ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı : 2014/177
Karar Sayısı : 2015/49
Karar Tarihi : 14.5.2015
R.G. Tarih-Sayı :
11.06.2015-29383
İPTAL DAVASINI AÇAN :Türkiye Büyük Millet Meclisi
üyeleri M. Akif HAMZAÇEBİ, Engin ALTAY ve Levent GÖK ile birlikte 117
milletvekili
İPTAL DAVASININ KONUSU :10.9.2014 tarihli ve 6552
sayılı İş Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılması ile Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılmasına Dair Kanun’un;
1- 10. maddesiyle değiştirilen, 4.1.2002 tarihli ve 4734 sayılı
Kamu İhale Kanunu’nun 62. maddesinin birinci fıkrasının (e) bendinin (1)
numaralı alt bendinin birinci ve ikinci cümlelerinin,
2- 13. maddesiyle, 5.1.2002 tarihli ve 4735 sayılı Kamu İhale
Sözleşmeleri Kanunu’nun 8. maddesine eklenen üçüncü fıkranın üçüncü cümlesinin,
3- 15. maddesiyle, 20.6.2012 tarihli ve 6331 sayılı İş Sağlığı ve
Güvenliği Kanunu’nun 2. maddesinin (2) numaralı fıkrasına eklenen (e) bendinin,
4- 20. maddesinin,
5- 21. maddesiyle, 18.10.2012 tarihli ve 6356 sayılı Sendikalar ve
Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’na eklenen ek 1. maddenin,
6- 38. maddesiyle, 16.5.2006 tarihli ve 5502 sayılı Sosyal
Güvenlik Kurumu Kanunu’nun başlığı ile birlikte değiştirilen 36. maddesinin
üçüncü fıkrasının dördüncü cümlesinde yer alan“…ve vekaletname ibrazı…”ibaresinin,
7- 54. maddesiyle, 31.5.2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal
Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 103. maddesine eklenen üçüncü
ve dördüncü fıkraların,
8- 61. maddesiyle 5510 sayılı Kanun’a eklenen geçici 57. maddenin
birinci fıkrasının ikinci cümlesinde yer alan“…ancak tahsil edilmiş tutarlar
red ve iade veya mahsup edilmez.”ibaresinin,
9- 64. maddesiyle, 30.1.1950 tarihli ve 5521 sayılı İş Mahkemeleri
Kanunu’nun 7. maddesine eklenen dördüncü fıkranın ikinci cümlesinin,
10- 73. maddesinin (6) numaralı fıkrasının birinci cümlesinde yer
alan “…dava açmamaları, açılmış davalardan vazgeçmeleri ve kanun yollarına
başvurmamaları şarttır.” ibaresinin,
11- 80. maddesinin (4) numaralı fıkrasının birinci cümlesinde yer
alan“…dava açmamaları, açılmış davalardan vazgeçmeleri ve kanun yollarına
başvurmamaları şarttır.”ibaresinin,
12- 87. maddesiyle değiştirilen, 5.12.1951 tarihli ve 5846 sayılı
Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun 47. maddesinin birinci fıkrasının birinci
cümlesinin,
13- 88. maddesiyle, 18.12.1953 tarihli ve 6200 sayılı Devlet Su
İşleri Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun’a eklenen ek 6.
maddenin birinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan“…denetim masrafları
ilgililerine ait olmak üzere…”ve“…veya DSİ tarafından yetkilendirilen
Türk Ticaret Kanununa göre kurulmuş şirketlerden DSİ’ce müşavirlik hizmeti
satın alınarak yaptırılır.”ibarelerinin,
14- 94. maddesiyle, 19.3.1969 tarihli ve 1136 sayılı Avukatlık
Kanunu’nun 182. maddesine eklenen ikinci fıkranın,
15- 99. maddesiyle, 4.11.1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma
Kanunu’nun 4. maddesine eklenen ikinci fıkranın üçüncü cümlesinin,
16- 100. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendiyle, 2942 sayılı
Kanun’un 23. maddesine eklenen üçüncü fıkranın,
17- 101. maddesiyle 2942 sayılı Kanun’a eklenen geçici 9. maddenin
birinci cümlesinin,
18- 112. maddesiyle, 25.2.1998 tarihli ve 4342 sayılı Mera
Kanunu’nun 14. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (ı) bendinin,
19- 117. maddesiyle, 24.11.2004 tarihli ve 5258 sayılı Aile
Hekimliği Kanunu’nun 5. maddesinin ikinci fıkrasına eklenen ikinci cümlenin,
20- 119. maddesiyle, 5.5.2005 tarihli ve 5345 sayılı Gelir İdaresi
Başkanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun’un 29. maddesine eklenen
fıkranın,
21- 121. maddesiyle, 3.7.2005 tarihli ve 5393 sayılı Belediye
Kanunu’nun 15. maddesinin beşinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan“arsa”ibaresinin“taşınmaz”şeklinde
değiştirilmesinin,
22- 128. maddesiyle, 6.3.2008 tarihli ve 5747 sayılı Büyükşehir
Belediyesi Sınırları İçerisinde İlçe Kurulması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik
Yapılması Hakkında Kanun’un 1. maddesine ekli (16) sayılı listesinin sekizinci
sırasında yer alan“Barbaros”ibaresinin“Barbaros Mahallesinin O4
Karayolunun güneyinde kalan kısmı”şeklinde değiştirilmesinin,
23- 129. maddesiyle 5747 sayılı Kanun’un 2. maddesinin (3)
numaralı fıkrasında yer alan“Kadıköy ilçe belediyesine bağlı Atatürk
Mahallesinin”ibaresinden sonra gelmek üzere eklenen“ve Barbaros
Mahallesinin”ibaresinin,
24- 142. maddesiyle değiştirilen, 3.6.2011 tarihli ve 637 sayılı
Ekonomi Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde
Kararname’nin 36. maddesinin (2) numaralı fıkrasının;
a- Birinci cümlesinde yer alan“Bakanlığın gözetimi ve denetimi
altında…”ve“…Bakanlıkça belirlenecek…”ibarelerinin,
b- Dördüncü cümlesinin,
c- Beşinci cümlesinde yer alan “…yönetmelikte belirtilen kurucu
kuruluşların katkı payları ve/veya yıllık üyelik aidatlarından, İş Konseyi
üyelik aidatları ve…” ibaresinin,
d- Altıncı ve yedinci cümlelerinin,
Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 5., 7., 8., 10., 12., 13., 14.,
17., 26., 33., 35., 36., 38., 45., 46., 48., 49., 50., 51., 53., 56., 70., 73.,
90., 123., 124., 125., 126., 127., 128., 135., 141. ve 153. maddelerine
aykırılığı ileri sürülerek iptallerine ve yürürlüklerinin durdurulmasına karar
verilmesi istemidir.
II- YASA METİNLERİ
A- İptali İstenilen Yasa Kuralları
Kanun’un iptali istenen kuralların da yer aldığı maddeleri
şöyledir:
“MADDE 10-4/1/2002 tarihli ve 4734
sayılı Kamu İhale Kanununun 62 nci maddesinin birinci fıkrasının (e) bendi
aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“e) İdarelerin bu Kanunda tanımlanan hizmetlerden personel
çalıştırılmasına dayalı hizmet alımlarında aşağıda belirtilen hususlara uyması
zorunludur:
1)İdarelerce kanun, tüzük ve yönetmeliklere göre istihdam
edilen personelin yeterli nitelik veya sayıda olmaması hâlinde personel
çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin hizmetler için ihaleye
çıkılabilir. Bu kapsamda ihaleye çıkılabilecek yardımcı işlere ilişkin hizmet
türlerini; idarelerin teşkilat, görev ve yetkilerine ilişkin mevzuatı, yerleşik
yargı içtihatları ile 22/5/2003 tarihli ve 4857 sayılı İş Kanununun 2 nci
maddesinin yedinci fıkrası dikkate alınmak suretiyle idareler itibarıyla ayrı
ayrı veya birlikte belirlemeye işçi, işveren ve kamu görevlileri
konfederasyonları, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Hazine Müsteşarlığı ve
Devlet Personel Başkanlığının görüşü ve Maliye Bakanlığının teklifi üzerine
Bakanlar Kurulu yetkilidir.3/7/2005 tarihli ve 5393 sayılı Belediye
Kanununun 67 nci maddesi ile diğer kanunların hizmet alımına ilişkin özel
hükümleri saklıdır.
2) İdarelerin teşkilat, görev ve yetkilerine ilişkin mevzuatı ile
4857 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin yedinci fıkrası esas alınmak suretiyle,
idareye ait bir işyerinde yürütülen asıl işin bir bölümünde idarenin ve işin
gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işlerde hizmet alımı
ihalesine çıkılabilir.
3) Danışmanlık hizmet alım ihalelerinde istihdam edilen personelin
yeterli nitelik veya sayıda olmaması şartı aranmaz.”
MADDE 13-5/1/2002 tarihli ve 4735
sayılı Kamu İhale Sözleşmeleri Kanununun 8 inci maddesine aşağıdaki fıkralar
eklenmiştir.
“4/1/2002 tarihli ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun 62 nci
maddesinin birinci fıkrasının (e) bendi uyarınca ihale edilen işlerde,
22/5/2003 tarihli ve 4857 sayılı İş Kanununun 2 nci maddesinde tanımlanan asıl
işveren-alt işveren ilişkisi çerçevesinde alt işveren tarafından münhasıran bu
Kanun kapsamına giren kamu kurum ve kuruluşlarına ait işyerlerinde çalıştırılan
işçileri kapsayacak olan toplu iş sözleşmeleri; alt işverenin yetkilendirmesi
kaydıyla merkezi yönetim kapsamındaki kamu idarelerinin üyesi bulunduğu kamu
işveren sendikalarından birisi tarafından 18/10/2012 tarihli ve 6356 sayılı
Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu hükümlerine göre yürütülür ve
sonuçlandırılır. Toplu iş sözleşmesinin kamu işveren sendikası tarafından bu
fıkraya göre sonuçlandırılması hâlinde, belirlenen ücret ve sosyal haklardan
kaynaklanan bedel artışı kadar idarece fiyat farkı ödenir.Kamu işveren
sendikası tarafından yürütülmeyen ve sonuçlandırılmayan toplu iş sözleşmeleri
için fiyat farkı ödenemez, 4857 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin yedinci fıkrası
esas alınarak asıl işveren sıfatından dolayı ücret farkına hükmedilemez ve asıl
işveren sıfatıyla sorumluluk yüklenemez.Bu fıkranın uygulanmasına ilişkin
esas ve usuller, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının görüşü alınmak
suretiyle Maliye Bakanlığınca belirlenir.
22/9/2012 tarihinden önce 4734 sayılı Kanuna göre ihalesi yapılan
ve ihale dokümanında fiyat farkı hesaplanabilmesine ilişkin hüküm bulunan yapım
işleri ihalelerinde, yaklaşık maliyetin yarısından fazlasını akaryakıt
giderinin oluşturduğu ve bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla fesih
veya tasfiye edilmeksizin geçici kabulü yapılmış işler ile devam eden işlerin,
22/9/2012 tarihinden sonra gerçekleştirilen kısımlarında kullanılan akaryakıta
ilişkin olarak özel tüketim vergisinde gerçekleşen artış nedeniyle fiyat farkı
hesaplanmasında 3l/8/20l3 tarihli ve 28751 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan
2013/5217 sayılı Bakanlar Kurulu Kararı hükümleri uygulanır.”
MADDE 15-20/6/2012 tarihli ve 633l
sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanununun 2 nci maddesinin ikinci fıkrasına
aşağıdaki bent eklenmiştir.
“e) Denizyolu taşımacılığı yapan araçların uluslararası seyrüsefer
hâlleri.”
MADDE 20- 6356 sayılı Kanunun 41 inci maddesinin birinci ve
beşinci fıkralarında yer alan “yüzde üçünün” ibareleri “yüzde birinin”; 43 üncü
maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “yüzde üçünden” ibaresi “yüzde birinden”,
dördüncü fıkrasında yer alan “yüzde üçünü” ibaresi “yüzde birini” olarak
değiştirilmiştir.
MADDE 21-6356 sayılı Kanuna aşağıdaki
ek madde eklenmiştir.
“EK MADDE 1- 41 inci maddenin birinci ve beşinci fıkraları ile 43
üncü maddenin ikinci ve dördüncü fıkralarında yer alan kurulu bulunduğu
işkolunda en az yüzde bir üye şartı, Ekonomik ve Sosyal Konseye üye
konfederasyonlara üye olmayan işçi sendikaları için yüzde üç olarak uygulanır.”
MADDE 38-5502 sayılı Kanunun 36 ncı
maddesi başlığı ile birlikte aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“Muafiyetler
MADDE 36- Kurum, bu Kanun kapsamındaki faaliyetleri dolayısıyla
yapılan işlemler yönünden ilgili kanunlarında yer almamış olsa dahi 2/7/1964
tarihli ve 492 sayılı Harçlar Kanununa göre alınan harçlardan, elektrik ve
havagazı tüketim vergisi ve yangın sigortası vergisi hariç olmak üzere
26/5/1981 tarihli ve 2464 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu gereğince alınan
vergi, harç, katılma payı ile tasdik ücretlerinden, düzenleyeceği kağıtlar
nedeniyle damga vergisinden, sahip olduğu taşınmazlar dolayısıyla emlak
vergisinden, satın alınan ve satılan taşınmazlar ile ilgili olarak tapu ve
kadastro döner sermaye bedellerinden ve her türlü dava ve icra işlemlerinde
teminat yatırma mükellefiyetinden muaftır.
Kurumun taraf olduğu her türlü davalarda, Kurum aleyhine
hükmedilen asıl alacak ile vekalet ücreti ve yargılama giderleri, alacaklı veya
vekilinin Kuruma ödemeye dayanak makbuz ve belgelerle birlikte yazılı şekilde
yapacağı müracaat üzerine bildireceği banka hesap numarasına, müracaat
tarihinden itibaren otuz gün içinde ödenir. Bu süre geçmeden Kurum aleyhine
cebri icra yollarına başvurulamaz. Belirtilen sürede ödeme yapılamaması hâlinde,
söz konusu alacaklar genel hükümler dairesinde tahsil olunur. Mahkeme
kararlarında yer alan miktarların kararın kesinleşmesinden önce ödenmesi
hâlinde, söz konusu kararların ilgili mercilerce bozulmasını müteakip ödenen
miktarlar, ödeme tarihinden itibaren işleyecek kanuni faizi ile birlikte
ilgililerden tahsil edilir.
Kurumu vekil sıfatıyla temsile yetkili olan I. hukuk müşaviri,
hukuk müşaviri ve kadrolu avukatlarının bir listesi Kurumca yazılı olarak veya
Adalet Bakanlığınca belirlenen esaslar dairesinde elektronik ortamda ilgili
Cumhuriyet başsavcılığına, bölge idare mahkemesi başkanlıklarına, askerî
savcılıklara ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesi Başkanlığına verilir. Bu
listeler, Cumhuriyet başsavcılığı tarafından adli yargı çevresinde, bölge idare
mahkemesi başkanlığınca idari yargı çevresinde bulunan mahkemelere gönderilir.
Yüksek mahkemeler ve bölge adliye mahkemesindeki duruşmalarda temsil yetkisini
kullanacakların isimleri ilgili mahkemelerin başsavcılıklarına veya
başkanlıklarına bildirilir. Listede isimleri yer alanlar Baroya kayıtve
vekaletname ibrazıgerekmeksizin Kurum vekili sıfatıyla her türlü dava ve
icra işlemlerini takip edebilirler. Vekil sıfatıyla temsil yetkisi sona
erenlerin isimleri anılan mercilere aynı usulle derhâl bildirilir.”
MADDE 54-5510 sayılı Kanunun l03 üncü
maddesine aşağıdaki fıkralar eklenmiştir.
“Kurum müfettişlerince yapılan inceleme veya soruşturma
esnasında yapılan tespitlere bağlı olarak, oluşabilecek Kurum alacağı
tahsilinin riske gireceğinin öngörülmesi hâlinde, en az üç müfettişten oluşan
komisyonun uygun görüşü ve Rehberlik ve Teftiş Başkanının onayıyla altı ayı
geçmemek üzere, inceleme veya soruşturma sonuçlanıncaya kadar sağlık hizmeti
sunucusunun Kurum nezdindeki muaccel veya müeccel alacaklarının ödemesi,
tahsili riske gireceği öngörülen alacakla orantılı olarak durdurulabilir. Altı
aylık süre içinde inceleme veya soruşturma sonuçlanmaz ise durdurma kararı
kendiliğinden kalkar ve bu tarihten itibaren muaccel olan alacakları ödenmeye
devam olunur. Altı aylık süre sonuna kadar ödemesi durdurulan alacaklar ise
inceleme veya soruşturma sonuçlanıncaya kadar ödenmez. Ancak, sağlık hizmeti
sunucusunun Kurum nezdindeki muaccel olan alacaklarının her biri için 6183
sayılı Kanunun l0 uncu maddesinin birinci fıkrasının 2 nci ve 3 üncü
bentlerinde sayılanlar kapsamında teminat verilmesi hâlinde durdurma kararı bu
kararı uygulayan Kurum ünitesi tarafından kaldırılır ve Kurum nezdindeki
alacakları ödenir.
Kurum tarafından sözleşmesi feshedilmiş sağlık hizmeti sunucusuyla
feshe neden olan fiillere bağlı olarak oluşan Kurum alacakları tahsil edilmeden
ve fesih süresi tamamlanmadan yeni bir sözleşme yapılmaz. Söz konusu sağlık
hizmeti sunucusunun devri hâlinde ise feshe neden olan Kurum alacakları tahsil
edilmeden ve en az bir yıllık fesih süresi geçmeden devralan sağlık hizmeti
sunucusu ile sözleşme yapılmaz. Sözleşme yapılmayan veya sözleşmesi feshedilen
sağlık hizmeti sunucusunun muayene ve işlemlere ilişkin fatura bedelleri
ödenmez.
5237 sayılı Kanunda belirtilen ve Kurum zararına neden olan
nitelikli dolandırıcılık suçunun işlendiği kesinleşmiş mahkeme kararıyla sabit
görülmesi şartıyla; söz konusu fiillerin sağlık hizmeti sunucusunun
yöneticileri ve/veya ortakları tarafından işlendiği durumda aynı sağlık hizmeti
sunucusuyla veya bunların daha sonra yönetici ve/veya ortak olduğu sağlık
hizmeti sunucusuyla hiçbir şekilde sözleşme yapılmaz, bu fiillerin hekimler
tarafından işlendiği durumda ise ilgili hekimlerle en az üç yıl süre ile sözleşme
yapılmaz. Kesinleşmiş mahkeme kararının beklenmesi sağlık hizmeti satın
alınmasına ilişkin sözleşmelerde belirtilen fesih sürelerinin uygulanmasına
engel olmaz.
5237 sayılı Kanunda belirtilen nitelikli dolandırıcılık fiillerini
işleyen sağlık hizmeti sunucusu ve/veya ilgili hekimler hakkında ruhsat iptali
de dâhil olmak üzere gerekli tüm iş ve işlemler için keyfiyet Sağlık
Bakanlığına bildirilir. Nitelikli dolandırıcılık fiillerini işleyerek Kurum
zararına neden olmuş hekimlerden gelen muayene ve işlemlere ilişkin fatura
bedelleri en az üç yıl süre ile ödenmez.”
MADDE 61-5510 sayılı Kanuna aşağıdaki
geçici madde eklenmiştir.
“GEÇİCİ MADDE 57- 8 inci maddenin üçüncü fıkrasında ve 9 uncu
maddenin birinci fıkrasının (b) bendinde belirtilenler için 9 uncu maddenin
üçüncü fıkrasında belirtilen yükümlülükler ile 11 inci maddenin üçüncü ve
altıncı fıkrasında belirtilen yükümlülüklerden bu maddenin yürürlük tarihinden
itibaren üç ay içinde yerine getirilmiş olanlar, kanuni süresinde yerine
getirilmiş sayılır ve idari para cezası uygulanmaz. Bu yükümlülükler için daha
önce uygulanan idari para cezaları, kesinleşip kesinleşmediğine bakılmaksızın
terkin edilir,ancak tahsil edilmiş tutarlar red ve iade veya mahsup edilmez.
5 inci maddenin birinci fıkrasının (e) bendi kapsamındaki
sigortalılar hakkında bu Kanun gereğince verilmesi gereken bildirge ve
belgeler, bu maddenin yürürlük tarihinden itibaren altı ay içinde verilmesi
hâlinde kanuni süresinde verilmiş sayılır. Bu yükümlülükler için daha önce
uygulanan idari para cezaları, kesinleşip kesinleşmediğine bakılmaksızın terkin
edilir, ancak tahsil edilmiş tutarlar red ve iade veya mahsup edilmez.
Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar Kurum tarafından
belirlenir.”
MADDE 64-30/1/1950 tarihli ve 5521
sayılı İş Mahkemeleri Kanununun 7 nci maddesine aşağıdaki fıkralar eklenmiştir.
“31/5/2006 tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel
Sağlık Sigortası Kanunu ile diğer sosyal güvenlik mevzuatından kaynaklanan
uyuşmazlıklarda, hizmet akdine tabi çalışmaları nedeniyle zorunlu sigortalılık
sürelerinin tespiti talepleri hariç olmak üzere, dava açılmadan önce Sosyal
Güvenlik Kurumuna müracaat edilmesi zorunludur. Diğer kanunlarda öngörülen
süreler saklı kalmak kaydıyla yapılan müracaata altmış gün içinde Kurumca cevap
verilmezse talep reddedilmiş sayılır. Kuruma karşı dava açılabilmesi için
taleplerin reddedilmesi veya reddedilmiş sayılması şarttır. Kuruma başvuruda
geçirilecek süre zamanaşımı ve hak düşürücü sürelerin hesaplanmasında dikkate
alınmaz.
Hizmet akdine tabi çalışmaları nedeniyle zorunlu sigortalılık
sürelerinin tespiti talebi ile işveren aleyhine açılan davalarda, dava Kuruma
resen ihbar edilir.İhbar üzerine davaya davalı yanında ferî müdahil olarak katılan
Kurum, yanında katıldığı taraf başvurmasa dâhi kanun yoluna başvurabilir.Kurum,
yargılama sonucu verilecek kararı kesinleştikten sonra uygulamakla yükümlüdür.”
MADDE 73-(1) Maliye Bakanlığına bağlı
tahsil dairelerince tahsil edilen;
a) 4/1/1961 tarihli ve 213 sayılı Vergi Usul Kanunu kapsamına
giren;
1) 30/4/2014 tarihinden (bu tarih dâhil) önceki dönemlere, beyana
dayanan vergilerde bu tarihe kadar verilmesi gereken beyannamelere ilişkin
vergi ve bunlara bağlı vergi cezaları, gecikme faizleri, gecikme zamlarından
(2013 takvim yılına ilişkin gelir vergisi ikinci taksiti hariç),
2) 2014 yılına ilişkin olarak 30/4/2014 tarihinden (bu tarih
dâhil) önce tahakkuk eden vergi ve bunlara bağlı vergi cezaları, gecikme
faizleri, gecikme zamlarından (2014 yılı için tahakkuk eden motorlu taşıtlar
vergisi ikinci taksiti hariç),
3) 30/4/2014 tarihinden (bu tarih dâhil) önce yapılan tespitlere
ilişkin olarak vergi aslına bağlı olmayan vergi cezalarından,
b) 30/4/2014 tarihinden (bu tarih dâhil) önce, 21/6/1927 tarihli
ve 1111 sayılı Askerlik Kanunu, mülga 11/2/1950 tarihli ve 5539 sayılı
Karayolları Genel Müdürlüğü Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun, 10/6/1983
tarihli ve 2839 sayılı Milletvekili Seçimi Kanunu, 13/10/1983 tarihli ve 2918
sayılı Karayolları Trafik Kanunu, 18/1/1984 tarihli ve 2972 sayılı Mahalli
İdareler ile Mahalle Muhtarlıkları ve İhtiyar Heyetleri Seçimi Hakkında Kanun,
23/5/1987 tarihli ve 3376 sayılı Anayasa Değişikliklerinin Halkoyuna Sunulması
Hakkında Kanun, 10/7/2003 tarihli ve 4925 sayılı Karayolu Taşıma Kanunu,
25/4/2006 tarihli ve 5490 sayılı Nüfus Hizmetleri Kanunu, mülga 13/4/1994
tarihli ve 3984 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayınları Hakkında
Kanun, 15/2/2011 tarihli ve 6112 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve
Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun ve 25/6/2010 tarihli ve 6001 sayılı Karayolları
Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun gereğince verilen idari
para cezalarından,
c) Yukarıdaki bentler dışında kalan ve Maliye Bakanlığına bağlı
tahsil dairelerince 21/7/1953 tarihli ve 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil
Usulü Hakkında Kanun kapsamında takip edilen; adli ve idari para cezaları ile
mülga 7/3/1954 tarihli ve 6326 sayılı Petrol Kanununa istinaden alınan Devlet
hissesi ve Devlet hakkı, 30/5/2013 tarihli ve 6491 sayılı Türk Petrol Kanununa
istinaden alınan Devlet hissesi, mülga 22/6/1956 tarihli ve 6747 sayılı Şeker
Kanununa istinaden alınan şeker fiyat farkı, mülga 10/9/1960 tarihli ve 79 sayılı
Milli Korunma Suçlarının Affına, Milli Korunma Teşkilat, Sermaye ve Fon
Hesaplarının Tasfiyesine ve Bazı Hükümler İhdasına Dair Kanuna istinaden alınan
akaryakıt fiyat istikrar payı ve akaryakıt fiyat farkı, 4/6/1985 tarihli ve
3213 sayılı Maden Kanununa istinaden alınan Devlet hakkı ve özel idare payı ile
madencilik fonu, mülga 10/8/1993 tarihli ve 491 sayılı Denizcilik
Müsteşarlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnameye ve
26/9/2011 tarihli ve 655 sayılı Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme
Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnameye
istinaden alınan kılavuzluk ve römorkörcülük hizmet payları hariç olmak üzere,
asli ve ferî amme alacaklarından (28/3/2002 tarihli ve 4749 sayılı Kamu
Finansmanı ve Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun kapsamında olup
tahsil dairesine takip için intikal etmiş olan amme alacakları dâhil),
kesinleşmiş olup bu Kanunun yayımlandığı tarih itibarıyla vadesi
geldiği hâlde ödenmemiş olan ya da ödeme süresi henüz geçmemiş bulunan
alacakların ödenmemiş kısmının tamamı ile bunlara bağlı faiz, cezai faiz,
gecikme faizi, gecikme zammı gibi ferî amme alacakları yerine bu Kanunun
yayımlandığı tarihe kadar Yİ-ÜFE aylık değişim oranları esas alınarak
hesaplanacak tutarın; ödenmemiş alacağın sadece ferî alacaktan ibaret olması
hâlinde ferî alacak yerine Yİ-ÜFE aylık değişim oranları esas alınarak
hesaplanacak tutarın, bu maddede belirtilen süre ve şekilde tamamen ödenmesi
şartıyla alacaklara bağlı faiz, cezai faiz, gecikme faizi, gecikme zammı gibi
ferî amme alacaklarının tahsilinden vazgeçilir.
(2) Birinci fıkra kapsamına giren ve bu Kanunun yayımlandığı tarih
itibarıyla vadesi geldiği hâlde ödenmemiş olan ya da ödeme süresi henüz
geçmemiş bulunan ve bir vergi aslına bağlı olmaksızın kesilmiş olan vergi
cezalarının %50’sinin, bu maddede belirtilen süre ve şekilde tamamen ödenmesi
şartıyla cezaların kalan %50’sinin tahsilinden vazgeçilir.
(3) Bu maddede geçen, Yİ-ÜFE aylık değişim oranları tabiri;
Türkiye İstatistik Kurumunun her ay için belirlediği 31/12/2004 tarihine kadar
toptan eşya fiyatları endeksi (TEFE) aylık değişim oranlarını, 1/1/2005
tarihinden itibaren üretici fiyatları endeksi (ÜFE) aylık değişim oranlarını,
1/1/2014 tarihinden itibaren yurt içi üretici fiyat endeksi (Yİ-ÜFE) aylık
değişim oranlarını, vergi tabiri; 213 sayılı Kanun kapsamına giren vergi,
resim, harç ve fon payı ile eğitime katkı payını, beyanname tabiri; vergi
tarhına esas olan beyanname ve bildirimleri ifade eder. Bu madde hükümlerine
göre ödenecek alacaklara bu Kanunun yayımlandığı ay için uygulanması gereken
Yİ-ÜFE aylık değişim oranı olarak, bu Kanunun yayımlandığı tarihten bir önceki
ay için belirlenen Yİ-ÜFE aylık değişim oranı esas alınır.
(4) İhtirazi kayıtla verilen beyannameler üzerine tahakkuk etmiş
olan vergiler hakkında bu maddenin birinci fıkrası hükmü uygulanır.
(5) Bu madde kapsamında ödenecek olan motorlu taşıtlar vergisi ile
bu vergiye bağlı kesilen vergi cezaları ve bunlara bağlı gecikme faizi, gecikme
zammı gibi ferî amme alacakları yerine bu Kanunun yayımlandığı tarihe kadar
Yİ-ÜFE aylık değişim oranları esas alınarak hesaplanacak tutarın ait olduğu
taşıt için, bu madde hükümlerinin ihlal edilmemiş olması koşuluyla bu maddede
belirtilen ödeme süresi sonuna kadar 18/2/1963 tarihli ve 197 sayılı Motorlu
Taşıtlar Vergisi Kanununun 13 üncü maddesinin (d) fıkrası hükmü uygulanmaz.
(6) Bu madde hükmünden yararlanmak isteyen borçluların maddede
belirtilen şartların yanı sıradava açmamaları, açılmış davalardan
vazgeçmeleri ve kanun yollarına başvurmamaları şarttır.Davadan vazgeçme
dilekçeleri ilgili tahsil dairesine verilir ve bu dilekçelerin tahsil
dairelerine verildiği tarih, ilgili yargı merciine verildiği tarih sayılarak
dilekçeler ilgili yargı merciine gönderilir. Maliye Bakanlığına bağlı tahsil
dairelerince tahsili gerektiği hâlde tahakkuku diğer kamu idarelerince yapılan
alacaklara ilişkin ilgili kamu idaresi aleyhine açılmış davalardan vazgeçme
dilekçelerinin verileceği idari mercii belirlemeye Maliye Bakanlığı yetkilidir.
Bu madde hükümlerinden yararlanmak üzere başvuruda bulunan ve açtıkları
davalardan vazgeçen borçluların bu ihtilaflarıyla ilgili olarak bu Kanunun
yayımlandığı tarihten sonra tebliğ edilen kararlar uyarınca işlem yapılmaz ve
bu kararlar ile hükmedilmiş yargılama giderleri ve vekâlet ücreti bulunması
hâlinde bunlar talep edilemez.
(7) Maliye Bakanlığına bağlı tahsil dairelerince takip edilmekte
olan amme alacaklarından yıllık gelir veya kurumlar vergilerini, gelir (stopaj)
vergisi, kurumlar (stopaj) vergisi, katma değer vergisi ve özel tüketim vergisi
için bu madde hükmünden yararlanmak üzere başvuruda bulunan mükellefler, taksit
ödeme süresince bu vergi türleri ile ilgili verilen beyannameler üzerine
tahakkuk eden bu vergileri çok zor durum olmaksızın her bir vergi türü
itibarıyla bir takvim yılında ikiden fazla vadesinde ödememeleri ya da eksik
ödemeleri hâlinde belirtilen madde hükümlerine göre yapılandırılan borçlarına
ilişkin kalan taksitlerini ödeme haklarını kaybederler. İl özel idareleri,
belediyeler ve bunlara bağlı müstakil bütçeli ve kamu tüzel kişiliğini haiz
kuruluşlar hakkında bu hüküm uygulanmaz.
(8) Bu madde hükümlerinden yararlanmak isteyen borçluların maddede
öngörülen şartların yanı sıra bu Kanunun yayımlandığı tarihi izleyen ikinci
ayın sonuna kadar başvuruda bulunmaları ve madde kapsamında ödenecek tutarları,
ilk taksiti bu Kanunun yayımlandığı tarihi izleyen üçüncü aydan başlamak üzere
ikişer aylık dönemler hâlinde azami on sekiz eşit taksitte ödemeleri şarttır.
Bu Kanuna göre ödenecek taksitlerin ödeme süresinin son gününün resmî tatile
rastlaması hâlinde süre tatili izleyen ilk iş günü mesai saati sonunda biter.
(9) Bu madde hükümlerine göre hesaplanan tutarın;
a) İlk taksit ödeme süresi içinde tamamen ödenmesi hâlinde, bu
tutara bu Kanunun yayımlandığı tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için
herhangi bir faiz uygulanmaz.
b) Taksitle ödenmek istenmesi hâlinde borçluların başvuru
sırasında altı, dokuz, on iki veya on sekiz eşit taksitte ödeme seçeneklerinden
birini tercih etmeleri şarttır. Tercih edilen taksit süresinden daha uzun bir
sürede ödeme yapılamaz.
c) Taksitle yapılacak ödemelerinde ilgili fıkralara göre
belirlenen tutar;
1) Altı eşit taksit için (1,05),
2) Dokuz eşit taksit için (1,07),
3) On iki eşit taksit için (1,10),
4) On sekiz eşit taksit için (1,15),
katsayısı ile çarpılır ve bulunan tutar taksit sayısına bölünmek
suretiyle ikişer aylık dönemler hâlinde ödenecek taksit tutarı hesaplanır. Bu
madde hükümlerinden yararlanmak üzere başvuruda bulunan borçlulara tercih
ettikleri taksit süresine uygun ödeme planı verilir. Ancak, tercih edilen
süreden daha kısa sürede ödeme yapılması hâlinde ödenecek tutar ilgili katsayıya
göre düzeltilir.
ç) Bu madde kapsamında ödenmesi gereken tutarlar; il özel
idareleri, belediyeler ve bunlara bağlı müstakil bütçeli ve kamu tüzel
kişiliğini haiz kuruluşlarca ikişer aylık dönemler hâlinde azami otuz altı eşit
taksitte ödenebilir. Bu takdirde bu bent hükmüne göre hesaplanacak katsayı
yirmi dört eşit taksit için (1,20), otuz eşit taksit için (1,25), otuz altı
eşit taksit için (1,30) olarak uygulanır.
(10) a) Bu maddeye göre ödenmesi gereken taksitlerden; bir takvim
yılında iki veya daha az (2014 takvim yılı için bir) taksitin, süresinde
ödenmemesi veya eksik ödenmesi hâlinde, ödenmeyen veya eksik ödenen taksit
tutarlarının son taksiti izleyen ayın sonuna kadar, gecikilen her ay ve kesri
için 6183 sayılı Kanunun 51 inci maddesine göre belirlenen gecikme zammı
oranında hesaplanacak geç ödeme zammı ile birlikte ödenmesi şartıyla bu madde
hükümlerinden yararlanılır. Süresinde ödenmeyen veya eksik ödenen taksitlerin
belirtilen şekilde de ödenmemesi veya bir takvim yılında ikiden fazla (2014
takvim yılı için birden fazla) taksitin süresinde ödenmemesi veya eksik
ödenmesi hâlinde bu madde hükümlerinden yararlanma hakkı kaybedilir. Bu hüküm
alacaklı tahsil daireleri açısından taksitlendirilen alacaklar için ayrı ayrı
uygulanır.
b) Bu maddenin yedinci fıkrasında vadesinde ödenmesi öngörülen
alacakların veya taksit tutarının %10’unu aşmamak şartıyla 5 Türk lirasına (bu
tutar dâhil) kadar yapılmış eksik ödemeler için bu madde hükümleri ihlal
edilmiş sayılmaz.
c) Bu madde kapsamına giren alacakların maddede belirtilen şekilde
tamamen ödenmemiş olması hâlinde, bu maddenin yedinci fıkrası hükümleri saklı
kalmak kaydıyla borçlular ödedikleri tutarlar kadar bu madde hükümlerinden
yararlanırlar.
(11) Bu madde kapsamında ödenecek olan alacakların 6183 sayılı
Kanunun 41 inci maddesine göre kredi kartı kullanılmak suretiyle ödenmesi uygun
görüldüğü takdirde, ödemeye aracılık yapan bankalarca, kart kullanıcılarına
kredi kartı işlemine konu borç tutarının, taksitler hâlinde yansıtılması ve
taksit ödeme aylarında hesaplarına borç kaydedilmesi koşuluyla, bu ödemeler
için ödeme tarihi olarak kredi kartının kullanıldığı gün esas alınır ve
borçluya tahsilatın yapıldığını gösterir makbuz verilir. Bu şekilde tahsil
edilen tutarların bankalarca Hazine hesaplarına aktarılmasına ilişkin 6183
sayılı Kanunun 41 inci maddesinde belirlenen süre, taksit aylarının son gününü
izleyen günden itibaren hesaplanır. Taksitlerin kredi kartı kullanılmak
suretiyle ödenmesi bu madde hükmüne göre katsayı uygulanmasına engel teşkil etmez.
(12) Maliye Bakanlığına bağlı tahsil dairelerine ödenmesi gereken
amme alacaklarına uygulanmak üzere, bu Kanun hükümlerinden yararlanmak için
başvuruda bulunan ve ödenecek tutarları ilgili vergi mevzuatı gereği iade
alacağından kendi borçlarına mahsuben ödemek isteyen borçluların, bu
taleplerinin yerine getirilebilmesi için başvuru ve/veya taksit süresi içinde
ilgili mevzuatın öngördüğü bilgi ve belgeleri tam ve eksiksiz olarak ibraz
etmeleri şarttır. Bu takdirde, ilgili mevzuatın borçlunun mahsup talebine esas
aldığı tarih itibarıyla bu Kanuna göre ödenecek tutara mahsup işlemleri
yapılır, mahsup talebine konu tutardan daha az tutarda mahsubun yapılması
hâlinde, mahsuben ödeme suretiyle tahsil edilemeyen tutar için borçluya
bildirimde bulunularak eksik ödenen bu tutarın bir ay içinde ödenmesi
istenilir. Bu süre içinde eksik ödenen tutarın, ödenmesi gerektiği tarihten
ödendiği tarihe kadar gecikilen her ay ve kesri için 6183 sayılı Kanunun 51
inci maddesine göre belirlenen gecikme zammı oranında hesaplanacak geç ödeme
zammı ile birlikte ödenmesi hâlinde eksik ödenen tutar için bu Kanun hükümleri
ihlal edilmiş sayılmaz.
(13) a) 13/2/2011 tarihli ve 6111 sayılı Bazı Alacakların Yeniden
Yapılandırılması ile Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ve
Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında
Kanun hükümlerine göre bu maddenin yayımlandığı tarih itibarıyla taksit
ödemeleri devam eden alacaklar hariç olmak üzere, bu madde kapsamına giren
alacakların, bu Kanunun yayımlandığı tarihten önce 6183 sayılı Kanun ve diğer
kanunlar uyarınca tecil edilip de tecil şartlarına uygun olarak ödenmekte
olanlarından, kalan taksit tutarları için borçlular, talep etmeleri hâlinde bu
madde hükümlerinden yararlanabilirler. Bu takdirde tecil şartlarına uygun
olarak ödenen taksit tutarları için tecil hükümleri geçerli sayılır. Bu şekilde
ödenmiş taksit tutarlarına tecil tarihi ile ödeme tarihi arasında geçen süre
için sadece ilgili kanunun öngördüğü faiz uygulanır. Kalan taksit tutarları
vadesinde ödenmemiş alacak kabul edilir ve bu alacaklar hakkında bu madde
hükümleri uygulanır.
b) Bu maddeden yararlanılarak süresinde ödenen alacaklara, maddede
yer alan hükümler saklı kalmak kaydıyla Kanunun yayımlandığı tarihten sonraki
süreler için faiz, gecikme zammı, gecikme faizi gibi ferî amme alacağı
hesaplanmaz.
c) Bu maddeye göre ödenecek alacaklarla ilgili olarak, tatbik
edilen hacizler yapılan ödemeler nispetinde kaldırılır ve buna isabet eden
teminatlar iade edilir.
ç) 3/7/2005 tarihli ve 5393 sayılı Belediye Kanununun geçici 5
inci maddesi ile 10/7/2004 tarihli ve 5216 sayılı Büyükşehir Belediyesi
Kanununun geçici 3 üncü maddesi kapsamında uzlaşılan alacaklar hakkında bu
Kanun hükümleri uygulanmaz.
(14) a) 7/11/1996 tarihli ve 4207 sayılı Tütün Ürünlerinin
Zararlarının Önlenmesi ve Kontrolü Hakkında Kanunun 5 inci maddesinin birinci
fıkrası ile 30/3/2005 tarihli ve 5326 sayılı Kabahatler Kanununun 39 uncu
maddesine göre verilen idari para cezaları hariç olmak üzere, 31/12/2013
tarihinden (bu tarih dâhil) önce idari yaptırım kararı verildiği hâlde bu
Kanunun yayımlandığı tarih itibarıyla ilgilisine tebliğ edilmemiş olan ve genel
bütçeye gelir kaydı gereken ve her bir kabahat için 120 Türk lirasının (bu
tutar dâhil) altında kalan idari para cezaları tebliğ edilmez, tebliğ edilmiş
olanların ve bunlara bağlı ferî alacakların tahsilinden vazgeçilir. Bu bent
kapsamına giren ve mülga 5539 sayılı Kanun ile 6001 sayılı Kanun gereğince
verilen idari para cezası ile birlikte ilgilisine tebliği gereken ve tutarı 12
Türk lirası ve altında kalan geçiş ücretleri için de bu bent hükmü uygulanır.
b) Maliye Bakanlığına bağlı tahsil dairelerince takip edilmekte
olan ve vadesi 31/12/2007 tarihinden (bu tarih dâhil) önce olduğu hâlde bu Kanunun
yayımlandığı tarih itibarıyla ödenmemiş olan ve 6183 sayılı Kanun kapsamına
giren her bir alacağın türü, dönemi, asılları ayrı ayrı dikkate alınmak
suretiyle tutarı 50 Türk lirasını aşmayan asli alacakların ve tutarına
bakılmaksızın bu asıllara bağlı ferî alacakların, aslı ödenmiş ferî
alacaklardan tutarı 100 Türk lirasını aşmayanların tahsilinden vazgeçilir.
(15) Bu madde kapsamına giren alacaklara karşılık bu Kanunun
yayımlandığı tarihten önce tahsil edilmiş olan tutarlar, bu madde kapsamında tahsil
edilen tutarlar ile bu maddenin on üçüncü fıkrasının (a) bendi kapsamında
yapılan tecile ilişkin olarak 6183 sayılı Kanun veya diğer kanunlar uyarınca
ödenen faizlerin bu Kanun hükümlerine dayanılarak red ve iadesi yapılmaz.
(16) a) Emlak vergisi ile çevre temizlik vergisi ve bunlara bağlı
vergi cezaları, gecikme faizleri, gecikme zamları ve emlak vergisi üzerinden
hesaplanan taşınmaz kültür varlıklarının korunmasına katkı payı ile buna bağlı
gecikme zammından,
b) 3/7/2005 tarihli ve 5393 sayılı Belediye Kanunu kapsamındaki
belediyelerin su abonelerinden olan su kullanımından kaynaklanan alacakları ile
bunlara bağlı ferî (sözleşmelerde düzenlenen her türlü ceza ve zamlar dâhil)
alacaklarından,
c) 20/11/1981 tarihli ve 2560 sayılı İstanbul Su ve Kanalizasyon
İdaresi Genel Müdürlüğü Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun kapsamındaki
büyükşehir belediyeleri su ve kanalizasyon idarelerinin su ve atık su bedeli
alacakları ile bu alacaklara bağlı faiz, gecikme faizi, gecikme zammı gibi ferî
(sözleşmelerde düzenlenen her türlü ceza ve zamlar dâhil) alacaklarından,
vadesi 30/4/2014 tarihinden (bu tarih dâhil) önce olduğu hâlde
kesinleşmiş olup bu Kanunun yayımlandığı tarih itibarıyla ödenmemiş bulunan alacaklar
hakkında bu madde hükmü uygulanır.
(17) Bakanlar Kurulu, bu maddede öngörülen başvuru ve ilk taksit
ödeme sürelerini bir aya kadar, yabancı ülkelerde de faaliyette bulunan vergi
mükelleflerinden, Ekonomi Bakanlığı tarafından olağanüstü politik riskin
gerçekleştiği tespit edilen ülkede faaliyette bulunan ve bu ülkedeki
faaliyetleri nedeniyle durumları 213 sayılı Kanunun 13 üncü maddesine göre
mücbir sebep hâli kabul edilenlerin, bu Kanun kapsamında alacakları
yapılandırılan alacaklı idarelere mücbir sebep hâllerinin devam ettiği süre
içinde ödemeleri gereken taksitlerin ödeme süreleri ile 213 sayılı Kanunun 15
inci maddesine göre doğal afet nedeniyle mücbir sebep hâli ilan edilen
yerlerdeki dairelere (alacaklı idarelere) doğal afetin vukuu tarihinden
itibaren ödenmesi gereken taksitlerin ödeme süreleri, mücbir sebep hâlinin
bitim tarihini takip eden aydan başlamak üzere topluca veya ayrı ayrı bir yıla
kadar uzatmaya yetkilidir.
(18) Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esasları
belirlemeye Maliye Bakanlığı yetkilidir.
MADDE 80-(1) Gümrük ve Ticaret
Bakanlığına bağlı tahsil dairelerince, 30/4/2014 tarihinden (bu tarih dâhil)
önce 27/10/1999 tarihli ve 4458 sayılı Gümrük Kanunu ve ilgili diğer kanunlar
kapsamında gümrük yükümlülüğü doğan ve 6183 sayılı Kanun hükümlerine göre takip
edilen gümrük vergileri, idari para cezaları, faiz, gecikme faizi ve gecikme
zammı alacaklarından kesinleşmiş olup bu Kanunun yayımlandığı tarih itibarıyla;
a) Vadesi geldiği hâlde ödenmemiş olan ya da ödeme süresi henüz
geçmemiş bulunan gümrük vergileri ile bu vergilere bağlı cezaların ödenmemiş
kısmının tamamı ile bunlara bağlı faiz, gecikme faizi, gecikme zammı gibi ferî
amme alacakları yerine bu Kanunun yayımlandığı tarihe kadar Yİ-ÜFE aylık
değişim oranları esas alınarak hesaplanacak tutarın bu maddede belirtilen süre
ve şekilde tamamen ödenmesi şartıyla, alacak asıllarına bağlı faiz, gecikme
faizi, gecikme zammı gibi ferî amme alacaklarının tamamının tahsilinden
vazgeçilir.
b) Vadesi geldiği hâlde ödenmemiş olan ya da ödeme süresi henüz
geçmemiş bulunan ve bir vergi aslına bağlı olmaksızın 4458 sayılı Kanun ve
ilgili diğer kanunlar kapsamında kesilmiş olan idari para cezaları ile
30/3/2005 tarihli ve 5326 sayılı Kabahatler Kanununun iştirak hükümleri
nedeniyle kesilmiş olan idari para cezalarının %50’sinin bu maddede belirtilen
süre ve şekilde tamamen ödenmesi şartıyla cezaların kalan %50’sinin tahsilinden
vazgeçilir.
c) Eşyanın gümrüklenmiş değerine bağlı olarak kesilmiş olan idari
para cezaları ile ilgili olarak söz konusu cezaların ve varsa gümrük vergileri
aslının tamamı ile bunlara bağlı faiz, gecikme faizi, gecikme zammı gibi ferî
amme alacakları yerine bu Kanunun yayımlandığı tarihe kadar Yİ-ÜFE aylık
değişim oranları esas alınarak hesaplanacak tutarın bu maddede belirtilen süre
ve şekilde tamamen ödenmesi şartıyla, alacak asıllarına bağlı faiz, gecikme
faizi, gecikme zammı gibi ferî amme alacaklarının tamamının tahsilinden
vazgeçilir.
ç) Bu fıkra kapsamında, ödenmemiş alacağın sadece ferî alacaktan
ibaret olması hâlinde ferî alacak yerine Yİ-ÜFE aylık değişim oranları esas
alınarak hesaplanacak tutar tahsil edilir.
(2) Birinci fıkra kapsamında kesinleşen alacakların yanı sıra
eşyanın mülkiyeti kamuya geçirilmiş ise birinci fıkranın (c) bendine uygun
olarak işlem yapılmış olması ve eşyanın gümrüklenmiş değerinin ödenmesi
şartıyla mülkiyetin kamuya geçirilmesi işlemi iptal edilir.
(3) Bu maddede geçen, Yİ-ÜFE aylık değişim oranları tabiri,
Türkiye İstatistik Kurumunun her ay için belirlediği 31/12/2004 tarihine kadar
toptan eşya fiyatları endeksi (TEFE) aylık değişim oranlarını; 1/1/2005
tarihinden itibaren üretici fiyatları endeksi (ÜFE) aylık değişim oranlarını,
1/1/2014 tarihinden itibaren yurt içi üretici fiyat endeksi (Yİ-ÜFE) aylık
değişim oranlarını; gümrük vergileri tabiri, ilgili mevzuat uyarınca eşyanın
ithali veya ihracında uygulanan ve Gümrük ve Ticaret Bakanlığına bağlı gümrük
idarelerince takip ve tahsil edilen gümrük vergisi, diğer vergiler, eş etkili
vergiler ve mali yüklerin tümünü, gümrüklenmiş değer tabiri, Uluslararası
Kıymet Sözleşmesine göre belirlenecek; ithal eşyası için eşyanın CIF kıymeti
ile gümrük vergileri toplamını, ihraç eşyası için FOB kıymeti ile gümrük
vergileri toplamını ifade eder. Bu madde hükümlerine göre ödenecek alacaklara
bu Kanunun yayımlandığı ay için uygulanması gereken Yİ-ÜFE aylık değişim oranı
olarak, bu Kanunun yayımlandığı tarihten bir önceki ay için belirlenen Yİ-ÜFE
aylık değişim oranı esas alınır.
(4) Bu madde hükmünden yararlanmak isteyen borçluların maddede
belirtilen şartların yanı sıradava açmamaları, açılmış davalardan
vazgeçmeleri ve kanun yollarına başvurmamaları şarttır.Davadan vazgeçme
dilekçeleri ilgili tahsil dairesine verilir ve bu dilekçelerin tahsil
dairelerine verildiği tarih, ilgili yargı merciine verildiği tarih sayılarak
dilekçeler ilgili yargı merciine gönderilir. Bu madde hükümlerinden yararlanmak
üzere başvuruda bulunan ve açtıkları davalardan vazgeçen borçluların bu
ihtilaflarıyla ilgili olarak bu Kanunun yayımlandığı tarihten sonra tebliğ
edilen kararlar uyarınca işlem yapılmaz ve bu kararlar ile hükmedilmiş
yargılama giderleri ve vekâlet ücreti bulunması hâlinde bunlar talep edilemez.
(5) Bu madde hükümlerinden yararlanmak isteyen borçluların maddede
öngörülen şartların yanı sıra bu Kanunun yayımlandığı tarihi izleyen ikinci
ayın sonuna kadar başvuruda bulunmaları ve madde kapsamında ödenecek tutarları,
ilk taksiti bu Kanunun yayımlandığı tarihi izleyen üçüncü aydan başlamak üzere
ikişer aylık dönemler hâlinde on sekiz eşit taksitte ödemeleri şarttır. Bu
Kanuna göre ödenecek taksitlerin ödeme süresinin son gününün resmî tatile
rastlaması hâlinde süre izleyen ilk iş günü mesai saati sonunda biter.
(6) Bu madde hükümlerine göre hesaplanan tutarın;
a) İlk taksit ödeme süresi içinde tamamen ödenmesi hâlinde, bu
tutara bu Kanunun yayımlandığı tarihten ödeme tarihine kadar geçen süre için
herhangi bir faiz uygulanmaz.
b) Taksitle ödenmek istenmesi hâlinde borçluların başvuru
sırasında altı, dokuz, on iki veya on sekiz eşit taksitte ödeme seçeneklerinden
birini tercih etmeleri şarttır. Tercih edilen taksit süresinden daha uzun bir
sürede ödeme yapılamaz.
c) Taksitle yapılacak ödemelerde ilgili maddelere göre belirlenen
tutar;
1) Altı eşit taksit için (1,05),
2) Dokuz eşit taksit için (1,07),
3) On iki eşit taksit için (1,10),
4) On sekiz eşit taksit için (1,15),
katsayısı ile çarpılır ve bulunan tutar taksit sayısına bölünmek
suretiyle ikişer aylık dönemler hâlinde ödenecek taksit tutarı hesaplanır. Bu
madde hükümlerinden yararlanmak üzere başvuruda bulunan borçlulara tercih
ettikleri taksit süresine uygun ödeme planı verilir. Ancak, tercih edilen
süreden daha kısa sürede ödeme yapılması hâlinde ödenecek tutar ilgili
katsayıya göre düzeltilir.
(7) a) Bu maddeye göre ödenmesi gereken taksitlerden; bir takvim
yılında iki veya daha az (2014 takvim yılı için bir) taksitin, süresinde
ödenmemesi veya eksik ödenmesi hâlinde, ödenmeyen veya eksik ödenen taksit
tutarlarının son taksiti izleyen ayın sonuna kadar, gecikilen her ay ve kesri
için 6183 sayılı Kanunun 51 inci maddesine göre belirlenen gecikme zammı
oranında hesaplanacak geç ödeme zammı ile birlikte ödenmesi şartıyla bu madde
hükümlerinden yararlanılır. Süresinde ödenmeyen veya eksik ödenen taksitlerin
belirtilen şekilde de ödenmemesi veya bir takvim yılında ikiden fazla (2014
takvim yılı için birden fazla) taksitin süresinde ödenmemesi veya eksik
ödenmesi hâlinde bu madde hükümlerinden yararlanma hakkı kaybedilir. Bu hüküm
alacaklı tahsil daireleri açısından taksitlendirilen alacaklar için ayrı ayrı
uygulanır.
b) Taksit tutarının %10’unu aşmamak şartıyla 5 Türk lirasına (bu
tutar dâhil) kadar yapılmış eksik ödemeler için bu madde hükümleri ihlal
edilmiş sayılmaz.
c) Bu madde kapsamına giren alacakların maddede belirtilen şekilde
tamamen ödenmemiş olması hâlinde borçlular ödedikleri tutarlar kadar bu madde
hükümlerinden yararlanırlar.
(8) a) 13/2/2011 tarihli ve 6111 sayılı Bazı Alacakların Yeniden
Yapılandırılması ile Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu ve
Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında
Kanun hükümlerine göre bu maddenin yayımlandığı tarih itibarıyla taksit
ödemeleri devam eden alacaklar hariç olmak üzere, bu madde kapsamına giren
alacakların, bu Kanunun yayımlandığı tarihten önce 6183 sayılı Kanun ve diğer
kanunlar uyarınca tecil edilip de tecil şartlarına uygun olarak ödenmekte
olanlarından, kalan taksit tutarları için borçlular, talep etmeleri hâlinde bu
madde hükümlerinden yararlanabilirler. Bu takdirde tecil şartlarına uygun
olarak ödenen taksit tutarları için tecil hükümleri geçerli sayılır. Bu şekilde
ödenmiş taksit tutarlarına tecil tarihi ile ödeme tarihi arasında geçen süre
için sadece ilgili kanunun öngördüğü faiz uygulanır. Kalan taksit tutarları
vadesinde ödenmemiş alacak kabul edilir ve bu alacaklar hakkında bu madde
hükümleri uygulanır.
b) Bu maddeden yararlanılarak süresinde ödenen alacaklara, maddede
yer alan hükümler saklı kalmak kaydıyla Kanunun yayımlandığı tarihten sonraki
süreler için faiz, zam ve gecikme zammı gibi ferî amme alacağı hesaplanmaz.
c) Bu maddeye göre ödenecek alacaklarla ilgili olarak, tatbik
edilen hacizler yapılan ödemeler nispetinde kaldırılır ve buna isabet eden
teminatlar iade edilir.
(9) Gümrük ve Ticaret Bakanlığına bağlı tahsil dairelerince takip
edilmekte olan ve vadesi 31/12/2013 tarihinden (bu tarih dâhil) önce olduğu
hâlde bu Kanunun yayımlandığı tarihe kadar ödenmemiş olan ve 6183 sayılı Kanun
kapsamında gümrük idarelerince takibi gereken her bir alacağın; türü,
yükümlülüğü, asılları ayrı ayrı dikkate alınmak suretiyle tutarı 50 Türk
lirasını aşmayan asli alacakların, idari para cezalarında 80 Türk lirasını
aşmayanların ve tutarına bakılmaksızın bu alacaklara bağlı ferî alacakların,
aslı ödenmiş ferî alacaklarda toplamı 100 Türk lirasını aşmayanların
tahsilinden vazgeçilir.
(10) Bu madde kapsamına giren alacaklara karşılık bu Kanunun
yayımlandığı tarihten önce tahsil edilmiş olan tutarlar, bu madde kapsamında
tahsil edilen tutarlar ile bu maddenin sekizinci fıkrasının (a) bendi
kapsamında yapılan tecile ilişkin olarak 6183 sayılı Kanun veya diğer kanunlar
uyarınca ödenen faizlerin bu Kanun hükümlerine dayanılarak red ve iadesi
yapılmaz.
(11) Bakanlar Kurulu, bu maddede öngörülen başvuru ve ilk taksit
ödeme sürelerini bir aya kadar uzatmaya yetkilidir.
(12) Bu maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esasları
belirlemeye Gümrük ve Ticaret Bakanlığı yetkilidir.”
MADDE 87-5/12/1951 tarihli ve 5846
sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanununun 47 nci maddesi aşağıdaki şekilde
değiştirilmiştir.
“MADDE 47-Bakanlar Kurulu kararı ile memleket kültürü için
önemi haiz görülen eserler üzerindeki haklar, hak sahiplerinin münasip bir
bedel talep etme hakları saklı kalmak kaydıyla, eser sahibinin ölümünden sonra,
koruma süresinin bitiminden önce, kamuya mal edilebilir.Bu hususta karar
verilebilmesi için eserin, Türkiye’de veya Türkiye dışında Türk vatandaşları
tarafından vücuda getirilmiş olması gerekir.
Bakanlar Kurulu kararında;
1. Eser ve sahibinin adı,
2. Hakları kullanacak makam veya müessese,
3. Hak sahiplerine, talep üzerine ödenecek bedelin nasıl
belirleneceği ve bu bedelin hangi kurum tarafından ödeneceği,
4. Eserden gelir elde edilmesi hâlinde bu gelirin hangi gayelere
tahsis edileceği,
yazılır.
Bakanlar Kurulu kararında belirtilen eserin, topluma ulaşması
sağlanacak şekilde yayımlanması zorunludur.”
MADDE 88-18/12/1953 tarihli ve 6200
sayılı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında
Kanuna aşağıdaki ek madde eklenmiştir.
“EK MADDE 6- 14/3/2013 tarihli ve 6446 sayılı Elektrik Piyasası
Kanunu ve su kullanım hakkı anlaşması çerçevesinde elektrik enerjisi üretmek
amacıyla yapılacak olan hidroelektrik tesislerinin baraj, regülatör, yükleme
havuzu, tünel, kanal, borulu isale hattı gibi su yapısıyla ilgili kısımları ile
gerçek ve tüzel kişiler tarafından yapılacak baraj, gölet ve regülatör gibi su
yapılarının inşasının inceleme ve denetimi zorunludur; diğer su yapılarından
sulama tesisi, isale hattı, kolektör, arıtma tesisi, taşkın ve nehir yatağı
düzenlemesi gibi su yapılarının dadenetim masrafları ilgililerine ait olmak
üzeredenetim hizmeti DSİ tarafından yapılırveya DSİ tarafından
yetkilendirilen Türk Ticaret Kanununa göre kurulmuş şirketlerden DSİ’ce
müşavirlik hizmeti satın alınarak yaptırılır.Su yapıları yapmak üzere
görevlendirilmiş ve yetkilendirilmiş kamu kurum ve kuruluşları ile mahallî
idareler, mevzuatı çerçevesinde talep etmeleri hâlinde su yapılarının denetim
hizmetleri bu madde kapsamında yapılır. Denetim masrafları, denetlenen
yatırımcı gerçek ve tüzel kişiler tarafından DSİ’ye ödenir. İnşaatı devam eden
su yapıları için bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren altmış gün
içinde su yapısının denetlenmesi için yatırımcı tarafından DSİ’ye müracaat
edilmesi zorunludur. 6446 sayılı Kanun kapsamında üretim lisansı sahibi tüzel
kişilerden denetim yaptırmayanlara, DSİ tarafından tesisin kurulu gücüne bağlı
olarak megavat başına beş bin Türk lirası idari para cezası verilir ve DSİ
tarafından yapılacak yazılı ihtardan itibaren otuz gün içinde gerekli
müracaatın yapılmaması hâlinde DSİ ile imzalanan su kullanım hakkı anlaşması
iptal edilir; sulama tesisi, isale hattı, kolektör, arıtma tesisi, taşkın ve
nehir yatağı düzenlemesi gibi diğer su yapılarında ise yatırım bedelinin binde
biri nispetinde idari para cezası verilir ve DSİ tarafından yapılacak yazılı
ihtardan itibaren otuz gün içinde gerekli müracaatın yapılmaması hâlinde su
yapısının inşaatının durdurulması için gerekli tedbirler DSİ tarafından alınır.
Denetim şirketi, su yapısının projesini veya revize projesini
onaylamak, projesine ve ilgili mevzuata uygun olarak yapılmasını sağlamak,
imalatta kullanılan malzemelerin ve imalatın projesine, teknik şartname ve
standartlara uygunluğunu kontrol etmek, malzemeler ve imalatla ilgili deneyleri
yaptırmak, neticelerini belgelendirmek, yapılan tüm denetim hizmetlerine
ilişkin belgeler ile DSİ tarafından yapılan kabul işlemine esas olan belgeleri
DSİ’ye vermek mecburiyetindedir.
DSİ tarafından denetim şirketine izin belgesi ile yetki verildiği
hâlde, su yapılarının denetimini DSİ kriterlerinin, standartların, ilgili
mevzuat hükümlerinin gerektirdiği şekilde yerine getirmeyen yetkili denetim
şirketlerine; DSİ tarafından ilk seferinde denetlenen hidroelektrik
tesislerinde, kurulu gücüne bağlı olarak megavat başına beş bin Türk lirası
idari para cezası; baraj, gölet, sulama tesisi, isale hattı, kolektör, arıtma
tesisi, taşkın ve nehir yatağı düzenlemesi gibi su yapılarında, yatırım
bedelinin binde biri nispetinde idari para cezası verilir ve eksikliklerini
düzeltmek üzere on beş gün müddet verilir. Bu fiilin ikinci tekrarında ceza iki
katı olarak uygulanır ve eksikliklerini düzeltmek üzere on beş gün müddet
verilir. Fiilin üçüncü tekrarında ise ceza üç katı olarak uygulanır ve su
yapıları yetkili denetim şirketinin izin belgesi DSİ tarafından iptal edilir.
İzin belgesi iptal edilen yetkili denetim şirketinin yönetici ve ortakları bir
yıl süreyle başka bir yetkili denetim şirketi kuramazlar, kurulmuş olan
şirketlerde görev alamaz ve/veya ortak olamazlar.
Su yapılarının mevzuata ve onaylı projesine aykırı yapılması
hâlinde, bu durumun düzeltilmesi için yetkili denetim şirketinin DSİ’ye yazılı
bildirimi üzerine DSİ tarafından yatırımcıya en fazla 30 gün eksiklikleri
düzeltme müddeti verilir. Mevzuata ve projeye aykırılığın giderilmemesi hâlinde
verilen sürenin sonunda veya acil hâllerde derhâl DSİ işi kısmen veya tamamen
durdurur.
Su yapılarını denetlemek üzere yetkilendirilmiş şirketlere
uygulanacak idari yaptırımlar DSİ tarafından yerine getirilir.
Denetim şirketi ile denetim şirketinde görev alan denetim
elemanları, su yapısının projesine, fen ve sanat kurallarına ve ilgili mevzuata
uygun olarak yapılmamasından ortaya çıkan zarar ve ziyandan kabul tarihinden
itibaren on beş yıl süreyle yatırımcı ile birlikte müteselsilen sorumludur.
Gerçek ve tüzel kişiler tarafından inşa edilecek su ile ilgili
köprü, menfez gibi yapılarda hidrolik yönden DSİ’nin uygun görüşü alınır.
Denetim işleriyle ilgili masrafların tahsiline dair usuller ile
denetim yapacak personelin nitelikleri, denetleme usulleri ve diğer şartlar,
DSİ tarafından, bağlı olduğu Bakanlığın görüşü alınarak hazırlanacak
yönetmelikle düzenlenir.
Bu Kanuna göre verilen idari para cezalarına ilişkin kararlar,
11/2/1959 tarihli ve 7201 sayılı Tebligat Kanunu hükümlerine göre tebliğ
edilir. Bu cezalara karşı tebliğinden itibaren otuz gün içinde yetkili idare
mahkemesine itiraz edilebilir.
Bu Kanuna göre verilen idari para cezalarında ihlalin tespiti ve
cezanın kesilmesi usulleri ile ceza uygulamasında kullanılacak tutanakların
şekli, dağıtımı ve kontrolüne ilişkin usul ve esaslar Maliye Bakanlığının
görüşü alınarak DSİ tarafından hazırlanacak yönetmelikle düzenlenir.
Bu Kanuna göre verilen idari para cezaları, tebliğinden itibaren
bir ay içinde ödenir. İdari para cezaları genel bütçeye gelir kaydedilir.”
MADDE 94-19/3/1969 tarihli ve 1136
sayılı Avukatlık Kanununun 182 nci maddesinin birinci fıkrasının ikinci
cümlesinde yer alan “kesinleşerek” ibaresi “Resmî Gazete’de yayımlanarak”
şeklinde, dördüncü cümlesinde yer alan “onaylanmış sayılarak” ibaresi “Resmî
Gazete’de yayımlanarak” şeklinde değiştirilmiş; üçüncü cümlesindeki “Ancak”
ibaresi madde metninden çıkarılmış ve maddeye aşağıdaki fıkra eklenmiştir.
“Ancak, yönetmelikle veya diğer bir düzenleyici işlemle avukatlık
stajına kabulde, staj döneminde ve avukatlık mesleğine kabulde sınav veya
benzeri bir rejim öngörülemez.”
MADDE 99-4/11/1983 tarihli ve 2942
sayılı Kamulaştırma Kanununun 4 üncü maddesine aşağıdaki fıkra eklenmiştir.
“Ancak, maliklerinin mülkiyet hakkının kullanılmasının
engellenmemesi, can ve mal güvenliği bakımından gerekli önlemlerin alınması
kaydıyla, kamu yararına dayalı olarak taşınmazların üstünde teleferik ve
benzeri ulaşım hatları ile her türlü köprü, taşınmazların altında metro ve
benzeri raylı taşıma sistemleri yapılabilir. Taşınmazların mülkiyet hakkının
kullanımının engellenmemesi hâlinde, taşınmazlara ilişkin herhangi bir
kamulaştırma yapılmaz.Taşınmaz sahiplerine bu işlemler nedeniyle
kamulaştırma, tazminat ve benzeri nam altında herhangi bir ücret ödenmez.Yapılan
yatırım nedeniyle taşınmaz maliklerinden değer artış bedeli alınamaz.”
MADDE 100-2942 sayılı Kanunun;
a) 22 nci maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde yer
alan “ve bedelinin” ibaresi metinden çıkarılmış, ikinci ve üçüncü cümleleri
aşağıdaki şekilde değiştirilmiş, dördüncü cümlesi yürürlükten kaldırılmış,
birinci fıkradan sonra gelmek üzere aşağıdaki fıkralar eklenmiştir.
“Bu duyurma üzerine mal sahibi veya mirasçıları, kamulaştırma bedelini
aldıkları günden itibaren işleyecek kanuni faiziyle birlikte üç ay içinde
ödeyerek taşınmaz malı geri alabilir. İade işleminin kamulaştırmanın ve
bedelinin kesinleşmesinden sonra bir yıl içinde gerçekleşmesi hâlinde
kamulaştırma bedelinin faizi alınmaz.”
“Bu madde hükümlerine göre taşınmaz malı geri almayı kabul etmeyen
mal sahibi veya mirasçılarının 23 üncü maddeye göre geri alma hakları da düşer.
Bu madde hükümleri, kamulaştırmanın kesinleşmesi tarihinden
itibaren beş yıl geçmiş olması hâlinde uygulanmaz.”
b) 23 üncü maddesinin birinci fıkrasında yer alan “ikinci” ibaresi
“dördüncü” şeklinde değiştirilmiş ve maddeye ikinci fıkradan sonra gelmek üzere
aşağıdaki fıkra eklenmiştir.
“Birinci ve ikinci fıkrada belirtilen süreler geçtikten sonra
kamulaştırılan taşınmaz malda hakları bulunduğu iddiasıyla eski malikleri veya
mirasçıları tarafından idareden herhangi bir sebeple hak, bedel veya tazminat
talebinde bulunulamaz ve dava açılamaz.”
MADDE 101-2942 sayılı Kanuna aşağıdaki
geçici madde eklenmiştir.
“GEÇİCİ MADDE 9- Bu maddeyi ihdas eden Kanunla değiştirilen veya
eklenen bu Kanunun 22 nci maddesinin birinci, ikinci ve üçüncü fıkra hükümleri
ile 23 üncü maddesinin üçüncü fıkrası hükmü; bu maddenin yürürlüğe girdiği
tarihten önce gerçekleştirilen kamulaştırma işlemleri nedeniyle, kamulaştırılan
taşınmaz malların eski malikleri veya mirasçıları tarafından bu taşınmaz
malların geri alınması, bedel veya tazminat talebiyle açılan ve henüz
kesinleşmeyen davalarda da uygulanır.Bu maddenin
uygulanması nedeniyle reddedilen davaların yargılama giderleri davalı idare
tarafından ödenir.”
MADDE 112-25/2/1998 tarihli ve 4342
sayılı Mera Kanununun 14 üncü maddesinin birinci fıkrasına aşağıdaki bent
eklenmiştir.
“ı) Bakanlar Kurulunca kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı
olarak ilan edilen,”
MADDE 117-24/11/2004 tarihli ve 5258
sayılı Aile Hekimliği Kanununun 5 inci maddesinin ikinci fıkrasına birinci
cümlesinden sonra gelmek üzere aşağıdaki cümle eklenmiştir.
“Türkiye Halk Sağlığı Kurumunca belirlenen aile sağlığı
merkezlerinde çalışma saatleri dışında, aile hekimleri ve aile sağlığı
elemanları ile gerektiğinde Sağlık Bakanlığı ve bağlı kuruluşları personeline
nöbet görevi verilebilir.”
MADDE 119-5/5/2005 tarihli ve 5345
sayılı Gelir İdaresi Başkanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanunun 29
uncu maddesine aşağıdaki fıkra eklenmiştir.
“Başkanlık merkez teşkilatında Grup Başkanı, Daire Başkanı veya
taşra teşkilatında Vergi Dairesi Başkanı kadrolarında toplam en az üç yıl görev
yapmış olanlar, atama tarihi itibarıyla fiilen bu kadrolardan birinde bulunmak
şartıyla Devlet Gelir Uzmanı kadrosuna atanabilir.”
MADDE 121-5393 sayılı Kanunun15
inci maddesinin beşinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan “arsa” ibaresi
“taşınmaz” olarak değiştirilmişve maddeye aşağıdaki fıkra eklenmiştir.
“İcra dairesince haciz kararı alınmadan önce belediyeden borca
yeter miktarda haczedilebilecek mal gösterilmesi istenir ve haciz işlemi sadece
gösterilen bu mal üzerine uygulanır. On gün içinde yeterli mal beyan edilmemesi
durumunda yapılacak haciz işlemi, alacak miktarını aşacak veya kamu
hizmetlerini aksatacak şekilde yapılamaz.”
MADDE 128-5747 sayılı Büyükşehir
Belediyesi Sınırları İçerisinde İlçe Kurulması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik
Yapılması Hakkında Kanunun 1 inci maddesine ekli (16) sayılı listesininsekizinci
sırasında yer alan “Barbaros” ibaresi “Barbaros Mahallesinin O4 Karayolunun
güneyinde kalan kısmı” şeklinde değiştirilmiş, on birinci sırasında yer
alan “Yeni Çamlıca” ibaresinden sonra gelmek üzere “, Yenişehir, Mimar Sinan ve
Mevlana Mahalleleri” ibaresi eklenmiş, on ikinci sırasında yer alan
“Mustafakemal Mahallesinin” ibaresinden sonra gelmek üzere “ve Aşık Veysel
Mahallesinin” ibaresi eklenmiş, on üçüncü sırasında yer alan “Namıkkemal”
ibaresi “Esenevler” şeklinde değiştirilmiştir.
MADDE 129-5747 sayılı Kanunun 2 nci
maddesininüçüncü fıkrasında yer alan “Kadıköy ilçe belediyesine bağlı
Atatürk Mahallesinin” ibaresinden sonra gelmek üzere “ve Barbaros Mahallesinin”
ibaresi eklenmişve dokuzuncu fıkrası aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“(9) Tüm illerde bucaklar kaldırılmıştır. Kaldırılan bucaklara
bağlı belde ve köyler, bucağın bağlı olduğu idari birime bağlanmıştır.”
MADDE 142-3/6/2011 tarihli ve 637
sayılı Ekonomi Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde
Kararnamenin 36 ncı maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“Çalışma Grupları ve Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu
MADDE 36- (1) Bakanlık, görev alanına giren konularla ilgili
olarak çalışmalarda bulunmak üzere diğer bakanlıklar, kamu kurum ve
kuruluşları, meslek kuruluşları, sivil toplum kuruluşları, özel sektör
temsilcileri ve konu ile ilgili uzmanların katılımı ile geçici çalışma grupları
oluşturabilir. Çalışma gruplarının ulaşım ve konaklama giderleri Bakanlık
bütçesinden karşılanabilir.
(2)Bakanlığın gözetimi ve denetimi altındaözel sektörün dış
ekonomik ilişkilerini yürütmek üzere, özel hukuk hükümlerine tabi ve tüzel
kişiliğe sahip,Bakanlıkça belirleneceközel sektör kuruluşlarından Dış
Ekonomik İlişkiler Kurulu oluşur. Kurulun kısa adı DEİK’tir. DEİK, ikili
ekonomik ilişkilerini İş Konseyleri aracılığıyla yürütür.DEİK ile İş
Konseylerinin görev ve yetkileri, teşkilatlanma ve işleyişleri, organları,
bütçeleri, yönetim ve denetimleri ile üyeliğe ilişkin usul ve esaslar Bakanlık
tarafından çıkarılacak yönetmelik ile düzenlenir.DEİK’in bütçesi, Ekonomi
Bakanlığı bütçesinden yapılacak yardımlar ileyönetmelikte belirtilen kurucu
kuruluşların katkı payları ve/veya yıllık üyelik aidatlarından, İş Konseyi
üyelik aidatları vediğer gelirlerden oluşur.DEİK bütçesini Bakanlık
denetler. Bu fıkranın uygulanması sırasında, diğer kanunlarda yer alan benzer
ya da aynı mahiyetteki hükümler uygulanmaz.”
B- Dayanılan ve ilgili Görülen Anayasa Kuralları
Dava ve ek dava dilekçesinde, Anayasa’nın Başlangıç’ı ile 2., 5.,
7., 8., 10., 12., 13., 14., 17., 26., 33., 35., 36., 38., 45., 46., 48., 49.,
50., 51., 53., 56., 70., 73., 90., 123., 124., 125., 126., 127., 128., 135.,
141. ve 153. maddelerine dayanılmış, Anayasa’nın 17., 27. ve 142. maddeleri ise
ilgili görülmüştür.
III- İLK İNCELEME
Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü hükümleri uyarınca Serruh KALELİ,
Alparslan ALTAN, Serdar ÖZGÜLDÜR, Recep KÖMÜRCÜ, Burhan ÜSTÜN, Nuri NECİPOĞLU,
Hicabi DURSUN, Celal Mümtaz AKINCI, Erdal TERCAN, Muammer TOPAL, Zühtü ARSLAN,
M. Emin KUZ ve Hasan Tahsin GÖKCAN’ın katılımlarıyla 24.11.2014 tarihinde
yapılan ilk inceleme toplantısında, dosyada eksiklik bulunmadığından işin
esasının incelenmesine, yürürlüğü durdurma isteminin ise esas inceleme
aşamasında karara bağlanmasına OYBİRLİĞİYLE karar vermiştir.
IV- ESASIN İNCELENMESİ
Dava ve ek dava dilekçesi ile ekleri, Raportör Ayhan KILIÇ
tarafından hazırlanan işin esasına ilişkin rapor, iptali istenen yasa
kuralları, dayanılan ve ilgili görülen Anayasa kuralları ve bunların
gerekçeleri ile diğer yasama belgeleri okunup incelendikten sonra gereği
görüşülüp düşünüldü:
A- Kanun’un 10. Maddesiyle Değiştirilen 4734 Sayılı Kanun’un 62.
Maddesinin Birinci Fıkrasının (e) Bendinin (1) Numaralı Alt Bendinin Birinci ve
İkinci Cümlelerinin İncelenmesi
1- Anlam ve Kapsam
4734 sayılı Kanun’un 62. maddesi, ihalelere ilişkin olarak
idarelerce uyulması gereken bazı kuralları düzenlenmektedir. 4734 sayılı
Kanun’un 62. maddesinin birinci fıkrasının (e) bendinin önceki hâlinde,
idarelerin, ilgili mevzuat uyarınca çalıştırdığı personelin nitelik veya sayı
itibarıyla yetersiz kalması durumunda 4734 sayılı Kanun’da belirtilen hizmetler
için ihaleye çıkması ve dolayısıyla bu hizmetleri özel kişiler eliyle yürütmesi
mümkün kılınmıştır. Bent uyarınca, danışmanlık hizmet alım ihaleleri hariç,
idarelerin ihaleye çıkabilmesi için ilgili mevzuat gereğince çalıştırdığı
personelin nitelik veya sayı itibarıyla yetersiz olması şartı aranmış ve ayrıca
özel kişilere gördürülecek hizmetler de 4734 sayılı Kanun’da sayılanlarla
sınırlandırılmıştır.
4734 sayılı Kanun’un 4. maddesi uyarınca hizmet kavramı, “bakım
ve onarım, taşıma, haberleşme, sigorta, araştırma ve geliştirme, muhasebe,
piyasa araştırması ve anket, danışmanlık, tanıtım, basım ve yayım, temizlik,
yemek hazırlama ve dağıtım, toplantı, organizasyon, sergileme, koruma ve
güvenlik, meslekî eğitim, fotoğraf, film, fikrî ve güzel sanat, bilgisayar
sistemlerine yönelik hizmetler ile yazılım hizmetlerini, taşınır ve taşınmaz
mal ve hakların kiralanmasını ve benzeri diğer hizmetleri” kapsamaktadır.
Kanun’un dava konusu kuralları da içeren 10. maddesiyle, 4734
sayılı Kanun’un 62. maddesinin birinci fıkrasının (e) bendi bütünüyle
değiştirilmiştir. Bendin dava konusu birinci cümlesinde, idarelerce kanun,
tüzük ve yönetmeliklere göre istihdam edilen personelin yeterli nitelik veya
sayıda olmaması hâlinde personel çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere
ilişkin hizmetler için ihaleye çıkılabilmesi öngörülmekte; ikinci cümlesinde
ise bu kapsamda ihaleye çıkılabilecek yardımcı işlere ilişkin hizmet türlerinin;
idarelerin teşkilat, görev ve yetkilerine ilişkin mevzuatı, yerleşik yargı
içtihatları ile 4857 sayılı İş Kanunu’nun 2. maddesinin yedinci fıkrası dikkate
alınmak suretiyle idareler itibarıyla ayrı ayrı veya birlikte belirlemeye işçi,
işveren ve kamu görevlileri konfederasyonları, Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı, Hazine Müsteşarlığı ve Devlet Personel Başkanlığının görüşü ve
Maliye Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulunun yetkili olduğu
belirtilmektedir.
Bentte, önceki hâlinden farklı olarak özel kişilere
gördürülebilecek hizmetlerde farklılaşmaya gidilmekte; önceki düzenlemede “bu
Kanunda belirtilen hizmetler” için ihaleye çıkılabilmesi öngörülmekte iken,
yeni hâlinde “personel çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin
hizmetler”için ihaleye çıkılabilmesine imkân sağlanmaktadır. Öte yandan,
bendin ikinci cümlesiyle, birinci cümlede sözü edilen yardımcı hizmetlerin
neler olduğunun belirlenmesi hususunda Bakanlar Kuruluna yetki tanınmaktadır.
Buna göre, bu kapsamda ihaleye çıkılabilecek yardımcı işlere ilişkin hizmet
türlerini, idareler itibarıyla ayrı ayrı veya birlikte belirlemeye işçi,
işveren ve kamu görevlileri konfederasyonları, Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı, Hazine Müsteşarlığı ve Devlet Personel Başkanlığının görüşü ve
Maliye Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulu yetkilidir. Bu belirleme
yapılırken, idarelerin teşkilat, görev ve yetkilerine ilişkin mevzuatın,
yerleşik yargı içtihatlarının ve 4857 sayılı Kanun’un 2. maddesinin yedinci
fıkrasının dikkate alınması gerekmektedir.
4857 sayılı Kanun’un 2. maddesinin yedinci fıkrası, asıl
işveren-alt işveren ilişkisini düzenlemektedir. Buna göre asıl işveren-alt
işveren ilişkisi, bir işverenin, işyerinde yürüttüğü mal veya hizmet üretimine
ilişkin yardımcı işlerini veya asıl işin bir bölümünde işletmenin ve işin
gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işlerini başka bir
işverene devretmesi durumunda söz konusu olmaktadır. Fıkrada, asıl iş-yardımcı
iş ayrımı yapılmakta, yardımcı işlerin alt işverene devrinde herhangi bir sınır
öngörülmemekte, asıl işin devri ise kural olarak yasaklanmakla birlikte
işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren
kısımlarının devri mümkün kılınmaktadır. Fıkranın devamında, bu ilişkide asıl
işverenin, alt işverenin işçilerine karşı o işyeri ile ilgili olarak 4857
sayılı Kanun’dan, iş sözleşmesinden veya alt işverenin taraf olduğu toplu iş
sözleşmesinden doğan yükümlülüklerinden alt işveren ile birlikte sorumlu olduğu
belirtilmekte, asıl işverenin sorumluluğu, sadece kendi işyerinde çalışan alt
işveren işçileriyle sınırlı tutulmaktadır.
Dava konusu kuralla, 4857 sayılı Kanun’un 2. maddesinin yedinci
fıkrasına yapılan atıf, hem alt işverene devredilebilecek işler yönünden hem de
asıl işverenin sorumluluğu yönündendir. Dolayısıyla, kamu idareleri, kamu
hukuku kuralları uyarınca çalıştırdıkları personelin (memur ve diğer kamu
görevlilerinin) nitelik veya sayı itibarıyla yetersiz kalması durumunda,
yardımcı işlerini veya kamu hizmetinin gerekleri ve teknolojik nedenlerle
uzmanlık gerektiren işlerini ihaleye çıkarmak suretiyle özel kesime gördürebileceklerdir.
Bu durumda, ilgili kamu idaresi ile ihaleyi kazanarak işi üstlenen işveren
arasında asıl işveren-alt işveren ilişkisine benzer bir ilişki kurulmakta ve
kamu idaresi, işi üstlenen işverenin o işyerinde çalıştırdığı işçilerine karşı
o işyeri ile ilgili olarak 4857 sayılı Kanun’dan, iş sözleşmesinden veya işi
yüklenen işverenin taraf olduğu toplu iş sözleşmesinden doğan
yükümlülüklerinden işi yüklenen işveren ile birlikte sorumlu olmaktadır.
2- Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
a- Birinci Cümle
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralla, idarelerce kanun, tüzük ve
yönetmeliklere göre istihdam edilen personelin yeterli nitelik veya sayıda
olmaması hâlinde personel çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin
hizmetler için ihaleye çıkılmasının öngörülmesiyle, memurlar ve diğer kamu
görevlileri eliyle görülmesi gereken kamu hizmetlerinin özel kişilere
gördürülmesine imkân sağlandığı, ayrıca “personel çalıştırılmasına dayalı
yardımcı işlere ilişkin hizmetler” ibaresinin yeteri kadar açık olmadığı, idarelerce
görülen hangi hizmetlerin yardımcı nitelikte olduğunun yoruma muhtaç olduğu ve
bu durumun belirsizlik yarattığı belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2. ve 128.
maddelerine aykırı olduğu belirtilmiştir.
Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk
devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun
olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her
alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya
aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı
sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir.
Hukuk devletinin temel ilkelerinden biri“belirlilik”tir.
Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi
bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve
uygulanabilir olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı
koruyucu önlem içermesi de gereklidir.
Anayasa’nın 128. maddesinin birinci fıkrasında, “Devletin, kamu
iktisadî teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına
göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği aslî ve
sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülür.”denilmektedir.
Bu hüküm uyarınca, genel idare esaslarına göre yürütülen kamu hizmetlerinin
gerektirdiği görevlerden asli ve sürekli nitelik taşıyanların, memurlar ve
diğer kamu görevlileri eliyle görülmesi zorunludur.
Dava konusu kuralda, idarelerce kanun, tüzük ve yönetmeliklere
göre istihdam edilen personelin yeterli nitelik veya sayıda olmaması hâlinde
personel çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin hizmetler için ihaleye
çıkılabilmesi öngörülmektedir. 4734 sayılı Kanun’un 62. maddesinin birinci
fıkrasının (e) bendinin yeni hâlinde, önceki hâlinden farklı olarak, bent
uyarınca özel kişilere gördürülebilecek hizmetlerde farklılaşmaya gidilmekte;
önceki düzenlemede“bu Kanunda belirtilen hizmetler”için ihaleye
çıkılabilmesi öngörülmekte iken, yeni hâlinde“personel çalıştırılmasına
dayalı yardımcı işlere ilişkin hizmetler”için ihaleye çıkılabilmesine imkân
sağlanmaktadır.
Kuralın yeni hâlinde özel kişilere gördürülebilecek hizmetlerin
kapsamının önceki hâline nazaran farklılaştırıldığı anlaşılmaktadır. Önceki
düzenleme uyarınca, 4734 sayılı Kanun’un 4. maddesinde “hizmet”kavramı
içinde sayılan hizmetler için ihaleye çıkılabilmesi mümkün iken, yeni
düzenlemede, 4734 sayılı Kanun’da sayılanlarla sınırlı olmaksızın personel
çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin tüm hizmetler, özel kişiler
eliyle yerine getirilmesine imkân sağlanan hizmetler kapsamına alınmıştır.
Personel çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin
hizmetler, genel idare esaslarına göre yürütülen kamu hizmetlerinin varlık
sebebini teşkil eden, diğer bir ifadeyle hizmetin bizzat kendisini (özünü)
oluşturan görevler kapsamında değildir. Personel çalıştırılmasına dayalı
yardımcı işler, idarelerce, kamu hizmetlerinin daha etkin ve sağlıklı bir
şekilde işletilmesini ve yürütülmesini temine yönelik birtakım ikincil
görevlerden oluşmakta olup kamu hizmetinin özünü ifade etmeyen bu görevlerin “genel
idare esaslarına göre yürütülmesi gereken asli ve sürekli görevler”
kapsamında görülmesi mümkün olmadığından Anayasa’nın 128. maddesi uyarınca kamu
görevlileri eliyle ifası zorunluluğu yoktur. Bu itibarla, dava konusu kuralla,
idarenin, personel çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin hizmetler
için ihaleye çıkmasına imkân tanınmasında ve dolayısıyla bunların özel kişiler
eliyle gördürülmesi yolunda düzenleme yapmasında Anayasa’ya aykırı bir yön
bulunmamaktadır.
“Personel çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin
hizmetler”ibaresiyle, özel kişiler eliyle yerine getirilebilecek işlerin
kapsamının farklılaştırıldığı açık ise de kuralın idarelerce özel kişilere
ihale edilebilecek hizmetler hususunda belirsizlik oluşturduğu söylenemez.
Personel çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin hizmetlerin neler
olduğunun, idarelerin görev, yetki ve sorumluluklarını düzenleyen kanunlar ile
ilgili diğer mevzuattan tespiti mümkündür. Öte yandan, ikinci cümlede,“yardımcı
işlere ilişkin hizmet türlerini”belirleme konusunda Bakanlar Kuruluna yetki
tanındığı görülmektedir. Dolayısıyla, dava konusu kural hukuk devleti ilkesine
de aykırı değildir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. ve 128.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Alparslan ALTAN, Serdar ÖZGÜLDÜR, Serruh KALELİ, Osman Alifeyyaz
PAKSÜT, Recep KÖMÜRCÜ, Celal Mümtaz AKINCI, Erdal TERCAN ile M. Emin KUZ bu
görüşe katılmamışlardır.
b- İkinci Cümle
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralla, personelin yürüttüğü
hizmetlerin hangi kısımlarının kamu idarelerinin görevlerine ilişkin asli
hizmetler, hangi kısımlarının ise yardımcı işlere ilişkin hizmetler olduğunu
belirleme yetkisinin Bakanlar Kuruluna verilmesinin yasama yetkisinin devri
anlamına geldiği, kamu kurumlarınca görülen ana hizmetler ile yardımcı
hizmetlerin birbirinden ayrılamayacağı, yardımcı hizmetlerin bölünerek özel
kesime gördürülmesinin idarenin kanuniliği ilkesiyle çeliştiği, ayrıca Bakanlar
Kurulunun bu yetkisini hangi ölçülere göre kullanacağının genel çerçevesinin
kanunda gösterilmemesinin kuralı belirsiz kıldığı belirtilerek kuralın,
Anayasa’nın 2., 7. ve 123. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Anayasa’nın 7. maddesinde, “Yasama yetkisi Türk Milleti adına
Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.”denilmektedir.
Yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olması ve bu yetkinin
devredilememesi, kuvvetler ayrılığı ilkesinin bir gereğidir. Bu hükme yer veren
Anayasa’nın 7. maddesinin gerekçesinde, yasama yetkisinin parlamentoya ait
olması hususu“demokrasi rejimini benimseyen siyasi rejimlerde kaçınılmaz bir
durum”olarak nitelendirilmiştir.
Madde gerekçesinden de anlaşılacağı üzere, yasama yetkisinin
devredilemezliği esasen kanun koyma yetkisinin TBMM dışında başka bir organca
kullanılamaması anlamına gelmektedir. Anayasa’nın 7. maddesi ile yasaklanan
husus, kanun yapma yetkisinin devredilmesi olup bu madde, yürütme organına
hiçbir şekilde düzenleme yapma yetkisi verilemeyeceği anlamına gelmemektedir.
Kanun koyucu, yasama yetkisinin genelliği ilkesi uyarınca, bir konuyu doğrudan
kanunla düzenleyebileceği gibi bu hususta düzenleme yapma yetkisini yürütme
organına da bırakabilir.
Yürütmenin türevselliği ilkesi gereğince, yürütme organının bir
konuda düzenleme yapabilmesi için yasama organınca yetkilendirilmesi
gerekmektedir. Kural olarak, kanun koyucunun genel ifadelerle yürütme organını
yetkilendirmesi yeterli olmakla birlikte, Anayasa’da kanunla düzenlenmesi
öngörülen konularda genel ifadelerle yürütme organına düzenleme yapma yetkisi
verilmesi, yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine aykırılık
oluşturabilmektedir. Bu nedenle, Anayasa’da temel hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılması, vergi ve benzeri mali yükümlülüklerin konması ve memurların
atanmaları, özlük hakları gibi münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen
konularda, kanunun temel esasları, ilkeleri ve çerçeveyi belirlemiş olması
gerekmektedir. Anayasa koyucunun açıkça kanunla düzenlenmesini öngördüğü
konularda, yasama organının temel kuralları saptadıktan sonra, uzmanlık ve
idare tekniğine ilişkin hususları yürütmeye bırakması, yasama yetkisinin devri
olarak yorumlanamaz.
Anayasa’nın 47. maddesinin dördüncü fıkrasında, Devlet, kamu
iktisadî teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişileri tarafından yürütülen yatırım
ve hizmetlerden hangilerinin özel hukuk sözleşmeleri ile gerçek veya tüzel
kişilere yaptırılabileceğinin ya da devredilebileceğinin kanunla belirleneceği
hükme bağlanmıştır.
Dava konusu kural, Devlet, kamu iktisadî teşebbüsleri ve diğer
kamu tüzelkişileri tarafından yürütülen kamu hizmetlerinin gerektirdiği
görevlerin bir kısmının, özel kesime ihale edilmek suretiyle özel kesim eliyle
yürütülmesine imkân sağlayan bir düzenleme olduğundan Anayasa’nın 47.
maddesinin dördüncü fıkrası uyarınca kanunla düzenlenmesi gereken hususlar
kapsamında kalmaktadır. Dolayısıyla, kamu hizmetlerinin gerektirdiği görevlerin
bir kısmının özel kesime gördürülmesine ilişkin düzenlemenin, Anayasa’da
kanunla düzenleneceği belirtilmeyen hususlardan farklı olarak, sadece genel hatlarıyla
idarenin yetkili olduğundan söz edilmesi yeterli olmayıp, idarenin yetkisinin
sınırlarının ve genel çerçevesinin kanunla düzenlenmesi gerekmektedir.
4734 sayılı Kanun’un 62. maddesinin birinci fıkrasının (e)
bendinin önceki hâlinde, ihaleye çıkılabilecek işlerin 4734 sayılı Kanun
kapsamındaki işler olduğu belirtilmekte iken yeni hâlinde ihaleye çıkılmasına
imkân tanınan işler,“personel çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere
ilişkin hizmetler”biçiminde değiştirilmekte ve sözü edilen yardımcı
hizmetlerin neler olduğunun belirlenmesi hususunda Bakanlar Kuruluna yetki
tanınmaktadır. Buna göre, bu kapsamda ihaleye çıkılabilecek yardımcı işlere
ilişkin hizmet türlerini, idareler itibarıyla ayrı ayrı veya birlikte
belirlemeye işçi, işveren ve kamu görevlileri konfederasyonları, Çalışma ve
Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Hazine Müsteşarlığı ve Devlet Personel Başkanlığının
görüşü ve Maliye Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulu yetkilidir.
Kuralda, bu kapsamda ihaleye çıkılabilecek yardımcı işlere ilişkin
hizmet türlerinin hangi usulle belirleneceği ve hangi kişi ve kurumların karar
alma sürecine katılacağı açık bir biçimde düzenlenmiştir. Ayrıca, ihaleye çıkılabilecek
yardımcı işlere ilişkin hizmet türleri belirlenirken, idarelerin teşkilat,
görev ve yetkilerine ilişkin mevzuatın, yerleşik yargı içtihatlarının ve 4857
sayılı Kanun’un 2. maddesinin yedinci fıkrasının dikkate alınması gerektiği
hususu kuralda açıkça ifade edilmiştir. Dolayısıyla,ihaleye çıkılabilecek
yardımcı işlere ilişkin hizmet türlerinin hangi usul ve esaslar gözetilerek
belirleneceği hususunda Bakanlar Kurulunu bağlayıcı bir çerçeve çizilmiştir.
Kanunda çizilen çerçeve içinde kalmak kaydıyla, teknik ve idari ihtiyaçlar
gözetilerek asli nitelik taşımayan görevlerden hangilerinin özel kesime
gördürülmek üzere ihaleye çıkılabileceğini, idareler itibarıyla ayrı ayrı
belirleme yetkisinin yürütme organına bırakılması, belirsizlik oluşturulduğu anlamına
gelmeyeceği gibi yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesinin ihlali sonucunu da
doğurmaz.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. ve 7.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Alparslan ALTAN, Serdar ÖZGÜLDÜR, Serruh KALELİ, Osman Alifeyyaz
PAKSÜT, Recep KÖMÜRCÜ, Celal Mümtaz AKINCI, Erdal TERCAN ile M. Emin KUZ bu
görüşe katılmamışlardır.
Kuralın Anayasa’nın 123. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
B- Kanun’un 13. Maddesiyle 4735 Sayılı Kanun’un 8. Maddesine
Eklenen Üçüncü Fıkranın Üçüncü Cümlesinin İncelenmesi
1- Anlam ve Kapsam
4735 sayılı Kanun, 4734 sayılı Kanun’a göre yapılan ihalelere
ilişkin sözleşmelerin düzenlenmesi ve uygulanması ile ilgili esas ve usulleri
belirlemektedir. 4735 sayılı Kanun’un 8. maddesi, “Fiyat farkı verilebilmesi”
konusunu düzenlemektedir.
Sözü edilen maddeye, Kanun’un 13. maddesiyle eklenen üçüncü
fıkranın birinci cümlesinde,4734 sayılı Kanun’un 62. maddesinin birinci
fıkrasının (e) bendi uyarınca ihale edilen işlerde, 4857 sayılı Kanun’un 2.
maddesinde tanımlanan asıl işveren-alt işveren ilişkisi çerçevesinde alt
işveren tarafından münhasıran bu Kanun kapsamına giren kamu kurum ve
kuruluşlarına ait işyerlerinde çalıştırılan işçileri kapsayacak olan toplu iş
sözleşmelerinin; alt işverenin yetkilendirmesi kaydıyla merkezi yönetim
kapsamındaki kamu idarelerinin üyesi bulunduğu kamu işveren sendikalarından
birisi tarafından 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu
hükümlerine göre yürütülmesi ve sonuçlandırılması hükme bağlanmaktadır.
Önceki başlıkta incelendiği üzere, 4734 sayılı Kanun’un 62.
maddesinin birinci fıkrasının (e) bendinde, idarelerce kanun, tüzük ve
yönetmeliklere göre istihdam edilen personelin yeterli nitelik veya sayıda
olmaması hâlinde personel çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin
hizmetler için ihaleye çıkılabilmesi öngörülmektedir.
4735 sayılı Kanun’un 8. maddesinin üçüncü fıkrasının ikinci
cümlesinde, toplu iş sözleşmesinin kamu işveren sendikası tarafından bu fıkraya
göre sonuçlandırılması hâlinde, belirlenen ücret ve sosyal haklardan
kaynaklanan bedel artışı kadar idarece fiyat farkı ödeneceği kurala
bağlanmaktadır. Buna göre, 4734 sayılı Kanun’un 62. maddesinin birinci
fıkrasının (e) bendi uyarınca işi yüklenen işverenin bir kamu işveren
sendikasını yetkilendirmesi ve toplu iş sözleşmesi görüşmelerinin bu sendika
tarafından yürütülmesi durumunda, toplu iş sözleşmesinde belirlenen ücret ve
sosyal haklardan kaynaklanan bedel artışı kadar fiyat farkının, kamu hizmetinin
asıl sahibi olan idarece işverene ödenmesi gerekmektedir.
Kanun’un gerekçesinde,uygulamada, toplu iş sözleşmesi nedeniyle
elde edilen ücret ve sosyal hakların kamu ihale mevzuatındaki hükümler
nedeniyle akim kaldığı, gerek tarafların özgür iradeleriyle gerekse Yüksek
Hakem Kurulunun bağıtladığı toplu iş sözleşmelerinde ücret artışı ve sosyal
haklara ilişkin hükümlerin alt işveren tarafından kamu ihale mevzuatının ilgili
maddelerinin gerekçe gösterilerek uygulanamadığı, bu işçilerin toplu iş
sözleşmesinden doğan haklarını yargı yoluyla talep etme mecburiyetinde
bırakıldıkları ifade edilmektedir. Bu gerekçeden4735 sayılı Kanun’un 8.
maddesinin üçüncü fıkrasının ihdas edilmesindekiamacın,4734 sayılı Kanun’un 62.
maddesinin birinci fıkrasının (e) bendi uyarınca özel kişilere gördürülen işte
çalıştırılan işçilere, ihale mevzuatı gerekçe gösterilerek toplu iş
sözleşmesinden doğan ücret farklarının ödenmemesinin engellenmesi olduğu
anlaşılmaktadır. Fıkranın ikinci cümlesiyle, toplu iş sözleşmesinde belirlenen
ücret ve sosyal haklardan kaynaklanan bedel artışı kadar fiyat farkının, kamu
hizmetinin asıl sahibi olan idarece işverene ödenmesi öngörülerek işverenin
mali kayıpları karşılanmakta ve bu suretle işçilerin toplu iş sözleşmelerinden
doğan haklarına kavuşmaları temin edilmektedir.
Anılan fıkranın iptali istenen üçüncü cümlesinde ise kamu işveren
sendikası tarafından yürütülmeyen ve sonuçlandırılmayan toplu iş sözleşmeleri
için fiyat farkı ödenemeyeceği; 4857 sayılı Kanun’un 2. maddesinin yedinci
fıkrası esas alınarak asıl işveren sıfatından dolayı ücret farkına
hükmedilemeyeceği ve asıl işveren sıfatıyla sorumluluk yüklenemeyeceği
belirtilmektedir.
Bir önceki başlıkta incelendiği üzere, 4734 sayılı Kanun’un 62.
maddesinin birinci fıkrasının (e) bendiyle, 4857 sayılı Kanun’un 2. maddesinin
yedinci fıkrasına yapılan atıf uyarınca, ilgili kamu idaresi ile ihaleyi
kazanarak işi üstlenen işveren arasında asıl işveren-alt işveren ilişkisine
benzer bir ilişki kurulmakta ve kamu idaresi, işi üstlenen işverenin o
işyerinde çalıştırdığı işçilerine karşı o işyeri ile ilgili olarak 4857 sayılı
Kanun’dan, iş sözleşmesinden veya işi yüklenen işverenin taraf olduğu toplu iş
sözleşmesinden doğan yükümlülüklerinden işi yüklenen işveren ile birlikte
sorumlu olmaktadır. Dava konusu kuralla, 4734 sayılı Kanun’un 62. maddesinin
birinci fıkrasının (e) bendiuyarınca özel kesime ihale edilen işlerde çalışan
işçilere ilişkin olarak kamu işveren sendikası tarafından yürütülmeyen ve
sonuçlandırılmayan toplu iş sözleşmeleri için fiyat farkı ödenemeyeceği, 4857
sayılı Kanun’un 2. maddesinin yedinci fıkrası esas alınarak asıl işveren
sıfatından dolayı ücret farkına hükmedilemeyeceği ve asıl işveren sıfatıyla
sorumluluk yüklenemeyeceği belirtilmek suretiyle ilgili idarenin sorumluluğu
daraltılmaktadır.
Bununla birlikte kuralla, idarenin, 4735 sayılı Kanun hükümleri
uyarınca imzaladığı sözleşmede belirtilen usul ve esaslar çerçevesinde
belirlenecek fiyat farkından kaynaklanan sorumluluğuna bir halel
getirilmemektedir. İdarenin, ihale sonucu imzalanan esaslar çerçevesinde
yapılan artışları dava konusu kuraldan bağımsız olarak karşılama sorumluluğu
devam etmektedir. Bu bağlamda, toplu iş sözleşmesinde belirtilen artış
miktarına bakılmaksızın, hizmet alım sözleşmesinde açıklanan usul ve esaslar
çerçevesinde belirlenen ücret artış oranlarından kaynaklanan fiyat farkının
idare tarafından yükleniciye ödenmesi gerekmektedir. Buna karşılık, toplu iş
sözleşmesinde, iş sözleşmesinde belirtilen oranın üzerindeki ücret
artışlarından kaynaklanan fiyat farkından idarenin sorumlu olabilmesi için
toplu iş sözleşmesinin, alt işveren tarafından yetkilendirilen bir kamu
işverenleri sendikasınca imzalanmış olması zarureti bulunmaktadır.
2- Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
Dava dilekçesinde, 4734 sayılı Kanun’un 62.maddesinin birinci
fıkrasının (e) bendi uyarınca ihale edilen işlerde fiyat farkı ödenip
ödenmemesi hususu, işçi sendikası ile işveren sendikası arasında imzalanacak
toplu iş sözleşmesinin, işçi sendikası ile işveren sendikasının yetkilendirmesi
üzerine kamu işveren sendikalarından birisi tarafından imzalanması koşuluna
bağlanmak suretiyle işverenin kamu işveren sendikalarından birini yetkilendirmeye
zorlanmasının ve yetkilendirmeme durumunda fiyat farkı ödenmemesinin sendikal
hak ve özgürlüklerle bağdaşmadığı, toplu iş sözleşmesinin, işçi sendikası ile
alt işverenin yetkilendirmesi üzerine kamu işveren sendikalarından biri
arasında yapılması durumunda fiyat farkı verildiği hâlde, doğrudan alt
işverenle işçi sendikası arasında imzalanması hâlinde fiyat farkı
verilmemesinin eşitlik ilkesini zedelediği, kuralla, alt işverenin kamu işveren
sendikalarından birini yetkilendirmemesinin cezasının işçilere yüklendiği, alt
işverenin yapmadığı eylem nedeniyle işçilerin yasal haklarının ortadan
kalkmasının adil ve hakkaniyete uygun düşmediği, alt işverenin kamu işveren
sendikalarından birini yetkilendirmemesi durumunda idareye asıl işveren
sıfatıyla sorumluluk yüklenememesinin dolaylı olarak mahkemeye erişim ve adil
yargılanma hakkını ihlal ettiği belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2., 10., 36.
ve 51. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devletinde kanunların kamu
yararı gözetilerek çıkarılması zorunludur. Kanunların kamu yararının sağlanması
amacına yönelik olması, genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet
ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle kanun
koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal
sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde
tutarak kullanması gerekir.
4734 sayılı Kanun’un 62. maddesinin birinci fıkrasının (e) bendi
uyarınca özel kesime ihale edilen işlerde çalışan işçilerin aldıkları
ücretlerin ihale sonucu imzalanan hizmet alım sözleşmesindeki fiyat artış
koşullarına endekslenmesi, bunların toplu iş sözleşmesi görüşmelerinde ücret
artışlarıyla ilgili pazarlık güçlerini belli ölçüde zayıflattığı açıktır. Kanun
koyucu bu durumu göz önünde bulundurarak işçilerin sendikal haklarından
yeterince yararlanabilmelerini sağlamak amacıyla ücret artışları nedeniyle alt
işverene ödenecek fiyat farkı hususunda ihale mevzuatındaki kısıtlamalara bağlı
kalınması mecburiyetini ortadan kaldırmış ve toplu iş sözleşmesinde öngörülen
artışların tamamının işçilere yansıtılmasının önünü açmıştır.
Ancak toplu iş görüşmelerinde kararlaştırılacak ücret artışı
hususunda alt işverenle işçi sendikasının tamamen serbest bırakılması, kamuya
aşırı bir külfet yükleyebileceği gibi ihale yapılmış olmasını da anlamsız
kılabilecektir. Zira belli bir muhammen bedel üzerinden yapılan ihaleyi idare
yönünden en avantajlı fiyatı teklif ederek kazanan alt işveren, işçilerle
yapacağı toplu iş sözleşmelerinde yüksek artışlar öngörerek idarenin ödeyeceği
bedelin orantısız bir şekilde artmasına yol açabilecek ve bu yolla haksız bir
kazanım elde edebilecektir. Ayrıca bu durum, idarenin belirlediği muhammen
bedeli düşük bularak ihaleye girmeyen veya ihaleye girip de muhammen bedeli
gözönünde bulundurarak yüksek teklif veren ve bu nedenle ihaleyi kaybeden
kişilerin haklarının da zedelenmesine yol açacaktır.
Kanun koyucu, toplu iş sözleşmelerinde makul olmayan artışlar
yapılmasını ve bu yolla kamuya aşırı bir külfet yüklenmesini engellemek
amacıyla toplu iş görüşmelerinin kamu işverenleri sendikalarından biri
tarafından yapılması zorunluluğunu getirmiştir. Dava konusu düzenlemeyle
kamunun hakları ile işçilerin sendikal hakları arasında adil bir denge kurulmaya
çalışıldığı anlaşılmaktadır. Kanun koyucunun, tüm bunları gözönünde
bulundurarak, idarenin, toplu iş sözleşmesinde belirlenen ücret artışlarının
tamamından asıl işveren sıfatıyla sorumlu tutulabilmesi için toplu iş
görüşmelerinin işverenin yetkilendirdiği kamu işveren sendikalarından biri
tarafından yapılması zorunluluğu getirmiş olmasında kamu yararına ve hukuk
devleti ilkesine aykırı bir yön bulunmamaktadır.
Anayasa’nın 51. maddesinin birinci fıkrasında, “Çalışanlar ve
işverenler, üyelerinin çalışma ilişkilerinde, ekonomik ve sosyal hak ve
menfaatlerini korumak ve geliştirmek için önceden izin almaksızın sendikalar ve
üst kuruluşlar kurma, bunlara serbestçe üye olma ve üyelikten serbestçe çekilme
haklarına sahiptir. Hiç kimse bir sendikaya üye olmaya ya da üyelikten
ayrılmaya zorlanamaz.” denilmek suretiyle işçi ve memur ayrımı
yapılmaksızın tüm çalışanların sendika kurma ve sendikaya üye olma hakkı
anayasal güvenceye bağlanmıştır.
Sendika hakkı, bireylerin serbest bir biçimde sendika kurabilme,
her türlü baskıdan arî olarak dilediği sendikaya üye olabilme ve istediği zaman
da üyelikten ayrılabilme hak ve yetkilerini kapsamaktadır. Sendika hakkı
ayrıca, üyelerinin sosyal ve kültürel ortak menfaatlerini korumak ve
geliştirmek amacıyla kurulan sendikalar ve bunların üst kuruluşlarının
serbestçe sendikal faaliyetlerde bulunabilmelerini, bu çerçevede iş uyuşmazlığı
çıkarmak, toplu görüşme ve toplu sözleşme yapmak, grev ve lokavt kararı vermek
ve uygulamak gibi hak ve yetkileri kullanabilmeyi gerektirmektedir.
Dava konusu kuralla, idarenin toplu iş sözleşmelerinden
kaynaklanan fiyat farkını işi yüklenen işverene ödeyebilmesi için toplu iş
sözleşmesinin, işverenin yetkilendirdiği kamu işverenleri sendikalarından biri
tarafından işveren adına yapılmış olması şartı getirilmektedir. Alt işverenin,
ilgili kamu işveren sendikasını, adına toplu iş sözleşmesi görüşmelerini
yürütmek üzere yetkilendirmesi, işverenin kamu işverenleri sendikasına üye
olması anlamına gelmeyeceğinden, fiyat farkından yararlanabilmesi için bu
şekilde bir yetkilendirme mecburiyetinin getirilmesiyle, ilgili sendikaya üye
olmaya zorlandığı sonucuna varılamaz. Kaldı ki yasal olarak buna imkân da
bulunmamaktadır.
Öte yandan, idarenin toplu iş sözleşmelerinden kaynaklanan fiyat
farkını işi yüklenen işverene ödeyebilmesi için toplu iş sözleşmesinin,
işverenin yetkilendirdiği kamu işverenleri sendikalarından biri tarafından
işveren adına yapılmış olması şartının getirilmesiyle, işverenin sendikal
özgürlüğünün bir parçası olan toplu iş sözleşmesi görüşmelerine katılma ve
sonuçlandırma hakkına müdahale edildiği de söylenemez. Zira alt işverenin kamu
işverenleri sendikalarından birini yetkilendirmeyip toplu iş sözleşmesi
görüşmelerini doğrudan kendisinin yürütmesine herhangi bir yasal engel bulunmamaktadır.
Anayasa’nın 10. maddesinde öngörülen eşitlik ilkesi, hukuksal
durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil hukuksal
eşitlik öngörülmektedir. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan
kişilerin kanunlarca aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak ve kişilere kanun
karşısında ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle,
aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun
karşısında eşitliğin ihlali yasaklanmıştır. Kanun önünde eşitlik, herkesin her
yönden ayrı kurallara bağlı tutulacağı anlamına gelmez. Durum ve konumlarındaki
özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için değişik kuralları gerekli
kılabilir. Aynı hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara
bağlı tutulursa Anayasa’nın öngördüğü eşitlik ilkesi ihlâl edilmiş olmaz.
4735 sayılı Kanun’un 8. maddesinin üçüncü fıkrası uyarınca alt
işveren ile işçi sendikası arasında yapılacak toplu iş sözleşmesiyle
belirlenecek ücret artışlarının idare tarafından karşılanması esası
benimsenmiştir. Alt işverenle işçi sendikası arasında akdedilecek toplu iş
sözleşmesi görüşmelerine, yukarıda açıklanan gerekçelerle, kamunun dâhil olması
durumunda elde edilecek netice ile kamunun katılmaması durumunda elde edilecek
neticenin farklı olacağı tabiidir. Dolayısıyla 4734 sayılı Kanun’un 62.maddesinin
birinci fıkrasının (e) bendi uyarınca ihale edilen işleri gören alt
işverenlerden, toplu iş sözleşmesi görüşmelerini doğrudan kendileri yürütenler
ile bu sözleşmeleri yetkilendirdikleri kamu işveren sendikaları aracılığıyla
yürütenlerin aynı hukuksal durumda görülmeleri mümkün değildir. Zira birinci
gruptakiler yönünden, yapılacak ücret artışı kamu menfaatleri yönünden herhangi
bir denetim söz konusu olmaz iken ikincisinde artış miktarı belirlenirken
kamunun menfaatleri de gözetilmektedir. Bu nedenle kuralda eşitlik ilkesine
aykırı bir yön bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2., 10. ve 51.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Osman Alifeyyaz PAKSÜT bu görüşe katılmamıştır.
Kuralın, Anayasa’nın 36. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
C- Kanun’un 15. Maddesiyle 6331 Sayılı Kanun’un 2. Maddesinin (2)
Numaralı Fıkrasına Eklenen (e) Bendinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralla, “tabi oldukları
uluslararası sözleşmelerin bulunduğu” ve “ülkemizdeki girişimcilerin
uluslararası rekabetten olumsuz etkilenmemelerini temin etmek”
gerekçeleriyle “Denizyolu taşımacılığı yapan araçların uluslararası
seyrüsefer hâlleri”6331 sayılı Kanun’dan istisna edilmiş ise de
konuyla ilgili uluslararası sözleşmelerin doğrudan uygulanabilirliğinin
bulunmadığı, öte yandan uluslararası seyrüsefer yapan deniz araçlarında
çalışanların iş sağlığı ve güvenliğinin, armatörlerin rekabet güçlerinin
artırılmasına feda edilmesinin Devletin temel amaç ve görevleriyle bağdaşmadığı
gibi çalışanları korumak ve herkesin hayatını beden ve ruh sağlığı içinde
sürdürmesini sağlamak görevleriyle uyuşmadığı, ayrıca düzenlemenin uluslararası
sözleşmelerle de çeliştiği belirtilerek kuralın, Anayasanın 5., 49., 56. ve 90.
maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri
Hakkında Kanun’un 43. maddesine göre, ilgisi nedeniyle dava konusu kural
Anayasa’nın 2. ve 17. maddeleri yönünden de incelenmiştir.
6331 sayılı Kanun,işyerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin
sağlanması ve mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının iyileştirilmesi için
işveren ve çalışanların görev, yetki, sorumluluk, hak ve yükümlülüklerini
düzenlemektedir. AnılanKanun’un 2. maddesinin (1) numaralı fıkrasında, kamu ve
özel sektöre ait bütün işlere ve işyerlerine, bu işyerlerinin işverenleri ile
işveren vekillerine, çırak ve stajyerler de dâhil olmak üzere tüm çalışanlarına
faaliyet konularına bakılmaksızın bu Kanun’un uygulanacağı belirtildikten
sonra, (2) numaralı fıkrasında Kanun kapsamından istisna tutulan durumlar,
bentler hâlinde sayılmaktadır.
Kanun’un 15. maddesiyle 6331 sayılı Kanun’un 2. maddesinin (2)
numaralı fıkrasına eklenen (e) bendiyle, “Denizyolu taşımacılığı yapan
araçların uluslararası seyrüsefer hâlleri”de 6331 sayılı Kanun’un kapsamı
dışında bırakılan durumlar arasına eklenmiştir. Buna göre, denizyolu
taşımacılığı yapan araçların uluslararası seyrüsefer hâllerinde, 6331 sayılı
Kanun’da öngörülen hükümler uygulanmayacaktır. Uluslararası seyrüsefer hâlleri,
denizyolu taşımacılığı yapan araçların Türkiye Cumhuriyetinin egemenlik
alanında bulunan Türk iç suları ve kara suları ile münhasır ekonomik bölge
olarak ilan edilen alanlar dışında kalan açık denizlerdeki seyrüseferlerini
ifade etmektedir.
Anayasa’nın 2. maddesine göre, Türkiye Cumhuriyeti, toplumun
huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı,
Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan,
demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir. Bu maddede nitelikleri
belirtilen sosyal hukuk devleti, insan haklarına dayanan, kişilerin huzur,
refah ve mutluluk içinde yaşamalarını güvence altına alan, kişi hak ve
özgürlükleriyle kamu yararı arasında adil bir denge kurabilen, çalışma hayatını
geliştirmek ve ekonomik önlemler alarak çalışanlarını koruyan, onların insan
onuruna uygun hayat sürdürmelerini sağlayan, milli gelirin adalete uygun
biçimde dağıtılması için gereken önlemleri alan, sosyal güvenlik hakkını yaşama
geçirebilen, sosyal adaleti ve toplumsal dengeleri gözeten devlettir. Çağdaş
devlet anlayışı sosyal hukuk devletinin tüm kurum ve kurallarıyla Anayasa’nın
özüne ve ruhuna uygun biçimde kurularak işletilmesini, bu yolla bireylerin
refah, huzur ve mutluluğunun sağlanmasını gerekli kılar.
Anayasa’nın 17. maddesinin ilk fıkrasında da herkesin, yaşama,
maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip olduğu
belirtilmiştir. Kişinin yaşam hakkı ve maddi ve manevi varlığını geliştirme
hakkı, birbiriyle sıkı bağlantıları olan, devredilemez ve vazgeçilemez
haklardandır. Devlet, yaşam hakkının bir gereği olarak, bireylerin yaşamlarına
saygı göstermekle ödevli olduğu gibi bireyleri, gerek üçüncü kişilerden ve
gerekse sorumluluğunda bulunan personelin eylemlerinden kaynaklanan risklere
karşı koruma yükümlülüğü altındadır.
Anayasa’nın 56. maddesinin birinci fıkrasında,“Herkes, sağlıklı
ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.”denilmek suretiyle sağlık
hakkı güvenceye bağlanmıştır. Anayasa’nın 56. maddesinde düzenlenen sağlık
hakkı, insanların sağlıklarının korunması, hastalandıklarında
iyileştirilmeleri, tıbbi bakım görmeleri ve tedavi edilebilmeleri için Devletin
sağladığı her türlü imkândan yararlanabilme hakkıdır. Sağlık hakkı, Devlete,
kişilerin sağlık hakkından tam anlamıyla yararlanabilmesi amacıyla uygun yasal,
idari, mali, yargısal ve diğer önlemleri alması zorunluluğunu ifade eden“gereğini
yerine getirme yükümlülüğü”yüklemektedir.
Anayasa’nın 49. maddesinde, çalışmanın, herkesin hakkı ve ödevi
olduğu belirtilmiş; Devlete, çalışanların yaşam düzeyini yükseltmek, çalışma
yaşamını geliştirmek için çalışanları korumak, çalışmayı denetlemek, işsizliği
gidermeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak
için gerekli önlemleri alma ödevi verilmiştir. Çalışanların yaşam düzeyinin
yükseltilmesi ve çalışma yaşamının geliştirilmesi için çalışanların korunması
ödevinin, çalışanların güvenli ve sağlıklı bir iş ortamında çalışmalarının
temin edilmesini de kapsadığı açıktır.
Devletin, çalışanların güvenli ve sağlıklı bir iş ortamında
çalışmalarını temin edici yasal ve idari tedbirler alması, Anayasa’nın 17.
maddesinde güvenceye bağlanan yaşama hakkının bir gereği olduğu kadar, 56.
maddesinde düzenlenen sağlık hakkı ile 49. maddesinde düzenlenen çalışma hakkı
yönünden de bir zorunluluktur. Ayrıca, 3.6.1981 tarihli ve 155 sayılı İş
Sağlığı ve Güvenliği ve Çalışma Ortamına İlişkin ILO Sözleşmesi ile 7.6.1985
tarihli ve 161 sayılı İş Sağlığı Hizmetlerine İlişkin ILO Sözleşmesi’nde de,
Devletin bu yönde tedbir almasını gerekli kılan hükümler yer almaktadır.
Kanun koyucu, gerek Anayasa gerekse uluslararası sözleşmelerle
Devlete yüklenen bu gerekleri ifa etmek amacıyla 6331 sayılı Kanun’u ihdas
etmiştir. Anılan Kanun’un 1. maddesinde, Kanun’un amacının,işyerlerinde iş
sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ve mevcut sağlık ve güvenlik şartlarının
iyileştirilmesi için işveren ve çalışanların görev, yetki, sorumluluk, hak ve
yükümlülüklerini düzenlemek olduğu ifade edilmektedir. Kanun’un çeşitli
maddelerinde (4., 6., 10., 11., 12., 13., 14., 15., 16., 17., 18. ve 20.
maddelerinde) işverenlere birtakım yükümlülükler yüklenmiş, çalışanlara ise
çeşitli haklar sağlanmıştır.
Dava konusu kuralla,“Denizyolu taşımacılığı yapan araçların
uluslararası seyrüsefer hâlleri”6331 sayılı Kanun’dan istisna edilmek
suretiyle yukarıda sayılan hükümlerin, Türk armatörlerce denizyolu
taşımacılığında kullanılan araçların Türk içsuları ve karasuları ile münhasır
ekonomik bölge olarak ilan edilen alanlar dışında kalan açık denizlerdeki
seyrüseferleri sırasında uygulanmaması öngörülmüştür. Türk armatörlerce
denizyolu taşımacılığında kullanılan araçların açık denizlerdeki seyrüseferleri
sırasında 6331 sayılı Kanun’un uygulanmaması, bu seyahat süresince deniz
araçlarında çalışanların, 6331 sayılı Kanunla işçi güvenliği ve iş sağlığının
korunması amacıyla getirilen hükümlerden yararlanamamaları anlamına
gelmektedir.
Kanun’un gerekçesinde, “Tâbi oldukları uluslararası
sözleşmelerin bulunması nedeniyle ve deniz…taşımacılığının kendine özgü çalışma
koşulları dikkate alınarak ülkemizdeki girişimcilerin uluslararası rekabette
olumsuz etkilenmemelerini teminen…”denizyolu taşımacığı yapan araçların
uluslararası seyrüsefer hâllerinin Kanun’un kapsamı dışına çıkarıldığı ifade
edilmiştir.
14.10.1970 tarihli ve 134 sayılı İş Kazalarının Önlenmesine (Gemi
adamları) İlişkin ILO Sözleşmesi ile 8.6.1949 tarihli ve 92 sayılı Mürettebatın
Gemide Barınmasına İlişkin ILO Sözleşmesi’nde taraf devletlere, deniz
adamlarının iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin çeşitli ödevler yüklenmiş ise de
bunların hiçbirinin doğrudan uygulanma olanağı bulunmamakta, taraf devletlerin
bunları iç hukuklarında yapacakları yasal ve idari düzenlemelerle hayata
geçirmeleri gerekmektedir. İç hukukumuzda da 6331 sayılı Kanun dışında, deniz
adamlarının iş güvenliği ve sağlığının korunmasına yönelik herhangi bir
düzenleme bulunmamaktadır. Deniz araçlarının uluslararası seyrüsefer hâlleri
6331 sayılı Kanun’dan istisna edildiğine göre, deniz adamlarının uluslararası
taşımacılık kapsamında açık denizlerde bulundukları sürece Anayasa ve
uluslararası sözleşmelerin zorunlu kıldığı iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin
korumalardan yararlanmaları mümkün olamamaktadır. Bu durum, yukarıda açıklanan
sosyal hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmamaktadır.
6331 sayılı Kanun’da öngörülen yükümlülüklerin yerine
getirilmesinin armatörler için maliyeti artırıcı bir unsur olduğu ve bu
durumun, Türk armatörlerinin, iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin tedbirler
alınmasını zorunlu kılmayan ülkelere ait işletmeler karşısında rekabet gücünü
belli ölçüde azalttığı muhakkaktır. Ancak deniz adamlarının yaşamını ve
sağlığını doğrudan etkileyen iş güvenliği ve işçi sağlığı tedbirlerinin
alınmasının, maliyetlerin azaltılması ve armatörlerin rekabet gücünün
artırılmasına feda edilmesi Anayasa’da güvenceye bağlanan yaşam hakkını ihlal
etmektedir.
Ayrıca deniz adamlarının, uluslararası taşımacılık kapsamında açık
denizlerde bulundukları sürece iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin korumalardan
yoksun bırakılması, Anayasa’nın 56. maddesinde düzenlenen sağlık hakkının
yanında, Anayasa’nın 49. maddesiyle Devlete yüklenen çalışanların yaşam
düzeyinin yükseltilmesi ve çalışma yaşamının geliştirilmesi için çalışanların
korunması ödevinin de ihlali sonucunu doğurmaktadır.
İş sağlığı ve güvenliği ile çalışma ortamına ilişkin temel
sözleşme olan 155 sayılı ILO Sözleşmesi’nin 1. maddesinin birinci fıkrasında,
Sözleşme’nin bütün ekonomik faaliyet kollarına uygulanacağı belirtildikten
sonra, ikinci fıkrasında, bu Sözleşmeyi onaylayan üyenin, mümkün olan en erken
safhada, ilgili işçi ve işverenlerin temsilcisi olan kuruluşlara danıştıktan
sonra, “işin gereği olarak önemli özel sorunlar yaratan deniz taşımacılığı
veya balıkçılık gibi belirli ekonomik faaliyet kollarını”, tamamen
veya kısmen uygulama alanı dışında tutabileceği hükme bağlanmış ise de bu
durum, bu kişilerin iş sağlığı ve güvenliğine yönelik korumalardan tamamen
yoksun bırakılabilecekleri anlamına gelmemektedir. Nitekim Sözleşme, bu
ekonomik faaliyet alanında çalışanları tamamen korumasız bırakmamış, 1.
maddenin üçüncü fıkrasında, taraf devletlere, uygulama alanı dışında tutulan
her bir ekonomik faaliyet kolunda çalışanların yeterli şekilde korunması için
önlemler alma ödevi yüklemiştir.
Dava konusu kuralın gerekçelerinden biri de“deniz
taşımacılığının kendine özgü çalışma koşullarının bulunması”dır.
Anayasa’nın yukarıda açıklanan hükümlerinde, deniz taşımacılığı sektöründe
çalışan işçilerin yaşam ve sağlık haklarını doğrudan ilgilendiren iş sağlığı ve
güvenliğine yönelik önlemlerden mahrum bırakılmasına olanak tanıyan herhangi
bir istisna öngörülmemiştir. Bununla birlikte iş sağlığı ve güvenliğine yönelik
ne tür tedbirler alınacağını belirlemek kanun koyucunun takdirindedir. Kanun
koyucunun, işin mahiyetini dikkate alarak çeşitli ekonomik faaliyet türleri
itibarıyla farklı tedbirler öngörmesi mümkündür. Fakat bazı çalışanların
bütünüyle, öngörülen tedbirlerin kapsamı dışında bırakılması Anayasayla uyumlu
olmaz.
Bu itibarla, deniz taşımacılığının kendine özgü koşulları
nedeniyle 6331 sayılı Kanun’da getirilen yükümlülüklerin, bu işle uğraşan
işverenler yönünden yumuşatılması veya belli ölçüde farklılaştırılması kanun
koyucunun takdirindedir. Ancak, 6331 sayılı Kanun’da öngörülen yükümlülüklerin,
deniz taşımacığına özgü koşullar ve zorlukların gerektirdiği ölçüde
yumuşatılması yerine, dava konusu kuralla, deniz taşımacığında kullanılan
araçların uluslararası seyrüsefer hâlleri bütünüyle 6331 sayılı Kanun’un
kapsamı dışına çıkarılmıştır. Bu durum, deniz adamlarının uluslararası taşımacılık
kapsamında açık denizlerde bulundukları sürece Anayasa ve uluslararası
sözleşmelerin zorunlu kıldığı iş sağlığı ve işçi güvenliğine ilişkin
korumalardan yararlanmamaları sonucunu doğurduğundan Anayasa’ya aykırılık
teşkil etmektedir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2., 17., 49.
ve 56. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.
Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ bu görüşe değişik gerekçeyle
katılmışlardır.
Rıdvan GÜLEÇ bu görüşe katılmamıştır.
Kural Anayasa’nın 2., 17., 49. ve 56. maddelerine aykırı bulunarak
iptal edildiğinden, ayrıca Anayasa’nın 5. ve 90. maddeleri yönünden
incelenmesine gerek görülmemiştir.
Ç- Kanun’un 20. Maddesinin İncelenmesi
1- Anlam ve Kapsam
274 sayılı Sendikalar Kanunu’nda sendikaların işkolu esasına göre
kurulması benimsenmiş, buna karşılık işyeri ve meslek sendikacılığı açıkça
yasaklanmamıştır. 2821 sayılı Sendikalar Kanunu’nda ise sendika sayısını
azaltarak daha merkezi birimlere dayalı “güçlü” sendikacılığın yolunu
açmak amacıyla işyeri ve meslek sendikacılığı açıkça yasaklanmış ve
sendikaların ancak işkolu esasına göre kurulabileceği belirtilmiştir.
6356 sayılı Kanun’da sendikaların işkolu esasına göre kurulacağı
belirtilmiş, ancak işyeri ve meslek esasına göre sendikaların kurulması açıkça
yasaklanmamıştır.
İşyeri ve meslek esasına göre sendikaların kurulmasının önünde bir
engelin bulunmadığı 1983 yılından önceki dönemde yürürlükte bulunan 275 sayılı
Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu’nda, herhangi bir işkolu barajı
öngörülmemiştir. 2821 sayılı Kanunla işkolu sendikacığının benimsenmesiyle,
aynı gün yürürlüğe giren 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt
Kanunuyla da işkolu barajı getirilmiştir. Anılan Kanun’un 12. maddesinin
birinci fıkrasına göre, bir işçi sendikasının bir işyerinde ya da işletmede
toplu iş sözleşmesi yapma yetkisi elde edebilmesi için öncelikle kurulu
bulunduğu işkolunda çalışan işçilerin en az yüzde onunu, bu koşulu sağladıktan
sonra da işyeri ya da işletmede çalışan işçilerin yarıdan bir fazlasını, yani
salt çoğunluğunu temsil etmesi gerekmektedir. Buna göre, anılan Kanun’un
yürürlükte bulunduğu dönemde toplu iş sözleşmesi yetkisi hususunda işkolu
barajı ve işyeri barajı biçiminde ikili bir baraj uygulanmaktadır.
2822 sayılı Kanunla getirilen yüzde onluk işkolu barajı, 6356
sayılı Kanunla yüzde üçe düşürülmüştür. 6356 sayılı Kanun’un 41. maddesinin (1)
numaralı fıkrasına göre, bir işçi sendikası, kurulu bulunduğu işkolunda çalışan
işçilerin en az yüzde üçünün üyesi bulunması şartıyla, toplu iş sözleşmesinin
kapsamına girecek işyerinde başvuru tarihinde çalışan işçilerin yarıdan
fazlasının, işletmede ise yüzde kırkının kendi üyesi bulunması hâlinde bu
işyeri veya işletme için toplu iş sözleşmesi yapma yetkisi elde etmektedir.
6356 sayılı Kanun, toplu iş sözleşmesi yapma yetkisi konusunda
ikili baraj sistemini korumakla birlikte, yetki alımını kolaylaştırmaya yönelik
sayısal değişiklikler getirmiştir. Buna göre bir toplu iş sözleşmesi yapmak
isteyen işçi sendikasının yetkili olabilmesi için, kurulu bulunduğu işkolunda
çalışan işçilerin en az yüzde üçünün bu sendikanın üyesi bulunması ve
sözleşmenin yapılacağı işyerinde veya işyerlerinin her birinde çalışan
işçilerin yarıdan fazlasının, işletmede ise yüzde kırkının kendi üyesi
bulunması gerekmektedir.
6356 sayılı Kanun’un 41. maddesinin (5) numaralı fıkrasına göre,
bir işkolunda çalışan işçilerin yüzde üçünün tespitinde Bakanlıkça her yıl Ocak
ve Temmuz aylarında yayımlanan istatistikler esas alınır. Bu istatistiklerde
her bir işkolundaki toplam işçi sayısı ile işkollarındaki sendikaların üye
sayıları yer alır. Maddenin devam eden fıkralarına göre, yayımından itibaren on
beş gün içinde itiraz edilmeyen istatistik kesinleşir. İstatistiğin gerçeğe
uymadığı gerekçesiyle bu süre içinde Ankara İş Mahkemesine başvurulabilir.
Bakanlık, yetkili sendikanın belirlenmesinde ve istatistiklerin düzenlenmesinde
kendisine gönderilen üyelik ve üyelikten çekilme bildirimleri ile Sosyal
Güvenlik Kurumuna (SGK veya Kurum) yapılan işçi bildirimlerini esas alır.
6356 sayılı Kanun’un 42. maddesinin (1) numaralı fıkrasına göre,
toplu iş sözleşmesi yapmak isteyen işçi sendikası Bakanlığa başvurarak yetkili
olduğunun tespitini ister. İşveren sendikası veya sendika üyesi olmayan işveren
de Bakanlığa başvurarak yetkili işçi sendikasının tespitini isteyebilir.Yetki
tespiti için yine başvuru tarihi esas alınmaktadır. Yetki başvurusu tarihinde
işyeri ya da işletmede çalışan işçiler Bakanlık tarafından üyelik ve üyelikten
çekilme bildirimleri ile SGK verileri esas alınarak tespit edilir. Bakanlık,
sendikanın yetkili olduğunu tespit ettiğinde, ilgili sendika ile o işkolunda
kurulu diğer sendikalar ve işveren tarafına bildirir. Maddenin (3) numaralı
fıkrasında,işçi sendikasının yetki şartlarına sahip olmadığının ya da işyerinde
yetki şartlarına sahip bir işçi sendikasının bulunmadığının tespiti hâlinde, bu
bilgilerin sadece başvuruyu yapan tarafa bildirileceği ifade edilmiştir.
6356 sayılı Kanun’un 43. maddesinin (1) numaralı fıkrasına göre,
toplu iş sözleşmesi yapmak isteyen işçi sendikasının başvurusu üzerine tespit
yazısını alan işçi sendikaları veya işveren tarafı altı işgünü içinde iş
mahkemesinde yetki itirazında bulunabilir. Maddenin (2) numaralı fıkrasının
ikinci cümlesinde, kurulu bulunduğu işkolunda çalışan işçilerin yüzde üçünden
daha az üyesi bulunan işçi sendikasının yetki itirazında bulunamayacağı hükme
bağlanmıştır.Anılan maddenin (4) numaralı fıkrasıyla,42. maddenin (3) numaralı
fıkrası uyarınca kendisine yetki şartlarına sahip olmadığı bildirilen işçi
sendikasına da, altı iş günü içinde yetkili olup olmadığının tespiti için dava
açabilme imkânı getirilmiş ve mahkemenin, bu hüküm uyarınca açılan davayı o
işkolunda çalışan işçilerin en az yüzde üçünü üye kaydeden işçi sendikaları ile
işveren sendikası veya sendika üyesi olmayan işverene de bildirmesi
öngörülmüştür.
Kanun’un 20. maddesiyle 6356 sayılı Kanun’un “Yetki”başlıklı
41. maddesinin (1) ve (5) numaralı fıkralarında yer alan “yüzde üçünün”
ibareleri “yüzde birinin” biçiminde değiştirilmek suretiyle işkolu
barajı yüzde üçten, yüzde bire düşürülmüştür.
İşkolu barajının yüzde bire düşürülmesine paralel olarak, 6356
sayılı Kanun’un “Yetki itirazı” başlıklı 43. maddesinde de şekli
değişiklikler yapılmıştır. Buna göre, Kanun’un 43. maddesinin (2) numaralı
fıkrasında yer alan “yüzde üçünden” ibaresi “yüzde birinden”biçiminde
değiştirilmek suretiyle yetki itirazında bulunamayacak sendikaların, kurulu
bulunduğu işkolunda çalışan işçilerin yüzde birinden daha az üyesinin
bulunması;Kanun’un 43. maddesinin (4) numaralı fıkrasında yer alan“yüzde
üçünü” ibaresi“yüzde birini”biçiminde değiştirilmek suretiyle de42.
maddenin (3) numaralı fıkrası uyarınca kendisine yetki şartlarına sahip
olmadığı bildirilen işçi sendikasının altı iş günü içinde yetkili olup
olmadığının tespiti için dava açması durumunda mahkemenin, davayı bildirmekle
yükümlü olduğu sendikaların o işkolunda çalışan işçilerin en az yüzde birini
üye kaydeden işçi sendikası olması sağlanmıştır.
2- Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
Dava dilekçesinde, işkolu barajının, sendikaların çokluğu ve
serbestliği ilkesinin fiilen yaşama geçirilmesine engel teşkil ettiği,
Uluslararası Çalışma Örgütünün (ILO) tavsiyeleri doğrultusunda işkolu barajı
önce yüzde üçe, dava konusu kuralla da yüzde bire düşürülmüş ise de bu oranın
da Türkiye’de sendikalaşmanın önünde ciddi engel teşkil ettiği, zira
işkollarında çalışan toplam işçi sayısı ile sendikalara kayıtlı işçi sayılarına
ilişkin istatistiklerin tespitinde SGK’ya yapılan işçi bildirimlerinin esas
alınmaya başlanması üzerine sendikalı işçilerin toplam çalışan işçi sayısına
oranında ciddi düşüşler meydana geldiği ve bu nedenle birçok sendikanın toplu
iş sözleşmesi yapma yetkisini kaybettiği, işkolu barajıyla bazı sendikalar için
ayrıcalıklı bir durum oluşturulduğu, baraj sisteminin sendikalaşmayı ve toplu
iş sözleşmesi imzalayabilmeyi olumsuz etkilediği, bu durumun sosyal devlet,
eşitlik ve devletin temel amaç ve görevleriyle bağdaşmadığı, ayrıca 6356 sayılı
Kanunla işkollarının sayısının da 28’den 20’ye düşürülmesi nedeniyle özellikle
birleştirilen iş kollarında bu barajın fiilen arttığı, bu durumun, sendikalaşma
ve toplu pazarlık hakkının ölçüsüz bir şekilde sınırlanması sonucunu doğurduğu,
öte yandan, ILO denetim organlarının raporlarında, Türkiye’de sendikaların
toplu pazarlıkta temsil yetkisine sahip olabilmesi için aranan yüzde 10’luk
işkolu barajı ile yüzde 50’lik işyeri/işletme barajının defalarca eleştirildiği
ve hükümetlere bu ikili barajın tümüyle kaldırılması çağrısında bulunulduğu,
ILO’nun yetkili organlarının kararlarına rağmen işkolu barajına yer
verilmesinin Anayasa’nın 90. maddesiyle bağdaşmadığı, işkolu barajının Anayasa
Mahkemesinin 8 ve 9.2.1972 tarihli ve E.1970/48, K.1972/3 sayılı kararında
ortaya konulan ilkelerle de çeliştiği belirtilerek kuralın, Anayasanın 2., 5.,
10., 12., 13., 49., 51., 53. ve 90. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmektedir.
Dava konusu kuralla, 6356 sayılı Kanun’un “Yetki”başlıklı
41. maddesinin (1) ve (5) numaralı fıkralarında yer alan “yüzde üçünün”
ibareleri “yüzde birinin” biçiminde değiştirilmek suretiyle işkolu
barajı yüzde üçten yüzde bire düşürülmüş, buna paralel olarak da Kanun’un 43.
maddesinin (2) ve (4) numaralı fıkralarında bazı şekli değişiklikler
yapılmıştır.
Anayasa’nın 51. maddesinde güvenceye bağlanan sendika hakkı,
demokratik toplumun temeli olan örgütlenme özgürlüğünün bir parçasıdır.
Örgütlenme özgürlüğü, bireylerin kendi menfaatlerini korumak için kollektif
oluşumlar meydana getirerek bir araya gelebilme özgürlüğüdür. Bu özgürlük,
bireylere topluluk hâlinde siyasal, kültürel, sosyal ve ekonomik amaçlarını
gerçekleştirme imkânı sağlar. Sendika hakkı da çalışanların, bireysel ve ortak
çıkarlarını korumak amacıyla bir araya gelerek örgütlenebilme serbestîsini
gerektirmekte ve bu niteliğiyle örgütlenme özgürlüğünün bir parçası olarak
görülmektedir.
Sendika hakkı, çalışanların ve çalıştıranların sadece istedikleri
sendikaları kurmaları ve bunlara üye olmaları yolunda bir hakla sınırlı
kalmamakta, aynı zamanda oluşturdukları tüzel kişiliklerin varlığının ve bu
tüzel kişiliklerin kendine özgü faaliyetlerinin de garanti altına alınmasını
içermektedir. Üyelerinin ekonomik, sosyal ve kültürel ortak menfaatlerini
korumak ve geliştirmek amacıyla kurulan sendikalar ve bunların üst
kuruluşlarının, iş uyuşmazlığı çıkarması, toplu görüşme ve toplu sözleşme
yapması, grev ve lokavt kararı vermesi ve uygulaması da sendika hakkının
gereklerindendir.
Sendika kurma hakkı mutlak olmayıp Anayasa’nın 51. maddesinin
ikinci fıkrası uyarınca milli güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin
önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâk ile başkalarının hak ve özgürlüklerinin
korunması sebeplerine dayanılarak kanunla sınırlanabilir.
Anayasa, sendika hakkının bir unsuru olan toplu sözleşme hakkını,
53. maddede özel olarak düzenlemiştir. Anılan maddenin birinci fıkrasında, “İşçiler
ve işverenler, karşılıklı olarak ekonomik ve sosyal durumlarını ve çalışma
şartlarını düzenlemek amacıyla toplu iş sözleşmesi yapma hakkına sahiptirler.”
denildikten sonra son fıkrasında, “Toplu sözleşme hakkının kapsamı,
istisnaları, toplu sözleşmeden yararlanacaklar, toplu sözleşmenin yapılma
şekli, usulü ve yürürlüğü, toplu sözleşme hükümlerinin emeklilere yansıtılması,
Kamu Görevlileri Hakem Kurulunun teşkili, çalışma usul ve esasları ile diğer
hususlar kanunla düzenlenir.”hükmüne yer verilmiştir.
Anayasa’nın 53. maddesinin son fıkrasında, toplu sözleşme hakkının
kapsamının, istisnalarının, toplu sözleşmeden yararlanacakların, toplu
sözleşmenin yapılma şekli, usulü ve yürürlüğünün kanunla düzenleneceği
belirtilmekle birlikte bu hakkın sınırlama sebeplerine yer verilmemiştir. Ancak
toplu sözleşme hakkı, sendika hakkının bir unsuru olarak görüldüğünden
Anayasa’nın 51. maddesinin ikinci fıkrasında sendika hakkı için öngörülen
sınırlama nedenlerinin toplu sözleşme hakkı yönünden de geçerli olduğunun
kabulü gerekir. Buna göre, toplu sözleşme hakkının, milli güvenlik, kamu
düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâk ile
başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerine dayanılarak kanunla
sınırlanması mümkündür.
Bir işçi sendikasının toplu iş sözleşmesi yapabilmesi için, kurulu
bulunduğu işkolunda çalışan işçilerin en az yüzde birinin bu sendikanın üyesi
bulunması şartının, sendika özgürlüğünün bir parçası olan toplu sözleşme
hakkının norm alanını daralttığı için sendika hakkına müdahale niteliği
taşıdığı açıktır.
İşkolu barajı, sendikaların sayısının makul seviyede kalmasını
sağlayarak sendikalar arası yıkıcı rekabeti önlemek ve bu suretle işverenden
bağımsız güçlü sendikaların toplu iş sözleşmesinin tarafı olabilmelerini temin
etmek amacına dayanmaktadır. Bağımsız ve güçlü sendikaların toplu iş
sözleşmesinin tarafı olabilmelerinin temin edilmesi, çalışanların sendikal
haklardan daha etkin bir şekilde yararlanmaları sonucunu doğurmakta olup bunun,
sendikal hak ve özgürlüklerin korunmasına hizmet edeceği açıktır. Dolayısıyla
işkolu barajı öngörülmesinde, anayasal açıdan meşru bir amaca dayanıldığı
anlaşılmaktadır.
Ancak toplu sözleşme yapılabilmesi için işkolu barajı öngörülmek
suretiyle sendika hakkına yapılan müdahalenin Anayasa’nın 13. maddesinde
belirtilen ilkelere uygun olması gerekmektedir. Anayasa’nın 13. maddesi
uyarınca, temel hak ve özgürlüklere yapılacak müdahaleler, demokratik toplum
düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz. Ölçülülük ilkesi,
yasal önlemin öngörülen amaç için zorunlu ve amaca ulaşmaya elverişli olmasını,
ayrıca amaç ve araç arasında hakkaniyete uygun bir dengenin bulunması gereğini
ifade eder.
2822 sayılı Kanun’un 12. maddesinde, bir işçi sendikasının bir
işyerinde ya da işletmede toplu iş sözleşmesi yapma yetkisi elde edebilmesi
için öncelikle kurulu bulunduğu işkolunda çalışan işçilerin en az yüzde onunu,
bu koşulu sağladıktan sonra da işyeri ya da işletmede çalışan işçilerin yarıdan
bir fazlasını, yani salt çoğunluğunu temsil etmesi gerekmekte iken, 6356 sayılı
Kanun’un 41. maddesinin (1) numaralı fıkrasıyla, yüzde onluk işkolu barajı
yüzde üçe düşürülmüş, sözleşmenin yapılacağı işyerinde veya işyerlerinin her
birinde çalışan işçilerin yarıdan fazlasının sendikaya üye olması zorunluluğu
aynen korunmuş ise de işletme barajı yüzde kırka indirilmiştir.
Sendikalara ilişkin istatistiklerin belirlenmesinde SGK
verilerinin esas alınmasıyla birlikte 6356 sayılı Kanun’un yürürlüğe
girmesinden önceki dönemde % 60 civarında görünen sendikalaşma oranının gerçeği
yansıtmadığı ortaya çıkmıştır. SGK verilerini esas alınarak belirlenen
sendikalaşma oranı, Ocak 2013 istatistiğine göre % 9,21, Temmuz 2013 istatistiğine
göre ise % 8,88 düzeyinde gerçekleşmiştir. Gerçek istatistiklerin esas alınması
sonucu, birçok sendika yüzde üç barajının altında kalmıştır. Yasama sürecindeki
tartışmalardan, kanun koyucunun bu gerçeği gözönünde bulundurarak daha fazla
sendikanın barajı aşabilmesini ve toplu iş sözleşmesi yapma yetkisi elde
edebilmesini temin etmek amacıyla dava konusu kuralla, yüzde üç olan işkolu
barajını yüzde bire indirdiği anlaşılmaktadır.
Toplu sözleşme hakkı, çalışanlara, üyesi bulundukları sendikalar
aracığıyla işverenle karşılıklı olarak ekonomik ve sosyal durumlarını ve
çalışma şartlarını düzenlemek amacıyla görüşme ve anlaşma yapabilme yetkisi
tanıyan sendikal bir haktır. Toplu sözleşme hakkı sendika özgürlüğünün önemli
bir parçasını oluştursa da sendikal özgürlükler toplu sözleşme hakkından ibaret
olmayıp bunun dışında başka araçlar da bulunmaktadır. Anayasa’nın 51.
maddesinin birinci fıkrasında, sendikaların, çalışanların “ekonomik ve
sosyal hak ve menfaatlerini korumak ve geliştirmek”amacıyla faaliyet
gösterecekleriifade edilmiş, ancak hangi araçlarla bu amacı
gerçekleştirecekleri hususunda herhangi bir sınırlamaya gidilmemiştir.
Dolayısıyla tüm sendikalara toplu sözleşme hakkı tanınmasının, çalışanların “ekonomik
ve sosyal hak ve menfaatlerinin korunması”amacı bakımından zorunluluk
taşıdığı söylenemez. Bu itibarla, en yüksek temsil gücüne sahip sendikalara
toplu görüşme yapma yetkisi tanınması kanun koyucunun takdirindedir. Bununla
birlikte, toplu sözleşme yapma yetkisini haiz bulunmayan diğer sendikaların,
üyelerinin “ekonomik ve sosyal hak ve menfaatlerinin korunması”nı temin
edecek araçlardan tamamen yoksun bırakılmamaları gerekmektedir. Çoğunluğu
sağlayamayan sendikaların, toplu pazarlığa katılamasalar da en azından
üyelerinin hak ve çıkarlarını dile getirme imkânından tamamen mahrum
bırakılmaları durumunda sendikal haklara yapılan müdahalenin ölçülü olmayacağı
söylenebilir.
Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) de Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’nin (AİHS) örgütlenme özgürlüğünü düzenleyen 11. maddesinin
birinci fıkrasında geçen “çıkarlarını korumak amacıyla”başkalarıyla
birlikte sendikalar kurma ve sendikalara üye olma kavramının, sendikalara “danışılma/dinlenilme”
hakkını tanıdığı biçiminde yorumlamakta ve toplu görüşmeyi, danışılma hakkının
araçlarından biri olarak görmektedir. AİHM, her sendikanın toplu sözleşme
yetkisine sahip olmasının bir zorunluluk olmadığını, taraf devletlerin, gerekli
gördükleri takdirde temsilci sendikalara özel statü tanıyacak şekilde düzenleme
yapabileceklerini kabul etmektedir (Demir ve Baykara/Türkiye,B. No:
34503/97, 12.11.2008, § 154).
ILO denetim organları da AİHM içtihatlarına paralel bir şekilde, “en
çok temsil gücüne sahip örgütlere”mevzuat yoluyla bazı ayrıcalıklar
tanınabileceğini kabul etmekte, ancak çoğunluğu sağlayamayan sendikaların da
üyelerinin çıkarlarını koruma yönünden işlevsiz kalmaması, toplu pazarlığa
katılamasalar da en azından üyelerin hak ve çıkarlarını dile getirip bireysel
şikâyet ve başvurularda üyelerini temsilen hareket edebilmeleri gerektiğini
ifade etmektedirler.
Bu itibarla AİHM içtihatları ile ILO denetim organlarının
raporları da dikkate alındığında, müdahalenin ölçülü olup olmadığı
değerlendirilirken yüzde birlik barajı aşamayan sendikaların danışılma
haklarını kullanacak araçlara sahip olup olmadıklarının da göz önünde
bulundurulması gerekmektedir.
6356 sayılı Kanun’un 26. maddesinde,kuruluşların (sendika ve
konfederasyonların), tüzüklerinde yer alan konularda serbestçe faaliyette
bulunabilecekleri; çalışma hayatından, mevzuattan, örf ve adetten doğan uyuşmazlıklarda
işçi ve işverenleri temsilen; sendikaların, yazılı başvuruları üzerine iş
sözleşmesinden ve çalışma ilişkisinden doğan hakları ile sosyal güvenlik
hakları ile ilgili olarak üyelerini ve mirasçılarını temsilen dava açmak ve bu
nedenle açılmış davada davayı takip yetkisine sahip oldukları belirtilmektedir.
Yüzde birlik işkolu barajını aşamayan sendikaların, toplu sözleşme yapma
imkânından mahrum kalmakta iseler de ILO denetim organlarınca altı çizilen ve
sendikal faaliyetin asgari içeriğini oluşturan,üyelerin hak ve çıkarlarını dile
getirme ve bireysel şikâyet ve başvurularda üyelerini temsilen hareket edebilme
olanağına sahip oldukları anlaşılmaktadır.
Sendikaların, sendikal faaliyetin asgari içeriğini oluşturan,üyelerin
hak ve çıkarlarını dile getirme ve bireysel şikâyet ve başvurularda üyelerini
temsilen hareket edebilme olanağına sahip oldukları dikkate alındığında, güçlü
sendikaların toplu iş sözleşmesinin tarafı olabilmelerinin temin edilmesi
amacıyla öngörülen yüzde birlik işkolu barajının çalışanlara aşırı ve
olağanüstü bir yük yüklemediği anlaşılmaktadır. Bu nedenle, yüzde birlik işkolu
barajının, sendika hakkına ölçüsüz bir müdahale teşkil ettiği söylenemez.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 13., 51. ve
53. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Serdar ÖZGÜLDÜR, Serruh KALELİ ile Osman Alifeyyaz PAKSÜT bu
görüşe katılmamışlardır.
Kuralın Anayasa’nın 2., 5., 10., 12., 49. ve 90. maddeleriyle
ilgisi görülmemiştir.
D- Kanun’un 21. Maddesiyle 6356 Sayılı Kanun’a Eklenen Ek 1.
Maddenin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, “Yetki Belgesi”nin alınmasında, toplu
sözleşme yapılmasında, mahkemelere yetki itirazında bulunulmasında ve
mahkemenin açılan davaları işçi sendikası, işveren sendikası ve sendika üyesi
olmayan işverene bildirmesinde, Ekonomik Sosyal Konseye (Konsey) üye
konfederasyonlar üyesi sendikaların, kurulu bulunduğu işkolunda çalışan
işçilerin en az yüzde birini üye bulundurmaları yeterli olduğu hâlde, bu
oranın, dava konusu kuralla bu üç konfederasyonun üyesi olmayan işçi
sendikaları yönünden yüzde üç olarak uygulanmasının öngörüldüğü, fiilen
işlevselliği bulunmayan bir organizasyona üyeliğin esas alınarak üye olmayan
konfederasyonlar üyesi sendikalar ile herhangi bir konfederasyon üyesi olmayan
bağımsız sendikalar ve üyelerinin aleyhine sonuç doğuracak şekilde düzenleme
yapılmasının adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütleriyle uyuşmadığı ve
kanunların genelliği ilkesiyle bağdaşmadığı, hukuksal durumları aynı olan işçi
sendikaları arasında, Konseye kanunla üye yapılan konfederasyonlar üyesi
sendikalar lehine ayrımcılık yapılmasının kanun önünde eşitlik ilkesiyle
çeliştiği, ayrıca kuralın, Konseye üye olmayan konfederasyon üyesi sendikaları
toplu sözleşme yapma hakkı elde etmek ve yapabilmek için Konsey üyesi
konfederasyonlara üye olmaya zorladığından “sendika ve üst kuruluşlara
serbestçe üye olma” özgürlüğünü ihlal ettiği belirtilerek kuralın,
Anayasanın 2., 10. ve 51. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kuralla, bir sendikanın toplu iş sözleşmesi imzalama
yetkisi elde edebilmesi için kurulu bulunduğu işkolunda çalışan işçilerin en az
yüzde birinin üyesi bulunması şartının,Konseye üye konfederasyonlara üye
olmayan işçi sendikaları yönünden yüzde üç olarak uygulanması, ayrıca yetki
itirazında bulanabilecek sendikalar ile yetki itirazı davalarında, davanın
bildirileceği sendikaların bulundurmaları gereken üye sayısının, Konseye üye
konfederasyonlara üye olmayan işçi sendikaları yönünden yüzde üç olması
öngörülmektedir. Bu durumda, Konseye üye konfederasyonlara üye olan işçi
sendikaları, kurulu bulundukları işkolundaki işçilerin en az yüzde birini üye
bulundurmaları hâlinde toplu iş sözleşmesi imzalama yetkisine elde ederken
Konseye üye konfederasyonlara üye olmayan işçi sendikalarının bu yetkiye
kavuşabilmeleri için kurulu bulundukları işkolundaki işçilerin en az yüzde
üçünü üye bulundurmaları gerekmektedir.
4641 sayılı Ekonomik ve Sosyal Konseyin Kuruluşu Çalışma Esas ve
Yöntemleri Hakkında Kanun’da, Konsey üyesi işçi konfederasyonları, Türkiye İşçi
Sendikaları Konfederasyonu (Türk-İş), Hak İşçi Sendikaları Konfederasyonu
(Hak-İş) ve Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) olarak sınırlı bir
biçimde sayılmış olup herhangi bir sendikanın yüzde birlik işkolu barajına tabi
olabilmesi için Kanun’da Konsey üyesi olarak sayılan bu üç konfederasyondan
birine üye olması gerekmektedir. Bu üç konfederasyona üye olmayan sendikaların
ise toplu iş sözleşmesi imzalama yetkisi elde edebilmeleri için yüzde üç işkolu
barajını aşmaları gerekmektedir.
Anayasa’nın 51. maddesinde güvenceye bağlanan sendika özgürlüğü,
çalışanların her türlü baskıdan arî olarak dilediği sendikaya üye olabilme hak
ve yetkisini içeren olumlu sendika özgürlüğünün yanında, sendikaya üye olmama
serbestîsini ifade eden negatif sendika özgürlüğünü de kapsamaktadır.
Anayasa’nın 51. maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesinde,“Hiç kimse
bir sendikaya üye olmaya…zorlanamaz.”denilmek suretiyle bu hak açık bir
biçimde düzenlenmiştir. Sendikaya üye olmama özgürlüğü, sendikaların gücüne
karşı çalışanı korumayı amaçlamaktadır.
Sendika özgürlüğü, sendikaların üst kuruluşlara üye olmama
serbestîsini de içermektedir. Bu bağlamda, sendikaları belli konfederasyonlara
üye olmayı doğrudan veya dolaylı olarak zorunlu kılan düzenlemeler sendika
özgürlüğünün ihlali sonucunu doğurur.
Günümüzde birçok ülkede, başta çalışma hayatını ilgilendiren
konularda olmak üzere işçi-işveren ve hükümet kesimleri ile diğer bazı kurum
temsilcilerinin bir araya geldiği sosyal diyalog mekanizmalarının kurulduğu
görülmektedir. 3851 sayılı Kanunla onaylanması uygun bulunan 2.6.1976 tarihli
ve 114 sayılı Uluslararası Çalışma Normları Uygulamasının Geliştirilmesinde
Üçlü Danışmaya İlişkin ILO Sözleşmesi’nin 2. maddesinde, işbu Sözleşme’yi
onaylayan ILO’nun her üyesinin, hükümet, işveren ve işçi temsilcileri arasında
etkin danışmayı gerçekleştirmeyi sağlayacak usulleri işletmeyi taahhüt edeceği
belirtilmiştir. Dolayısıyla üçlü danışma işlevi görecek mekanizmaların
oluşturulmasının 114 sayılı ILO Sözleşmesi’nin de bir gereği olduğu
söylenebilir.
Ülkemizde de bu tür bir sosyal diyalog mekanizmasının kurulması
gereği uzun süre tartışıldıktan sonra bu amaçla ilk kez 1995 yılında
Başbakanlık genelgesiyle Ekonomik ve Sosyal Konsey kurulmuş, anılan Konsey 4641
sayılı Kanunla kanuni güvenceye kavuşmuş, 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan
referandum ile kabul edilen 7.5.2010 tarihli ve 5982 sayılı Kanun’un 23.
maddesiyle de anayasal bir kuruma dönüştürülmüştür.
4641 sayılı Kanun’un 1. maddesinde, Konseyin temel amacının,
ekonomik ve sosyal politikaların oluşturulmasında toplumsal uzlaşma ve
işbirliği sağlamak, sürekli ve kalıcı bir ortam yaratarak istişari mahiyette
ortak görüş belirlemek olduğu açıklanmıştır. Ayrıca gerek Anayasa’da gerekse
Kanunda, Konseyin kararlarının bağlayıcı değil, tavsiye ve istişari nitelikte
olduğu açık bir biçimde vurgulanmıştır.
Kanun koyucunun, 114 sayılı ILO Sözleşmesi’nin de bir gereği olan
sosyal diyalog mekanizmaları öngörmesi ve tüm sosyal tarafların bu amaçla
kurulan Konseye üye olmalarını teşvik eden ve hatta zorunlu kılan düzenlemeler
yapması takdir yetkisi kapsamında kalmaktadır. Emek kesimini temsil eden
sendikaların sosyal diyalog sürecine katılımlarının sağlanmasında kamu yararı
bulunduğundan işçi örgütlerinin sendikal haklarına sınırlama getirilmemesi
kaydıyla Konseye üye olmalarının zorunlu kılınması Anayasa’ya aykırı olmaz.
Dava konusu kuralla, iş sözleşmesi yapabilme yetkisinin elde
edilebilmesi için gerekli olan yüzde birlik işkolu barajının Konseye üye
olmayan sendikalar yönünden yüzde üç olarak uygulanması öngörülmek suretiyle
işçi sendikaları bakımından Konseye üye olan konfederasyonlara üye olmak
avantajlı hâle getirilmiştir. 4641 sayılı Kanun’un 2. maddesinde, Konsey üyesi
işçi konfederasyonları, Türk-İş, Hak-İş ve DİSK olarak sınırlı bir biçimde
sayılmış olup bu üçü dışındaki işçi konfederasyonlarının Konseye üye olması söz
konusu olmadığı gibi bu konfederasyonlara üye olmayan sendikaların Konseyde
temsili de mümkün değildir. Dolayısıyla dava konusu kuralla, Türk-İş, Hak-İş ve
DİSK’e üye olan işçi sendikaları, toplu iş sözleşmesi yapma yetkisi yönünden
avantajlı bir pozisyona sokulmuşlardır.
Dava konusu kuralda işçi sendikalarının Türk-İş, Hak-İş veya
DİSK’e üye olmalarını zorunlu kılan herhangi bir düzenleme yer almamakta ise de
iş sözleşmesi yapabilmek için gerekli olan yüzde birlik işkolu barajının bu üç
Konfederasyondan birine üye olmayan sendikalar yönünden yüzde üç olarak
uygulanmasının, sendikaları, bu Konfederasyonlara üye olmaya zorlayıcı bir
nitelik taşıdığı açıktır. Zira toplu iş sözleşmesi imzalamak işçi
sendikalarının varlık koşulu değil ise de temel hedeflerinden biridir. Sendikalar,
bu hedeflerine ulaşabilmek için tabiatıyla yüzde üç yerine yüzde birlik işkolu
barajı avantajından yararlanmak isteyecek ve dolayısıyla Konseye üye olan üç
işçi konfederasyonundan birine üye olmak durumunda kalacaklardır. Sendikaların,
yüzde birlik işkolu barajına tabi olma avantajı getirilmek suretiyle 4641
sayılı Kanun’da sayılan konfederasyonlarından birine üye olmaya zorlanmaları,
sendika özgürlüğüyle bağdaşmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 51. maddesine
aykırıdır. İptali gerekir.
Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ bu görüşe değişik gerekçeyle
katılmışlardır.
Kural, Anayasa’nın 51. maddesine aykırı görülerek iptal
edildiğinden Anayasa’nın 2. ve 10. maddeleri yönünden incelenmemiştir.
E- Kanun’un 38. Maddesiyle 5502 Sayılı Kanun’un Başlığı ile
Birlikte Değiştirilen 36. Maddesinin Üçüncü Fıkrasının Dördüncü Cümlesinde Yer
Alan“…ve vekaletname ibrazı…”İbaresinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, SGK avukatlarının vekâletname ibrazından muaf
tutulmalarının,1136 sayılı Kanun’un 27. maddesinin ikinci fıkrası uyarıncavekâletnameye
pul yapıştırmak suretiyle avukatlardan tahsil edilen baro pulu bedellerinden de
muaf olmaları sonucunu doğurduğu, baro pulu bedellerinin yarısının1136 sayılı
Kanun’un 27/A maddesiyle kurulan ve baro levhasına kayıtla tüm avukatların
yararlandığı“Sosyal Yardım ve Dayanışma Fonu”na aktarıldığı,Kurumun
kadrolu avukatlarından baro levhasına yazılı olanların da kaynağıavukatların
yetkili mercilere sunduğu vekâletnamelere avukatın yapıştıracağı pul bedelleri
olan Sosyal Yardım ve Dayanışma Fonunun yardımlarından yararlandıkları hâlde,
baro pulundan muaf tutulmalarının, adalet ve hakkaniyet ilkeleriyle
bağdaşmadığı gibi eşitlik ilkesini zedelediği belirtilerek kuralın, Anayasa’nın
2. ve 10. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Kanun’un 38. maddesiyle 5502 sayılı Kanun’un başlığıyla birlikte
değiştirilen 36. maddesinin üçüncü fıkrasında,Kurumu vekil sıfatıyla temsile
yetkili olan I. hukuk müşaviri, hukuk müşaviri ve kadrolu avukatlarının bir
listesinin Kurumca yazılı olarak veya Adalet Bakanlığınca belirlenen esaslar
dairesinde elektronik ortamda ilgili Cumhuriyet başsavcılığına, bölge idare
mahkemesi başkanlıklarına, askerî savcılıklara ve Askerî Yüksek İdare Mahkemesi
Başkanlığına verileceği; bu listelerin, Cumhuriyet başsavcılığı tarafından adli
yargı çevresinde, bölge idare mahkemesi başkanlığınca idari yargı çevresinde
bulunan mahkemelere gönderileceği; yüksek mahkemeler ve bölge adliye
mahkemesindeki duruşmalarda temsil yetkisini kullanacakların isimlerinin ilgili
mahkemelerin Cumhuriyet başsavcılıklarına veya mahkeme başkanlıklarına
bildirileceği kurala bağlanmıştır. Üçüncü fıkranın dava konusu kuralı da içeren
dördüncü cümlesinde, listede isimleri yer alanların baroya kayıt ve vekâletname
ibrazı gerekmeksizin Kurum vekili sıfatıyla her türlü dava ve icra işlemlerini
takip edebilecekleri belirtilmiştir.
1136 sayılı Kanun’un 27. maddesinde, staj süresince stajyerlere
Türkiye Barolar Birliğince (TBB) kredi verileceği belirtilmiş ve ödenecek
kredinin kaynağının; avukatların yetkili mercilere sunduğu vekâletnamelere
avukatın yapıştıracağı pul bedelleri ile geri ödemeden gelen paralar ve
bunların gelirleri olduğu ifade edilmiştir. Aynı maddenin devamında bu
pulların, TBB tarafından bastırılacağı ve yapıştırılacak pulun değerinin, 492
sayılı Harçlar Kanunu’nun yargı harçları bölümünde yer alan vekâletname
örnekleri için kullanılan harç tarifesinin yüzde elli fazlası kadarı olduğu
kurala bağlanmıştır. Maddede ayrıca, her yıl yenilenen vekâlet pulu bedeline
ayrıca yüzde beş oranında ilave yapılacağı ve bu suretle elde edilecek kaynağın
avukat stajyerlerinin genel sağlık sigortası primlerinin ödenmesinde
kullanılacağı düzenlenmiştir. Maddenin üçüncü fıkrasında, avukatlarca
vekâletname sunulan mercilerin, pul yapıştırılmamış veya pulu noksan olan
vekâletname ve örneklerini kabul edemeyeceği, gerektiğinde ilgiliye on günlük
süre verilerek bu süre içinde pul tamamlanmadıkça vekâletnamenin işleme
konulamayacağı ifade edilmiştir. Dava konusu kuralla, SGK I. hukuk müşaviri,
hukuk müşaviri ve kadrolu avukatlarının Kurum vekili sıfatıyla takip ettikleri
her türlü dava ve icra işlemlerinde vekâletname ibraz mecburiyetleri ortadan
kaldırılmak suretiyle baro pulu ödeme yükümlülükleri de sonlandırılmıştır.
Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve
işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, hukuk güvenliğini sağlayan, bütün etkinliklerinde hukuka ve
Anayasa’ya uyan, işlem ve eylemleri bağımsız yargı denetimine bağlı olan
devlettir. Kanunların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel,
objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk
devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle kanun koyucunun hukuki düzenlemelerde
kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet
ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir.
1136 sayılı Kanun’a, 5043 sayılı Kanun’un 3. maddesiyle eklenen
27/A maddesiyle, TBB nezdinde sosyal güvenlik, sosyal yardım ve dayanışma
hizmetlerinde kullanılmak üzere “Sosyal Yardım ve Dayanışma Fonu”
kurulmuş ve 1136 sayılı Kanun’un 27. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca
vekâletnamelere pul yapıştırılmak suretiyle avukatlardan tahsil edilen baro
pulu bedelinin yarısının bu Fona aktarılması öngörülmüştür. Bu fondan yapılacak
harcamaların esas ve usulleri ile diğer hususların Türkiye Barolar Birliği Yönetim
Kurulunca hazırlanacak ve Adalet Bakanlığınca onaylanacak yönetmelikte
gösterileceği kurala bağlanmıştır.
1136 sayılı Kanun’un 66. maddesine göre, kural olarak her avukat,
bölgesi içinde sürekli olarak avukatlık edeceği yerin baro levhasına yazılmakla
yükümlüdür. Ancak aynı Kanun’un ek 1. maddesi uyarınca kamu kurum ve
kuruluşları ile kamu iktisadi teşebbüslerinde asli ve sürekli olarak avukatlık
görevinde çalışanların baro levhasına yazılmaları isteklerine bağlıdır.
“TBB Sosyal Yardım ve Dayanışma Fonu”ndan kimlerin, hangi
kıstaslar esas alınarak yararlandırılacağı hususunda Kanun’da herhangi hükme
yer verilmemiş, bu konunun düzenlenmesi TBB’nin takdirine bırakılmıştır. TBB
tarafından çıkarılacak Yönetmelikte Kurumun kadrolu avukatlarından baro levhasına
yazılı olanların Fonun finansmanına katkı sağlayıp sağlamadıkları dikkate
alınarak haklarında düzenleme yapılabileceği tabiidir. Dolayısıyla Kurumun
kadrolu avukatlarından baro levhasına yazılı olanların Fondan yararlanıp
yararlanmayacakları hususu, TBB’ce çıkarılacak yönetmelikte düzenlenecek bir
mesele olup anayasal bir sorun oluşturmamaktadır. Bu itibarla dava konusu
kuralda hukuk devleti ilkesiyle çelişen bir yön bulunmamaktadır.
Öte yandan bir serbest meslek faaliyeti olan avukatlık mesleği
kural olarak bağımsız bir biçimde, avukat ile müvekkil arasında serbest
iradeyle akdedilen vekâlet sözleşmesi çerçevesinde icra edilmektedir. Bağımsız
bir biçimde yürütülen avukatlık faaliyetinde vekâlet sözleşmesinden doğan tüm
yükümlülüklere avukatın kendisi katlanmakta, her türlü borç avukatın şahsi
borcu sayılmaktadır. Kadrolu SGK avukatı ise bağımlı çalışan olarak sadece
Kuruma ait işleri yürütmekte, Kurumdan bağımsız bir şekilde üçüncü kişilerden
vekâlet alamamaktadır. Ayrıca Kurumun kadrolu avukatının takip ettiği dava ve
icra işlemlerinden doğan vekâlet pulu dâhil her türlü mali yükümlülük Kuruma
ait olmakta ve bu mali yükümlülükler SGK bütçesinden karşılanmaktadır.
Bağımsız bir şekilde serbest meslek faaliyeti icra eden avukatlar
ile Kuruma bağlı çalışan avukatların aynı konumda olmadıkları açıktır. Kanun
koyucunun, Kurumu, bağımlı çalışan avukatların özel statüleri nedeniyle fiilen
SGK üzerinde kalan vekâlet pulu bedellerini ödeme yükümünden kurtarmak amacıyla
Kurum I. hukuk müşaviri, hukuk müşaviri ve kadrolu avukatlarının Kurum vekili
sıfatıyla takip ettikleri her türlü dava ve icra işlemlerinde vekâletname ibraz
mecburiyetlerini ortadan kaldırması eşitlik ilkesini zedelememektedir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. ve 10. maddelerine
aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
F- Kanun’un 54. Maddesiyle 5510 Sayılı Kanun’un 103. Maddesine
Eklenen Üçüncü ve Dördüncü Fıkraların İncelenmesi
1- Üçüncü Fıkra
Dava dilekçesinde, sağlık hizmeti sunucusu hakkında müfettiş inceleme
veya soruşturması esnasında birtakım tespitlerin yapılmasına ve yargı kararıyla
kesinleşmemiş tespitlere göre SGK alacağının riskli olduğuna karar verilerek
sağlık hizmeti sunucusunun muaccel ve müeccel alacaklarının altı ay süreyle
durdurulmasının ve alacağın tahsili için teminat öngörülmesinin, sağlık hizmeti
sunucularının hukuk güvenliklerini ortadan kaldırdığı, ortada bir yargı kararı
olmadan müfettiş incelemesine dayalı olarak sağlık hizmeti sunucularının
Kurumdan olan muaccel ve müeccel alacaklarının altı ay süreyle durdurulmasının,
alacaklarına kavuşmalarının müfettiş incelemesinin altı ay içinde tamamlanıp
rapora bağlanamaması veya teminat gösterilmesi şartlarına bağlanmasının,
kişilerin mülkiyet hakkının Anayasa’da öngörülmeyen bir surette durdurulması
sonucunu doğurduğu belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2., 14. ve 35. maddelerine
aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
6216 sayılı Kanun’un 43. maddesine göre, ilgisi nedeniyle dava
konusu kural Anayasa’nın 13. maddesi yönünden de incelenmiştir.
5510 sayılı Kanun, sosyal sigortalar ile genel sağlık
sigortasından yararlanacak kişileri ve sağlanacak haklarını, bu haklardan
yararlanma şartları ile finansman ve karşılanma yöntemlerini belirlemektedir.
Anılan Kanun’un 73. maddesinde sağlık hizmeti sağlama yöntemi düzenlenmektedir.
Buna göre, 5510 sayılı Kanun’a göre sağlık hizmetleri, Kurum ile yurt içindeki
veya yurt dışındaki sağlık hizmeti sunucuları arasında yapılan sözleşmeler
yoluyla ve/veya bu Kanun hükümlerine uygun olarak genel sağlık sigortalısı ve
bakmakla yükümlü olduğu kişilerin sözleşmesiz sağlık hizmeti sunucularından
satın aldıkları sağlık hizmeti giderlerinin ödenmesi suretiyle sağlanır.
Kanun’un 103. maddesinde, idari yaptırımlar ve fesih konuları
düzenlenmektedir. Maddenin birinci fıkrasında, Kurumca yapılan inceleme
neticesinde fıkrada belirtilen fiilleri işledikleri tespit edilen sağlık
hizmeti sunucuları hakkında genel hükümlere göre takip yapılacağı, bu fiiller
nedeniyle Kurumun yersiz ödediği tutarın 96. maddeye göre geri alınacağı
belirtilmiş ve ayrıca bu fiilleri işleyen veya sağlık hizmeti satın alınmasına
ilişkin sözleşmelerde belirtilen hükümlere aykırı davrandığı tespit edilen
sağlık hizmeti sunucularının SGK ile yaptıkları sözleşmelerin feshedilebileceği
ve Kurumca belirlenecek süre içinde kendileriyle tekrar sözleşme yapılmayacağı
ifade edilmiştir.
Söz konusu maddeye, Kanun’un 54. maddesiyle eklenen dava konusu
üçüncü fıkrada, Kurum müfettişlerince yapılan inceleme veya soruşturma
esnasında yapılan tespitlere bağlı olarak oluşabilecek Kurum alacağının
tahsilinin riske gireceğinin öngörülmesi hâlinde, en az üç müfettişten oluşan
komisyonun uygun görüşü ve Rehberlik ve Teftiş Başkanının onayıyla altı ayı
geçmemek üzere, inceleme veya soruşturma sonuçlanıncaya kadar sağlık hizmeti
sunucusunun SGK nezdindeki muaccel veya müeccel alacaklarının ödemesinin,
tahsili riske gireceği öngörülen alacakla orantılı olarak durdurulabileceği
hüküm altına alınmıştır. Altı aylık süre içinde inceleme veya soruşturma
sonuçlanmaz ise durdurma kararının kendiliğinden kalkacağı ve bu tarihten
itibaren muaccel olan alacakların ödenmeye devam olunacağı, altı aylık süre
sonuna kadar ödenmesi durdurulan alacakların ise inceleme veya soruşturma
sonuçlanıncaya kadar ödenmeyeceği belirtilmiştir. Fıkranın son cümlesinde,
sağlık hizmeti sunucusunun SGK nezdindeki muaccel olan alacaklarının her biri
için 6183 sayılı Kanun’un 10. maddesinin birinci fıkrasının (2) ve (3) numaralı
bentlerinde sayılanlar kapsamında teminat verilmesi hâlinde durdurma kararının bu
kararı uygulayan SGK ünitesi tarafından kaldırılması ve SGK nezdindeki
alacaklarının ödenmesi öngörülmüştür.
Hukuki güvenlik ile belirlilik ilkeleri, hukuk devletinin
önkoşullarındandır. Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki
güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem
ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde
bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar.
Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden
herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır
ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına
karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir. Bu bakımdan, kanunun metni,
bireylerin, gerektiğinde hukuki yardım almak suretiyle, hangi somut eylem ve
olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını belli bir açıklık ve
kesinlikte öngörebilmelerine imkân verecek düzeyde kaleme alınmış olmalıdır.
Dolayısıyla, uygulanması öncesinde kanunun, muhtemel etki ve sonuçlarının
yeterli derecede öngörülebilir olması gereklidir.
Anayasa’nın 35. maddesinin birinci fıkrasında,“Herkes, mülkiyet
ve miras haklarına sahiptir.”denilmek suretiyle mülkiyet hakkı güvenceye
bağlanmıştır. Birey özgürlüğü ile doğrudan ilgili olan mülkiyet hakkı bireye
emeğinin karşılığına sahip olma ve geleceğe yönelik planlar yapma olanağı
tanıyan temel bir haktır. Mülkiyet hakkı, genel olarak, bir kimsenin başkasına
zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla bir şey
üzerinde dilediği biçimde yararlanma, tasarruf etme, başkasına devretme,
kullanılanın biçimini değiştirme, harcama ve tüketme, hatta yok etme
yetkilerini kapsamaktadır. Öte yandan, mülkiyet hakkı, maddi varlığı bulunan
taşınır ve taşınmaz malvarlığını kapsadığı gibi maddi olmayan hakları da
içermektedir.
Sözleşmeli sağlık hizmeti sunucularının Kuruma sundukları sağlık
hizmetinden doğan alacaklarının mülkiyet hakkı kapsamında bulunduğu açıktır.
Dolayısıyla SGK alacağının tahsilinin riske gireceğinin öngörülmesi hâlinde, en
az üç müfettişten oluşan komisyonun uygun görüşü ve Rehberlik ve Teftiş
Başkanının onayıyla altı ayı geçmemek üzere, inceleme veya soruşturma
sonuçlanıncaya kadar sağlık hizmeti sunucusunun Kurum nezdindeki muaccel veya
müeccel alacaklarının ödemesinin durdurulması, mülkiyet hakkına müdahale niteliği
taşımaktadır.
Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak
düzenlenmemiş, kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği
öngörülmüştür. Ayrıca Anayasa’nın 13. maddesi uyarınca mülkiyet hakkına yönelik
sınırlamalar, demokratik toplum gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı
olamaz. Ölçülülük, kamu yararının korunması ile bireyin hak ve özgürlükleri
arasında adil bir dengenin sağlanmasını gerektirmektedir. Öngörülen tedbirin,
maliki olağandışı ve aşırı bir yük altına sokması durumunda müdahalenin ölçülü
olduğundan söz edilemez.
Maddenin gerekçesinde, telafisi güç veya imkânsız bir zararın
ortaya çıkması durumunda, sonradan tahsili imkânsız hâle geleceği anlaşılan bu
tür zararların müfettiş incelemesi sonuçlanıncaya kadar ödenmesinin
engellenmesiyle, ortaya çıkmış olan bir zararın hukuki işlemler neticesinde
tahsilâtının imkânsız hâle gelmesinin önüne geçilmesinin amaçlandığı
belirtilmiştir.Kanun koyucunun kamu alacağının tahsilinin güvenceye bağlanması
yolunda düzenleme yapmasında kamu yararı bulunmadığı söylenemez.
Sağlık hizmeti sunucusunun alacağının ödenmesinin durdurulması
tedbiri, SGK müfettişlerince yapılan inceleme veya soruşturma esnasında yapılan
tespitlere bağlı olarak Kurum alacağının tahsilinin riske gireceğinin
öngörülmesi hâlinde uygulanabilecektir. Dolayısıyla durdurma kararının
alınabilmesi için müfettişlerce Kurumun zarara uğratıldığı yolunda somut
olgulara dayanan tespitlerin yapılmış olması ve bu alacağın tahsilinin riske
gireceğine ilişkin ciddi karinelerin bulunması şartlarının bir arada
gerçekleşmesi gerekir. Ayrıca alacağın ödenmesinin durdurulması tedbirinin,
inceleme veya soruşturmayı yapan müfettişin dışında en az üç müfettişten oluşan
komisyonun uygun görüşü alındıktan sonra Rehberlik ve Teftiş Başkanının
onayıyla uygulanması öngörülmek suretiyle tedbirin uygulanması için gereken
koşulların oluşup oluşmadığı hususunun SGK içinden de bir denetim süzgecinden
geçirilmesi temin edilmiştir.
Durdurma kararının, soruşturma konusu alacak dışındaki diğer
alacaklar yönünden en fazla altı ay süreyle uygulanabileceği kurala bağlanmış
ve bu süre içinde inceleme veya soruşturma sonuçlanmaz ise bu alacaklar
yönünden durdurma kararının kendiliğinden kalkması, bu tarihten itibaren
muaccel olan alacakların ödenmeye devam olunması öngörülmüştür. Ödenmesi
durdurulan alacağın, tahsilinin riske gireceği öngörülen alacakla orantılı
olması gerektiği de açık bir biçimde ifade edilmiştir.
Öte yandan, sağlık hizmeti sunucusunun Kurum nezdindeki muaccel
alacaklarının her biri için 6183 sayılı Kanun’un 10. maddesinin birinci
fıkrasının (2) ve (3) numaralı bentlerinde sayılanlar kapsamında teminat
verilmesi hâlinde durdurma kararının bu kararı uygulayan Kurum ünitesi
tarafından kaldırılması ve Kurum nezdindeki alacaklarının ödenmesi kurala
bağlanmıştır.
Bütün bu hususlar dikkate alındığında, sağlık hizmeti sunucusunun
alacaklarının ödenmesinin durdurulması tedbirinin uygulanabilmesi için gereken
koşulların kanunda açık, net ve anlaşılır bir biçimde düzenlendiği ve Kanun’un,
malikin menfaatlerini tamamen gözardı etmediği, malikin haklarının korunması
açısından da yeterli güvenceler içerdiği anlaşılmaktadır. Tedbirin uygulanması
için gereken koşullar bir arada değerlendirildiğinde, malike, olağanüstü ve
katlanılamaz bir yük yüklenmediği ve sağlık hizmeti sunucularının alacaklarının
ödenmesinin durdurulması tedbirinin açıkça ölçüsüz olmadığı sonucuna
ulaşılmaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 13. ve 35.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın, Anayasa’nın 2. ve 14. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
2- Dördüncü Fıkra
Dava dilekçesinde,SGK tarafından sözleşmesi feshedilmiş sağlık
hizmeti sunucusuyla, idari işleme karşı dava açma süresi geçmeden veya
sözleşmenin feshinin hukuka uygun olduğu yargı kararıyla kesinleşmeden, tek
taraflı tahakkuk ettirilen Kurum alacakları tahsil edilmeden ve en az bir
yıllık fesih süresi geçmeden yeni bir sözleşme yapılmamasını öngören
düzenlemenin hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmadığı, sağlık hizmeti sunucusunun
üçüncü kişilere devri hâlinde, feshe neden olan Kurum alacakları tahsil
edilmeden ve en az bir yıllık fesih süresi geçmeden devralan sağlık hizmeti
sunucusu ile sözleşme yapılmayacak ve sözleşme yapılmayan veya sözleşmesi
feshedilen sağlık hizmeti sunucusunun muayene ve işlemlere ilişkin fatura
bedellerinin ödenmeyecek olmasının, suçların ve cezaların şahsiliği ilkesiyle
bağdaşmadığı belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2. ve 38. maddelerine aykırı
olduğu ileri sürülmüştür.
5510 sayılı Kanun’un 103. maddesinin birinci fıkrasında,Kurumca
yapılan inceleme neticesinde sağlık hizmeti sunucularının,
- sağlık hizmeti sunulmadığı hâlde sağlık hizmeti fatura etme,
- faturanın veya faturaya dayanak oluşturan belgeleri gerçeğe
aykırı olarak düzenleme,
- 64. madde gereğince kapsam dışı tutulan sağlık hizmetlerini
kapsam içinde olan sağlık hizmetleri gibi gösterme,
- sağlık hizmetlerine hak kazanmayan kişilere sağlık hizmeti
sunarak Kuruma fatura etme,
- 73. madde gereğince belirlenen tavanın üzerinde ilave ücret
alma,
fiillerini işlediğinin veya sağlık hizmeti satın alınmasına
ilişkin sözleşmelerde belirtilen hükümlere aykırı davrandıklarının tespit
edilmesi durumunda SGK ile yaptıkları sözleşmelerin feshedilebileceği ve ayrıca
SGK tarafından belirlenecek süre içinde bu şekilde sözleşmesi feshedilen sağlık
hizmeti sunucusuyla tekrar sözleşme yapılmayacağı hükme bağlanmıştır.
Kanun’un 54. maddesiyle 5510 sayılı Kanun’un 103. maddesine
eklenen dava konusu dördüncü fıkrada, SGK tarafından sözleşmesi feshedilmiş
sağlık hizmeti sunucusuyla feshe neden olan fiillere bağlı olarak oluşan Kurum
alacakları tahsil edilmeden ve fesih süresi tamamlanmadan yeni bir sözleşme
yapılmayacağı hükme bağlanmış, söz konusu sağlık hizmeti sunucusunun devri
hâlinde ise feshe neden olan Kurum alacakları tahsil edilmeden ve en az bir
yıllık fesih süresi geçmeden devralan sağlık hizmeti sunucusu ile sözleşme
yapılmayacağı belirtilmiş, sözleşme yapılmayan veya sözleşmesi feshedilen
sağlık hizmeti sunucusunun muayene ve işlemlere ilişkin fatura bedellerinin
ödenmeyeceği öngörülmüştür.
Dava konusu kuralbir bütün olarak göz önünde bulundurulduğunda,
amacın, kamu alacağının tahsil imkânını artırmak olduğu anlaşılmaktadır. Hukuk
devletinde kanun koyucu, anayasal ilkelere uymak kaydıyla, kamu alacaklarının
tahsilini sağlamaya ve bu alacakları güvenceye bağlamaya yönelik düzenlemeler
yapabilir. Bu bağlamda, hukuka aykırı eylemleriyle Kurumu zarara uğrattıkları
tespit edilen sağlık hizmeti sunucularıyla söz konusu eylemden doğan kamu
alacağının tahsilini sağlamak amacıyla, bu alacak tahsil edilene kadar yeniden
sözleşme yapılmayacağının vemuayene ve işlemlere ilişkin fatura bedellerinin de
ödenmeyeceğininöngörülmesi kanun koyucunun takdir yetkisi kapsamındadır.
Kuralda, hangi şartlarda sözleşmenin feshedileceği açık, net ve belirgin bir
biçimde düzenlendiğinden hukuk güvenliğini zedeleyen ve hukuk devleti ilkesine
aykırılık teşkil eden bir yön bulunmamaktadır.
Söz konusu sağlık hizmeti sunucusunun devri hâlinde devralan
sağlık hizmeti sunucusu ile tekrar sözleşme yapılabilmesi için de feshe neden
olan Kurum alacaklarının tahsil edilmiş olması şartının getirilmiş olmasının da
aynı amaca yönelik olduğu anlaşılmaktadır.
6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 11. maddesinin (3) numaralı
fıkrasında, ticari işletmenin, içerdiği malvarlığı unsurlarının devri için
zorunlu tasarruf işlemlerinin ayrı ayrı yapılmasına gerek olmaksızın bir bütün
hâlinde devredilebileceği, aksi öngörülmemişse devir sözleşmesinin duran
malvarlığını, işletme değerini, kiracılık hakkını, ticaret unvanı ile diğer
fikrî mülkiyet haklarını ve sürekli olarak işletmeye özgülenen malvarlığı
unsurlarını içerdiğinin kabul olunacağı belirtilmiştir. 6098 sayılı Borçlar
Kanunu’nun 202. maddesine göre, bir malvarlığını veya bir işletmeyi aktif ve pasifleri
ile birlikte devralan, bunu alacaklılara bildirdiği veya ticari işletmeler için
Ticaret Sicili Gazetesi’nde, diğerleri için Türkiye genelinde dağıtımı yapılan
gazetelerden birinde yayımlanacak ilanla duyurduğu tarihten başlayarak, onlara
karşı malvarlığındaki veya işletmedeki borçlardan sorumlu olur.
Bu hükümler uyarınca, sağlık hizmeti sunan işletmeyi devralan
kişi, bu işletmenin tüm borçlarından sorumlu olup önceki sağlık hizmeti
sunucusunun devredilen işletmeden kaynaklanan tüm borçları işletmeyi devralan
yeni sağlık hizmeti sunucusuna geçmektedir. Dolayısıyla devredilen işletmenin
Kuruma olan borçları da devralan sağlık hizmeti sunucusunun borcu hâline
gelmektedir. Yeni sağlık hizmeti sunucusunun borçlusu hâline geldiği kamu
alacaklarının tahsil edilmediği sürece onunla sözleşme imzalanmamasını, muayene
ve işlemlerine ilişkin fatura bedellerinin de kendisine ödenmemesini öngören
kuralda, yukarıda açıklanan gerekçelerle hukuk devletine aykırı bir yön
bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. maddesine
aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın Anayasa’nın 38. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
G- Kanun’un 61. Maddesiyle 5510 Sayılı Kanun’a Eklenen Geçici 57.
Maddenin Birinci Fıkrasının İkinci Cümlesinde Yer Alan“…ancak tahsil edilmiş
tutarlar red ve iade veya mahsup edilmez.”İbaresinin İncelenmesi
1- Anlam ve Kapsam
5510 sayılı Kanun’un 8. maddesinin üçüncü fıkrasında, 4. maddenin
birinci fıkrasının (b) bendinde sayılan sigortalıların, anılan bentte
belirtilen tarihlerden itibaren kendi mevzuatına göre kayıt veya tescili yapan
ilgili kurum, kuruluş ve birliklerin, vergi daireleri ile Esnaf ve Sanatkâr
Sicil Müdürlüğünün sigortalı işe giriş bildirgesi düzenleyerek SGK’ya vermekle
yükümlü oldukları hükme bağlanmıştır.
5510 sayılı Kanun’un 9. maddesinin birinci fıkrasının (b)
bendinde, 4. maddenin birinci fıkrasının (b) bendi kapsamındaki sigortalıların,
sigortalılıklarının hangi tarihlerde sona ereceği açıklanmış, üçüncü fıkrasında
ise sigortalılıkları (b) bendinde belirtilen şekillerde sona erenlerin
durumlarının kendileri ve sözü edilen bentte belirtilen faaliyetin sona erme
hâlinin bildirildiği kuruluşlar veya vergi daireleri tarafından, en geç on gün
içinde Kuruma bildirileceği kurala bağlanmıştır.
5510 sayılı Kanun’un 11. maddesinin üçüncü fıkrasında, işverenin,
örneği SGK tarafından hazırlanacak işyeri bildirgesini en geç sigortalı çalıştırmaya
başladığı tarihte SGK’ya vermekle yükümlü olduğu; altıncı fıkrasında ise
valilikler, belediyeler ve ruhsat vermeye yetkili diğer kamu ve özel hukuk
tüzel kişilerinin, yapı ruhsatı ve diğer tüm ruhsat veya ruhsat niteliği
taşıyan işlemlerine ilişkin bilgi ve belgeler ile varsa bunların verilmesine
esas olan istihdama ilişkin bilgileri, verildiği tarihten itibaren bir ay
içinde SGK’ya bildirmekle yükümlü oldukları ifade edilmiştir.
5510 sayılı Kanun’un, “Kurumca verilecek idari yaptırımlar”ı
düzenleyen 102. maddesinin birinci fıkrasının;
- (b) bendinin (1) numaralı alt bendiyle, Kanun’un 11. maddesinin
üçüncü fıkrasıyla kamu idarelerine yüklenen yükümlülüklerin,
- (g) bendiyle, Kanun’un 8. maddesinin üçüncü fıkrası ile 9.
maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde belirtilenler yükümlülüklerin,
- (h) bendiyle, 11. maddesinin üçüncü fıkrasıyla ticaret sicil
memurluklarına yüklenen yükümlülükler ile aynı maddenin altıncı fıkrasında
belirtilen yükümlülüğün,
yerine getirilmemesi hâlinde idari para cezası uygulanması
öngörülmüştür.
Kanun’un 61. maddesiyle 5510 sayılı Kanun’a eklenen geçici 57.
maddenin birinci fıkrasında, 5510 sayılı Kanun’un 8. maddesinin üçüncü
fıkrasında ve 9. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde belirtilenler için
9. maddenin üçüncü fıkrasında belirtilen yükümlülükler ile 11. maddenin üçüncü
ve altıncı fıkrasında belirtilen yükümlülüklerden bu maddenin yürürlük
tarihinden itibaren üç ay içinde yerine getirilmiş olanların, kanuni süresinde
yerine getirilmiş sayılacağı ve bu şekilde yerine getirilmiş sayılan yükümlülükler
için idari para cezası uygulanmayacağı öngörülmektedir.
Fıkranın dava konusu kuralı da içeren ikinci cümlesinde, bu
yükümlülükler için daha önce uygulanan idari para cezalarının, kesinleşip
kesinleşmediğine bakılmaksızın terkin edileceği belirtilmiştir. İlgilerin bu
imkândan yararlanabilmesi için değinilen yükümlülüklerin bu maddenin yürürlük
tarihinden itibaren üç ay içinde yerine getirilmesi zorunlu kılınmıştır. Dava
konusu kuralla, tahsil edilmiş tutarların ret ve iade veya mahsup edilmeyeceği
hükme bağlanmak suretiyle bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce ödemesini
tamamlamış olanlara geri ödeme yapılmayacağı kurala bağlanmıştır.
2- Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
Dava dilekçesinde, idari para cezasını hiçödemeyenlerle geç ya da
eksik ödeyenlerin borcu terkin edilirken zamanında ödeme yapanların ödedikleri
tutarların iade edilmemesinin, kanunun gereğini yerine getirenlerin
cezalandırılması anlamını taşıyacağı belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2. ve
10. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Anayasa’nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyal bir hukuk
devleti olduğu belirtilmiş 5. maddesinde de, kişilerin ve toplumun refah huzur
ve mutluluğunu sağlamak üzere siyasal, ekonomik ve sosyal engellerin
kaldırılması devletin temel görevleri arasında sayılmıştır. Sosyal devlet,
sosyal adaletin, sosyal refahın ve sosyal güvenliğin gerçekleşmesini sağlayan
devlettir. Ekonomik ve mali politikalar sosyal devletin gerçekleşmesini
sağlayan araçlardır. Adil ve dengeli bir vergi politikası sosyal devletin
vazgeçemeyeceği ilkelerden biridir.
Sosyal hukuk devleti de, insan hak ve özgürlüklerine saygı
gösteren, ferdin huzur ve refahını gerçekleştiren ve güvence altına alan,
kişiyle toplum arasında denge kuran, özel teşebbüsün güvenlik ve kararlılık
içinde çalışmasını sağlayan, çalışma hayatının gelişmesi için sosyal, iktisadi
ve malî önlemler alarak çalışanları koruyan, milli gelirin adil biçimde
dağılmasını temin eden, hukuka bağlı ve gerçekçi bir özgürlük rejimini
uygulayan devlettir.
Kanun koyucu, yasama yetkisinin genelliği ilkesi gereğince,
Anayasa’nın 5. maddesinde belirtilen Devletin temel amaç ve görevlerini yerine
getirebilmesi için anayasal ilkelere aykırı olmaması koşuluyla yeni mali
yükümlülükler koyabileceği gibi mevcut mali yükümlülüklerin tümünü ya da bir
kısmını kaldırma yetkisine de sahiptir. Ancak bu amaçla çıkarılacak kanunların
kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil
kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın
gereğidir.
Kanun’un 61. maddesiyle 5510 sayılı Kanun’a eklenen geçici 57.
maddeyle, anılan Kanun’dan doğan bildirim yükümlülüklerini yerine getirmeyen
kişilerin, bu yükümlülüklerini maddenin yürürlük tarihinden itibaren üç ay
içinde yerine getirmeleri hâlinde kanuni süresinde yerine getirilmiş sayılması
ve bu şekilde yerine getirilmiş sayılan yükümlülükler için idari para cezası
uygulanmaması, daha önce uygulanan idari para cezalarının ise kesinleşip
kesinleşmediğine bakılmaksızın terkin edilmesi öngörülmektedir. Dava konusu
kuralla, tahsil edilmiş tutarların red ve iade veya mahsup edilmeyeceği hükme
bağlanmak suretiyle maddenin kapsamı, henüz tahsil edilmemiş idari para
cezalarıyla sınırlandırılmaktadır.
Maddenin gerekçesinde, kuralla, 5510 sayılı Kanun’un 4. maddesine
tabi sigortalıları bildirim yükümlülüğü bulunan kurum ve kuruluşlara ek süre
verilerek bildirimlerini yapmalarına imkân tanınmasının amaçlandığı
belirtilmektedir. Bu amacın kamu yararına dönük olmadığı söylenemez. Kamu
yararı gözetilerek getirilen borcun terkini imkânının, Kanun’un yürürlüğe
girdiği tarihten önce ödenen borçlara uygulanmayarak henüz tahsil edilmemiş
kamu alacaklarıyla sınırlandırılması hukuk devleti ilkesine aykırılık
oluşturmadığı gibi borcunu ödeyenlerin cezalandırılması amacını da
taşımamaktadır.
Öte yandan, ödenmekle hukuki varlığı sona eren ve“ifa edilmiş
borç”statüsü kazanan kamu alacakları ile henüz ödenmemiş ve“borç”niteliğini
koruyan kamu alacaklarının aynı nitelikte görülmesi mümkün değildir. Dava
konusu kuralda, Kanun’un geçici 61. maddesinin yürürlüğe girdiği tarihte henüz
ödenmemiş borçlar arasında bir ayrım yapılmadığına göre kuralın eşitlik
ilkesine aykırı bir yönü bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. ve 10.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Ğ- Kanun’un 64. Maddesiyle 5521 Sayılı Kanun’un 7. Maddesine
Eklenen Dördüncü Fıkranın İkinci Cümlesinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralla, hizmet tespiti davalarında
SGK’nın dava edilen işverenle birlikte davalı olması yerine, işverenin yanında
ferî müdahil olması öngörülerek usul hukukunun temel normlarıyla bağdaşmayan
bir düzenleme sevk edildiği ve sistemin bütünlüğünün bozulduğu, zira hizmet tespiti
davalarının işveren ile birlikte SGK aleyhine açılmasının önüne geçilerek
Kurumun vekâlet ücreti, bilirkişi ve tanık ücreti gibi yargılama masraflarından
kurtarılmasının sağlandığı,Kuruma,Devletin korumakla yükümlü tutulduğu toplumun
korunmaya muhtaç ücretli kesimleri aleyhine ferî müdahil olarak kanun yollarına
başvurma hakkı tanınmasının, sosyal hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmadığı,
ayrıca davaya davalı işveren yanında ferî müdahil olarak katılan Kuruma davalı
işveren kanun yoluna başvurmasa dahi kanun yoluna başvurma hakkı tanınmasının,
davanın sonuçlanmasını uzatarak toplumun korunmaya muhtaç ücretli kesimlerinin,
Anayasa ile güvence altına alınmış sosyal güvenlik haklarına geç kavuşmalarına
neden olacağından adil yargılanma hakkını zedelediği belirtilerek kuralın,
Anayasanın 2., 36., 90. ve 141. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
6216 sayılı Kanun’un 43. maddesine göre, ilgisi nedeniyle dava
konusu kural Anayasa’nın142. maddesiyönünden de incelenmiştir.
Kanun’un 64. maddesiyle 5521 sayılı Kanun’un 7. maddesine eklenen
dördüncüfıkranın birinci cümlesiyle, hizmet akdine tabi çalışmaları nedeniyle
zorunlu sigortalılık sürelerinin tespiti talebi ile işveren aleyhine açılan
davalarda, davanın Kuruma resen ihbar edileceği öngörülmüş; dava konusu ikinci
cümlesiyle ise ihbar üzerine davaya davalı yanında ferî müdahil olarak katılan
Kurumun, yanında katıldığı taraf başvurmasa dâhi kanun yoluna başvurabileceği
hüküm altına alınmıştır.
Anayasanın 142. maddesinde,“Mahkemelerin kuruluşu, görev ve
yetkileri, işleyişi ve yargılama usulleri kanunla düzenlenir.”hükmüne yer
verilmiştir. Hukuk devletinde kanun koyucu, Anayasa’nın temel ilkelerine ve
Anayasa’da öngörülen güvence kurallarına bağlı kalmak koşuluyla, yargılama
usullerinin belirlenmesi konusunda takdir yetkisine sahiptir. Ancak,
kanunların, kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif,
adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti
olmanın gereğidir. Bu nedenle kanun koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine
tanınan bu takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu
yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir.
6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’nun 66. ve devamı
maddelerinde düzenlenen ferî müdahale, hakkı veya borcu başkasının açtığı
davanın sonucuna bağlı olan ya da davaya konu olan kararın aynen kalmasında
veya iptalinde menfaati bulunan kimsenin duruma göre ya davacı veya davalı
yanında yer almasını ifade eden bir usul hukuku müessesesidir. Ferî müdahalenin
amacı, bir kimsenin, tarafı bulunmadığı bir davanın sonucunun ileride açacağı
veya kendisine karşı açılacağı muhtemel olan başka bir davayı etkileyecek
olması durumunda tarafı bulunmadığı bu davada da lehine olabilecek tüm bilgi,
belge ve delillerin mahkemenin bilgisine ve değerlendirmesine sunabilmesine
imkân sağlamaktır.
6100 sayılı Kanun’a göre, ferî müdahale talebinin kabulüne karar
verilen üçüncü kişi, lehine müdahale talebinde bulunduğu tarafın yardımcısı
konumuna girer ve onunla birlikte hareket eder. Ferî müdahil, ancak lehine
müdahale ettiği tarafın iradesine uygun olan işlemleri yapabilir. Hüküm, sadece
lehine müdahalede bulunulan taraf hakkında verileceğinden bu hükme karşı temyiz
yoluna başvurma hakkı da asıl tarafa aittir. Bununla birlikte asıl tarafın
hükmü temyiz etmesi durumunda ferî müdahilin de hükmü, lehine katıldığı tarafla
birlikte temyiz etmesi mümkündür.
Dava konusu kuralla, hizmet akdine tabi çalışmaları nedeniyle
zorunlu sigortalılık sürelerinin tespiti talebi ile işveren aleyhine açılan
davalarda, 6100 sayılı Kanun’dan farklı olarak, davalı yanında ferî müdahil
olarak katılan SGK’nın, yanında katıldığı taraf başvurmasa dâhi kanun yoluna
başvurabilmesine imkân sağlanmıştır.
Dava konusu kuralda sözü edilen hizmet tespit davası 5510 sayılı
Kanun’a göre sigortalı sayılan işlerde çalışanların SGK tarafından tespit
edilemediği veya eksik bildirilmiş hizmetlerin tescil edilmediğinin sonradan öğrenildiği
durumlarda bu hususların tespiti amacıyla açılan bir davadır. Bu dava, 5510
sayılı Kanun’un 86. maddesinin son fıkrasına dayanılarak açılmaktadır. Anılan
fıkraya göre, aylık prim ve hizmet belgesi işveren tarafından verilmeyen veya
çalıştıkları SGK tarafından tespit edilemeyen sigortalılar, çalıştıklarını
hizmetlerinin geçtiği yılın sonundan başlayarak beş yıl içerisinde iş
mahkemesine başvurarak, alacakları ilâm ile ispatlayabilirlerse, bunların
mahkeme kararında belirtilen aylık kazanç toplamları ile prim ödeme gün
sayıları dikkate alınır. SGK tarafından mahkeme kararında belirtilen aylık
kazanç toplamları ile prim ödeme gün sayıları dikkate alınarak ilgilinin hizmet
süresi hesaplanmaktadır.
Uygulamada, hizmet tespit davalarında işveren ile birlikte SGK da
hasım gösterilmektedir. Yerleşik Yargıtay içtihadına göre, Kuruma husumet
yöneltilmeyen hizmet tespit davalarına ilişkin kararların uygulanması
zorunluluğu bulunmamaktadır. Bunun için açılan davalarda Kurumun hasım olarak
gösterilmesi gerekmektedir.
Kanun’un 64. maddesiyle 5521 sayılı Kanun’un 7. maddesine eklenen
dördüncü fıkrayla, hizmet tespit davalarının SGK’ya ihbar edilmesi mecburiyeti
getirilmek suretiyle SGK’nın hasım olarak gösterilmesi yerine, işveren yanında
ferî müdahil olarak katılması öngörülmüş ve ayrıca dava konusu kuralla dayanında
katıldığı taraf başvurmasa dâhi kanun yoluna başvurabilmesi mümkün kılınmıştır.
Hizmet tespit davalarında ferî müdahil olarak işveren yanında
katılan SGK’nın,işverenin başvurmaması durumunda dâhi kanun yoluna
başvurabilmesinin, 6100 sayılı Kanun’da yer alan ferî müdahaleye ilişkin
hükümlerle uyarlı olmadığı açıktır. Ancak Anayasa Mahkemesince yapılan
anayasallık denetiminde ölçü norm Anayasa hükümleri olup 6100 sayılı Kanun
hükümlerin esas alınması mümkün değildir.
Öte yandan ferî müdahale bir usul hukuku müessesesi olup yukarıda
açıklandığı üzere hukuk devletinde kanun koyucu, Anayasa’nın temel ilkelerine
ve Anayasa’da öngörülen güvence kurallarına bağlı kalmak koşuluyla, yargılama
usullerinin belirlenmesi konusunda takdir yetkisine sahiptir. Bu itibarla,
kimlerin, hangi davalarda ve ne tür koşullarda ferî müdahil olabileceği ile
ferî müdahilin yetkilerinin belirlenmesi, anayasal ilke ve güvencelere aykırı olmamak
kaydıyla kanun koyucunun takdirindedir.
Maddenin gerekçesinden, kuralın amacının, Kurum aleyhine veya
lehine yargılama giderine hükmedilmesinin engellenmesi olduğu anlaşılmaktadır.
Hizmet tespiti davalarında, uyuşmazlığın asıl tarafları, işçi ile işveren olup
Kurumun uyuşmazlığın özüyle bir ilgisi bulunmamaktadır. Ancak, bu davanınsonucunda
verilecek kararda belirtilen aylık kazanç toplamları ile prim ödeme gün
sayıları dikkate alınarak ilgilinin hizmet süresini hesaplaması gerekeceğinden
kamu menfaatlerinin de yeterince korunabilmesi amacıyla, SGK’nın da bu
davalarda hasım olarak gösterilmesi gerektiği Yargıtay içtihatlarıyla kabul
edilmiştir. SGK’nın hasım olarak gösterilmesi, davalıya yükletilen tüm
yargılama giderlerinden işverenle birlikte sorumlu olmasına neden olmaktadır.
Bu durum, hakkaniyete aykırı sonuçlar doğurabilmektedir.Kanun koyucunun,SGK’nın
tarafı bulunmadığı bir uyuşmazlıkta hasım gösterilmesi sebebiyle yargılama
giderlerine mahkûm edilmesini engellemek amacıyla, hizmet tespit davalarında
sadece ferî müdahil olması yolunda düzenleme yapması takdir yetkisi kapsamında
kalmaktadır.
Öte yandan, SGK, davanın tarafı olmayıp sadece ferî müdahil olarak
davaya katılmış olsa da5521 sayılı Kanun’un 7. maddesinin dördüncüfıkranın
üçüncü cümlesi uyarınca, yargılama sonucu verilecek kararı kesinleştikten sonra
uygulamakla yükümlüdür. Ferî müdahil sıfatıyla davaya katılan Kuruma, uygulamak
ve sonucuna göre işlem yapmakla yükümlü olduğu karara karşı, asıl tarafın
iradesinden bağımsız olarak kanun yollarına başvurma hakkı tanınmasında hukuk
devleti ilkesiyle çelişen bir yön bulunmamaktadır.
Davalı tarafın temyiz iradesi bulunmadığı hâlde ferî müdahil olan
Kurumun hükmü temyiz etmesinin, davalıya isabet eden yargılama giderlerinin
artmasına yol açabileceği tabiidir. Zira temyiz isteminin reddi durumunda
temyiz yargılama giderlerinden kural olarak temyiz isteminde bulunan taraf
sorumlu olacaktır. Ancak 6100 sayılı Kanun’un 328. maddesinde ferî müdahil
olarak davada yer alan kimsenin, yanında katıldığı tarafın haksız çıkması
durumunda ferî müdahale giderinden sorumlu tutulacağı hükme bağlandığından
SGK’nın, işveren tarafın iradesi bulunmamasına rağmen kararı temyiz etmiş ve
temyiz istemi de reddedilmişse bu takdirde temyiz yargılama giderlerinin SGK
üzerinde bırakılması gerekmektedir. Dolayısıyla Kurumun, davalı işverenin
temyiz talebi bulunmaksızın yapacağı temyizin davalıya külfet yüklemesi söz
konusu olmadığından bu yönüyle de Anayasa’ya aykırı bir husus görülmemektedir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. ve 142.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın Anayasa’nın 36., 90. ve 141. maddeleriyle ilgisi
görülmemiştir.
H- Kanun’un 73. Maddesinin (6) Numaralı Fıkrasının Birinci
Cümlesinde Yer Alan “…dava açmamaları, açılmış davalardan vazgeçmeleri ve
kanun yollarına başvurmamaları şarttır.” İbaresininİncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralla,kişilerin yargı mercileri
önünde sahip oldukları anayasal hakların seçimlik hakka indirgenmek suretiyle
engellendiği, Kanunla sağlanan yeniden yapılandırma hakkından yararlanılması,
dava açmama, açılan davalardan vazgeçme ve kanun yoluna başvurmama koşullarına
bağlanarak borcun kaynağında yatan idari işleme karşı yargı yolunun kapatıldığı
belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 36. ve 125. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
6216 sayılı Kanun’un 43. maddesine göre, ilgisi nedeniyle dava
konusu kural Anayasa’nın2. ve 13. maddeleriyönünden de incelenmiştir.
Kanun’un 73. maddesiyle,213 sayılı Vergi Usul Kanunu kapsamına
giren vergiler ile bunlara bağlı cezaların, çeşitli kanunlar gereğince verilen
idari para cezalarının, ayrıca Maliye Bakanlığına bağlı tahsil dairelerince
6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun kapsamında takip
edilen adli ve idari para cezaları ile diğer bazı kamu alacaklarının
ferîlerinin (bunlara bağlı faiz, cezai faiz, gecikme faizi, gecikme zammının)
tahsilinden, belli koşulların yerine getirilmesi kaydıyla vazgeçilmesi ve tüm
borcun yeniden yapılandırılması öngörülmektedir. Maddenin kapsamı, 30.4.2014
tarihinden (bu tarih dâhil) önce tahakkuk etmiş ve kesinleşmiş kamu
alacaklarıyla sınırlı tutulmuştur. Kanun’dan yararlanılabilmesi için kamu
alacağının kesinleşmiş olması ve Kanun’un yayımlandığı tarih itibarıyla vadesi
geldiği hâlde ödenmemiş olması ya da ödeme süresi henüz geçmemiş bulunması
gerekmektedir.
Ayrıca bu alacakların ödenmemiş kısmının tamamı ile tahsilinden
vazgeçilen ferî alacak (faiz, cezai faiz, gecikme faizi, gecikme zammı gibi)
yerine bu Kanun’un yayımlandığı tarihe kadar Yİ-ÜFE aylık değişim oranları esas
alınarak hesaplanacak tutarın; ödenmemiş alacağın sadece ferî alacaktan ibaret
olması hâlinde ise ferî alacak yerine Yİ-ÜFE aylık değişim oranları esas
alınarak hesaplanacak tutarın, bu maddede belirtilen süre ve şekilde tamamen
ödenmiş olması gerekmektedir. Bir vergi aslına bağlı olmaksızın kesilmiş olan
vergi cezalarının ise % 50’sinin, bu maddede belirtilen süre ve şekilde tamamen
ödenmesi şartıyla cezaların kalan % 50’sinin tahsilinden vazgeçilmektedir. Bu
madde hükümlerinden yararlanmak isteyen borçluların, maddede öngörülen
şartların yanı sıra madde kapsamında ödenecek tutarları, ilk taksiti bu
Kanun’un yayımlandığı tarihi izleyen üçüncü aydan başlamak üzere ikişer aylık
dönemler hâlinde azami on sekiz eşit taksitte ödemeleri gerekmektedir.
Maddenin (6) numaralı fıkrasında yer alan dava konusu ibareyle, bu
maddeyle getirilen borcun yeniden yapılandırılması imkânından yararlanmak
isteyen borçluların, maddede belirtilen şartların yanı sıra dava açmamaları,
açılmış davalardan vazgeçmeleri ve kanun yollarına başvurmamalarının şart
olduğu belirtilmiştir.
Hukuk devletinin önemli unsurlarından biri de hak ve özgürlüklerin
tanınıp güvenceye bağlanmasıdır. Hukuk devletinin özünü hak ve özgürlükler
oluştursa da bunların sınırsızlığından söz etmek mümkün değildir. Ancak hukuk
devletinde hak ve özgürlüklere yönelik sınırlamaların istisnai nitelik taşıması
zorunludur.
Anayasa’da hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının ölçütü
Anayasa’nın 13. maddesinde gösterilmiştir. Buna göre,“Temel hak ve
hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde
belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu
sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik
Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.”
Anılan madde, hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasını, ilgili
temel hak ve özgürlüğe ilişkin Anayasa maddesinde gösterilen özel sebeplerin
bulunmasına bağlı kılmıştır. Bununla birlikte Anayasa Mahkemesi kararlarında,
özel sınırlama nedeni öngörülmemiş özgürlüklerin de o özgürlüğün doğasından
kaynaklanan bazı sınırlarının bulunduğu, ayrıca, Anayasa’nın başka maddelerinde
yer alan hak ve özgürlükler ile Devlete yüklenen ödevlerin özel sınırlama
sebebi gösterilmemiş hak ve özgürlüklere sınır teşkil edebileceği kabul
edilmektedir.
Anayasa’nın hak arama hürriyetini düzenleyen 36. maddesinin
birinci fıkrasında,“Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle
yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil
yargılanma hakkına sahiptir.”denilerek yargı mercilerine davacı ve davalı
olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil
yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır. Kişinin uğradığı bir haksızlığa
veya zarara karşı kendisini savunabilmesinin ya da maruz kaldığı haksız bir
uygulama veya işleme karşı haklılığını ileri sürüp kanıtlayabilmesinin,
zararını giderebilmesinin etkili yolu, yargı mercileri önünde dava hakkını
kullanabilmesidir.
Anayasa’nın 36. maddesinde, hak arama özgürlüğü için herhangi bir
sınırlama nedeni öngörülmemiş olmakla birlikte, bunun hiçbir şekilde
sınırlandırılması mümkün olmayan mutlak bir hak olduğu söylenemez. Yukarıda
ifade edildiği gibi, hak arama özgürlüğünün doğasından kaynaklanan bazı
sınırları bulunduğu gibi, bu hakkın Anayasa’da düzenlenen diğer hak ve
özgürlükler veya Devlete yüklenen ödevlerle çatışması durumunda da
sınırlandırılabilmesi mümkün görülmektedir.
Dava konusu kuralla Kanun’un 73. maddesinde öngörülen borcun
yeniden yapılandırılması imkânından yararlanılabilmesi için maddede belirtilen
kamu alacaklarına karşı dava açılmaması, açılmış davalardan vazgeçilmesi ve
kanun yollarına başvurulmaması koşulunun getirilmesinin hak arama özgürlüğüne
müdahale niteliği taşıdığı açıktır. Kanun koyucunun, 73. madde kapsamında kalan
kamu alacaklarının bir kısmının tahsilinden belli koşullar çerçevesinde
vazgeçilmesi ve bu suretle borcun yeniden yapılandırılması olanağı getirmesinin
kamu alacaklarının tahsil imkânının artırılması amacına dayandığı
anlaşılmaktadır.
Anayasa Mahkemesi kararlarında vurgulandığı üzere, kanun koyucu,
Anayasa’nın 5. maddesinde belirtilen Devletin temel amaç ve görevlerini yerine
getirebilmesi için anayasal ilkelere aykırı olmaması koşuluyla yeni mali
yükümlülükler koyabileceği gibi mevcut mali yükümlülüklerin tümünü ya da bir
kısmını kaldırma yetkisine de sahiptir. Kamu alacaklarının tahsil imkânının
artırılması amacıyla yeniden yapılandırılmasında ve kamu alacağının bir
kısmının tahsilinden vazgeçilmesinde kamu yararı bulunduğu açıktır. Dava konusu
kuralla da, tahsil imkânının artırılması gayesiyle yeniden yapılandırılan kamu
alacaklarına ilişkin uyuşmazlıkların sonlandırılması hedeflenmektedir.
Dolayısıyla hak arama hürriyetine yönelik dava konusu kuralla getirilen
sınırlamanın, Anayasa’nın 5. maddesiyle Devlete tanınan yetkinin kullanımıyla
doğrudan ilgili olduğu ve anayasal açıdan meşru bir amaca dayandığı
anlaşılmaktadır.
Ancak tahsil imkânının artırılması gayesiyle yeniden
yapılandırılan kamu alacaklarına ilişkin uyuşmazlıkların sonlandırılması
amacıyla hak arama hürriyetine getirilecek sınırlamanın, Anayasa’nın 13.
maddesi uyarınca, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve ölçülülük ilkesine
aykırılık taşımaması gerekmektedir. Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan
ölçülülük ilkesi, amaç ve araç arasında hakkaniyete uygun bir dengenin
bulunması gereğini ifade eder. Ölçülülük ilkesi nedeniyle kanun koyucu,
sınırlamadan beklenen kamu yararı ile bireyin hak ve özgürlükleri arasında adil
bir dengeyi sağlamakla yükümlüdür. Bu nedenle, kanun koyucu, Kanun’un 73.
maddesi kapsamında kalan ve yeniden yapılandırılan kamu alacaklarına karşı dava
açma yolunu kapatırken, gereksiz uyuşmazlıkları önleme amacı ile mükellefin
menfaatleri arasında adil bir denge kurmalıdır.
Kanun koyucu, Kanun’un 73. maddesiyle borçlulara, borçlarını
yeniden yapılandırma imkânı getirerek bu kapsamda borcun bir kısmını ödeme
yükünden kurtarma ve yapılandırılan borcu da taksitler hâlinde ödeme avantajı
sağlarken, bunun karşılığında dava konusu kuralla da, kamu alacaklarına karşı
dava açmama, açılmış davalardan vazgeçme ve kanun yollarına başvurmama yükümü
yüklemek suretiyle kamu yararı ile kişisel yarar arasında makul bir denge
kurmaya çalışmıştır. Diğer bir ifadeyle kanun koyucu, maddede belirtilen kamu
alacaklarına karşı dava açılmaması, açılmış davalardan vazgeçilmesi ve kanun
yollarına başvurulmaması koşulunu öngörürken tek taraflı bir biçimde borçlulara
yük yüklememiş, onlara çeşitli avantajlar da sağlayarak hakkaniyete uygun bir
denge kurmuştur. Borçluların hem yapılandırma imkânından yararlanması hem de
uyuşmazlığı dava konusu edebilmesi, düzenlemenin amacıyla bağdaşmayacağı gibi,
adalete uygun olarak kurulması gereken menfaatler dengesinin borçlu lehine,
kamu aleyhine bozulması sonucunu da doğuracaktır. Dolayısıyla dava konusu
kuralla getirilen sınırlamanın açıkça ölçüsüz olduğu söylenemeyeceğinden
kuralda hak arama hürriyeti ile hukuk devleti ilkesine aykırı bir yön
bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2., 13., 36 ve
125. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
I- Kanun’un 80. Maddesinin (4) Numaralı Fıkrasının Birinci
Cümlesinde Yer Alan“…dava açmamaları, açılmış davalardan vazgeçmeleri ve
kanun yollarına başvurmamaları şarttır.”ibaresininİncelenmesi
Dava dilekçesinde, Kanun’un 73. maddesinin (6) numaralı fıkrasında
yer alan “…dava açmamaları, açılmış davalardan vazgeçmeleri ve kanun
yollarına başvurmamaları şarttır.”ibaresi için açıklanan gerekçelerlekuralın,
Anayasa’nın 36. ve 125. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
6216 sayılı Kanun’un 43. maddesine göre, ilgisi nedeniyle dava
konusu kural Anayasa’nın2. ve 13. maddeleriyönünden de incelenmiştir.
Kanun’un 80. maddesiyle Gümrük ve Ticaret Bakanlığına bağlı tahsil
dairelerince, 30.4.2014 tarihinden (bu tarih dâhil) önce 4458 sayılı Gümrük
Kanunu ve ilgili diğer kanunlar kapsamında gümrük yükümlülüğü doğan ve 6183
sayılı Kanun hükümlerine göre takip edilen gümrük vergileri ve idari para
cezalarının ferîlerinin(bunlara bağlı faiz, cezai faiz, gecikme faizi,
gecikme zammının) tahsilinden, belli koşulların yerine getirilmesi kaydıyla
vazgeçilmesi öngörülmektedir. Maddenin kapsamı, 30.4.2014 tarihinden (bu tarih
dâhil) önce tahakkuk etmiş ve kesinleşmiş kamu alacaklarıyla sınırlı
tutulmuştur. Kanun’dan yararlanılabilmesi için kamu alacağının kesinleşmiş
olması ve Kanun’un yayımlandığı tarih itibarıyla vadesi geldiği hâlde ödenmemiş
olması ya da ödeme süresi henüz geçmemiş bulunması gerekmektedir.
Ayrıca bu alacakların ödenmemiş kısmının tamamı ile tahsilinden
vazgeçilen ferî alacak (faiz, cezai faiz, gecikme faizi, gecikme zammı gibi)
yerine bu Kanun’un yayımlandığı tarihe kadar Yİ-ÜFE aylık değişim oranları esas
alınarak hesaplanacak tutarın; ödenmemiş alacağın sadece ferî alacaktan ibaret
olması hâlinde ise ferî alacak yerine Yİ-ÜFE aylık değişim oranları esas
alınarak hesaplanacak tutarın, bu maddede belirtilen süre ve şekilde tamamen
ödenmiş olması gerekmektedir. Vadesi geldiği hâlde ödenmemiş olan ya da ödeme
süresi henüz geçmemiş bulunan ve bir vergi aslına bağlı olmaksızın 4458 sayılı
Kanun ve ilgili diğer kanunlar kapsamında kesilmiş olan idari para cezaları ile
5326 sayılı Kabahatler Kanunu’nun iştirak hükümleri nedeniyle kesilmiş olan
idari para cezalarının %50’sinin bu maddede belirtilen süre ve şekilde tamamen
ödenmesi şartıyla cezaların kalan %50’sinin tahsilinden vazgeçilmektedir.
Bu madde hükümlerinden yararlanmak isteyen borçluların maddede
öngörülen şartların yanı sıra madde kapsamında ödenecek tutarları, ilk taksiti
bu Kanun’un yayımlandığı tarihi izleyen üçüncü aydan başlamak üzere ikişer
aylık dönemler hâlinde azami on sekiz eşit taksitte ödemeleri gerekmektedir.
Maddenin (4) numaralı fıkrasında yer alan dava konusu ibarelerle,
bu maddeyle getirilen borcun yeniden yapılandırılması imkânından yararlanmak
isteyen borçluların, maddede belirtilen şartların yanı sıra dava açmamaları,
açılmış davalardan vazgeçmeleri ve kanun yollarına başvurmamalarının şart
olduğu belirtilmiştir.
Kanun’un 73. maddesinin (6) numaralı fıkrasında yer alan “…dava
açmamaları, açılmış davalardan vazgeçmeleri ve kanun yollarına başvurmamaları
şarttır.”ibaresi için açıklanan gerekçeler dava konusu kural yönünden de
geçerlidir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2., 13., 36 ve
125. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ bu görüşe katılmamışlardır.
İ- Kanun’un 87. Maddesiyle Değiştirilen 5846 Sayılı Kanun’un 47.
Maddesinin Birinci Fıkrasının Birinci Cümlesininİncelenmesi
1- Anlam ve Kapsam
Kanun’un 87. maddesiyle 5846 sayılı Kanun’un “Kamuya maletme”
başlıklı 47. maddesi bütünüyle değiştirilmiştir. 5846 sayılı Kanun’un 47.
maddesinin, Kanun’un 87. maddesiyle değişmeden önceki hâlinde, memleket kültürü
için önemi haiz görülen bir eser üzerindeki mali haklardan faydalanma
yetkisinin, hak sahiplerine münasip bir bedel ödenmesi suretiyle koruma
süresinin bitiminden önce Bakanlar Kurulu kararnamesiyle kamuya mal
edilebileceği hükme bağlanmıştır. Anılan maddeye göre mali haklardan faydalanma
yetkisinin, hak sahibine uygun bir bedel ödenmesi kaydıyla koruma süresinin
bitiminden önce bir Bakanlar Kurulu kararnamesiyle kamuya mal edilebilmesi
için, eserin memleket kültürü bakımından önemli görülmesi, Türkiye’de veya Türk
vatandaşları tarafından Türkiye dışında yayımlanmış olması, mali haklara
ilişkin koruma süresinin dolmamış bulunması, yayımlanmış eser nüshalarının iki
yıldan beri tükenmiş bulunması ve hak sahibinin uygun bir süre içinde eserin
yeni bir baskısını yapmayacağının tespit edilmesi şartlarının bir arada
gerçekleşmesi gerekmektedir.
Maddenin yeni hâlinde de Bakanlar Kuruluna, hak sahibine uygun bir
bedel ödenmesi kaydıyla koruma süresinin bitiminden önce bir eser üzerindeki
hakları kamuya maletme yetkisi tanınmakta, önceki hâlinde olduğu gibi, eser
üzerindeki hakların kamuya mal edilebilmesi için eserin memleket kültürü
yönünden önemli görülmesi ve Türkiye’de veya Türk vatandaşları tarafından
Türkiye dışında yayımlanmış olması şartları aranmaktadır.
Bununla birlikte maddenin yeni hâlinin, bazı yönlerden önceki
düzenlemeden ayrıştığı görülmektedir. Yeni düzenlemede, “yayımlanmış eser
nüshalarının iki yıldan beri tükenmiş bulunması ve hak sahibinin uygun bir süre
içinde eserin yeni bir baskısını yapmayacağının tespit edilmesi şartlarının bir
arada gerçekleşmesi” şartı kaldırılmıştır. Dolayısıyla yeni düzenlemeye
göre, eser üzerindeki hakların kamuya mal edilebilmesi için eserin tükenmiş
bulunması gerekmediği gibi yeniden yayınlanacak olup olmamasının da bir önemi
bulunmamaktadır.
Önceki düzenlemede, kamuya mal edilme işleminin “koruma
süresinin bitiminden önce” yapılması gerektiği belirtilmekle beraber eser
sahibinin ölümünden önce yapılmayacağına dair herhangi bir hükme yer
verilmemiştir. Dolayısıyla eski düzenlemeye göre eser sahibi henüz hayatta olsa
bile kamuya maletme işleminin tesis edilmesi mümkündür. Yeni düzenlemede ise
kamuya maletme işleminin eser sahibinin ölümünden sonra yapılabileceği açıkça
belirtilerek ölümünden önce eser üzerindeki haklarının kamuya mal edilmesi
imkânsız hâle getirilmiştir.
Son olarak, önceki düzenlemede sadece “mali haklardan
yararlanma yetkisi”nin kamuya mal edilmesi öngörülmüşken yeni düzenlemede,
herhangi bir ayrım yapılmaksızın eser üzerindeki hakların kamuya mal
edilebileceği belirtilmiştir. Kanun’da eser sahibine tanınan manevi haklar;
eseri kamuya sunma hakkı (m. 14), eserde sahibinin adını belirtme hakkı (m.
15), eserde değişiklik yapılmasını yasaklama hakkı (m. 16) ve eserin üzerinde
somutlaştığı malın malik ve zilyetlerine karşı olan hakları (m. 17); mali
haklar iseişleme hakkı (m. 21), çoğaltma hakkı (m. 22), yayma hakkı (m. 23),
temsil hakkı (m. 24) ve işaret, ses ve/veya görüntü nakline yarayan araçlarla
umuma iletim hakkı (m.25) şeklinde sayılmıştır.
Kuralda, herhangi bir ayrım yapılmaksızın eser üzerindeki hakların
kamuya mal edilebileceği ifade edilmiş ise de eser üzerindeki hakların, “eser
sahibinin ölümünden sonra”kamuya mal edilebileceği açık bir şekilde
belirtildiğinden kamuya maletme işlemiyle kamuya geçecek olan hakların, eser
sahibinin ölümünden sonra kullanılabilecek olanlarla sınırlı olduğu anlaşılmaktadır.
Diğer bir ifadeyle, hangi haklar eser sahibinin ölümünden sonra da
kullanılabiliyorsa o haklar kamuya mal edilecektir.
5846 sayılı Kanun’un 26.maddesinin birinci fıkrasında, eser
sahibine tanınan mali hakların zamanla mukayyet olduğu hükme bağlanmış; 27.
maddesinin birinci fıkrasıyla da koruma süresi, eser sahibinin yaşadığı müddet
ve ölümünden itibaren yetmiş yıl ile sınırlanmıştır. Dolayısıylaeser sahibinin
mirasçıları, eser üzerindeki mali haklardan eser sahibinin ölümünden sonraki yetmiş
yıllık süre boyunca yararlanmaya devam edeceklerinden dava konusu kural
uyarınca tesis edilecek kamuya maletme işleminin mali hakları kapsadığı
hususunda tereddüt bulunmamaktadır.
Öte yandan 5846 sayılı Kanun’da, eser sahibinin eser üzerindeki
manevi haklarının kullanım yetkisinin de, eser sahibinin ölümünden sonra bir
başkasına veya mirasçılarına devrine veya intikaline belli ölçüde cevaz
verilmiştir. Kanun’un 19.maddesinin birinci fıkrasına göre, eser sahibinin 14.
maddenin birinci fıkrasında düzenlenen, “eserin kamuya sunulması hakkı”ile
15. maddenin birinci fıkrasında düzenlenen, “eser sahibinin adı veya müstear
adı ile yahut adsız olarak umuma arz etme hakkı”nın, eser sahibinin varsa
ölümünden önce kullanım hakkını bıraktığı üçüncü kişilerce; yoksa vasiyeti
tenfiz memurunca; bu tayin edilmemişse sırasıyla sağ kalan eş ile çocuklar ve
mansup mirasçıları, ana - babası, kardeşleri tarafından eser sahibinin
ölümünden sonra kullanılması mümkündür.
Eserin kamuya sunulması hakkı ile eser sahibinin adı veya müstear
adı ile yahut adsız olarak umuma arz etme hakkının bir kere kullanılmakla
tükenen haklardan olduğu gözetildiğinde, eser sahibinin sağlığındabu hakları
kullanmış olması durumunda, ölümünden sonra yukarıda sayılan kişilerinbu
hakları kullanması mümkün değildir.
Ayrıca5846 sayılı Kanun’un19. maddesinin ikinci fıkrasına göre,
eser sahibinin ölümünden sonra birinci fıkrada sayılan kimseler, Kanun’un 14.,
15. ve 16. maddelerinin üçüncü fıkralarında eser sahibine tanınan hakları eser
sahibinin ölümünden itibaren yetmiş yıl kendi namlarına kullanabilirler.
Kanun’un;
- 14. maddesinin üçüncü fıkrasında, eserin umuma arz edilmesi veya
yayımlanma tarzı, sahibinin şeref ve itibarını zedeleyecek mahiyette ise eser
sahibinin, başkasına yazılı izin vermiş olsa bile eserin gerek aslının gerek
işlenmiş şeklinin umuma tanıtılmasını veya yayımlanmasını menedebileceği,
- 15. maddesinin üçüncü fıkrasında, bir eserin kimin tarafından
vücuda getirildiği ihtilaflı ise yahut herhangi bir kimse eserin sahibi
olduğunu iddia etmekte ise hakiki sahibinin, hakkının tespitini mahkemeden
isteyebileceği,
- 16. maddesinin üçüncü fıkrasında ise eser sahibinin, kayıtsız ve
şartsız olarak yazılı izin vermiş olsa bile şeref ve itibarını zedeleyen veya
eserin mahiyet ve hususiyetlerini bozan her türlü değiştirilmeleri
menedebileceği,
düzenlenmektedir.
5846 sayılı Kanun’un19. maddesinin ikinci fıkrasında işaret edilen
yetkiler, eser sahibinin eser üzerindeki haklarını koruyucu nitelikte olup
anılan maddenin üçüncü fıkrası uyarınca, eser sahibi veya birinci ve ikinci
fıkralara göre salahiyetli olanların bu yetkilerini kullanmamaları durumunda,
meşru bir menfaati bulunduğunu ispatlamak kaydıyla, eser sahibinden veya
halefinden mali bir hak iktisap eden kimse bu yetkileri kullanabileceği gibi
bunların da bulunmaması veya bu yetkilerini kullanmamaları hâlinde Kültür ve
Turizm Bakanlığı 14., 15. ve 16. maddelerin üçüncü fıkralarında eser sahibine
tanınan hakları kendi namına kullanabilir. Öte yandan, 19. maddenin ikinci
fıkrasında öngörülen yetmiş yıllık sürenin sonunda, 14., 15. ve 16. maddelerin
üçüncü fıkralarında eser sahibine tanınan hakları kullanma yetkisi bütünüyle
Kültür ve Turizm Bakanlığına geçmektedir.
Sonuç olarak dava konusu kural uyarınca tesis edilecek kamuya
maletme sonucunda, işleme, çoğaltma, yayma, temsil ve Kanun’da sayılan diğer
mali haklar ile manevi haklardan, eser sahibinin ölümüyle5846 sayılı Kanun’un19.
maddesinde sayılan kişilere geçebilen, eser sahibinin eserinin kamuya
sunulması, yayımlanma zamanının ve tarzının tayin edilmesi, eserin eser
sahibinin adı veya müstear adıyla veya adsız olarak umuma arz edilmesi veya
yayımlanması yetkilerinin ve 14., 15. ve 16. maddelerin üçüncü fıkralarında
düzenlenen koruyucu yetkilerin, Bakanlar Kurulunca tayin edilecek kuruma
geçeceğinin söylenmesi mümkündür.
2-Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
a- Anayasa’nın 13. ve 35. Maddeleri Yönünden İnceleme
Dava dilekçesinde, memleket kültürü için önemi haiz eserlerin eser
sahibinin ölümünden sonraki yetmiş yıllık koruma süresi içinde,“yayımlanmış
eser nüshalarının iki yıldan beri tükenmiş olması”ve“hak sahibinin uygun
bir süre içinde eserin yeni baskısını yapmayacağının tespit edilmesi”şartları
birlikte gerçekleşmeden kamuya mal edilmesinin, eser sahibinin mirasçılarının
manevi ve mali haklarına kanunla el konulması anlamına geldiği, piyasada
bulunan ve yokluğundan söz edilemeyen eserlerin mali haklarının yanında manevi
haklarının da tek yanlı belirlenen “münasip bir bedel” karşılığında
koruma süresi içinde kamuya mal edilmesinde kamu yararından söz edilemeyeceği
gibi bunun, hak sahiplerinin eser üzerindeki mülkiyet hakkını, özüne dokunacak
şekilde ölçüsüzce sınırlandırdığı belirtilerek dava konusu kuralın, Anayasanın
13. ve 35. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Anayasa’nın 35. maddesinin birinci fıkrasında güvenceye bağlanan
mülkiyet hakkı, maddi varlığı bulunan taşınır ve taşınmaz malvarlığını
kapsadığı gibi maddi olmayan hakları da içermektedir.
Dava konusu kuralla, memleket kültürü için önemi haiz görülen
eserler üzerindeki hakların, eser sahibinin ölümünden sonra kamuya mal
edilmesine imkân tanınmaktadır. Eser sahipliğinden doğan mali hakların eser
sahibinin mirasçıları yönünden ekonomik bir değer ifade ettiği açıktır.
Mirasçılar yönünden ekonomik değer ifade eden eser sahipliğine bağlı mali
hakların mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilmesi gerektiği hususunda
tereddüt bulunmamaktadır. Manevi haklar, kişilik hakları kapsamında ve onların
özel bir türü olarak değerlendirilmekte iseler de eser sahibine tanınan manevi
hakların, manevi menfaatlerin yanında mali menfaatleri de koruduğu bir
gerçektir. Esasen mali haklar ile manevi hakların kesin çizgilerle birbirinden
ayrılması da mümkün değildir. Bu itibarla eser sahibinin manevi haklarına
ilişkin düzenlemelerin de mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilmesi
gerekmektedir.
Eser sahibinin mirasçılarının eser sahipliğinden doğan mali
hakları ile manevi haklarının kullanım yetkilerinin kamuya mal edilmesinin
mülkiyet hakkına müdahale niteliği taşıdığı hususunda kuşku bulunmamaktadır.
Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak düzenlenmemiş,
kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür.
Kamu yararı mülkiyet hakkı yönünden bir sınırlama nedeni olmanın
yanında, anayasa hukukunda kanun koyucuyu sınırlayan ve kanun yapımında göz
önünde bulundurulması gereken bir ölçüttür. Anayasa Mahkemesinin kimi
kararlarında kamu yararı kavramından ne anlaşılması gerektiği ortaya
konulmuştur. Buna göre, kamu yararı, genel bir ifadeyle, bireysel ve özel
çıkarlardan ayrı, bunlara üstün olan toplumsal yararı ifade etmektedir.
Eser sahipliğinden kaynaklanan hakların kamuya mal edilmesi,
memleket kültürü bakımından önem taşıyan eserlerin kamuya ve dolayısıyla
toplumun yararlanmasına sunulmasında devamlılığın sağlanması amacına
dayanmaktadır. Memleket kültürü bakımından önem taşıyan eserlerin, eser
sahibinin ölümünden sonra idari otoritelerce kamuya mal edilmek suretiyle
kamusal erişiminin devamlı kılınmasında kamu yararına aykırı bir yön
bulunmadığından dava konusu kuralla fikri mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin
meşru bir amaca dayanmadığı söylenemez.
Ancak mülkiyet hakkına sınırlama getirilebilmesi için meşru bir
amaca dayanılması yeterli olmayıp Anayasa’nın 13. maddesinde belirtilen diğer
güvencelere de uyulması gerekmektedir. Buna göre mülkiyet hakkına yönelik
sınırlamalar, demokratik toplum gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı
olamaz. Ölçülülük ilkesi, yasal önlemin öngörülen amaç için gerekli ve amaca
ulaşmaya elverişli olmasını, ayrıca amaç ve araç arasında hakkaniyete uygun bir
dengenin bulunması gereğini ifade eder.
Çağdaş demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde
sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Bu nedenle, temel hak ve
özgürlükler, istisnaî olarak ve özüne dokunmamak koşuluyla demokratik toplum
düzeninin gerekleri için zorunlu olduğu ölçüde ve ancak kanunla sınırlandırılabilirler.
Demokratik bir toplumda temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamanın, bu
sınırlamayla güdülen amacın gerektirdiğinden fazla olması düşünülemez.
Demokratik hukuk devletinde güdülen amaç ne olursa olsun, kısıtlamaların, bu
rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir özgürlüğün
kullanılmasını önemli ölçüde zorlaştıracak ya da ortadan kaldıracak düzeye
vardırılmaması gerekir.
Yukarıda da ifade edildiği üzere fikir ve sanat eserinin kamuya
mal edilmesi kurumuyla amaçlanan husus, memleket kültürü için önem taşıyan
eserlerin kamusal erişiminde devamlılığı sağlamaktır. Dava konusu kural, kamuya
sunumunda herhangi bir sorun yaşanmayan eserler üzerindeki hakların da, söz
konusu eserlerin memleket kültürü bakımından önemli görülmesi durumunda
Bakanlar Kurulunca kamuya mal edilebilmesine imkân tanımaktadır. Mirasçının
tasarruflarıyla kamusal erişimi sağlanabilen eserler üzerindeki hakların
Bakanlar Kurulu kararıyla kamuya mal edilebilmesi ve bu suretle malikin
mülkiyetinden yoksun bırakılabilmesi, değinilen amaca ulaşılması bakımından
gerekli bir araç niteliği taşımamaktadır. Öte yandan, Bakanlar Kuruluna tanınan
kamuya mal etme yetkisi, memleket kültürü için önem taşıyan eserlerle
sınırlandırılmış ise de “memleket kültürü için önem taşıma” kriterinin
sübjektif yönünün ağır bastığı gözetildiğinde, kuralın, öngörülen amacın dışına
çıkılacak şekilde yetki kullanımına zemin hazırladığı ve bu haliyle amaca
ulaşmaya elverişli bir araç temin etmediği anlaşılmaktadır. Ayrıca,
mülkiyetlerinden yoksun bırakılan hak sahiplerinin “…münasip bir bedel talep
etme hakları…”saklı tutulmak suretiyle kamu yararı ile bireysel yarar
arasında adil bir denge kurulmaya çalışılmış ise de kamuya mal edilen hakların
ekonomik değerinin doğrudan hak sahibine ödenmek yerine talep hakkı tanınmakla
yetinilmesi, Anayasa’nın 35. maddesinde öngörülen mülkiyet hakkı güvenceleriyle
bağdaşmamaktadır. Bu itibarla, dava konusu kuralla fikri mülkiyete getirilen
sınırlamanın ölçülü bir müdahale teşkil ettiği söylenemez.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 13. ve 35.
maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.
Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ bu görüşe değişik gerekçeyle
katılmışlardır.
Muammer TOPAL, Kadir ÖZKAYA ile Rıdvan GÜLEÇ bu görüşe
katılmamışlardır.
b- Anayasa’nın 26. ve 27. Maddeleri Yönünden İnceleme
Dava dilekçesinde, düşünce özgürlüğünün, sadece düşünce ve kanaat
sahibi olmayı değil, bunları özgürce açıklama, yayma ve bunlara ulaşma hakkını
da kapsadığı, hak sahipleri ile yayımcılar arasında yapılan sözleşmeler
çerçevesinde farklı yayınevlerince basılarak piyasaya sunulan, ilgilenenleri
tarafından herhangi bir engelle karşılaşılmadan ulaşılabilir olan eserlerin
topluma ulaşmasının tek elden, Devletin öngördüğü şekilde ve öngördüğü ölçüde yapılacak
olmasının, düşünce ve kanaatleri açıklama, yayma, düşünce ve kanaatlere ulaşma
özgürlüğüyle bağdaşmadığı belirtilerek dava konunu kuralın, Anayasa’nın 26.
maddesine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
6216 sayılı Kanun’un 43. maddesine göre, ilgisi nedeniyle dava
konusu kural Anayasa’nın 27. maddesi yönünden de incelenmiştir.
Anayasa’nın 26. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, düşünce
ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu
olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir.” denilmek suretiyle temel hak ve
özgürlükler arasında yer alan ifade özgürlüğü güvence altına alınmıştır.İfade
özgürlüğü, insanın serbestçe haber ve bilgilere, başkalarının fikirlerine
ulaşabilmesi, edindiği düşünce ve kanaatlerden dolayı kınanamaması ve bunları
tek başına veya başkalarıyla birlikte çeşitli yollarla serbestçe ifade
edebilmesi, anlatabilmesi, savunabilmesi, başkalarına aktarabilmesi ve
yayabilmesi anlamına gelir(Emin Aydın,B. No: 2013/2602, 23.1.2014, §
40).
Anayasa’da sadece düşünce ve kanaatler değil, ifadenin tarzları,
biçimleri ve araçları da korunmuştur. Anayasa’nın 26. maddesinde düşünceyi
açıklama ve yayma özgürlüğünün kullanımında başvurulabilecek araçlar “söz,
yazı, resim veya başka yollar” olarak ifade edilmiş ve “başka yollar”
ifadesiyle her türlü ifade aracının anayasal koruma altında olduğu
gösterilmiştir.
Anayasa’nın 27. maddesinin birinci fıkrasında,“Herkes, bilim ve
sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü
araştırma hakkına sahiptir.”denilmek suretiyle bilim ve sanat özgürlüğü
güvenceye bağlanmıştır. Bilim ve sanat özgürlüğü, her türlü bilim ve sanat
eserinin oluşumu, tanıtımı, yayılması ve kamuya sunulmasına yönelik
faaliyetlerin, devlet veya devlet dışındaki üçüncü kişilerin müdahalesi
olmaksızın serbestçe yürütülebilmesini ifade etmektedir.5846 sayılı Kanun’da
sayılan ilim ve edebiyat eserleri, musiki eserleri, güzel sanat eserleri ve
sinema eserleri ile işleme ve derleme eserlerinbirer bilim ve sanat eseri
olduğunda kuşku bulunmamaktadır.
Dava konusu kuralda, Bakanlar Kuruluna, memleket kültürü için
önemi haiz görülen eserler üzerindeki hakları, eser sahibinin ölümünden sonra
kamuya mal edebilme yetkisi tanınmaktadır. Sahibinin fikri çabasının ürünü olan
fikir ve sanat eserlerinin kamuya sunulması ve yayılmasının ifade özgürlüğü
kapsamında değerlendirilmesi gerektiği açıktır. Öte yandan, eser sahibinin
ölümüyle birlikte Kanun’un öngördüğü ölçüde eser üzerindeki haklar mirasçılara
geçeceğinden mirasçıların da eserin kamuya sunulması ve yayılmasına ilişkin
tasarruflarının ifade özgürlüğü kapsamında koruma görmesi gerekmektedir. Fikir
ve sanat eserinin, sahibinin ölümünden sonra kamuya mal edilmesi, mirasçıların,
eserin kamuya sunulması ve yayınlanmasının biçim ve araçlarını belirleme
serbestîsini sınırlayacağından dava konusu kuralla ifade özgürlüğü ile bilim ve
sanat özgürlüğüne müdahalede bulunulduğu söylenebilir.
Yukarıda açıklandığı üzere, dava konusu kuralla amaçlanan husus,
memleket kültürü bakımından önem taşıyan eserlerin, eser sahibinin ölümünden
sonra idari otoritelerce kamuya sunulmasına imkân sağlamaktır. Memleket kültürü
için önem taşıyan eserlerin kamusal erişiminde devamlılığın sağlanması amacıyla
kamuya mal edilebilmesinin öngörülmesinde anayasal açıdan meşru bir amaca
dayanıldığı anlaşılmaktadır. Ancak, ifade özgürlüğü ile bilim ve sanat
özgürlüğünün sınırlandırılabilmesi için meşru amacın varlığı yeterli olmayıp
temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılması rejimini belirleyen Anayasa’nın
13. maddesine de uyulması gerekmektedir. Anayasa’nın 13. maddesi uyarınca ifade
özgürlüğüne yönelik sınırlamalar, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve
ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.
Demokratik toplum, çoğulculuk, hoşgörü ve açık fikirlilik temeline
dayanmaktadır. İfade özgürlüğü ile bilim ve sanat özgürlüğü, demokratik
toplumun vazgeçilmez ögelerini teşkil etmektedir. Demokratik bir toplumda bu
özgürlüklere müdahale edilebilmesi, ancak zorlayıcı nedenlerin varlığına
bağlıdır. Diğer bir ifadeyle, bu özgürlüklere yapılan müdahalenin demokratik
toplum düzeni bakımından gerekli olduğundan söz edilebilmesi için zorunlu bir
nitelik taşıması gerekmektedir.
Fikri haklar, mülkiyet hakkı kapsamında görülse de aynı zamanda
demokratik toplumun vazgeçilmez bir unsurunu teşkil eden ifade hürriyetiyle
yakından ilişkilidir. Bu nedenle, fikri mülkiyet hakkına yapılan müdahalenin
demokratik toplumda gerekli olup olmadığı değerlendirilirken, salt ekonomik bir
değer ifade eden mülkiyete konu diğer varlıklardan farklı olarak, öngörülen
tedbirin ifade hürriyetine yönelik olacağı da göz önünde bulundurulmadır.
Dolayısıyla fikri haklara yapılacak müdahalenin demokratik toplum bakımından
gerekliliğinin farklı bir yaklaşımla ele alınması zorunluluğu bulunmaktadır.
Fikri çabanın ürünü olan fikir ve sanat eserinin kamuya sunuluş
biçim ve araçları ile ölçüsünün belirlenmesinin eser sahibinin ölümünden sonra
öncelikle mirasçılarının tasarrufunda bulunması, ifade hürriyetine mündemiç
olan düşünce ve kanaatleri yayma hakkının bir gereğidir. Kamu otoritelerinin,
eser sahibinin mirasçılarının bu hakkına müdahalesi ancak zorlayıcı nedenlerin
varlığı koşuluyla haklı bir temele dayanabilir. Bir zorunluluktan söz
edilebilmesi için, hukuki veya fiili birtakım sebeplerle eserin kamuya
sunumunda ve kamusal erişiminin sağlanmasında ciddi sorunlarla karşılaşılmış
olması gerekir. Bu haliyle kuralın, halen piyasada var olan ve kamuya sunumunda
herhangi bir sorunla karşılaşılmayan eserlerin de kamuya mal edilmesine imkân
sağladığı anlaşılmaktadır. Kamu otoritelerinin imkân ve katkıları olmaksızın da
kamusal erişimi sağlanabilen eserlerin kamuya mal edilmesinin zorlayıcı bir
toplumsal ihtiyaçtan kaynaklandığı söylenemez. Dolayısıyla, sahibi vefat eden
her eserin memleket kültürü bakımından önemli görülerek kamuya mal edilmesi
sonucunu doğurabilecek şekilde Bakanlar Kuruluna takdir yetkisi tanınması,
bilim ve sanat özgürlüğü ile ifade özgürlüğüne, demokratik toplum düzeninin
gerekleriyle bağdaşmayan bir müdahale teşkil etmektedir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 13., 26. ve
27. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.
Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ bu görüşe değişik gerekçeyle
katılmışlardır.
Muammer TOPAL, Kadir ÖZKAYA ile Rıdvan GÜLEÇ bu görüşe
katılmamışlardır.
Kuralın Anayasa’nın 90. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
J- Kanun’un 88. Maddesiyle 6200 Sayılı Kanun’a Eklenen Ek 6.
Maddenin Birinci Fıkrasının Birinci Cümlesinde Yer Alan“…denetim masrafları
ilgililerine ait olmak üzere…”ve“…veya DSİ tarafından yetkilendirilen
Türk Ticaret Kanununa göre kurulmuş şirketlerden DSİ’ce müşavirlik hizmeti
satın alınarak yaptırılır.”İbarelerininİncelenmesi
1-“…veya DSİ tarafından yetkilendirilen Türk Ticaret Kanununa
göre kurulmuş şirketlerden DSİ’ce müşavirlik hizmeti satın alınarak
yaptırılacağı…”İbaresi
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralda, hangi yapıların
denetimininDSİ tarafından yetkilendirilen şirketlerden müşavirlik hizmeti satın
alınmak suretiyle yerine getirileceği hususunda belirsizlik söz konusu olduğu,
ayrıca,asli ve sürekli görevler kapsamında bulunan su yapılarınındenetimi
görevinin kamu görevlileri eliyle yerine getirilmesinin anayasal bir zorunluluk
olduğu belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2. ve 128. maddelerine aykırı olduğu
ileri sürülmüştür.
Dava konusu kuralla, DSİ’ye verilen su yapılarının denetimi
görevinin DSİ tarafından yetkilendirilen Türk Ticaret Kanunu’na göre kurulmuş
şirketlerden DSİ’ce müşavirlik hizmeti satın alınmak suretiyle yaptırılmasına
imkân sağlanmaktadır.
Anayasa’nın 2. maddesinde düzenlenen hukuk
devletinin temel ilkelerinden biri“belirlilik”tir. Bu ilkeye göre, yasal
düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve
kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması,
ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi
de gereklidir.
Dava konusu kuralı içeren ek 6. madde bir bütün olarak dikkate
alındığında, dava konusu kuralla, DSİ’nin yetkilendireceği denetim
şirketlerinden müşavirlik hizmeti satın almak suretiyle denetlettirebileceği
yapıların, elektrik enerjisi üretmek amacıyla yapılacak olan hidroelektrik
tesislerinin su yapısıyla ilgili kısımlarını, gerçek ve tüzel kişiler
tarafından yapılacak baraj, gölet ve regülatör gibi su yapıları ile sulama
tesisi, isale hattı, kolektör, arıtma tesisi, taşkın ve nehir yatağı
düzenlemesi gibi diğer su yapılarını kapsadığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla
kuralda, belirsizliğe yol açan herhangi bir yön bulunmadığından hukuk devletine
aykırılık söz konusu değildir.
Anayasa’nın 128. maddesinin birinci fıkrasında, “Devletin, kamu
iktisadî teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına
göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği aslî ve
sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülür.”denilmektedir.
Bu hüküm uyarınca, genel idare esaslarına göre yürütülen kamu hizmetlerinin
gerektirdiği görevlerden asli ve sürekli nitelik taşıyanların, memurlar ve
diğer kamu görevlileri eliyle görülmesi zorunludur.
Denetim faaliyeti, başlı başına icrai sonuç doğuran bir işlem veya
karar niteliğinde değildir. Denetim sonucu düzenlenen raporlar, idari işlem
kuramı uyarınca hazırlık işlemi niteliğinde olup bu raporların hazırlanması,
denetlenen kişilerin hukukunda değişiklik yaratmamaktadır. Esasen icrai işlem,
denetim sonucunda yetkili makamlarca alınan cezai ve idari kararlar ile
başvurulan diğer hukuki tedbirlerdir. İcrai kararları almakla yetkili idari
makam, hazırlık işlemi niteliğindeki denetim raporunda yer alan tespit ve
değerlendirmelerle bağlı değildir. Bu nedenle kural olarak icrai işlemler
dışında denetim faaliyetinin özel kişilerden hizmet satın alınması yoluyla
yürütülmesi Anayasa’ya aykırılık teşkil etmez.
Dava konusu kuralla, DSİ’nin su yapılarının denetimi görevini,
yetkilendireceği Türk Ticaret Kanunu’na göre kurulmuş şirketlerden müşavirlik
hizmeti satın almak suretiyle yaptırmasına olanak tanınmakla birlikte bu
kapsamda düzenlenecek denetim raporları sonucunda gerekli yaptırım ve
işlemlerin DSİ tarafından karara bağlanması öngörülmüştür. Denetim sonucu Kanun’da
öngörülen hukuki ve idari tedbirleri uygulama yetkisi idarede kalmaya devam
ettiğinden, teknik destek sağlamaktan ibaret, hazırlık işlemi niteliğinde bir
görev olduğu anlaşılan yüklenicinin denetlenmesi görevinin memur ve diğer kamu
görevlisi niteliğinde olmayan üçüncü kişilere gördürülmesinde Anayasa’ya aykırı
bir yön bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. ve 128.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ bu görüşe katılmamışlardır.
2- “…denetim masrafları ilgililerine ait olmak üzere…”
İbaresi
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralda, DSİ tarafından doğrudan
yerine getirilen denetim hizmetlerinin masraflarının ilgililerden tahsil edilip
edilmeyeceği hususundabelirsizlik bulunduğu; kuralın, sadece denetimi özel
şirketlere yaptırılanlar için ilgililerinden denetim masrafı alınmasını
öngördüğü biçiminde anlaşılması durumunda eşitlik ilkesiyle, denetimi DSİ
tarafından doğrudan yapılanlar için de ilgililerinden denetim masrafı
alınmasını öngördüğü şeklinde anlaşılması hâlinde ise kamu hizmetlerinin
bedelsizliği ve vergilendirmeye ilişkin anayasal ilkelerle çelişeceği
belirtilerek Anayasa’nın 2., 10. ve 73. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
Dava konusu kuralla, DSİ’ye verilen, elektrik enerjisi üretmek
amacıyla yapılacak olan hidroelektrik tesislerinin su yapısıyla ilgili
kısımlarını, gerçek ve tüzel kişiler tarafından yapılacak baraj, gölet ve
regülatör gibi su yapıları ile sulama tesisi, isale hattı, kolektör, arıtma
tesisi, taşkın ve nehir yatağı düzenlemesi gibi diğer su yapılarını denetleme
görevinin ifası karşılığında, denetim masraflarının ilgililerden
(denetlenenlerden) alınması öngörülmektedir. Buna göre, denetim hizmetinin
gerek DSİ tarafından Türk Ticaret Kanunu’na göre kurulmuş şirketlerden
müşavirlik hizmeti satın almak suretiyle yerine getirilmesi halinde gerekse
doğrudan doğruya DSİ tarafından kendi personeli eliyle ifa edilmesi durumunda
denetim masrafları denetlenen kişilerce ödenecektir.
Ek 6. maddenin birinci fıkrasının üçüncü cümlesinde, denetim
masraflarının, denetlenen yatırımcı gerçek ve tüzel kişiler tarafından DSİ’ye
ödeneceği belirtilmiştir. Maddenin sekizinci fıkrasında ise denetim işleriyle
ilgili masrafların tahsiline dair usullerin, DSİ tarafından, bağlı olduğu
Bakanlığın görüşü alınarak hazırlanacak yönetmelikle düzenleneceği kurala
bağlanmıştır.
Kamu hizmetlerinin gerektirdiği harcamaların finansmanı kural
olarak Anayasa’nın 73. maddesi kapsamında kalan vergi, resim, harç ve benzeri
mali yükümlerden karşılanmakla birlikte kamu hizmetlerinin finansman kaynakları
bunlardan ibaret değildir. Devletin vergiler dışında, para cezaları, zorunlu ve
ihtiyari borçlanmalar, kamu iktisadi teşebbüsleri kârları, mülk gelirleri ve
bağışlar gibi gelirleri de bulunmakta olup bunlar da kamu hizmetlerinin
finansmanında kullanılmaktadır. Devletin kamu hizmetlerinin finansmanında bu
gelirlerden hangisine ne ölçüde ağırlık vereceği, hangi gelirlerin hangi kamu
hizmetine tahsis edileceği hususu bir maliye politikası sorunu olup kanun
koyucunun takdirindedir. Her türlü kamu hizmetinin finansmanının Anayasa’nın
73. maddesi uyarınca tahsil edilen vergi, resim, harç ve benzeri mali
yükümlerden karşılanmasını zorunlu kılan bir Anayasa kuralı bulunmadığından DSİ
tarafından yürütülen denetim hizmetlerinin vergi dışı gelirlerden
karşılanmasının öngörülmesi yasama organının takdir yetkisi kapsamında
kalmaktadır.
Öte yandan, bölünebilen kamu hizmetlerinden toplumun yalnızca
belli bir kesimi yararlandığı halde bu hizmetlerin finansmanına tüm toplumun
eşit bir biçimde katılması adil olmayan sonuçlar doğurabileceğinden kişilerin
bölünebilen kamu hizmetlerinden yararlanmaları ölçüsünde hizmetin finansmanına
katılmaları ve dolayısıyla belli bir karşılık ödemeleri gerektiği kabul
edilmektedir. Dolayısıyla, bölünebilen ve kişilerin yararlanma dereceleri
kısmen de olsa tayin edilebilen kamu hizmetleri karşılığında hizmetten
yararlananlardan bedel alınması yolunda düzenleme yapılması kanun koyucunun
takdirindedir.
Bölünebilen kamu hizmetleri karşılığında alınan bedel, Anayasa’nın
73. maddesi kapsamında kalan katılım payı veya fiyat (ücret) olmak üzere iki
farklı şekilde nitelenmektedir. Kamu hizmetleri karşılığında alınan bir bedelin
katılım payı veya ücret olarak nitelenmesinin önemi, bedelin belirlenmesinde
Anayasa’nın 73. maddesinde yer alan vergilendirme ilkelerinin uygulanıp
uygulanmayacağı hususunda ortaya çıkmaktadır.
Dava dilekçesinde, sözü edilen bedelin idarece belirlenmesinin
vergilendirmeye ilişkin anayasal ilkelerle çeliştiği ileri sürülmüş ise de dava
konusu ibare, denetlenen kişilerden masraf adı altında bedel alınmasını kurala
bağlamakta olup bu bedelin (masrafın) nasıl belirleneceği hususu ek 6. maddenin
sekizinci fıkrasında düzenlenmiştir. Diğer bir anlatımla, DSİ’ye verilen
denetim görevinin ifası karşılığında alınacak bedelin (masrafların) yürütme
organınca belirlenmesi, dava konusu kuralla değil, ek 6. maddenin sekizinci
fıkrasıyla öngörülmüştür. Dolayısıyla bedelin belirlenmesi usulünün Anayasa’ya
uygun düşüp düşmediği hususu ancak ek 6. maddenin sekizinci fıkrasının iptali
istemine ilişkin bir başvuruda tartışma konusu yapılabilir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. maddesine
aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ bu görüşe katılmamışlardır.
Kuralın Anayasa’nın 10. ve 73. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
K- Kanun’un 94. Maddesiyle 1136 Sayılı Kanun’un 182. Maddesine
Eklenen İkinci Fıkranınİncelenmesi
1-Anlam ve Kapsam
1136 sayılı Kanun’un 182. maddesinde, bu Kanun’da düzenlenmesi
yönetmeliğe bırakılan hususlar ile Kanun’un uygulanabilmesi için yönetmelikte
yer alması gereken diğer konuları kapsayan yönetmeliklerin çıkarılması,
onaylanması ve yürürlüğe girmesine ilişkin hükümler düzenlenmiştir.
Kanun’un 94. maddesiyle,1136 sayılı Kanun’un 182. maddesine
eklenen dava konusu ikinci fıkrayla, yönetmelikle veya diğer bir düzenleyici
işlemle avukatlık stajına kabulde, staj döneminde ve avukatlık mesleğine
kabulde sınav veya benzeri bir rejimin öngörülemeyeceği kurala bağlanmıştır.
Avukatlık mesleğine kabul koşullarını düzenleyen 1136 sayılı
Kanun’un 3. maddesinin birinci fıkrasında, 4667 sayılı Kanun’un 3. maddesiyle
eklenen (d) bendiyle,“Avukatlık sınavını başarmış olmak”da avukatlığa
giriş için gereken şartlardan biri hâline getirilmiş, ancak henüz herhangi bir
sınav yapılmadan, 5558 sayılı Kanun’un 1. maddesiyle, anılan (d) bendi
yürürlükten kaldırılarak avukatlığa giriş için sınav koşuluna son verilmiştir.
5558 sayılı Kanun’un 1. maddesinin iptali istemiyle açılan davada
Anayasa Mahkemesi, 15.10.2009 tarihli ve E.2007/16 K.2009/147 sayılı kararıyla
anılan hükmü, Anayasa’nın 2. ve 36. maddelerine aykırı görerek iptal etmiş ise
de kanun koyucu tarafından yeni bir düzenleme yapılmadığından avukatlık
mesleğine girişte sınav şartı öngören herhangi bir kanuni düzenleme mevcut
değildir.
TBB tarafından hazırlanan ve 17.6.2014 tarihli ve 29033 sayılı
Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “Türkiye Barolar Birliği
Avukatlık Staj Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair Yönetmelik”le
avukatlığa girişte sınav şartı getirilmesi üzerine,Kanun’un 94. maddesiyle,1136
sayılı Kanun’un 182. maddesine eklenen ikinci fıkrayla, yönetmelikle veya diğer
bir düzenleyici işlemle avukatlık stajına kabulde, staj döneminde ve avukatlık
mesleğine kabulde sınav veya benzeri bir rejimin öngörülemeyeceği kurala
bağlanmak suretiyle TBB’nin avukatlığa girişte sınav koşulu getiremeyeceği
kanun hükmü hâline getirilmiştir.
2-Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
Dava dilekçesinde, Anayasa Mahkemesinin 15.10.2009 tarihli ve
E.2007/16, K.2009/147 sayılı kararında, avukatlık mesleğine girişte sınav şartı
aranmasının hukuk devleti ve adil yargılama hakkının bir gereği olduğu
vurgulanarak sınav şartını kaldıran hükmün iptal edildiği, avukatlığa girişte
sınav şartı getirilemeyeceğini düzenleyen kuralın Anayasa Mahkemesi kararında
açıklanan gerekçeyle çeliştiği, kuralla Anayasa Mahkemesinin bağlayıcılık
taşıyan kararının yasama organı eliyle etkisiz veya sonuçsuz kılınmasının
amaçlandığı, öte yandan kuralın, Anayasa Mahkemesinin anılan kararında açık ve
net bir şekilde ortaya konan gerekçelerle hukuk devleti ilkesi ile hak arama
özgürlüğünü zedelediği belirtilerek, Anayasa’nın 2., 36. ve 153. maddelerine
aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
6216 sayılı Kanun’un 43. maddesine göre, ilgisi nedeniyle dava
konusu kural Anayasa’nın 13. ve 48. maddeleri yönünden de incelenmiştir.
Dava konusu kuralla, yönetmelikle veya diğer bir düzenleyici
işlemle avukatlık stajına kabulde, staj döneminde ve avukatlık mesleğine
kabulde sınav veya benzeri bir rejimin öngörülemeyeceği kurala bağlanmıştır. Bu
suretle TBB’nin avukatlığa girişte sınav koşulu getiremeyeceği açıklığa
kavuşturulmuştur.
Kanunların kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması,
genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi
hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle kanun koyucunun hukuki düzenlemelerde
kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet
ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir.
Anayasa’nın “Çalışma ve sözleşme hürriyeti” başlıklı 48.
maddesinde,”Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine
sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak serbesttir.”denilmek suretiyle çalışma
özgürlüğü güvenceye bağlanmıştır. Çalışma özgürlüğü, kişinin çalışıp çalışmama,
çalışacağı işi seçme ve çalıştığı işten ayrılma özgürlüğünü korur. Çalışma
özgürlüğü ücretli olarak bağımlı çalışma hakkını olduğu kadar, iktisadi-ticari
faaliyet yapma ve mesleki faaliyette bulunma hakkını da içerir.
Anayasa’nın 48. maddesinde, çalışma özgürlüğü için herhangi bir
sınırlama nedeni öngörülmemiş olmakla birlikte, bunun hiçbir şekilde
sınırlandırılması mümkün olmayan mutlak bir hak olduğu söylenemez. Anayasa
Mahkemesi kararlarında, özel sınırlama nedeni öngörülmemiş özgürlüklerin de o
özgürlüğün doğasından kaynaklanan bazı sınırlarının bulunduğu; ayrıca, Anayasa’nın
başka maddelerinde yer alan hak ve özgürlükler ile Devlete yüklenen ödevlerin
özel sınırlama sebebi gösterilmemiş hak ve özgürlüklere sınır teşkil
edebileceği kabul edilmektedir. Bu bağlamda, bu hakkın Anayasa’da düzenlenen
diğer hak ve özgürlükler veya Devlete yüklenen ödevlerle çatışması durumunda da
sınırlandırılabilmesi mümkündür. Bununla birlikte Anayasa’nın 13. maddesi
uyarınca çalışma hakkına yönelik sınırlamalar ancak kanunla yapılabilir.
Dava konusu kuralla avukatlık mesleğine girişte yeni bir şart
getirilmemiş, idari düzenleyici işlemle sınav şartı getirilemeyeceği
belirtilmiştir. Anayasa’nın 13. maddesine göre temel hak ve özgürlüklere
ilişkin düzenleme ve sınırlamalar ancak kanunla yapılabileceğinden 1136 sayılı
Kanun’un 1. maddesi uyarınca bir serbest meslek olan avukatlığa giriş
koşullarının da kanunla belirlenmesi gerekmektedir. Bu bağlamda avukatlık
mesleğine giriş koşullarının belirlenmesi hususunda asli yetki yasama organına
ait olup yasama organınca genel çerçevesi kanunla belirlendikten sonra bu
konuda idari düzenleyici işlemler yapılabilir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2., 13. ve 48.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Serdar ÖZGÜLDÜR, Serruh KALELİ ile Osman Alifeyyaz PAKSÜT bu görüşe
katılmamışlardır.
Kuralın Anayasa’nın 36. ve 153. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
L- Kanun’un 99. Maddesiyle 2942 Sayılı Kanun’un 4. Maddesine
Eklenen İkinci Fıkranın Üçüncü Cümlesininİncelenmesi
Dava dilekçesinde, taşınmazların üstünde teleferik ve benzeri
ulaşım hatları ile her türlü köprü, taşınmazların altında ise metro ve benzeri
raylı taşıma sistemlerinin yapılmasında kamu yararının bulunduğu, ancak
mülkiyet hakkının bu yolla sınırlanmasının Anayasa’ya uygun olabilmesi için
taşınmaz üzerinde idare lehine irtifak hakkı kurulması ve taşınmazın belirli
kesimi, yüksekliği, derinliği veya kaynak üzerindeki fiili kamulaştırmanın
gerçek karşılığının ödenmesi gerektiği, taşınmazın değer kaybı içintaşınmaz
sahiplerine kamulaştırma, tazminat ve benzeri nam altında herhangi bir ücret
ödenmemesinin kamulaştırmaya ilişkin anayasal ilkelerle bağdaşmadığı gibi
mülkiyet hakkının ölçüsüzce sınırlandırılması sonucunu doğurduğu belirtilerek
kuralın, Anayasa’nın 13., 35. ve 46. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
2942 sayılı Kanun’un 4. maddesinde, kamulaştırma yoluyla irtifak
hakkı kurulması düzenlenmiştir. Maddenin birinci fıkrasında, taşınmaz malın
mülkiyetinin kamulaştırılması yerine, amaç için yeterli olduğu takdirde
taşınmaz malın belirli kesimi, yüksekliği, derinliği veya kaynak üzerinde
kamulaştırma yoluyla irtifak hakkı kurulabileceği hükme bağlanmıştır.
Kanun’un 99. maddesiyle anılan maddeye eklenen ikinci fıkranın
birinci cümlesinde, maliklerinin mülkiyet hakkının kullanılmasının engellenmemesi,
can ve mal güvenliği bakımından gerekli önlemlerin alınması kaydıyla, kamu
yararına dayalı olarak taşınmazların üstünde teleferik ve benzeri ulaşım
hatları ile her türlü köprü, taşınmazların altında metro ve benzeri raylı
taşıma sistemleri yapılabileceği belirtildikten sonra, ikinci cümlesinde,
taşınmazların mülkiyet hakkının kullanımının engellenmemesi hâlinde,
taşınmazlara ilişkin herhangi bir kamulaştırma yapılmayacağı kurala
bağlanmıştır. Dava konusu üçüncü cümlede ise taşınmaz sahiplerine bu işlemler
nedeniyle kamulaştırma, tazminat ve benzeri nam altında herhangi bir ücret
ödenmeyeceği ifade edilmiştir. Buna mukabil fıkranın son cümlesinde, yapılan
yatırım nedeniyle taşınmaz maliklerinden değer artış bedeli de alınamayacağı
düzenlenmiştir.
Anayasa’nın 35. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkı, taşınmazın
altını ve üstünü de kapsamaktadır. Bu itibarla, taşınmaz maliki, mülkiyet
hakkından kaynaklanan yetkilerini taşınmazın üzerinde ve altında da
kullanabilir. Nitekim 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 718. maddesinde, arazi
üzerindeki mülkiyetin, üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını da
kapsadığı açıkça ifade edilmiştir. Bu itibarla,taşınmazın üstünde teleferik ve
benzeri ulaşım hatları ile her türlü köprü, taşınmazların altında ise metro ve
benzeri raylı taşıma sistemlerinin yapılması, mülkiyet hakkına müdahale
niteliği taşımaktadır.
Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak
düzenlenmemiş, kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği
öngörülmüştür. Teleferik ve benzeri ulaşım hatları, her türlü köprü, metro ve
benzeri raylı taşıma sistemleri yapılmasında kamu yararı bulunduğu hususunda
tereddüt bulunmadığından bu tür yatırımların yapılması amacıyla mülkiyet
hakkına yapılan müdahalenin meşru bir amaca dayandığı anlaşılmaktadır. Ancak bu
amaçla yapılan müdahalenin Anayasa’nın 13. maddesinde düzenlenen ilkelere uygun
olması gerekmektedir. Buna göre mülkiyet hakkına yönelik sınırlamalar,
demokratik toplum gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz. Ölçülülük
ilkesi, amaç ve araç arasında hakkaniyete uygun bir dengenin bulunması gereğini
ifade eder.
Taşınmaz üzerinde irtifak tesis edilmesi gibi taşınmazın değerini
azaltan her türlü müdahalede kamu yararı ile bireysel yarar arasındaki denge,
kural olarak malikin ekonomik kayıpları telafi edilmek suretiyle sağlanabilir.
Diğer bir ifadeyle, taşınmaz üzerinde kamu irtifakı kurulması yoluyla
gerçekleştirilen müdahalenin ölçülülüğünden söz edilebilmesi için malike
ekonomik kayıpları karşılığında uygun bir tazminatın ödenmesi gerekmektedir.
Aksi takdirde malikin katlanmak zorunda olduğu külfet yönünden bir dengesizlik
doğacak ve bu durum mülkiyet hakkına müdahaleyi ölçüsüz kılacaktır.
Dava konusu kuralla,taşınmazların üstünde teleferik ve benzeri
ulaşım hatları ile her türlü köprü, taşınmazların altında ise metro ve benzeri
raylı taşıma sistemlerinin yapılması nedeniyle kamulaştırma, tazminat ve
benzeri nam altında herhangi bir ücret ödenmemesinin öngörülmesi, malikin bu
yatırımlar dolayısıyla doğabilecek ekonomik kayıplarının karşılanamaması
sonucunu doğurmaktadır. Yapılan yatırım nedeniyle taşınmaz maliklerinden değer
artış bedeli alınmaması öngörülmek suretiyle malikin çıkarları ile kamu
çıkarları arasında bir dengeleme yapılmaya çalışılmış ise de sözü edilen
yatırımlar sebebiyle taşınmazda meydana gelebilecek değer artışlarının her
zaman için malikin tüm ekonomik kayıplarını telafi edemeyebileceği açıktır.
Teleferik ve benzeri ulaşım hatları, her türlü köprü, metro ve benzeri raylı
taşıma sistemleri gibi ilgili bölgede yaşayan kişiler bakımından büyük yararlar
sağlayan yatırımların külfetinin bir kısım taşınmaz maliklerine yüklenmesi
adalet ve hakkaniyet ölçüleriyle bağdaşmaz. Dolayısıyla anılan yatırımlar
sonucu taşınmazların değerinde oluşan azalma nedeniyle, taşınmazda meydana
gelen değer artışları da dikkate alınmak suretiyle taşınmaz maliklerine uygun bir
tazminatın ödenmesi mülkiyet hakkının gereğidir. Malikin tazminat imkânından
mahrum bırakılması, kamu yararı ile bireysel yarar arasında kurulması gereken
adil dengenin malik aleyhine ölçüsüz bir şekilde bozulmasına yol açabilir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 13. ve 35.
maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.
Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ bu görüşe değişik gerekçeyle
katılmışlardır.
Hicabi DURSUN bu görüşe katılmamıştır.
Kuralın Anayasa’nın 46. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
M- Kanun’un 100. Maddesinin Birinci Fıkrasının (b) Bendiyle 2942
Sayılı Kanun’un 23. Maddesine Eklenen Üçüncü Fıkranınİncelenmesi
Dava dilekçesinde, 2942 sayılı Kanun’un 23. maddesinin birinci ve
ikinci fıkralarında belirtilen süreler geçtikten sonra kamulaştırılan taşınmaz
malda hakları bulunduğu iddiasıyla eski malikleri veya mirasçıları tarafından
idareden herhangi bir sebeple hak, bedel veya tazminat talebinde
bulunulamayacağını ve dava açılamayacağını kurala bağlayan düzenlemenin,
maliklerinin anayasal güvence altındaki mülkiyet haklarını ölçüsüzce
sınırladığı, hak arama hürriyeti ile adil yargılanma hakkının ortadan
kaldırılması sonucunu doğurduğu belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2., 13., 35.,
36. ve 90. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
2942 sayılı Kanun’un 23. maddesinde malikin geri alma hakkı
düzenlenmektedir. Maddenin birinci fıkrasında, kamulaştırma bedelinin
kesinleşmesi tarihinden itibaren beş yıl içinde, kamulaştırmayı yapan idarece
veya 22. maddenin dördüncü fıkrası uyarınca devir veya tahsis yapılan idarece;
kamulaştırma ve devir amacına uygun hiç bir işlem veya tesisat yapılmaz veya
kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis edilmeyerek taşınmaz mal olduğu gibi
bırakılırsa mal sahibi veya mirasçıların kamulaştırma bedelini aldıkları günden
itibaren işleyecek kanuni faiziyle birlikte ödeyerek, taşınmaz malını geri
alabilecekleri belirtilmiştir.
Anılan maddenin ikinci fıkrasıyla, malikin geri alma hakkı,
doğduğu tarihten itibaren bir yıl ile sınırlandırılmıştır. Buna göre,
doğmasından itibaren bir yıl içinde kullanılmayan geri alma hakkının düşmesi
öngörülmüştür.
Kanun’un 100. maddesiyle 2942 sayılı Kanun’un 23. maddesine
eklenen üçüncü fıkrayla, birinci ve ikinci fıkralarda belirtilen süreler
geçtikten sonra kamulaştırılan taşınmaz malda hakları bulunduğu iddiasıyla eski
malikleri veya mirasçıları tarafından idareden herhangi bir sebeple hak, bedel
veya tazminat talebinde bulunulamayacağı ve dava açılamayacağı kurala bağlanmıştır.
Buna göre, kamulaştırma bedelinin kesinleşmesinden itibaren beş yıl ve bu
tarihten itibaren de bir yıl olmak üzere toplam altı yıl geçtikten sonra eski
malikler veya mirasçılarının idareden herhangi bir sebeple hak, bedel veya
tazminat talebinde bulunması ve dava açması mümkün değildir.
Anayasa’nın 35. maddesinde düzenlenen mülkiyet hakkı, ekonomik
değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü malvarlığı haklarını
kapsamaktadır. Bununla birlikte, anayasallık denetiminde ekonomik değer ifade
eden malvarlıklarına ilişkin olarak Anayasa’nın 35. maddesi kapsamında inceleme
yapılabilmesi için ilgili mülkün halihazırda kişilerin mülkiyetinde bulunması
gerekmektedir. Kişilerin hukuken malik bulunmadıkları malvarlığı değerlerine
yönelik mülk edinme beklentileri, kural olarak Anayasa’nın 35. maddesi
kapsamında koruma görmemektedir. Dava konusu kuraldaki düzenlemeye konu olan
taşınmazlar, daha önce kamulaştırılmak suretiyle idarenin mülkiyetine geçmiş
bulunan taşınmazlardır. Bu taşınmazlar ile eski malikleri arasındaki mülkiyet
ilişkisi kamulaştırmayla sona ermiş ise de malikin geri alma hakkı önceki
mülkiyetine bağlı bir hak olarak görülmektedir. Dolayısıyla kamulaştırılan
taşınmazın kamu hizmetlerine tahsis edilmemesi sebebiyle iadesinin de Anayasa’nın
35. maddesi kapsamında incelenmesi gerekmektedir.
Anayasa’nın 46. maddesinde düzenlenen kamulaştırma, idarelerin
özel mülkiyette bulunan bir taşınmaza, söz konusu taşınmazı kamu hizmetine
tahsis etmek amacıyla tek taraflı bir iradeyle el koymasıdır. Kamulaştırmanın
amacı kamu yararını gerçekleştirmektir. Anayasa, ancak kamu yararına yönelik
bir amaca tahsis edilmek şartıyla özel kişilerin mülkiyetinde bulunan taşınmaza
tek taraflı bir işlemle el konulmasını meşru görmektedir. Dolayısıyla kamulaştırma
sonucu idarelerin mülkiyetine geçen taşınmazların kamu yararı amacına uygun bir
hizmete tahsis edilmemesi durumunda malikin mülkiyet hakkından yoksun
bırakılmasının hukuki meşruiyeti ortadan kalkmaktadır. Aksi takdirde kamu
yararı amacı, taşınmazın kamulaştırılabilmesi için oluşturulması gereken bir
gerekçeden öte hiçbir anlam taşımaz. Bu bağlamda, Anayasa’nın, başlangıçta kamu
yararı amacının varlığını yeterli gördüğü ve bir şekilde kamulaştırılan bir
taşınmazın idarece istenildiği biçimde kullanılabilmesine izin verdiği
düşünülemez. Kamulaştırılan arazinin kamu yararına dönük bir amaca tahsisinin
mümkün olamayacağının anlaşılması durumunda malike iadesi zemininin
yaratılması, mülkiyet hakkının bir gereğidir. Nitekim Anayasa Mahkemesinin
22.9.1993 tarihli ve E.1993/8, K.1993/31 sayılı kararı da bu yöndedir.
Kanun koyucu, 2942 sayılı Kanun’un 23. maddesiyle, kamulaştırılan
taşınmazın, kamulaştırma bedelinin kesinleşmesi tarihinden itibaren beş yıl
içinde, kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis edilmeyerek olduğu gibi
bırakılması durumunda mal sahibi veya mirasçılarına, taşınmazı, kamulaştırma
bedelini aldıkları günden itibaren işleyecek kanuni faiziyle birlikte ödemek
suretiyle geri alma hakkı tanıyarak malikin mülkiyet hakkını korumuştur. Buna
mukabil, iade hakkının kullanımı, geri alma hakkının doğduğu tarihten, yani
kamulaştırma bedelinin kesinleşmesinden itibaren beşinci yılın bitimini izleyen
günden itibaren bir yıllık hak düşürücü süre ile sınırlandırılmıştır.
Mülkiyet hakkı mutlak bir hak olmayıp kamu yararı amacıyla
sınırlanabilir. Malikin mülkiyet hakkının bir gereği olduğu saptanan iade
hakkının süresiz olmasının, idareleri süresiz olarak iade ve dava tehdidi
altında bırakacağı açıktır. Bu nedenle idarelerin süresiz bir biçimde iade ve
dava tehdidi altında kalmalarını önlemek ve ayrıca hakkın kötüye kullanılması
girişimlerinin önünü kapatmak amacıyla iade isteminin belli bir süreyle
sınırlandırılması mümkündür.
Ancak bu sınırlamanın Anayasa’nın 13. maddesi uyarınca ölçülü
olması gerekmektedir.Belirlenen sürenin, iade hakkından yararlanmayı imkânsız
kılacak veya aşırı zorlaştıracak derecede kısa olması durumunda sınırlamanın
ölçülü olduğundan söz edilemez.Öngörülen bir yıllık hak düşürücü süre, iade
hakkının doğduğu, yani kamulaştırma bedelinin kesinleşmesinden itibaren beşinci
yılın bitimini izleyen günden itibaren işlemeye başlamaktadır. Bir yıllık hak
düşürücü sürenin, bireyler açısından yeterli düşünme ve hazırlanma imkânı
sağladığı ve ölçüsüz olmadığı sonucuna ulaşılmaktadır.
Anayasa’ya uygun olduğu saptanan bir yıllık hak düşürücü sürenin varlığına
rağmen uygulamada bu sürenin geçmesinden sonra dahi AİHM’inMotais de
Narbonne/Fransa(K.T. 2.7.2002, B.N. 48161/99) kararına dayanılarak tazminat
davalarının açılması ve bu davalarda idareler aleyhine tazminata hükmedilmesi
üzerine dava konusu kuralla, kamulaştırma bedelinin kesinleşmesinden itibaren
beş yıl ve bu tarihten itibaren de bir yıl olmak üzere toplam altı yıl
geçtikten sonra eski malikler veya mirasçılarının idareden herhangi bir sebeple
hak, bedel veya tazminat talebinde bulunulamayacağı ve dava açılamayacağı
açıkça kurala bağlanmıştır.
AİHM’inMotais de Narbonne/Fransakararında, Fransız
Yargıtayının, Türk hukukuna benzer bir şekilde düzenlenen ve idarenin taşınmazı
kamu yarına yönelik bir amaca tahsis etmesi için tanınan beş yıllık sürenin“sosyalkonut
için arazi rezervi oluşturulması” amacıyla kamulaştırılan taşınmazlar
yönünden geçerli olmadığı yolundaki içtihadının mülkiyet hakkının ihlaline yol
açtığı belirtilmiştir. AİHM, bu içtihadında, kamulaştırmanın devletler
tarafından arazi rezerv tekniği olarak kullanılmasına imkân verdiği
gerekçesiyle ihlal kararı vermiştir. AİHM’in kararında, herhangi bir hak
düşürücü süre öngörülemeyeceği veya bir yıllık hak düşürücü sürenin ölçüsüz
olduğu biçiminde bir değerlendirme bulunmamaktadır. Türk hukukunda, 2942 sayılı
Kanun’un 23. maddesinde düzenlenen beş yıllık sürenin herhangi bir istisnası
bulunmayıp bu sürenin sonunda malikin başvurması hâlinde kamulaştırma amacına
bakılmaksızın taşınmazın kendisine iade edilmesi gerekmektedir.
Bir yıllık hak düşürücü süre nedeniyle maliklerin veya
mirasçılarının birinci yılın bitiminden itibaren dava açma hakları ortadan
kalkmaktadır. Dava konusu kural, bu hukuki durumu teyit etmekten öte hiçbir
anlam taşımamaktadır. İade hakkının kullanılabilmesi için bir yıllık hak
düşürücü süre öngörülmesi Anayasa’ya uygun görüldüğüne göre, bunun doğal bir
sonucu olarak herhangi bir sebeple hak, bedel veya tazminat talebinde
bulunulamayacağı ve dava açılamayacağını öngören dava konusu düzenleme de aynı
gerekçelerle mülkiyet hakkını ihlal etmemektedir.
Anayasa’nın 36. maddesinde güvenceye bağlanan hak arama özgürlüğü,
demokratik hukuk devletinin vazgeçilmez unsurlarından biri olup tüm bireyler
açısından mümkün olan en geniş şekilde güvence altına alınmalıdır. Diğer taraftan
hukuki işlem ve kuralların sürekli dava tehdidi altında bulunması hukuk
devletinin unsurları olan hukuki istikrar ve hukuki güvenlik ilkeleriyle
bağdaşmaz. Bu nedenle hak arama özgürlüğü ile hukuki istikrar ve hukuki
güvenlik gerekleri arasında makul bir denge gözetilmelidir. Yukarıda ifade
edildiği üzere, idarelerin süresiz bir biçimde iade ve dava tehdidi altında
kalmalarını önlemek amacıyla iade istemini belli bir süreyle sınırlaması kanun
koyucunun takdirindedir. Öngörülen bir yıllık hak düşürücü süre, bireyler
açısından dava açmak için yeterli düşünme ve hazırlanma imkânı sağladığından
dava konusu kuralla getirilen sürenin hak arama hürriyetine ölçüsüz bir
müdahale niteliği taşıdığı söylenemez.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 13., 35. ve
36. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Alparslan ALTAN, Serdar ÖZGÜLDÜR, Serruh KALELİ, Osman Alifeyyaz
PAKSÜT, Recep KÖMÜRCÜ, Celal Mümtaz AKINCI ile Erdal TERCAN bu görüşe
katılmamışlardır.
Kural, Anayasa’nın 2. ve 90. maddeleriyle ilgili görülmemiştir.
N- Kanun’un 101. Maddesiyle 2942 Sayılı Kanun’a Eklenen Geçici 9.
Maddenin Birinci Cümlesininİncelenmesi
1- Anlam ve Kapsam
Kanun’un 101. maddesiyle 2942 sayılı Kanun’a eklenen geçici 9.
madde hükmünün, 6552 sayılı Kanun’la değiştirilen veya eklenen 2942 sayılı
Kanun’un 22. maddesinin birinci, ikinci ve üçüncü fıkra hükümleri ile 23.
maddesinin üçüncü fıkrası hükmünün, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce
gerçekleştirilen kamulaştırma işlemleri nedeniyle, kamulaştırılan taşınmaz
malların eski malikleri veya mirasçıları tarafından bu taşınmaz malların geri
alınması, bedel veya tazminat talebiyle açılan ve henüz kesinleşmeyen davalarda
da uygulanacağı belirtilmiş, bu maddenin uygulanması nedeniyle reddedilen
davaların yargılama giderlerinin de davalı idare tarafından ödeneceği hükme
bağlanmıştır.
Maddeyle, 2942 sayılı Kanun’un 22. ve 23. maddelerinde yapılan
bazı değişikliklerin, maddenin yürürlüğe girdiği 11.9.2014 tarihinden önce gerçekleştirilen
kamulaştırma işlemleri nedeniyle açılan ve henüz kesinleşmeyen davalarda da
uygulanması temin edilmiştir.
Kanun’un 23. maddesi mal sahibinin geri alma hakkını düzenlemekte
olup üçüncü fıkrası bir önceki başlıkta incelenmiştir. Maddenin birinci
fıkrasında, kamulaştırma bedelinin kesinleşmesi tarihinden itibaren beş yıl
içinde, kamulaştırmayı yapan idarece veya 22. maddenin dördüncü fıkrası
uyarınca devir veya tahsis yapılan idarece; kamulaştırma ve devir amacına uygun
hiç bir işlem veya tesisat yapılmaması veya kamu yararına yönelik bir ihtiyaca
tahsis edilmeyerek taşınmaz mal olduğu gibi bırakılması durumunda, mal sahibi
veya mirasçılarına, kamulaştırma bedelini aldıkları günden itibaren işleyecek
kanuni faiziyle birlikte ödeyerek, taşınmazı geri alabilme hakkı tanınmıştır.
Maddenin ikinci fıkrasıyla, malikin geri alma hakkı, doğduğu tarihten itibaren
bir yıl ile sınırlandırılmıştır. Sözü edilen üçüncü fıkraya göre ise
kamulaştırma bedelinin kesinleşmesinden itibaren beş yıl ve bu tarihten
itibaren de bir yıl olmak üzere toplam altı yıl geçtikten sonra eski malikler
veya mirasçılarının idareden herhangi bir sebeple hak, bedel veya tazminat
talebinde bulunması ve dava açması mümkün değildir.
Kanun’un 22. maddesi ise vazgeçme, iade ve devir hakkını
düzenlemektedir. Anılan maddenin önceki halinde, kamulaştırmanın ve bedelinin
kesinleşmesinden sonra taşınmaz malların kamulaştırma amacına veya kamu
yararına yönelik herhangi bir ihtiyaca tahsisi lüzumu kalmaması halinde,
keyfiyetin idarece mal sahibi veya mirasçılarına 7201 sayılı Tebligat Kanunu
hükümlerine göre duyurulacağı belirtilmiş ve bu duyurma üzerine mal sahibi veya
mirasçılarına, aldığı kamulaştırma bedelini üç ay içinde ödeyerek taşınmaz
malını geri alabilme hakkı tanınmıştır. Kamulaştırmayı yapan idarece
kamulaştırma amacına uygun tesisat, yapı veya donatı yapıldıktan ve en az 5 yıl
kullanıldıktan sonra bu ihtiyacın ortadan kalkması nedeniyle kamulaştırma
amacında kullanılamayan taşınmazların önceki mal sahibi veya mirasçılarına iade
edilmeyeceği belirtilmiş ve bu taşınmazların kamulaştırma amacı dışında idarece
tasarruf edilmesi hâlinde, önceki mal sahibi veya mirasçıları tarafından
idareden herhangi bir hak, bedel veya tazminat talebinde bulunulamayacağı ifade
edilmiştir.
Kanun’un 100. maddesiyle, sözü edilen 22. maddede yapılan
değişiklikle, taşınmaz üzerinde kamu yararına uygun işlem veya tesisat yapılması
halinde iade koşullarını düzenleyen cümleler bütünüyle yürürlükten
kaldırılmıştır. Dolayısıyla kamu yararına yönelik olarak tahsisi yapılan
taşınmazın beş yıl dolmadan önce tahsis amacının ortadan kalkması durumunda
malike iade edilmesi imkânı ortadan kaldırılmıştır.
Öte yandan, Kanunla yapılan değişiklikten önce 7201 sayılı
Tebligat Kanunu hükümlerine göre yapılacak tebligat üzerine mal sahibi veya
mirasçılarının, aldıkları kamulaştırma bedelini üç ay içinde ödeyerek taşınmaz
malını geri alabilecekleri düzenlenmekte ve herhangi bir faiz ödenmesi
öngörülmemektedir. Değişen birinci fıkrayla mal sahibi veya mirasçılarının,
kamulaştırma bedelini aldıkları günden itibaren işleyecek kanuni faiziyle
birlikte üç ay içinde ödemeleri hüküm altına alınmış, ancak bu kurala da bir
istisna getirilerek iade işleminin kamulaştırmanın ve bedelinin
kesinleşmesinden sonra bir yıl içinde gerçekleşmesi hâlinde kamulaştırma
bedelinin faizinin alınmayacağı belirtilmiştir.
Ayrıca maddeye yeni eklenen ikinci fıkraya göre, bu madde
hükümlerine göre taşınmaz malı geri almayı kabul etmeyen mal sahibi veya
mirasçılarının 23. maddeye göre geri alma hakları da düşmekte, üçüncü fıkrayla
ise bu madde hükümlerinin, kamulaştırmanın kesinleşmesi tarihinden itibaren beş
yıl geçmiş olması hâlinde uygulanmayacağı düzenlenerek idarenin vazgeçmesi de
tıpkı iade hakkında olduğu gibi beş yıl ile sınırlanmaktadır.
Dava konusu kuralla, 2942 sayılı Kanun’un;
- 23. maddesinin, kamulaştırma bedelinin kesinleşmesinden itibaren
beş yıl ve bu tarihten itibaren de bir yıl olmak üzere toplam altı yıl
geçtikten sonra eski malikler veya mirasçılarının idareden herhangi bir sebeple
hak, bedel veya tazminat talebinde bulunamayacaklarını ve dava açamayacaklarını
öngören üçüncü fıkrası hükmünün,
- 22. maddesinin, kamu yararına yönelik olarak tahsisi yapılan
taşınmazın beş yıl dolmadan önce tahsis amacının ortadan kalkması durumunda
malike iade edilmesi imkanını ortadan kaldıran ve mal sahibi veya
mirasçılarının faiz ödemesini öngören birinci fıkrası hükmünün,
- 22. maddesinin, bu madde hükümlerine göre taşınmaz malı geri
almayı kabul etmeyen mal sahibi veya mirasçılarının 23. maddeye göre geri alma
haklarının da düşeceğini belirten ikinci fıkrası hükmünün,
- 22. maddenin, bu madde hükümlerinin, kamulaştırmanın
kesinleşmesi tarihinden itibaren beş yıl geçmiş olması hâlinde
uygulanmayacağını düzenleyen üçüncü fıkrası hükmünün,
maddenin yürürlüğe girdiği 11.9.2014 tarihinden önce açılan ve
henüz kesinleşmeyen davalarda da uygulanması temin edilmiştir. Ayrıca bu
maddenin uygulanması nedeniyle reddedilen davaların yargılama giderlerinin de
davalı idare tarafından ödenmesi öngörülmüştür.
2- Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralla 2942 sayılı Kanun’un 22. ve
23. maddelerinde yapılan değişikliklerin geçmişe yönelik olarak uygulanmasına
imkân tanındığı, bu durumun hukuki güvenlik ilkesini ve hak arama özgürlüğünü
zedelediği belirtilerek kuralın Anayasa’nın 2. ve 36. maddelerine aykırı olduğu
ileri sürülmüştür.
Anayasa’nın 2. maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesinin
önkoşullarından biri kişilerin hukuki güvenliğinin sağlanmasıdır. Hukuk
devletinin sağlamakla yükümlü olduğu hukuk güvenliği ilkesi, hukuk normlarının
öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven
duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici
yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılan ortak değerdir. Kural olarak hukuk
güvenliği kanunların geriye yürütülmemesini zorunlu kılar.“Kanunların geriye
yürümezliği”olarak adlandırılan bu ilke uyarınca, kanunlar kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış
hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar
dışında ilke olarak yürürlük tarihinden sonraki olay, işlem ve eylemlere
uygulanmak üzere çıkarılır. Geçmiş, yeni çıkarılan bir kanunun etki alanı
dışında kalır. Bu nedenle, sonradan yürürlüğe giren kanunların geçmişe ve kesin
nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel
ilkelerindendir.
Hukuk güvenliği ilkesi, aynı zamanda eski kanun döneminde oluşmuş
ve tamamlanmış hukuki durumların korunmasını gerektirmektedir. Kanunların
geçmişe yürütülme yasağıyla, geçmiş dönemde yürürlükte bulunan kanunlara uygun
olarak oluşmuş kazanılmış hakların korunması sağlanmaktadır. Bununla beraber,
geçmişe yürüme yasağı mutlak bir kural değildir. Geçmişe yürüme yasağının
amacı, kişilerin hukuka olan güvenini korumak olduğuna göre, kişilere
yükümlülük yüklemeyen aksine, kişiler lehine elverişli durumlar doğuran ve kişilere
menfaat sağlayan düzenlemelerin geçmişe yürütülmesine herhangi bir engel
bulunmamaktadır.
Bir önceki başlıkta incelendiği üzere, 2942 sayılı Kanun’un 23.
maddesinin, kamulaştırma bedelinin kesinleşmesinden itibaren beş yıl ve bu
tarihten itibaren de bir yıl olmak üzere toplam altı yıl geçtikten sonra eski
malikler veya mirasçılarının idareden herhangi bir sebeple hak, bedel veya
tazminat talebinde bulunamayacaklarını ve dava açamayacaklarını öngören üçüncü
fıkrası hükmü, mevcut hukuki durumu teyit etmekle sınırlı bir etkiye sahip olup
hukuk dünyasına bir yenilik getirmemektedir. Dolayısıyla 23. maddenin üçüncü
fıkrasının mevcut davalara da uygulanması, malikin durumunu eskiye nazaran
ağırlaştırmayacağından kuralın bu bölümünde hukuk devleti ilkesine aykırı bir
yön bulunmamaktadır.
Buna karşılık, kamu yararına yönelik olarak tahsisi yapılan taşınmazın
beş yıl dolmadan önce tahsis amacının sona ermesi durumunda da malike iade
edilebilmesi imkânının ortadan kaldırılmasının, kamulaştırmanın ve bedelinin
kesinleşmesinden sonra bir yıl içinde gerçekleşenler haricindeki iade işlemleri
için mal sahibi veya mirasçılarının, kamulaştırma bedeline ek olarak
kamulaştırma bedelini aldıkları günden itibaren işleyecek kanuni faizini de
ödemeleri mecburiyeti getirilmesinin, idarenin 7201 sayılı Kanun’a göre yapılan
tebligat üzerine taşınmaz malı geri almayı kabul etmeyen mal sahibi veya
mirasçılarının 23. maddeye göre geri alma haklarının da düşeceğinin
öngörülmesinin, bu madde hükümlerinin, kamulaştırmanın kesinleşmesi tarihinden
itibaren beş yıl geçmiş olması hâlinde uygulanmayacağının düzenlenmesinin, mal
sahibi veya mirasçılarının hukuki durumlarını ağırlaştıracağı açıktır. Mal
sahibi veya mirasçılarının daha önce yararlanabildiği birtakım imkânları sona
erdiren veya bunlara daha önce var olmayan bazı yükümlülükler yükleyen
düzenlemelerin,yürürlüğe girme tarihinden önceki olay ve durumlara da
uygulanacağının düzenlenmesi, kişilerin işlemin yapıldığı tarihte var olmayan,
dolayısıyla öngörmeleri mümkün bulunmayan kurallara tabi kılınmaları sonucunu
doğurmakta, böylece kişilerin mülkiyet hakkına ilişkin hukuki güvenliklerini
ihlal etmektedir.
Hukuk güvenliği, kişilerin hangi somut eylem ve işleme hangi
sonuçların bağlandığını bilebilecekleri ve buna göre davranışlarını
ayarlayabilecekleri bir hukuk düzeninin kurulmasını zorunlu kılarken dava
konusu kural, işlemin yapıldığı tarihte işlemin tabi olduğu hukuki sonucu işlem
tarihinden sonra değiştirerek kişilerin davranışlarını kurala göre
ayarlayabilme imkânını ortadan kaldırmakta ve mülkiyet haklarına yönelik hukuki
güvenliklerini zedelemektedir.
Açıklanan nedenlerle, Kanun’un 101. maddesiyle 2942 sayılı Kanun’a
eklenen geçici 9. maddenin birinci cümlesinde yer alan “…22 nci maddesinin
birinci, ikinci ve üçüncü fıkra hükümleri ile…”ibaresi, Anayasa’nın 2.
maddesine aykırıdır. İptali gerekir.
Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ bu görüşe değişik gerekçeyle
katılmışlardır.
Kanun’un 101. maddesiyle 2942 sayılı Kanun’a eklenen geçici 9.
maddenin birinci cümlesinin kalan bölümü ise Anayasa’nın 2. maddesine aykırı
değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Alparslan ALTAN, Serdar ÖZGÜLDÜR, Serruh KALELİ, Osman Alifeyyaz
PAKSÜT, Recep KÖMÜRCÜ, Celal Mümtaz AKINCI ile Erdal TERCAN, Kanun’un 101.
maddesiyle 2942 sayılı Kanun’a eklenen geçici 9. maddenin birinci cümlesinin
kalan bölümü yönünden bu görüşe katılmamışlardır.
Kuralın, Anayasa’nın 36. maddesi ile ilgisi görülmemiştir.
O- Kanun’un 112. Maddesiyle 4342 Sayılı Kanun’un 14. Maddesinin
Birinci Fıkrasına Eklenen (ı) Bendininİncelenmesi
Dava dilekçesinde, Kanun ile 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun
ilgili hükümleri birlikte dikkate alındığında dava konusu kuralla endüstri ve
şehirleşme amacına yönelik olarak meraların vasfının değiştirilmesine imkân
sağlandığı, konut alanları, sanayi alanları, ticaret alanları, teknoloji
parkları, kamu hizmeti alanları, rekreasyon alanları ve her türlü sosyal donatı
alanları yapmak için meraların, yerleşme ve yapılaşmaya açılarak
daraltılmasının Anayasa’nın 45. ve 56. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
4342 sayılı Kanun’un “Tahsis Amacının Değiştirilmesi”
başlıklı 14. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde, tahsis amacı
değiştirilmedikçe mera, yaylak ve kışlaktan bu Kanun’da gösterilenden başka
şekilde yararlanılamayacağı kurala bağlandıktan sonra, ikinci cümlesinde
bentler hâlinde bu kuralın istisnalarına yer verilmiştir. Kanun’un 112.
maddesiyle eklenen (ı) bendiyle, “Bakanlar Kurulunca kentsel dönüşüm ve
gelişim proje alanı olarak ilan edilen” yerler de istisnalar arasına
eklenmiştir. Buna göre, 5373 sayılı Belediye Kanunu’nun 73. maddesi uyarınca
ilgili belediyenin talebi ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığının teklifi üzerine
Bakanlar Kurulunca kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı olarak ilan edilen
yerlerdeki meraların, ilgili müdürlüğün talebi, mera komisyonu ve
defterdarlığın uygun görüşü alınmak suretiyle valilikçe tahsis amacının
değiştirilerek mera vasfının ortadan kaldırılması ve Hazine adına tescili
olanaklı hâle gelmiştir.
Anayasa’nın“Tarım, hayvancılık ve bu üretim dallarında
çalışanların korunması”başlıklı 45. maddesinde,”Devlet tarım arazileri ile
çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek…için gereken
tedbirleri alır.”hükmüne yer verilmiş;maddenin gerekçesinde ise “Madde,
Devlete tarım arazilerinin ve çayırlarla meraların amaç dışı kullanılmasını
önleme görevini yüklemektedir. Bu ifadeyle amaçlanan tarım arazilerinin
endüstri ve şehirleşme sebebiyle yok edilmesinin önlenmesidir. Devlet, bu
amaçla yasal düzenleme yapmalıdır.” denilmiştir. Dolayısıyla çayır ve
meraların amaç dışı kullanılmasının ve tahribinin önlenmesinin Devlete bir
görev olarak yüklendiği açıktır.
Hayvancılığın önemli geçim kaynaklarından birini oluşturduğu
ülkemizde mera, yaylak ve kışlakların korunması, tarımla uğraşan halkın ve
dolayısıyla ülkenin refahı ve gelirinin artması bakımından büyük önem
taşımaktadır. Anayasa koyucu, mera, yaylak ve kışlakların sınırlılığını
gözeterek bunların korunmasına ve amacı dışında kullanımının engellemesine
yönelik tedbirler alınmasını bir ödev olarak Devlete yüklemiş ise de bunun
mutlak bir yasaklamayı ifade ettiği ve mera, yaylak ve kışlakların amaç dışı
kullanımına hiçbir koşulda izin verilemeyeceği söylenemez. Sosyal veya ekonomik
bazı ihtiyaçlar, mera, yaylak ve kışlakların başka amaçlarla kullanımını
zorunlu hâle getirebilmektedir. Bu gibi durumlarda, bir bölgenin mera, yaylak
ve kışlak olarak kullanımına devam edilmesi, birtakım ekonomik ve sosyal
ihtiyaçların karşılanamamasına ve neticede daha büyük kamusal yararların
zedelenmesine yol açabilmektedir. Bu nedenle, bir alanın mera, yaylak veya
kışlak vasfının ortadan kaldırılmasının, söz konusu alanın mera, yaylak veya
kışlak olarak kullanımına devam edilmesinden daha fazla kamusal yarar doğurduğu
hâllerde, ilgili bölgenin başka amaçlarla kullanılmasına imkân sağlanmasına
anayasal bir engel bulunmamaktadır.
Anayasa’nın 56. maddesinde ise herkesin, “sağlıklı ve dengeli
bir çevrede yaşama hakkı”na sahip olduğu belirtilmiş; çevreyi geliştirmek,
çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların
ödevleri arasında sayılmıştır. Kanun koyucunun Anayasa’nın 56. maddesinde
düzenlenen “sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı”nın Devlete
yüklediği ödevin yerine getirilmesi amacıyla meralara müdahalede bulunulması
mümkündür. Ancak bu durumda çatışan iki ödev arasında makul bir denge kurulmalı
ve ancak kamu yararı bakımından zorunluluk taşıması durumunda meraların amaç
dışı kullanımına izin verilmelidir.
5373 sayılı Kanun’un 73. maddesiyle belediyelere tanınan, konut
alanları, sanayi alanları, ticaret alanları, teknoloji parkları, kamu hizmeti
alanları, rekreasyon alanları ve her türlü sosyal donatı alanları oluşturmak,
eskiyen kent kısımlarını yeniden inşa ve restore etmek, kentin tarihi ve
kültürel dokusunu korumak veya deprem riskine karşı tedbirler almak amacıyla
kentsel dönüşüm ve gelişim projeleri uygulayabilme yetkisinin, Anayasa’nın 56.
maddesinde düzenlenen sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkının Devlete
yüklediği yerine getirme ediminin bir gereği olduğu açıktır. Kuralla, kentsel
dönüşüm ve gelişim projelerinin uygulanabilmesi için ihtiyaç duyulan arazilerin
temin edilmesi hedeflenmiştir.
Dava konusu kural ile 5373 sayılı Kanun’un 73. maddesinin birinci
fıkrası birlikte dikkate alındığında, Bakanlar Kurulunun kentsel dönüşüm ve
gelişim alanı ilan edebilmesinin, konut alanları, sanayi alanları, ticaret
alanları, teknoloji parkları, kamu hizmeti alanları, rekreasyon alanları ve her
türlü sosyal donatı alanları oluşturmak, eskiyen kent kısımlarını yeniden inşa
ve restore etmek, kentin tarihi ve kültürel dokusunu korumak veya deprem
riskine karşı tedbirler almak amaçlarıyla sınırlı olduğu anlaşılmaktadır. Öte
yandan Kanun’un gerekçesinde de ifade edildiği üzere, “alternatif alanının
bulunmaması kaydıyla mera, yaylak ve kışlakların kentsel dönüşümve gelişim
projesi kapsamına alınabilmesi ve tahsis amacının değiştirilmesi”
mümkündür. Ayrıca,4342 sayılı Kanun kapsamındaki taşınmazlara ilişkin
Anayasa’nın 45. maddesinde sağlanan özel koruma gözetildiğinde, Bakanlığın
takdir yetkisini kullanırken öncelikle kamuya ait diğer taşınmazlarla ihtiyacın
karşılanıp karşılanmayacağını değerlendirmesi gerekmektedir.
Diğer taraftan, Bakanlar Kurulu, tüm bu hususları dikkate alarak
4342 sayılı Kanun kapsamındaki taşınmazlara ihtiyaç bulunduğu sonucuna varsa
bile bu, anılan taşınmazların 5373 sayılı Kanun’un 73. maddesi kapsamında
kullanılabilmesi için yeterli olmayacak, 4342 sayılı Kanun’da öngörülen usul
uygulanarak, orada belirtilen yetkili makamlar tarafından da aynı değerlendirme
yapılıp taşınmazların tahsis amaçlarının değiştirilmesine karar verilmesi
gerekecektir. Kaldı ki bu süreç içerisinde yapılan idari işlemlere karşı yargı
yolu açık olup belirtilen hususlar ilgili yargı mercileri tarafından da
değerlendirilebilecektir.
Sonuç olarak,Anayasa’nın 45. maddesinin koruması altında bulunan
mera, yaylak ve kışlakların amaç dışı kullanımına imkân tanınmış ise de bunun,
Anayasa’nın 56. maddesiyle Devlete yüklenen, bireylerin sağlıklı bir çevrede
yaşamalarını temin etme ödevinin ifası amacına dayandığı ve çatışan iki ödev
arasında makul bir dengenin de gözetildiği anlaşıldığından kuralda Anayasa’ya
aykırı bir yön bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 45. ve 56.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Alparslan ALTAN, Burhan ÜSTÜN, Serdar ÖZGÜLDÜR, Serruh KALELİ,
Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Celal Mümtaz AKINCI, Erdal TERCAN ile Muammer TOPAL bu
görüşe katılmamışlardır.
Ö- Kanun’un 117. Maddesiyle 5258 Sayılı Kanun’un 5. Maddesinin
İkinci Fıkrasına Eklenen İkinci Cümleninİncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralla, aile hekimleri ve aile
sağlığı personelinin normal haftalık ve günlük çalışma sürelerinin üzerinde üst
sınırı olmaksızın uzun sürelerle çalıştırılmasına olanak sağlanmasının dinlenme
hakkını ihlal ettiği, yeterli dinlenme hakkı güvence altına alınmaksızın uzun
süreli çalışmaya zorlanan sağlık personeli ile onlardan sağlık hizmeti
alanların yaşam hakları ile maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme
haklarının zedelendiği, bir kamu hizmeti olan aile sağlığı hizmetlerini icra
eden aile hekimleri ile aile sağlığı personelinin fazla çalışmasına ilişkin
uygulamaları belirleme yetkisinin idareye bırakılmasının yasama yetkisinin
devri anlamına geldiği, aile hekimlerinin mesleki yetkinlik ve görev alanları
dışında görevlendirilmelerinin çalışma haklarının etkin bir biçimde
kullanmalarını engellediği, ayrıca normal mesai saatleri dışında acil sağlık
hizmetleri ya da normal mesai saatleri içinde kendi aile hekimleri tarafından
verilmesi gereken sağlık hizmetini görevlendirilecek aile hekiminden almaya
yönlendirilecek hastaların gereksinim duydukları sağlık hizmetini o alandaki
mesleki standartlara uygun olarak alma haklarının da ihlal edildiği
belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2., 7., 17., 49., 50., 56., 90. ve 128.
maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Kanun’un 117. maddesiyle 5258 sayılı Kanun’un 5. maddesinin ikinci
fıkrasına eklenen ikinci cümlede,Türkiye Halk Sağlığı Kurumunca belirlenen aile
sağlığı merkezlerinde çalışma saatleri dışında, aile hekimleri ve aile sağlığı
elemanları ile gerektiğinde Sağlık Bakanlığı ve bağlı kuruluşları personeline
nöbet görevi verilebileceği belirtilmiştir.
5258 sayılı Kanun’un 5. maddesinin ikinci fıkrasının birinci
cümlesinde, aile hekimliğinin, acil hâller hariç, haftada kırk saatten az
olmamak kaydı ile Sağlık Bakanlığınca belirlenen kıstaslar çerçevesinde ilgili
aile hekiminin talebi ve o yerin sağlık idaresince onaylanan çalışma saatleri
içinde yerine getirileceği hükme bağlanmıştır. AnılanKanun’un 3. maddesinin
beşinci fıkrasının ikinci cümlesiyle ise aile hekimlerine ve aile sağlığı
elemanlarına 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun ek 33. maddesinde
belirtilen yerlerde haftalık çalışma süresi ve mesai saatleri dışında (olağan
çalışma sürelerine ek olarak) ayda asgari sekiz saat; ihtiyaç hâlinde ise bu
sürenin üzerinde nöbet görevi verileceği öngörülmektedir.
657 sayılı Kanun’un ek 33. maddesi kapsamında kalan kurum ve
kuruluşlar,yataklı tedavi kurumları, seyyar hastaneler, ağız ve diş sağlığı
merkezleri ve 112 acil sağlık hizmetleri biçiminde sayılmış iken, 6552 sayılı
Kanun’un 69. maddesiyle, bu kurumlara aile sağlığı merkezleri ve toplum sağlığı
merkezleri de dâhil edilmiş, dava konusu kuralla da 657 sayılı Kanun’un ek 33.
maddesinde yapılan değişikliğe paralel olarak,aile hekimleri ile aile sağlığı
elemanlarının nöbet görevini ifa edeceği yerler arasına aile sağlığı merkezleri
de eklenmiştir.
Kanun’un gerekçesinden,aile hekimleri ve aile sağlığı elemanları
ile gerektiğinde Sağlık Bakanlığı ve bağlı kuruluşları personelinin aile
sağlığı merkezlerinde de nöbet tutmalarını öngören dava konusu kuralla,çalışma
saatleri dışında acil başvuran hastalara hizmet verilmesinin amaçlandığı
anlaşılmaktadır.
Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen sosyal hukuk devleti ilkesini
sağlık hizmetleri alanında somutlaştıran ve Anayasa’nın “Sosyal ve Ekonomik
Haklar ve Ödevler” bölümünde yer alan 56. maddesinde, herkesin, sağlıklı ve
dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğu, Devletin herkesin hayatını,
beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlayacağı, insan ve madde gücünde
tasarruf ve verimi artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık
kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet vermesini düzenleyeceği ve Devletin bu
görevini kamu ve özel kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak,
onları denetleyerek yerine getireceği belirtilmiştir. Kişilerin hayatlarını
mutlu, huzurlu, beden ve ruh sağlığına sahip olarak sürdürebilmeleri, ihtiyaç
duydukları anda sağlık hizmetlerine ulaşıp ihtiyaç duydukları oranda bu
hizmetlerden yararlanabilmeleri ile sağlanabilecektir.
Devlet, Anayasa’nın 17. maddesinde kişilere tanınmış olan yaşam
hakkını güvence altına almakla yükümlüdür. Aynı maddede “Herkes, yaşama,
maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.”
denilmektedir. Kişinin yaşam hakkı ile maddi ve manevi varlığını koruma hakkı,
birbirleriyle sıkı bağlantıları olan, devredilmez ve vazgeçilmez
haklarındandır. Tüm bu haklara karşı olan her türlü engelin ortadan
kaldırılması da Devlete ödev olarak verilmiştir. Belirtilen kurallar bir bütün
olarak değerlendirildiğinde insanın sağlıklı yaşam hakkının olmasının, sağlık
hizmetlerinden yeterince yararlanmasına bağlı olduğu görülmektedir.
Aile hekimleri ile aile sağlığı elemanlarına normal çalışma
saatleri dışında nöbet görevi verilmesi, Anayasa Mahkemesinin 3.10.2013 tarihli
ve E.2012/103, K.2013/105 sayılı kararında incelenmiş ve Anayasa’ya aykırı
görülmemiştir. Anılan karara konu 5258 sayılı Kanun’un 3. maddesinin beşinci
fıkrasına, 6354 sayılı Kanun’un 12. maddesiyle eklenen cümleyle, aile
hekimlerine ve aile sağlığı elemanlarına ihtiyaç ve zaruret hâlinde, haftalık
çalışma süresi ve mesai saatleri dışında 657 sayılı Kanun’un ek 33. maddesinde
belirtilen yataklı tedavi kurumları, seyyar hastaneler, ağız ve diş sağlığı
merkezleri ve 112 acil sağlık hizmetlerinde aynı madde uyarınca ödenecek ücret
karşılığında nöbet görevi verilmesi öngörülmektedir. Anayasa Mahkemesi şu gerekçeyle
kuralı Anayasa’ya uygun bulmuştur:
“Anayasa, sosyal hukuk devleti olmanın gereği olarak Devlete
sağlık hizmetlerinin sunumunda pozitif yükümlülük vermiş, Devleti bu haklardan
yararlanmayı artıracak önlemleri almakla mükellef kılmıştır. Bu nedenle
Anayasa’nın 56. maddesinde öngörülen sağlık hakkından yararlanma konusunda en
geniş ölçekli uygulamaların gerçekleştirilmesi gerekir. Sağlık hizmeti
sunumunun diğer hizmetlerden farklı olduğu açıktır. İnsanın en temel hakkı olan
sağlıklı yaşam hakkı ile bu yaşamın sürdürülmesindeki yeri tartışmasız olan
hekimin ve ona yardımcı olan sağlık personelinin statüsünün de bu çerçevede
değerlendirilerek diğer kamu görevlileri ile belirtilen yönden farklılıklarının
gözetilmesi gerekir. Bu farklılıkların bir sonucu da hizmetin sunumu
yöntemlerindedir. Nitekim sağlık hizmetleri doğrudan yaşam hakkı ile ilgili
olması nedeniyle diğer kamu hizmetlerinden farklıdır. Sağlık hizmetinin temel
hedefi olan insan sağlığı ve yaşamı, mahiyeti itibarıyla ertelenemez ve ikame edilemez
bir özelliğe sahiptir. Bu durum Devletin sağlık alanında farklı uygulamalar
yapma zorunluluğunu doğurmaktadır.
Devletin gerçekleştirebileceği tedbirlerin başında sağlık
sektöründe kullanılan kaynakların ekonomik ve dengeli dağılımı gelmektedir. Ne yazık
ki ülkemizde doktor ve yetişmiş sağlık elemanı sayısı sınırlıdır. Sınırlı
sayıda personel sağlık hizmetinin sunumunda o kadar dengeli dağıtılmalıdır ki
her bireyin faydalanabileceği azami düzeyde hizmetlerden yararlanabilmelidir.
Aksi durumda dağılım adaletsiz olacak, personelin bir bölümü çok çalışırken
diğer daha az çalışacak aynı zamanda vatandaşların bir bölümü hizmetlerden
yeterli oranda faydalanamayacaktır. Hekim ve yetişmiş personel sayısının azlığı
kanun koyucuyu nöbet uygulaması gibi çeşitli tedbirler almaya zorlamaktadır.
Sağlık hizmetlerinin dengeli bir şekilde dağıtımı için nöbet uygulaması
getirilmiştir. Kuralın gerekçesinde de sağlık hizmetinin aksamadan
yürütülebilmesi ve yetersiz olan hekim kaynağının en verimli bir şekilde
kullanılabilmesi için nöbet uygulamasının getirildiği açıkça belirtilmektedir.
Dava konusu kuralın belirtilen açığı kapatmak üzere düzenlenmesi
nedeniyle kamu yararını amaçladığından kuşku yoktur. Bu amaçla çeşitli
ölçütlerle sınırlanan nöbet uygulaması getirilmiştir. Devletin pozitif
yükümlülüğü gereği almak zorunda olduğu tedbirlerden biridir. Aksi durumda
özellikle acil tıp hizmetleri sunulamayacak dolayısıyla yükümlülükler yerine
getirilememiş olacaktır. Sağlık sektörünün ivedi ve telafisi olanaksız
hizmetleri karşıladığından aksaması ile yaşam hakkı, maddi ve manevi varlığı
geliştirme hakkı ihlal edilmiş olacaktır. Kişilerin maddi ve manevi
varlıklarını geliştirebilmelerinin, sağlıklı ve huzurlu yaşam sürebilmelerinin
başlıca şartı, ihtiyaç duydukları anda sağlık hizmetlerine ulaşıp bu
hizmetlerden yeterli ölçüde yararlanabilmeleridir. Devlet için bir görev,
kişiler için bir hak olan bu amacın gerçekleştirilmesi için gerekli tedbirlerin
alınmasının ya da bu haktan yararlanmayı kolaylaştırıcı düzenlemeler yapılmasının
Anayasa’nın 2., 17. ve 56. maddelerini ihlal etmeyeceği açıktır.
Öte yandan Anayasa’nın “Çalışma şartları ve dinlenme hakkı”
başlıklı 50. maddesinin birinci ve üçüncü fıkralarında, kimsenin, yaşına,
cinsiyetine ve gücüne uymayan işlerde çalıştırılamayacağı ve dinlenmenin
çalışanların hakkı olduğu belirtilmiştir. Devletin, bazı zorunlu hâllerde
sağlık hizmetlerinin aksamadan yürütülmesi için kamu çalışanlarının başka bir
kurumda geçici olarak görevlendirilmesi, nöbet tutturulması bunun için ayrıca
ücret ödediği düşünüldüğünde zorla çalıştırma olarak değerlendirilemez. Kural,
çalışma ve dinlenme hakkına engel olmadığından Anayasa’nın 50. maddesini de
ihlal etmemektedir.”
5258 sayılıKanun’un 3. maddesinin beşinci fıkrasınınAnayasa
Mahkemesince Anayasa’ya aykırı bulunmayanikinci cümlesi, 6514 sayılı Kanun’un
52. maddesiyle değiştirilmiş ve yürürlükte bulunan hâlini almıştır.
Değişiklikle,aile hekimleri ve aile sağlığı elemanlarına nöbet görevi
verilebilmesi için gerekli olan, ihtiyaç ve zaruret hâsıl olması şartı
kaldırılmış, ayrıca ayda sekiz saat nöbet görevi zorunlu hâle getirilmiş ve
ihtiyaç hâlinde de nöbet görevinin bu sürenin üzerine çıkabileceği
öngörülmüştür.Aile hekimleri ve aile sağlığı elemanlarının, aile sağlığı
merkezlerinde de nöbet ücreti mukabilinde, mesai saatleri dışında,haftalık
olağan çalışma süreleri olan kırksekiz saate ek olarak ayda asgari sekiz saat,
ihtiyaç hâlinde ise bu sürenin de üzerinde nöbet tutmalarını öngören bu
düzenleme de, Anayasa Mahkemesinin7.11.2014 tarihli ve E.2014/61, K.2014/166
sayılı kararıyla Anayasa’ya uygun bulunarak, anılan cümleye yönelik iptal
istemi reddedilmiştir.
Dava konusu kuralda, aile hekimleri ile aile sağlığı elemanlarının
nöbet görevlerine ilişkin5258 sayılıKanun’un 3. maddesinin beşinci fıkrasının
ikinci cümlesiyle oluşturulan hukuksal düzende bir değişiklik yapılmamış,
sadece bunların nöbet görevini ifa edecekleri yerler genişletilmiş veyataklı
tedavi kurumları, seyyar hastaneler, ağız ve diş sağlığı merkezleri ve 112 acil
sağlık hizmetlerine ek olarak aile sağlığı merkezlerinde de nöbet görevini ifa
edebilmeleri mümkün hâle getirilmiştir. Aile hekimleri ile aile sağlığı
elemanlarının yataklı tedavi kurumları, seyyar hastaneler, ağız ve diş sağlığı
merkezleri ve 112 acil sağlık hizmetlerinde nöbet tutmaları Anayasa’ya aykırı
olmadığından, bu kişilerin aile sağlığı merkezlerinde nöbet tutmaları da aynı
gerekçelerle Anayasa’nın 2., 17. ve 56. maddelerine aykırı değildir.
Anayasa’nın 128. maddesinin ikinci fıkrasında, memurların ve diğer
kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve
yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işlerinin kanunla
düzenleneceği belirtilmiştir. Anayasa Mahkemesinin birçok kararında, Anayasa’nın
128. maddesinin ikinci fıkrasının kapsamına giren kişilerin statülerine ve
özlük haklarına ilişkin düzenlemelerin kanunla yapılması gerektiği ifade
edilmiştir.
Anayasa Mahkemesinin 21.2.2008 tarihli ve E.2005/10, K.2008/63
sayılı kararında da belirtildiği üzere, aile hekimliği hizmetleri, Devletin
genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü olduğu kamu hizmetinin
gerektirdiği asli ve sürekli görevlerden olup idari hizmet sözleşmesi ile aile
hekimliği uygulamalarını yürütmek üzere çalıştırılanlar da Anayasa’nın 128.
maddesinde ifade edilen“kamu görevlisi”kapsamındadırlar. Dolayısıyla
bunların fazla çalışma sürelerine ilişkin düzenlemelerin genel çerçevelerinin
kanunla belirlenmesi gerekmektedir.
Dava konusu kuralda, yürütme organına bırakılan tek yetki aile
hekimleri ile aile sağlığı elemanlarının nöbet görevini hangi aile sağlığı
merkezlerinde ifa edeceklerinin belirlenmesidir. Kural uyarıncaaile hekimleri
ile aile sağlığı elemanlarının nöbet görevini hangi aile sağlığı merkezlerinde
ifa edecekleri, Türkiye Halk Sağlığı Kurumunca belirlenecektir.Bunlarınnöbet
görevini hangi aile sağlığı merkezlerinde ifa edeceklerinin, güncel ihtiyaçlar
ve iş yoğunluğu gibi hususlar dikkate alınarak idarece belirlenmesi yasama
yetkisinin devri olarak görülemez.
Aile hekimlerinin ne kadar süreyle görev yapacakları hususu dava
konusu kuralda değil,5258 sayılıKanun’un 3. maddesinin beşinci fıkrasının
ikinci cümlesinde düzenlendiğinden anılan husus, ancak o kuralın iptalinin
istendiği bir davada tartışma konusu yapılabilir. Nitekim Anayasa Mahkemesi,3.10.2013
tarihli ve E.2012/103, K.2013/105 sayılı kararında,anılan kuralı bu yönüyle de
incelemiş ve herhangi bir Anayasa’ya aykırılık tespit etmemiştir.
Öte yandan aile hekimlerininaile sağlığı merkezlerindeifa
edecekleri görevin kendi özel uzmanlık alanları olan aile hekimliği mesleği
olduğu açıktır. Dolayısıyla dava konusu kuralla, aile hekimlerinin, mesleki
yetkinlik alanları dışındaki bir işte çalışmaya zorlandıkları söylenemez.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2., 7., 17.,
49., 56. ve 128. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ bu görüşe katılmamışlardır.
Kuralın Anayasa’nın 50. ve 90. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
P- Kanun’un 119. Maddesiyle 5345 Kanun’un 29. Maddesine Eklenen
Fıkranınİncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralla Gelir İdaresi Başkanlığı
bünyesinde çalışan grup başkanı, daire başkanı veya taşra teşkilatındaki vergi
dairesi başkanı kadrolarında görev yapanların daha düşük statüde bir görev olan
Devlet gelir uzmanı kadrosuna atanabilmesine imkân tanındığı, bu durumun anılan
nitelikte görev yapan kişilerin görev güvencelerinin sağlanamaması, kazanılmış
haklarının ihlal edilmesi ve meşru beklentilerinin karşılanamamasına neden
olduğu, bunun ise hukuki güvenlik ilkesine aykırı düştüğü, düzenlemenin
amacının kamu yararı olmayıp siyasi iradenin ideolojisine ters düşenlerin daha
alt statüdeki görevlere atanması olduğu, ayrıca kuralla anılan görevlerde görev
yapanların tümünün değil bir kısmının atanacağının belirtilmesinin eşitlik
ilkesiyle bağdaşmadığı ve idari işlemle yapılacak işlemin kanunla yapılarak
kişilerin bu işlemlere karşı yargı mercilerine başvurmalarının önlendiği
belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2., 10, 36. ve 70. maddelerine aykırı olduğu
ileri sürülmüştür.
5345 sayılı Kanun’un 29. maddesinin ikinci fıkrasında, Devlet
gelir uzmanları, vergi istihbarat uzmanları ve gelir uzmanlarının atanma usul
ve esasları düzenlenmiştir. Buna göre, en az dört yıllık lisans eğitimi veren
hukuk, siyasal bilgiler, iktisat, işletme, iktisadi ve idari bilimler
fakülteleri ve mühendislik fakültelerinin lisans bölümleri ile matematik ve
istatistik lisans bölümlerinden mezun olanlar Devlet gelir uzmanı
olabilmektedirler. Devlet gelir uzmanlığı kadrosuna atabilmek için öncelikle
kanunda sayılan bölümlerden mezun olan kişiler arasından yapılacak özel yarışma
sınavını kazanarak Devlet gelir uzman yardımcılığı kadrosuna atanmak
gerekmektedir. En az üç yıl çalışan ve olumlu sicil alan Devlet gelir uzman
yardımcıları, yeterlik sınavına tabi tutulmakta ve yapılacak yeterlik sınavında
başarılı olanlar Devlet gelir uzmanlığı kadrosuna atanmaktadırlar.
Kanun’un 119. maddesiyle, 5345 sayılı Kanun’un 29. maddesine
eklenen dava konusu fıkrayla, bu kurala bir istisna getirilmiş ve Devlet gelir
uzmanlığı kadrosuna atanabilmek için yeni bir kaynak oluşturulmuştur. Buna
göre, Gelir İdaresi Başkanlığınınmerkez teşkilatında grup başkanı, daire
başkanı veya taşra teşkilatında vergi dairesi başkanı kadrolarında toplam en az
üç yıl görev yapmış olanların, atama tarihi itibarıyla fiilen bu kadrolardan
birinde bulunmak şartıyla (5345 sayılı Kanun’un 29. maddesinin ikinci
fıkrasında belirtilen mezuniyet, yarışma sınavı, uzman yardımcılığında en az üç
yıl görev yapma ve yeterlilik sınavı koşullarını yerine getirmese de) Devlet
gelir uzmanı olarak atanabilmeleri mümkün hâle getirilmiştir.
Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesinin temel
gereklerinden biri kazanılmış haklara saygı gösterilmesidir. Kazanılmış haklara
saygı, hukuk güvenliği ilkesinin bir sonucudur. Kazanılmış hak, kişinin
bulunduğu statüden doğan, tahakkuk etmiş ve kendisi yönünden kesinleşmiş ve
kişisel alacak niteliğine dönüşmüş haktır.
Hukuk güvenliği ilkesi aynı zamanda hukuk normlarının
öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven
duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici
yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Kanunlara güvenerek hayatını
yönlendiren, hukuki iş ve işlemlere girişen bireyin, bu kanunların
uygulanmasına devam edileceği yolunda oluşan beklentisinin mümkün olduğunca
korunması hukuki güvenlik ilkesinin gereğidir.
Dava konusu kuralla, Gelir İdaresi Başkanlığınınmerkez
teşkilatında grup başkanı, daire başkanı veya taşra teşkilatında vergi dairesi
başkanı kadrolarında toplam en az üç yıl görev yapmış olanların, atama tarihi
itibarıyla fiilen bu kadrolardan birinde bulunmak şartıyla Devlet gelir uzmanı
kadrosuna atanabilecekleri düzenlenmektedir. Grup başkanı, daire başkanı ve
vergi dairesi başkanı kadrolarının Devlet gelir uzmanlığı, vergi istihbarat
uzmanlığı, gelir uzmanlığı ve vergi müfettişliği gibi “kariyer mesleklerden”gelenler
ile “idari görevlerden”yükselerek gelenler olmak üzere iki ayrı kaynağı
bulunmaktadır. Kariyer meslek kaynağından gelen kişilerin kendi kadrolarına
eşit veya daha düşük statüdeki Devlet gelir uzmanlığı kadrosuna atanabilmeleri
için kuralda belirtilen koşullara tabi tutulmaları düşünülemez. Dolayısıyla
dava konusu kural, anılan koşullar aranmaksızın zaten Devlet gelir uzmanlığına
atanma imkânına sahip kariyer meslek kaynağından gelenleri değil sadece önceki
görevi ve kadrosu itibariyle Devlet gelir uzmanlığına atanma imkânına sahip
bulunmayan kişileri kapsamaktadır.
Grup başkanlığı, daire başkanlığı ve vergi dairesi başkanlığı
kadroları idarecilik kadroları olup idarenin bu kadrolara bir kere atadığı
kişileri meslek hayatları boyunca bu kadrolarda çalıştırma zorunluluğunun
bulunmayacağı açıktır. Dolayısıyla bu kadrolara atanan kişiler yönünden
bulunduğu statülerden doğan, tahakkuk etmiş ve kendileri yönünden kesinleşmiş
ve kişisel alacak niteliğine dönüşmüş haklardan yahut bu durumunun devam
edeceği yönündeki haklı beklentiden söz edilemez. Bu nedenle, kamu yararı ve hizmetin
gerekleri dikkate alarak bu kişilerin idarecilik görevlerine son verilmesi ve
kariyer meslek kadrolarından gelenlerin kendi kadrolarına, kariyer mesleklerden
gelmeyenlerin ise bazı koşulları taşımak kaydıyla geldiği kadrodan daha üst bir
görev olan Devlet gelir uzmanı kadrolarına atanmaları mümkün olup bunu
düzenleyen kuralın kazanılmış hakları veya genel olarak hukuk güvenliği
ilkesini ihlal eden bir yönü bulunmamaktadır.
Öte yandan Anayasa’nın 2. maddesindeki”hukuk devleti”ilkesi
gereğince, yasama işlemlerinin kişisel yararları değil kamu yararını
gerçekleştirmek amacıyla yapılması zorunludur. Bir kuralın Anayasa’ya aykırılık
sorunu çözümlenirken”kamu yararı” konusunda Anayasa Mahkemesinin
yapacağı inceleme yalnızca kanunun kamu yararı amacıyla yapılıp yapılmadığı ile
sınırlıdır. Kanun ile kamu yararının ne kadar gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini
denetlemenin, anayasa yargısıyla bağdaşmayacağı ve bunun kanun koyucunun
takdirinde olduğu açıktır.
Kanun koyucu, kamu yararı ve hizmetin gereklerini dikkate alarak
kamu görevlilerinin statüsünde, bunların unvanlarında, görev ve yetkilerinde
değişiklik yapabileceği gibi bu statülere atanma koşullarını da yeniden
düzenleyebilir. Dava konusu kuralın objektif metni dikkate alındığında,
düzenlemeyle kariyer meslek kaynağından gelmeyen ve Devlet gelir uzmanlığına
atanma imkânına sahip olmayanlardan hizmetine ihtiyaç duyulanların kuralda
belirtilen üst düzey görevleri belli bir süre ifa etmeleri şartıyla kariyer
meslek olan Devlet gelir uzmanlığına atanabilmelerinin sağlanmak istendiği ve
düzenlemenin bu amaçla çıkarıldığı anlaşılmaktadır. Bu amacın kamu yararına
yönelik olmadığı söylenemez. Dava konusu kuralla anılan kadrolardaki kişilerin
Devlet gelir uzmanı olarak atanabilmesine imkân tanınmasıyla kamu yararının
gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ise anayasallık denetiminin kapsamı dışındadır.
Dava konusu kuralda Gelir İdaresi Başkanlığı merkez teşkilatında
grup başkanlığı, daire başkanlığı veya taşra teşkilatında vergi dairesi
başkanlığı kadrolarında çalışanların tümünün değil kuralda belirtilen şartları
taşıyanların Devlet gelir uzmanı olarak atanabilmesine imkân tanınmaktadır.
İdare hukukunun genel ilkeleri uyarınca idarenin bu yetkisini kullanırken
kuralda belirtilen şartları taşıyanlar yönünden de kamu hizmetinin daha iyi
işlemesi veya kamu yararı esasına göre ayrım yaparak atama yapmak zorunda
olduğu aşikârdır. Kamu hizmetinin daha iyi işlemesi veya kamu yararı amacıyla
atama yapılabilmesi için ise söz konusu kadrolarda çalışanların başarısı,
liyakati gibi çeşitli ayırt edici kriterlerin kullanılması gerekir. Bu
kriterleri taşıyan kişilerle taşımayanların aynı hukuki durumda bulunmadığında
kuşku olmadığına göre dava konusu kural uyarınca bunlar arasında ayrım yapılarak
bazılarının farklı kurallara tabi kılınmasında eşitlik ilkesini ihlal eden bir
yön yoktur.
Kuralda, Gelir İdaresi Başkanlığı merkez teşkilatında grup
başkanlığı, daire başkanlığı veya taşra teşkilatında vergi dairesi başkanlığı
kadrolarında çalışanların Devlet gelir uzmanı olarak atanmış sayılmasına değil
bu kadrolarda çalışanlardan kuralda belirtilen koşulları taşıyanların idare
tarafından atanabilmesine imkân tanınmaktadır. Dolayısıyla dava konusu kuralın
doğrudan uygulanma kabiliyeti bulunmamakta olup kuralın uygulanabilmesi için
idarenin idari işlem tesis etmesi gerekmektedir. Anayasa’nın 125. maddesi
uyarınca kural olarak tüm idari işlemlerde olduğu gibi anılan idari işlemler
yönünden de kişilerin yargı mercilerine başvurması olanaklı olduğundan kuralın
hak arama özgürlüğünü zedeleyen bir yönü bulunmamaktadır.
Nitekim Anayasa Mahkemesinin 4.12.2014 tarihli ve E.2013/114,
K.2014/184 sayılı kararıyla 6495 sayılı Kanun’un 59. maddesiyle, 178 sayılı
KHK’nin 43. maddesine eklenen ve dava konusu kuralla benzer hükümler içeren
fıkra, Anayasa’ya aykırı bulunmamış ve fıkranın iptali istemi reddedilmiştir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2., 10. ve 36.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ bu görüşe katılmamışlardır.
Kuralın Anayasa’nın 70. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
R- Kanun’un 121. Maddesiyle 5393 Sayılı Kanun’un 15. Maddesinin
Beşinci Fıkrasının Birinci Cümlesinde Yer Alan“arsa”İbaresinin“taşınmaz”Şeklinde
Değiştirilmesininİncelenmesi
Dava dilekçesinde, belediyelere 5393 sayılı Kanunla verilen
görevlerin yapılması amacıyla belediye kaynaklarıyla edinilen veya belediye
kaynaklarıyla yaptırılan hastane,okul, kreş, öğrenci yurdu, huzurevi, otel,
motel, sosyal tesis binaları, konut gibi herkese/halka ait her türlü
taşınmazın, özel hukuk kişilerine bedelsiz veya düşük bir bedelle
devredilmesine imkân tanıyan düzenlemenin kamu mallarının özgülendiği kamu
hizmetinden koparılması sonucunu doğurduğu ve hukuk devleti ilkesiyle
bağdaşmadığı, ayrıca bu durumun kamu yararıyla da örtüşmediği gibi mahalli
müşterek hizmetlerin yürütülmesini sekteye uğratacak nitelikte olduğu
belirtilerek kuralın, Anayasa’nın 2. ve 127. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
5393 sayılı Kanun’un 15. maddesinde, belediyenin yetkileri ve
imtiyazları düzenlenmektedir. Maddenin beşinci fıkrasının dava konusu kuralı da
içeren birinci cümlesinde, il sınırları içinde büyükşehir belediyeleri,
belediye ve mücavir alan sınırları içinde il belediyeleri ile nüfusu 10.000’i
geçen belediyelerin, meclis kararıyla, sağlık, eğitim, sosyal hizmet ve turizmi
geliştirecek projelere İçişleri Bakanlığının onayı ile ücretsiz veya düşük bir
bedelle amacı dışında kullanılmamak kaydıyla arsa tahsis edebileceği
düzenlenmekte iken dava konusu kuralla, anılan birinci cümlede yer alan “arsa”
ibaresi “taşınmaz” biçiminde değiştirilmek suretiyle belediyelerin
tahsis yetkisi genişletilmiştir.
1319 sayılı Emlak Vergisi Kanunu’nun 12. maddesinde arsa, “belediye
sınırları içinde belediyece parsellenmiş arazi”biçiminde tanımlanmıştır.
4721 sayılı Kanun’un 704. maddesine göre taşınmaz mülkiyetinin
konusunu; arazi, tapu kütüğünde ayrı sayfaya kaydedilen bağımsız ve sürekli
haklar ile kat mülkiyeti kütüğüne kayıtlı bağımsız bölümler oluşturmaktadır.4721
sayılıKanun’un 704. maddesinde geçen arazi kavramı “belediye sınırları
içinde parsellenmiş belediye ve mücavir alan sınırları içindeki uygulama imar
planı bulunan alanları” ifade eden arsa kavramından daha geniş bir içeriğe
sahiptir. Bu bağlamda taşınmaz kavramının arsa vasfını haiz olmayan arazileri
de içerdiği açıktır.
Dava konusu kuralla yapılan değişiklikten önce belediyeler, 5393
sayılı Kanun’un 15. maddesinin beşinci fıkrasının birinci cümlesi kapsamında
sadece arsa vasfı taşıyan taşınmazları, sağlık, eğitim, sosyal hizmet ve
turizmi geliştirecek projelere İçişleri Bakanlığının onayı ile ücretsiz veya
düşük bir bedelle amacı dışında kullanılmamak kaydıyla tahsis edebilmekte iken
değişiklikle tüm taşınmazların bu kapsamda tahsis edilebilmelerine imkân
tanınmıştır. Dolayısıyla dava konusu kural uyarınca belediyelerin arsa
niteliğindeki taşınmazların yanında, arazileri, arazilerin mütemmim cüzü
sayılan yapıları (her türlü bina), kat mülkiyeti kütüğüne kayıtlı bağımsız
bölümleri, taşınmaz niteliğindeki sınırlı ayni hakları 5393 sayılı Kanun’un 15.
maddesinin beşinci fıkrasının birinci cümlesi kapsamında tahsis etmesi mümkün
hâle gelmiştir.
Belediyelerin ücretsiz veya düşük bir bedelle taşınmaz tahsis
yetkisi, sadece sağlık, eğitim, sosyal hizmet ve turizmi geliştirecek
projelerle sınırlı tutulmuştur. Ayrıca tahsisin yapılabilmesi için İçişleri
Bakanlığının onayı şart koşulmuştur. 5393 sayılı Kanun, taşınmazın tahsis
edileceği kişiler yönünden herhangi bir sınırlama öngörmediğinden sağlık,
eğitim, sosyal hizmet ve turizmin geliştirilmesi amaçlı proje üreten herhangi
bir özel hukuk tüzel kişisine taşınmaz tahsisi mümkündür.
Anayasa’nın 2. maddesinde düzenlenen hukuk devleti ilkesi
gereğince bütün kamusal işlemler, nihai olarak kamu yararını gerçekleştirme
hedefine yönelmek durumundadır. Kanunun amaç unsuru bakımından Anayasa’ya uygun
sayılabilmesi için kanunun çıkarılmasında kamu yararı dışında bir amacın
gözetilmemiş olması gerekir. İlgili yasama belgelerinin incelenmesinden kanunun
kamu yararı dışında bir amaçla çıkarılmış olduğu açıkça anlaşılabiliyorsa amaç
unsuru bakımından Anayasa’ya aykırı olduğu söylenebilir.Kanun koyucunun kamu yararı amacıyla hareket edip etmediği ancak ilgili
yasama belgeleri incelenerek ve kuralın objektif anlamına bakılarak tespit
edilebilir.
Maddenin gerekçesinden kuralın amacının, 5393
sayılı Kanun’un 15. maddesinin beşinci fıkrasıyla belediyelere, arsa vasfı
taşıyan taşınmazlarla sınırlı olarak tanınan tahsis yetkisinin kapsamı
genişletilerek,belediyelerin, mülkiyetlerinde bulunan arsa, arazi, bina ve sair
yapılar, kat mülkiyeti siciline kayıtlı bağımsız bölümler ile taşınmaz
hükmündeki sınırlı ayni haklar dâhil her türlü taşınmazın,sağlık, eğitim, sosyal hizmet ve turizmi
geliştirecek projeleretahsis
edilebilmelerineimkân sağlamak olduğu anlaşılmaktadır.
5393 sayılı Kanun’un 14. maddesinin birinci fıkrasının (a)
bendinde,çevre ve çevre sağlığı, temizlik ve katı atık; turizm ve tanıtım,
gençlik ve spor orta ve yüksek öğrenim öğrenci yurtları, sosyal hizmet ve
yardım hizmetlerini yapacağı veya yaptıracağı; (b) bendinde ise sağlıkla ilgili
her türlü tesisi açabileceği ve işletebileceği düzenlenmektedir. Dolayısıyla
belediyelerin sağlık, eğitim, sosyal hizmet ve turizm ile ilgili kimi
görevlerinin bulunduğu görülmektedir. Dava konusu kuralla ise belediyelere, özel
sektörün bu alanlarda geliştireceği projeler için taşınmaz tahsis etme yetkisi
tanınmaktadır. Sağlık, eğitim, sosyal hizmet ve turizmin geliştirilmesi
amacıyla özel sektör tarafından geliştirilen projelerin desteklenmesinde kamu
yararının bulunduğu açıktır. Bu itibarla, bu projelerin desteklenmesi amacıyla
projeyi yürüten özel hukuk kişilerine belediyelerce taşınmaz tahsis edilmesine
imkân tanınması kanun koyucunun takdirindedir. Anılan projelere, arsa vasfı
taşıyan taşınmazların yanında belediyeye ait binalar ile diğer taşınmazların da
tahsis edilebilmesine imkân tanınması kamu yararının varlığını
etkilememektedir.
Sağlık, eğitim, sosyal hizmet ve turizmi geliştirme amaçlı
projelerin desteklenebilir mahiyette olması işin doğası gereğidir. Ancak bu projelerin
kamu desteğini hak edecek ölçek ve nitelikte olup olmadığının bir yerindelik
meselesi olduğu açıktır.Kaldı ki kanun koyucu bu projelerin desteklenebilir
nitelikte olmalarını temin etmek maksadıyla taşınmaz tahsisini İçişleri
Bakanlığının onayına bağlı kılmıştır.
Sonuç olarak,belediyelerin, mülkiyetlerinde bulunan her türlü
taşınmazı,sağlık, eğitim, sosyal
hizmet ve turizmi geliştirecek projeleretahsis
edebilmelerineimkân sağlanmasındakamu yararı amacı dışında bir amaç
güdüldüğü saptanamadığından kuralda, Anayasa’nın 2. maddesine aykırılık söz
konusu değildir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. maddesine
aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ bu görüşe katılmamışlardır.
Kuralın Anayasa’nın 127. maddesiyle bir ilgisi görülmemiştir.
S- Kanun’un 128. Maddesiyle 5747 Sayılı Kanun’un 1. Maddesine Ekli
(16) Sayılı Listesinin Sekizinci Sırasında Yer Alan“Barbaros”İbaresinin“Barbaros
Mahallesinin O4 Karayolunun güneyinde kalan kısmı”Şeklinde Değiştirilmesi
ile 129. Maddesiyle 5747 Sayılı Kanun’un 2. Maddesinin (3) Numaralı Fıkrasında
Yer Alan“Kadıköy ilçe belediyesine bağlı Atatürk Mahallesinin”İbaresinden
Sonra Gelmek Üzere Eklenen“ve Barbaros Mahallesinin”İbaresininİncelenmesi
Dava dilekçesinde, dava konusu kurallarla Ataşehir ilçesine bağlı
Barbaros mahallesinin, Ataşehir ilçesinin sınırlarından çıkarılarak Ümraniye
ilçesi sınırlarına dâhil edilmesinin asıl nedeninin, Barbaros mahallesine
yapılması kararlaştırılan “İstanbul/Ataşehir Uluslararası Finans Merkezi”
yerleşkesinin mevcut siyasi iktidara ait belediyeye bağlanmak istenmesi olduğu,
coğrafi ve ekonomik şartlar ile kamu hizmetlerinin gerekleri ortaya konulmadan
ve İstanbul İl İdare Kurulunun görüşü alınmadan Barbaros mahallesinin Ataşehir
ilçesinden alınarak Ümraniye ilçesine bağlandığı, sırf “İstanbul/Ataşehir
Uluslararası Finans Merkezi”nin siyasal iktidara ait bir belediyenin
sınırları içine alınması amacıyla ilçe sınırlarının değiştirilmesinin kamu
yararıyla örtüşmediği gibi adalet ve hakkaniyet ölçüleriyle de bağdaşmadığı
belirtilerek kuralların, Anayasa’nın 2. ve 126. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
Dava konusu kurallarla, İstanbul ili Ataşehir ilçesi sınırlarında
bulunan Barbaros mahallesinin O4 Karayolunun güneyinde kalan kısmının, Ümraniye
ilçesi sınırlarına dâhil edilmesi öngörülmektedir.
Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin, toplumun
huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı,
Atatürk milliyetçiliğine bağlı, Başlangıç’ta belirtilen temel ilkelere dayanan,
demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti olduğu belirtilmiştir. Maddede
belirtilen “hukuk devleti” ilkesi gereğince, yasama işlemlerinin,
kişisel yararları değil kamu yararını gerçekleştirmek amacıyla yapılması
gerekir. Bir kuralın Anayasa’ya aykırılık sorunu çözümlenirken “kamu yararı”
konusunda Anayasa Mahkemesinin yapacağı inceleme de, kanunun kamu yararı
dışında başka bir amaçla yapılıp yapılmadığını araştırmaktır. Anayasa’nın
çeşitli hükümlerinde yer alan kamu yararı kavramının Anayasa’da bir tanımı
yapılmamıştır. Ancak Anayasa Mahkemesinin bazı kararlarında da belirtildiği
gibi kamu yararı, bireysel, özel çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan
toplumsal yarardır. Bu saptamanın doğal sonucu olarak da, kamu yararı düşüncesi
olmaksızın, yalnız özel çıkarlar için veya yalnız belli kişilerin yararına
olarak yasa kuralı konulamaz. Böyle bir durumun açık bir biçimde ve kesin
olarak saptanması hâlinde, söz konusu yasa kuralı Anayasa’nın 2. maddesine
aykırı düşer ve iptali gerekir. Açıklanan ayrık hâl dışında, bir yasa kuralının
ülke gereksinimlerine uygun olup olmadığı bir siyasi tercih sorunu olarak kanun
koyucunun takdirine ait olduğundan, salt bu nedenle kamu yararı değerlendirmesi
yapmak anayasa yargısıyla bağdaşmaz.
Anayasa’nın 126. maddesine göre, Türkiye, merkezî idare kuruluşu
bakımından coğrafya durumuna, iktisadi şartlara ve kamu hizmetlerinin
gereklerine göre illere, iller de diğer kademeli bölümlere ayrılır. İllerin
idaresi yetki genişliği esasına dayanır.
Bu hükme göre, Türkiye’nin gerek illere ayrılmasında, gerekse
illerin diğer kademeli bölümlere ve bu arada ilçelere ayrılmasında göz önünde
tutulacak olan ölçütler, coğrafya durumu, iktisadi koşullar ve kamu
hizmetlerinin gerekleridir. İdari kademelere bölünmede kullanılan bu ölçütler,
bu kademelerin merkezlerinin belli edilmesinde de uygulanır. Kanun koyucu,
Anayasa’da öngörülen koşullara uymak kaydıyla, gelişen sosyal, ekonomik, teknik
ve benzeri nedenlerin belli bir bölgede ilçe kurulmasını gerektirdiğini takdir
ederek yeni bir ilçe kurabilir, büyük yerleşim yerleri için öngörülen özel
yönetim biçiminin gereği olarak, büyükşehir belediyelerinin sınırları
içerisinde yer alan belediyelerin sınır, görev, yetki ve niteliklerinde
değişiklikler yapabilir. Bunu kanunla yapabileceği gibi esas ve usullerini
kanunda göstermek koşuluyla idari işlemle yapılmasına da olanak tanıyabilir.
Öte yandan, Anayasa’nın 126. maddesi uyarınca, ilçelerin kurulması
ve sınırlarının belirlenmesinde “coğrafya durum, iktisadi koşullar ve kamu
hizmetlerinin gerekleri” ölçütlerinin gözetilmesi gerekmekle birlikte,
tamamen teknik konulara işaret eden bu unsurlarla ilgili olarak değerlendirme
yapılması anayasallık denetiminin kapsamı dışında kalmaktadır.
Dava konusu kuralların gerekçesinde, İstanbul ilinde Ataşehir ve
Ümraniye ilçelerinin sınırları belirlenirken O-4 ve E-80 Karayolu’nun sınır
olarak belirlenmesinin amaçlandığı ifade edilmiştir.Yasama
belgelerinden, İstanbul ili Ataşehir ilçesi sınırlarında bulunan Barbaros
mahallesinin O4 Karayolu’nun güneyinde kalan kısmının, Ümraniye ilçesi
sınırlarına dâhil edilmesini öngören düzenlemede, kamu yararı amacı dışında
kişisel veya siyasi saiklerle hareket edildiği yolunda herhangi bir bulguya
rastlanmadığından kuralda Anayasa’ya aykırı bir yön bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kurallar Anayasa’nın 2. ve 126.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ bu görüşe katılmamışlardır.
Ş- Kanun’un 142. Maddesiyle Değiştirilen 637 Sayılı KHK’nin 36.
Maddesinin (2) Numaralı Fıkrasının Birinci Cümlesinde Yer Alan“Bakanlığın
gözetimi ve denetimi altında…”ve“…Bakanlıkça belirlenecek…”İbarelerinin,
Dördüncü Cümlesinin, Beşinci Cümlesinde Yer Alan “…yönetmelikte belirtilen
kurucu kuruluşların katkı payları ve/veya yıllık üyelik aidatlarından, İş
Konseyi üyelik aidatları ve…” İbaresinin, Altıncı ve Yedinci Cümlelerinin
İncelenmesi
1- Dış Ekonomik İlişkiler Kurulunun Statüsü ile İlgili Genel Açıklama
Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK), Türk özel sektörünün dış
ticaret, uluslararası yatırımlar, hizmetler, müteahhitlik ve lojistik başta
olmak üzere, dış ekonomik ilişkilerinin yürütülmesi, bu bağlamda yurt içi ve
dışı yatırım imkânlarının araştırılması, Türkiye’nin ihracatının artırılmasına
katkı sağlanması ve benzeri iş geliştirme çalışmalarının koordine edilmesi
amacıyla, ilk kez 1986 yılında, Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB)
Yönetim Kurulu kararına dayanılarak dernek statüsünde kurulmuştur.
5174 sayılı Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği ile Odalar ve
Borsalar Kanunu’nun, “Türk-yabancı veya yabancı-Türk odalar ile Dış Ekonomik
İlişkiler Kurulu”başlıklı 58. maddesinin üçüncü, dördüncü ve beşinci
fıkralarıyla, daha önce dernek statüsünde kurulan DEİK’e özel bir statü
tanınmış, kuruluşu, organları, yönetimi, işleyişi ve gelirlerine ilişkin özel
hükümler sevk edilmiştir. Buna göre, Birliğin (Birlik veya TOBB) gözetim ve
denetimi altında özel sektörün dış ekonomik ilişkilerini yürütmek üzere, özel
hukuk hükümlerine tâbi ve tüzel kişiliğe sahip, kuruluş ve faaliyet amaçları
aynı olan ve Birlikçe belirlenecek özel sektör kuruluşlarından, kısa adı DEİK
olan Dış Ekonomik İlişkiler Kurulunun oluşması öngörülmektedir. Kurulun ikili
ekonomik ilişkilerini, yönetim kurulunun kararları doğrultusunda iş konseyleri
aracılığı ile yürüteceği kurala bağlanmaktadır. Kurul ile iş konseylerinin
görev ve yetkileri, teşkilâtlanma ve işleyişleri, organları, bütçeleri, yönetim
ve denetimleri ile üyeliğe ilişkin esasların Birlik tarafından çıkarılacak
yönetmelikle düzenleneceği ifade edilmektedir. Kurulun bütçesinin, kurucu
kuruluşların Kurul Yönetim Kurulu tarafından belirlenen yıllık üyelik
aidatlarından, iş konseyi üyelik aidatlarından, Birliğin ödeyeceği katkı payı
ve diğer gelirlerden oluşacağı ve Kurul bütçesinin Birlik tarafından
denetleneceği düzenlenmektedir.
Kanun’un 142. maddesiyle,637 sayılı KHK’nin 36. maddesinin (2)
numaralı fıkrasında DEİK’in statüsü yeniden düzenlenmiş ve buna paralel olarak
da 144. maddesinin birinci fıkrasının (h) bendiyle, 5174 sayılı Kanun’un 158.
maddesinin DEİK’i düzenleyen üçüncü, dördüncü ve beşinci fıkraları yürürlükten
kaldırılmıştır.
637 sayılı KHK’nin (2) numaralı fıkrasında yer alan düzenlemenin,
5174 sayılı Kanun’un 158. maddesinin üçüncü, dördüncü ve beşinci fıkralarında
yer alan düzenlemede kısmi değişiklikler yapılmak suretiyle yeniden kaleme
alınmasından ibaret olduğu anlaşılmaktadır. Yapılan değişikliklerin, büyük
ölçüde TOBB’a tanınan yetkilerin Ekonomi Bakanlığına tanınmasından ibaret
olduğu görülmektedir.
Önceki düzenlemede, DEİK’in, TOBB’un gözetim ve denetimi altında
kurulması ve DEİK’i oluşturan özel sektör kuruluşlarının da TOBB tarafından
belirlenmesi öngörülmekte iken, 637 sayılı KHK’nin (2) numaralı fıkrasıyla bu
yetkiler Ekonomi Bakanlığına verilmiştir. AyrıcaDEİK ile İş Konseylerinin görev
ve yetkileri, teşkilatlanma ve işleyişleri, organları, bütçeleri, yönetim ve
denetimleri ile üyeliğe ilişkin usul ve esasların düzenlendiği yönetmeliğin
TOBB tarafından çıkarılması ve DEİK’in denetiminin de TOBB tarafından
yapılacağı belirtilmiş iken637 sayılı KHK’nin (2) numaralı fıkrasıyla
yönetmelik çıkarılması ve bütçenin denetimiyle igili bu yetkiler de Bakanlığa
devredilmiştir. 637 sayılı KHK’nin (2) numaralı fıkrasında, önceki düzenlemedenfarklı
olarak,bu fıkranın uygulanması sırasında, diğer kanunlarda yer alan benzer ya
da aynı mahiyetteki hükümlerin uygulanmayacağı açıkça kurala bağlanmakta,
ayrıca “Ekonomi Bakanlığı bütçesinden yapılacak yardımlar”da DEİK’in
gelirleri arasında sayılmaktadır.
Gerek 5174 sayılı Kanun’un 58. maddesinin üçüncü fıkrasında
gerekse 637 sayılı KHK’nin (2) numaralı fıkrasında DEİK’in özel hukuk
hükümlerine tâbi ve tüzel kişiliğe sahip olduğu ifade edilmiş ise de niteliğiyle
ilgili herhangi bir belirleme yapılmamıştır. Diğer bir ifadeyle Kanun’da
DEİK’in, kanunlarda sayılan tipik özel hukuk tüzelkişilik türlerinden (dernek,
vakıf, şirket, kooperatif v.s.) herhangi birine dahil olduğu yolunda açık bir
hükme yer verilmemektedir. Dolayısıyla DEİK’in kendine özgü, atipik bir özel
hukuk tüzel kişiliğini haiz olduğu anlaşılmaktadır.
DEİK’in, kamu yararı amacına yönelik olarak faaliyet göstermesi ve
kâr amacı gütmemesi, Bakanlığın gözetimi ve denetimi altında kurulması,
kendisini oluşturan özel sektör kuruluşlarının Bakanlık tarafından
belirlenmesi, görev ve yetkileri, teşkilatlanma ve işleyişi, organları,
bütçeleri, yönetim ve denetimleri ile üyeliğe ilişkin usul ve esasların
Bakanlıkça çıkarılan yönetmelikle belirlenmesi, gelirlerinin kanunda sayılması,
bütçesinin Bakanlıkça denetlenmesi ve ayrıca Ekonomi Bakanlığının bütçesinden
yardım almasıgibi özellikleri dikkate alındığında, alelade özel hukuk tüzel
kişilerinden farklı olarak kamu gücüyle donatılan özel hukuk tüzel kişisi
niteliğinde olduğu anlaşılmaktadır.
2- Fıkranın Birinci Cümlesinde Yer Alan “Bakanlığın gözetimi ve
denetimi altında…”ve“…Bakanlıkça belirlenecek…” İbareleri ile
Altıncı Cümlesi
Dava dilekçesinde, özel sektörün dış ekonomik ilişkilerini
yürütmek üzere, özel hukuk hükümlerine tabi ve tüzel kişiliğe sahip olarak
kurulan DEİK’in hukuksal olarak dernek statüsünde olduğu, hukuken dernek
statüsünde olan bir organizasyonun görevlerinin Bakanlığın gözetimi ve denetimi
altında yürütecek olmasının, hangi özel sektör kuruluşlarının DEİK’i
oluşturacağının Bakanlıkça belirlenmesinin ve bütçesinin Bakanlık tarafından
denetlenmesinin, dernek özgürlüğüne müdahale niteliği taşıdığı, DEİK’in kamu
kurumu niteliğinde meslek kuruluşu benzeri bir organizasyon olduğunun kabulü
durumunda ise üyelerinin belirli bir mesleğe mensup olanlar yerine Bakanlıkça
belirlenmesinin, faaliyetlerini Bakanlığın gözetim ve denetimi altında
yürütecek olmasının ve vesayet denetimini de açacak şekilde bütçelerinin
doğrudan Bakanlıkça denetlenecek olmasının meslek kuruluşlarının özerkliği
ilkesiyle bağdaşmadığı, ayrıca bu durumun Anayasa’nın demokratik devlet
ilkesini de ihlal ettiği belirtilerek kuralların, Anayasa’nın 2., 5., 13., 33.,
123. ve 135. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kurallarla, DEİK’in, Bakanlığın gözetim ve denetimi
altında kurulması, DEİK’i oluşturan özel sektör kuruluşlarının da Bakanlık
tarafından belirlenmesi ve DEİK’in bütçesinin Bakanlıkça denetlenmesi
öngörülmektedir. 5174 sayılı Kanun’un 158. maddesinin, Kanun’un 144. maddesinin
birinci fıkrasının (h) bendiyle yürürlükten kaldırılan ve DEİK’i düzenleyen
üçüncü, dördüncü ve beşinci fıkralarında, DEİK’in, TOBB’un gözetim ve denetimi
altında kurulması ve DEİK’i oluşturan özel sektör kuruluşlarının da TOBB
tarafından belirlenmesi, bütçesinin denetiminin de TOBB tarafından yapılması
düzenlenmekte iken dava konusu kurallarla bu yetkiler Bakanlığa verilmektedir.
Yukarıda detaylı olarak açıklandığı üzere DEİK, kimi kamusal
hizmetler ifa eden ve belli ölçüde kamu gücü ayrıcalıklarıyla donatılan atipik
bir özel hukuk tüzel kişisidir. Bu itibarla, DEİK dernek statüsünde bulunmadığı
gibi meslek kuruluşu niteliğinde de değildir.
Hukuk devletinde, bir kısım kamu hizmetlerinin özel kanunlarla
kurulan ve kamu gücüyle donatılan özel hukuk tüzelkişileri aracılığıyla yerine
getirilmesinin öngörülmesi kanun koyucunun takdirindedir. Kamu hizmeti ifa eden
ve ifa ettiği kamu hizmetiyle orantılı olarak da kamu gücüyle donatılan bu özel
hukuk tüzel kişilerinin kamunun denetimi ve gözetimi altında faaliyet
göstermesi Anayasa’ya aykırılık teşkil etmez. Bu itibarla Türk özel sektörünün
dış ticaret, uluslararası yatırımlar, hizmetler, müteahhitlik ve lojistik başta
olmak üzere, dış ekonomik ilişkilerinin yürütülmesi, bu bağlamda yurt içi ve
dışı yatırım imkânlarının araştırılması, Türkiye’nin ihracatının artırılmasına
katkı sağlanması ve benzeri iş geliştirme çalışmalarının koordine edilmesi
amacıyla kurulan ve kendine özgü bir özel hukuk tüzel kişisi olan DEİK’in,
Bakanlığın gözetim ve denetimi altında kurulmasını, üye olacak özel sektör
kuruluşlarının Bakanlık tarafından belirlenmesini ve bütçesinin de Bakanlıkça
denetlenmesini öngören dava konusu kurallarda Anayasa’ya aykırı bir yön
bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kurallar Anayasa’nın 2.
maddesine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ bu görüşe katılmamışlardır.
Kuralların Anayasa’nın 5., 13., 33., 123. ve 135. maddeleriyle
ilgisi görülmemiştir.
3- Fıkranın Dördüncü Cümlesi ile Beşinci Cümlesinde Yer Alan “…yönetmelikte
belirtilen kurucu kuruluşların katkı payları ve/veya yıllık üyelik
aidatlarından, İş Konseyi üyelik aidatları ve…” İbaresi
Dava dilekçesinde, dava konusu kurallarla, özel hukuka tabi olan
DEİK’in, görev ve yetkileri, teşkilatlanmaları ve işleyişleri, organları, bütçeleri,
yönetim ve denetimleri ile üyeliğe ilişkin usul ve esaslarının Bakanlık
tarafından hazırlanacak yönetmelikte düzenlenmesinin öngörüldüğü, özel sektörün
dış ekonomik ilişkilerinin yürütülmesinin Bakanlığın görev alanıyla ilgisi
bulunmadığından Bakanlığa bu konularda yönetmelik çıkarma yetkisi
tanınamayacağı, bu durumun DEİK üyeleri ile yönetiminin hukuksal güvenliklerini
de ortadan kaldırdığı, DEİK kurucu kuruluşlarından alınacak katkı payları
ve/veya yıllık üyelik aidatları ile İş Konseyi üyelik aidatlarının vergi
benzeri mali yükümlülük olduğu ve yasayla düzenlenmesi gerektiği, ayrıca genel
çerçeve ve temel ilkeler kanunla belirlenmeden Bakanlığa düzenleme yetkisi
verildiği belirtilerek kuralların, Anayasa’nın 2., 7., 8., 73. ve 124.
maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu dördüncü cümleyle,DEİK ile İş Konseylerinin görev ve
yetkileri, teşkilatlanma ve işleyişleri, organları, bütçeleri, yönetim ve
denetimleri ile üyeliğe ilişkin usul ve esasların Bakanlık tarafından
çıkarılacak yönetmelikle belirleneceği düzenlenmiştir.5174 sayılı Kanun’un 158.
maddesinin Kanun’un 144. maddesinin birinci fıkrasının (h) bendiyle yürürlükten
kaldırılan ve DEİK’i düzenleyen üçüncü, dördüncü ve beşinci fıkralarında
yönetmelik çıkarma yetkisi TOBB’a verilmiş iken, dava konusu kuralla bu yetki
Bakanlığa verilmiştir.
Fıkranın beşinci cümlesinde, DEİK’in gelirleri düzenlenmekte,
cümlenin dava konusu edilen bölümünde ise yönetmelikte belirtilen kurucu
kuruluşların katkı payları ve/veya yıllık üyelik aidatları ile İş Konseyi
üyelik aidatları DEİK’in gelirleri arasında sayılmaktadır.
Anayasa’nın 124. maddesinde,Başbakanlık, bakanlıklar ve kamu tüzel
kişilerinin, kendi görev alanlarını ilgilendiren kanunların ve tüzüklerin
uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamak şartıyla, yönetmelikler
çıkarabilecekleri belirtilmiştir.
637 sayılı KHK’nin 36. maddesinin (2) numaralı fıkrasında,
DEİK’in, Bakanlığın gözetimi ve denetimi altında özel sektörün dış ekonomik
ilişkilerini yürüteceği ifade edilmek suretiyle Bakanlığa, gözetleme ve
denetleme görevi verilmiştir. Öte yandan, 637 sayılı KHK’nin 2. maddesinde, Bakanlığa,
dış ticaretin ülke ekonomisi yararına yapılması amacıyla ürün ve yurtdışı
müteahhitlik dâhil uluslararası hizmet ticaretine ilişkin gerekli her türlü
tedbiri almak gibi, özel sektörün dış ekonomik işlerini yürüten birtakım
görevler yüklenmiştir. Dolayısıylaözel sektörün dış ekonomik ilişkilerinin
yürütülmesinin Bakanlığın görev alanıyla bir ilgisinin bulunmadığı
söylenemeyeceğinden Bakanlığa, kendi gözetim ve denetimi altında faaliyet
gösteren DEİK ile İş Konseylerinin görev ve yetkileri, teşkilatlanma ve
işleyişleri, organları, bütçeleri, yönetim ve denetimleri ile üyeliğe ilişkin
usul ve esasların belirlenmesi hususunda yönetmelik çıkarma yetkisi
tanınmasının Anayasa’nın 124. maddesine aykırı bir yönü bulunmamaktadır.
Anayasa’nın 7. maddesinde, “Yasama yetkisi Türk Milleti adına
Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.”denilmektedir.
Yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olması ve bu yetkinin
devredilememesi, kuvvetler ayrılığı ilkesinin bir gereğidir. Anayasa’nın açıkça
kanunla düzenlenmesini öngördüğü konularda, yürütme organına genel ve sınırları
belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi olanaklı değildir. Yürütme organına
düzenleme yetkisi veren bir kanun hükmünün Anayasa’nın 7. maddesine uygun
olabilmesi için temel ilkeleri koyması, çerçeveyi çizmesi, sınırsız, belirsiz,
geniş bir alanı yönetimin düzenlemesine bırakmaması gerekir. Buna karşılık
Anayasa’nın açıkça kanunla düzenlenmesini öngörmediği konularda kanunun çok
genel ifadelerle düzenleme yaparak, ayrıntıyı yürütmeye bırakması mümkündür.
DEİK’in kuruluş,görev ve yetkileri, teşkilatlanma ve işleyişleri,
organları, bütçeleri, yönetim ve denetimleri ile üyeliğe ilişkin usul ve
esaslarınkanunla düzenlenmesi zorunluluğu bulunmamaktadır. Bu nedenle, anılan
hususların idari düzenleyici işlemlerle belirlenmesinin öngörülmesi kanun
koyucunun takdirindedir. Dava konusu kuralla, bu hususlarla ilgili düzenleme
yetkisinin Ekonomi Bakanlığına bırakılması yasama yetkisinin devri olarak
yorumlanamaz.
Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin önemli bir
unsuru olan belirlilik ilkesi, bireylerin hukuk kurallarını önceden bilmeleri,
davranış ve tutumlarını bu kurallara göre güvenle düzene sokabilmelerini
gerektirmekte olup hukuk kurallarının belirliliğinin sağlanması yalnızca
kanunla düzenleme yapılması anlamına gelmemektedir. Belirlilik ilkesi, yalnızca
yasal belirliliği değil, daha geniş anlamda hukuki belirliliği de ifade
etmektedir. Yasal dayanağının bulunması ve erişilebilir, bilinebilir ve
öngörülebilir olması gibi gereklilikleri karşılaması koşuluyla, mahkeme
içtihatları ve yürütmenin düzenleyici işlemleri ile de hukuki belirlilik
sağlanabilir. Aslolan muhtemel muhataplarının mevcut şartlar altında belirli
bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini öngörmelerini mümkün kılacak bir
normun varlığıdır. Bu itibarla, DEİK’in kuruluş,görev ve yetkileri,
teşkilatlanma ve işleyişleri, organları, bütçeleri, yönetim ve denetimleri ile
üyeliğe ilişkin usul ve esaslarınidari düzenleyici işlemlerle tespit edilmesi
belirsizliğe yol açmayacağından hukuk devleti ilkesine aykırılık söz konusu
değildir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kurallar Anayasa’nın 2., 7. ve
124. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ bu görüşe katılmamışlardır.
Kuralların, Anayasa’nın 8. ve 73. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
4- Yedinci Cümlesi
Dava dilekçesinde, düzenlemenin, DEİK ile kuruluşuna
katılacakların 5253 sayılı Dernekler Kanunu ile 4721 sayılı Kanun hükümlerinden
yararlanmalarını önlediği, hukuken dernek statüsünde olan DEİK hakkında 5253
sayılı Kanun ve hüküm bulunmayan hâllerde 4721 sayılı Kanun hükümlerinin
uygulanmasının önlenmesinde kamu yararı bulunmadığı gibi dernek kurma
özgürlüğünü de ölçüsüz bir şekilde sınırladığı belirtilerek kuralın, Anayasanın
2., 13. ve 33. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kuralda, 637 sayılı KHK’nin (2) numaralı fıkrasınınuygulanması
sırasında, diğer kanunlarda yer alan benzer ya da aynı mahiyetteki hükümlerin
uygulanmayacağı kurala bağlanmaktadır.Uygulanmayacak hükümlerin hangileri
olduğu kanun metninde gösterilmediği gibi gerekçede de bu konuda herhangi bir
açıklama yer almamaktadır. Ancak DEİK’in önceki statüsünün “dernek”
niteliğinde olduğu gözetildiğinde, uygulanmayacağı belirtilen hükümlerin
derneklerle ilgili düzenleme içeren kanun hükümleri olduğu anlaşılmaktadır.
Kanun koyucu, dava konusu kuralla, DEİK’in dernek vasfını haiz olmadığını ve bu
nedenle derneklerle ilgili hükümlerin uygulanmayacağını açıklığa kavuşturmak
istemiştir. Kanun koyucunun, derneklerle ilgili kanunların DEİK’e doğrudan veya
kıyasen uygulanıp uygulanamayacağı yolundaki muhtemel tartışmaları önlemek
amacıyla bu hükümlerin uygulanmayacağını açıkça düzenlemesinde kamu yararına
aykırı bir yön bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2. maddesine aykırı
değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ bu görüşe katılmamışlardır.
Kuralın, Anayasa’nın 13. ve 33. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
V- YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİ
10.9.2014 tarihli ve 6552 sayılı İş Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun
Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması ile Bazı Alacakların Yeniden
Yapılandırılmasına Dair Kanun’un;
A- 1- 15. maddesiyle, 20.6.2012 tarihli ve 6331 sayılı İş Sağlığı
ve Güvenliği Kanunu’nun 2. maddesinin (2) numaralı fıkrasına eklenen (e)
bendine,
2- 21. maddesiyle, 18.10.2012tarihli ve 6356 sayılı Sendikalar ve
Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’na eklenen ek 1. maddeye,
3- 99. maddesiyle, 4.11.1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma
Kanunu’nun 4. maddesine eklenen ikinci fıkranın üçüncü cümlesine,
4- 101. maddesiyle 2942 sayılı Kanun’a eklenen geçici 9. maddenin
birinci cümlesinde yer alan“…22 nci maddesinin birinci, ikinci ve üçüncü
fıkra hükümleri ile…”ibaresine,
yönelik yürürlüğün durdurulması istemlerinin, koşulları
oluşmadığından REDDİNE,
B- 87. maddesiyle değiştirilen, 5.12.1951 tarihli ve 5846 sayılı
Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun 47. maddesinin birinci fıkrasının birinci
cümlesine yönelik iptal hükmünün yürürlüğe girmesinin ertelenmesi nedeniyle bu
cümleye ilişkin yürürlüğün durdurulması isteminin REDDİNE,
C- 1- 10. maddesiyle değiştirilen, 4.1.2002 tarihli ve 4734 sayılı
Kamu İhale Kanunu’nun 62. maddesinin birinci fıkrasının (e) bendinin (1)
numaralı alt bendinin birinci ve ikinci cümlelerine,
2- 13. maddesiyle, 5.1.2002 tarihli ve 4735 sayılı Kamu İhale
Sözleşmeleri Kanunu’nun 8. maddesine eklenen üçüncü fıkranın üçüncü cümlesine,
3- 20. maddesine,
4-38. maddesiyle, 16.5.2006 tarihli ve 5502 sayılı Sosyal Güvenlik
Kurumu Kanunu’nun başlığı ile birlikte değiştirilen 36. maddesinin üçüncü
fıkrasının dördüncü cümlesinde yer alan“…ve vekaletname ibrazı…”ibaresine,
5- 54. maddesiyle, 31.5.2006tarihli ve5510 sayılı Sosyal
Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 103. maddesine eklenen üçüncü ve
dördüncü fıkralara,
6- 61. maddesiyle 5510 sayılı Kanun’a eklenen geçici 57. maddenin
birinci fıkrasının ikinci cümlesinde yer alan“ancak tahsil edilmiş tutarlar
red ve iade veya mahsup edilmez.”ibaresine,
7- 64. maddesiyle, 30.1.1950 tarihli ve 5521 sayılı İş Mahkemeleri
Kanunu’nun 7. maddesine eklenen dördüncü fıkranın ikinci cümlesine,
8- 73. maddesinin (6) numaralı fıkrasının birinci cümlesinde yer
alan“…dava açmamaları, açılmış davalardan vazgeçmeleri ve kanun yollarına
başvurmamaları şarttır.”ibaresine,
9- 80. maddesinin (4) numaralı fıkrasının birinci cümlesinde yer
alan“…dava açmamaları, açılmış davalardan vazgeçmeleri ve kanun yollarına
başvurmamaları şarttır.”ibaresine,
10- 88. maddesiyle, 18.12.1953 tarihli ve 6200 sayılı Devlet Su
İşleri Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun’a eklenen ek 6.
maddenin birinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan“…denetim masrafları
ilgililerine ait olmak üzere…”ve“…veya DSİ tarafından yetkilendirilen
Türk Ticaret Kanununa göre kurulmuş şirketlerden DSİ’ce müşavirlik hizmeti
satın alınarak yaptırılır.”ibarelerine,
11- 94. maddesiyle, 19.3.1969 tarihli ve 1136 sayılı Avukatlık
Kanunu’nun 182. maddesine eklenen ikinci fıkraya,
12- 100. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendiyle, 2942 sayılı
Kanun’un 23. maddesine eklenen üçüncü fıkraya,
13- 101. maddesiyle 2942 sayılı Kanun’a eklenen geçici 9. maddenin
birinci cümlesinin,“…22 nci maddesinin birinci, ikinci ve üçüncü fıkra
hükümleri ile…”ibaresi dışında kalan bölümüne,
14- 112. maddesiyle, 25.2.1998 tarihli ve 4342 sayılı Mera
Kanunu’nun 14. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (ı) bendine,
15- 117. maddesiyle, 24.11.2004 tarihli ve 5258 sayılı Aile
Hekimliği Kanunu’nun 5. maddesinin ikinci fıkrasına eklenen ikinci cümleye,
16- 119. maddesiyle, 5.5.2005 tarihli ve 5345 sayılı Gelir İdaresi
Başkanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun’un 29. maddesine eklenen
fıkraya,
17- 121. maddesiyle, 3.7.2005 tarihli ve 5393 sayılı Belediye
Kanunu’nun 15. maddesinin beşinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan“arsa”ibaresinin“taşınmaz”şeklinde
değiştirilmesine,
18- 128. maddesiyle, 6.3.2008tarihli ve 5747 sayılı Büyükşehir
Belediyesi Sınırları İçerisinde İlçe Kurulması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik
Yapılması Hakkında Kanun’un 1. maddesine ekli (16) sayılı listesinin sekizinci
sırasında yer alan“Barbaros”ibaresinin“Barbaros Mahallesinin O4
Karayolunun güneyinde kalan kısmı”şeklinde değiştirilmesine,
19- 129. maddesiyle 5747 sayılı Kanun’un 2. maddesinin (3) numaralı
fıkrasında yer alan“Kadıköy ilçe belediyesine bağlı Atatürk Mahallesinin”ibaresinden
sonra gelmek üzere eklenen“ve Barbaros Mahallesinin”ibaresine,
20- 142. maddesiyle değiştirilen, 3.6.2011 tarihli ve 637 sayılı
Ekonomi Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde
Kararname’nin 36. maddesinin (2) numaralı fıkrasının;
a- Birinci cümlesinde yer alan“Bakanlığın gözetimi ve denetimi
altında…”ve“…Bakanlıkça belirlenecek…”ibarelerine,
b-Dördüncü cümlesine,
c-Beşinci cümlesinde yer alan“…yönetmelikte belirtilen kurucu
kuruluşların katkı payları ve/veya yıllık üyelik aidatlarından, İş Konseyi
üyelik aidatları ve…”ibaresine,
d- Altıncı ve yedinci cümlelerine,
yönelik iptal istemleri, 14.5.2015 tarihli, E.2014/177, K.2015/49
sayılı kararla reddedildiğinden, bu madde, fıkra, bent, cümle, bölüm, ibare ve
değişikliklere ilişkin yürürlüğün durdurulması istemlerinin REDDİNE,
14.5.2015 tarihinde OYBİRLİĞİYLE karar verilmiştir.
VI- İPTAL HÜKMÜNÜN YÜRÜRLÜĞE GİRECEĞİ GÜN SORUNU
Anayasa’nın 153. maddesinin üçüncü fıkrasında, “Kanun, kanun
hükmünde kararname ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü ya da bunların
hükümleri, iptal kararlarının Resmî Gazetede yayımlandığı tarihte yürürlükten
kalkar. Gereken hallerde Anayasa Mahkemesi iptal hükmünün yürürlüğe gireceği
tarihi ayrıca kararlaştırabilir. Bu tarih, kararın Resmî Gazetede yayımlandığı
günden başlayarak bir yılı geçemez.” denilmekte, 6216 sayılı Kanun’un 66.
maddesinin (3) numaralı fıkrasında da bu kural tekrarlanmaktadır.
10.9.2014 tarihli ve 6552 sayılı İş Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun
Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması ile Bazı Alacakların Yeniden
Yapılandırılmasına Dair Kanun’un 87. maddesiyle değiştirilen, 5.12.1951 tarihli
ve 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun 47. maddesinin birinci
fıkrasının birinci cümlesinin iptal edilmesi nedeniyle doğacak hukuksal boşluk
kamu yararını ihlal edecek nitelikte görüldüğünden, Anayasa’nın 153. maddesinin
üçüncü fıkrasıyla 6216 sayılı Kanun’un 66. maddesinin (3) numaralı fıkrası
gereğince bu cümleye ilişkin iptal hükmünün, kararın Resmî Gazete’de
yayımlanmasından başlayarak bir yıl sonra yürürlüğe girmesi uygun görülmüştür.
VII- SONUÇ
10.9.2014 tarihli ve 6552 sayılı İş Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun
Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması ile Bazı Alacakların Yeniden
Yapılandırılmasına Dair Kanun’un;
A- 10. maddesiyle değiştirilen, 4.1.2002 tarihli ve 4734 sayılı
Kamu İhale Kanunu’nun 62. maddesinin birinci fıkrasının (e) bendinin (1)
numaralı alt bendinin birinci ve ikinci cümlelerinin Anayasa’ya aykırı
olmadıklarına ve iptal istemlerinin REDDİNE, Alparslan ALTAN, Serdar ÖZGÜLDÜR,
Serruh KALELİ, Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Recep KÖMÜRCÜ, Celal Mümtaz AKINCI,
Erdal TERCAN ile M. Emin KUZ’un karşıoyları ve 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 65. maddesinin (1) numaralı
fıkrası gereğince OYÇOKLUĞUYLA,
B- 13. maddesiyle, 5.1.2002 tarihli ve 4735 sayılı Kamu İhale
Sözleşmeleri Kanunu’nun 8. maddesine eklenen üçüncü fıkranın üçüncü cümlesinin
Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, Osman Alifeyyaz
PAKSÜT’ün karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,
C- 15. maddesiyle, 20.6.2012 tarihli ve 6331 sayılı İş Sağlığı ve
Güvenliği Kanunu’nun 2. maddesinin (2) numaralı fıkrasına eklenen (e) bendinin
Anayasa’ya aykırı olduğuna ve İPTALİNE, Rıdvan GÜLEÇ’in karşıoyu ve
OYÇOKLUĞUYLA,
Ç- 20. maddesininAnayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin
REDDİNE, Serdar ÖZGÜLDÜR, Serruh KALELİ ile Osman Alifeyyaz PAKSÜT’ün
karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
D- 21. maddesiyle, 18.10.2012tarihli ve 6356 sayılı Sendikalar ve
Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’na eklenen ek 1. maddenin Anayasa’ya aykırı olduğuna
ve İPTALİNE, OYBİRLİĞİYLE,
E-38. maddesiyle, 16.5.2006 tarihli ve 5502 sayılı Sosyal Güvenlik
Kurumu Kanunu’nun başlığı ile birlikte değiştirilen 36. maddesinin üçüncü
fıkrasının dördüncü cümlesinde yer alan“…ve vekaletname ibrazı…”ibaresinin
Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
F- 54. maddesiyle, 31.5.2006tarihli ve5510 sayılı Sosyal
Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 103. maddesine eklenen üçüncü
ve dördüncü fıkralarınAnayasa’ya aykırı olmadıklarına ve iptal istemlerinin REDDİNE,
OYBİRLİĞİYLE,
G- 61. maddesiyle 5510 sayılı Kanun’a eklenen geçici 57. maddenin
birinci fıkrasının ikinci cümlesinde yer alan“…ancak tahsil edilmiş tutarlar
red ve iade veya mahsup edilmez.”ibaresininAnayasa’ya aykırı olmadığına ve
iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
Ğ- 64. maddesiyle, 30.1.1950 tarihli ve 5521 sayılı İş Mahkemeleri
Kanunu’nun 7. maddesine eklenen dördüncü fıkranın ikinci cümlesinin Anayasa’ya
aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
H- 73. maddesinin (6) numaralı fıkrasının birinci cümlesinde yer
alan“…dava açmamaları, açılmış davalardan vazgeçmeleri ve kanun yollarına
başvurmamaları şarttır.”ibaresininAnayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal
isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
I- 80. maddesinin (4) numaralı fıkrasının birinci cümlesinde yer
alan“…dava açmamaları, açılmış davalardan vazgeçmeleri ve kanun yollarına
başvurmamaları şarttır.”ibaresininAnayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal
isteminin REDDİNE, Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ’nin karşıoyları ve
OYÇOKLUĞUYLA,
İ- 87. maddesiyle değiştirilen, 5.12.1951 tarihli ve 5846 sayılı
Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun 47. maddesinin birinci fıkrasının birinci
cümlesinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve İPTALİNE, Muammer TOPAL, Kadir ÖZKAYA
ile Rıdvan GÜLEÇ’in karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA, iptal hükmünün, Anayasa’nın
153. maddesinin üçüncü fıkrası ile 6216 sayılı Kanun’un 66. maddesinin (3)
numaralı fıkrası gereğince, KARARIN RESMÎ GAZETE’DE YAYIMLANMASINDAN BAŞLAYARAK
BİR YIL SONRA YÜRÜRLÜĞE GİRMESİNE, OYBİRLİĞİYLE,
J- 88. maddesiyle, 18.12.1953 tarihli ve 6200 sayılı Devlet Su
İşleri Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun’a eklenen ek 6.
maddenin birinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan“…denetim masrafları
ilgililerine ait olmak üzere…”ve“…veya DSİ tarafından yetkilendirilen
Türk Ticaret Kanununa göre kurulmuş şirketlerden DSİ’ce müşavirlik hizmeti
satın alınarak yaptırılır.”ibarelerinin Anayasa’ya aykırı olmadıklarına ve
iptal istemlerinin REDDİNE, Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ’nin karşıoyları
ve OYÇOKLUĞUYLA,
K- 94. maddesiyle, 19.3.1969 tarihli ve 1136 sayılı Avukatlık
Kanunu’nun 182. maddesine eklenen ikinci fıkranın Anayasa’ya aykırı olmadığına
ve iptal isteminin REDDİNE, Serdar ÖZGÜLDÜR, Serruh KALELİ ile Osman Alifeyyaz
PAKSÜT’ün karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
L- 99. maddesiyle, 4.11.1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma
Kanunu’nun 4. maddesine eklenen ikinci fıkranın üçüncü cümlesinin Anayasa’ya
aykırı olduğuna ve İPTALİNE, Hicabi DURSUN’un karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,
M- 100. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendiyle, 2942 sayılı
Kanun’un 23. maddesine eklenen üçüncü fıkranın Anayasa’ya aykırı olmadığına ve
iptal isteminin REDDİNE, Alparslan ALTAN, Serdar ÖZGÜLDÜR, Serruh KALELİ, Osman
Alifeyyaz PAKSÜT, Recep KÖMÜRCÜ, Celal Mümtaz AKINCI ile Erdal TERCAN’ın
karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
N- 101. maddesiyle 2942 sayılı Kanun’a eklenen geçici 9. maddenin
birinci cümlesinin;
1-“…22 nci maddesinin birinci, ikinci ve üçüncü fıkra hükümleri
ile…”ibaresinin Anayasa’ya aykırı olduğuna ve İPTALİNE, OYBİRLİĞİYLE,
2- Kalan bölümünün Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin
REDDİNE, Alparslan ALTAN, Serdar ÖZGÜLDÜR, Serruh KALELİ, Osman Alifeyyaz
PAKSÜT, Recep KÖMÜRCÜ, Celal Mümtaz AKINCI ile Erdal TERCAN’ın karşıoyları ve
OYÇOKLUĞUYLA,
O- 112. maddesiyle, 25.2.1998 tarihli ve 4342 sayılı Mera
Kanunu’nun 14. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (ı) bendinin Anayasa’ya
aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, Alparslan ALTAN, Burhan ÜSTÜN,
Serdar ÖZGÜLDÜR, Serruh KALELİ, Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Celal Mümtaz AKINCI,
Erdal TERCAN ile Muammer TOPAL’ın karşıoyları ve 6216 sayılı Kanun’un 65.
maddesinin (1) numaralı fıkrası gereğince OYÇOKLUĞUYLA,
Ö-117. maddesiyle, 24.11.2004tarihli ve 5258 sayılı Aile Hekimliği
Kanunu’nun 5. maddesinin ikinci fıkrasına eklenen ikinci cümlenin Anayasa’ya
aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh
KALELİ’nin karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
P- 119. maddesiyle, 5.5.2005 tarihli ve 5345 sayılı Gelir İdaresi
Başkanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun’un 29. maddesine eklenen
fıkranın Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, Serdar
ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ’nin karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
R- 121. maddesiyle, 3.7.2005 tarihli ve 5393 sayılı Belediye
Kanunu’nun 15. maddesinin beşinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan“arsa”ibaresinin“taşınmaz”şeklinde
değiştirilmesinin Anayasa’ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE,
Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ’nin karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
S- 128. maddesiyle, 6.3.2008tarihli ve 5747 sayılı Büyükşehir
Belediyesi Sınırları İçerisinde İlçe Kurulması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik
Yapılması Hakkında Kanun’un 1. maddesine ekli (16) sayılı listesinin sekizinci
sırasında yer alan“Barbaros”ibaresinin“Barbaros Mahallesinin O4
Karayolunun güneyinde kalan kısmı”şeklinde değiştirilmesinin Anayasa’ya
aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh
KALELİ’nin karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
Ş- 129. maddesiyle 5747 sayılı Kanun’un 2. maddesinin (3) numaralı
fıkrasında yer alan“Kadıköy ilçe belediyesine bağlı Atatürk Mahallesinin”ibaresinden
sonra gelmek üzere eklenen“ve Barbaros Mahallesinin”ibaresininAnayasa’ya
aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh
KALELİ’nin karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
T- 142. maddesiyle değiştirilen, 3.6.2011 tarihli ve 637 sayılı
Ekonomi Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde
Kararname’nin 36. maddesinin (2) numaralı fıkrasının;
1- Birinci cümlesinde yer alan“Bakanlığın gözetimi ve denetimi
altında…”ve“…Bakanlıkça belirlenecek…”ibarelerinin,
2-Dördüncü cümlesinin,
3-Beşinci cümlesinde yer alan“…yönetmelikte belirtilen kurucu
kuruluşların katkı payları ve/veya yıllık üyelik aidatlarından, İş Konseyi
üyelik aidatları ve…”ibaresinin,
4- Altıncı ve yedinci cümlelerinin,
Anayasa’ya aykırı olmadıklarına ve iptal istemlerinin REDDİNE,
Serdar ÖZGÜLDÜR ile Serruh KALELİ’nin karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
14.5.2015 tarihinde karar verildi.
Başkan
Zühtü ARSLAN
|
Başkanvekili
Alparslan
ALTAN
|
Başkanvekili
Burhan ÜSTÜN
|
Üye
Serdar
ÖZGÜLDÜR
|
Üye
Serruh KALELİ
|
Üye
Osman
Alifeyyaz PAKSÜT
|
Üye
Recep KÖMÜRCÜ
|
Üye
Nuri NECİPOĞLU
|
Üye
Hicabi DURSUN
|
Üye
Celal Mümtaz
AKINCI
|
Üye
Erdal TERCAN
|
Üye
Muammer TOPAL
|
Üye
M. Emin KUZ
|
Üye
Hasan Tahsin
GÖKCAN
|
Üye
Kadir ÖZKAYA
|
Üye
Rıdvan GÜLEÇ
|
KARŞIOY YAZISI
10.9.2014 tarihli ve 6552 sayılı İş Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun
Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması ile Bazı Alacakların Yeniden
Yapılandırılmasına Dair Kanun’un bazı maddelerinin iptali istemiyle açılan
davada Mahkememiz çoğunluğu tarafından kimi kurallara ilişkin olarak verilen
kararlara aşağıda ayrı başlıklar altında belirtilecek olan gerekçelerle
katılmadık.
1- Kanun’un 10. Maddesiyle Değiştirilen 4734 Sayılı Kanun’un 62.
Maddesinin Birinci Fıkrasının (e) Bendinin (1) Numaralı Alt Bendinin Birinci ve
İkinci Cümlelerinin İncelenmesi
4734 sayılı Kanun’un 62. maddesi, ihalelere ilişkin olarak
idarelerce uyulması gereken bazı kuralları düzenlemektedir. 6552 sayılı
Kanun’un dava konusu kuralları da içeren 10. maddesi, 4734 sayılı Kanun’un 62.
maddesinin birinci fıkrasının (e) bendinin değiştirilmesini öngörmektedir. 4734
sayılı Kanun’un 62. maddesinin birinci fıkrasının (e) bendinin önceki hali,“İdarelerce
kanun, tüzük ve yönetmeliklere göre istihdam edilen personelin yeterli nitelik
veya sayıda olmaması halinde, buKanunda belirtilen hizmetler içinihaleye
çıkılabilir. Ancak danışmanlık hizmet alım ihalelerinde, istihdam edilen
personelin yeterli nitelik veya sayıda olmaması şartı aranmaz.”biçimindedir.
“Kanunda belirtilen hizmetler”ise 4734 sayılı
Kanun’un “Tanımlar” başlıklı 4. maddesinde açıklanmıştır. Buna göre
hizmet kavramı, “bakım ve onarım, taşıma, haberleşme, sigorta, araştırma ve
geliştirme, muhasebe, piyasa araştırması ve anket, danışmanlık, tanıtım, basım
ve yayım, temizlik, yemek hazırlama ve dağıtım, toplantı, organizasyon,
sergileme, koruma ve güvenlik, meslekî eğitim, fotoğraf, film, fikrî ve güzel
sanat, bilgisayar sistemlerine yönelik hizmetler ile yazılım hizmetlerini,
taşınır ve taşınmaz mal ve hakların kiralanmasını ve benzeri diğer hizmetleri”
kapsamaktadır. Bu düzenlemeler çerçevesinde, kuralın önceki haline göre, özel
kişilere gördürülmesine olanak tanınan hizmetler sayılan hizmetlerden
ibarettir.
Kanun’un dava konusu kuralları da içeren 10. maddesiyle, 4734
sayılı Kanun’un 62. maddesinin birinci fıkrasının (e) bendi bütünüyle
değiştirilmiştir. Bendin dava konusu birinci cümlesinde,“idarelerce kanun,
tüzük ve yönetmeliklere göre istihdam edilen personelin yeterli nitelik veya
sayıda olmaması hâlinde personel çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere
ilişkin hizmetler” için ihaleye çıkılabilmesi öngörülmüş, ikinci cümlesinde
ise bu kapsamda ihaleye çıkılabilecek yardımcı işlere ilişkin hizmet
türlerinin, idarelerin teşkilat, görev ve yetkilerine ilişkin mevzuatı,
yerleşik yargı içtihatları ile 4857 sayılı İş Kanunu’nun 2. maddesinin yedinci
fıkrası dikkate alınmak suretiyle idareler itibarıyla ayrı ayrı veya birlikte
belirlemeye işçi, işveren ve kamu görevlileri konfederasyonları, Çalışma ve
Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Hazine Müsteşarlığı ve Devlet Personel Başkanlığının
görüşü ve Maliye Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulunun yetkili olduğu
belirtilmiştir.
Buna göre, önceki düzenlemede “bu Kanunda belirtilen hizmetler”
için ihaleye çıkılabilmesi öngörülmekte iken, yeni hâlinde “personel
çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin hizmetler”için ihaleye
çıkılabilmesine imkân sağlanmıştır. Öte yandan, önceki düzenlemede hizmet
türleri sayma yoluyla belirtilirken, yeni düzenlemede sözü edilen yardımcı
hizmetlerin neler olduğunun belirlenmesi hususunda Bakanlar Kuruluna yetki
tanınmıştır. İptali istenilen kurallarla hizmet alımı suretiyle özel kişilere
gördürülebilecek hizmetlerin kapsamı genişletilmiş ve bunların belirlenmesinde
Bakanlar Kuruluna geniş bir yetki verilmiştir.
Dava konusu düzenleme ile 4734 sayılı Kanun’da sayılanlarla
sınırlı olmaksızın personel çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin tüm
hizmetler bakımından idarelerce kanun, tüzük ve yönetmeliklere göre istihdam
edilen personelin yeterli nitelik veya sayıda olmaması hâlinde, bu hizmetlerin
özel kişiler eliyle yerine getirilmesine imkân sağlanmıştır. Düzenlemede yer
verilen“Personel çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin hizmetler”ibaresi
açık ve belirli olmadığı gibi, ihaleye çıkılabilecek yardımcı işlere ilişkin
hizmet türlerinin belirlenmesi yetkisinin Bakanlar Kuruluna verilmesi
belirsizliği daha da artırmıştır.
Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk
devleti olduğu belirtilmiştir.Hukuk devletinin
temel ilkelerinden biri“belirlilik”tir. Bu ilkeye göre, yasal
düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve
kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması,
ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi
de gereklidir.
Anayasa’nın 47. maddesinin son fıkrasında, Devletin, kamu iktisadî
teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişileri tarafından yürütülen hizmetlerden
hangilerinin özel hukuk sözleşmeleri ile gerçek veya tüzelkişilere yaptırılabileceğinin
veya devredilebileceğinin kanunla belirleneceği hükme bağlanmıştır.
Anayasa’nın 128. maddesinin birinci fıkrasında, Devletin, kamu
iktisadî teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına
göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği aslî ve
sürekli görevlerin, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görüleceği
belirtilmiştir. Bu düzenlemeye göre, genel idare esaslarına göre yürütülen kamu
hizmetlerinin gerektirdiği görevlerden asli ve sürekli nitelik taşıyanların,
memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülmesi zorunludur.
Belirtilen Anayasa hükümleri çerçevesinde bakıldığında, iptali
istenilen kural, anılan kamu hizmetlerinden bir kısmının ihaleye çıkılmak
suretiyle özel kesime yaptırılmasına imkân sağlayan bir düzenleme içerdiğinden
bunların hangi hizmetler olduğunun kanunla belirlenmesi anayasal bir
zorunluluktur. Çoğunluk kararındaki, personel çalıştırılmasına dayalı yardımcı
işlere ilişkin hizmetlerin neler olduğunun, idarelerin görev yetki ve sorumluluklarını
düzenleyen kanunlar ile ilgili diğer mevzuattan tespitinin mümkün olması
nedeniyle kuralın hukuk devleti ilkesine aykırı görülemeyeceği şeklindeki
yaklaşım Anayasa’nın anılan hükümlerindeki güvenceleri tamamen ortadan
kaldıracak ve anlamsız hale getirebilecektir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa’nın 2., 47. ve
128. maddelerine aykırıdır.
2- Kanun’un 100. Maddesinin Birinci Fıkrasının (B) Bendiyle 2942
Sayılı Kanun’un 23. Maddesine Eklenen Üçüncü Fıkrası ile Kanun’un 101.
Maddesiyle 2942 Sayılı Kanun’a Eklenen Geçici 9. Maddenin Birinci Cümlesininİncelenmesi
2942 sayılı Kanun’un 23. maddesinde malikin geri alma hakkı
düzenlenmektedir. Maddenin birinci fıkrasında, kamulaştırma bedelinin
kesinleşmesi tarihinden itibaren beş yıl içinde, kamulaştırmayı yapan idarece
veya 22. maddenin dördüncü fıkrası uyarınca devir veya tahsis yapılan idarece;
kamulaştırma ve devir amacına uygun hiç bir işlem veya tesisat yapılmaz veya
kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis edilmeyerek taşınmaz mal olduğu gibi
bırakılırsa mal sahibi veya mirasçıların kamulaştırma bedelini aldıkları günden
itibaren işleyecek kanuni faiziyle birlikte ödeyerek, taşınmaz malını geri
alabilecekleri belirtilmiştir.
Anılan maddenin ikinci fıkrasıyla, malikin geri alma hakkı,
doğduğu tarihten itibaren bir yıl ile sınırlandırılmıştır. Buna göre,
doğmasından itibaren bir yıl içinde kullanılmayan geri alma hakkının düşmesi
öngörülmüştür.
Kanun’uniptali istenilen 100. maddesinin birinci fıkrasının (B)
bendiyle 2942 sayılı Kanun’un 23. maddesine eklenen üçüncü fıkrayla, birinci ve
ikinci fıkralarda belirtilen süreler geçtikten sonra kamulaştırılan taşınmaz
malda hakları bulunduğu iddiasıyla eski malikleri veya mirasçıları tarafından
idareden herhangi bir sebeple hak, bedel veya tazminat talebinde
bulunulamayacağı ve dava açılamayacağı kurala bağlanmıştır. Buna göre, iptali
istenilen düzenleme uyarınca kamulaştırma bedelinin kesinleşmesinden itibaren
beş yıl ve bu tarihten itibaren de bir yıl olmak üzere toplam altı yıl
geçtikten sonra eski malikler veya mirasçılarının idareden herhangi bir sebeple
hak, bedel veya tazminat talebinde bulunması ve dava açmaları imkânı ortadan
kaldırılmıştır.
Kanun’uniptali istenilen 101. maddesiyle 2942 sayılı Kanun’a
eklenen Geçici 9. maddesinin birinci cümlesi ile de, 2942 sayılı Kanun’un 22.
ve 23. maddelerinde yapılan değişikliklerin, maddenin yürürlüğe girdiği
11.9.2014 tarihinden önce gerçekleştirilen kamulaştırma işlemleri nedeniyle
açılan ve henüz kesinleşmeyen davalarda da uygulanması temin edilmiştir.
Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkının kamu yararı amacıyla
kanunla sınırlanabileceği belirtilmiş, 46. maddesinde ise kamu yararının
gerektirdiği hallerde gerçek karşılıklarını peşin olarak ödemek şartıyla özel
kişilerin mülkiyetinde bulunan taşınmazların kamulaştırılması konusunda Devlet
ve kamu tüzel kişilerine yetki verilmiştir.
Kanun koyucu, 2942 sayılı Kanun’un 23. maddesiyle, kamulaştırılan
taşınmazın, kamulaştırma bedelinin kesinleşmesi tarihinden itibaren beş yıl
içinde, kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis edilmeyerek olduğu gibi
bırakılması durumunda mal sahibi veya mirasçılarına, taşınmazı, kamulaştırma
bedelini aldıkları günden itibaren işleyecek kanuni faiziyle birlikte ödemek
suretiyle geri alma hakkı tanınmış, ancak, iade hakkının kullanımı, geri alma
hakkının doğduğu tarihten, yani kamulaştırma bedelinin kesinleşmesinden
itibaren beşinci yılın bitimini izleyen günden itibaren bir yıllık hak düşürücü
süre ile sınırlandırılmıştır.
Anayasa’nın 36. maddesinde güvenceye bağlanan hak arama özgürlüğü,
demokratik hukuk devletinin vazgeçilmez unsurlarından biri olup tüm bireyler
açısından mümkün olan en geniş şekilde güvence altına alınmalıdır. Ancak, kanun
koyucunun kamu düzeninin korunması amacıyla haklı nedenlerin bulunması halinde
dava açma ve hakkı talep sürelerini sınırlandırması mümkündür. Bu
sınırlamaların ise Anayasa’nın 13. maddesi uyarınca ölçülü olması
gerekmektedir.Belirlenen süre ve kısıtlamaların, ilgililerin dava açma
haklarından yararlanmalarını imkânsız kılacak veya aşırı zorlaştıracak
nitelikte olması durumunda sınırlamanın ölçülü olduğundan söz edilemez.
İtiraz konusu kuralda olduğu gibi, idarelerin süresiz bir biçimde
iade ve dava tehdidi altında kalmalarını önlemek ve ayrıca hakkın kötüye
kullanılması girişimlerinin önünü kapatmak amacıyla iade isteminin belli bir
süreyle sınırlandırılması kanun koyucunun düzenleme ve takdir yetkisi
kapsamında görülebilirse de, iptali istenen kural yalnızca iade istemini değil,
eski malikler veya mirasçılarının idareden herhangi bir sebeple hak, bedel veya
tazminat talebinde bulunma ve dava açma haklarını tamamen ortadan kaldırmaktadır.
Kuralın uygulanmasına konu olaylarda eski malikler veya mirasçılarının iade
isteminden farklı olarak Devlet ve kamu tüzel kişilerinin süreç içerisindeki
eylem ve işlemlerinden kaynaklanan dava ve talep haklarının da tamamen ortadan
kaldırılması Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlene hak arama hürriyetini ortadan
kaldıran bir müdahale niteliğindedir. Bu nedenle kural Anayasa’nın 13. ve 36.
maddelerine aykırıdır.
3- Kanun’un 112. Maddesiyle 4342 Sayılı Kanun’un 14. Maddesinin
Birinci Fıkrasına Eklenen (ı) Bendininİncelenmesi
4342 sayılı Kanun’un “Tahsis Amacının Değiştirilmesi”
başlıklı 14. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde, tahsis amacı
değiştirilmedikçe mera, yaylak ve kışlaktan bu Kanun’da gösterilenden başka
şekilde yararlanılamayacağı kurala bağlandıktan sonra, ikinci cümlesinde
bentler hâlinde bu kuralın istisnalarına yer verilmiştir.
Kanun’un 112. maddesiyle eklenen (ı) bendiyle, “Bakanlar
Kurulunca kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı olarak ilan edilen” yerler
de istisnalar arasına eklenmiştir. Buna göre, 5373 sayılı Belediye Kanunu’nun
73. maddesi uyarınca ilgili belediyenin talebi ve Çevre ve Şehircilik
Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca kentsel dönüşüm ve gelişim
proje alanı olarak ilan edilen yerlerdeki meraların, ilgili müdürlüğün talebi,
mera komisyonu ve defterdarlığın uygun görüşü alınmak suretiyle valilikçe
tahsis amacının değiştirilerek mera vasfının ortadan kaldırılması ve Hazine
adına tescili olanaklı hâle gelmiştir.
Tarım ve hayvancılığın ülke için önemini gözeten anayasa koyucu
tarım, hayvancılık ve bu üretim dallarında çalışanların ve mera, yaylak ve
kışlakların daha etkin biçimde korunmasını sağlamak üzere düzenlemelere yer
vermiştir. Anayasa’nın“Tarım, hayvancılık ve bu üretim dallarında
çalışanların korunması”başlıklı 45. maddesinde,”Devlet tarım arazileri
ile çayır ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek…için
gereken tedbirleri alır.”hükmüne yer verilmiş;maddenin gerekçesinde,
maddenin Devlete tarım arazilerinin ve çayırlarla meraların amaç dışı
kullanılmasını önleme görevini yüklediği, bu ifadeyle amaçlananın tarım
arazilerinin endüstri ve şehirleşme sebebiyle yok edilmesinin önlenmesi olduğu,
Devletin, bu amaçla yasal düzenleme yapması gerektiği açıkça ifade edilmiştir.
4342 sayılı Kanun’un“Tahsis Amacının Değiştirilmesi”başlıklı
14. maddesinde ise; mera, yaylak ve kışlaklarda, Maden Kanunu ve Petrol
Kanununa göre arama faaliyetleri sonunda rezervi belirlenen maden ve petrol
faaliyetleri için zaruri olan; ülke güvenliği ve olağanüstü hal durumlarında
ihtiyaç duyulan; doğal afet bölgelerinde yerleşim yeri için ihtiyaç duyulan ve
Elektrik Piyasası Kanunu, Doğal Gaz Piyasası Kanunu ve Petrol Piyasası Kanunu
hükümlerine göre petrol iletim faaliyetleri ile elektrik ve doğalgaz piyasası
faaliyetleri için gerekli bulunan yerler dışında tahsis amacı değişikliği
yapılması yasaklanmıştır.
Ayrıca, Mera Kanunu’nun“İnşaat Yasağı”başlıklı 20 nci
maddesinde,“Yaylak ve kışlaklarda, 442 sayılı Köy Kanununda öngörülen
inşaatlar ile valiliklerden izin alınmak suretiyle imar mevzuatına göre
yapılacak kullanma amacına uygun mandıra, suluk, sundurma ve süreklilik
göstermeyen barınak ve ağıllar ile Turizm Bakanlığının talebi üzerine turizme açılması
uygun görülen bölgelerde ahşap yapılar dışında, ev, ahır ve benzeri inşaatlar
yapılamaz.”denilerek yaylak ve kışlaklarda geleneksel kullanım amacıyla
yapılacak inşaatlar sayma suretiyle sınırlanırken; meralar ise tamamen inşaat
yasağı kapsamına alınmıştır.
Meralarla ilgili Anayasa ve Kanun hükümlerinin Devlete tarım
arazilerinin ve çayırlarla meraların amaç dışı kullanılmasını önleme görevini
yüklediği, tüm bu düzenlemelerle tarım arazilerinin endüstri ve şehirleşme
sebebiyle yok edilmesinin önlenmesinin amaçlandığı görülmektedir.
4342 sayılı Kanun’un“Tahsis Amacının Değiştirilmesi”başlıklı
14. maddesinde de yer verilen istisnaların tamamının, Ülke için özel önem
taşıyan konulara ve ihtiyaç, gereklilik ve zorunluluk bulunan hallere ilişkin
olduğu görülmektedir. İptali istenilen kuralla Bakanlar Kuruluna verilen
kentsel dönüşüm ve gelişim alanı ilan etme yetkisi ise çok geniş bir alanı
kapsamaktadır. Buna göre, itiraz konusu kuralla birlikte Bakanlar Kurulu konut
alanları, sanayi alanları, ticaret alanları, teknoloji parkları, kamu hizmeti
alanları, rekreasyon alanları ve her türlü sosyal donatı alanları oluşturmak,
eskiyen kent kısımlarını yeniden inşa ve restore etmek, kentin tarihi ve
kültürel dokusunu korumak veya deprem riskine karşı tedbirler almak amaçlarıyla
mera vasıflı taşınmazların bu vasıflarını değiştirebilecektir. Kuralın
gerekçesinde düzenlemenin“ilgili belediye sınırları içerisinde alternatif
alan bulunmaması halinde tahsis amacının değiştirilebilmesini amaçladığı”ifade
edilmiş ise de, kuralda böyle bir sınırlamaya yer verilmiş değildir. Öte
yandan, çoğunluk kararında 4342 sayılı Kanun kapsamındaki taşınmazlara ilişkin
Anayasa’nın 45. maddesinde sağlanan özel koruma gözetildiğinde, Bakanlığın
takdir yetkisini kullanırken öncelikle kamuya ait diğer taşınmazlarla ihtiyacın
karşılanıp karşılanmayacağını değerlendirmesinin gerektiği ifade edilmiş ise
de, yeni kuralda böyle bir koşula da yer verilmediğinden buna uygun
davranılması ancak temenniden ibaret kalacaktır.
Bu nedenlerle, iptali istenilen kuralla Bakanlar Kuruluna verilen
sınırsız yetki ile meraların kentsel dönüşüm ve gelişim alanı oluşturma
gerekçesiyle yerleşime açılması meraların korunmasını güvence altına alan
Anayasa’nın 45. maddesine aykırıdır.
Yukarıda ifade edilen gerekçelerle, ayrı başlıklar altında
belirtilen kuralların Anayasa’ya aykırı olduğu ve iptalleri gerektiği
düşüncesiyle çoğunluk görüşüne katılmadık.
Başkanvekili
|
Üye
|
Alparslan
ALTAN
|
Celal Mümtaz
AKINCI
|
KARŞIOY GEREKÇESİ
10.09.2014 tarihli ve 6552 sayılı İş Kanunu İle Bazı Kanun ve
Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması ile Bazı Alacakların Yeniden
Yapılandırılmasına Dair Kanun’un 112. maddesiyle, 25.02.1998 tarihli ve 4342
sayılı Mera Kanunu’nun 14. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (ı) bendine,“Bakanlar
Kurulunca kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı olarak ilan edilen,”fıkrası
eklenmiştir,
4342 sayılı Kanun’un“Tahsis Amacının Değiştirilmesi”başlıklı
14. maddesinin birinci fıkrasının birinci cümlesinde, tahsis amacı
değiştirilmedikçe mera, yaylak ve kışlaktan bu Kanun’da gösterilenden başka
şekilde yararlanılamayacağı kurala bağlandıktan sonra, ikinci cümlesinde
bentler halinde bu kuralın istisnalarına yer verilmiştir. Kanun’un 112.
maddesiyle eklenen (ı) bendiyle,“Bakanlar Kurulunca kentsel dönüşüm ve
gelişim proje alanı olarak ilan edilen”yerler de istisnalar arasına
eklenmiştir. Buna göre, 5373 sayılı Belediye Kanunu’nun 73. maddesi uyarınca
ilgili belediyenin talebi ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığının teklifi üzerine
Bakanlar Kurulunca kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı olarak ilan edilen
yerlerdeki meraların, ilgili müdürlüğün talebi, mera komisyonu ve
defterdarlığın uygun görüşü alınmak suretiyle valilikçe tahsis amacının
değiştirilerek mera vasfının ortadan kaldırılması ve Hazine adına tescili
mümkün olmuştur.
Öte yandan, 4342 sayılı Kanun’un“Tahsis Amacının
Değiştirilmesi”başlıklı 14. maddesinde ise; mera, yaylak ve kışlaklarda,
Maden Kanunu ve Petrol Kanununa göre arama faaliyetleri sonunda rezervi
belirlenen maden ve petrol faaliyetleri için zaruri olan; ülke güvenliği ve
olağanüstü hal durumlarında ihtiyaç duyulan; doğal afet bölgelerinde yerleşim
yeri için ihtiyaç duyulan ve Elektrik Piyasası Kanunu, Doğal Gaz Piyasası
Kanunu ve Petrol Piyasası Kanunu hükümlerine göre petrol iletim faaliyetleri
ile elektrik ve doğalgaz piyasası faaliyetleri için gerekli bulunan yerler
dışında tahsis amacı değişikliği yapılması yasaklanmıştır.
Ayrıca, Mera Kanunu’nun “İnşaat Yasağı” başlıklı 20 nci
maddesinde,“Yaylak ve kışlaklarda, 442 sayılı Köy Kanununda öngörülen
inşaatlar ile valiliklerden izin alınmak suretiyle imar mevzuatına göre
yapılacak kullanma amacına uygun mandıra, suluk, sundurma ve süreklilik
göstermeyen barınak ve ağıllar ile Turizm Bakanlığının talebi üzerine turizme
açılması uygun görülen bölgelerde ahşap yapılar dışında, ev, ahır ve benzeri
inşaatlar yapılamaz.”denilerek yaylak ve kışlaklarda geleneksel kullanım
amacıyla yapılacak inşaatlar sayma suretiyle sınırlanırken; meralar ise tamamen
inşaat yasağı kapsamına almıştır.
Meralar, geleneksel olarak geçici veya sürekli yerleşme amacıyla
değil, sürekli hayvan otlatılması amacıyla kullanılmakta; yaylak ve kışlak
olarak nitelendirilen yerlerin geleneksel kullanım amacı ise, çiftçilerin
havanlarını otlatmasına bağlı olan ve yılın belli aylarında kullanılan geçici
yerleşme yerleri olmaları şeklindedir. Nitekim, 4342 sayılı Mera Kanunu’nun 3
üncü maddesinde de bu özelliklerine göre tanımlanmışlardır.
Bu bağlamda, meraların geleneksel kullanım amacı, hayvanların
otlatılması ve otundan yararlanılmasıyla sınırlı olup, geçici de olsa yerleşim
amaçlı kullanılması mümkün olmamış ve kadimden beri de yerleşim amaçlı
kullanıldığı görülmemiştir. Çünkü, meraların kısmi ve geçici de olsa yerleşime
açılmasının etkisi, yerleşime açılan alanla sınırlı kalmamakta, yerleşime
açılan yerlerde yapılan konutların ve müştemilatının, hayvanların serbestçe
otlanacağı alanlar ile suya ulaşım yollarının önünü kesmesi nedeniyle, etkisi
çok daha büyük alanlara yayılarak meraların otlanma amaçlı kullanımını büyük
ölçüde engellemektedir.
Yaylak ve kışlakların geleneksel kullanım amacıyla geçici yerleşim
yeri olması ise, çiftçilerin hayvanlarını otlatmalarına ve otundan
yararlanmalarına bağlı, ikincil, bağımlı, hayvancılıkla uğraşmalarının sonucuna
dayalı geçici yerleşme ve kadimden beri de bu amaçla kullanılmasıdır.
Hayvanlarını barındırmak ve otundan yararlandırmak amacıyla hayvancılıkla
uğraşan çiftçilerin yaz ve kış aylarında hayvanlarıyla birlikte geçici yerleşim
yerleri olarak kullandıkları yaylak ve kışlakların, bu amaç - geleneksel
kullanım amacı - dışında, kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı olarak ilan
edilen yerlerin mera, yaylak ve kışlak vasfından çıkarılarak yapılaşmaya
açılması, bir yandan hayvancılığı sadece otlatarak ve mandıracılık şeklinde
yapabilecek kadar dahi ekonomik gücü olmayan toplumun korunmaya muhtaç çiftçi
kesimlerine tahsis edilmiş mera, yaylak ve kışlakların azalmasına, diğer yandan
şu anda bile yeterli olmayan hayvansal üretimin daha da düşmesine, bu alandaki
dışa bağımlılığın artmasına yol açacaktır.
Anayasa’nın 45 inci maddesinde, “Devlet, tarım arazileri ile çayır
ve meraların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek, tarımsal üretim
planlaması ilkelerine uygun olarak bitkisel ve hayvansal üretimi artırmak
maksadıyla, tarım ve hayvancılıkla uğraşanların işletme araç ve gereçlerinin ve
diğer girdilerinin sağlanmasını kolaylaştırır.” denilmiştir.
6552 sayılı Kanun’un 112. maddesi ile 4342 sayılı Mera Kanunu’nun
birinci fıkrasına eklenen (ı) bendi, mera, yaylak ve kışlakları amaç dışı kullanılmak
üzere yerleşme ve yapılaşmaya açarak tahrip etmeyi öngördüğü, tahsis amacının
değiştirilmesine yönelik Bakanlar Kuruluna verilen yetkinin sadece kentsel
dönüşüm ve gelişim proje alanı olarak ilan edilen yerlerle sınırlı olduğu,
bunun dışında başkaca sınırlama öngörülmediği, yapılan sınırlandırmanın
idarenin sınırsız takdir yetkisine bırakıldığı, bunun da İstanbul gibi
yapılaşmanın ve kentsel dönüşümün yoğun bir şekilde uygulandığı illerde, şehrin
tamamına sirayet ederek, şehirdeki bütün mera, yaylak ve kışlakları
kapsayabileceği, böylece Anayasa ile koruma altına alınmış, mera, yaylak ve
kışlak alanlarının daraltılması ve hatta yok edilmesi yoluyla hayvansal
üretimin düşmesi sonucunu doğuracağından, düzenleme Anayasa’nın 45. maddesine
aykırıdır. İptali gerekir. Bu nedenlerle çoğunluğun aksi yöndeki görüşüne
katılmıyoruz.
Başkanvekili
Burhan ÜSTÜN
|
Üye
Muammer TOPAL
|
KARŞIOY GEREKÇESİ ile DEĞİŞİK GEREKÇE
1)“İş Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılması ile Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılmasına Dair Kanun Tasarısı”
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce (TBMM) 10.9.2014 tarih ve 6552 sayılı Kanun
olarak kabul edilmiş ve 11 Eylül 2014 tarih ve 29116 sayılı Resmî Gazete’de
yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
Bu Kanun’un kimi hükümlerinin iptali istemiyle Anamuhalefet
Partisi’nce açılan iptal davasının yapılan incelemesinde, aşağıda belirtilen
iptal istemine konu kuralların “Kanun Tasarısı”nda yer almadığı ve bunların bir
kısmının Plân Bütçe Komisyonunda (bazıları alt komisyonda) bir kısmının ise
Genel Kurul’da Tasarı metnine dahil edildiği anlaşılmaktadır:
- 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu’nun 2. maddesinin
ikinci fıkrasına bent ekleyen15 inci madde(Alt Komisyonda eklenmiş),
-6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu’nun 41.
maddesinin birinci ve beşinci fıkralarında yer alan “yüzde üçünün” ibarelerinin
“yüzde birinin”; 43. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “yüzde üçünden”
ibaresini “yüzde birinden”, dördüncü fıkrasında yer alan “yüzde üçünü”
ibaresini “yüzde birini” şeklinde değiştiren20 inci madde (Verilen
önergeyle Genel Kurul’da eklenmiş),
- 6356 sayılı Kanun’a Ek Madde 1’i ekleyen21 inci madde(Alt
Komisyonda eklenmiş),
- Gümrük vergileri, idari para cezaları, faiz, gecikme faizi ve
gecikme zammı alacaklarından kesinleşmiş olanların belli şartlarla tahsilinde
kimi kolaylıklar öngören80 inci madde(Plân Bütçe Komisyonunda eklenmiş),
- 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun 47. maddesini
yeniden düzenleyen (değiştiren)87 nci madde(Plân Bütçe Komisyonunda
eklenmiş),
- 6200 sayılı Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve
Görevleri Hakkında Kanun’a Ek Madde 6’yı ekleyen88 inci madde(Plân Bütçe
Komisyonunda eklenmiş),
- 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun 182 nci maddesine bir fıkra
ekleyen94 üncü madde(Alt Komisyonda eklenmiş),
- 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 4 ncü maddesine bir fıkra
ekleyen99 uncu madde(Plân Bütçe Komisyonunda eklenmiş),
- 2942 sayılı Kanun’un 23 üncü maddesine bir fıkra ekleyen100
üncü madde (Verilen önergeyle Genel Kurul’da eklenmiş),
- 2942 sayılı Kanun’a Geçici Madde 9’u ekleyen101 inci madde(Plân
Bütçe Komisyonunda eklenmiş),
- 4342 sayılı Mera Kanunu’nun 14 üncü maddesine (ı) bendini
ekleyen112 nci madde(Plân Bütçe Komisyonunda eklenmiş),
- 5258 sayılı Aile Hekimliği Kanunu’nun 5 inci maddesinin ikinci
fıkrasına cümle ekleyen117 nci madde (Alt Komisyonda eklenmiş),
- 5345 sayılı Gelir İdaresi Başkanlığının Teşkilat ve Görevleri
Hakkında Kanun’un 29 uncu maddesine bir fıkra ekleyen119 uncu madde(Plân
Bütçe Komisyonunda eklenmiş),
- 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 15 inci maddesinin beşinci
fıkrasının birinci cümlesinde yer alan “arsa” ibaresini “taşınmaz” olarak
değiştiren121 inci madde(Alt Komisyonda eklenmiş),
- 5747 sayılı Büyükşehir Belediyesi Sınırları İçerisinde İlçe
Kurulması ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 1 inci
maddesine ekli (16) sayılı listesinin sekizinci sırasında yer alan “Barbaros”
ibaresini “Barbaros Mahallesinin 04 Karayolunun güneyinde kalan kısmı” şeklinde
değiştiren128 inci madde(Verilen önergeyle Genel Kurul’da eklenmiş),
- 5747 sayılı Kanun’un 2 nci maddesinin üçüncü fıkrasında yer
alan “Kadıköy İlçe Belediyesine bağlı Atatürk Mahallesinin” ibaresinden sonra
gelmek üzere “ve Barbaros Mahallesini” ibaresini ekleyen129 uncu madde(Verilen
önergeyle Genel Kurul’da eklenmiş),
- 637 sayılı Ekonomi Bakanlığının Teşkilat ve Görevleri Hakkında
Kanun Hükmünde Kararname’nin 36 ncı maddesini değiştiren142 nci madde(maddenin
bir kısmı Alt Komisyonca eklenmiş; verilen önergeyle tamamı Genel Kurul’da
yeniden düzenlenmiş).
Anayasa’nın 88. maddesinde“Kanun teklif etmeye Bakanlar Kurulu
ve milletvekilleri yetkilidir.
Kanun tasarı ve tekliflerinin Türkiye Büyük Millet Meclisinde
görüşülme usul ve esasları İçtüzükle düzenlenir.” denilmektedir. Anayasa’nın 88.
maddesinin birinci fıkrasının ihlâli sonucu bir yasalaştırma söz konusuysa, bu
konudaki ihlâl Anayasa’nın 148. maddesi anlamında bir “şekil sakatlığı”na
değil, doğrudan 88. maddesine aykırı düşer ve yapılacak anayasal denetimin,
“şekil bakımından” değil, “esas bakımından” söz konusu olması gerekir. 88.
maddenin ikinci fıkrasındaki “Kanun tasarı ve tekliflerinin Türkiye Büyük
Millet Meclisinde görüşülme usul ve esasları İçtüzükle düzenlenir” hükmünün de,
bu açıklama çerçevesinde yorumlanması ve bu düzenlemenin aynı maddenin birinci
fıkrasındaki anayasal hüküm doğrultusunda anlaşılması ve hüküm ifade etmesi
gerekir. Yani, birinci fıkraya aykırı bir durum söz konusu ise artık ortada
doğrudan bir Anayasa ihlâli söz konusu olacak ve Anayasa’nın bu hükmünün bir
tekrarından ibaret olan TBMM İçzüğü’nün 35. maddesinin ihlâli nedeniyle,
Anayasa’nın 148. maddesinde belirtilen (ve son oylamaya ilişkin olmadığından
kanunun iptalini gerektirmeyen) bir şekil sakatlığından ve şekil denetiminden
değil; 88. maddenin birinci fıkrasının ihlâli sonucu esası ilgilendiren bir
sakatlıktan ve esas denetimden söz edilebilecektir.
Davanın somutu ile ilgili olarak düzenleme öngören TBMM
İçtüzüğü’nün “Komisyonların yetkisi, toplantı yerine zamanı” başlıklı 35.
maddesinin ilgili bölümleri şöyledir: “Komisyonlar, kendilerine havale edilen
kanun tasarı ve/veya tekliflerini aynen veya değiştirerek kabul veya
reddedebilirler; birbirleriyle ilgili gördüklerini birleştirerek görüşebilirler
ve Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığınca kendilerine ayrılan salonlarda
toplanırlar.
Ancak, komisyonlar, 92 nci maddedeki özel durum dışında kanun
teklif edemezler, kendilerine havale edilenler dışında kalan işlerle
uğraşamazlar.Başkanlık Divanının kararı olmaksızın Genel Kurulun toplantı
saatlerinde görüşme yapamazlarve kanun tasarı ve tekliflerini bölerek ayrı
ayrımetinler halinde Genel Kurula sunamazlar…”
İçtüzüğün 35. maddesinin yukarıdaki açık metninden de açıkça
anlaşılacağı üzere, komisyonların kendilerine havale edilen kanun tasarı ve
tekliflerini görüşme yetkileri sınırlandırılmış olup, komisyonların İçtüzüğün
92 nci maddesindeki özel durum dışında (genel veya özel af ilanını içeren kanun
tasarı ve teklifleri) kanun teklif etme yetkileri yoktur. Yukarıda tek tek belirtilen
yasa değişiklikleri Bakanlar Kurulunca önerilen Tasarı metninde olmadığı halde
Plân ve Bütçe Komisyonu tarafından (bazıları da önergeyle Genel Kurul
tarafından) Tasarı metnine ilave edilerek kanunlaştırıldığından; bu durum
Anayasa’nın 88. maddesinin birinci fıkrasına (dolayısiyle de bu hükmün
açıklaması mahiyetinde bulunan TBMM İçtüzüğü’nün 35 inci maddesine) açıkça
aykırı düşmektedir.
Anayasa’nın 88. maddesinin birinci fıkrasının açık âmir hükmü
karşısında, TBMM İçtüzüğü’nün 87 nci maddesi gerekçe gösterilerek, görüşülmekte
olan bir tasarı veya teklifin konusu olmayan “başka” kanunlarda ek ve
değişiklik getiren “yeni bir kanun teklifi mahiyetindeki” değişikliklerin
“Genel Kurul” tarafından da yapılamayacağı açıktır.
Anayasa’nın 148. maddesindeki “Kanunların şekil bakımından
denetlenmesi,son oylamanın,öngörülen çoğunlukla yapılıp yapılmadığı…
hususları ile sınırlıdır…” hükmünün de bu belirlemeye etkisinin olamayacağı
kuşkusuzdur. Gerçekten, 88 nci maddenin birinci fıkrasına açıkça aykırı bir
yasama faaliyeti sözkonusu olduğundan, Genel Kurulca öngörülen çoğunlukla
yapılacak bir “son oylama”nın belirtilen Anayasa’ya aykırılığı düzelteceği
kabul edilemez. Ancak 88 inci maddenin birinci fıkrasına uygun bir yasama
faaliyeti içerisinde 148 inci maddedeki “şekil denetimi” kuralı işletilebilir.
Davanın somutunda ise yukarıda açıklandığı üzere, aksi yönde bir yasama
faaliyeti bulunduğu görüldüğünden; 148 inci maddenin bu davanın somutunda
uygulama kabiliyeti bulunmamaktadır. (Bu konudaki bir inceleme için bkz.: Torba
Yasalar ve Yasama sürecindeki İçtüzük Hükümlerinin Şekil Denetimi Sorunu, Hıfzı
DEVECİ, TBB Dergisi, 2015 (117) s. 55-90)
Esasen Anayasa Mahkemesinin 25.12.2008 tarih ve E.2008/71,
K.2008/183 sayılı kararına (RG 9.4.2009, Sayı:27195) konu iptal davası
başvurusunun içeriğinden de, bu şekildeki bir uygulamanın TBMM İçtüzüğü’nün 35.
maddesine aykırı düştüğünün TBMM Başkanlığınca saptandığı ve ilgili komisyona
kabul edilen tasarı metninin iade edilmesine karşılık, ilgili komisyonca iade
edilen tasarı metninin yeniden bir üst yazı ile Genel Kurulun onayına sunulmak
üzere TBMM Başkanlığına geri gönderildiği ve akabinde yasalaştığı
anlaşılmaktadır.
Açıklanan nedenlerle; 6552 sayılı Kanun’un iptali istenen
kurallarından 20 nci, 80 inci, 88 inci, 94 üncü, 100 üncü, 101 inci (“22 nci
maddesinin birinci, ikinci ve üçüncü fıkra hükümleri ile” ibaresi dışında kalan
bölümü yönünden) 112 nci, 117 nci, 119 uncu, 121 nci, 128 inci, 129 uncu ve 142
nci maddelerinin Anayasa’nın 88. maddesine aykırı düşmesi nedeniyle iptaline
karar verilmesi gerektiği kanaatine ulaştığımızdan; aksi yöndeki çoğunluk
kararına katılmıyoruz.
2) 6552 sayılı Kanun’un 15., 21., 87., 99. ve 101 inci (“22 nci
maddesinin birinci, ikinci ve üçüncü fıkrası hükümleri ile...” ibaresi dışında
kalan bölümü yönünden), maddelerinin İPTALİNE karar verilmişse de; anılan
kuralların da asıl tasarı metninde yer almadıkları, Plân Bütçe Komisyonunca
Genel Kurul’ca tasarı metnine ilave edildikleri görüldüğünden, bu kuralların
Anayasa’nın 88. maddesine aykırı düşmeleri nedeniyle iptaline karar verilmesi
gerektiğini değerlendirdiğimizden; iptal kararına bu değişik gerekçeyle
katılıyoruz.
3) 6552 sayılı Kanunun “Tasarı” metninde yer alan 10 uncu maddesi
ile değiştirilen 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu’nun 62 nci maddesinin birinci
fıkrasının (e) bendinin (1) numaralı alt bendinin birinci ve ikinci
cümlelerinin incelenmesinde; evvelce (kuralın eski halinde) 4734 sayılı
Kanun’un 4 üncü maddesinde belirtilen özel kişilere gördürülebilecek hizmetler
(bakım ve onarım, taşıma, haberleşme, sigorta, araştırma ve geliştirme,
muhasebe, piyasa araştırması ve anket, danışmanlık, tanıtım, basım ve yayım,
temizlik, yemek hazırlama ve dağıtım, toplantı, organizasyon, sergileme, koruma
ve güvenlik mesleki eğitim, fotoğraf, film, fikri ve güzel sanat, bilgisayar
sistemlerine yönelik hizmetler ile yazılım hizmetleri, taşınır ve taşınmaz mal
ve hakların kiralanması ve benzeri diğer hizmetler) için ihaleye çıkılabilmesi
öngörülmekte iken; yeni kuralla sayılan bu konular dikkate alınmaksızın “personel
çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin hizmetler”için ihaleye
çıkılabilmesine imkân sağlandığı görülmektedir. Yine kuralla, söz konusu
yardımcı hizmetlerin neler olduğunun belirlenmesi hususunda Bakanlar Kuruluna
yetki tanınmaktadır. Özetlemek gerekirse; kuralın birinci cümlesiyle,
idarelerce kanun, tüzük ve yönetmeliklere göre istihdam edilen personelin
yeterli nitelik ve sayıda olmaması halinde, personel çalıştırılmasına dayalı
yardımcı işlere ilişkin hizmetler için ihaleye çıkılabilmesi öngörülmekte;
kuralın ikinci cümlesiyle ise bu kapsamda ihaleye çıkılabilecek yardımcı işlere
ilişkin hizmet türlerinin hangi usulle belirleneceği ve hangi kişi ve
kurumların karar alma sürecine katılacağı açıkça düzenlenmekte, bu belirleme
yapılırken de hangi esasların dikkate alınacağı belirtilmektedir.
Anayasa’nın 128 inci maddesinin açık hükmü karşısında, kamu
idarelerinin “genel idare esaslarına göre” yürütmekle yükümlü oldukları asli ve
sürekli görevlerinin memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle gördürülmesi
esastır. Anayasa Mahkemesinin bu konudaki yerleşik kararlarında, “personel
çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin hizmetler”in, genel idare
esaslarına göre yürütülen hizmetler kapsamı dışında değerlendirilebilmesi
mümkün olmakla beraber; dava konusu kuralda olduğu gibi tamamen soyut,
çerçevesi çizilmemiş ve somutlaştırılmamış; bilakis belirsiz bırakılarak,
anılan kamu alanının (personel çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin
hizmetler) ihale suretiyle kamu görevlileri dışında özel kişilere
gördürülebilmesine imkân tanınmıştır. Bu yasama tercihi Anayasa’nın 2. ve 128.
maddeleri ile bağdaşmamaktadır. Oysa kuralın önceki halinde bu alan açık bir
biçimde teker teker sayma yoluyla belirlenmiş ve somutlaştırılmış durumdaydı.
Açıklanan nedenlerle, kuralın iptali gerektiğini değerlendirdiğimizden;
çoğunluğun aksi yöndeki kararına katılmıyoruz.
Üye
|
Üye
|
Serdar
ÖZGÜLDÜR
|
Serruh KALELİ
|
KARŞIOY YAZISI
10.9.2014 tarihli ve 6552 sayılı “İş Kanunu ile bazı Kanun ve
Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması ile Bazı Alacakların Yeniden
Yapılandırılmasına Dair Kanun”un iptali istenmiş olup, Anayasa Mahkemesince
iptal edilenler dışında kalan aşağıdaki madde, fıkra, bent ve ibarelerinin
Anayasa’ya aykırılıklarına ilişkin karşıoy gerekçelerimiz şunlardır:
1- Kanun’un 10. maddesiyle 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu’nun 62.
maddesinin birinci fıkrasının (e) bendinin (1) numaralı alt bendinde
değişiklik yapılarak, İdarelerce kanun, tüzük ve yönetmeliklere göre istihdam
edilen personelin yeterli nitelik veya sayıda olmaması halinde personel
çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin hizmetler için ihaleye çıkılabileceği
öngörülmüş ve bu hizmet türlerini belirlemeye yetkili makamlar düzenlenmiştir.
Anayasa’nın 128. maddesinde kamu hizmetlerinin görülmesinin
esasları belirtilmiş olup Devletin genel idare esaslarına göre yükümlü olduğu
kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerin memurlar ve diğer
kamu görevlileri eliyle görüleceği, bu konuların kanunla düzenleneceği
öngörülmüştür.
İhale yöntemiyle hizmet alınarak özel kişilere gördürülebilecek
hizmetlere her hangi bir ölçüt getirilmeden, genel ilke ve esaslar
belirlenmeden “yardımcı işler” şeklinde ifade edilerek tamamen İdarenin
takdirine bırakılan düzenlemede, Anayasa’nın 128. maddesinin emrettiği anlamda
kanunla düzenleme yapılmış olduğu söylenemez. Anayasa’nın 128. maddesinde kamu
hizmetlerinin görülmesinden Devletin yükümlü olduğu belirtilmiş, bu amaçla yine
Anayasa’nın koyduğu esaslara göre yeterli düzey ve nitelikte personel temini
İdareye görev olarak verilmiştir. İdareler bu doğrultuda gerekli personeli sınav
ve mülakatla, yeterli sayı ve nitelikte temin etmek zorundadırlar. Bu
yükümlülüğü yerine getirmeyen İdarelerin, personelin yeterli olmadığı
gerekçesiyle, ucu açık ve keyfi bir düzenlemeyle, özel kişileri istihdam
etmesine olanak veren kural, Anayasa’nın 128. maddesine aykırıdır.
2- Kanun’un 13. maddesiyle 4735 sayılı Kamu İhaleSözleşmeleri
Kanunu’nun 8. maddesine eklenen üçüncü fıkranın üçüncü cümlesinde,
kamu işveren sendikası tarafından yürütülmeyen ve sonuçlandırılmayan toplu iş
sözleşmeleri için fiyat farkı ödenmeyeceği, 4857 sayılı Kanun’un 2. maddesinin
yedinci fıkrası esas alınarak asıl işveren sıfatından dolayı ücret farkına
hükmedilemeyeceği ve asıl işveren sıfatıyla sorumluluk yüklenemeyeceği
belirtilmiştir.
Düzenlemeye göre, toplu iş sözleşmesinin, işçi sendikası ile alt
işverenin yetkilendirmesi üzerine kamu işveren sendikalarından biri arasında
yapılması durumunda fiyat farkı verildiği halde, doğrudan alt işverenle işçi
sendikası arasında imzalanması halinde fiyat farkı verilmeyecektir.
Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen sosyal hukuk devleti, aynı
işi yapan kişiler arasında ücret eşitliğini gerektirir. Alt işverenin kamu
işveren sendikalarından birini yetkilendirmemesi halinde sorumluluğun asıl
işveren sıfatıyla İdare tarafından üstlenilmesi gerekir. Devlet, kazanç
amacıyla çalışan bir kurum olmadığından, bu konuda alelade bir işveren gibi
kabul edilemez. Farklı statülerde bulunan kişilerin bu statülerini serbest
iradeleriyle kabul etmediği, bu durumda farklı statülerden kaynaklanan
olanakların farklı olmasına rağmen bir kesimin, Anayasa’nın 51. maddesinde tüm
çalışanlar için öngörülen sendika hakkından yararlanamadığı, Anayasal bir
hakkın bir kısım çalışanlar için işlevsiz hale geldiği anlaşılmaktadır. Bu
nedenle kuralın iptali gerekir.
3- Kanun’un 20. maddesiyle 6356 sayılı Kanun’un 41. maddesininbirinci
ve beşinci fıkralarında yer alan “yüzde üçünün” ibareleri “yüzde birinin”
olarak;43. maddesininikinci fıkrasında yer alan “yüzde üçünden” ibaresi
“yüzde birinden”, dördüncü fıkrasında yer alan “yüzde üçünü” ibaresi “yüzde
birini” olarak değiştirilmiştir.
Yapılan değişiklikler Anayasa’nın 51. maddesinde güvence altına
alınan sendika hakkının kullanımındaki engelleri azaltan, doğru yönde atılmış
adımlar olmakla birlikte her türlü işkolu barajının sendika, toplu sözleşme ve
grev hakkına engel teşkil ettiği, ILO’nun işkolu barajlarının tümüyle
kaldırılması yolundaki kararlarıyla birlikte değerlendirildiğinde, Anayasa’ya
aykırılık bütünüyle ortadan kalkmadığından düzenlemenin iptali gerektiği
düşünülmektedir.
4- Kanun’un 94. maddesiyle, 1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun 182.
maddesine eklenen ikinci fıkrayla“…yönetmelikle veya diğer
bir düzenleyici işlemle avukatlık stajına kabulde, staj döneminde ve avukatlık
mesleğine kabulde sınav veya benzeri bir rejim öngörülemez”hükmü
getirilmiştir.
Kuralla, sınav veya benzeri bir rejimin yönetmelik veya diğer bir
düzenleyici işlemle getirilemeyeceği söylenmiş olmakla birlikte yasa koyucunun
amacının, avukatlık sınavının her hangi bir şekilde uygulanmasını önlemek
olduğu açıktır. Düzenleyici işlemle konulamayacak olan sınav ancak yasa ile
konulabileceğine göre, yasa koyucunun bu yönde bir düzenleme yapmamak
suretiyle, sınavın tamamen kaldırılmasını amaçlamış olduğunda tereddüt
bulunmamaktadır.
Öte yandan, Anayasa Mahkemesinin Esas:2007/16, Karar:2009/147
sayılı kararında avukatlık sınavı, Anayasa’nın 36. maddesinde yer alan adil
yargılanma hakkı çerçevesinde değerlendirilmiş ve şu tespitte bulunulmuştur:
Güçlü ve bağımsız savunma mesleği, hukukun üstünlüğünün, hukuksal
uzlaşmanın, adil yargılanma duygusunun ve toplumsal barışın güvencesi olup bu
değerler, mesleğinde yetkin bağımsız savunucularla teminat altına alınmıştır”.
Yargılamanın asli unsuru olan savunmanın, hakim ve savcılar gibi,
mesleki bakımdan belli bir yetkinlik ve donanıma sahip olması amacına yönelik
olan avukatlık sınavına ilişkin olarak Anayasa Mahkemesinin yaptığı tespit,
iptali istenen kuralla boşa çıkartılmış ve böylece, Anayasa’nın 153. maddesinde
yer alan Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı ilkesi çiğnenmiştir.
Avukatlık, her ne kadar Anayasa’da özel olarak düzenlenmiş bir
kurum değil ise de Anayasa’nın 90. maddesinin yollamasıyla gözetilmesi gereken
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesinde adil yargılanma hakkı
kapsamında bir avukatın yardımından yararlanma hakkı açıkça belirtildiğinden,
bu mesleğin ve mensuplarının Anayasal temelde değerlendirilmesi gerektiği
açıktır. Nitekim Anayasa Mahkemesi de bu doğrultuda, yukarıda belirtilen kararı
vermiştir. Avukatların daha yetkin ve donanımlı olmasına yönelik her hangi bir
düzenleme yapılamaması sonucunu doğuran kuralda Anayasa’nın 36. maddesine
uyarlık bulunduğu söylenemez.
Yasa koyucu, avukatlık sınavı konusunda düzenleme yapmamak ve
Türkiye Barolar Birliğince de düzenleme yapılmasının yolunu yasa ile kapatmak
suretiyle Anayasa’nın 36. ve 153. maddelerine aykırı bir tasarrufta bulunmuştur.
Bu nedenle kuralın iptali gerekir.
5- Kanun’un 100. maddesiyle 2942 sayılı Kanun’un 23. maddesine
üçüncü fıkra olarak eklenen fıkrada“Birinci ve ikinci
fıkralarda belirtilen süreler geçtikten sonra, kamulaştırılan taşınmaz malda
hakları bulunduğu iddiasıyla eski malikleri veya mirasçıları tarafından
idareden herhangi bir sebeple hak, bedel veya tazminat talebinde bulunulamaz ve
dava açılamaz”denilmiştir.
2942 sayılı Kanun’un 23. maddesinde kamulaştırılan bir taşınmazın
bedeli ödenerek geri alınması düzenlenmiş, birinci ve ikinci fıkralarda buna
ilişkin beş ve bir yıllık hak düşürücü süreler belirtilmiştir. Ancak, maddede,
geri alma dışında çeşitli nedenlerle vaki olabilecek bedel veya tazminat
taleplerine ilişkin dava yolu kapatılmamıştır. Bu kere iptali istenen kuralla,
beş ve bir yıllık süreler geçtikten sonra her türlü hak ve talepler için dava
yolu kapatılmaktadır.
Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkının ancak kamu yararı
amacıyla sınırlanabileceği belirtilmiş, 46. maddesinde de kamulaştırmanın
gerçek karşılık esasına dayanacağı öngörülmüştür. Anayasa kurallarına göre,
kamulaştırma konusu olan taşınmaz malın kendisi kamu yararı amacıyla malikinin
iradesi dışında elinden alınabilecekse de, malın bedelinin dışında olabilecek
hak taleplerinin de kendiliğinden ortadan kalkması söz konusu olamaz. İptali
istenen kuraldaki düzenleme, kamu yararı için ihtiyaç duyulan taşınmazın
bedelinden bağımsız olarak, malikin diğer haklarını talep etme yani hak arama
özgürlüğüne yapılmış, zorunlu bir nedeni olmayan ve ölçüsüz bir müdahaledir.
Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devletine ve 36.
maddesindeki hak arama hürriyetine aykırı olan kuralın iptali gerekir.
6- Kanun’un 101. maddesiyle, 2942 sayılı Kanun’a eklenen geçici 9.
maddenin iptal edilen kısmı dışında kalan bölümü,100.
maddenin Anayasa’ya aykırı olduğu yönündeki gerekçemiz ve geçici 9. maddenin
iptal edilen ibarelerine ilişkin çoğunluk gerekçesindeki nedenlerle Anayasa’nın
2. maddesinde belirtilen hukuk devletine aykırı olup, iptali gerekir.
7- Kanun’un 112. maddesiyle 4342 sayılı Mera Kanunu’nun 14.
maddesinin birinci fıkrasına eklenen (ı) bendiyle,Bakanlar
Kurulu tarafından kentsel dönüşüm ve proje alanı olarak ilan edilen yerlerin
mera, yaylak veya kışlak olmaktan çıkarılması olanaklı hale getirilmiştir.
Anayasa’nın 45. maddesiyle devletin korumakla görevlendirildiği
meraların, üstün bir kamu yararına dayanan herhangi bir zorunluluk olmaksızın,
salt kentsel arazilerin genişletilmesini sağlamak amacıyla meraların bu
vasfının kaybettirilebilmesinin Anayasa’ya uygun olmadığı açıktır. Kuralda
kentsel dönüşüm ve proje alanı olarak ilan edilecek yerlerin meralara zarar
vermeden belirlenmesinin mümkün olamayacağının anlaşılması ve bir zorunluluk
bulunması gibi herhangi bir güvence bulunmamaktadır. Kaldı ki zorunluluklar
nedeniyle her iki kamu yararı arasında makul bir denge kurulmasını gerektiren hallerde
bunun gerçekleştirilebilmesine olanak veren istisna hükümleri yasada zaten yer
almaktadır. Bu nedenle kuralın, meraların korunmasına yönelik anayasal
gereksinim ile zorunluluktan kaynaklanan ihtiyaçlar arasında adil bir denge
sağlanması amacına hizmet etmediği, bu nedenle kamu yararına dayanmadığı
anlaşılmaktadır. Kural bu nedenle Anayasa’nın 2. maddesinde tanımlanan hukuk
devletine aykırıdır.
Anayasa’nın 2. ve 45. maddelerine aykırı olan kuralın iptali
gerekir.
Üye
|
Osman
Alifeyyaz PAKSÜT
|
KARŞIOY GEREKÇESİ
10.9.2014 tarihli ve 6552 sayılı İş Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun
Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması ile Bazı Alacakların Yeniden
Yapılandırılmasına Dair Kanun’un;
1) 10. maddesiyle değiştirilen 4.1.2002 tarihli ve 4734 sayılı
Kamu İhale Kanunu’nun 62. maddesinin birinci fıkrasının (e) bendinin (1)
numaralı alt bendinin birinci ve ikinci cümlelerinin incelenmesi:
Anayasa’nın 2. maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında
sayılan hukuk devleti, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını bireylerin tüm
eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal
düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli
kılar. Hukuk devletinin temel unsurlarından biri “hukuki belirlilik”tir. Hukuki
belirlilik ilkesine göre yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden
herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net ve
uygulanabilir olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı
koruyucu önlem içermesi gereklidir.
Anayasa’nın 7. maddesinde ise yasama yetkisinin Türk Milleti adına
Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne ait olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği
belirtilmiştir. Yürütmenin düzenleme yetkisi sınırlı tamamlayıcı ve bağımlı bir
yetki olduğundan Anayasa da öngörülen ayrık durumlar dışında yasalarla
düzenlenmemiş bir alanda yasa ile yürütmeye genel nitelikte kural koyma yetkisi
verilemez. Yürütme organına düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının
Anayasa’nın 7. maddesine uygun olabilmesi için temel ilkelerin konulması
çerçevenin çizilmesi sınırsız, belirsiz, geniş bir alanı düzenleme yetkisinin
yürütmenin takdirine bırakılmaması gerekir.
Dava konusu düzenlemede hukuki belirsizlik bulunduğu bu
belirsizlikleri ortadan kaldıracak ilke ve ölçütler getirilmeden bakanlar
kuruluna verilmesi, Anayasa’nın 2., 7., 123. ve 128. maddelerine aykırıdır.
2) 100. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendiyle, 2942 sayılı
Kanun’un 23. maddesine eklenen üçüncü fıkranın incelenmesi:
Anayasa’nın “hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinin birinci
fıkrasında, “herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri
önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanmak hakkına
sahiptir”. Anayasa’nın 125. maddesinde ise “idarenin her türlü eylem ve
işlemlerine karşı yargı yolu açıktır”. denilmektedir.
Anayasa Mahkemesinin 14.01.2010 günlü, E. 2009/27, K. 2010/9
sayılı kararında belirtildiği üzere Anayasa’nın 36. maddesindeki adil
yargılanma hakkı, sadece yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia
ve savunma da bulunma hakkını değil yargılama sonunda hakkı olanı elde etmeyi de
kapsar.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 1 no’lu protokolünün mülkiyet
hakkını teminat altına alan birinci maddesinde “her gerçek ve tüzel kişinin mal
ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse
ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası
hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.
Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak
düzenlenmiş kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği
öngörülmüştür. Ayrıca sınırlamanın Anayasa’nın 13. maddesinde düzenlenen
ilkelere uygun olması gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.
Anayasa’nın 36. maddesinde güvenceye bağlanan hak arama özgürlüğünü ortadan
kaldırmaktadır.
Dava konusu kural Anayasa’nın 13., 35. ve 36. maddelerine
aykırıdır.
3) 101. maddesiyle, 2942 sayılı Kanun’a eklenen geçici 9. maddenin
birinci cümlesinin incelenmesi:
Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti eylem ve
işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini sağlayan, yasa koyucunun üstünde
anayasa ve hukukun üstün kurallarının olduğunun bilincinde olan, işlem ve
eylemleri bağımsız yargı denetimine bağlı olan devlettir.
Anayasa Mahkemesinin 14.01.2010 tarihli ve E. 2009/27, K. 2010/9
sayılı kararında belirtildiği üzere Anayasa’nın 36. maddesindeki adil
yargılanma hakkı, sadece yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia
ve savunma da bulunma hakkını değil yargılama sonunda hakkı olanı elde etmeyi
de kapsar.
Adil yargılanmanın ön koşulu kişilerin yargı mercileri önünde dava
hakkını kullanabilmesidir.
Dava konusu kural Anayasa’nın 2. ve 36. maddelerine aykırıdır.
Açıklanan nedenlerle yukarıda her bölümde açıklanan gerekçelerle
Anayasa’ya aykırı olduğu belirtilen kuralların iptali gerektiği düşüncesi ile
çoğunluk görüşüne katılmıyorum.
KARŞIOY YAZISI
10.9.2014 tarihli ve 6552 sayılı İş Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun
Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması ile Bazı Alacakların Yeniden
Yapılandırılmasına Dair Kanun’un 99. maddesiyle, 4.11.1983 tarihli ve 2942
sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 4. maddesine eklenen ikinci fıkrasının üçüncü
cümlesi çoğunluk kararı ile Anayasa’nın 13. ve 65. maddelerine aykırı bulunarak
iptal edilmiştir.
4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 718. maddesinde, arazi
üzerindeki mülkiyetin, üstündeki hava ve altındaki arz katmanlarını da
kapsadığı ifade edilmekle birlikte, taşınmaz malikinin, taşınmazın üstündeki
hava ve altındaki arz katmanları kullanma yetkisinin malike, uzayın
derinliklerine kadar varacak düzeyde arazinin üstünü, Dünyanın merkezine varacak
düzeyde de arazinin altını kullanma hakkını verdiği düşünülemez. Malikin bu
hakkının kapsamının, arazi üzerindeki havanın ve altındaki yer katmanlarının
belli bir seviyesiyle sınırlanması gerekmektedir. Kanun koyucu, 4721 sayılı
Kanun’un 718. maddesinde bu sınırı ortaya koymuş ve “kullanılmasında yarar
olduğu ölçüde”malikin, arazinin altını ve üstünü kullanabileceği ifade
edilmiştir. Taşınmaz malikinin mülkiyet hakkı, kullanılmasında yarar bulunması
ölçüsüne göre tespit edilecek seviyenin üzerindeki hava tabakası ile yine aynı
şekilde belirlenecek seviyenin altındaki yer katmanlarını kapsamamaktadır.
Anayasa’nın 35. maddesinde güvenceye bağlanan mülkiyet hakkı,
Devlete, bireylerin mülkiyet hakkına haksız müdahalede bulunmama ödevi olarak
ifade edilen negatif bir yükümlülük yüklemektedir. İdarenin, herhangi bir
şekilde taşınmazın, kullanılmasında yarar bulunması ölçüsüne göre tespit
edilecek seviyenin üzerindeki hava tabakası ile yine aynı şekilde belirlenecek
seviyenin altındaki yer katmanlarını kullanması ve dolayısıyla malikin,
üzerindeki mülkiyet hakkının tanıdığı yetkileri buralarda kullanmasını
engellemesi, Devlete yüklenen negatif yükümlülüğün ihlali anlamına gelir.
2942 sayılı Kanun’un 4. maddesinin ikinci fıkrası bir bütün olarak
değerlendirildiğinde, teleferik ve benzeri ulaşım hatları ile her türlü köprü,
taşınmazların altında metro ve benzeri raylı taşıma sistemlerine ilişkin
yatırımlar için idari irtifak kurulmaması, maliklerin mülkiyet hakkının
kullanımının engellenmemesi koşuluna bağlandığı anlaşılmaktadır. Anılan fıkra
uyarınca, mülkiyet hakkının kullanımının engellenmediğinden söz edilebilmesi
için teleferik ve benzeri ulaşım hatları ile her türlü köprü, taşınmazların
altında metro ve benzeri raylı taşıma sistemlerinin, taşınmazın kullanılmasında
yarar bulunmayacak derecede üstünde veya altında yapılmış olması gerekmektedir.
Fıkrada sözü edilen yapıların, taşınmazın malikçe kullanılmasında yarar bulunan
kısımlarında yapılması durumunda mülkiyet hakkının kullanımı da engellenmiş
olacağından taşınmaz üzerinde irtifak hakkı tesisi zorunluluğu ortadan
kalkmadığı gibi malikin tazminat isteme hakkı da baki kalmaktadır. Dolayısıyla
dava konusu kuralın bu hâliyle mülkiyet hakkına müdahaleye imkân tanıdığı
söylenemez.
Yapılan teleferik ve benzeri ulaşım hatları ile her türlü köprü,
taşınmazların altında metro ve benzeri raylı taşıma sistemlerinin,
kullanmasında yarar bulunan dereceyi aşıp aşmadığı, arazinin mahiyetine, malik
tarafından kullanılış tarzına göre dürüstlük kuralı esas alınarak tayin
edilecektir. Sistemin bu ölçüyü aşıp aşmadığı ve dolayısıyla mülkiyet hakkının
kullanımının engellenip engellenmediğinin her somut olayın kendi koşulları
içinde değerlendirilmesi gerekmektedir. İnşa edilen sistemin, kullanmasında
yarar bulunan dereceyi aştığının tespiti durumunda, mülkiyet hakkının
kullanımına müdahalede bulunmama koşulunun gerçekleşmediği ve dolayısıyla
yapının, dava konusu kural kapsamında kalmadığı kabul edilerek taşınmaz maliki
lehine uygun bir tazminata hükmedilmesi icap etmektedir. Ancak bu durum kuralın
uygulanmasıyla ilgili olup anayasal bir sorun teşkil etmemektedir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kuralın Anayasa’nın 13. ve 35.
maddelerine aykırı olmadığı ve bu nedenle iptal isteminin reddi gerektiği
görüşüyle çoğunluk kararına katılmıyorum.
KARŞI GÖRÜŞ
10.9.2014 tarihli ve 6552 sayılı, İş Kanunu ile Bazı Kanun ve
Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması ile Bazı Alacakların Yeniden
Yapılandırılmasına Dair Kanun’un bazı maddelerinin iptallerine karar verilmesi
istenmiştir. Bu kapsamda aşağıdaki kuralların da iptali istenmiş, ancak
Mahkememiz çoğunluğu tarafından kurallar Anayasa’ya aykırı bulunmayarak iptal
talebi reddedilmiştir.
Aşağıda incelendiği şekilde, belirtilen kuralların Anayasa’ya
aykırı olduğu ve iptali gerektiği kanaatinde olduğumdan, Mahkememiz
çoğunluğunun görüşüne katılmam mümkün olmamıştır:
I- 4734 Sayılı Kanun’un 62. Maddesinin Birinci Fıkrasının (e)
Bendinin (1) Numaralı Alt Bendinin Birinci ve İkinci Cümleleri
4734 sayılı Kanun’un 62. maddesinin birinci fıkrasının, Kanun’un
10. maddesiyle değiştirilen (e) bendi şu şekildedir:
“e) İdarelerin bu Kanunda tanımlanan hizmetlerden personel
çalıştırılmasına dayalı hizmet alımlarında aşağıda belirtilen hususlara uyması
zorunludur:
1)İdarelerce kanun, tüzük ve yönetmeliklere göre istihdam
edilen personelin yeterli nitelik veya sayıda olmaması hâlinde personel
çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin hizmetler için ihaleye
çıkılabilir.Bu kapsamda ihaleye çıkılabilecek yardımcı işlere ilişkin hizmet
türlerini; idarelerin teşkilat, görev ve yetkilerine ilişkin mevzuatı, yerleşik
yargı içtihatları ile 22/5/2003 tarihli ve 4857 sayılı İş Kanununun 2 nci
maddesinin yedinci fıkrası dikkate alınmak suretiyle idareler itibarıyla ayrı
ayrı veya birlikte belirlemeye işçi, işveren ve kamu görevlileri
konfederasyonları, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Hazine Müsteşarlığı ve
Devlet Personel Başkanlığının görüşü ve Maliye Bakanlığının teklifi üzerine
Bakanlar Kurulu yetkilidir.3/7/2005 tarihli ve 5393 sayılı Belediye
Kanununun 67 nci maddesi ile diğer kanunların hizmet alımına ilişkin özel
hükümleri saklıdır.
2) İdarelerin teşkilat, görev ve yetkilerine ilişkin mevzuatı ile
4857 sayılı Kanunun 2 nci maddesinin yedinci fıkrası esas alınmak suretiyle,
idareye ait bir işyerinde yürütülen asıl işin bir bölümünde idarenin ve işin
gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işlerde hizmet alımı ihalesine
çıkılabilir.
3) Danışmanlık hizmet alım ihalelerinde istihdam edilen personelin
yeterli nitelik veya sayıda olmaması şartı aranmaz.”
1. Alt bentteki iptali istenen 1. ve 2. cümle, Mahkememiz
çoğunluğu tarafından Anayasa’ya aykırı görülmemiş ve iptal talebi
reddedilmiştir.
İptali istenen cümleler, görüldüğü gibi, idarelerce istihdam
edilen personelin yeterli nitelik ve sayıda olmaması halinde, yardımcı işlere
ilişkin hizmetler için ihaleye çıkılabileceğini ve ihaleye çıkılabilecek
işlerin ne şekilde belirleneceğini düzenlemektedir.
Maddede yapılan değişikliğin gerekçesi şu şekildedir:
“Madde ile, 4/1/2002 tarihli ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanununun 62
nci maddesinin birinci fıkrasının (e) bendi değiştirilerek, gerek yardımcı
işlerde gerekse asıl işin bir bölümünde hizmet alım ihalelerine çıkılmasında
4857 sayılı İş Kanununun alt işverenlik ile ilgili düzenlemelerinin esas
alınması düzenlenmekte, danışmanlık hizmet alımları dışında idarenin yeterli
nitelik ve sayıda personelinin olmaması halinde ihaleye çıkılabilmesi şartı
getirilmektedir.
Ayrıca, personel çalıştırılmasına dayalı ihalelerin yapılabileceği
yardımcı işleri belirleme yetkisi Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Hazine
Müsteşarlığı ve Devlet Personel Başkanlığının görüşü ve Maliye Bakanlığının
teklifi üzerine Bakanlar Kuruluna verilmiştir.”
İptali istenen cümlelerin yer aldığı bent, 6552 sayılı Kanunla
değiştirilmeden önce şu şekildeydi:“İdarelerce kanun, tüzük ve
yönetmeliklere göre istihdam edilen personelin yeterli nitelik veya sayıda
olmaması halinde,bu Kanunda belirtilen hizmetler içinihaleye
çıkılabilir. Ancak danışmanlık hizmet alım ihalelerinde, istihdam edilen
personelin yeterli nitelik veya sayıda olmaması şartı aranmaz.”
Görüldüğü gibi, değişiklikten önce hangi hizmetler için idarelerin
ihaleye çıkabileceği açıkça belirtilmiş ve “bu Kanunda belirtilen hizmetler
için” denilerek kapsam açık bir şekilde belirtilmiştir. Bu bağlamda 4734
sayılı Kanun’un “Tanımlar” başlıklı 4. maddesinde, hizmet kavramının
hangi faaliyetleri kapsadığı da açıklanmıştır. Buna göre 4734 sayılı Kanun
uyarınca hizmet kavramı, “bakım ve onarım, taşıma, haberleşme, sigorta,
araştırma ve geliştirme, muhasebe, piyasa araştırması ve anket, danışmanlık,
tanıtım, basım ve yayım, temizlik, yemek hazırlama ve dağıtım, toplantı,
organizasyon, sergileme, koruma ve güvenlik, meslekî eğitim, fotoğraf, film,
fikrî ve güzel sanat, bilgisayar sistemlerine yönelik hizmetler ile yazılım
hizmetlerini, taşınır ve taşınmaz mal ve hakların kiralanmasını ve benzeri
diğer hizmetleri” kapsamaktadır.
6552 sayılı Kanun’un 10. maddesiyle, 4734 sayılı Kanun’un 62.
maddesinin birinci fıkrasının (e) bendi tümüyle değiştirilmiştir. Bendin dava
konusu birinci cümlesinde, idarelerce kanun, tüzük ve yönetmeliklere göre
istihdam edilen personelin yeterli nitelik veya sayıda olmaması hâlinde
personel çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin hizmetler için ihaleye
çıkılabilmesi öngörülmekte; ikinci cümlesinde ise bu kapsamda ihaleye
çıkılabilecek yardımcı işlere ilişkin hizmet türlerinin; idarelerin teşkilat,
görev ve yetkilerine ilişkin mevzuatı, yerleşik yargı içtihatları ile 22.5.2003
tarihli ve 4857 sayılı İş Kanunu’nun 2. maddesinin yedinci fıkrası dikkate
alınmak suretiyle idareler itibarıyla ayrı ayrı veya birlikte belirlemeye işçi,
işveren ve kamu görevlileri konfederasyonları, Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı, Hazine Müsteşarlığı ve Devlet Personel Başkanlığının görüşü ve
Maliye Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulunun yetkili olduğu
belirtilmektedir.
Bendin yeni halinde, önceki halinden farklı olarak, özel kişilere
gördürülebilecek hizmetlerde farklılaşmaya gidilmekte; önceki düzenlemede “bu
Kanunda belirtilen hizmetler” için ihaleye çıkılabilmesi öngörülmekte iken,
yeni halinde “personel çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin
hizmetler”için ihaleye çıkılabilmesine imkân sağlanmaktadır. Öte yandan,
bendin ikinci cümlesiyle, birinci cümlede sözü edilen yardımcı hizmetlerin
neler olduğunun belirlenmesi hususunda Bakanlar Kuruluna yetki tanınmaktadır.
Buna göre, bu kapsamda ihaleye çıkılabilecek yardımcı işlere ilişkin hizmet
türlerini, idareler itibarıyla ayrı ayrı veya birlikte belirlemeye; işçi,
işveren ve kamu görevlileri konfederasyonları, Çalışma ve Sosyal Güvenlik
Bakanlığı, Hazine Müsteşarlığı ve Devlet Personel Başkanlığının görüşü ve
Maliye Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulu yetkilidir.
Buna göre, kuralın yeni halinde özel kişilere gördürülebilecek
hizmetlerin kapsamının önceki haline nazaran genişletildiği söylenebilir. Zira
kuralın önceki halinde, 4734 sayılı Kanun’da sayılan hizmetler için ihaleye
çıkılabilmesi öngörülmekte iken, yeni halinde, 4734 sayılı Kanun’da
sayılanlarla sınırlı olmaksızın personel çalıştırılmasına dayalı yardımcı
işlere ilişkin hizmetler, özel kişiler eliyle yerine getirilmesine imkân
sağlanan hizmetler kapsamına alınmıştır. Bununla birlikte, az önce ifade
edildiği üzere, personel çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlerin tümü değil,
Bakanlar Kurulunca belirlenecek olanlar için ihaleye çıkılması ve bunların özel
kişilere gördürülmesi mümkün kılınmıştır. Ayrıca, 4857 sayılı Kanun’un 2.
maddesinin yedinci fıkrasına yapılan atıf uyarınca bunların, yardımcı iş
niteliğinde olması veya kamusal hizmetin niteliği ile teknolojik nedenlerle
uzmanlık gerektiren işlerden olması gerekmektedir.
Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye
Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Hukuk devleti, eylem
ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün
kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir.
Hukuk devletinin temel ilkelerinden biri“belirlilik ilkesi”dir.
Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi
bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir
olması ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem
içermesi gerekir.
Anayasa’nın 7. maddesine göre de, yasama yetkisi, Türkiye Büyük
Millet Meclisine ait olup, devredilemez.
4734 sayılı Kanun’un 62. maddesinin birinci fıkrasının (e)
bendinin yeni halinde, önceki halinden farklı olarak, bent uyarınca özel
kişilere gördürülebilecek hizmetlerde farklılaşmaya gidilmekte; önceki
düzenlemede“bu Kanunda belirtilen hizmetler”için ihaleye çıkılabilmesi
öngörülmekte iken, yeni halinde“personel çalıştırılmasına dayalı yardımcı
işlere ilişkin hizmetler”için ihaleye çıkılabilmesine imkân sağlanmaktadır.
İptali istenen cümleler bu açıdan değerlendirildiğinde, hangi
hizmetler için ihaleye çıkılacağı konusunda getirilen asıl kriterin “personel
çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin hizmetler”şeklinde
belirlendiğini görüyoruz. Bu kritere ilişkin başkaca bir belirleme, açıklama da
diğer hükümlerde yer almamaktadır. O nedenle, hangi hizmetler için ihaleye
çıkılabileceğini, sonuçta Bakanlar Kurulu belirleyecektir. Bakanlar Kurulunun
karar verirken, idarelerin teşkilat görev ve yetkilerine ilişkin mevzuatı,
yargı kararlarını dikkate alacak olması ve hükümde belirtilen yerlerin
görüşünün alınması ve Maliye Bakanlığının teklifte bulunması, bu konuda yeterli
bir açılık getirmemekte, sonuçta hangi hizmetler için ihaleye çıkılabileceği
konusunda, asıl belirleyici konumda olan Bakanlar Kurulu olmaktadır.
Yukarıda belirtildiği şekilde, hangi hizmetler için ihaleye
çıkılabileceği konusunda yeterli açıklık sağlanmadan, Bakanlar Kuruluna yetki
verildiğinden, kural Anayasa’nın 2. ve 7. maddelerine aykırıdır. O nedenle
Mahkememiz çoğunluğunun kuralın Anayasa’ya uygun olduğu ve reddi gerektiği
yönündeki görüşüne katılmam mümkün olmamıştır.
II- 2942 Sayılı Kanun’un 23. Maddesine Eklenen Üçüncü Fıkranınİncelenmesi
2942 sayılı Kanun’un 23. maddesine, 6552 sayılı Kanun’un 100
maddesinin birinci fıkrasının (b) bendiyle eklenen üçüncü fıkranın iptali
istenmiştir. İptali istenen fıkranın bulunduğu 23. maddenin ilgili birinci ve
üçüncü fıkraları şu şekildedir:
“Mal sahibinin geri alma hakkı
Madde 23- Kamulaştırma bedelinin kesinleşmesi tarihinden itibaren
beş yıl içinde, kamulaştırmayı yapan idarece veya 22 nci maddenin dördüncü
fıkrası uyarınca devir veya tahsis yapılan idarece; kamulaştırma ve devir
amacına uygun hiç bir işlem veya tesisat yapılmaz veya kamu yararına yönelik
bir ihtiyaca tahsis edilmeyerek taşınmaz mal olduğu gibi bırakılırsa, mal
sahibi veya mirasçıları kamulaştırma bedelini aldıkları günden itibaren
işleyecek kanuni faiziyle birlikte ödeyerek, taşınmaz malını geri alabilir.
Doğmasından itibaren bir yıl içinde kullanılmayan geri alma hakkı
düşer.
Birinci ve ikinci fıkrada belirtilen süreler geçtikten sonra
kamulaştırılan taşınmaz malda hakları bulunduğu iddiasıyla eski malikleri veya
mirasçıları tarafından idareden herhangi bir sebeple hak, bedel veya tazminat
talebinde bulunulamaz ve dava açılamaz”.
Maddenin üçüncü fıkrasının iptali istenmiştir. Mahkememiz
çoğunluğu tarafından, hüküm Anayasa’ya aykırı bulunmayarak iptal talebi
reddedilmiştir.
Maddenin birinci fıkrası gereğince, kamulaştırılan bir taşınmazda,kamulaştırma
ve devir amacına uygun hiç bir işlem veya tesisat yapılmaz veya kamu yararına
yönelik bir ihtiyaca tahsis edilmeyerek taşınmaz mal olduğu gibi bırakılırsa,kamulaştırılan
taşınmazın geri istenebileceği; ikinci fıkra gereğince geri istemenin, hakkın
doğmasından itibaren bir yıl içinde yapılması gerektiği; iptali istenen üçüncü
fıkra gereğince de bu süreler içinde hak sahibinin hakkını kullanmaması
halinde, kamulaştırılan taşınmaza ilişkin olarak herhangi bir hak veya talepte
bulunamayacağı, dava açamayacağı kabul edilmiştir.
Hükmün gerekçesi şu şekildedir:
“4/11/1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 23 üncü
maddesinde; kamulaştırma bedelinin kesinleşmesi tarihinden itibaren beş yıl
içinde, kamulaştırmayı yapan idarece; kamulaştırma amacına uygun hiç bir işlem
veya tesisat yapılmaması veya kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis
edilmeyerek taşınmaz malın olduğu gibi bırakılması halinde, mal sahibi veya
mirasçılarının kamulaştırma bedelini aldıkları günden itibaren işleyecek kanuni
faiziyle birlikte ödeyerek, taşınmaz malı geri alabilecekleri yönünde düzenleme
yapılmıştır.
Ancak, geri alma hakkının kullanılabilmesi için beş yılın sonunu
takip eden bir yıl içinde bu hakkın kullanılmasının gerekmesine ve bu süre
geçtikten sonra da eski maliklerin veya mirasçıların bu taşınmaz malın üzerinde
ve taşınmaz maldan kaynaklanan herhangi bir hakları kalmamasına rağmen
uygulamada eski malikler veya mirasçılar tarafından idarelere karşı çeşitli
taleplerle haksız yere davalar açılmaktadır.
Önergeyle, madde hükmünde açıklık sağlanması suretiyle uygulamada
ortaya çıkan ihtilafların önlenmesi için maddede; maddenin birinci ve ikinci
fıkrada belirtilen süreler (yani 5+1= 6 yıl) geçtikten sonra, kamulaştırılan
taşınmaz malın üzerinde ve taşınmaz maldan kaynaklanan hakları bulunduğu
iddiasıyla eski malikleri veya mirasçıları tarafından idareden herhangi bir
sebeple (kamulaştırılan taşınmaz malın; üzerinde kamulaştırmanın kesinleştiği
tarihten sonra kamulaştırma amacına uygun hiç bir işlem veya tesisat yapılmaması
veya kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis edilmeyerek olduğu gibi
bırakılması, kamulaştırma amacına uygun olarak kullanılmaması veya üçüncü
kişilere devredilmesi gibi sebeplerle) hak, bedel veya tazminat talebinde
bulunulamaması ve dava açılamaması yönünde düzenleme yapılması amaçlanmıştır.”
Buna göre, kamulaştırma bedelinin kesinleşmesinden itibaren beş
yıl ve bu tarihten itibaren de bir yıl olmak üzere toplam altı yıl geçtikten
sonra eski malikler veya mirasçılarının idareden herhangi bir sebeple hak,
bedel veya tazminat talebinde bulunması ve dava açması mümkün değildir.
Maddenin gerekçesinde, geri alma hakkının kullanılabilmesi için
beş yılın sonunu takip eden bir yıl içinde bu hakkın kullanılmasının gerekmesine
ve bu süre geçtikten sonra da eski maliklerin veya mirasçıların, bu taşınmazı
veya taşınmaz maldan kaynaklanan herhangi bir hakları kalmamasına rağmen,
uygulamada idarelere karşı çeşitli taleplerle haksız yere dava açtıkları,
kuralla, madde hükmünde açıklık sağlanması suretiyle uygulamada ortaya çıkan
ihtilafların önlenmesinin amaçlandığı belirtilmiştir.
Anayasa m. 35’de düzenlenen mülkiyet hakkına, kamu yararı amacıyla
sınırlama getirilebilir. Söz konusu 2942 sayılı Kanun’un 23. maddesinde de,
malikin mülkiyet hakkına kamu yararı amacıyla bir sınırlama getirildiği
anlaşılmaktadır. Ancak getirilecek bu sınırlamanın Anayasa’nın 13. maddesi
gereğince ölçülü olması gerekir. Bu açıdan, iptali istenen üçüncü fıkra
değerlendirildiğinde, eski maliklerin veya mirasçıların, idareden “ …herhangi
bir sebeple hak, bedel veya tazminat talebinde bulunulamaz…”denilerek,
haklarına sınırlama getirildiği görülmektedir. Hükümde, sadece kamulaştırılan
mal üzerinde ileri sürebilecek hakları değil, herhangi bir sebeple doğan başka
hakların tümünü kapsayan ve o nedenle de, başka hakları da yasaklayan bir ifade
kullanılmıştır. Gerçi maddenin gerekçesinde “…taşınmaz maldan kaynaklanan
hakları bulunduğu iddiasıyla eski malikleri veya mirasçıları tarafından
idareden herhangi bir sebeple (kamulaştırılan taşınmaz malın; üzerinde
kamulaştırmanın kesinleştiği tarihten sonra kamulaştırma amacına uygun hiç bir
işlem veya tesisat yapılmaması veya kamu yararına yönelik bir ihtiyaca tahsis
edilmeyerek olduğu gibi bırakılması, kamulaştırma amacına uygun olarak
kullanılmaması veya üçüncü kişilere devredilmesi gibi sebeplerle) hak, bedel
veya tazminat talebinde bulunulamaması”şeklinde bir açıklama yapılmıştır.
Ancak bu durum, birinci fıkranın tekrarından ibaret olup, ayrı bir sınırlama
getirecek nitelikte görünmemektedir. Bu açıdan, iptali istenen fıkrada,
gerekçede de sayılan hallerin dışında diğer halleri de kapsayacak şekilde ve
sınırlama olmaksızın “herhangi bir sebeple” doğan haklar da kapsama dahil
edilmiş durumdadır. O nedenle, kamu yararı amacıyla getirilen sınırlamanın
ötesinde, diğer haklara da teşmil edilebilecek, bir sınırlama getirilmiş
olmaktadır. Hüküm o nedenle, Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerine aykırıdır.
Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenen hak arama özgürlüğüne de
kamu yararı amacıyla sınırlama getirilebilir. Bura da getirilen sınırlamanın
da, kamu yararı amacıyla getirilmesi ve ölçülü olması gereklidir. İptali
istenen hükmün son kısmında, “herhangi bir sebeple hak, bedel veya
tazminat talebinde bulunulamaz ve dava açılamaz”denilerek, hak
sahibinin dava açma hakkına da sınırlama getirilmiştir. Eski maliklerin veya
mirasçıların,kamulaştırılan taşınmaz nedeniyle süre geçtikten sonra hak,
bedel veya tazminat talebinde bulunamayacağı kabul edildikten sonra, tekrar bir
de dava açılamayacağına ilişkin yasak getirilmesi amaca uygun olmadığı gibi,
ölçülü de değildir.
Hak sahibi olduğunu düşünen kimsenin, gerçekten hak sahibi olup
olmadığı, açtığı dava üzerine yapılacak yargılama sonunda ortaya
çıkabilecektir. Bu şekilde dava açılması üzerine, hükmün lafzı doğrultusunda,
davaya bakan mahkemenin, uyuşmazlığın esasına girmeden o konuda dava
açılamayacağı gerekçesiyle açılan davayı reddetmesi gerekecektir.Hak sahibi
olduğunu düşünen bir kimse için, daha baştan dava açma yolunu kapatmak, hak
arama özgürlüğünün özüne dokunan, ortadan kaldıran bir müdahaledir.
Açıklanan nedenlerle, iptali istenen 2942 sayılı Kanun’un 23.
maddesinin üçüncü fıkrasının, Anayasa’nın 13., 35. ve 36. maddelerine aykırı
olduğu ve iptali gerektiği kanaatinde olduğumdan, Mahkememiz çoğunluğunun
görüşüne katılmam mümkün olmamıştır.
III- 101. Maddesiyle 2942 Sayılı Kanun’a Eklenen Geçici 9.
Maddenin Birinci Cümlesi
2942 sayılı Kanun’un geçici 9. maddesinin birinci cümlesinin
iptali istenmiştir. İptali istenen cümle ile birlikte hüküm şu şekildedir:
“Geçici Madde 9-
Bu maddeyi ihdas eden Kanunla değiştirilen veya eklenen bu Kanunun
22 nci maddesinin birinci, ikinci ve üçüncü fıkra hükümleri ile 23 üncü
maddesinin üçüncü fıkrası hükmü; bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce
gerçekleştirilen kamulaştırma işlemleri nedeniyle, kamulaştırılan taşınmaz
malların eski malikleri veya mirasçıları tarafından bu taşınmaz malların geri
alınması, bedel veya tazminat talebiyle açılan ve henüz kesinleşmeyen davalarda
da uygulanır. Bu maddenin uygulanması nedeniyle reddedilen davaların yargılama
giderleri davalı idare tarafından ödenir.”
Hükümde geçen “…22 nci maddesinin birinci, ikinci ve üçüncü
fıkra hükümleri ile…”ibareleri oybirliği ile iptal edilmiştir. Kanunun 23.
maddesine yapılan atıf ve hükmün geri kalan kısmı ise Mahkememiz çoğunluğu
tarafından Anayasa’ya aykırı bulunmamış ve iptal talebi reddedilmiştir.
2942 sayılı Kanun’un 23. maddesinin üçüncü fıkrasının yukarıda
açıklandığı şekilde Anayasa’ya aykırı olduğu ve iptali gerektiği kanaatinde
olduğumdan, Geçici 9. maddede de, 23. maddenin üçüncü fıkrasına atıf
yapıldığından, üçüncü fıkraya ilişkin yukarıda belirtilen gerekçeler
doğrultusunda, hükmün Anayasa’nın 13., 35. ve 36. maddelerine aykırı olduğu ve
iptali gerektiği kanaatindeyim. O nedenle Mahkememiz çoğunluğunun görüşüne
katılmadım.
IV- 4342 Sayılı Kanun’un 14. Maddesinin Birinci Fıkrasına Eklenen
(ı) Bendi
4342 sayılı Kanun’un 14. maddesinin birinci fıkrasına 6552 sayılı
Kanun’un 112. maddesiyle (ı) bendi eklenmiştir. Yeni eklenen bendin iptali
istenmiştir. İptali istenen bentle birlikte hükmün ilgili kısmı şu şekildedir:
“Tahsis Amacının Değiştirilmesi
Madde 14- Tahsis amacı değiştirilmedikçe mera, yaylak ve kışlaktan
bu Kanunda gösterilenden başka şekilde yararlanılamaz. Ancak, bu Kanuna veya
daha önceki kanunlara göre mera, yaylak ve kışlak olarak tahsis edilmiş olan
veya kadimden beri bu amaçla kullanılan arazilerden;
…
ı) Bakanlar Kurulunca kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı
olarak ilan edilen,Yerlerin, ilgili müdürlüğün talebi,
komisyonun ve defterdarlığın uygun görüşü üzerine, valilikçe tahsis amacı
değiştirilebilir ve söz konusu yerlerin tescilleri Hazine adına, vakıf
meralarının tescilleri ise vakıf adına yaptırılır.”
İptali istenen bent, Mahkememiz çoğunluğu tarafından, Anayasa’ya
aykırı görülmeyerek, iptal talebi reddedilmiştir.
Görüldüğü gibi, yeni eklenen (ı) bendi ile, meraların tahsis
amacının değiştirilerek bu vasıflarının ortadan kaldırılmasına imkân tanıyan
sebepler arasına bir yenisi daha eklenmiştir.
Yapılan değişikliğin gerekçesi şu şekilde açıklanmıştır:
“Mera, yaylak ve kışlak gibi yerlerin kentsel dönüşüm ve gelişim
projesi kapsamında ilgili belediye sınırları içerisinde alternatif alan
bulunamaması halinde tahsis amacının değiştirilebilmesini amaçlayan bir
düzenleme Tasarıya yeni 115 inci madde olarak eklenmiştir.”
Anayasa’nın 45. maddesinde, Devletin, çayır ve meraların amaç dışı
kullanılmasını ve tahribini önlemek amacıyla gereken her türlü tedbirleri
almakla yükümlü olduğu belirtilmiştir.Anayasa’nın
45. maddesinin gerekçesinde de belirtildiği gibi bu kuralla Devlete, tarım
arazilerinin sanayi ve şehirleşme sebebiyle yok edilmesini, tarım arazileri ile
çayırlar ve meraların amaç dışı kullanılmasını önleme görevi yüklenmiştir.
Meraların amaç dışı kullanılamaması ve daraltılamaması mutlak
sınırlama bir değildir; Devlet’in mera, yaylak ve kışlakları koruma ve
tahribini önleme yükümlülüğü, bu alanların hiçbir şekilde başka amaçlarla
kullanılamayacağı sonucunu doğurmaz. Kamu yararının zorunlu kıldığı durumlarda,
mera, yaylak ve kışlakların daraltılması ve bu alanlara müdahale edilebilmesi
mümkündür. Ancak bunun için, meralara müdahaleyi gerektiren kamu yararının,
meraların korunmasından daha üstün bir nitelik taşıması ve gerçekleşebilmesi
için meraya müdahale dışında başka bir alternatifin bulunmaması, meraya
müdahalenin zorunluluk arzetmesi gereklidir. Nitekim, 4342 sayılı Kanun’un 14.
maddesinin birinci fıkrasında, meraların tahsis amacının değiştirilerek farklı
şekilde kullanmayı öngören pek çok durum kabul edilmiştir. İptali istenen
bendin dışında, diğer hallere bakıldığında, nitelikleri gereği
gerçekleştirilebilmeleri için meraya müdahalenin zorunlu olduğu
anlaşılmaktadır. Kanun koyucu da bu nedenle, tüm bentlerin sonuna “…zaruri olan”,
“…gerekli olan”, “…ihtiyaç duyulan” gibi ibareler kullanarak bu durumu ifade
etmiştir.
İptalli istenen kural, yukarıda belirtilen hususlar açısından
incelendiğinde, lafzının“Bakanlar Kurulunca kentsel dönüşüm ve gelişim proje
alanı olarak ilan edilen” şeklinde olduğunu görüyoruz. Buna göre, bir
meranın Bakanlar Kurulunca kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı olarak ilan
edilebilmesi, Bakanlar Kurulunun yetkisindedir. 5373 sayılı Kanunu’nun 73.
maddesi çerçevesinde, kamunun mülkiyetinde veya kullanımında olan arazilerin,
kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı ilan edilebilmesi ve uygulama
yapılabilmesi için ilgili belediyenin talebi, Çevre ve Şehircilik Bakanlığının
teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca bu yönde karar alınması gereklidir. Bakanlar
Kurulu bu yetkisini kullanırken, iptali istenen bendin lafzı doğrultusunda,
kamu yararını kendisi takdir edip, bir meranın tahsis amacının
değiştirilmesine, kentsel dönüşüm ve gelişim proje alanı olarak ilan edilmesine
karar verebilecektir.
İptali istenen hükümde, Bakanlar Kurulunun bir meranın tahsis
amacını değiştirebilmesi, kentsel dönüşüm ve proje alanı olarak ilan edebilmesi
için bir zorunluluk hali aranmadığı gibi; bu durum kural olarak niteliği
gereği, mutlaka meraya müdahaleyi gerektiren bir durum da sayılamaz. Her ne
kadar, değişikliğin gerekçesinde, “…ilgili belediye sınırları içerisinde
alternatif alan bulunamaması halinde…”denilmiş ise de, bu durum bağlayıcı
değildir. Buna göre, Bakanlar Kurulu, uygun gördüğü bir meranın, herhangi bir
zorunluluk hali sözkonusu olmaksızın, yerleşime açmak amacıyla tahsis amacını
değiştirebilir. Bu durum, uygun konumdaki kamu arazilerinin konut ve alış veriş
merkezleri şeklinde değerlendirilmesinin yoğun olduğu günümüzde daha da bir
önem kazanmaktadır.
Anayasa’nın 56. maddesi gereği Devletin, herkesin sağlıklı ve
dengeli bir çevrede yaşama hakkını sağlamak için bir takım görevleri vardır.
Devlet bu görevleri kapsamında, kentsel dönüşüm için yeni proje alanları bulmak
ve uygulamaya koymak zorundadır. Ancak bu görev yerine getirilirken, Anayasanın
diğer hükümlerine de riayet edilmelidir. Anayasa’nın 56. maddesinde öngörülen
görevlerini yerine getirirken Devletin, herhangi bir zorunluluk olmadığı halde,
meralara müdahale ederek tahsis amacını değiştirip yerleşime açması,
Anayasa’nın 45. maddesinin ihmal edilmesi anlamına gelir.
Yukarıda belirtilen nedenlerle, 4342 sayılı Kanun’un 14.
maddesinin birinci fıkrasına eklenen, “Bakanlar Kurulunca kentsel dönüşüm
ve gelişim proje alanı olarak ilan edilen,”şeklindeki(ı) bendi,
Anayasa’nın 45. maddesine aykırı olup, iptali gerekmektedir. O nedenle
Mahkememiz çoğunluğunun, bendin Anayasa’ya uygun olduğu yönündeki görüşüne
katılmadım.
KARŞIOY GEREKÇESİ
4734 sayılı Kamu İhale Kanununun 62. maddesinin birinci
fıkrasının, 6552 sayılı Kanunun 10. maddesiyle değiştirilen (e) bendinin (1)
numaralı alt bendinin birinci ve ikinci cümlelerinin iptali talebi
reddedilmiştir.
6552 sayılı Kanunla (e) bendinin değiştirilmesinden önce,
idarelerce kanun, tüzük ve yönetmeliklere göre istihdam edilen personelin
yeterli nitelik ve sayıda olmaması hâlinde, 4734 sayılı Kanunda belirtilen
hizmetler için ihaleye çıkılabileceği hükme bağlanmakta iken, yapılan
değişiklikle “personel çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin
hizmetler için” ihaleye çıkılabilmesi öngörülmüştür.
Böylece, değişiklikten önce 4734 sayılı Kanunun 4. maddesinde
belirtilen “bakım ve onarım, taşıma, haberleşme, sigorta, araştırma ve
geliştirme, muhasebe, piyasa araştırması ve anket, danışmanlık, tanıtım, basım
ve yayım, temizlik, yemek hazırlama ve dağıtım, toplantı, organizasyon,
sergileme, koruma ve güvenlik, meslekî eğitim, fotoğraf, film, fikrî ve güzel
sanat, bilgisayar sistemlerine yönelik hizmetler ile yazılım hizmetleri,
taşınır ve taşınmaz mal ve hakların kiralanması ve benzeri diğer hizmetler”
şeklinde sayma yoluyla belirlenen hizmetler için ihaleye çıkılabilmesi
öngörülürken, kuralın yeni hâlinde “personel çalıştırılmasına dayalı yardımcı
işlere ilişkin” hizmetler için ihaleye çıkılabilmesi öngörülerek hizmet alımı
suretiyle özel kişilere gördürülebilecek hizmetlerin kapsamı genişletilmiştir.
Değiştirilen (e) bendinin birinci paragrafındaki “İdarelerin bu
Kanunda tanımlanan hizmetlerden personel çalıştırılmasına dayalı hizmet
alımlarında…” ibaresi sebebiyle, (e) bendinin yeni hâliyle de hizmet alımı
suretiyle özel kişilere gördürülebilecek hizmetlerin 4734 sayılı Kanunun 4.
maddesinde sayılanlarla sınırlı olması gerektiği düşünülebilirse de, bendin (1)
numaralı alt bendinin birinci cümlesinde, (e) bendinin önceki haline göre
yapılan tek değişikliğin “bu Kanunda belirtilen” ibaresinin yerine “personel
çalıştırılmasına dayalı yardımcı işlere ilişkin” ibaresinin getirilmesi olduğu,
ikinci cümlesinde, ihaleye çıkılabilecek hizmet türlerinin 4857 sayılı Kanunun
2. maddesinin yedinci fıkrasının dikkate alınması suretiyle belirleneceğinin
hükme bağlandığı ve madde gerekçesinde yer verilen “gerek yardımcı işlerde
gerekse asıl işin bir bölümünde hizmet alım ihalelerine çıkılmasında 4857
sayılı İş Kanununun alt işverenlik ile ilgili düzenlemelerinin esas
alınması”nın düzenlendiği yönündeki açıklama dikkate alındığında, dava konusu
kuralla özel kişilere gördürülebilecek hizmetlerin kapsamının genişletildiği
anlaşılmaktadır.
Kuşkusuz, Anayasal ilkelere uyulmak kaydıyla özel kişilere
gördürülebilecek kamu hizmetlerinin kapsamının genişletilmesi yasama organının
takdir yetkisi içindedir. Ancak yapılan değişiklikle (e) bendinin kapsamı
genişletilirken, önceki düzenlemeye göre daha belirsiz hâle getirildiği de
açıktır.
Kararın gerekçesinde de belirtildiği üzere, hukuk devletinin
gereklerinden olan belirlilik ilkesi, yasal düzenlemelerin hem kişiler, hem de
idare yönünden bir tereddüte ve şüpheye yer vermeyecek şekilde “açık, net,
anlaşılır ve uygulanabilir” olmasını ve “kamu otoritelerinin keyfî
uygulamalarına karşı koruyucu önlem”ler içermesini gerektirmektedir.
Değiştirilen (e) bendinin (1) numaralı alt bendinin birinci
cümlesinde özel kişilere gördürülebilecek hizmetler belirlenirken hüküm önceki
düzenlemeye göre daha açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir hâle gelmediği gibi
ikinci cümlede, hizmet türlerinin belirlenmesinde “idarelerin teşkilat, görev
ve yetkilerine ilişkin mevzuatı” ile “yerleşik yargı içtihatları”nın ve “4857
sayılı İş Kanununun 2 nci maddesinin yedinci fıkrası(nın) dikkate” alınacağının
öngörülmesi de, “işçi, işveren ve kamu görevlileri konfederasyonları, Çalışma
ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Hazine Müsteşarlığı ve Devlet Personel Başkanlığının
görüşü”nün aranması da bu belirsizliği giderecek ve keyfî uygulamaları
önleyecek nitelikte değildir.
Bilindiği gibi, Anayasanın 128. maddesine göre, Devletin, kamu
iktisadî teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına göre
yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği aslî ve sürekli
görevlerin memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülmesi gerekmektedir.
Anayasanın 47. maddesinin son fıkrasında da, Devlet, kamu iktisadî
teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişileri tarafından yürütülen hizmetlerden
hangilerinin özel hukuk sözleşmeleri ile gerçek veya tüzelkişilere
yaptırılabileceğinin kanunla belirleneceği hükme bağlanmaktadır. Kararda da
belirtildiği üzere dava konusu kural, anılan kamu hizmetlerinden bir kısmının
ihaleye çıkılmak suretiyle özel kesime yaptırılmasına imkân sağlayan bir
düzenleme içerdiğinden, “Anayasada kanunla düzenleneceği belirtilmeyen
hususlardan farklı olarak”, bunların hangi hizmetler olduğunun kanunla
belirlenmesi gerekmektedir.
Dava konusu kuralın getirildiği değişiklikten önce mezkûr
hizmetlerin açık bir şekilde sayılmak suretiyle kanunla belirlenmiş olmasına
karşılık, değişiklik sonrasında birinci cümlede “personel çalıştırılmasına
dayalı yardımcı işlere ilişkin hizmetler”den söz edilerek; ikinci cümlede de bu
hizmet türlerinin Bakanlar Kurulunca belirleneceği hükme bağlanarak, bu
hususların kanunla belirlenmesi yerine idarî düzenlemeye bırakıldığı
görülmektedir.
Diğer taraftan, kararın gerekçesinde, personel çalıştırılmasına
dayalı yardımcı işlerin, kamu hizmetlerinin özünü oluşturan görevler kapsamında
olmadığından, Anayasanın 128. maddesinde kamu görevlileri eliyle görülmesi
zorunlu kılınan “genel idare esaslarına göre yürütülmesi gereken aslî ve
sürekli görevler” kapsamında değerlendirilemeyeceği belirtilmekte ise de, 4857
sayılı Kanunun 2. maddesinin yedinci fıkrasına yapılan atıf sebebiyle
idarelerin mevzuata göre istihdam ettikleri personelin nitelik ve sayı
itibariyle yetersiz kalması durumunda, yardımcı işlerin yanında “asıl işin bir
bölümünde… kamu hizmetinin gerekleri ve teknolojik nedenlerle uzmanlık
gerektiren işlerini” de ihaleye çıkararak özel kesime gördürebilecekleri
anlaşılmaktadır. Şüphesiz bu da, düzenlemenin belirsizliği yönündeki düşünceyi
haklı çıkarmaktadır.
Bu sebeplerle, anılan kurallar herhangi bir tereddüte yol
açmayacak şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir bir düzenleme
getirmediği gibi, mezkûr düzenlemede dikkate alınacağı belirtilen hususlar da
belirlilik ilkesine uygun bir düzenleme yapıldığının ve kanunla belirleme
zorunluluğunun yerine getirildiğinin kabulü için yeterli görünmemektedir.
Bu itibarla, dava konusu kuralların Anayasanın 2., 47. ve 128.
maddelerine aykırılığından dolayı iptali gerektiği düşüncesiyle, red kararı
yönündeki çoğunluk görüşüne katılmıyorum.
KARŞI OY
Davada, 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu’nun 6552 sayılı
Kanun’un 87. maddesi ile değiştirilen 47. maddesinin birinci fıkrasının 1.
cümlesinin iptali istenilmektedir.
İptali istenilen kuralda,memleket kültürü için önemi haiz
görülen eserler üzerindeki hakların, hak sahiplerinin münasip bir bedel talep
etme hakları saklı kalmak kaydıyla, eser sahibinin ölümünden sonra, koruma
süresinin bitiminden önce, Bakanlar Kurulu kararı ile kamuya mal edilebileceği
öngörülmektedir.
Eser sahipliğinden kaynaklanan hakların kamuya mal edilmesi
müessesesi hukuk sistemimize, 5.12.1951 tarihli ve 5846 sayılı Kanun’un 47.
maddesi ile girmiştir. Maddenin değişiklikten önceki halinde;
“Bir kararname ile memleket kültürü için önemi haiz görülen bir
eser üzerindeki mali haklardan faydalanma salahiyeti, hak sahiplerine münasip
bir bedel ödenmesi suretiyle koruma süresinin bitiminden önce kamuya
maledilebilir.
(Değişik: 21/2/2001 -4630/24 md.)Bu
hususta karar verilebilmesi için eserin Türkiye’de veya Türkiye dışında Türk
vatandaşları tarafından vücuda getirilmiş olması ve aynı zamanda yayımlanmış
eser nüshalarının iki yıldan beri tükenmiş bulunması ve hak sahibinin uygun bir
süre içinde eserin yeni bir baskısını yapmayacağının tespit edilmesi gerekir.
Bu kararnamede:
1. Eser ve sahibinin adı;
2. Müktesep hakları ihlal edilen kimselere ödenecek bedel;
3. Mali hakları kullanacak makam veya müessese;
4. Verilen bedelin itfasından sonra elde edilecek safi karın hangi
kültürel gayelere tahsis edileceği; yazılır.”
hükmü yer almakta iken, 6552 sayılı Kanun’un 87. maddesi ile
yapılan değişiklikle;
“Bakanlar Kurulu kararı ile memleket kültürü için önemi haiz
görülen eserler üzerindeki haklar, hak sahiplerinin münasip bir bedel talep
etme hakları saklı kalmak kaydıyla, eser sahibinin ölümünden sonra, koruma
süresinin bitiminden önce, kamuya mal edilebilir. Bu hususta karar
verilebilmesi için eserin, Türkiye’de veya Türkiye dışında Türk vatandaşları
tarafından vücuda getirilmiş olması gerekir.
Bakanlar Kurulu kararında;
1. Eser ve sahibinin adı,
2. Hakları kullanacak makam veya müessese,
3. Hak sahiplerine, talep üzerine ödenecek bedelin nasıl
belirleneceği ve bu bedelin hangi kurum tarafından ödeneceği,
4. Eserden gelir elde edilmesi hâlinde bu gelirin hangi gayelere
tahsis edileceği,
yazılır.
Bakanlar Kurulu kararında belirtilen eserin, topluma ulaşması
sağlanacak şekilde yayımlanması zorunludur.”
hükmünü içerir hale gelmiştir.
Anayasa’nın 35. maddesinin birinci fıkrasında güvenceye bağlanan
mülkiyet hakkı, maddi varlığı bulunan taşınır ve taşınmaz malvarlığını
kapsadığı gibi maddi bir varlığı bulunmayan hak ve alacakları da içermektedir.
Çoğunluk kararında da ifade edildiği üzere, mirasçılar yönünden
ekonomik değer ifade eden eser sahipliğine bağlı hakların mülkiyet hakkı
kapsamında değerlendirilmesi gerektiği açıktır.
Eser sahibinin mirasçılarının eser sahipliğinden doğan mali
hakları ile manevi haklarının kullanım yetkilerinin kamuya maledilmesinin
mülkiyet hakkına müdahale niteliği taşıdığı hususunda kuşku bulunmamaktadır.
Anayasa’nın 35. maddesinde mülkiyet hakkı sınırsız bir hak olarak
düzenlenmemiş, kamu yararı amacıyla ve kanunla sınırlandırılabileceği öngörülmüştür.
Ayrıca sınırlamanın, Anayasa’nın 13. maddesinde düzenlenen ilkelere uygun
olması gerekmektedir. Buna göre mülkiyet hakkına yönelik sınırlamalar,
demokratik toplum gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.
Memleket kültürü bakımından önem taşıyan eserlerin, eser sahibinin
ölümünden sonra idari otoritelerce kamuya sunulmasının sağlanmasında kamu
yararına aykırı bir yön bulunmadığından dava konusu kuralla fikri mülkiyet
hakkına yapılan müdahalenin meşru bir amaca dayandığı sonucuna ulaşılmaktadır.
Çağdaş demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde
sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Temel hak ve özgürlükleri büyük
ölçüde kısıtlayan ve kullanılamaz hâle getiren sınırlamalar hakkın özüne
dokunur. Temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamaların yalnız ölçüsü
değil, koşulları, nedeni, yöntemi, kısıtlamaya karşı öngörülen kanun yolları
gibi güvenceler demokratik toplum düzeni kavramı içinde değerlendirilmelidir.
Bu nedenle, temel hak ve özgürlükler, istisnaî olarak ve özüne dokunmamak
koşuluyla demokratik toplum düzeninin gerekleri için zorunlu olduğu ölçüde ve
ancak kanunla sınırlandırılabilirler.
Demokratik bir toplumda temel hak ve özgürlüklere getirilen
sınırlamanın, bu sınırlamayla güdülen amacın gerektirdiğinden fazla olması
düşünülemez. Demokratik hukuk devletinde güdülen amaç ne olursa olsun,
kısıtlamaların, bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir
özgürlüğün kullanılmasını önemli ölçüde zorlaştıracak ya da ortadan kaldıracak
düzeye vardırılmaması gerekir.
Dava konusu kuralla,“mülkiyet hakkı”kapsamında
değerlendirilmesi gereken eser sahibinin mirasçılarının eser sahipliğinden
doğan mali hakları ile bazı manevi haklarının kullanım yetkilerinin belli
sınırlar içinde kamuya maledilmesiyle bir ölçüde mülkiyet hakkına sınırlama
getirilmiş ise de anılan özgürlük tamamen ortadan kaldırılmadığı gibi bu
özgürlükten yararlanmanın önemli ölçüde zorlaştırıldığından da söz edilemez.
Zira kural, fikir ve sanat eseri üretimini engellememekte, sadece memleket
kültürü bakımından önem taşıyanlarının, sahibinin ölümünden sonra kamuya
maledilmesine olanak sağlamaktadır. Bu nedenle, dava konusu kural yönünden asıl
tartışılması gereken mesele, sınırlamanın ölçülü olup olmadığıdır.
Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan ölçülülük ilkesi, amaç ve araç
arasında hakkaniyete uygun bir dengenin bulunması gereğini ifade eder. Gerek
Anayasa Mahkemesi gerekse AİHM kararlarında, mülkiyet hakkından mahrum bırakma
sonucunu doğuran her türlü müdahalede kamu yararı ile bireysel yarar arasındaki
dengenin, kural olarak malikin ekonomik kayıpları telafi edilmek suretiyle
sağlanabileceği kabul edilmektedir. Diğer bir ifadeyle, kamulaştırma gibi
malikin mülkiyet hakkını sonlandıran idari tasarruflarla gerçekleştirilen
müdahalenin ölçülülüğünden söz edilebilmesi için malike ekonomik kayıpları
karşılığında uygun bir tazminatın ödenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde malikin
katlanmak zorunda olduğu külfet yönünden bir dengesizlik doğacak ve bu durum
mülkiyet hakkına müdahaleyi ölçüsüz kılacaktır.
Dava konusu kural uyarınca kamuya maledilecek haklar, eser
sahipliğinden doğan mali haklar ilemanevi haklardaneser sahibinin ölümüyle 5846
sayılı Kanun’un 19. maddesinde sayılan kişilere(eser sahibinin varsa ölümünden
önce kullanım hakkını bıraktığı üçüncü kişiler; yoksa vasiyeti tenfiz memuru;
bu tayin edilmemişse sırasıyla sağ kalan eş ile çocuklar ve mansup mirasçıları,
ana - babası, kardeşleri) geçebilen, “eser sahibinin eserini kamuya sunma,
yayımlama zamanını ve tarzını tayin etme yetkisi”, “eseri, eser
sahibinin adı veya müstear adıyla veya adsız olarak umuma arz etme veya
yayımlama yetkisi” ve 14., 15. ve 16. maddelerin üçüncü fıkralarında
düzenlenen koruyucu yetkilerdenibarettir. Kanun koyucu eser sahibinin
mirasçılarının mali haklarını karşılamak üzere bunların münasip bir tazminat
talep etme haklarını saklı tutmuştur. Dolayısıyla mirasçıların talep etmesi
durumunda idarece kendilerine münasip bir bedel ödenmesi öngörüldüğünden kamuya
maletme işlemi nedeniyle mirasçıların mali yönden bir kayba uğradıkları
söylenemez.
Öte yandan, eseri kamuya sunmak ve eserde sahibinin adını
belirtmek ile Kanun’da sayılan koruyucu davaları açmak gibi manevi haklardan
doğan yetkiler de kamuya maledilmekte ise de kuralla manevi hakların bizzat
kendisinin değil, kullanım yetkilerinin idareye devredilmesi öngörülmektedir.
Manevi hakların kullanım yetkisinin kamuya maledilmesi, eser sahibinin kişilik
haklarını zedelemediği gibi, mirasçıların mali yönden herhangi bir kayba
uğramalarına da sebebiyet vermemektedir.
Kaldı ki, kullanım yetkisi kamuya maledilen manevi haklar bir kere
kullanılmakla tükenen haklardan olup eser sahibinin, sağlığında eseri kamuya
sunmuş bulunması veya eserin hangi adla yayımlanacağını belirlemiş olması
durumunda bu iki yetkinin, ölümünden sonra kullanılması mümkün olmadığı gibi
dava konusu kural uyarınca esere ilişkin hakları kendisine geçen kurumca
kullanılması da olanaksızdır.
5846 sayılı Kanun’un 19. maddesinin ikinci fıkrasında işaret
edilen yetkiler ise eser sahibinin eser üzerindeki haklarını koruyucu nitelikte
yetkilerden ibaret olup Kanun koyucu, koruyucu yetkilerin kullanımını salt eser
sahibinin takdirine bırakmamış, 19. maddenin son fıkrasıyla, eser sahibi
tarafından kullanılmaması hâlinde birinci ve ikinci fıkralara göre salahiyetli
olanlarca; bunların da bulunmaması veya kullanmak istememeleri hâlinde meşru
bir menfaati bulunduğunu ispatlayan eser sahibinden veya halefinden mali bir
hak iktisap eden kimse tarafından; bunların da kullanmaması hâlinde ise Kültür
ve Turizm Bakanlığınca kullanılması zorunluluğu getirilmiştir. Dolayısıyla,
5846 sayılı Kanun’un 14., 15. ve 16. maddelerinin üçüncü fıkralarında eser
sahibine tanınan yetkilerin kamuya maledilmesi, eser sahibinin mirasçılarının
ekonomik bir imkandan mahrum kalmaları sonucunu doğurmadığı gibi, bunları eser
sahibi yararına kullanacak kuruma da herhangi bir getiri sağlamamakta, aksine
külfet yüklemektedir.
Tüm bunlar gözönünde bulundurulduğunda, dava konusu kuralla
mirasçılara öngörülemez ve aşırı bir yük yüklenmediği ve mülkiyet hakkına
yapılan müdahalenin açıkça orantısız olmadığı anlaşıldığından kuralda mülkiyet
hakkını zedeleyen bir yön bulunmamaktadır.
Anayasa’nın 26. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, düşünce
ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya toplu
olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir.” denilmek suretiyle temel hak ve
özgürlükler arasında yer alan ifade özgürlüğü güvence altına alınmıştır.Anayasa’da
sadece düşünce ve kanaatler değil, ifadenin tarz, biçim ve araçları da güvence
altına alınmıştır. Anayasa’nın 26. maddesinde düşünceyi açıklama ve yayma
özgürlüğünün kullanımında başvurulabilecek araçlar “söz, yazı, resim veya
başka yollar” olarak ifade edilmiş ve “başka yollar” ifadesiyle her
türlü ifade aracının anayasal koruma altında olduğu gösterilmiştir.
Anayasa’nın 27. maddesinde düzenlenen sanat özgürlüğü de
düşüncenin ifade biçimlerinden biridir. Anılan maddenin birinci fıkrasında,“Herkes,
bilim ve sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda
her türlü araştırma hakkına sahiptir.”denilmek suretiyle sanat özgürlüğü
güvenceye bağlanmıştır. Sanat özgürlüğü ifade hürriyetinin bir parçası olup,
sanat eserinin oluşumu, tanıtımı, yayılması ve kamusallaşmasına yönelik
faaliyetlerin, devlet veya devlet dışındaki üçüncü kişilerin müdahalesi
olmaksızın serbestçe yürütülebilmesini ifade etmektedir. Ayrıca bu özgürlük,
sanatı serbestçe öğrenme ve öğretme, bu alanda araştırma yapma hakkını da
içermektedir. Sanatsal işin kendisine ait olan her türlü eylemi gerçekleştiren
kişilerin (sanatçıların) yanında, sanat eserini üçüncü şahıslara ulaştıran ve
eserin kamusallaşmasını sağlayan kişiler de sanat özgürlüğünün süjesini
oluşturmaktadır.
5846 sayılı Kanun’dasayılan ilim ve edebiyat eserleri, musiki
eserleri, güzel sanat eserleri ve sinema eserleri ile işleme ve derleme
eserlerin birer sanat eseri olduğunda kuşku bulunmamaktadır. Dolayısıyla
bunların meydana getirilmesi Anayasa’nın 27. maddesinde düzenlenen sanat
özgürlüğünün kapsamına girmektedir.
Dava konusu kuralda, fikir ve sanat eserlerinin meydana
getirilmesine yönelik herhangi bir sınırlama söz konusu değildir. Esasen, eser
sahibi öldüğünden eserin oluşumuna müdahalede bulunulması fiilen mümkün de
değildir. Kuralla fikir ve sanat eserine ulaşma hakkına müdahalede bulunulduğu
da söylenemez. Zira kural, eserin kamuya sunumuna yönelik herhangi bir engel
öngörmemekte, aksine, kuralın içinde yer aldığı maddenin devamında eserin
topluma ulaşacak şekilde yayımlanması zorunlu kılınmaktadır.
Öte yandan, çoğunluk kararında belirtildiğinin aksine, eserin
kamuya sunuluş biçim ve araçlarıyla, ölçüsünün belirlenmesinin, mirasçıların
ifade özgürlüğünün bir parçası olarak görülmesi de mümkün değildir. Eserin
kamuya sunulma biçim ve araçlarının belirlenmesi, mirasçı yönünden ekonomik bir
değer taşımaktan öte bir anlam taşımamaktadır. Eserin içeriğindeki görüşlerin
yayılması ifade hürriyeti kapsamında kalmakta ise de, bunun mirasçıların ifade
hürriyeti biçiminde anlaşılması olanaksızdır. Eserin kamuya sunuluş biçim ve
araçlarının belirlenmesinin, mirasçıların ifade hürriyeti kapsamında görülmesi
durumunda yetmiş yıllık koruma süresinin bitiminden sonra da bu hakkın
münhasıran mirasçılara ait olduğunun kabulü gerekecektir. Zira ifade
hürriyetinin yetmiş yıllık süreyle sınırlandırılması mümkün değildir.
Ayrıca, fikir ve sanat eserinin kamusallaşmasına aracılık eden
kişilerin eser üzerinde doğrudan maddi ve manevi bir hakka sahip olmaları söz
konusu olmayıp eser sahibinin veya mirasçıları ile diğer hak sahiplerinin izin
verdiği ölçüde eserin üçüncü kişilere ulaşmasına aracılık etmektedirler.
Dolayısıyla bunların sanat özgürlüğüne, daha geniş anlamda ifade özgürlüklerine
müdahaleden söz edilebilmesi için hak sahibi ile aralarında kurulmuş bir hukuki
ilişkiye müdahale edilmiş olması gerekmektedir. Dava konusu kuralla, hak sahibi
ile aracı kişiler arasında kurulmuş olan hukuki ilişkilere müdahale söz konusu
değildir. Dava konusu kuralla, eser sahibinin mirasçıları ile eserin kamuya
ulaştırılması amacıyla hukuki ilişki kurma imkânının geleceğe yönelik olarak
ortadan kaldırılmış olması, aracı kişilerin ifade ve sanat özgürlüklerine
müdahalede bulunulduğu anlamına gelmez.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kuralın Anayasa’ya aykırı
olmadığı görüşüyle, kuralın iptali yönündeki çoğunluk görüşüne katılmıyoruz.
Üye
Muammer
TOPAL
|
Üye
Kadir
ÖZKAYA
|
Üye
Rıdvan
GÜLEÇ
|
KARŞI OY GEREKÇESİ
10.9.2014 tarihli ve 6552 sayılı İş Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun
Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması ile Bazı Alacakların Yeniden
Yapılandırılmasına Dair Kanun’un 15. maddesiyle 6331 Sayılı Kanun’un 2.
maddesinin (2) numaralı fıkrasına eklenen (e) bendi ile “denizyolu
taşımacılığı yapan araçların uluslararası seyrüsefer hâlleri”, 6331 sayılı
Kanun’un kapsamı dışına çıkarılmıştır.
30.6.2012 tarihli ve 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği
Kanunu’nun amacı; iş yerlerinde iş sağlığı ve güvenliğinin sağlanması ve mevcut
sağlık ve güvenlik şartlarının iyileştirilmesi için işveren ve çalışanların
görev, yetki, sorumluluk, hak ve yükümlülüklerinin düzenlenmesi olarak
belirtilmiştir (m.1). Kapsam itibariyle ise hiçbir ayrım yapmaksızın kamu ve
özel sektöre ait tüm işlere ve işyerlerine, faaliyet konularına ve işçi
sayısına bakılmaksızın, bu işyerlerinin işveren, işveren vekili, çırak ve
stajyerler de dâhil olmak üzere tüm çalışanlarına uygulanması öngörülmüştür
(m.2). 6331 sayılı Kanun’un 4. maddesi ile işveren ile çalışanların görev,
yetki ve yükümlülükleri ayrıntılı şekilde açıklanmıştır.
İptali istenen kuralda, denizyolu taşımacılığı yapan araçların
uluslararası seyrüsefer halleri 6331 sayılı Kanun’un kapsamı dışına
çıkarılmaktadır. Buna göre, Türkiye Cumhuriyeti Kanun’larının yürürlükte
olmadığı, diğer bir anlatımla Türk iç suları ve karasuları ile münhasır
ekonomik bölge olarak ilan edilen alanlar dışında kalan açık denizlerdeki
seyrüseferleri sırasında söz konusu araçlarda çalışan deniz adamlarının 6331
Kanun kapsamındaki iş sağlığı ve güvenliği rejiminden çıkarılması
öngörülmektedir.
Bu kuralın ilk bakışta getirmiş olduğu muafiyet itibariyle, deniz
adamlarını uluslararası taşımacılık kapsamında, açık denizlerde bulundukları
sürece iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin hak ve korumalardan yoksun bıraktığı
sonucunu doğurduğu düşünülebilir. Ancak, 14.10.1970 tarihli ve 134 sayılı İş
Kazalarının Önlenmesine (Gemi adamları) İlişkin ILO Sözleşmesi ile 8.6.1949
tarihli ve 92 sayılı Mürettebatın Gemide Barınmasına İlişkin ILO Sözleşmesi’nde
taraf devletlere, deniz adamlarının iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin çeşitli
ödevler yüklenmiştir.
Uluslararası sözleşmelerle getirilen bu yükümlülükler,
uluslararası sularda farklı çalışma rejimlerine tabi, değişik ülke
vatandaşlarını ve farklı hükümranlık rejimleri ile uluslararası hukuk
normlarını ilgilendiren karmaşık olguları kapsadığından 6331 sayılı Kanun’un bu
alanlarda doğrudan uygulanması imkânı bulunmamaktadır. 6331 sayılı Kanun,
işveren ve iş sağlığı ve güvenliğinden sorumlu olanlara yüklenen ödevlerin
uluslararası seyrüsefer sırasında uygulanması, işin mahiyeti, yani deniz
taşımacılığının kendine özgü koşullarından kaynaklanan bir takım imkânsızlıklar
barındırmaktadır.
Deniz araçlarının uluslararası seyrüsefer hâllerinin 6331 sayılı
Kanun’dan istisna edilmesi, uluslararası taşımacılık kapsamında açık denizlerde
bulundukları sürece, Anayasa ve uluslararası sözleşmelerin zorunlu kıldığı iş
sağlığı ve güvenliğine ilişkin korumalardan mahrum olacakları anlamına
gelmemektedir. Türkiye’nin de taraf olduğu 155 sayılı ILO Sözleşmesi ile deniz
adamlarının uluslararası seyrüsefer hallerinde bulundukları süre içinde,
Anayasa tarafından teminat altına alınan hak ve korumalardan yararlanmalarını
sağlayacak düzenlemelerden yoksun olduklarını iddia etmek mümkün
görülmemektedir.
Öte yandan, Uluslararası deniz taşımacılığında seyrüsefer halleri
dışında kalan süreç, hükümranlık alanı ve işyeri koşullarında 6331 sayılı Kanun
yürürlükte ve etkin şekilde deniz adamlarını kapsamış bulunmaktadır. Seyrüsefer
hallerine ilişkin süreç ve koşullarda ise Türkiye’nin de taraf olduğu
uluslararası anlaşmalarla güvence altındadır. Kanun koyucunun sadece
uluslararası seyrüsefer hallerine münhasır kıldığı muafiyet, Anayasal güvence
ve 6331 sayılı Kanun’un genel amacına bir aykırılık teşkil etmekten çok,
uygulanabilirliğinin bulunmaması, uluslararası rekabet ve Türk deniz
taşımacılığının geliştirilmesi gayesinin bir sonucudur.
Gemi adamlarının iş sağlığı ve güvenliğine ilişkin uluslararası
hukukla getirilen güvenceler karşısında, 6331 sayılı Kanun’un uluslararası
sularda uygulanmasındaki bir takım zorlukları dikkate alan kanun koyucunun,
Türk deniz taşımacılığının rekabet gücünün olumsuz etkilendiği gerçeğini de
gözeterek, Türk deniz araçlarının uluslararası sulardaki seyrüsefer hallerini
Kanun’un kapsamı dışına çıkarmasında Anayasa’ya aykırı bir yön bulunmadığını
düşündüğümden çoğunluk kararına katılmıyorum.