedir.
Açıkça görüldüğü üzere dava konusu kuralla, Kanun’un uygulanması
için belirlenen alanların sınırları içinde olup “riskli yapılar dışında kalan
diğer yapılar”dan, uygulama bütünlüğü bakımından Bakanlıkça gerekli
görülenlerin de, değerleme çalışmalarında yapının riskli olmadığı
hususunun gözetilmesi kaydıyla bu Kanun hükümlerine tabi olacağı
öngörülmektedir. Buna göre, Kanun’un uygulanması için belirlenen alanların
sınırları içinde olup riskli olmayan yapılardan uygulama bütünlüğü bakımından
Bakanlıkça gerekli görülmeyenler Kanunun uygulama alanı (kapsamı) dışında
kalacaktır.
Kanun’un 2. maddesinin (1) numaralı fıkrasının (d) bendinde
yapılan riskli yapı tanımı dikkate alındığında, riskli yapılar dışındaki
yapıların, ekonomik ömrünü tamamlamamış, yıkılma veya ağır hasar görme riski
taşımayan yapılar olduğu anlaşılmaktadır.
Kanunun ilgili maddelerine
bakıldığında, uygulama bütünlüğü bakımından Bakanlıkça gerekli
görülen riskli olmayan yapılar hakkında, riskli yapılar hakkında
gerçekleştirilecek uygulamalara ilişkin hükümler içeren 4., 5. ve 6. maddelerin
uygulanacağı anlaşılmaktadır. Anılan maddelerde imar kısıtlamaları,
yapının tahliyesi ve yıkılması, taşınmazın kamulaştırması gibi konulara ilişkin
düzenlemeler bulunduğu görülmektedir.
Birinci madde hükmüne göre, Kanun’un genel amacının, afet riski
altındaki alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve
arazilerde, fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli
yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenileme
çalışmalarının yapılması olduğu anlaşılmaktadır. Dava konusu kural da bu genel
amaç doğrultusunda yapılacak uygulamalarda “uygulama bütünlüğü”nü
sağlamak için getirilmiştir. Kuralın kamu yararı amacıyla yürürlüğe konulduğu
konusunda mahkememiz çoğunluk görüşünde de bir tereddüt ifade edilmemiştir.
Mahkememiz çoğunluğunca, uygulama bütünlüğü bakımından Bakanlıkça
gerekli görülenlerin bu Kanun hükümlerine tabi olacağının
öngörülmesi değil, bu yapıların riskli yapılar için öngörülen prosedüre
göre bu Kanun hükümlerine tabi olacağının öngörülmesi
Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine aykırı bulunmuştur.
Bu bağlamda, “riskli olmayan yapılar” hakkında yapılacak
uygulamalara ilişkin özel bir düzenleme öngörülmeyip, riskli yapılara ilişkin
kurallara atıf yapılması suretiyle oluşturulan uygulama sistematiğinin, riskli
olmayan yapı malikleri açısından ölçülü olup olmadığının belirlenebilmesi için,
yapıların riskli olup olmamaları dışında, uygulama bütünlüğünden ne anlaşılması
gerektiğinin ve söz konusu uygulama bütünlüğü içerisinde yapıların riskli olup
olmamalarının ne gibi bir farklılık oluşturduğunun belirlenmesi gerekmektedir.
6306 sayılı Kanun’un, ülkemizin önemli bir kısmının başta deprem
olmak üzere tabii afetlerin riski altında olduğu, yaşanan orta şiddetteki
depremlerde bile mevcut yapıların ağır derecede hasar görüp yıkıldıkları
gözlemlendiğinden bu yapıların büyük bir kısmının muhtemel afetlere karşı
dayanıklı olmadıklarının anlaşıldığı, ayrıca bazı yerleşim merkezlerinin
jeolojik durumu ile zemin özelliklerinin buralarda iskânı oldukça tehlikeli
hale getirdiği, bu nedenle afet riski altında bulunan yerleşim merkezlerinin
bir an önce bulundukları yerlerde dönüştürülerek buralardaki iskânın yeniden
düzenlenmesini ve hatta bunlardan bazılarının başka yerlere nakledilmesini
zorunlu kıldığı; ayrıca, hâlihazırda yaşanabilirlikten uzak, köhnemiş, can
ve mal emniyeti bakımından riskli ve görüntü itibarı ile de çirkin olan
yapıların da ortadan kaldırılarak, estetik yapıların inşa edilmesi suretiyle
halkın daha sıhhatli ve emniyetli şartlar altında ikametinin temin
edileceği gerekçesiyle yürürlüğe konulduğu ve gerekçede Kanunun afet
meydana geldikten sonra “yara sarma” değil de, “yara
almama” anlayışına dayandığı, böylece de Anayasadaki “sosyal
hukuk devleti” ilkesinin hayata geçirilmesi için önemli ve etkili bir
adımın atıldığının vurgulandığı görülmüştür.
Söz konusu Kanun, kamuoyunda epeyce tartışılmış ve bu
tartışmalarda içeriğinde öngörülenkentsel dönüşüm uygulamalarının sağlıklı bir
kentsel yenilenmeyi sağlayamayacağı ifade edilmiş olmasına karşın, esasen söz
konusu Kanunun bir anlamda afet riski nedenine bağlı olarak bir kentsel
dönüşümü amaçladığı hususunda fikir birliği olduğu değerlendirilmiştir.
Bilindiği üzere kentsel dönüşüm, kent içindeki alanların
toplumsal, ekonomik ve mekânsal olarak yeniden ele alınmasını, kentteki sorunlu
alanların sağlıklı ve yaşanılabilir hale getirilmesini amaçlamaktadır. Bu
amacın gerçekleştirilebilmesi için bu alanlarda kısmen de olsa yıkıp yeniden
yapmanın ve canlandırmanın bir zorunluluk olarak ortaya çıktığı, bunun
için de bu alanlara ilişkin olarak proje üretilmesinin ve proje uygulaması
yapılmasının gerekliliği aşikârdır.
Öte yandan değişen sosyo - ekonomik koşullar ile uygulamada
karşılaşılan bir kısım sorunların da kentsel dönüşüm projelerinin uygulanmasını
zorunlu hale getiren unsurlardan olduğu görülmekte; konut alanları, sanayi
alanları, ticaret alanları, teknoloji parkları, kamu hizmeti alanları, rekreasyon
alanları ve her türlü sosyal donatı alanları oluşturmak, eskiyen kent
kısımlarını yeniden inşa ve restore etmek, kentin tarihi ve kültürel dokusunu
korumak veya deprem riskine karşı tedbir almak amacıyla kentsel dönüşüm ve
gelişim projeleri uygulanabileceği de kabul edilmektedir.
Belirtildiği üzere, Kanunun genel amacı, afet riski altındaki
alanlar ile bu alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde,
fen ve sanat norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli yaşama
çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve yenileme çalışmalarının
yapılmasıdır. Bu genel amacın gerçekleştirilmesi için kendi içinde bütünlük arz
eden bir takım projelerin geliştirilmesi ve hayata geçirilmesi kamu yararı
açısından kimi zaman bir zorunluluk olarak ortaya çıkabilir. Bu zorunluluğun
bir gereği olarak da, kimi zaman, afet riski altındaki alanlar ile bu alanlar
dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde bulunan kimi risksiz
yapıların da yıkılıp yeniden yapılması gerekebilir. Bu durum, uygulanacak
projenin zorunlu bir sonucu olabilir. Böyle bir durumunda, Kanun’un uygulanması
için belirlenen alanların sınırları içinde yer alan “riskli yapılar” ile“riskli
yapılar dışında kalan diğer yapılar”, uygulama bütünlüğünün sağlanması
bakımından aynı konumda yer alabilirler. Bir başka ifadeyle, belirtilen
hallerin varlığı durumunda, Kanun’un uygulanması için belirlenen alanların
sınırları içinde yer alan “riskli yapılar” ile “riskli
yapılar dışında kalan diğer yapılar”, imar kısıtlamaları, yapının tahliyesi
ve yıkılması, taşınmazın kamulaştırılması gibi durumlar bakımından aynı konumda
yer alabilirler. Ancak bu bağlamda, söz konusu yapıların ekonomik değerleri ile
riskli olan yapıların ekonomik değerlerinin her durumda farklı olacağı gözden
kaçırılmamalıdır.
Dolayısıyla, Kanun’un uygulanması için belirlenen alanların
sınırları içinde yer alan “riskli yapılar dışında kalan diğer yapılar”dan
uygulama bütünlüğü bakımından Bakanlıkça gerekli görülenler için, ekonomik
değerlerinin riskli yapılarınkinden farklı olduğu gözetilmek kaydıyla, 6306
sayılı Kanun’un uygulanmasında özel bir yöntem öngörülmeyerek riskli yapılara
ilişkin kuralların uygulanması esası getirilebilir.
Kanun koyucu da bu şekilde hareket ederek, riskli olmayan yapılar
bakımından, değerleme çalışmalarında yapının riskli olmadığının da
gözetilmesini öngörmektedir. Dolayısıyla kuralda, riskli olmayan yapı
sahiplerinin mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin, yapının gerçek değeri
karşılanmak suretiyle dengelenmeye çalışıldığı açıktır.
Hal böyle olunca, Kanun’un uygulanması için belirlenen alanların
sınırları içinde yer alan “riskli yapılar dışında kalan diğer yapılar”dan
uygulama bütünlüğü bakımından Bakanlıkça gerekli görülenler için, ekonomik
değerlerinin riskli yapılarınkinden farklı olduğu gözetilmek kaydıyla, 6306
sayılı Kanun’un uygulanmasında mülkiyet hakkına yönelik ölçüsüz bir müdahalede
bulunulmadığı; bu nedenle de iptali istenilen kuralda Anayasa’nın 13. ve 35.
maddelerine bir aykırılık bulunmadığı kanaatine varılmaktadır.
Belirtilen nedenlerle iptali yönündeki çoğunluk görüşüne
iştirak edilememiştir.
Üye
Hicabi DURSUN
|
Üye
Muammer TOPAL
|
Üye
Kadir ÖZKAYA
|
Üye
Rıdvan GÜLEÇ
|
Üye
Recai AKYEL
|
Üye
Yusuf Şevki
HAKYEMEZ
|