“…
IV.
ANAYASAYA AYKIRILIK İDDİALARININ GEREKÇELERİ
1-) 17.4.2014 tarihli ve 6532 sayılı “Devlet İstihbarat
Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun”un 1. maddesi ile 1.11.1983 tarihli ve 2937
sayılı “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanunu”nun 4
maddesinin birinci fıkrasına eklenen (h) bendinde geçen:
“…
Bakanlar Kurulunca verilen görevleri yerine getirmek.”
Sözcük
grubunun Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi:
Bu düzenleme
ile, Milli İstihbarat Teşkilâtı’na (MİT’e) yeni bir görev verilmekte ve 6532
sayılı Kanunun 1. maddesi ile 2937 sayılı Kanunun 4. maddesinin birinci
fıkrasına eklenen (h) bendi uyarınca, “Dış güvenlik,
terörle mücadele ve millî güvenliğe ilişkin konularda Bakanlar Kurulunca
verilen görevleri yerine getirmek” MİT’in yeni görevleri arasında yer
almaktadır. Kuralda, MİT’e Bakanlar Kurulunca verilip yerine getirmek zorunda
olduğu görevler, “dış güvenlik, terörle mücadele ve millî güvenliğe ilişkin
konular” olmak üzere üç değişik olguya taâllûk etmektedir. Bundan böyle,
Bakanlar Kurulu, mezkûr düzenlemeye dayanarak “dış güvenlik, terörle mücadele
ve millî güvenliğe ilişkin konular”da MİT’e görev verebilecektir.
2937
sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî
İstihbarat Teşkilatı Kanununun 6532 sayılı Kanunla yapılan değişiklikten önceki
mevcut 4. maddesinin (f) bendi “Milli Güvenlik Kurulunda belirlenecek diğer
görevleri yapmak.” hükmünü ihtiva etmektedir. 6532 sayılı Kanunun 1. maddesi
ile 2937 sayılı Kanunun 4. maddesinin (f) bendinde yer alan mezkûr düzenlemeye
dokunulmayarak, anılan madde ile ihdâs olunan (h) bendi ile “dış güvenlik,
terörle mücadele ve millî güvenliğe ilişkin konularda” MİT, Bakanlar Kurulunca
verilen görevleri getirme konusunda görevlendirilmekte ve böylece -deyim
yerinde ise- Milli Güvenlik Kurulu’nun yanında MİT bakımından ikinci bir “âmir”
vucûda getirilmektedir. Anayasanın 118. maddesinin birinci fıkrası hükmüne
göre, “Millî Güvenlik Kurulu; Cumhurbaşkanının başkanlığında, Başbakan,
Genelkurmay Başkanı, Başbakan yardımcıları, Adalet, Millî Savunma, İçişleri,
Dışişleri Bakanları, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları ve Jandarma
Genel Komutanından kurulur.” Görüldüğü gibi, Anayasal bir kuruluş olan Milli
Güvenlik Kurulu’nun bünyesinde Başbakan, Başbakan yardımcıları, Adalet, Milli
Savunma, İçişleri ve Dışişleri Bakanları da yer almakta ve böylece Başbakan da
dahil olmak üzere Bakanlar Kurulu’nun kimi üyeleri de, zâten, Milli Güvenlik
Kurulu’nun yapısı içerisinde yer almaktadır. Hâl böyle olunca, Milli Güvenlik
Kurulu ile Bakanlar Kurulu arasında görev-yetki geçişmesi husûle gelmesi
kaçınılmazdır.
Diğer yandan, 6532 sayılı Kanunun 1.
maddesiyle 2937 sayılı Kanunun 4. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (h)
bendinde yer alan dış güvenlik, terörle mücadele ve millî güvenliğe ilişkin
konularda “Bakanlar Kurulunca verilen görevler”in neler olduğu ve MİT’e
verilecek olan bu meçhûl görevlerin sınırlarının nerede başlayıp nerede
biteceği madde metninde açıklanmış değildir. Kuşkusuz, istihbarat
faaliyetlerinin kişi hak ve hürriyetlerini ihlâl etmeden gerçekleştirilmesi ve
denetimi açısından, yaşamın her alanında olduğu gibi, istihbarat alanındaki
hukukî düzenlemelerin açık, net, anlaşılabilir ve çerçevesi çizilmiş olması
gerekmektedir. Bu bağlamda, ideal bir istihbarat faaliyetini düzenleyen kanun
hükümlerinin, istihbarat örgütünün yapısını, temel işlevini, görev alanlarını,
yetkilerini, sınırlarını ve denetim mekanizmalarını açık, net, anlaşılabilir
şekilde belirlemesi gerekir.
Anayasanın “Cumhuriyetin nitelikleri” kenar başlıklı 2.
maddesinde de; “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet
anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı,
başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir
hukuk Devletidir.” denilmiştir. Anayasanın 2.
maddesinde düzenlenen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve
özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her
alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya
aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen
kılan, Anayasa ve kanunlarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan
devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin 9.4.2014 gün ve 2014/38 Esas, 2014/80 Karar
sayılı Kararı).
Anayasanın 2. maddesinde belirtilen “hukuk
devleti” ilkesinin temel unsurlarından biri “hukukî belirlilik”tir. Bu ilkeye
göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir
duraksamaya ya da kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, saydam, belirli,
anlaşılır ve uygulanabilir olması; ayrıca, kamu otoritelerinin keyfî
uygulamalarına karşı koruyucu tedbirler içermesi gerekir.Açık, anlaşılır ve
sınırları belli olmayan, elâstikî kavramlar içeren kurallar vatandaşları
korumanın değil, bilâkis, vatandaşları cezalandırmanın bir aracı olabilir. “Hukukî
belirlilik”ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup, bireyin kanundan
belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi hukukî
yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye ne türden müdâhale
yetkisi verdiğini bilmesini zorunlu kılmaktadır. Hukuk güvenliği, normların
öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven
duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici
yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar.
2937 sayılı Kanunun 6532 sayılı Kanunla değişik 4.
maddesinin birinci fıkrasına eklenen (h) bendinde yer alan “… Dış güvenlik,
terörle mücadele ve milî güvenliğe ilişkin konularda Bakanlar Kurulunca verilen görevleri yerine getirmek.”
hükmü ile MİT’e verilecek görevlerin konuları belirtilmiş (dış güvenlik,
terörle mücadele ve millî güvenlik), ancak, bu üç konuda MİT’e Bakanlar
Kurulunca ne tür görevler verileceği belirtilmemiştir. Başka bir ifade ile,
Kuralda, Bakanlar Kurulunca MİT’e verilecek görevlerin “niceliği”ne yer
verilmiş, ancak, bu görevlerin “niteliği”ne değinilmemiştir. Kuralda, Bakanlar
Kurulunca MİT’e verilen görevlerin hangi konulara münhasır oldukları
(nicelikleri) gösterilmektedir; ancak, bu görevlerin ne tür görevleri
kapsayacağı (nitelikleri) belirsizdir.
Diğer yandan, iptali istenen düzenlemede “…
Bakanlar Kurulunca verilen görevleri yerine getirmek” ibâresiyle verilen
sınırları belirsiz ve ucu-açık geniş yetkiyle, Bakanlar Kurulunun dış güvenlik,
terörle mücadele ve millî güvenliğe ilişkin konularda kapsamı ve mâhiyeti
değişebilen, bu yanıyla da Bakanlar Kuruluna MİT’e görev verme yetkisi ile
yaratılan hukukî belirsizlik içinde Bakanlar Kurulunun olası keyfî uygulamalarının
ve görevlendirmelerin önü açılırken; dış güvenlik, terörle mücadele ve millî
güvenliğe ilişkin konularda her görevlendirmeye göre değişebilen öngörülemez
ölçütler getirilmektedir.
Açıklanmaya çalışılan nedenlerle, 2937 sayılı Devlet
İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanununun 4. maddesinin
birinci fıkrasına 6532 sayılı Kanununun 1. maddesiyle eklenen (h) bendinde yer
alan “… Bakanlar Kurulunca verilen görevleri yerine getirmek.” ibâresi, Anayasanın
2. maddesine aykırıdır. İptali gerekir.
(Dava
konusu yapılan 2937 sayılı Devlet İstihbarat
Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanununun 4. maddesinin birinci
fıkrasına 6532 sayılı Kanununun 1. maddesiyle eklenen (h) bendinde yer alan “… Bakanlar
Kurulunca verilen görevleri yerine getirmek.” ibâresi hakkında Yüksek
Mahkemenizce verilecek olası bir iptal kararı, 6532 sayılı Kanunun 1.
maddesiyle 2937 sayılı Kanunun 4. maddesinin birinci
fıkrasına eklenen (h) bendinde yer alan “Dış güvenlik, terörle mücadele
ve millî güvenliğe ilişkin konularda …” ibâresinin uygulanamaması sonucunu
doğuracaktır. Bu durumda, -şüphesiz, takdir Yüksek Mahkemenize ait olmak üzere-
6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında
Kanunun “Dosya üzerinden inceleme ve gerekçeyle bağlı olmama” başlığını taşıyan
43. maddesinin (4) numaralı fıkrası hükmü gereğince, 6532 sayılı Kanunun 1.
maddesi ile 2937 sayılı Kanunun 4. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (h)
bendinde yer alan “… Bakanlar
Kurulunca verilen görevleri yerine getirmek.” ibâresinin iptal
başvurumuz doğrultusunda iptali hâlinde, uygulama kâbiliyeti kalmayan 6532
sayılı Kanunun 1. maddesiyle 2937 sayılı Kanunun 4. maddesinin birinci
fıkrasına eklenen (h) bendinde yer alan “Dış güvenlik, terörle mücadele ve
millî güvenliğe ilişkin konularda …” ibâresinin de iptaline karar verilmesi
ciheti Yüksek Mahkemenizin takdirindedir).
2-) 17.4.2014 tarihli ve 6532 sayılı “Devlet İstihbarat
Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun”un 3. maddesi ile değişik 1.11.1983 tarihli ve
2937 sayılı “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı
Kanunu”nun 6. maddesinin,
a.) Birinci fıkrasının (a) bendinde geçen:
“, uygun koordinasyon yöntemlerini uygulayabilir”
Sözcük
grubunun (ibâresinin) Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi:
Bu düzenlemenin yer aldığı 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi
ile değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinin
tamamı (dava-dışı “Yerli ve yabancı her türlü kurum ve kuruluş, tüm örgüt veya
oluşumlar ve kişilerle doğrudan ilişki kurabilir …” ibâresi ile birlikte
değerlendirildiğinde) bu düzenleme ile (2937sayılı Kanunun 6.
maddesinin 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik birinci fıkrasında yer
alan “Millî İstihbarat Teşkilatı bu Kanun
kapsamındaki görevlerini yerine getirirken aşağıdaki yetkileri kullanır”
ibâresinden de anlaşıldığı üzere), MİT’in yerli
ve yabancı her türlü kurum ve kuruluş, tüm örgüt veya oluşumlar ve kişilerle
doğrudan ilişki kurabileceği, uygun koordinasyon yöntemlerini uygulayabileceği
öngörülmektedir (Bu açıklamamızdan da anlaşılacağı üzere, davamız, 6532 sayılı
Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci
fıkrasının (a) bendinin “, uygun koordinasyon yöntemlerini uygulayabilir”
ibâresine ilişkindir; Kural’ın, dava-dışı, “Yerli
ve yabancı her türlü kurum ve kuruluş, tüm örgüt veya oluşumlar ve kişilerle
doğrudan ilişki kurabilir” ibâresine müteveccih herhangi bir iptal talebimiz
bulunmamaktadır).
6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 6.
maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde yer alan dava konusu ibârede, MİT’in
uygulayabileceği öngörülen “uygun koordinasyon yöntemlerinin” neler olduğu ve
MİT’e verilecek olan anılan “uygun koordinasyon yöntemlerini uygulama”
yetkisinin sınırlarının nerede başlayıp, nerede biteceği hükme bağlanmış
değildir. Yukarıda, 6532 sayılı Kanunun 1. maddesi
ile 2937 sayılı Kanunun 4. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (h) bendinde
dava konusu yaptığımız ibârenin Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi
bölümünde de açıkladığımız üzere, kuşkusuz, istihbarat faaliyetlerinin kişi hak
ve hürriyetlerini ihlâl etmeden gerçekleştirilmesi ve denetimi açısından,
yaşamın her alanında olduğu gibi, istihbarat alanındaki hukukî düzenlemelerin
açık, net, anlaşılabilir ve çerçevesi çizilmiş olması gerekmektedir. Bu
bağlamda, ideal bir istihbarat faaliyetini düzenleyen kanun hükümlerinin,
istihbarat örgütünün yapısını, temel işlevini, görev alanlarını, yetkilerini,
sınırlarını ve denetim mekanizmalarını açık, net, anlaşılabilir şekilde
belirlemesi gerekir.
Anayasanın “Cumhuriyetin nitelikleri” kenar başlıklı 2. maddesinde
de; “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı
içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta
belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk
Devletidir.” denilmiştir. Nitekim, Anayasa Mahkemesi’nin pek çok Kararında
vurgulandığı gibi, “Anayasanın 2. maddesinde
düzenlenen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli
bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve
tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve
kanunlarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir.” (Anayasa
Mahkemesi’nin 9.4.2014 gün ve 2014/38 Esas, 2014/80 Karar sayılı Kararı).
Yukarıda, 6532 sayılı Kanunun 1. maddesi ile 2937 sayılı Kanunun 4. maddesinin
birinci fıkrasına eklenen (h) bendinde dava konusu yaptığımız ibârenin Anayasaya
aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi bölümünde de açıkladığımız üzere, Anayasanın
2. maddesinde belirtilen “hukuk devleti” ilkesinin temel unsurlarından biri
“hukukî belirlilik”tir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de
idare yönünden herhangi bir duraksamaya ya da kuşkuya yer vermeyecek şekilde
açık, net, saydam, belirli, anlaşılır ve uygulanabilir olması; ayrıca, kamu
otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu tedbirler içermesi gerekir.Açık,
anlaşılır ve sınırları belli olmayan, elâstikî kavramlar içeren kurallar
vatandaşları korumanın değil, bilâkis, vatandaşları cezalandırmanın bir aracı
olabilir. “Hukukî belirlilik”ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup,
bireyin kanundan belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi
hukukî yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye ne türden
müdâhale yetkisi verdiğini bilmesini zorunlu kılmaktadır. Hukuk güvenliği, normların
öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven
duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici
yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar.
6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937 sayılı
Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde yer alan dava konusu
ibârede yer alan “, uygun koordinasyon yöntemlerini uygulayabilir” hükmü ile
MİT’e verilen yetki açıklanmış, ancak, uygun koordinasyon yöntemlerinin
sınırları, kapsamı ve mâhiyeti belirtilmemiştir. Başka bir ifade ile, Kuralda,
MİT’e uygun koordinasyon yöntemlerini uygulayabilme yetkisinin “niceliği”
açıklanmış, ancak, bu yetkinin “niteliği” düzenleme dışında bırakılmıştır.
Kuralda, MİT’e verilen uygun koordinasyon yöntemlerini uygulayabilme yetkisinin
hangi konulara münhasır oldukları, yasakoyucunun “uygun koordinasyon
yöntemleri” ibâresi ile ne murâdettiği belirsizdir.
Diğer yandan, iptali istenen düzenlemede “,
uygun koordinasyon yöntemlerini uygulayabilir” ibâresi ile, MİT’e verilen
sınırları belirsiz ve ucu-açık geniş yetkiyle, kapsamı ve mâhiyeti değişebilen
hukukî belirsizlik içinde, MİT’in olası keyfî uygulamalarının önü açılırken;
uygulanabileceği belirtilen uygun koordinasyon yöntemleri konularında her
ortama, görevin niteliğine, zamana ve zemine göre değişebilen öngörülemez
ölçütler getirilmektedir.
Açıklanmaya çalışılan nedenlerle, 6532 sayılı Kanunun 3.
maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (a)
bendinde yer alan dava konusu “, uygun koordinasyon yöntemlerini uygulayabilir”
ibâresi, Anayasanın 2. maddesine aykırıdır. İptali gerekir.
(Bu meyanda, bu bapta dava konusu yaptığımız ibârenin
başında yer alan “,” (virgül) biçimindeki noktalama işaretinden sonra gelen
sözcük grubunu oluşturan ibârenin öngördüğü Kural hakkında Yüksek Mahkemeniz
tarafından olası bir iptal Kararı verilmesi hâlinde, dava konusu ibârenin
başında yer alan “,” (virgül) biçimindeki noktalama işareti anlamını yitirecek
ve bu noktalama işaretinin uygulanamaması sonucunu doğuracaktır.
Bu durumda, -şüphesiz, takdir Yüksek Mahkemenize ait olmak üzere- 6216 sayılı
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 43.
maddesinin (4) numaralı fıkrası gereğince, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile 2937 sayılı Kanununun 6. maddesinin birinci fıkrasının
(a) bendinde geçen dava konusu ibârenin iptal başvurumuz doğrultusunda
iptali hâlinde, aynı ibârenin başında yer alan ve uygulama kâbiliyeti
kalmayacak olan “,” (virgül) biçimindeki noktalama
işaretinin de iptaline karar verilmesi hususunu Yüksek Mahkemenizin
takdirlerine bırakıyoruz).
b-) Birinci fıkrasının (b) bendini oluşturan:
“b) Kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki
meslek kuruluşları, 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu kapsamındaki
kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan
kuruluşlardan bilgi, belge, veri ve kayıtları alabilir, bunlara ait
arşivlerden, elektronik bilgi işlem merkezlerinden ve iletişim alt yapısından
yararlanabilir ve bunlarla irtibat kurabilir. Bu kapsamda talepte bulunulanlar,
kendi mevzuatlarındaki hükümleri gerekçe göstermek suretiyle talebin yerine
getirilmesinden kaçınamazlar.”
Söz gruplarının
(tümcelerinin) Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi:
Bu
düzenlemenin birinci tümcesi ile (2937sayılı Kanunun 6. maddesinin 6532 sayılı
Kanunun 3. maddesi ile değişik birinci fıkrasında yer alan “Millî İstihbarat Teşkilatı bu Kanun kapsamındaki
görevlerini yerine getirirken aşağıdaki yetkileri kullanır” ibâresinden de anlaşıldığı
üzere), önceki düzenlemeden farklı bir biçimde MİT’e yeni bir yetki
verilmekte ve böylelikle MİT’in Kamu kurum ve
kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, 19/10/2005 tarihli
ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer
tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlardan bilgi, belge, veri ve
kayıtları alabileceği, bunlara ait arşivlerden, elektronik bilgi işlem
merkezlerinden ve iletişim alt yapısından yararlanabileceği ve bunlarla irtibat
kurabileceği öngörülmekte; ikinci tümcesi ile de, MİT tarafından bu kapsamda
talepte bulunulanların (kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki
meslek kuruluşları, 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu
kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği
bulunmayan kuruluşlarının), kendi mevzuatlarındaki hükümleri gerekçe göstermek
suretiyle talebin yerine getirilmesinden kaçınamayacakları hükme
bağlanmaktadır.
Görüldüğü
gibi, 2937 sayılı Kanunun 6532 sayılı Kanunla değişik 6. maddesinin birinci
fıkrasının iptalini talep ettiğimiz (b) bendinin ilk tümcesine göre, bundan
böyle MİT, kamu kurum ve kuruluşlarından, kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluşlarından, 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı
Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve
tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlardan;
a-) Bilgi, belge, veri ve kayıtları alabilecektir,
b-) Bunlara (kamu kurum ve kuruluşlarından, kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluşlarından, 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı
Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve
tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlara) ait arşivlerden, elektronik bilgi işlem
merkezlerinden ve iletişim alt yapısından yararlanabilecektir,
c-) Bunlarla (kamu kurum ve kuruluşlarından, kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluşlarından, 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı
Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve
tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlarla) irtibat kurabilecektir.
Dahası (2937 sayılı Kanunun 6532 sayılı
Kanunla değişik 6. maddesinin birinci fıkrasının iptalini talep ettiğimiz (b)
bendinin ikinci tümcesine göre de;
MİT’in bu kapsamda talepte bulunacağı (kamu kurum ve
kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, 19/10/2005 tarihli
ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer
tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlar) kendi mevzuatlarındaki
hükümleri gerekçe göstermek suretiyle talebin yerine getirilmesinden
kaçınamayacaklardır.
Düzenlemenin
ana hatlarını bu şekilde ortaya koyduktan sonra (Yüksek Mahkemenin sabrına ve
hoşgörüsüne sığınarak) “istihbarat” mefhûmunun genel bir açıklamasını yapmaya
çalışacağız.
“İstihbarat” sözcüğü, etimolojik açıdan Arapça “istihbar”,
“haber” ve “bilgi alma” kelimesinin çoğuludur (Ümit Özdağ, İstihbarat Teorisi,
Kripto Yayınları, Ankara, 2008, sh.17; Ahmet Yüksel, II. Mahmud Devrinde
Osmanlı İstihbaratı, Kitap Yayınevi / Tarih ve Coğrafya Dizisi, İstanbul, 2013,
sh.23).
Türkçe’de kullanılan istihbarat için Arapça’da; ‘‘Haberleşmeler,
haberleşme dolayısıyla yapılan yazışmalar.’’ anlamına gelen ‘‘Muhaberat’’
kelimesi kullanılmaktadır. Arap ülkelerinin çoğunda İstihbarat teşkilatları da ‘‘El
Muhaberat’’ ismiyle görev yapmaktadır (Mehmet Canlı, “İstihbarat Tanımının
İncelenmesi: İstisbarat Nedir? Ne değildir? Sh.1,
http://mehmetcanli1966.blogspot.com.tr /2014/01/istihbarat-nedir-ne-değildir.html
[Çevrimiçi Kaynak], Erişim Tarihi:
31.5.2014). İngilizce’de ise istihbarat
sözcüğünün karşılığı olan kelime, “intelligence”; akıl, zekâ, anlayış, haber,
bilgi ve istihbarat anlamına gelmektedir. İngilizce’de vurgu, haberin
toplanmasında değil, toplananların birleştirilmesinde ve
değerlendirilmesindedir. Belki de, Türkçe’de, toplum, “malûmatın derlenmesine”
daha fazla ağırlık verdiği için “istihbarat” sözcüğü tercih edilmiş; bir
Amerikalı ve bir İngiliz için ise, daha ziyâde, “malûmatın değerlendirilmesine”
ağırlık verildiği için “intelligence” sözcüğü ile aynı faaliyeti tanımlamakta kullanılmıştır
(Özdağ, a.g.e., sh.17-18; Canlı, a.g.m., sh.1).
Görüldüğü gibi, istihbarat, bir toplumda yaşayan kişilere
göre farklı anlamlara geldiği gibi, değişik ülkelerde; ülkeler arasındaki
kültürel farklılıklara ve hatta yönetim biçimi farklılıklarına göre de değişik
anlamlara gelebilmektedir. Hâl böyle olunca, herkesin kabûl edebileceği bir
istihbarat tanımı yapmak daha da zor görünmektedir (Canlı, a.g.m., sh.1 vd.).
Ancak, literatürdeki mevcut tanımlardan yola çıkarak “istihbarat” sözcüğünün
tanımı şu şekilde yapılabilir: İstihbarat, ulaşılabilen bütün açık, yarı açık
ve / veya gizli kaynaklardan her türlü aracın kullanılması sonucunda elde
edilen her türlü veri, malûmat ve bilginin ulusal-genel veya ulusal-özel
plandaki politikaların gerçekleştirilmesi ve ulusal politikalara zarar
verilmesinin engellenmesi amacıyla toplandıktan sonra önemine ve doğruluğuna
göre sınıflandırılması, karşılaştırılması, analiz edilerek değerlendirilmesi
süreci ve bu sürecin sonucunda ulaşılan bilgidir. (Özdağ, a.g.e., sh.30; Canlı,
a.g.m., sh.4.).
Bu tanımdan da anlaşılabileceği gibi, istihbarat bir
süreçtir ve bu sürecin bir “döngüsü / çarkı” vardır. Bu süreç (döngü / çark) şu
aşamalardan oluşur:
1-) İstek ve sorunun tesbiti,
2-) İhtiyaçların tesbiti ve çalışma planının yapılması,
3-) Veri, malûmat ve bilginin toplanması,
4-) Toplanan veri, malûmat ve bilginin karşılaştırılarak,
güvenilirliğinin test edilmesi ve doğrulanarak düzenlenmesi,
5-) Yeterli bilgi olup olmadığının kontrolü; yeterli
bilgi yoksa, yeterli bilgi için aramaya ve tasnife devam edilmesi,
6-) Veri, malûmat ve bilginin analizinin entegrasyon,
analiz ve sentezinin yapılarak yorumlanması,
7-) Ortaya çıkan istihbaratın üst makamlara aktarılması
ve gözden geçirilmesi,
8-) İstihbaratın siyasî / askerî karar alıcılara
iletilmesi (Özdağ, a.g.e., sh.355-356).
Bu döngüye dikkat buyrulduğunda, üçüncü aşamanın “Veri,
malûmat ve bilginin toplanması” aşaması olduğu görülecektir. İşte, Anayasaya
aykırılığı nedeniyle iptal gerekçelerini açıklamaya çalıştığımız 2937 sayılı
Kanunun 6. maddesinin 6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle eklenen birinci
fıkrasının (b) bendini oluşturan düzenleme, istihbarat döngüsünün (çarkının)
üçüncü aşaması olan “Veri, malûmat ve bilginin toplanması” aşamasını
oluşturmakta ve anılan süreci düzenlemektedir.
İstihbarat sürecinde “bilgi toplama” aşamasının önemi
ortadadır; zirâ, bu aşama, istihbarat faaliyetinin sonunda siyasî / askerî
karar alıcılara (müşterilere) iletilecek “ürün”ün -âdetâ- “hammaddesi”ni
oluşturmaktadır. “Hammadde” olmadan “ürün” elde edilemeyeceğine göre,
istihbarat çarkında “hammadde”nin sağlanacağı “veri, malûmat ve bilginin
toplanması” aşamasının ne kadar önemli olduğu âşikârdır.
İstihbarat örgütleri, sadece gizli bilgilerin elde
edilmesi ile ilgilenmez; açık, kapalı her türlü kaynaktan elde edilen ve
istihbaratın (bilginin / ürünün) elde edilme amacına hizmet edecek tüm kaynak
ve bilgilerle ilgilenir (Canlı, a.g.m., sh.3). Bu cümleden olarak, “açık
kaynak” ve “kapalı kaynak” terimleri üzerinde kısaca durulmasında yarar vardır.
“Açık kaynak”, kaynağı tarafından gizlenmeyen veya
istendiği halde gizlenemeyen, kamunun kullanımına açık olan kaynaklar olup,
bununla kastedilen gazete, dergi, kitap, broşür, veri tabanları, internet, CD
Rom veya ikili görüşmeler sırasında elde edilenler de dâhil olmak üzere,
kamunun kullanımına açık olan her türlü veri, haber, bilgi ve belgedir. Bu
kaynağa erişimde casus kullanmaya veya uydulardan fotoğraf çekmeye gerek yoktur
(Özdağ, a.g.e., sh. 319-320).
“Kapalı kaynak” ise kamunun kullanımına açık olmayıp,
kaynağı tarafından gizlenen, istihbarat örgütlerinin sinyal istihbaratı, insanî
istihbarat, fotoğraf / uydu istihbaratı, casusluk ve diğer istihbarat
yöntemlerini kullanarak yaklaştığı (Özdağ, a.g.e., sh.369-370) ve bilginin elde
edilmeye çalışıldığı gizli kaynaklardır.
Temel bilgilerin büyük bir bölümü “açık kaynak”lardan
elde edilebilir türden bilgilerdir. İstihbarat örgütlerinin büyük bir bölümünü
oluşturan “açık kaynak”ların istihbarat analizindeki önemi küçümsenmemelidir.
Sadece “açık kaynak”lara dayanılarak ortaya çıkarılan bilgiler uzman
istihbaratçıları bile şaşırtacak ölçüde, ciddî bilgiler içerebilir; dahası,
sadece açık kaynaklara dayanılarak sonuçta “çok gizli” olarak tasnif
edilebilecek bilgilere dahî ulaşılabilir (Özdağ, a.g.e., sh.322). Metod
açısından bakıldığında ise, açık kaynak istihbaratı, uygulanması en kolay ve en
ucuz bilgi toplama yoludur ve her hedef ile ilgili olarak “açık istihbarat
kaynağı” ziyâdesiyle mevcuttur (Özdağ, a.g.e., sh.320-321).
“Espiyonaj”, yâni “casusluk” kavramıyla “istihbarat”
kavramı birbiriyle karıştırılmamalıdır. Göral’a göre, “İstihbarat meşrû
yollarla karşı taraftan bilgi edinmektir. Espiyonaj ise karşı tarafın
kanunlarını ihlâl ederek yapılan haber alma şeklidir. Diğer adıyla
casusluktur.” (Ekrem Göral: “İstihbaratın Gücü ve Gücün İstihbaratı”, http://www.dho.edu.tr/sayfalar/00
Anasayfa/11 Pusula/75/istihbaratingucu .html, [Çevrimiçi Kaynak], Erişim Tarihi: 31.5.2014, sh.2).
Şüphesiz, devletler için,
bağımsızlıklarını, güvenliklerini, ülkelerin bütünlüğünü, anayasal düzenlerini
ve millî güçlerini meydana getiren unsurlara karşı içten ya da dıştan
gelebilecek mevcut ve muhtemel tehditler hakkında bilgi toplamak ve istihbarat
oluşturmak bir ihtiyaçtır (“İstihbarat Nedir?” http://cilkin.blogcu.com/istihbarat-nedir/4022517,
[Çevrimiçi Kaynak], Erişim Tarihi: 30.5.2014, sh.1). Ancak, “bilgi toplamak ve
istihbarat oluşturmak”, meşrû yollarla yapılmalıdır. İstihbarat oluşturmak
amacıyla bilgi toplamak, başka bir ifade ile istihbarat döngüsünün (çarkının)
üçüncü aşaması olan “Veri, malumât ve bilginin toplanması” aşamasında
gayrimeşrû yollara sapıldığında, yapılan faaliyetin adı “istihbarat
oluşturmak”tan çıkar ve (az yukarıda açıklandığı gibi) “espiyonaj (casusluk)”
faaliyetinin alanına girilmiş olur. Başka bir deyişle, “hammadde”nin
sağlanmasında gayrimeşrû yollara tevessül edilmesi halinde, bu “hammadde”nin
işlenmesiyle elde edilecek “ürün”ün (bilginin) de meşrû olmayacağı ve anayasal
düzen tarafından himâye görmeyeceği açıktır.
Genellikle alan araştırmalarına başlamadan
önce konuyla ilgili daha önce yapılmış olan çalışmaların kayıtlarından ve
derlenmiş bilgi kaynaklarından istifade edilir. Yazılı kaynaklar da kendi
aralarında çeşitli biçimde gruplandırılabilir:
1-) Kitaplar, dergiler, çeşitli istatistikî
kaynaklar, resmî rapor ve yazışmalar, kurum kayıtları (hastane, hapishane,
işyerleri, meslekî kuruluşlar, fabrikalar vb.),
2-) Vakâ çalışmalarına ilişkin kayıtlar.
Burada belirli mesleklerde gerçekleştirilen kayıt tutma sisteminden yararlanma
söz konusudur. Genellikle gizli tutulan bu kayıtlardan ilgili kurumlardan izin
alınarak yararlanılabilir (Örneğin, psikiyatr, psikolog, sosyal hizmetler
uzmanı, sosyal çalışmacı vb. meslek çalışanlarının çalışmaları),
3-) Kişisel bilgiler, bilim insanları,
siyasîler, gazeteci ve yazarlar gibi toplumda belirli bir isim yapmış kişilerin
özel arşivlerinden izin alınmak suretiyle veya istihbaratî tekniklerle
yararlanılabilir (Örneğin, günlükler, notlar, hâtıratlar, mektuplar,
otobiyografiler),
4-) Dolaylı belgeler, araştırma konusuyla
doğrudan ilgili olmasa bile, dolaylı olarak konuya ışık tutabilecek belgeler
(Örneğin, rehber, yıllık, ansiklopedi ve sözlüklerle diğer belgeler).
Bu kaynaklar içerisinde “kamu kurum ve
kuruluşlarının, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, bankalar ve
benzeri finans kuruluşlarının ve diğer tüzel kişilerin” kamuya açık bilgi,
belge, veri ve kayıtları, özel arşivleri, elektronik bilgi işlem merkezleri ile
iletişim alt yapıları olabileceği gibi (açık kaynaklar); kamuya açık olmayan
bilgi, belge, veri ve kayıtları, özel arşivleri, elektronik bilgi işlem
merkezleri ile iletişim alt yapıları da olabilir (kapalı kaynaklar). İşte “kamu
kurum ve kuruluşlarının, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının,
bankalar ve benzeri finans kuruluşlarının ve diğer tüzel kişilerin” kamuya açık
olmayan kapalı (gizli) kaynaklarına, ancak, söz konusu kamu kurum, kuruluş ve
tüzel kişilerin sadece özel yetkiyle donatılmış görevlileri erişebilir.
Şüphesiz, devletlerin karar alıcı birimleri
(siyasî ve askerî karar alıcıları) istihbaratın birer müşterisidirler; bu
açıdan bakıldığında millî güç unsurlarını, istihbaratın (istihbarat sonucunda
elde edilen bilginin / ürünün) “müşterisi” (alıcısı) olarak görmek yanlış
olmayacaktır (Göral, a.g.m., sh.3). İstihbarat, alıcıya (müşteriye) olası
tehditleri teşhis etmesinde, yâni, alıcıya ne zaman ve ne şekilde harekete
geçmesi gerektiğinin farkına varmasında yardımcı olur (Şeref Çetinkaya, “21.
Yüzyıl Güvenlik Ortamının Gerektirdiği İstihbarat Yapılanması Nasıl Olmalıdır?”
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, Sh.4, http://www.21yyte.org/
[Çevrimiçi Kaynak], Erişim Tarihi: 30.05.2014). Her ne kadar, Devletin
karar alıcı birimleri fırsat ve tehditleri öngörmekle yükümlü iseler de, risk
ve tehditlerin belirlenip değerlendirilmesinde ve böylelikle istihbarat
ürünlerinin üretilmesinde “Hukuk devleti” ilkesine sâdık kalınması
gerekmektedir. Kamuya açık olmayan kapalı (gizli) kaynaklardan gayrimeşrû
yollarla (örneğin, espiyonaj / casusluk yoluyla) edinilen bilgilerdeki hukuka
aykırılığın, alıcı (müşteri) durumundaki millî güç unsurlarının vereceği
kararlara da sirâyet etmesi ve böylelikle, tüm eylem ve işlemlerinin hukuka
uygun olması gereken bir devleti, “hukuk devleti” ilkesinden uzaklaştırması
kaçınılmazdır.
Diğer yandan, istihbarat, sadece gizli
bilgilerin elde edilmesi ile ilgilenmez; açık / kapalı her türlü kaynaktan elde
edilen ve amaca hizmet edecek tüm bilgilerle ilgilenir (Canlı, a.g.m., sh.3).
Ne var ki, ne tür olursa olsun, ister açık, isterse kapalı hangi tür kaynaktan
sağlanırsa sağlansın; istihbarat faaliyetinin hukuk düzenine ve yasalara uygun
(meşrû, legal) olarak yürütülmesi gerekmektedir. Yâni, siyasî ve / veya askerî
karar alıcılardan her kim olursa olsun ya da hangi amaca hizmet ederse etsin,
istihbarat süreci (döngüsü / çarkı) bütün evreleri ile hukuka uygun biçimde çalışmalıdır.
Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT) resmî
internet sitesinde istihbaratı şu şekilde tanımlamaktadır: “İstihbarat, devlet
tarafından belirlenen ihtiyaçlara karşılık olarak çeşitli kaynaklardan derlenen
haber, bilgi ve dokümanların işlenmesi sonucu elde edilen üründür.” (http://www.mit.gov.tr/isth-olusum.html
/ [Çevrimiçi Kaynak], Erişim Tarihi: 3.6.2014). Bu tanıma göre,
devlet tarafından belirlenen ihtiyaçlara karşılık olarak elde edilen ve zamanı
geldiğinde siyasî / askerî karar alıcılara (müşterilere) iletilecek olan bu
ürünün yasal yollarla üretilmesi gerekir.
Yukarıdaki bilgiler ışığında somut
olayımıza baktığımızda, bu bapta Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal
gerekçelerini serdettiğimiz dava konusu düzenleme ile, MİT’e kamu kurum ve
kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, 19/10/2005 tarihli
ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer
tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlardan bilgi, belge, veri ve
kayıtları alabilmesinin, bunlara ait arşivlerden, elektronik bilgi işlem
merkezlerinden ve iletişim alt yapısından yararlanabilmesinin ve bunlarla
irtibat kurabilmesinin önü açılmaktadır. Başka bir deyişle, bundan böyle MİT,
dava konusu Kural’da sayılan kamu kurum ve kuruluşlarının, kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluşlarının, Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve
kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlarının
açık ya da gizli ayırımı yapmaksızın bütün kaynaklarına (bilgi, belge, veri ve
kayıtlarına, özel arşivlerine, elektronik bilgi işlem merkezleri ile iletişim
alt yapılarına) istisnasız bir biçimde erişebilecek ve ulaşabilecektir. Yâni,
MİT, istihbarat döngüsünün (çarkının) üçüncü safhası olan “veri, malûmat ve
bilginin toplanması” aşamasında temin ettiği bilginin / ürünün “hammadde”sini
kamu kurum ve kuruluşlarının, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının,
Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve
tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşların sadece açık kaynaklarından değil,
bilûmum kapalı (gizli) kaynaklarından da elde edebilecektir. Böylece, MİT,
meşrû yollarla açık kaynaklardan elde edebileceği bilgiyi (hammaddeyi),
gayrimeşrû yollarla kapalı kaynaklardan edinebilmesinin önü açılmaktadır.
Böylesi bir hukuksuzluğun Anayasal düzen ile ve özellikle Anayasanın 2.
maddesinde ifadesini bulan “hukuk devleti” ilkesi ile bağdaştırılabilmesi
mümkün değildir.
Başka bir değişle, 2937 sayılı Kanunun 6.
maddesine 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile birinci fıkrasına eklenen (b)
bendinin birinci tümcesinde öngörülen düzenleme ile, MİT’e kamu kurum ve
kuruluşlarının, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, Bankacılık
Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve tüzel
kişiliği bulunmayan kuruluşların istisnasız kapalı (gizli) bütün kaynaklarına
erişim hakkı ve yetkisi tanınmakta ve böylece, bizzat yasa eliyle MİT’in
“espiyonaj” (casusluk) gibi meşrû olmayan yollarla kapalı (gizli) bütün bilgi,
belge, veri ve kayıtlara ulaşmasının önü açılmakta, -deyim yerinde ise- MİT’in
kamu kurum ve kuruluşlarının, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının,
Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve
tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlara karşı “espiyonaj / casusluk” faaliyetinde
bulunmasına cevaz verilmektedir. Artık, 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin
birinci fıkrasına 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile eklenen (b) bendinin
birinci tümcesinde öngörülen düzenleme ile, anılan kamu kurum ve kuruluşları,
kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, Bankacılık Kanunu kapsamındaki
kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan
kuruluşlar, birer “açık kaynak” durumuna indirgenmekte ve bu kurum ve
kuruluşların sahip oldukları kapalı (gizli) bilgilerin mahremiyeti tamamen
ortadan kalkmaktadır.
Anayasanın 2. maddesinde tebârüz ettirilen
“Hukuk devleti” ilkesinin, böylesine sakat bir düzenlemeyi himâye etmeyeceği
açıktır. Zirâ, Yüksek Mahkeme’nizin pek çok Kararında isâbetle vurgulandığı
veçhile, Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan
haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve
işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku
tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun temel ilkeleriyle
kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Dava konusu
düzenlemenin ise (yukarıda açıklanmaya çalışılan nedenlerle), Anayasa Mahkemesi’nin
mezkûr tanımında ifadesini bulan “hukuk devleti” ilkesini açık bir biçimde
ihlâl ettiği âşikârdır.
Mezkûr düzenleme, yâni, MİT’in kamu kurum
ve kuruluşlarından, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarından,
19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve
kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlardan
bilgi, belge, veri ve kayıtları alabilmesi, bunlara ait arşivlerden, elektronik
bilgi işlem merkezlerinden ve iletişim alt yapısından yararlanabilmesi ve
bunlarla irtibat kurabilmesi (az yukarıda açıklandığı veçhile Anayasanın 2.
maddesine aykırılık teşkil etmesi yanında) Anayasanın “Özel hayatın gizliliği”
kenar başlıklı 20. maddesi ile de çelişmektedir.
Zirâ, kamu kurum ve
kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, Bankacılık Kanunu
kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği
bulunmayan kuruluşlar, arşivlerinde, elektronik bilgi işlem merkezlerinde ve
iletişim alt yapılarında ilgililer, muhataplar, müşteriler vb. kişiler hakkında
gizli (mahrem) kalması gereken çok özel bilgi, belge, veri ve kayıtlar ihtivâ
ediyor olabilirler. Bu tür mahrem ve gizli bilgi, belge, veri ve kayıtlar, o
ilgililerin, muhatapların, müşterilerin vb. kişilerin “özel hayatlarını”
ilgilendiriyor olabilir. Bu tür bilgilerin, başka hiç kimse tarafından
bilinmemesi, sadece ilgili kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki
meslek kuruluşları, Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile
diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlar tarafından
bilinmesi gerekiyor olabilir. Oysa, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle 2937
sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (b) bendindeki bu
düzenleme ile, artık, MİT, sadece ilgili kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluşları, Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve
kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlar
tarafından bilinmesi gereken her türlü bilgiye erişmesinin önü açılmaktadır.
Anayasamızın 20. maddesinin
birinci fıkrası, “Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini
isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine
dokunulamaz.” hükmünü âmirdir. Hâlbuki, dava konusu yaptığımız ve MİT’in,
-sadece- ilgili kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşları, Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel
kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlar tarafından bilinmesi gereken
her türlü bilgiye erişmesine ve o bilgileri işlemek suretiyle istihbarat ürünü
elde edilmesine imkân sağlayan böylesi bir düzenleme, Anayasanın “Özel hayatın
gizliliği ve korunması” ilkesini güvence altına alan 20. maddesinin, özellikle,
birinci fıkrasının ikinci tümcesinde yer alan “Özel hayatın ve aile hayatının
gizliliğine dokunulamaz.” kuralı ile bağdaşmamaktadır.
Bu bölümde Anayasaya aykırılığı nedeniyle
iptal gerekçelerini açıklamaya çalıştığımız 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile
değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin 1. fıkrasının (b) bendinin birinci
tümcesi “… ve bunlarla irtibat kurabilir.” İbâresi ile sona ermektedir.
Böylece, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 6.
maddesinin 1. fıkrasının (b) bendinin birinci tümcesinin tamamı olan “Kamu
kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, 19/10/2005
tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile
diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlardan bilgi, belge,
veri ve kayıtları alabilir, bunlara ait arşivlerden, elektronik bilgi işlem
merkezlerinden ve iletişim alt yapısından yararlanabilir ve bunlarla irtibat
kurabilir.” hükmü nazara alındığında,
MİT’in Kamu kurum ve kuruluşlarının,
kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, 5411 sayılı Bankacılık Kanunu
kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği
bulunmayan kuruluşlardan bilgi, belge, veri ve kayıtları alabilmesinin, bunlara
ait arşivlerden, elektronik bilgi işlem merkezlerinden ve iletişim alt
yapısından yararlanabilmesinin yanında, bir de, “bunlarla (yâni, Kamu kurum ve
kuruluşlarıyla, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarıyla, 19/10/2005
tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile
diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlarla) irtibat
kurabileceği” öngörülmektedir. İşte, bu bapta, söz konusu ibârenin Anayasaya
aykırılığı nedeniyle iptal gerekçeleri üzerinde durmak istiyoruz.
Şüphesiz, anılan bentte yer alan “… ve
bunlarla irtibat kurabilir.” ibâresinin, tümcenin diğer sözcük öbeğini teşkil
eden “Kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları,
19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve
kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlardan
bilgi, belge, veri ve kayıtları alabilir, bunlara ait arşivlerden, elektronik
bilgi işlem merkezlerinden ve iletişim alt yapısından yararlanabilir …”
ibâresinden ayrı düşünülebilmesi mümkün değildir. Başka bir değişle, tümcenin
“… ve bunlarla irtibat kurabilir.” ibaresi dışındaki sözcük grubu hakkında
serdettiğimiz bütün Anayasaya aykırılık gerekçeleri, mezkûr “… ve bunlarla
irtibat kurabilir.” İbâresine de sirayet etmekte ve bu ibârenin de Anayasanın
2. ve 20. maddeleri hükümlerine aykırılığı sonucunu doğurmaktadır. Şöyle ki,
Veri, malûmat ve bilginin entegrasyon,
analiz ve sentezinin yapılarak yorumlanmasında (stratejik analizde)
karşılaşılan önemli bir sorun da “soft / yumuşak veri” (söylentiler,
düşünceler, fikirler, anekdotlar, yorumlar vb.) ile “hard / sert veri”den
(olgular, istatistikler, olaylar vb.) gelen ve bazen birbirlerine
bütünleştirmek zor olan malûmat türleri kullanılmaktadır (Özdağ, a.g.e.,
sh:317-318). Hard / sert veri - soft / yumuşak veri karşılaştırması yapılırken,
hard / sert verilerin ölçülebilir; soft / yumuşak verilerin ise ölçümlenemez
verilerden oluştuğu bilinmektedir. İstihbarî bir faaliyette hard / sert verinin
sağlıklı bir analizinin yapılabilmesi için aynı konuda elde edilen soft /
yumuşak verilerin yorumlanması gerekmektedir. Bunun için de, hard / sert
verilerin elde edildiği kaynaklarda soft / yumuşak verilere sahip olan
unsurların düşünce dünyasına girmek gerekmektedir. Bu da, ancak, soft / yumuşak
verilere sahip olan unsurlarla “irtibat kurmak” suretiyle yapılabilir ki, işte,
2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin 6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişik
birinci fıkrasının (b) bendinin birinci tümcesinde yer alan “… ve irtibat
kurabilir.” ibâresinin -kanaatimizce- yegâne amacı budur; yâni, kamu kurum ve
kuruluşlarının, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, 5411 sayılı
Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve
tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlarının arşivlerine, elektronik bilgi işlem
merkezlerine ve iletişim alt yapılarına girerek açık ya da kapalı bütün
kaynaklarından sağlanacak hard / sert bilgilere sahip olanlarla “irtibat
kurarak” onların düşünce dünyasına girmek suretiyle soft / yumuşak verilere
erişebilmektir.
Bu bağlamda, MİT, istihbarat döngüsünün
(çarkının) üçüncü safhası olan “veri, malûmat ve bilginin toplanması”
aşamasında temin ettiği bilginin / ürünün “hammadde”sini “irtibat kurmak
suretiyle” kamu kurum ve kuruluşlarının, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşlarının, Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer
tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşların sadece açık
kaynaklarından değil, bilûmum kapalı (gizli) kaynaklarından da elde
edebilecektir. Böylece, MİT (az yukarıda da açıkladığımız veçhile), meşrû
yollarla açık kaynaklardan elde edebileceği bilgiyi (hammaddeyi), gayrimeşrû
yollarla kapalı kaynaklardan “irtibat kurmak suretiyle” edinebilmesinin önü
açılmaktadır. Başka bir değişle, 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin 6532 sayılı
Kanunun 3. maddesi ile değişik birinci fıkrasına eklenen (b) bendinin birinci
tümcesinde öngörülen düzenleme ile, MİT’e kamu kurum ve kuruluşlarının, kamu
kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, Bankacılık Kanunu kapsamındaki
kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan
kuruluşların istisnasız kapalı (gizli) bütün kaynaklarına onlarla “irtibat
kurmak suretiyle” erişim yetkisi tanınmakta ve böylece MİT’in “espiyonaj”
(casusluk) gibi meşrû olmayan yollarla kapalı (gizli) bütün bilgi, belge, veri
ve kayıtlara ulaşmasının önü açılarak, -deyim yerinde ise- MİT’in kamu kurum ve
kuruluşlarının, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, Bankacılık
Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği
bulunmayan kuruluşlara karşı “espiyonaj / casusluk” faaliyetinde bulunmasına
cevaz verilmektedir. Böylesi bir düzenlemenin Anayasanın 2. maddesinde
ifadesini bulan “hukuk devleti” ilkesi ile bağdaştırılabilmesi mümkün değildir.
2937 sayılı Kanunun 6532 sayılı Kanunun 3.
maddesi ile değişik 6. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (b) bendinin ilk
tümcesinin “Kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşları, 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum
ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan
kuruluşlardan bilgi, belge, veri ve kayıtları alabilir, bunlara ait
arşivlerden, elektronik bilgi işlem merkezlerinden ve iletişim alt yapısından
yararlanabilir …” sözcük grubu hakkında yukarıda Anayasaya aykırılığı nedeniyle
iptal gerekçemizde de açıkladığımız veçhile, Anayasanın 2. maddesinde ifadesini
bulan “Hukuk devleti” ilkesinin, böylesine sakat bir düzenlemeyi himâye
etmeyeceği açıktır. Zirâ, Yüksek Mahkeme’nizin pek çok Kararında büyük bir
isâbetle vurgulandığı veçhile, Anayasanın 2. maddesinde
belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli
bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve
tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve
hukukun temel ilkeleriyle kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan
devlettir. Dava konusu düzenlemenin ise, Anayasa Mahkemesi’nin mezkûr tanımında
benimsenen “hukuk devleti” ilkesini açık bir biçimde ihlâl ettiği âşikârdır.
Mezkûr düzenleme, yâni, MİT’in kamu kurum
ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, 19/10/2005
tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile
diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlarından bilgi, belge,
veri ve kayıtları alabilmesi, arşivlerinden, elektronik bilgi işlem
merkezlerinden ve iletişim alt yapılarından yararlanabilmesi amacıyla bunlarla
irtibat kurabilmesi (az yukarıda açıklandığı veçhile Anayasanın 2. maddesine
aykırılık teşkil etmesi yanında) Anayasanın “Özel hayatın gizliliği” kenar
başlıklı 20. maddesi ile de çelişmektedir.
Zirâ (az yukarıda da
açıklandığı gibi), kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşları, Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel
kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlar, arşivlerinde, elektronik bilgi
işlem merkezlerinde ve iletişim alt yapılarında ilgililer, muhataplar,
müşteriler vb. kişiler hakkında gizli (mahrem) kalması gereken çok özel bilgi,
belge, veri ve kayıtlar ihtivâ ediyor olabilirler. Bu mahrem ve gizli bilgi,
belge, veri ve kayıtlar, o ilgililerin, muhatapların, müşterilerin vb. kişilerin
“özel hayatlarını” ilgilendiriyor olabilir. Bu tür bilgilerin, başka hiç kimse
tarafından bilinmemesi, sadece ilgili kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluşları, Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve
kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlar
tarafından bilinmesi gerekiyor olabilir. Oysa, 6532 sayılı Kanunun 3.
maddesiyle 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (b)
bendindeki bu düzenleme ile, artık, MİT, sadece ilgili kamu kurum ve
kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, Bankacılık Kanunu
kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği
bulunmayan kuruluşlar tarafından bilinmesi gereken her türlü bilgiye -yetkili
kişi ve birimleriyle irtibat kurmak suretiyle- erişmesinin önü açılmaktadır.
Anayasamızın 20. maddesinin
birinci fıkrası, “Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini
isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine
dokunulamaz.” hükmünü âmirdir. Hâlbuki, dava konusu yaptığımız ve MİT’in,
-sadece- ilgili kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşları, Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel
kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlar tarafından bilinmesi gereken
her türlü bilgiye -bunların yetkili kişi ve birimleriyle irtibat kurarak-
erişmesine ve o bilgileri işlemek suretiyle istihbarat ürünü elde edilmesine
imkân sağlayan böylesi bir düzenleme, Anayasanın “Özel hayatın gizliliği ve
korunması” ilkesini güvence altına alan 20. maddesinin, özellikle, birinci
fıkrasının ikinci tümcesinde yer alan “Özel hayatın ve aile hayatının
gizliliğine dokunulamaz.” kuralı ile bağdaşmamaktadır.
Diğer yandan (yukarıda, dava dilekçemizin
6532 sayılı Kanunun 1. maddesiyle 2937 sayılı Kanunun 4. maddesinin birinci
fıkrasına eklenen (h) bendinde dava konusu yaptığımız ibâre hakkında Anayasaya
aykırılık gerekçelerimizde de belirttiğimiz veçhile), Anayasanın 2. maddesinde
belirtilen “hukuk devleti” ilkesinin temel unsurlarından biri “hukukî belirlilik”tir.
Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi
bir duraksamaya ya da kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, saydam,
belirli, anlaşılır ve uygulanabilir olması; ayrıca, kamu otoritelerinin keyfî
uygulamalarına karşı koruyucu tedbirler içermesi gerekir.Açık ve net olmayan,
elâstikî kavramlar ihtivâ eden kurallar vatandaşları korumanın değil, bilâkis,
vatandaşları cezalandırmanın bir aracı olabilir. “Hukukî belirlilik”ilkesi,
hukuksal güvenlikle bağlantılı olup, bireyin kanundan belirli bir kesinlik
içinde, hangi somut eylem ve olguya, hangi hukukî yaptırımın veya sonucun
bağlandığını, bunların idareye ne türden müdâhale yetkisi verdiğini bilmesini
zorunlu kılmaktadır. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını,
bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de
yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını
gerekli kılar.
2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin 6532 sayılı Kanunla
değişik birinci fıkrasına eklenen (b) bendinin birinci tümcesinde yer alan “Kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki
meslek kuruluşları, 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu
kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği
bulunmayan kuruluşlardan bilgi, belge, veri ve kayıtları alabilir, bunlara ait
arşivlerden, elektronik bilgi işlem merkezlerinden ve iletişim alt yapısından
yararlanabilir …” tümcesi içerisinde yer alan “Kamu kurum ve kuruluşları, kamu
kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı
Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler …”
sayılırken bu sözcük grubunun hemen devamında bir de “… ve tüzel kişiliği
bulunmayan kuruluşlardan …” söz edilmiştir. Oysa “tüzel kişiliği bulunmayan
kuruluşlar”ın ne anlama geldiği ve bunların hangileri olduğu Kuralda
belirtilmemiştir. Hukukumuzda “tüzel kişiliği bulunmayan kuruluş” biçiminde
herhangi bir kurum veya mefhum bulunmamaktadır. Kuralda, MİT’in bilgi, belge,
veri ve kayıtları alabileceği, bunlara ait arşivlerden, elektronik bilgi işlem
merkezlerinden ve iletişim alt yapısından yararlanabileceği ve irtibat
kurabileceği “tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlar” ile hangi kuruluşlardan söz
edildiği ve bu -sözde- tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşların tür ve
nitelikleri belirsizdir. Böylesi bir düzenleme ile MİT’in, kapsamı ve mâhiyeti
belirsiz olan “tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlar”ın arşivlerinden,
elektronik bilgi işlem merkezlerinden ve iletişim alt yapılarından
yararlanabilmesi ve bunlarla irtibat kurulabilmesi olanaklı hâle gelmekte,
başka bir ifade ile, -deyim yerinde ise- bu ne idüğü belirsiz “tüzel kişiliği
bulunmayan kuruluşlar” MİT bakımından bilgi, belge, veri ve kayıtlarına
ulaşılabilecek birer açık ve / veya kapalı kaynak konumuna getirilmektedir.
Dolayısı ile, iptalini talep ettiğimiz 2937
sayılı Kanunun 6. maddesinin 6532 sayılı Kanunla değişik birinci fıkrasına
eklenen (b) bendinin birinci tümcesinde yer alan “… tüzel kişiliği bulunmayan
kuruluşlar …” biçimindeki ibâre ile MİT’e görev verme yetkisi ile yaratılan
hukukî belirsizlik içinde Bakanlar Kurulunun keyfî uygulamalarının ve
görevlendirmelerin önü açılırken; bilgi, belge, veri ve kayıtların
toplanmasında öngörülemez ölçütler getirilmektedir. Bu itibarla, söz konusu
dava konusu Kural’ın içerisinde yer alan “tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlar”
ibâresinin ihtivâ ettiği “hukukî belirsizlik” nedeniyle mezkûr düzenleme
Anayasanın “hukuk devleti” ilkesini benimseyen 2. maddesi ile de çelişmektedir.
Açıklanmaya çalışılan nedenlerle, 6532 sayılı Kanunun 3.
maddesi ile değişik 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî
İstihbarat Teşkilatı Kanununun 6. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde
yer alan birinci tümcesinin tamamını oluşturan “Kamu kurum ve kuruluşları, kamu
kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı
Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve
tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlardan bilgi, belge, veri ve kayıtları
alabilir, bunlara ait arşivlerden, elektronik bilgi işlem merkezlerinden ve
iletişim alt yapısından yararlanabilir ve bunlarla irtibat kurabilir.” söz
grubu, Anayasanın 2. ve 20. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.
6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937 sayılı
Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanununun 6.
maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin ikinci tümcesini oluşturan “Bu
kapsamda talepte bulunulanlar, kendi mevzuatlarındaki hükümleri gerekçe
göstermek suretiyle talebin yerine getirilmesinden kaçınamazlar.” söz grubunun
Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesine gelince:
Bu düzenleme ile, MİT’in bilgi, belge, veri
ve kayıtlarını alabileceği, bunlara ait arşivlerden, elektronik bilgi işlem
merkezlerinden ve iletişim alt yapısından yararlanabileceği ve bunlarla irtibat
kurabileceği kamu kurum ve kuruluşlarının, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşlarının, 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu
kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişilerin ve (tarafımızdan
asla kabûl anlamına gelmeyen) tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşların MİT
tarafından bilgi, belge, veri ve kayıtlarını alabilme, bunlara ait arşivlerden,
elektronik bilgi işlem merkezlerinden ve iletişim alt yapısından yararlanabilme
ve bunlarla irtibat kurabilme talebinde bulunulduğunda, bu tür kamu kurum ve
kuruluşlarının, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, 19/10/2005
tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile
diğer tüzel kişilerin ve tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşların kendi
mevzuatlarındaki hükümleri gerekçe göstermek suretiyle talebin yerine
getirilmesinden kaçınamayacakları hükme bağlanmaktadır.
Hemen belirtmek gerekir ki, bu
düzenlemeyi öngören 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937 sayılı
Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanununun 6.
maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin ikinci tümcesi ile (az yukarıda
Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçelerini açıklamaya çalıştığımız)
birinci tümcesi arasında çok sıkı bir bağlantı bulunmaktadır ve kuşkusuz, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937
sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin birinci tümcesi hakkında
ileri sürdüğümüz Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçeleri, aynı
fıkranın (b) bendinin ikinci tümcesine de sirâyet etmekte ve anılan ikinci
tümcenin de -kaçınılmaz bir biçimde- sakatlanması ve Anayasaya aykırılığı
sonucunu doğurmaktadır.
Şüphesiz,
az yukarıda, dava dilekçemizin (2/b) numaralı madde başlığı altında, 6532
sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci
fıkranın (b) bendinin birinci tümcesi olan “Kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşları, 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu kapsamındaki
kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan
kuruluşlardan bilgi, belge, veri ve kayıtları alabilir, bunlara ait
arşivlerden, elektronik bilgi işlem merkezlerinden ve iletişim alt yapısından
yararlanabilir ve bunlarla irtibat kurabilir.” tümcesi hakkında ileri
sürdüğümüz bütün Anayasaya aykırılık gerekçeleri, 6532 sayılı Kanunun 3.
maddesi ile 2937 sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6.
maddesinin birinci fıkrasının ikinci tümcesi olan “Bu kapsamda talepte bulunulanlar, kendi mevzuatlarındaki
hükümleri gerekçe göstermek suretiyle talebin yerine getirilmesinden
kaçınamazlar.” tümcesi için de aynen geçerlidir. Yüksek Mahkemenizin
gereksiz yere zamanını almamak ve lüzûmsuz tekrarlara yol açmamak adına, iş bu
bapta, dava dilekçemizin -yukarıda- (2/b) numaralı madde başlığı altında, 6532
sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci
fıkrasının (b) bendinin birinci tümcesi hakkında ileri sürdüğümüz bütün Anayasaya
aykırılık gerekçelerini, ikinci tümcesi için de aynen tekrar ettiğimizi beyan
etmekle yetiniyoruz. Zirâ, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937
sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin birinci tümcesi
ile 6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin
birinci fıkrasının (b) bendinin ikinci tümcesi arasında -âdetâ- “organik” bir
bağ mevcuttur; 6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6.
maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin ikinci tümcesi olan “Bu kapsamda talepte
bulunulanlar, kendi mevzuatlarındaki hükümleri gerekçe göstermek suretiyle
talebin yerine getirilmesinden kaçınamazlar.” Kuralı olmaksızın 6532
sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci
fıkrasının (b) bendinin birinci tümcesi olan “Kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşları, 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu kapsamındaki
kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan
kuruluşlardan bilgi, belge, veri ve kayıtları alabilir, bunlara ait
arşivlerden, elektronik bilgi işlem merkezlerinden ve iletişim alt yapısından
yararlanabilir ve bunlarla irtibat kurabilir.” Kuralı başlıbaşına
varlığını sürdürebilir; ancak, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile 2937 sayılı
Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin birinci tümcesi olan “Kamu kurum ve
kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, 19/10/2005 tarihli
ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer
tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlardan bilgi, belge, veri ve
kayıtları alabilir, bunlara ait arşivlerden, elektronik bilgi işlem
merkezlerinden ve iletişim alt yapısından yararlanabilir ve bunlarla irtibat
kurabilir.” Kuralının varlığı söz konusu olmaksızın, 6532 sayılı Kanunun
3. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (b)
bendinin ikinci tümcesi olan “Bu kapsamda talepte bulunulanlar, kendi mevzuatlarındaki
hükümleri gerekçe göstermek suretiyle talebin yerine getirilmesinden
kaçınamazlar.” Kuralı tek başına hüküm ifade etmez ve başlıbaşına varlığını
sürdüremez. Öyle ise, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937 sayılı
Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin birinci tümcesi hakkında
az yukarıda (dava dilekçemizin 2/b maddesinde) ileri sürdüğümüz bütün Anayasaya
aykırılık gerekçeleri, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937 sayılı
Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin ikinci tümcesi için de
aynen geçerli olacaktır.
Bununla
birlikte, ikinci tümcede yer alan anılan düzenleme, birinci tümcede yer alan
düzenlemenin bir nev’i tamamlayıcısı -deyim yerinde ise- tescîli
mâhiyetindedir. 6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun
6. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin ikinci tümcesi olan “Bu kapsamda talepte
bulunulanlar, kendi mevzuatlarındaki hükümleri gerekçe göstermek suretiyle
talebin yerine getirilmesinden kaçınamazlar.” Kuralındaki, aynı bendin
birinci tümcesinde yer alan “Kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşları, 19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu kapsamındaki
kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan
kuruluşlardan bilgi, belge, veri ve kayıtları alabilir, bunlara ait
arşivlerden, elektronik bilgi işlem merkezlerinden ve iletişim alt yapısından
yararlanabilir ve bunlarla irtibat kurabilir.” Kuralındaki “hukuka aykırılığın
dozunu”, dolayısı ile, Anayasanın (yukarıda iptal gerekçelerini açıkladığımız)
2. ve 20. maddelerine olan ihlâli, daha da arttırır ve pekiştirir mâhiyettedir.
Zirâ, “Bu kapsamda talepte bulunulanlara (yâni, kamu kurum
ve kuruluşlarına, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına, Bankacılık
Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve
[tarafımızdan asla kabûl anlamına gelmeyen] tüzel kişiliği bulunmayan
kuruluşlara), kendi mevzuatlarındaki hükümleri gerekçe göstermek suretiyle
talebin yerine getirilmesinden kaçınamayacaklarını” hükme bağlamak, bilgi,
belge, veri ve kayıtlarından, arşivlerinden, elektronik bilgi işlem
merkezlerinden ve iletişim alt yapısından yararlanılmak ve kendileriyle irtibat
kurulmak istenen kamu kurum ve kuruluşlarına, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşlarına, Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer
tüzel kişiler ve (tarafımızdan asla kabûl anlamına gelmeyen) tüzel kişiliği
bulunmayan kuruluşlara, “hukuka düzeni”ne ve dolayısı ile “Anayasanın (yukarıda
iptal gerekçelerini açıkladığımız) 2. ve 20. maddelerine” aykırılığı bir nev’î
“dayatma” anlamına gelmektedir. Çünkü, böyle bir düzenleme ile, artık, bilgi,
belge, veri ve kayıt toplamada açık ve / veya kapalı kaynak niteliğine
indirgenen kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşları, Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel
kişiler ve (tarafımızdan asla kabûl anlamına gelmeyen) tüzel kişiliği
bulunmayan kuruluşlar, kendi mevzuatlarındaki hükümleri gerekçe göstermek
suretiyle, MİT’in istihbarat döngüsü kapsamındaki taleplerini yerine
getirmekten kaçınamayacaklar; başka bir deyişle, kamu kurum ve kuruluşlarının,
kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, Bankacılık Kanunu kapsamındaki
kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve (tarafımızdan asla kabûl
anlamına gelmeyen) tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşların, MİT’in taleplerini
ret gerekçeleri ne kadar doğru, isabetli ve yerinde olursa olsun, kendi
mevzuatlarındaki hükümleri, MİT’in bilgi toplama talepleri sırasında mazeret
olarak ileri süremeyeceklerdir. Söz gelimi, bir hastası hakkında son derece
gizli ( ya da mahfuz / mahrem) bir tıbbî bir bilgiye (sırra) sahip bir hastane
yönetimi ya da bir müşterisi hakkında asla paylaşılmaması gereken gizli bir malî
bir bilgiye vâkıf bulunan bir banka yönetimi, bu saklı bilgilerin
paylaşılmaması konusunda kendi mevzuatında hüküm olsa dahî, bu hükümleri
gerekçe göstererek bu gizli (hafî / mahfuz / mahrem) bilgileri, talep halinde
MİT’e vermekten kaçınamayacaktır.
Yukarıda, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle
değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (b)
bendinin birinci tümcesinin Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçeleri
bölümünde de ileri sürdüğümüz üzere, bundan böyle
MİT, dava konusu Kural’ın birinci tümcesinde sayılan kamu kurum ve
kuruluşlarının, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, Bankacılık
Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve
(tarafımızdan asla kabûl anlamına gelmeyen) tüzel kişiliği bulunmayan
kuruluşlarının açık ya da gizli ayırımı yapmaksızın bütün kaynaklarına (bu
kurum ve kuruluşlar kendi mevzuatındaki hükümleri gerekçe göstererek karşı
koysalar dahî bilgi, belge, veri ve kayıtlarına, özel arşivlerine, elektronik
bilgi işlem merkezleri ile iletişim alt yapılarına) istisnasız bir biçimde
erişebilecek ve ulaşabilecektir. Yâni, MİT, istihbarat döngüsünün (çarkının)
üçüncü safhası olan “veri, malûmat ve bilginin toplanması” aşamasında temin
ettiği bilginin / ürünün “hammadde”sini kamu kurum ve kuruluşlarının, kamu
kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, Bankacılık Kanunu kapsamındaki
kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve (tarafımızdan asla kabûl
anlamına gelmeyen) tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşların sadece açık
kaynaklarından değil, bu kuruluşlardan gelebilecek olası itirazlara rağmen,
bilûmum kapalı (gizli) kaynaklarından da elde edebilecektir. Böylece, 6532
sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin
birinci fıkrasının (b) bendinin birinci tümcesi ile bilgi toplama yönünden MİT’e
sağlanan ayrıcalık, aynı bendin ikinci tümcesi ile
pekiştirilmekte ve -deyim yerinde ise- sağlama alınmakta ve MİT’in meşrû
yollarla açık kaynaklardan elde edebileceği bilgiyi (hammaddeyi), gayrimeşrû
yollarla -kamu kurum ve kuruluşlarının, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşlarının, Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer
tüzel kişiler ve (tarafımızdan asla kabûl anlamına gelmeyen) tüzel kişiliği
bulunmayan kuruluşların mevzuatında aksine hükümler olsa dahî- kapalı
kaynaklardan edinebilmesinin önü açılmaktadır. Böylesi bir hukuksuzluğun
Anayasal düzen ile ve özellikle Anayasanın 2. maddesinde ifadesini bulan “hukuk
devleti” ilkesi ile bağdaştırılabilmesi mümkün değildir.
Artık, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle
değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (b)
bendinin ikinci tümcesinde öngörülen düzenleme ile
(aynı bendin birinci tümcesinde olduğu gibi), anılan kamu kurum ve kuruluşları,
kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, Bankacılık Kanunu kapsamındaki
kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve (tarafımızdan asla kabûl
anlamına gelmeyen) tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlar, birer “açık kaynak”
durumuna indirgenmekte ve bu kurum ve kuruluşların sahip oldukları kapalı (gizli)
bilgilerin mahremiyeti tamamen ortadan kalkmaktadır.
Anayasanın 2. maddesinde tebârüz ettirilen
“Hukuk devleti” ilkesinin, böylesine sakat bir düzenlemeyi himâye etmeyeceği
açıktır. Zirâ, Yüksek Mahkeme’nizin pek çok Kararında isâbetle vurgulandığı veçhile,
Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan
haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve
işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku
tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun temel ilkeleriyle
kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir. Dava konusu
düzenlemenin ise (yukarıda açıklanmaya çalışılan nedenlerle), Anayasa Mahkemesi’nin
mezkûr tanımında ifadesini bulan “hukuk devleti” ilkesini açık bir biçimde
ihlâl ettiği âşikârdır.
Mezkûr düzenleme, yâni, MİT’in kamu kurum
ve kuruluşlarından, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarından,
19/10/2005 tarihli ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve
kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve (tarafımızdan asla kabûl anlamına
gelmeyen) tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlardan bilgi, belge, veri ve
kayıtları alabilmesi, bunlara ait arşivlerden, elektronik bilgi işlem merkezlerinden
ve iletişim alt yapısından yararlanabilmesi ve bunlarla irtibat kurabilmesi (az
yukarıda açıklandığı veçhile Anayasanın 2. maddesine aykırılık teşkil etmesi
yanında) Anayasanın “Özel hayatın gizliliği” kenar başlıklı 20. maddesi ile de
çelişmektedir.
Zirâ (yukarıda, 6532 sayılı
Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin
birinci fıkrasının (b) bendinin birinci tümcesinin
Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi bölümünde de vurguladığımız
üzere), kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşları, Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel
kişiler ve (tarafımızdan asla kabûl anlamına gelmeyen) tüzel kişiliği
bulunmayan kuruluşlar, arşivlerinde, elektronik bilgi işlem merkezlerinde ve
iletişim alt yapılarında ilgililer, muhataplar, müşteriler vb. kişiler hakkında
gizli (mahrem) kalması gereken çok özel bilgi, belge, veri ve kayıtlar ihtivâ
ediyor olabilirler. Bu tür mahrem ve gizli bilgi, belge, veri ve kayıtlar, o
ilgililerin, muhatapların, müşterilerin vb. kişilerin “özel hayatlarını”
ilgilendiriyor olabilir. Bu tür bilgilerin, başka hiç kimse tarafından
bilinmemesi, sadece ilgili kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki
meslek kuruluşları, Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile
diğer tüzel kişiler ve (tarafımızdan asla kabûl anlamına gelmeyen) tüzel
kişiliği bulunmayan kuruluşlar tarafından bilinmesi gerekiyor olabilir. Oysa,
6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin
birinci fıkrasının (b) bendinin ikinci tümcesindeki
düzenleme ile, artık, MİT’in, sadece ilgili kamu kurum ve kuruluşları, kamu
kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum
ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve (tarafımızdan asla kabûl anlamına
gelmeyen) tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlar tarafından bilinmesi gereken her
türlü bilgiye -bu kurum ve kuruluşların kendi mevzuatlarındaki hükümleri
gerekçe göstermek suretiyle olası karşı koymalarına ve itirazlarına rağmen-
erişmesinin önü açılmaktadır.
Anayasamızın 20. maddesinin
birinci fıkrası, “Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini
isteme hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine
dokunulamaz.” hükmünü âmirdir. Hâlbuki, dava konusu yaptığımız ve MİT’in,
-sadece- ilgili kamu kurum ve kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşları, Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel
kişiler ve (tarafımızdan asla kabûl anlamına gelmeyen) tüzel kişiliği bulunmayan
kuruluşlar tarafından bilinmesi gereken her türlü bilgiye erişmesine ve o
bilgileri işlemek suretiyle -bu kurum ve kuruluşların kendi mevzuatlarındaki
hükümleri gerekçe göstermek suretiyle olası karşı koymalarına ve itirazlarına
rağmen- istihbarat ürünü elde edilmesine imkân sağlayan böylesi bir düzenleme,
Anayasanın “Özel hayatın gizliliği ve korunması” ilkesini güvence altına alan
20. maddesinin, özellikle, birinci fıkrasının ikinci tümcesinde yer alan “Özel
hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz.” kuralı ile
bağdaşmamaktadır.
Açıklanmaya çalışılan nedenlerle, 6532 sayılı Kanunun 3.
maddesi ile değişik 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî
İstihbarat Teşkilatı Kanununun 6. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinde
yer alan ikinci tümcesinin tamamını oluşturan “Bu kapsamda talepte
bulunulanlar, kendi mevzuatlarındaki hükümleri gerekçe göstermek suretiyle
talebin yerine getirilmesinden kaçınamazlar.” söz grubu, Anayasanın 2. ve 20.
maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.
Diğer yandan -yüksek malûmları olduğu üzere-, 6216 sayılı Anayasa
Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun “Dosya üzerinden
inceleme ve gerekçeyle bağlı olmama” başlığını taşıyan 43. maddesinin (4)
numaralı fıkrası aynen şu hükmü âmirdir:
“Başvuru, kanunun, kanun hükmünde
kararnamenin veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün sadece belirli madde
veya hükümleri aleyhine yapılmış olup da, bu madde veya hükümlerin iptali
kanunun, kanun hükmünde kararnamenin veya Türkiye Büyük Millet Meclisi
İçtüzüğünün diğer bazı hükümlerinin veya tamamının uygulanamaması sonucunu
doğuruyorsa, keyfiyeti gerekçesinde belirtmek şartıyla Mahkeme, uygulama
kabiliyeti kalmayan kanunun, kanun hükmünde kararnamenin veya Türkiye Büyük
Millet Meclisi İçtüzüğünün bahis konusu öteki hükümlerinin veya tümünün
iptaline karar verebilir.”
Dava
konusu yapılan 6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle
değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (b)
bendinin birinci tümcesi olan “Kamu kurum ve
kuruluşları, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, 19/10/2005 tarihli
ve 5411 sayılı Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer
tüzel kişiler ve tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlardan bilgi, belge, veri ve
kayıtları alabilir, bunlara ait arşivlerden, elektronik bilgi işlem
merkezlerinden ve iletişim alt yapısından yararlanabilir ve bunlarla irtibat
kurabilir.” Kuralı hakkında Yüksek Mahkemenizce verilecek olası bir
iptal kararı, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle
değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (b)
bendinin ikinci tümcesi olan “Bu kapsamda talepte
bulunulanlar, kendi mevzuatlarındaki hükümleri gerekçe göstermek suretiyle
talebin yerine getirilmesinden kaçınamazlar.” Kuralının uygulanamaması
sonucunu doğuracaktır. Bu itibarla, -şüphesiz, takdir Yüksek Mahkemenize ait
olmak üzere- 6216 sayılı Kanunun yukarıda anılan 43. maddesinin (4) numaralı
fıkrası gereğince, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle
değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (b)
bendinin birinci tümcesinin iptal başvurumuz doğrultusunda iptali hâlinde,
uygulama kâbiliyeti kalmayan 6532 sayılı Kanunun 3.
maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının
(b) bendinin ikinci tümcesinin de iptaline karar verilmesi hususunu Yüksek
Mahkemenizin takdirlerine bırakıyoruz.
c-) (c)
bendini oluşturan:
“c) 26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun
İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dört, Beş, Altı ve Yedinci bölümlerinde yer alan
suçlara (318, 319, 324, 325 ve 332 nci maddeleri hariç olmak üzere) ilişkin
soruşturma ve kovuşturmalarda ifade tutanaklarına, her türlü bilgi ve belgeye
erişebilir, bunlardan örnek alabilir.”
Söz
grubunun (tümcesinin) Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi:
Bu
düzenleme ile (6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6.
maddesinin dava-dışı birinci fıkrasında yer alan “Millî
İstihbarat Teşkilatı bu Kanun kapsamındaki görevlerini yerine getirirken
aşağıdaki yetkileri kullanır:” Kural’ı ile birlikte değerlendirildiğinde),
Millî İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT’in) 26/9/2004
tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dört,
Beş, Altı ve Yedinci bölümlerinde yer alan suçlara (318, 319, 324, 325 ve 332
nci maddeleri hariç olmak üzere) ilişkin soruşturma ve kovuşturmalarda ifade
tutanaklarına, her türlü bilgi ve belgeye erişebileceği ve bunlardan örnek
alabileceği hükme bağlanmaktadır.
Dava konusu düzenlemede atıf yapılan 26/9/2004 tarihli ve
5237 sayılı Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dört, Beş, Altı ve
Yedinci bölümlerinde yer alan suçlar, sırasıyla, “Devletin Güvenliğine Karşı
Suçlar”, “Anayasal Düzene ve Bu Düzenin İşleyişine Karşı Suçlar”, “Milli
Savunmaya Karşı Suçlar” ile “Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk” olup;
bunlardan Altıncı Bölümde yer alan ve “Halkı askerlikten soğutma” başlığını
taşıyan 318, “Askerleri itaatsizliğe teşvik” başlığını taşıyan 319,
Seferberlikle ilgili görevin ihmali” başlığını taşıyan 324, “Düşmandan unvan ve
benzeri payeler kabulü” başlığını taşıyan 325. ve “Askerî yasak bölgelere
girme” başlığını taşıyan 332. maddeler hariç olmak üzere, Dördüncü bölümde yer
alan “Devletin birliğini ve ülke bütünlüğünü bozmak” başlıklı 302., “Düşmanla
işbirliği yapmak” başlıklı 303., “Devlete karşı savaşa tahrik” başlıklı 304.,
“Temel millî yararlara karşı hareket” başlıklı 305., “Yabancı devlet aleyhine
asker toplama” başlıklı 306., “Askerî tesisleri tahrip ve düşman askerî
hareketleri yararına anlaşma” başlıklı 307., “Düşman devlete maddî ve malî
yardım” başlıklı 308.; Beşinci bölümde yer alan “Anayasayı ihlâl” başlıklı
309., “Cumhurbaşkanına suikast ve fiilî saldırı” başlıklı 310., “Yasama
organına karşı suç” başlıklı 311., “Hükûmete karşı suç” başlıklı 312., “Türkiye
Cumhuriyeti Hükûmetine karşı silâhlı isyan” başlıklı 313., “Silâhlı örgüt”
başlıklı 314., “Silah sağlama” başlıklı 315, “Suç için anlaşma” başlıklı 316.;
Altıncı bölümde yer alan “Askeri komutanlıkların gasbı” başlıklı 317., “Yabancı
hizmetine asker yazma, yazılma” başlıklı 320., “Savaş zamanında emirlere
uymama” başlıklı 321., “Savaş zamanında yükümlülükler” başlıklı 322., “Savaşta
yalan haber yayma” başlıklı 323.; Yedinci bölümde yer alan “Devletin
güvenliğine ilişkin belgeler” başlıklı 326, “Devletin güvenliğine ilişkin
bilgileri temin etme” başlıklı 327., “Siyasal veya askerî casusluk” başlıklı
328., “Devletin güvenliğine ve siyasal yararlarına ilişkin bilgileri açıklama”
başlıklı 329., “Gizli kalması gereken bilgileri açıklama” başlıklı 330., “Uluslararası
casusluk” başlıklı 331., “Devlet sırlarından yararlanma, Devlet hizmetlerinde
sadakatsizlik” başlıklı 333., “Yasaklanan bilgileri temin” başlıklı 334., “Yasaklanan
bilgilerin casusluk maksadıyla temini” başlıklı 335., “Yasaklanan bilgileri
açıklama” başlıklı 336., “Yasaklanan bilgileri siyasal veya askerî casusluk
maksadıyla açıklama” başlıklı 337., “Taksir sonucu casusluk fiillerinin
işlenmesi” başlıklı 338. ve “Devlet güvenliği ile ilgili belgeleri elinde
bulundurma” başlıklı 339. maddelerinde düzenlenen suçlara ilişkin olarak MİT’in
soruşturma ve kovuşturmalarda ifade tutanakları ile her türlü bilgi ve belgeye
erişebileceği ve bunlardan örnek alabileceği öngörülmektedir.
Yüksek mâlûmları olduğu üzere, ceza muhâkemesi faaliyeti
iki evreden oluşmaktadır. Bunlar, soruşturma ve kovuşturma evreleridir. 5271
sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 2. maddesinin birinci fıkrasının (e) bendine
göre “Soruşturma: Kanuna göre yetkili mercilerce suç şüphesinin öğrenilmesinden
iddianamenin kabulüne kadar geçen evreyi”; aynı fıkranın (f) bendine göre de
“Kovuşturma: İddianamenin kabulüyle başlayıp, hükmün kesinleşmesine kadar geçen
evreyi” ifade etmektedir.
Gereksiz yere dava açılmasını önlemek ve kovuşturmanın
sağlıklı ve hızlı bir biçimde yapılabilmesini sağlamak için, dava açılmadan
önce hazırlık yapılmasına gerek vardır. Soruşturma evresi, suçları takiple
yetkili mercilerin bir suçun işlendiği konusunda bilgi edinmeleriyle başlar.
Kovuşturmanın amacı ise, suç isnâdı konusundaki cezaî uyuşmazlığı, kolektif
olarak, kesin hüküm hâlini alacak bir son kararla çözmektir (Toroslu-Feyzioğlu,
a.g.e., sh.255).
Ceza muhâkemesinde şüpheli veya sanık, savunma hakkını
bizzat kendisi veya temsilcisi vasıtasıyla kullanabileceği gibi, bu konuda bir
müdâfîinin hukukî yardımından da yararlanabilir. Müdâfîiye, savunma görevini
gereği gibi yapabilmesi için bir kısım yetkiler tanınmıştır. Bu yetkilerden
biri de, soruşturma ya da kovuşturma evresinde “dosyayı inceleme” yetkisidir.
Müdâfîinin gereği gibi savunma yapabilmesi için, şüpheliye veya sanığa isnat
edilen suçu, suçla ilgili delilleri ve belgeleri öğrenmesi, bilmesi gerekir.
Bunu sağlamak amacıyla müdâfîi, kural olarak, soruşturma dosyasının içeriği ile
dava dosyasının tamamını inceleyebilecek ve istediği belgelerin sûretini
harçsız olarak alabilecektir (5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu, madde: 153,
fıkra:5). Hatta, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 153. maddesinin beşinci
fıkrası hükmünce, “dosyayı inceleme yetkisi” müdâfîinin (bu meyanda suçtan
zarar görenin vekilinin), aynı zamanda “hakkı”dır.
Nitekim, 1136 sayılı Avukatlık Kanununun “İşlerin stajyer
veya sekreterle takibi, dâva dosyalarının incelenmesi ve dosyadan örnek alma”
kenar başlıklı 46. maddesinin ikinci fıkrasında, “Avukat veya stajyer,
vekâletname olmaksızın dava ve takip dosyalarını inceleyebilir. Bu inceleme
isteğinin ilgililerce yerine getirilmesi zorunludur. Vekâletname ibraz etmeyen
avukata dosyadaki kağıt veya belgelerin örneği veya fotokopisi verilmez.”
denilmek suretiyle, avukat veya stajyerin, vekâletnamesi olmaksızın dahî dâva
ve takip dosyalarını inceleyebilme yetkisi olduğu vurgulanmış; dosyadaki kağıt
ve belgelerin örneği veya fotokopisini alabilmesi ise, vekâletname ibrazı
şartına bağlanmıştır. Buna göre, Baroya kayıtlı olmak şartı ile, her avukat
vekâletnamesi olsun ya da olmasın Türkiye’nin her yerinde soruşturma ya da
kovuşturma evresinde herhangi bir dosyayı inceleyebilir ve içeriğine muttâlî
olabilir. Bu hak, hukuk sistemimizde avukatlara tanınmış bir “yetki” ve -hatta-
“hak”tır. Bir avukatın (ister müdâfîi, isterse suçtan zarar görenin vekili olsun),
soruşturma evresinde soruşturma dosyasını incelemesi veya dosyadaki belgelerin
sûretini alması, soruşturmanın gâyesini tehlikeye düşürebilecek ise, Cumhuriyet
savcısının istemi üzerine, sulh ceza hâkiminin kararıyla bu yetkisi
kısıtlanabileceğine ilişkin 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 153.
maddesinin ikinci fıkrası hükmü, 21.2.2014 tarihli ve 6526 sayılı
“Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu İle Bazı Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 19. maddesi hükmü ile yürürlükten
kaldırılmış ve böylece, soruşturma evresinde, soruşturmanın amacını tehlikeye
düşürse bile, müdâfîin ve / veya suçtan zarar görenin vekilinin dosya içeriğini
incelemesinin veya belgelerden örnek almasının önü açılmıştır (Kovuşturma evresinde ise, müdâfîin ya da suçtan zarar
gören vekilinin dosya içeriğini ve dosyada muhâfaza altına alınmış delilleri
inceleyebilmesi ve bütün tutanak ve belgelerin örneklerini harçsız olarak
alabilmesi, öteden beri -zâten- mümkün idi).
Bütün bu bilgiler ışığında, somut olaya baktığımızda, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun (az yukarıda zikrettiğimiz)
İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dört, Beş, Altı ve Yedinci bölümlerinde yer alan
suçlara (318, 319, 324, 325 ve 332 nci maddeleri hariç olmak üzere) ilişkin
soruşturma ve kovuşturmalarda ifade tutanaklarına, her türlü bilgi ve belgeye
erişebilmesine ve bunlardan örnek alabilmesine cevaz veren dava konusu
düzenleme ile, hukuk sistemimizde ve hukuk usûlünde sadece avukatlara (ve
avukat stajyerlerine) tanınmış olan soruşturma evresinde “dosya içeriğini
inceleme ve istediği belgelerin bir örneğini harçsız olarak alabilme yetkisi ve
hakkı, artık, MİT’e de tanınmaktadır. Böylesi bir düzenlemenin, Anayasamızın
“Cumhuriyetin nitelikleri” kenar başlıklı 2. maddesinde ifadesini bulan “hukuk
devleti” ilkesi ile bağdaşır yanı yoktur.
“Anayasanın
2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve
özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her
alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya
aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen
kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan
devlettir.” (Anayasa Mahkemesi’nin
31.10.2013 gün ve 2013/33 Esas, 2013/122 Karar sayılı Kararı). Bu cümleden
olarak, Ceza
hukukunun, toplumun kültür ve uygarlık düzeyi, sosyal ve ekonomik yaşantısıyla
ilgili bulunması nedeniyle suç ve suçlulukla mücadele amacıyla ceza ve ceza
muhâkemesi alanında sistem tercihinde bulunulması devletin ceza siyaseti ile
ilgilidir. Bu bağlamda hukuk devletinde, ceza hukukuna ilişkin düzenlemeler
bakımından kanun koyucu Anayasanın temel ilkelerine ve ceza hukukunun ana
kurallarına bağlı kalmak durumundadır.
Hukuk düzenimizde, soruşturma ve
kovuşturma evrelerinde dosya içeriğini ve delilleri inceleyebilmek ve belge
örneği alabilmek yalnızca davanın taraflarına ile sanık ya da şüpheli ya da
sanık müdâfîine sağlanan bir yetki ve hak olduğuna göre, davanın tarafları
(süjeleri) ile müdâfîi ve suçtan zarar gören vekili (avukatlar ile avukat
stajyerleri) dışında hiç kimsenin (muhâkemenin hangi evresi olursa olsun)
soruşturma ve kovuşturmalarda ifade tutanaklarına, dosyadaki bilge ve belgelere
(delillere) erişebilme ve bunlardan örnek alabilme yetkisi bulunmamaktadır.
5271
sayılı CMK’nun 153. maddesinin üçüncü fıkrasının değişiklikten önceki metninde
ise, “Yakalanan kişinin veya şüphelinin ifadesini içeren tutanak ile bilirkişi
raporları ve adı geçenlerin hazır bulunmaya yetkili oldukları diğer adlî
işlemlere ilişkin tutanaklar” hiçbir şekilde kısıtlamaya tabî olmaksızın
erişime açıktı. Şüphesiz, burada ölçülü bir düzenleme bulunmaktaydı. Ancak,
6526 sayılı Kanunun 19. maddesi ile 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 153.
maddesinde yapılan değişiklikle, artık hiçbir kısıtlama olmaksızın şüpheli,
sanık ve müdâfîi ile suçtan zarar gören vekili bakımından soruşturma
dosyasındaki her türlü işlem, bilgi ve belge içeriğinden haberdâr olunmasının
yolu açılmıştır.
Ancak,
davanın tarafı olmayanlar ile bunların yasal temsilcileri dışındaki şahıslara
soruşturma ve kovuşturmalarda ifade tutanaklarına, dosyadaki her türlü bilgi ve
belgeye erişim ve sûret alma yetkisi ve hakkı tanınması, “soruşturmanın amacını
tehlikeye düşürebilecek nitelikte” bir durumdur. Şüphesiz, MİT’in tarafı olduğu
(dava konusu Kural’da atıf yapılan suçlarla ilgili dosyalar da dâhil) gerek
yetkilileri ve gerekse yasal temsilcileri (avukatları) mârifetiyle dosya
içeriğini inceleyebilme, ifade tutanaklarına, her türlü bilgi ve belgeye
erişebilme ve bunlardan örnek alabilme yetkisi bulunmaktadır. Ne var ki, dava
konusu düzenleme ile, MİT’in taraf olmadığı soruşturma ve / veya kovuşturma
dosyalarında, bu bapta dava konusu yaptığımız Kural’da atıf yapılan suçlara
ilişkin ifade tutanaklarına, dosyadaki her türlü bilgi ve belgeye erişim ve
bunlardan örnek alma hakkı ve yetkisi tanınmakla, doğrudan suçla mücadele -bir
anlamda- zayıflatılmış olmaktadır. Soruşturma ile yakalanması istenen
şüphelinin ve elde edilmesi gereken diğer deliller ile işlenen suçun
aydınlatılması, bazen dosyanın bir kısım içeriğinin davanın tarafları dışındaki
kişilerden gizli tutulmasını gerektirir.
Dolayısı
ile, bir soruşturma dosyasının ilk işlem anından itibaren tamamen MİT’in
erişimine açık hâle getirilmesi, devam eden soruşturma tedbirlerinin ifşâ edilmesine
yol açabileceğinden, suçla mücadeleyi neredeyse imkânsız hâle getirecektir.
Hâlbuki (5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 1. maddesinde de açıklandığı gibi),
ceza kanunlarının amacı; kişi hak ve özgürlüklerini, kamu düzen ve güvenliğini,
hukuk devletini, kamu sağlığını ve çevreyi, toplum barışını korumak, suç
işlenmesini önlemektir. Oysa, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937
sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendinde getirilen
düzenleme ile MİT’e 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun
İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dört, Beş, Altı ve Yedinci bölümlerinde yer alan
suçlara (318, 319, 324, 325 ve 332 nci maddeleri hariç olmak üzere) ilişkin
soruşturma ve kovuşturmalarda ifade tutanaklarına, her türlü bilgi ve belgeye
erişebilme ve bunlardan örnek alabilme yetkisi ve hakkı tanımaktadır.
Böylece, MİT’in tarafı olmadığı 5237 sayılı Türk Ceza
Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dört, Beş, Altı ve Yedinci bölümlerinde
yer alan suçlara (318, 319, 324, 325 ve 332 nci maddeleri hariç olmak üzere) ilişkin
soruşturma ve kovuşturma (dava) dosyaları MİT yönünden birer “açık kaynak”
hâline getirilmekte, hiçbir sınırlama olmaksızın MİT’in, soruşturma ve
kovuşturma (dava) dosyalarındaki her türlü işlem, bilgi ve belgeden haberdâr
olmasının yolu açılmakta ve böylece MİT’in taraf olmadığı soruşturma ve
kovuşturmalarda, doğrudan doğruya suçla mücadele zayıflatılmış olmaktadır.
Şüphesiz,
“hukuk devleti” olmanın gereklerinden biri de, ceza mevzuâtımızda tanımlanan
suçlarla “etkin” biçimde mücadele edilerek, toplum barışını sağlamak ve suç
işlenmesini önlemektir. Oysa, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937
sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendinde getirilen
düzenleme (6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişik 6. maddesinin birinci fıkrasında
yer alan “Millî İstihbarat Teşkilâtı bu Kanun kapsamındaki görevlerini yerine
getirirken aşağıdaki yetkileri kullanır.” biçimindeki dava-dışı tümce ile
birlikte değerlendirildiğinde), 5237 sayılı Türk Ceza
Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dört, Beş, Altı ve Yedinci bölümlerinde
yer alan suçlara ilişkin bu gerekliliği tamamen ortadan kaldıracak
mâhiyettedir. Bu itibarla, söz konusu hüküm, Anayasanın 2. maddesinde
belirtilen “hukuk devleti” ilkesine açıkça aykırıdır.
Açıklanmaya çalışılan nedenlerle, 6532 sayılı Kanunun 3.
maddesi ile değişik 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî
İstihbarat Teşkilatı Kanununun 6. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendi
hükmü, Anayasanın 2. maddesine aykırıdır. İptali gerekir.
Kuşkusuz, 6532
sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci
fıkrasının (c) bendinde getirilen düzenleme hakkında
ileri sürdüğümüz Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçeleri, aynı bendin
tamamı için geçerli olup, Kural’ın “… soruşturma ve kovuşturmalarda ifade
tutanaklarına, her türlü bilgi ve belgeye erişebilir, bunlardan örnek
alabilir.” biçimindeki sözcük öbeğinden önce gelen “26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun İkinci
Kitap Dördüncü Kısım Dört, Beş, Altı ve Yedinci bölümlerinde yer alan suçlara
(318, 319, 324, 325 ve 332 nci maddeleri hariç olmak üzere) ilişkin …” sözcük öbeğine de sirâyet etmekte ve anılan bu ibârenin
de -kaçınılmaz bir biçimde- sakatlanması ve Anayasaya aykırılığı sonucunu
doğurmaktadır.
Şüphesiz,
bu bapta ileri sürdüğümüz bütün Anayasaya aykırılık gerekçeleri, dava konusu
Kural’da yer alan “26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun İkinci
Kitap Dördüncü Kısım Dört, Beş, Altı ve Yedinci bölümlerinde yer alan suçlara
(318, 319, 324, 325 ve 332 nci maddeleri hariç olmak üzere) ilişkin …” sözcük öbeği için de aynen geçerlidir.
Yüksek Mahkemenizin gereksiz yere zamanını almamak ve lüzûmsuz tekrarlara yol
açmamak adına, dilekçemizin iş bu bölümünde ileri sürdüğümüz bütün Anayasaya
aykırılık gerekçelerini, “26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun İkinci
Kitap Dördüncü Kısım Dört, Beş, Altı ve Yedinci bölümlerinde yer alan suçlara
(318, 319, 324, 325 ve 332 nci maddeleri hariç olmak üzere) ilişkin …” sözcük öbeği için de aynen tekrar
ettiğimizi beyan etmekle yetiniyoruz. Zirâ, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile
değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendinde yer
alan “26/9/2004
tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dört,
Beş, Altı ve Yedinci bölümlerinde yer alan suçlara (318, 319, 324, 325 ve 332
nci maddeleri hariç olmak üzere) ilişkin
…” sözcük öbeği ile “…
soruşturma ve kovuşturmalarda ifade tutanaklarına, her türlü bilgi ve belgeye
erişebilir, bunlardan örnek alabilir.” biçimindeki sözcük öbeği
arasında -âdetâ- “organik” bir bağ mevcuttur; 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi
ile değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendinde
yer alan “26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun İkinci
Kitap Dördüncü Kısım Dört, Beş, Altı ve Yedinci bölümlerinde yer alan suçlara
(318, 319, 324, 325 ve 332 nci maddeleri hariç olmak üzere) ilişkin …” sözcük öbeği olmaksızın devamındaki “… soruşturma ve kovuşturmalarda ifade tutanaklarına, her
türlü bilgi ve belgeye erişebilir, bunlardan örnek alabilir.”
Kuralı başlıbaşına varlığını sürdürebilir; ancak, 6532 sayılı Kanunun 3.
maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (c)
bendinde yer alan “… soruşturma ve
kovuşturmalarda ifade tutanaklarına, her türlü bilgi ve belgeye erişebilir,
bunlardan örnek alabilir.” Kuralının varlığı söz konusu
olmaksızın, aynı bentte yer alan “26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun İkinci
Kitap Dördüncü Kısım Dört, Beş, Altı ve Yedinci bölümlerinde yer alan suçlara
(318, 319, 324, 325 ve 332 nci maddeleri hariç olmak üzere) ilişkin …” sözcük öbeği tek başına hüküm ifade etmez
ve başlıbaşına varlığını sürdüremez. Öyle ise, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi
ile değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendinde
yer alan hüküm hakkında ileri sürdüğümüz bütün Anayasaya aykırılık gerekçeleri,
Kural’ın tamamı için aynen geçerli olacaktır.
Diğer
yandan -yüksek malûmları olduğu üzere-, 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun “Dosya üzerinden inceleme ve
gerekçeyle bağlı olmama” başlığını taşıyan 43. maddesinin (4) numaralı fıkrası
aynen şu hükmü âmirdir:
“Başvuru, kanunun, kanun hükmünde
kararnamenin veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün sadece belirli madde
veya hükümleri aleyhine yapılmış olup da, bu madde veya hükümlerin iptali
kanunun, kanun hükmünde kararnamenin veya Türkiye Büyük Millet Meclisi
İçtüzüğünün diğer bazı hükümlerinin veya tamamının uygulanamaması sonucunu
doğuruyorsa, keyfiyeti gerekçesinde belirtmek şartıyla Mahkeme, uygulama
kabiliyeti kalmayan kanunun, kanun hükmünde kararnamenin veya Türkiye Büyük
Millet Meclisi İçtüzüğünün bahis konusu öteki hükümlerinin veya tümünün
iptaline karar verebilir.”
Dava
konusu yapılan 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun
6. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendinde yer alan “… soruşturma ve kovuşturmalarda ifade tutanaklarına, her
türlü bilgi ve belgeye erişebilir, bunlardan örnek alabilir.” Kuralı
hakkında Yüksek Mahkemenizce verilecek olası bir iptal kararı, aynı
bentte yer alan “26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun İkinci
Kitap Dördüncü Kısım Dört, Beş, Altı ve Yedinci bölümlerinde yer alan suçlara
(318, 319, 324, 325 ve 332 nci maddeleri hariç olmak üzere) ilişkin …” sözcük öbeğinin uygulanamaması sonucunu
doğuracaktır. Bu durumda, -şüphesiz, takdir Yüksek Mahkemenize ait olmak üzere-
6216 sayılı Kanunun yukarıda anılan 43. maddesinin (4) numaralı fıkrası
gereğince, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 6.
maddesinin birinci fıkrasının (c) bendinde yer alan “… soruşturma ve kovuşturmalarda ifade tutanaklarına, her
türlü bilgi ve belgeye erişebilir, bunlardan örnek alabilir.” sözcük grubunun iptal
başvurumuz doğrultusunda iptali hâlinde, uygulama kâbiliyeti kalmayan 6532
sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci
fıkrasının (c) bendinde yer alan “26/9/2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun İkinci
Kitap Dördüncü Kısım Dört, Beş, Altı ve Yedinci bölümlerinde yer alan suçlara
(318, 319, 324, 325 ve 332 nci maddeleri hariç olmak üzere) ilişkin …” sözcük öbeğinin de iptaline karar
verilmesi gerekmektedir.
d-) (i)
bendinde geçen:
“… alan
veya …”
Sözcük
öbeğinin (ibâresinin) Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi:
Bu
düzenleme ile (6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6.
maddesinin dava-dışı birinci fıkrasında yer alan “Millî
İstihbarat Teşkilatı bu Kanun kapsamındaki görevlerini yerine getirirken
aşağıdaki yetkileri kullanır:” Kural’ı ile, yine 6532 sayılı Kanunun 3.
maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (i)
bendinin dava konusu yaptığımız ibâre dışında kalan “MİT’te görev … alacak
kişilerin güvenilirliklerini ve uygunluklarını belirlemek için yalan makinası
uygulaması dâhil test teknik ve yöntemlerini kullanabilir.” sözcük grubu ile
birlikte değerlendirildiğinde; dava konusu ibâre ile, “Millî İstihbarat
Teşkilatı’nın (MİT’in) kendi bünyesinde görev alacak kişiler yanında, MİT’te
görev ‘alan kişilerin’ de güvenilirliklerini ve uygunluklarını belirlemek için
yalan makinası uygulaması dâhil test teknik ve yöntemlerini kullanabilir.”
hükmü getirilmektedir.
Dava konusu “… alan veya …” ibâresinin yer aldığı Kural’ın
öngördüğü hüküm ile, “Millî İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT’in) kendi bünyesinde
MİT’te görev ‘alan kişilerin’ güvenilirliklerini ve uygunluklarını belirlemek
için yalan makinası dahil test teknik ve yöntemlerinin uygulanabileceği
öngörülmektedir. Şüphesiz, MİT’te görev alan kişiler içerisinde, MİT Müsteşarı,
müsteşar yardımcıları, MİT bünyesindeki hizmet birimlerinin yönetici
konumundaki üst düzey görevlileri ve MİT’in her kademesinde kıdemli veya
kıdemsiz, eski veya yeni muhtelif kişiler bulunmaktadır. MİT’te görev alan bu
kişilerin, daha önce (göreve başlarken) güvenilirlikleri ve uygunlukları
belirlenerek ve dolayısı ile kendilerine itimât edilerek MİT uhdesinde göreve
başlatıldıkları bir vâkıâdır. Bu meyanda, MİT’te görev (“alan” değil) “alacak”
olan kişilerin güvenilirliklerini ve uygunluklarını belirlemek amacıyla, MİT’in
bir takım test ve teknik yöntemler kullanmasında, kanaatimizce, Anayasaya
herhangi bir aykırılık bulunmamaktadır. Ancak, MİT’te görev “alan” ile, görev
“alacak” kişileri -deyim yerinde ise- aynı kefeye koymak ve -muhtemelen türlü
riskleri göze alarak, özel hayatından ve aile yaşantısından tâvizler vererek ve
bu meyanda ifâ ettiği görev gereği pek çok fedâkarlığa katlanarak- yıllarını
MİT’e hizmet vererek geçirmiş bir MİT görevlisinin (Kural’da belirtildiği gibi,
MİT’te görev “alan” bir kişinin) güvenilirliğini ve uygunluğunu test etmek, o
kişinin insan haysiyetiyle bağdaşmaz.
Nitekim,
TBMM Adalet Komisyonunun 5271 sayılı CMK Tasarısına İlişkin Raporu’nda aynen şu
görüşlere yer verilmiştir: “Anayasal açıdan ahlakî değil, bağlayıcı bir hukukî
değer olan insan haysiyetinden vazgeçmek mümkün değildir. (…) İnsan haysiyeti,
bilinçli olma, kendi kaderini tayin etme ve kendi çevresini şekillendirme
yeteneği veren ve kişiliksizliği ortadan kaldıran ruhtur, manevî güçtür. Son
bir tahlilde insan haysiyeti adı verilen değerin hür irade olduğu söylenebilir.
İnsanı obje haline getiren ve kişiliği nedeniyle sahip olduğu değerin inkârı
anlamına gelen her türlü işlem insan haysiyetine aykırıdır.” (Cumhur Şahin, İzzet Özgenç; Türk Ceza Hukuku Mevzuatı,
Adalet Bakanlığı Eğitim Dairesi Başkanlığı, Birinci Baskı, Mart, 2007; TBMM
Adalet Komisyonunun 5271 sayılı CMK Tasarısına İlişkin Raporu, Tarih:1.12.2004,
Esas:1/535, 1/292, Karar: 65; sh.499 vd.).
Anayasamızın “Kişinin dokunulmazlığı, maddî ve manevî
varlığı” kenar başlıklı 17. maddesinin üçüncü fıkrasında, “Kimseye işkence ve
eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir cezaya veya
muameleye tâbi tutulamaz.” denilmektedir. Kuşkusuz, Anayasanın bu hükmünde
geçen “… kimse …” mefhûmu, MİT’te görev “alan” kişileri de kapsamaktadır. Bu
itibarla, hangi amaçla ve sâikle olursa olsun, MİT’te görev alan kişilerin, güvenilirliklerini ve uygunluklarını belirlemeye
çalışmak, o kişilerin, insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir muâmeleye tâbî
tutulması anlamına gelmekte ve dolayısı ile, Anayasanın -yukarıda belirtilen-
17. maddesinin üçüncü fıkrasında yer alan “… kimse insan haysiyetiyle
bağdaşmayan bir … muameleye tâbi tutulamaz.” ilkesiyle bağdaşmamaktadır (Bu
beyanımızdan da anlaşılabileceğini gibi, 6532
sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci
fıkrasının (i) bendini oluşturan Kural’da MİT’te görev “alacak” kişilerin MİT
tarafından güvenilirliklerinin ve uygunluklarının belirlenmesine ve bu
belirlemede kullanılacak yöntemlere ilişkin herhangi bir iptal talebimiz
yoktur; iptal talebimiz, MİT’te görev “alan” kişilerin, MİT tarafından güvenilirliklerinin ve uygunluklarının belirlenmesine
münhasırdır).
Bu nedenle, 6532
sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci
fıkrasının (i) bendini oluşturan “MİT’te görev alan veya alacak kişilerin
güvenilirliklerini ve uygunluklarını belirlemek için yalan makinası uygulaması
dâhil test teknik ve yöntemlerini kullanabilir.” hükmünde geçen ve MİT’te görev “alan” kişilerin, MİT tarafından
güvenilirliklerini ve uygunluklarını belirlenmesine cevaz veren dava konusu ibâre (Kural’ın öngördüğü düzenleme bir bütün
hâlinde değerlendirildiğinde), MİT’te görev “alan” kişiler yönünden rencide
edici (incitici) mâhiyettedir; insan haysiyetiyle bağdaşmamaktadır ve bu itibarla,
dava konusu ibâre, Anayasanın 17. maddesinin üçüncü fıkrası hükmüne aykırılık
teşkil etmektedir.
Diğer yandan, daha önce güvenilirlikleri ve
uygunlukları tesbit edilen ve böylece Devlet’in itimâdını kazanan kişilerin
görev aldıkları Kurumlarca güvenilirliklerini ve uygunluklarını yeniden teste
tâbî tutmak suretiyle, o kişileri rencide etmek, incitmek, insan haysiyeti ile
bağdaşmamakta ve dolayısı ile böylesi bir uygulama, “hukuk devleti” ilkesi ile
de çelişmektedir.
Anayasa Mahkemesi’nin pek çok Kararında isâbetle
vurgulandığı gibi, Anayasanın 2. maddesinde Cumhuriyetin
nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve
özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her
alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup, bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini
gerçekleştiren, Anayasaya aykırı tutum ve davranışlardan kaçınan, hukuku tüm
devlet organlarına egemen kılan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde
Anayasanın ve yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu
bilincinde olan devlettir. Buna göre,
Anayasamızın 2. maddesinde benimsenen “hukuk devleti” ilkesi, kişilerin insan haysiyetiyle
bağdaşmayan muâmelelere tâbî tutulmamalarını gerektirir. Bu itibarla, hangi
amaçla ve sâikle olursa olsun, daha önce
güvenilirlikleri ve uygunlukları tesbit edilen ve böylece Devlet’in itimâdını
kazanarak MİT’te görev “alan” kişilerin güvenilirliklerini ve uygunluklarını
yeniden belirlemeye çalışmak, o kişilerin, insan haysiyetiyle bağdaşmayan bir
muâmeleye tâbî tutulması anlamına gelmekte ve dolayısı ile, MİT’te görev “alan” kişilerin, MİT tarafından güvenilirliklerinin
ve uygunluklarının belirlenmesine cevaz
veren böylesi bir düzenleme, Anayasamızın 2. maddesinde benimsenen “hukuk
devleti” ilkesiyle çelişmektedir.
Açıklanmaya çalışılan nedenlerle, (6532
sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin
dava-dışı birinci fıkrasında yer alan “Millî
İstihbarat Teşkilatı bu Kanun kapsamındaki görevlerini yerine getirirken
aşağıdaki yetkileri kullanır:” Kural’ı yanında, yine 6532 sayılı Kanunun 3.
maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (i) bendinin
dava konusu yaptığımız ibâre dışında kalan “MİT’te görev … alacak kişilerin
güvenilirliklerini ve uygunluklarını belirlemek için yalan makinası uygulaması
dâhil test teknik ve yöntemlerini kullanabilir.” sözcük grubu ile birlikte
değerlendirildiğinde; 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937 sayılı
Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (i) bendini oluşturan “MİT’te görev
alan veya alacak kişilerin güvenilirliklerini ve uygunluklarını belirlemek için
yalan makinası uygulaması dâhil test teknik ve yöntemlerini kullanabilir.”
hükmünde geçen, “… alan veya …” ibâresi, Anayasanın 2. ve 17. maddelerine
aykırıdır. İptali gerekir.
(Bu meyanda, bu bapta dava konusu yaptığımız “… alan veya
…” ibâresinin sonunda yer alan “veya” bağlacından önce gelen “alan” sözcüğü
hakkında Yüksek Mahkemeniz tarafından olası bir iptal Kararı verilmesi hâlinde,
dava konusu ibârenin sonunda yer alan “veya” bağlacı da Kural içerisindeki
anlamını yitirecek ve bu bağlacın uygulanamaması sonucunu
doğuracaktır. Bu durumda, -şüphesiz, takdir Yüksek Mahkemenize ait olmak üzere-
6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında
Kanunun 43. maddesinin (4) numaralı fıkrası gereğince, 6532
sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci
fıkrasının (i) bendinde geçen “alan” sözcüğünün iptal başvurumuz
doğrultusunda iptali hâlinde, aynı ibârenin sonunda geçen ve uygulama
kâbiliyeti kalmayacak olan “veya” sözcüğünün de iptaline karar verilmesi
hususunu Yüksek Mahkemenizin takdirlerine bırakıyoruz).
e-) Ek (Onbirinci) fıkrada geçen:
“… yukarıdaki hükümlere ve diğer kanunlardaki düzenlemelere
bağlı kalmaksızın; MİT Müsteşarı veya yardımcısının onayıyla …”
Sözcük
grubunun (ibâresinin) Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi:
6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937 sayılı
Kanunun 6. maddesine eklenen ek (Onbirinci) fıkrada öngörülen düzenleme ile,
önleyici istihbarat elde etmek ve analiz yapabilmek amacıyla yukarıdaki (2937
sayılı Kanunun 6. maddesinin 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile eklenen işbu
onbirinci fıkrasına kadar olan) hükümlere ve diğer kanunlardaki düzenlemelere
bağlı kalmaksızın; MİT Müsteşarı veya yardımcısının onayıyla yurt dışında veya
yabancılar tarafından gerçekleştirilen iletişim ile ankesörlü telefonlarla
gerçekleştirilen iletişim ve MİT mensuplarının, MİT’te görev almış olanların
veya görev almak üzere başvuranların iletişiminin tespit edilebileceği,
dinlenebileceği, sinyal bilgileri değerlendirilebileceği, kayda alınabileceği
hükme bağlanmaktadır.
Davamız, bu Kural içerisinde yer alan “Önleyici istihbarat
elde etmek ve analiz yapabilmek amacıyla ‘yukarıdaki hükümlere ve diğer
kanunlardaki düzenlemelere bağlı kalmaksızın; MİT Müsteşarı veya yardımcısının
onayıyla’ yurt dışında veya yabancılar tarafından gerçekleştirilen iletişim ile
ankesörlü telefonlarla gerçekleştirilen iletişim ve MİT mensuplarının, MİT’te
görev almış olanların veya görev almak üzere başvuranların iletişiminin tesbit
edilebilmesini, dinlenebilmesini, sinyal bilgilerinin değerlendirilebilmesini
ve kayda alınabilmesini öngören düzenlemeye ilişkin olup, Kuralın bu
düzenlemenin dışında kalan “Önleyici istihbarat elde etmek ve analiz yapabilmek
amacıyla (…) yurt dışında veya yabancılar tarafından gerçekleştirilen iletişim
ile ankesörlü telefonlarla gerçekleştirilen iletişim ve MİT mensuplarının, MİT’te
görev almış olanların veya görev almak üzere başvuranların iletişiminin tesbit
edilebilmesine, dinlenebilmesine, sinyal bilgilerinin değerlendirilebilmesine
ve kayda alınabilmesine” yönelik olarak herhangi bir iptal talebimiz
bulunmamaktadır.
Şu halde, Önleyici istihbarat elde etmek ve analiz
yapabilmek amacıyla (…) yurt dışında veya yabancılar tarafından
gerçekleştirilen iletişim ile ankesörlü telefonlarla gerçekleştirilen iletişim ve
MİT mensuplarının, MİT’te görev almış olanların veya görev almak üzere
başvuranların iletişiminin tespit edilebilmesine, dinlenebilmesine, sinyal
bilgileri değerlendirilebilmesine, kayda alınabilmesine yönelik herhangi bir
talebimiz olmadığına göre, tabiatıyla, Kuralı oluşturan tümcenin yüklemini
(fiilini) teşkil eden yurt dışında veya yabancılar tarafından gerçekleştirilen
iletişim ile ankesörlü telefonlarla gerçekleştirilen iletişim ve MİT
mensuplarının, MİT’te görev almış olanların veya görev almak üzere
başvuranların iletişiminin tespit edilebilmesi, dinlenebilmesi, sinyal
bilgileri değerlendirilebilmesi, kayda alınabilmesi şeklindeki sözcük grubunun
iptalini talep etme cihetine gitmemiş olmamız doğaldır. Tarafımızdan, tümcenin
yüklemini (fiilini) oluşturan iletişiminin tespit edilebilmesi, dinlenebilmesi,
sinyal bilgileri değerlendirilebilmesi, kayda alınabilmesi sözcük grubu
hakkında da iptal talebinde bulunulmuş olsa idik, iptali konusunda herhangi bir
talebimiz bulunmayan “Önleyici istihbarat elde etmek ve analiz yapabilmek
amacıyla (…) yurt dışında veya yabancılar tarafından gerçekleştirilen iletişim
ile ankesörlü telefonlarla gerçekleştirilen iletişim ve MİT mensuplarının, MİT’te
görev almış olanların veya görev almak üzere başvuranların iletişiminin tesbit
edilebilmesine, dinlenebilmesine, sinyal bilgilerinin değerlendirilebilmesine
ve kayda alınabilmesine”ne ilişkin ibâre yüklemsiz kalacak ve bir anlam ifade
etmeyecekti. İşte, bu yüzden, tarafımızdan, iş bu dilekçe ile, 6532 sayılı Kanunun
3. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesine eklenen ek (Onbirinci)
fıkrada öngörülen Kuralın, “… yukarıdaki hükümlere ve diğer kanunlardaki
düzenlemelere bağlı kalmaksızın; MİT Müsteşarı veya yardımcısının onayıyla …”
ibâresi hakkında iptal talebinde bulunulmuştur.
Hemen belirtmek gerekir ki, 6532 sayılı Kanunun 3.
maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesine eklenen ek (Onbirinci)
fıkrasında dava konusu yaptığımız ibârede öngörülen düzenlemeye göre, Önleyici
istihbarat elde etmek ve analiz yapabilmek amacıyla “… yukarıdaki hükümlere ve
diğer kanunlardaki düzenlemelere bağlı kalmaksızın; MİT Müsteşarı veya
yardımcısının onayıyla …” yurt dışında veya yabancılar tarafından
gerçekleştirilen iletişim ile ankesörlü telefonlarla gerçekleştirilen iletişim
ve MİT mensuplarının, MİT’te görev almış olanların veya görev almak üzere
başvuranların iletişiminin tesbit edilebilmesine, dinlenebilmesine, sinyal
bilgilerinin değerlendirilebilmesine ve kayda alınabilmesine cevaz veren
böylesi bir düzenleme “hukuk devleti” ilkesini hiçe saymak anlamına
gelmektedir. Başka bir deyişle, MİT, yurt dışında veya yabancılar tarafından
gerçekleştirilen iletişim ile ankesörlü telefonlarla gerçekleştirilen iletişim
ve MİT mensuplarının, MİT’te görev almış olanların veya görev almak üzere
başvuranların iletişiminin tesbit edilebilmesinde, dinlenebilmesinde, sinyal
bilgilerinin değerlendirilebilmesinde ve kayda alınabilmesinde hiçbir sınır
tanımadan, “önleyici istihbarat elde etmek ve analiz yapabilmek amacı” adı
altında, 2937 sayılı Kanunun “yukarıdaki (6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle
değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesine eklenen ek [Onbirinci] fıkrasından
önce gelen bütün) hükümlere” ve “diğer kanunlardaki düzenlemelere” bağlı
kalmaksızın, sadece “MİT Müsteşarı veya yardımcısının onayıyla” yurt dışında
veya yabancılar tarafından gerçekleştirilen iletişim ile ankesörlü telefonlarla
gerçekleştirilen iletişim ve MİT mensuplarının, MİT’te görev almış olanların
veya görev almak üzere başvuranların iletişimini tesbit edebilecek, dinleyebilecek,
sinyal bilgilerini değerlendirebilecek ve kayda alabilecektir.
Yukarıda, 6532 sayılı Kanunun 1. maddesi
ile 2937 sayılı Kanunun 4. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (h) bendinde
dava konusu yaptığımız ibârenin Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi
bölümü ile, yine yukarıda, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 6.
maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinde dava konusu yaptığımız ibârenin
Anayasaya aykırılığı sebebiyle iptal gerekçesinde de açıkladığımız üzere,
istihbarat faaliyetlerinin kişi hak ve hürriyetlerini ihlâl etmeden
gerçekleştirilmesi ve denetimi açısından, yaşamın her alanında olduğu gibi,
istihbarat alanındaki hukukî düzenlemelerin açık, net, anlaşılabilir ve
çerçevesi çizilmiş olması gerekmektedir. Bu bağlamda, ideal bir istihbarat
faaliyetini düzenleyen kanun hükümlerinin, istihbarat örgütünün yapısını, temel
işlevini, görev alanlarını, yetkilerini, sınırlarını ve denetim mekanizmalarını
açık, net, anlaşılabilir şekilde belirlemesi gerekir. Anayasanın “Cumhuriyetin
nitelikleri” kenar başlıklı 2. maddesinde de; “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun
huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı,
Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan,
demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” denilmiştir. Nitekim, Anayasa
Mahkemesi’nin pek çok Kararında vurgulandığı gibi, “Anayasanın 2. maddesinde düzenlenen hukuk devleti, insan haklarına
dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka
uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa ve kanunlarla kendini bağlı sayan, yargı
denetimine açık olan devlettir.” (Anayasa Mahkemesi’nin 9.4.2014 gün ve 2014/38
Esas, 2014/80 Karar sayılı Kararı).
Kezâ, yine yukarıda, 6532 sayılı Kanunun 1.
maddesi ile 2937 sayılı Kanunun 4. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (h)
bendinde dava konusu yaptığımız ibârenin Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal
gerekçesi bölümü ile, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 6. maddesinin
birinci fıkrasının (a) bendinde dava konusu yaptığımız ibârenin Anayasaya
aykırılığı sebebiyle iptal gerekçesinde de açıkladığımız üzere, Anayasanın 2.
maddesinde belirtilen “hukuk devleti” ilkesinin temel unsurlarından biri
“hukukî belirlilik”tir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin, hem kişiler hem
de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ya da kuşkuya yer vermeyecek şekilde
açık, net, saydam, belirli, anlaşılır ve uygulanabilir olması; ayrıca, kamu
otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu tedbirler içermesi gerekir.Açık,
anlaşılır ve sınırları belli olmayan, elâstikî kavramlar içeren kurallar
vatandaşları korumanın değil, bilâkis, vatandaşları cezalandırmanın bir aracı
olabilir. “Hukukî belirlilik”ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup,
bireyin kanundan belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi
hukukî yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye ne türden
müdâhale yetkisi verdiğini bilmesini zorunlu kılmaktadır. Hukuk güvenliği,
normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete
güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu
zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar.
Oysa, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle
değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesine eklenen ek (Onbirinci) fıkrasında dava
konusu yaptığımız ibârede yer alan “… yukarıdaki hükümlere ve diğer
kanunlardaki düzenlemelere bağlı kalmaksızın; MİT Müsteşarı veya yardımcısının
onayıyla …” ibâresinde geçen “yukarıdaki hükümler”in hangi hükümler olduğu ve
yine “bağlı kalınmayacak” olan “diğer kanunlardaki düzenlemeler”in hangileri
olduğu belirtilmemiştir. Böylece, MİT’in, önleyici istihbarat elde etmek ve
analiz yapabilmek amacıyla yurt dışında veya yabancılar tarafından
gerçekleştirilen iletişim ile ankesörlü telefonlarla gerçekleştirilen iletişim
ve MİT mensuplarının, MİT’te görev almış olanların veya görev almak üzere
başvuranların iletişimini tespit ederken, dinlerken, sinyal bilgilerini
değerlendirirken ve kayda alırken “bağlı kalmayacağı” belirtilen “yukarıdaki
(6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesine
eklenen ek [Onbirinci] fıkrasından önce gelen) hükümlerin” ve “diğer
kanunlardaki düzenlemeler”in neler olduğu belirlenmemiştir. Şüphesiz, böylesi
bir belirsizlik altında, bir de, MİT Müsteşarına veya yardımcısına verilen
sınırları belirsiz ve ucu-açık geniş yetkiyle, kapsamı ve mâhiyeti değişebilen
hukukî belirsizlik içinde, yurt dışında veya yabancılar tarafından
gerçekleştirilen iletişim ile ankesörlü telefonlarla gerçekleştirilen iletişim
ve MİT mensuplarının, MİT’te görev almış olanların veya görev almak üzere
başvuranların iletişiminin tespit edilebilmesi, dinlenebilmesi, sinyal
bilgilerinin değerlendirilebilmesi, kayda alınabilmesi, “MİT Müsteşarının veya
yardımcısının onayı”na bağlanmakla, iletişiminin tespit edilebilmesinde,
dinlenebilmesinde, sinyal bilgilerinin değerlendirilebilmesinde ve kayda
alınabilmesinde -olası- keyfî uygulamalarının önü açılırken; “yukarıdaki
hükümlere ve diğer kanunlardaki düzenlemelere bağlı kalmaksızın” sözcük
öbeğiyle de, her ortama, görevin niteliğine, zamana ve zemine göre değişebilen
öngörülemez ölçütler getirilmektedir.
Zirâ, dava konusu ibâre, 6532 sayılı
Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesine eklenen ek
(Onbirinci) fıkrada yer almakta olup, bu fıkra hükmünde dava konusu ibârede
geçen “yukarıdaki hükümler” arasında (2937 sayılı Kanunun 1. ilâ 6. maddesinin
ek [Onbirinci] fıkrasına kadar) bir çok madde, fıkra, bent, tümce ve ibâre
mevcuttur. Şüphesiz, bunların her biri, farklı yasal düzenlemeler içermektedir.
Dava konusu ibârede geçen “yukarıdaki hükümler” sözcükleri ile yasakoyucunun,
bu hükümlerden hangilerini murâtteği anlaşılamamaktadır. Benzer şekilde, dava
konusu ibârede geçen ve pek çok düzenleme ihtivâ eden “diğer kanunlardaki
düzenlemeler”in hangi kanunlardaki, hangi düzenlemeler olduğu belirsizdir. Bu
nedenle, dava konusu ibâre ile, sınırları ve çerçevesi belirli olmayan bir
düzenlemeye sebebiyet verilmiştir.
Kanaatimizce, ne maksatla olursa olsun,
dava konusu ibârenin yer aldığı Kural’da dava-dışında bıraktığımız “Önleyici
istihbarat elde etmek ve analiz yapabilmek amacıyla” dahî olsa, böylesi bir
belirsizliğe yol açılması, bu belirsizliğin mâzereti ve haklı gerekçesi olamaz.
Bu itibarla, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6.
maddesine eklenen ek (Onbirinci) fıkrada dava konusu yaptığımız ibârede öngörülen
düzenleme, Anayasanın 2. maddesinde tanımlanan “hukuk devleti” ilkesine açıkça
aykırıdır.
Diğer yandan, MİT’in,
kendisini, -dava konusu ibârede olduğu gibi- gerek yukarıdaki (6532 sayılı
Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesine eklenen ek
[Onbirinci] fıkrasından önce gelen) hükümlere ve diğer kanunlardaki
düzenlemelere bağlı kalmaksızın MİT Müsteşarı veya yardımcısının onayıyla
önleyici istihbarat elde etmek ve analiz yapabilmek amacıyla yurt dışında veya
yabancılar tarafından gerçekleştirilen iletişim ile ankesörlü telefonlarla
gerçekleştirilen iletişim ve MİT mensuplarının, MİT’te görev almış olanların
veya görev almak üzere başvuranların iletişimi tespit edilebilmesi,
dinleyebilmesi, sinyal bilgilerini değerlendirebilmesi ve kayda alınabilmesi,
Anayasanın “yasama yetkisi” kenar başlıklı 7. maddesi hükmüne de aykırıdır.
Zirâ, Anayasanın 7. maddesinde, “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye
Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.” denilmiştir. Buna göre,
yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden alınıp, başka bir gerçek ya
da tüzel kişiye, makâma veya mercîiye devri, “yasama yetkisinin devri” anlamına
gelecektir.
Dava konusu ibârede ise,
yukarıdaki (6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6.
maddesine eklenen ek [Onbirinci] fıkrasından önce gelen) hükümlere ve diğer
kanunlardaki düzenlemelere bağlı kalmaksızın MİT Müsteşarı veya yardımcısının
onayıyla önleyici istihbarat elde etmek ve analiz yapabilmek adı altında, yurt
dışında veya yabancılar tarafından gerçekleştirilen iletişim ile ankesörlü
telefonlarla gerçekleştirilen iletişim ve MİT mensuplarının, MİT’te görev almış
olanların veya görev almak üzere başvuranların iletişimi tespit edilebilecek,
dinlenebilecek, sinyal bilgilerini değerlendirebilecek, kayda alınabilecek ve
böylece, “yukarıdaki (6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937 sayılı
Kanunun 6. maddesine eklenen ek [Onbirinci] fıkrasına kadar olan) hükümler” ile
“diğer kanunlardaki düzenlemeler” -deyim yerinde ise- by-pass edilerek (hiçe
sayılarak), MİT Müsteşarı veya yardımcısı, bir anlamda, kendisini yasakoyucunun
yerine koyacaktır. Başka bir deyişle, yurt dışında veya yabancılar tarafından
gerçekleştirilen iletişim ile ankesörlü telefonlarla gerçekleştirilen iletişim ve
MİT mensuplarının, MİT’te görev almış olanların veya görev almak üzere
başvuranların iletişiminin tespit edilebilmesinde, dinlenebilmesinde, sinyal
bilgilerinin değerlendirebilmesinde ve kayda alınabilmesinde, sadece kanun
hükümlerinin uygulanması gerekirken, dava konusu ibârenin öngördüğü düzenleme
ile, yurt dışında veya yabancılar tarafından gerçekleştirilen iletişim ile
ankesörlü telefonlarla gerçekleştirilen iletişim ve MİT mensuplarının, MİT’te
görev almış olanların veya görev almak üzere başvuranların iletişiminin tespit
edilebilmesinde, dinlenebilmesinde, sinyal bilgilerinin değerlendirebilmesinde
ve kayda alınabilmesinde (Kanunî düzenlemeler değil de) MİT Müsteşarı veya
yardımcısının onayı yeterli olacaktır. Kanaatimizce, ne maksatla olursa olsun,
dava konusu ibârenin yer aldığı Kural’da dava-dışında bıraktığımız “Önleyici
istihbarat elde etmek ve analiz yapabilmek amacıyla” dahî olsa, MİT Müsteşarı
veya yardımcısının onayının bulunması, yurt dışında veya yabancılar tarafından
gerçekleştirilen iletişim ile ankesörlü telefonlarla gerçekleştirilen iletişim
ve MİT mensuplarının, MİT’te görev almış olanların veya görev almak üzere
başvuranların iletişiminin tespit edilebilmesinin, dinlenebilmesinin, sinyal
bilgilerinin değerlendirebilmesinin ve kayda alınabilmesinin mâzereti ve haklı
gerekçesi olamaz.
Bu itibarla, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937
sayılı Kanunun 6. maddesine eklenen ek (Onbirinci) fıkrada dava konusu
yaptığımız ibârede yer alan sözcük grubu, bir bütün (kül) hâlinde değerlendirildiğinde,
“Yasama yetkisi”nin MİT Müsteşarı veya yardımcısına “devri” anlamına gelmektedir
ve dolayısı ile, Anayasanın 7. maddesi hükmüne açıkça aykırıdır.
Diğer yandan, mezkûr düzenleme, yâni, MİT’in Önleyici
istihbarat elde etmek ve analiz yapabilmek amacıyla yukarıdaki (6532 sayılı
Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesine eklenen ek
[Onbirinci] fıkradan önce gelen) hükümlere ve diğer kanunlardaki düzenlemelere
bağlı kalmaksızın; -yalnızca- MİT Müsteşarı veya yardımcısının onayıyla yurt
dışında veya yabancılar tarafından gerçekleştirilen iletişim ile ankesörlü
telefonlarla gerçekleştirilen iletişim ve MİT mensuplarının, MİT’te görev almış
olanların veya görev almak üzere başvuranların iletişimini tespit edilebilmesi,
dinlenebilmesi, sinyal bilgilerinin değerlendirilebilmesi ve kayda alınabilmesi
(az yukarıda açıklandığı veçhile Anayasanın 2. ve 7. maddelerine aykırılık
teşkil etmesi yanında) Anayasanın “Özel hayatın gizliliği” kenar başlıklı 20.
maddesi ile de çelişmektedir.
Zirâ, yurt dışında veya
yabancılar tarafından gerçekleştirilen iletişim ile ankesörlü telefonlarla
gerçekleştirilen iletişim ve MİT mensuplarının, MİT’te görev almış olanların
veya görev almak üzere başvuranların iletişimi sırasında kişiler (karşılıklı
görüşmenin tarafları, aralarındaki iki yönlü / etkileşimli (karşılıklı)
görüşmeleri sırasında gizli (mahrem) kalması gereken çok özel bilgileri
paylaşıyor olabilirler. Oysa, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937
sayılı Kanunun 6. maddesine eklenen ek (Onbirinci) fıkrada dava konusu
yaptığımız ibâre ile, artık, “yukarıdaki (6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle
değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesine eklenen ek [Onbirinci] fıkradan önce
gelen) hükümlere ve diğer kanunlardaki düzenlemelere bağlı kalmaksızın;
-yalnızca- MİT Müsteşarı veya yardımcısının onayıyla” yurt dışında veya
yabancılar tarafından gerçekleştirilen iletişim ile ankesörlü telefonlarla
gerçekleştirilen iletişim ve MİT mensuplarının, MİT’te görev almış olanların
veya görev almak üzere başvuranların iletişimini tespit edilebilmesi,
dinlenebilmesi, sinyal bilgilerinin değerlendirilebilmesi ve kayda alınabilmesi
olanaklı hâle gelmektedir.
Anayasamızın 20. maddesinin
birinci fıkrası, “Herkes, özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme
hakkına sahiptir. Özel hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz.”
hükmünü âmirdir. Hâlbuki, dava konusu yaptığımız ve “yukarıdaki (6532 sayılı
Kanunun 3. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesine eklenen ek
[Onbirinci] fıkradan önce gelen) hükümlere ve diğer kanunlardaki düzenlemelere
bağlı kalmaksızın; -yalnızca- MİT Müsteşarı veya yardımcısının onayıyla” yurt
dışında veya yabancılar tarafından gerçekleştirilen iletişim ile ankesörlü
telefonlarla gerçekleştirilen iletişim ve MİT mensuplarının, MİT’te görev almış
olanların veya görev almak üzere başvuranların iletişimleri sırasında,
kişilerin özel hayatlarını ilgilendiren bilgiler de dâhil, her türlü bilgiye
erişmesine ve o bilgileri işlemek suretiyle istihbarat ürünü elde edilmesine
imkân sağlayan böylesi bir düzenleme, Anayasanın “Özel hayatın gizliliği ve
korunması” ilkesini güvence altına alan 20. maddesinin, özellikle, birinci
fıkrasının ikinci tümcesinde yer alan “Özel hayatın ve aile hayatının
gizliliğine dokunulamaz.” kuralı ile bağdaşmamaktadır.
6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik
2937 sayılı Kanunun 6. maddesine eklenen ek (Onbirinci) fıkrada dava konusu
yaptığımız ibârede öngörülen düzenleme, aynı zamanda, Anayasamızın “Haberleşme
hürriyeti”ni güvence altına alan 22. maddesi ile de çelişmektedir. Zirâ,
Anayasanın “Haberleşme hürriyeti” kenar başlıklı 22. maddesinin birinci fıkrası
“Herkes, haberleşme hürriyetine sahiptir. Haberleşmenin gizliliği esastır.”
hükmünü âmirdir. Şüphesiz, yüzyüze görüşmeler dışında, iletişim, günümüzde
yalnızca mobil ya da ankesörlü telefonlarla gerçekleştirilmemektedir; bunların
yanında çağımızda “haberleşme”nin en hızlı ve etkin biçimde kullanıldığı ortam,
internet ortamıdır. Artık, kişiler, bir haberleşme yolu olarak e-posta
yöntemini de kullanmakta, güncel olaylara ilişkin haber ve yorumlarını internet
ortamından (muhtelif internet / sosyal medya ve paylaşım sitelerinden,
bloglardan vb.) izlemektedirler. Bu cümleden olarak, basın da haber değeri olan
pek çok bilgiyi ve veriyi internet üzerinden paylaşıma sunmakta ve günceli
yakalamak için internetin hızından yararlanmaktadır. İşte, Anayasamız, bütün bu
haberleşme faaliyetini Anayasal bir hak olarak 22. maddesinin birinci
fıkrasında güvence altına almıştır.
Oysa, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile
değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesine eklenen ek (Onbirinci) fıkrada dava
konusu yaptığımız “… yukarıdaki hükümlere ve diğer kanunlardaki düzenlemelere
bağlı kalmaksızın; MİT Müsteşarı veya yardımcısının onayıyla …” ibâresi, ek
(onbirinci) fıkrasının dava konusu yapmadığımız “Önleyici istihbarat elde etmek
ve analiz yapabilmek amacıyla (…) yurt dışında veya yabancılar tarafından
gerçekleştirilen iletişim ile ankesörlü telefonlarla gerçekleştirilen iletişim
ve MİT mensuplarının, MİT’te görev almış olanların veya görev almak üzere
başvuranların iletişimi tespit edilebilir, dinlenebilir, sinyal bilgileri
değerlendirilebilir, kayda alınabilir” sözcük grubu ile bir bütün (kül) hâlinde
değerlendirildiğinde, öngörülen düzenleme ile Anayasanın 22. maddesinin birinci
fıkrası hükmünde güvence altına alınan “Haberleşme hürriyeti”nin “özü”ne
dokunur mâhiyettedir.
Zirâ, ne maksatla yapılırsa yapılsın,
önleyici istihbarat elde etmek ve analiz yapabilmek amacıyla yapılmış olsa
dahî, kanaatimizce, kişilerin (vatandaş ya da yabancı olsun) her ne şekil ve
surette cereyan ederse etsin, aralarında gerçekleşen iletişimin, kendilerinin
bilgisi, rızası ve muvâfakatları dışında “yukarıdaki (6532 sayılı Kanunun 3.
maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesine eklenen ek [Onbirinci]
fıkradan önce gelen) hükümlere ve diğer kanunlardaki düzenlemelere bağlı
kalmaksızın; -yalnızca- MİT Müsteşarı veya yardımcısının onayıyla” tesbiti,
dinlenmesi, değerlendirilmesi ve kayda alınması, demokratik toplumların en
temel değerlerinden biri olan “haberleşme özgürlüğü”ne müdâhale anlamına
gelmektedir. Böylesine haksız bir müdâhalenin ise, “haberleşme özgürlüğü”nü
teminât altına alan Anayasanın 22. maddesinin birinci fıkrasının birinci ve
ikinci tümceleri hükümleri tarafından himâye görmeyeceği açıktır.
Her ne kadar, Anayasamızın 22. maddesinin üçüncü fıkrasında
“İstisnaların uygulanacağı kamu kurum ve kuruluşları kanunla belirlenir.”
denilmiş ise de, bu Kural’da belirtilen “kanun” sözcüğüyle “Hukuk devleti”
ilkesine, dolayısıyla “Anayasaya uygun” bir Kanunun murâdedildiği âşıkârdır.
Oysa, dava konusu yaptığımız 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937
sayılı Kanunun 6. maddesine eklenen ek (Onbirinci) fıkrada yer alan “…
yukarıdaki hükümlere ve diğer kanunlardaki düzenlemelere bağlı kalmaksızın; MİT
Müsteşarı veya yardımcısının onayıyla …” ibâresi (yukarıdan beri açıklamaya
çalıştığımız veçhile), “hukuk devleti” ilkesine aykırı olması hasebile,
“Anayasa”ya ve Anayasanın murâdettiği “kanun” kavramı içerisinde telâkkî edilemez.
O halde, Anayasanın 22. maddesinin üçüncü fıkrasında yer alan “İstisnaların
uygulanacağı kamu kurum ve kuruluşları kanunla belirlenir.” Kuralı, MİT’i,
istisnaların uygulanacağı kamu kurum ve kuruluşlarından biri hâline
getirmemekte ve dolayısı ile -bu bapta- dava konusu yaptığımız ibârede (düzenlemede)
beliren Anayasaya aykırılığı gidermemekte ve telâfi etmemektedir.
Açıklanmaya çalışılan nedenlerle, 6532 sayılı Kanunun 3.
maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesine eklenen ek (Onbirinci) fıkrada
dava konusu yaptığımız “… yukarıdaki hükümlere ve diğer kanunlardaki
düzenlemelere bağlı kalmaksızın; MİT Müsteşarı veya yardımcısının onayıyla …”
ibâresi (sözcük grubu), Anayasanın 2., 7., 20. ve 22. maddelerine aykırıdır.
İptali gerekir.
3-) 17.4.2014
tarihli ve 6532 sayılı “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat
Teşkilatı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 6. maddesi ile 1.11.1983 tarihli ve 2937 sayılı “Devlet İstihbarat
Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanunu”nun 26. maddesine eklenen,
a.) Ek (ikinci) fıkranın ikinci tümcesini
oluşturan:
“MİT
Müsteşarlığının, konunun görev ve faaliyetlerine ilişkin olduğunu belirtmesi
veya belgelendirmesi hâlinde adli yönden başkaca bir işlem yapılmaz ve herhangi
bir koruma tedbiri uygulanmaz.”
Söz
grubunun (tümcesinin) Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi:
Bu
düzenleme ile (ek ikinci fıkranın dava-dışı birinci tümcesi ile birlikte
değerlendirildiğinde), Cumhuriyet savcılarının, MİT’in
görev ve faaliyetleri ile mensuplarına ilişkin herhangi bir ihbar veya şikâyet
aldıklarında veya böyle bir durumu öğrendiklerinde ve bu durumu MİT
Müsteşarlığına bildiklerinde, MİT Müsteşarlığının, konunun görev ve
faaliyetlerine ilişkin olduğunu belirtmesi veya belgelendirmesi hâlinde adli
yönden başkaca bir işlem yapılmayacağı ve herhangi bir koruma tedbiri
uygulanmayacağı hükme bağlanmaktadır. Buna göre, Cumhuriyet savcıları, MİT’in
görev ve faaliyetleri ile mensuplarına ilişkin herhangi bir ihbar veya şikâyet
aldıklarında veya böyle bir durumu öğrendiklerinde ve bu durumu MİT
Müsteşarlığına bildiklerinde, MİT Müsteşarlığı, ihbar ve şikâyeti alan
Cumhuriyet savcısına, ihbar ve şikâyet konusu olayın görev ve faaliyetlerine
ilişkin olduğunu belirtmesi veya ihbar ve şikâyet konusu olayın görev ve
faaliyetlerine ilişkin olduğunu belgelendirmesi hâlinde Cumhuriyet savcısı
tarafından adlî yönden başkaca hiç bir işlem yapılamayacak ve herhangi bir
koruma tedbiri de uygulanmayacak ve böylece ihbar ve şikâyet konusu eylem
(fiil) -suç teşkil etse dahî- hiçbir hukukî işlem yapılmaksızın soruşturma
kapatılacak, olası suç konusu eylem ve suçun fâli cezasız kalacaktır.
Cumhuriyet
savcısı, ceza muhâkemesinde hukukî ilişkinin “süjesi” olduğundan, hem bazı
ödevleri yerine getirmekle yükümlüdür hem de bazı yetkilere sahiptir
(Selahattin Keyman, Ceza Muhakemesinde Savcılık, Ankara, 1970, sh.141 vd).
Muhâkeme ilişkisinin pasif süjesi olduğunda savcının ödevlerinden, aktif süjesi
olduğunda ise savcının yetkilerinden söz edilir. Cumhuriyet savcısının ödevlerinin
başında iddia göreviyle ve dolayısıyla ceza muhâkemesiyle ilgili olanlar gelir.
Ancak, Cumhuriyet savcısının bunların dışında kalan ödevleri de vardır.
Örneğin, herhangi bir suç haberini alan Cumhuriyet savcısı, kamu davası açmaya
yer olup olmadığını belirlemek üzere hemen soruşturmaya başlar ve gerekli
işlemleri bizzat veya kolluğun yardımıyla yapar; buna Cumhuriyet savcısının
“soruşturma yapma ödevi” denir. Ayrıca, Cumhuriyet savcısı, soruşturma sonunda
suç haberinin gerçek olduğu konusunda yeterli delil elde etmişse, kamu
davasının açılması için bir iddianame düzenleyerek görevli ve yetkili mahkemeye
vermekle ve mahkemenin iddianameyi kabûl etmesiyle açılan kamu davasını
yürütmekle yükümlüdür; buna da Cumhuriyet savcısının “kamu davası açma ve yürütme
ödevi” denilmektedir (5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu, madde: 170/1 ve
175/1). İddianameyi düzenlemek ve açılan kamu davasını yürütmek ödevini
Cumhuriyet savcısı bizzat yerine getirir (Nevzat Toroslu, Metin Feyzioğlu, Ceza
Muhakemesi Hukuku, Ankara, 2006, sh.118-119).
Bir suçun
işlendiğine ilişkin herhangi bir ihbar veya şikâyet alan veya işlendiğini
öğrenen Cumhuriyet savcısının görevi 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 160.
maddesinin birinci fıkrasında, “Cumhuriyet savcısı, ihbar veya başka bir
suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu
davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini
araştırmaya başlar.” biçiminde tarif edilmiştir. Bu hükme göre, Cumhuriyet
savcısı, ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir
hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek
üzere hemen işin gerçeğini araştırmakla yükümlüdür. Bu görev tarifinde, “işin
gerçeğini araştırmak” konusunda suça ve suçluya ilişkin herhangi bir istisnaya
(ayrıksı duruma) yer verilmemiştir. Cumhuriyet savcısı, ihbarın, şikâyetin, suç
işlendiği izlenimi veren hâlin, şüphelinin ya da eylemin niteliğine ve türüne
bakmaksızın bilâ istisna, kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek
üzere hemen işin gerçeğini araştırmak mükellefiyetindedir.
Yukarıdaki
bilgiler ışığında somut olaya baktığımızda, 6532 sayılı Kanunun 6. maddesi ile 2937 sayılı Kanununun 26. maddesine eklenen Ek (ikinci) fıkranın ikinci tümcesini oluşturan dava
konusu düzenleme ile Cumhuriyet savcılarının, MİT’in
görev ve faaliyetleri ile MİT mensuplarına ilişkin herhangi bir ihbar veya
şikâyet aldıklarında veya böyle bir durumu öğrendiklerinde ve bu durumu MİT
Müsteşarlığına bildiklerinde, MİT Müsteşarlığının, konunun “görev ve
faaliyetlerine ilişkin olduğunu belirtmesi” veya “belgelendirmesi” hâlinde adlî
yönden başkaca bir işlem yapılmayacağının ve herhangi bir koruma tedbiri
uygulanmayacağının öngörülmesi, yukarıda belirtilen Ceza Muhâkemesi
Hukukunun temel kurallarına ve hukuk devleti ilkesine aykırıdır.
6532
sayılı Kanunun 6. maddesi ile 2937 sayılı Kanununun
26. maddesine eklenen Ek (ikinci) fıkranın
ikinci tümcesinde yer alan Kural’ın getirdiği düzenleme, Kural’da MİT Müsteşarlığının, ihbar ve şikâyet konusu
vâkıânın kendi görev ve faaliyetlerine ilişkin olduğunu belirtmesi veya
belgelendirmesi hâlinde adlî yönden başkaca işlem yapılamaması ve herhangi bir
koruma tedbiri uygulanamaması, MİT’in görev ve faaliyetleri ile MİT
mensuplarına ilişkin herhangi bir ihbar veya şikâyetin Cumhuriyet savcıları
tarafından işleme konulmaması, ceza yargılaması açısından ön inceleme ve
soruşturma evresine geçilememesi nedeniyle, varsa suçun ve suçlunun ortaya
çıkarılmaması anlamına gelmektedir.
Hâlbuki (az yukarıda da değinildiği üzere), bir
suçun işlendiğine ilişkin herhangi bir ihbar veya şikâyet alan veya işlendiği
izlenimi edinen Cumhuriyet savcısının görevi 5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanununun 160. maddesinin birinci fıkrasında, “Cumhuriyet savcısı, ihbar veya başka
bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu
davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini
araştırmaya başlar.” biçiminde tarif edilmiştir. Kezâ, 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun 170. maddesinin ikinci fıkrası hükmünde, Soruşturma evresi
sonunda toplanan delillerin, suçun işlendiği hususunda yeterli şüphenin
oluşturması halinde, Cumhuriyet savcısının bir iddianame düzenleyeceği (kamu
davası açacağı) öngörülmüştür. Bu hükümlere göre, Cumhuriyet savcısı, ihbar
veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir
öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin
gerçeğini araştırmak ve gerekli gördüğü takdirde, ihbarın, şikâyetin, suç
işlendiği izlenimi veren hâlin niteliğine ve türüne bakmaksızın iddianame
tanzim edip, kamu davasını açmak mükellefiyetindedir. Buna göre, Cumhuriyet
savcısının işin gerçeğini araştırması, delil toplaması ve kamu davası açması
için yegâne ölçüt, -her ne şekil ve sûrette olursa olsun- ihbar veya başka bir
suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenmiş olmasıdır.
Ne var ki,
bu bölümde dava konusu yaptığımız Kural’ın öngördüğü düzenlemede, Cumhuriyet
savcısı, bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenmiş olsa dahî, suç
işlendiği izlenimini veren ahvâlin dayanağı olan ihbar ve şikâyetin MİT
müsteşarlığının, ihbar ve şikâyet konusu vâkıânın kendi görev ve faaliyetlerine
ilişkin olduğunu belirtmesi veya belgelendirmesi hâlinde
hiçbir işlem yapmayacak ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 160. maddesi
ile 170. maddesinde kendisine verilen “işin gerçeğini araştırma” ve -gerekirse-
“kamu davası açma” görevlerini yerine getirmeyecektir. Bu düzenleme ile MİT’in
görev ve faaliyetleri kapsamında görev alanlar ile MİT mensuplarının şikâyet
edilmesi ya da işledikleri suç fiilinin ihbârı sonucunda adlî yönden herhangi
bir işlem yapılması ve herhangi bir koruma tedbirinin uygulanması imkânsız hâle
geleceğinden, suçun ortaya çıkarılması ve suç işleyen MİT görevlilerinin
korunduğu izlenimine yol açması nedeniyle, Kural’da öngörülen düzenleme, bu
açıdan da, -yukarıda da vurgulandığı üzere- ceza hukukunun temel kurallarına ve
Anayasanın 2. maddesinde belirtilen “hukuk devleti” ilkesine açıkça aykırıdır.
Zirâ,
ihbar veya şikâyet konusu olayın MİT’in görev ve faaliyet alanına girip
girmediğine bakmaksızın, Cumhuriyet savcılarının, ihbar veya şikâyet
aldıklarında suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu
davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini
araştırmaya başlamaları ve ilgililer hakkında -gerekirse- kamu davası açabilme
yetkilerini kullanmaları “hukuk devleti” ilkesinin
bir gereğidir. Anayasa Mahkemesi’nin pek çok
Kararında isabetle vurgulandığı gibi, “Anayasanın 2. maddesinde belirtilen
hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir
hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini sağlayan, bu
bağlamda kazanılmış hakları güvence altına alan, Anayasaya aykırı durum ve
tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve
hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık,
yasaların üstünde Anayasanın ve yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk
ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir.” (Anayasa Mahkemesi’nin
23.12.2005 gün ve 2004/68 Esas, 2005/104 Karar sayılı Kararı).
Diğer
yandan, 6532 sayılı Kanunun 6. maddesi ile 2937 sayılı Kanununun 26. maddesine
eklenen Ek (ikinci) fıkranın ikinci tümcesini oluşturan dava konusu düzenleme
ile Cumhuriyet savcılarının, MİT’in görev ve faaliyetleri ile MİT mensuplarına
ilişkin herhangi bir ihbar veya şikâyet aldıklarında veya böyle bir durumu
öğrendiklerinde ve bu durumu MİT Müsteşarlığına bildiklerinde, MİT
Müsteşarlığının, konunun “görev ve faaliyetlerine ilişkin olduğunu belirtmesi”
veya “belgelendirmesi” hâlinde adlî yönden başkaca bir işlem yapılmayacağının
ve herhangi bir koruma tedbiri uygulanmayacağının öngörülmesi -yukarıda
belirtilen Ceza Muhâkemesi Hukukuna hâkim olan bütün ilke ve kurallara aykırı
bir biçimde-, Milli İstihbârat Teşkilâtı’nın (MİT’in) görev ve faaliyetlerine
ve Milli İstihbârat Teşkilâtı (MİT) mensuplarına, hukukumuzda başka hiçbir
gerçek ve / veya tüzel kişiye tanınmayan bir ayrıcalık yaratılmakta ve böylece
MİT’in görev ve faaliyetlerini yerine getirenler / MİT mensupları ile MİT’in
görev ve faaliyetlerinde yer almayanlar / MİT mensubu olmayanlar arasında bâriz
bir biçimde “kanun önünde eşitsizlik” husûle getirmektedir.
Anayasamızın “Kanun önünde eşitlik”
başlığını taşıyan 10. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, dil, ırk, renk,
cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle
ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” denilmektedir. Anayasamızın bu
hükmüne göre, “Herkes, … kanun önünde eşit…” olduğuna göre, maddede sözü geçen
“herkes” mefhumunun içine MİT’in görev ve faaliyetlerini yerine getirenler /
MİT mensupları ile MİT’in görev ve faaliyetleri içerisinde yer almayanlar / MİT
mensubu olmayanlar da girmektedir. Az yukarıda belirtildiği veçhile, 5271
sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 160. maddesinin birinci fıkrası hükmünce,
“Cumhuriyet savcısı, ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği
izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup
olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlar.” Bu
hükme göre, Cumhuriyet savcısı, MİT’in görev ve faaliyetlerinde yer almayanlar
/ MİT mensubu olmayanlar veya MİT mensubu olup da, MİT müsteşarlığı tarafından,
ihbar veya şikâyet konusu olayın MİT’in görev ve faaliyetlerine ilişkin olduğu
belirtilmeyen veya belgelendirilmeyenler hakkında herhangi bir ihbar veya başka
bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu
davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini
araştırmakla yükümlü iken, 6532 sayılı Kanunun 6. maddesi ile 2937 sayılı Kanununun 26. maddesine eklenen Ek (ikinci) fıkranın ikinci tümcesini oluşturan dava
konusu düzenleme ile Cumhuriyet savcıları MİT
Müsteşarlığının, konunun “görev ve faaliyetlerine ilişkin olduğunu belirtmesi”
veya “belgelendirmesi” hâlinde MİT’in görev ve faaliyetlerini yerine
getirenler / MİT mensupları hakkında adlî yönden hiç bir işlem yapamayacak ve
herhangi bir koruma tedbiri cihetine gidilemeyecektir.
Hâl böyle olunca, MİT’in görev ve
faaliyetlerinde yer alanlar ve MİT mensupları ile MİT’in görev ve
faaliyetlerinde yer almayanlar ve MİT mensubu olmayanlar (veya MİT’in görev ve
faaliyetlerinde yer alıp ya da MİT mensubu olup da, MİT Müsteşarlığı tarafından
konunun görev ve faaliyetlerine ilişkin olduğu belirtilmeyenler veya
belgelendirilmeyenler) arasında “kanun önünde eşitsizlik” husûle gelmesine yol
açacaktır. Cumhuriyet savcısı, MİT’in görev ve faaliyetlerinde yer almayanlar
ve MİT mensubu olmayanlar (veya MİT’in görev ve faaliyetlerinde yer alıp veya
MİT mensubu olup da, MİT Müsteşarlığı tarafından konunun görev ve
faaliyetlerine ilişkin olduğu belirtilmeyenler veya belgelendirilmeyenler)
hakkında 5271 sayılı CMK.nun 160. maddesinin birinci fıkrası uyarınca, ihbar,
şikâyet veya başka bir surette suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli
öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya mahal olup olmadığına karar vermek üzere
hemen işin gerçeğini araştırmaya başlamak ve 5271 sayılı CMK.nun 170.
maddesinin ikinci fıkrası hükmünce soruşturma evresi sonunda toplanan
delillerin, suçun işlendiği konusunda yeterli şüphe oluşturması halinde
iddianame düzenleyerek kamu davasını açmak mükellefiyetinde iken, 6532 sayılı Kanunun
6. maddesi ile 2937 sayılı Kanununun 26. maddesine
eklenen Ek (ikinci) fıkranın ikinci
tümcesini oluşturan dava konusu düzenleme ile MİT müsteşarlığınca ihbar ve
şikâyet konusu olayın MİT’in görev ve faaliyetlerine ilişkin olduğu
belirtilmesi veya belgelendirilmesi hâlinde, MİT’in görev ve faaliyetlerinde
yer alanlar ve / veya MİT mensupları hakkında aynı veya benzeri bir ahvâlin
vukuu durumunda, adlî yönden hiçbir işlem yapamayacaktır.
Başka bir değişle, suçu sâbit görülen
MİT’in görev ve faaliyetlerinde yer alan ve / veya MİT mensubu bir şüpheli veya
sanık hakkında, MİT müsteşarlığının, konunun görev ve faaliyetlerine ilişkin
olduğunu belirtmesi veya belgelendirmesi hâlinde (5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanununun 160. maddesinin birinci fıkrası ile 170. maddesi hükümlerine tamamen
mugâyir bir biçimde), Cumhuriyet savcısı tarafından kamu davası açılamayacak ve
kezâ, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Dördüncü Kısım’ında 90. ve devamı
maddelerinde öngörülen Koruma tedbirleri olan yakalama ve gözaltı, tutuklama,
adlî kontrol, arama ve elkoyma, telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin
denetlenmesi, gizli soruşturmacı görevlendirilmesi ve teknik araçlarla izleme
gibi koruma tedbirlerinin tatbîki cihetine gidilemeyecektir. O halde, dava
konusu mezkûr düzenleme, apaçık, MİT görev ve faaliyetlerinde bulunanlar ile
MİT mensuplarına sağlanan -deyim yerinde ise- yasal bir “zırh” ve bir “kalkan”
anlamına gelmektedir ve aynı yasal koruma ve kollamanın, diğer kamu kurum ve
kuruluşlarına, görev ve faaliyetlerine ve MİT mensubu olmayan kişilere
uygulanmaması “kanun önünde eşitlik” ilkesine aykırılık teşkil etmektedir.
Bu
aykırılık, Anayasanın sadece 10. maddesinin birinci fıkrasına aykırılık teşkil
etmemektedir; iptalini talep ettiğimiz bu düzenleme,
aynı zamanda, Anayasanın “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye
veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” hükmünü ihtivâ eden 10. maddesinin dördüncü
fıkrasına da aykırıdır. Zirâ, anılan düzenleme ile, MİT’in görev ve
faaliyetleri ile MİT mensupları hakkında adlî yönden işlem yapılabilmesi ve
herhangi bir koruma tedbirine hükmolunabilmesi, “MİT müsteşarlığının, konunun
görev ve faaliyetlerine ilişkin olduğunu belirtmesi veya belgelendirmesi”
şartına bağlanmakla, haklarında ihbar veya şikâyet olan MİT’in görev ve
faaliyetlerinde bulunanlar ile MİT mensupları lehine; fakat, haklarında, MİT’in
görev ve faaliyetlerinde bulunmayanlar ile MİT mensubu olmayanlar veya MİT’in
görev ve faaliyetlerinde yer alsa veya MİT mensubu olsa dahî, “MİT
müsteşarlığının, konunun görev ve faaliyetlerine ilişkin olduğunu belirtmemesi
veya belgelendirmemesi” hâlinde bu kişiler aleyhine bir ayrıcalık (imtiyaz)
tanınmaktadır. Anayasamızın 10. maddesinin dördüncü fıkrası hükmü “Hiçbir
kişiye … imtiyaz tanınamaz.” dediğine göre, haklarında ihbar veya şikâyet vâkî
olan ve MİT müsteşarlığı tarafından ihbar ve şikâyet konusu olan olayın kendi
görev ve faaliyetlerine ilişkin olduğu belirtilen veya belgelenen MİT’in görev
ve faaliyetlerinde bulunanlar ile MİT mensuplarına (olası şüphelilere) bu
şekilde imtiyaz sağlanması, Anayasamızın 10. maddesinin dördüncü fıkrasına da
aykırılık teşkil etmektedir.
Diğer
yandan, yine Anayasanın 10. maddesinin beşinci (son) fıkrasında, “Devlet
organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine
uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” hükmü yer almaktadır. Şüphesiz,
“Devlet organları” kavramı içerisine “Yasama organı” da girmektedir. Oysa,
Yasama organı, bu tasarrufuyla, yâni 6532 sayılı Kanunun iptalini talep
ettiğimiz bu hükmü ile haklarında ihbar veya şikâyet vâkî olan ve MİT
müsteşarlığı tarafından ihbar ve şikâyet konusu olan olayın kendi görev ve
faaliyetlerine ilişkin olduğu belirtilen veya belgelenen MİT’in görev ve
faaliyetlerinde bulunanlar ile MİT mensupları (olası şüpheliler) yönünden lehe
bir düzenleme getirdiğinden, “Kanun önünde eşitlik” ilkesine uygun hareket
etmemiş olmaktadır. Dolayısı ile, 6532 sayılı Kanunun 6. maddesi ile 2937 sayılı Kanununun 26. maddesine eklenen Ek (ikinci) fıkranın ikinci tümcesini oluşturan dava
konusu düzenleme, Anayasamızın 10. maddesinin beşinci
(son) fıkrası hükmüne de açıkça aykırıdır.
6532 sayılı Kanunun 6. maddesiyle 2937 sayılı Kanunun 26. maddesine
eklenen Ek (ikinci) fıkrasının ikinci tümcesinde öngörülen düzenleme, kanaatimizce,
Anayasamızın 125. maddesinin birinci fıkrasının birinci tümcesi hükmüne de
aykırılık teşkil etmektedir. Zirâ, Anayasanın 125. maddesinin birinci
fıkrasının birinci tümcesinde, “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı
yargı yolu açıktır.” denilerek etkin bir yargı denetimi amaçlanmıştır. Çünkü,
yargı denetimi, bir hukuk devletinin “olmazsa olmaz” koşuludur. Bu Kural,
idarenin kamu hukuku ya da özel hukuk alanına giren tüm eylem ve işlemlerini
kapsamaktadır.
Anayasamızın
125. maddesinin birinci fıkrasının birinci tümcesinde, İdarenin her
türlü eylem ve işlemlerine karşı açık olduğu vurgulanan “yargı yolu” mefhûmu
içerisine ceza muhâkemesinde ihbar, şikâyet veya başka bir surette Cumhuriyet
savcısı tarafından başlatılan “soruşturma evresi”nin de dâhil olduğu
kuşkusuzdur. Az yukarıda da açıklanmaya çalışıldığı veçhile, 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun 160. maddesinin birinci fıkrası hükmünce, Cumhuriyet
savcısı, ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir
hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek
üzere hemen işin gerçeğini araştırmakla yükümlüdür. Oysa, 6532 sayılı Kanunun
6. maddesi ile 2937 sayılı Kanununun 26. maddesine
eklenen Ek (ikinci) fıkranın ikinci
tümcesini oluşturan dava konusu düzenleme ile Cumhuriyet savcıları MİT Müsteşarlığının, konunun “görev ve faaliyetlerine
ilişkin olduğunu belirtmesi” veya “belgelendirmesi” hâlinde, MİT’in
görev ve faaliyetlerini yerine getirenler / MİT mensupları hakkında adlî yönden
hiç bir işlem yapamayacak ve herhangi bir koruma tedbiri cihetine
gidilemeyecektir. Böylesi bir düzenleme, apaçık, Anayasanın 125.
maddesinin birinci fıkrasının birinci tümcesinde, İdarenin her
türlü eylem ve işlemlerine karşı açık olduğu vurgulanan “yargı yolu”nun MİT’in
görev ve faaliyetleri ile MİT mensuplarına kapatılması; başka bir ifade ile,
(MİT Müsteşarlığının, Cumhuriyet savcısına gelen herhangi bir ihbar veya
şikâyet konusu vâkıânın) görev ve faaliyetlerine ilişkin olduğunun belirtilmesi
veya belgelendirilmesi durumunda MİT’in yargı denetiminden muaf tutulması
anlamına gelmektedir. Dolayısı ile, mezkûr düzenleme ile (dava-dışı 6532 sayılı
Kanunun 6. maddesi ile 2937 sayılı Kanununun 26.
maddesine eklenen Ek (ikinci) fıkranın
birinci tümcesindeki düzenleme de dikkate alındığında), Cumhuriyet savcılarının
MİT’in görev ve faaliyetleri ile mensuplarına ilişkin herhangi bir ihbar veya
şikâyet aldıklarında veya böyle bir durumu öğrendiklerinde, MİT
Müsteşarlığının, konunun görev ve faaliyetlerine ilişkin olduğunu belirtmesi
veya belgelendirmesi hâlinde adlî yönden başkaca bir işlem yapılmaması ve
herhangi bir koruma tedbiri uygulanmamasına yönelik mezkûr düzenleme ile MİT’in
eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu kapatılmakla, Anayasanın “Yargı yolu”
kenar başlıklı 125. maddesine açıkça aykırılık teşkil etmektedir.
Bütün bu açıklamaya çalıştığımız nedenlerle, 6532
sayılı Kanunun 6. maddesi ile 2937 sayılı Kanununun
26. maddesine eklenen Ek (ikinci) fıkranın
ikinci tümcesini oluşturan dava konusu düzenleme,
Anayasanın 2., 10. ve 125. maddelerine açıkça aykırıdır. İptali gerekir.
b.) Ek (üçüncü) fıkrasında geçen:
“İsimsiz, imzasız, adressiz yahut takma adla yapıldığı
anlaşılan ya da …”
Sözcük grubu (ibâresi) ile,
“… delilleri ve dayanakları gösterilmeyen …”
Sözcük
grubunun (ibâresinin) Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi:
Bu
düzenleme ile (ek ikinci fıkranın dava-dışı birinci tümcesi ve ek üçüncü
fıkranın dava-dışı “… belli bir olayı ve nedeni içermeyen ihbar ve şikâyetler,
… Cumhuriyet savcılarınca işleme konulmaz.” ibâresi ile birlikte
değerlendirildiğinde), Cumhuriyet savcılarının, MİT’in
görev ve faaliyetleri ile mensuplarına ilişkin herhangi bir ihbar veya şikâyet
aldıklarında, bu ihbar ve şikâyetlerin isimsiz, imzasız, adressiz yahut takma adla
yapıldığının anlaşılması ya da delilleri ve dayanaklarının gösterilmemesi
hâlinde Cumhuriyet savcılarınca işleme konmayacağı öngörülmektedir.
Başka bir
deyişle, bu düzenleme ile, Cumhuriyet savcılarının, MİT’in görev ve
faaliyetleri ile mensuplarına ilişkin herhangi bir ihbar veya şikâyeti işleme
koymaları, ihbar ve şikâyetin isimsiz, imzasız, adressiz yahut takma adla
yapılmaması ve ihbar ve şikâyet konusu olayın delillerinin ve dayanaklarının
gösterilmesi şartına bağlanmaktadır.
6532
sayılı Kanunun 6. maddesi ile 2937 sayılı Kanununun
26. maddesine eklenen Ek (üçüncü) fıkrada
yer alan ve bu bapta dava konusu yaptığımız sözcük gruplarının (ibârelerinin)
getirdiği düzenleme, Kural’da
öngörülen koşulları taşımayan ihbar ve şikâyet dilekçelerinin Cumhuriyet
savcıları tarafından işleme konulmaması, ceza yargılaması açısından ön inceleme
ve soruşturma evresine geçilemediği için varsa suçun ve suçlunun ortaya
çıkarılmaması anlamına gelmektedir.
Hâlbuki (az yukarıda da değinildiği üzere), bir
suçun işlendiğine ilişkin herhangi bir ihbar veya şikâyet alan veya işlendiği
izlenimi edinen Cumhuriyet savcısının görevi 5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanununun 160. maddesinin birinci fıkrasında, “Cumhuriyet savcısı, ihbar veya
başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir
öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin
gerçeğini araştırmaya başlar.” biçiminde tarif edilmiştir. Kezâ, 5271 sayılı
Ceza Muhakemesi Kanununun 170. maddesinin ikinci fıkrası hükmünde, Soruşturma
evresi sonunda toplanan delillerin, suçun işlendiği hususunda yeterli şüphenin
oluşturması halinde, Cumhuriyet savcısının bir iddianame düzenleyeceği (kamu
davası açacağı) öngörülmüştür. Bu hükümlere göre, Cumhuriyet savcısı, ihbar
veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir
öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin
gerçeğini araştırmak ve gerekli gördüğü takdirde, ihbarın, şikâyetin, suç
işlendiği izlenimi veren hâlin niteliğine ve türüne bakmaksızın iddianame
tanzim edip, kamu davasını açmak mükellefiyetindedir. Buna göre, Cumhuriyet
savcısının işin gerçeğini araştırması, delil toplaması ve kamu davası açması
için yegâne ölçüt, -her ne şekil ve sûrette olursa olsun- ihbar veya başka bir
suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenmiş olmasıdır.
Ne var ki,
bu bölümde dava konusu yaptığımız ibârelerin öngördüğü düzenlemede, Cumhuriyet
savcısı, bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenmiş olsa dahî, suç
işlendiği izlenimini veren ahvâlin dayanağı olan ihbar ve şikâyetin isimsiz, imzasız, adressiz yahut takma adla yapılması ya da
ihbar şikâyetin konusu olan vâkıâ ile ilgili olarak delillerin ve
dayanaklarının gösterilmemesi hâlinde hiçbir işlem yapmayacak ve 5271 sayılı
Ceza Muhakemesi Kanununun 160. maddesi ile 170. maddesinde kendisine verilen
“işin gerçeğini araştırma” ve -gerekirse- “kamu davası açma” görevlerini yerine
getirmeyecektir. Bu düzenleme ile MİT’in görev ve faaliyetleri kapsamında görev
alanlar ile MİT mensuplarının şikayet edilmesi ya da işledikleri suç fiilinin
ihbârı imkânsız hale geleceğinden, suçun ortaya çıkarılması ve suç işleyen kamu
görevlilerinin korunduğu izlenimine yol açması nedeniyle, Kural’da öngörülen
koşulları taşımayan ihbar ve şikayetlerin işleme konulmamasını öngören dava
konusu “isimsiz, imzasız, adressiz yahut takma adla yapıldığı anlaşılan ya da…”
ibâresi ile “… delilleri ve dayanakları gösterilmeyen …” ibâresi, ceza hukukunun
temel kurallarına ve Anayasanın 2. maddesinde belirtilen “hukuk devleti”
ilkesine aykırıdır.
Diğer yandan, Anayasanın 36. maddesinin birinci
fıkrasında “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak
suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile
adil yargılanma hakkına sahiptir.” denilmektedir. Kezâ, Anayasanın “Siyasî
Haklar ve Ödevler” başlıklı Dördüncü Bölümünde yer alan “Dilekçe, bilgi edinme
ve kamu denetçisine başvurma hakkı” kenar başlıklı 74. maddesi de,“Vatandaşlar
ve karşılıklılık esası gözetilmek kaydıyla Türkiye’de ikamet eden yabancılar
kendileriyle veya kamu ile ilgili dilek ve şikâyetleri hakkında, yetkili
makamlara ve Türkiye Büyük Millet Meclisine yazı ile başvurma hakkına
sahiptir.” hükmünü âmirdir.
Anayasanın 36. maddesinde “Hak arama
hürriyeti”; 74. maddesinde ise “Dilekçe hakkı” düzenlendiğine ve anılan haklar
Anayasamız tarafından teminat altına alındığına göre, “ihbar ve şikayette
bulunma eylemi”nin “hak arama hürriyeti” ile “dilekçe hakkı” ve -bu meyanda-
“bilgi edinme hakkı”nın bir parçası olduğu açıktır. Suçluların ve maddi
gerçeğin ortaya çıkarılması amacıyla dilekçe vermek, ihbar ve şikâyette
bulunmak suretiyle “dilekçe hakkı”nın ve “hak arama hürriyeti”nin kullanılması
da hukuk devleti ilkesinin bir gereğidir. Zirâ, Anayasa
Mahkemesi’nin pek çok Kararında isabetle vurgulandığı gibi, “Anayasanın 2.
maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve
özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her
alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya
aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen
kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan
devlettir.” (Anayasa Mahkemesi’nin 16.1.2014 gün ve 2013/61 Esas, 2014/3 Karar
sayılı Kararı).
Yönetime karşı dilekçe
ve şikâyetlerin bireysel veya toplu olarak bildirilmesinin, demokratik bir
toplumda bazı sorunların çözümü için etkili bir yol olduğu, bu nedenle dilekçe
hakkının, bir siyasal hak olarak tanınıp Anayasal güvenceye kavuşturulduğu
kuşkusuzdur (Anayasa Mahkemesi’nin 28.1.2010 gün ve 2008/111 Esas, 2010/22
Karar sayılı Kararı).
Yasakoyucu, kamu otoritesinin saygınlığı
ve kamu görevlisinin onurlu bir yaşam sürme hakkı ile hak arama özgürlüğü,dilekçe
hakkı ve temel
hakların korunması arasındaki dengeyi korumak zorundadır. Hak arama özgürlüğünü
ve dilekçe hakkını kullanan kişi, ihbar ve şikâyette bulunurken gerçeklere ve
delillere dayandığı takdirde her türlü yasal tehditten uzak kalacağından emin
olmalıdır (Anayasa Mahkemesi’nin 21.5.2008 gün ve 2004/76 Esas, 2008/108 Karar
sayılı Kararı).
Öte yandan, şikâyet ve ihbardan beklenen toplumsal yararlar
gözetildiğinde ihbar veya şikâyette bulunanın açık kimliğinin belli olup
olmaması birinci derecede önem taşımadığı gibi esasen soruşturmacı tarafından
yapılması gereken araştırma ve delil toplama yükümlülüğünün ihbarcı ve
şikâyetçi tarafından yapılması ve sunulması şartı, ihbar ve şikâyetin hukuksal
niteliğine de uygun değildir (Anayasa Mahkemesi’nin
21.5.2008 gün ve 2004/76 Esas, 2008/108 Karar sayılı Kararı, Üye Zehra Ayla
Perktaş’a ait Muhalefet Şerhi).
Gerçekten, Cumhuriyet savcısının (5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun 160. maddesi hükmünce) ihbar veya başka bir suretle bir
suçun işlendiği izlenimi veren bir hâli öğrenir öğrenmez işin gerçeğini
araştırmaya başlaması ve (5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 160. maddesi
hükmünce) ihbar ve şikâyet üzerine suçun işlendiği hususunda yeterli şüphe
oluşması hâlinde kamu davası açma görevini yerine getirilmesi için ihbar ve
şikâyet yönteminde (dilekçe hakkı ile hak arama hürriyetinin kullanımında)
isim, imza, adres veya gerçek ad aranması, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanununda ihbar ve şikâyetin işleme konulabilmesi için bir koşul olarak
aranmadığı gibi, şikâyet ve ihbardan beklenen toplumsal yararlar gözetildiğinde
ihbar veya şikâyette bulunanın ille de açık kimliğinin (isminin, imzasının,
adresinin ya da gerçek adının) belli olup olmaması, birinci derecede önem
taşımamaktadır. Şikâyet ve ihbardan beklenen toplumsal yararlar ve bu meyanda,
olası bir suçun ve suç fâilinin ortaya çıkartılmasında belirecek kamu yararı
gözetildiğinde, Cumhuriyet savcısının gerçeği araştırması, delil toplaması ve
-gerekli gördüğü takdirde- kamu davasını açabilmesinin, ihbar veya şikâyette
bulunanın mutlaka açık kimliğinin (isminin, imzasının, adresinin ya da gerçek
adının) mevcûdiyeti şartına bağlanması, kanaatimizce, demokratik toplumların en
temel değerlerinden olan “dilekçe hakkı” ile “hak arama hürriyeti”nin ihlâli
anlamına gelmektedir.
Diğer yandan, yine şikâyet ve ihbardan beklenen toplumsal
yararlar gözetildiğinde ihbar veya şikâyette bulunanın, ihbar ve şikâyetinin
(dava konusu düzenlemede olduğu gibi), Cumhuriyet savcılarınca işleme
konulabilmesinin “delillerin ve dayanaklarının gösterilmesi” şartına bağlanması
ihbar ve şikâyetin hukukî niteliğine de uygun değildir. Zirâ, Ceza
Muhâkemesinde ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren
bir hâli öğrenir öğrenmez … işin gerçeğini araştırmak ve delilleri toplamak
görevi, bizzat Cumhuriyet savcısına verilmiş bir görevdir (5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanunu, madde:160). Oysa, 6532 sayılı Kanunun 6.
maddesi ile 2937 sayılı Kanununun 26. maddesine
eklenen Ek (üçüncü) fıkrada yer alan ve
bu bapta dava konusu yaptığımız sözcük gruplarının (ibârelerinin) getirdiği düzenleme ile, bu görev, Cumhuriyet savcısından alınarak ihbar ve
şikâyette bulunanlara verilmektedir. Anayasanın 36. maddesi kapsamında “hak
arama hürriyeti”ni; 74. maddesi kapsamında da “dilekçe hakkı”nı kullanmak
suretiyle ihbar ve şikâyette bulunan kişiye, ihbar ve şikâyet konusu yaptığı
vâkıânın delillerini ve dayanaklarını göstermesini istemek, Cumhuriyet
savcısının “delil toplama” görevini, o kişiye “devretmek” anlamına gelmektedir.
Oysa, ihbar ve şikâyette bulunmak suretiyle “hak arama hürriyeti” ile “dilekçe
hakkı”nı kullanan kişiye, ihbar ve şikâyetinin işleme konulabilmesi için
“delillerini ve dayanaklarını gösterme” şartını dayatmak, kanaatimizce, hak
arama hürriyeti” ile “dilekçe hakkı”nın özünü zedeler mâhiyettedir. Zirâ (az
yukarıda atıf yaptığımız Anayasa Mahkemesi’nin 21.5.2008 gün ve 2004/76 Esas, 2008/108
Karar sayılı Kararı’nda da son derece isâbetle
vurgulandığı gibi), “Hak arama özgürlüğünü ve dilekçe hakkını kullanan kişi, ihbar ve
şikâyette bulunurken gerçeklere ve delillere dayandığı takdirde her türlü yasal
tehditten uzak kalacağından emin olmalıdır.”
Bu nedenle dava konusu
düzenleme, gerçek ve iyi niyetle yapılabilecek
ihbarları aşırı şekilde güçleştirdiği gibi, aynı zamanda, yukarıda dava dilekçemizin
(3/a) bölümünde Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçelerini
açıkladığımız 6532 sayılı Kanunun 6. maddesi
ile 2937 sayılı Kanununun 26. maddesine eklenen Ek
(ikinci) fıkranın ikinci tümcesini oluşturan düzenlemeye koşut biçimde, MİT’in görev ve faaliyetlerinde bulunanlar ile
MİT mensuplarına -deyim yerinde ise- yasal bir “zırh” ve bir “kalkan”
sağlamakta ve aynı yasal koruma ve kollamanın, diğer kamu kurum ve
kuruluşlarına, görev ve faaliyetlerine ve MİT mensubu olmayan kişilere uygulanmaması
“kanun önünde eşitlik” ilkesine aykırılık teşkil etmektedir.
Anayasamızın “Kanun önünde
eşitlik” başlığını taşıyan 10. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, dil,
ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” denilmektedir.
Anayasamızın bu hükmüne göre, “Herkes, … kanun önünde eşit…” olduğuna göre,
maddede sözü geçen “herkes” mefhumunun içine MİT’in görev ve faaliyetleri
kapsamında görev alanlar / MİT mensupları ile MİT’in görev ve faaliyetleri
içerisinde yer almayanlar / MİT mensubu olmayanlar da girmektedir. Yukarıda da
belirtildiği veçhile, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 160. maddesinin
birinci fıkrası hükmünce, Cumhuriyet savcısı, MİT’in görev ve faaliyetlerinde
yer almayanlar / MİT mensubu olmayanlar veya MİT mensubu olup da (6532 sayılı
Kanunun 6. maddesiyle 26. maddesine eklenen ikinci fıkrasının ikinci
tümcesindeki düzenleme de nazara alındığında), MİT müsteşarlığı tarafından,
ihbar veya şikâyet konusu olayın MİT’in görev ve faaliyetlerine ilişkin olduğu
belirtilmeyen veya belgelendirilmeyenler hakkında isimsiz, imzasız, adressiz
yahut takma adla yapıldığı anlaşılan ya da delilleri ve dayanakları
gösterilmeyen herhangi bir ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği
izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup
olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmak durumunda iken,
6532 sayılı Kanunun 6. maddesi ile 2937 sayılı Kanununun 26. maddesine eklenen
Ek (üçüncü) fıkrada yer alan dava konusu düzenleme ile Cumhuriyet savcıları,
MİT Müsteşarlığının, konunun “görev ve faaliyetlerine ilişkin olduğunu
belirtmesi” veya “belgelendirmesi” hâlinde, MİT’in görev ve faaliyetlerini
yerine getirenler / MİT mensupları hakkında isimsiz, imzasız, adressiz yahut
takma adla yapıldığı anlaşılan ya da delilleri ve dayanakları gösterilmeyen
herhangi bir ihbar ve şikâyetle ilgili olarak adlî yönden hiç bir işlem
yapmayacak ve ihbar ve şikâyet dilekçelerini işleme koymayacaktır.
Hâl böyle olunca, ceza
yargılaması açısından, MİT’in görev ve faaliyetleri kapsamında görev alanlar ve
MİT mensupları ile MİT’in görev ve faaliyetlerinde yer almayanlar ve MİT
mensubu olmayanlar (veya MİT’in görev ve faaliyetlerinde yer alıp ya da MİT mensubu
olup da, MİT Müsteşarlığı tarafından konunun görev ve faaliyetlerine ilişkin
olduğu belirtilmeyenler veya belgelendirilmeyenler) arasında “kanun önünde
eşitsizlik” husûle gelecektir. Cumhuriyet savcısı, MİT’in görev ve
faaliyetlerinde yer almayanlar ve MİT mensubu olmayanlar (veya MİT’in görev ve
faaliyetlerinde yer alıp veya MİT mensubu olup da, MİT Müsteşarlığı tarafından
konunun görev ve faaliyetlerine ilişkin olduğu belirtilmeyenler veya
belgelendirilmeyenler) hakkındaki ihbar ve şikâyetler isimsiz, imzasız,
adressiz yahut takma adla dahî yapılsa ya da delilleri ve dayanakları
gösterilmese bile, 5271 sayılı CMK.nun 160. maddesinin birinci fıkrası
uyarınca, ihbar, şikâyet veya başka bir surette suçun işlendiği izlenimini
veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya mahal olup olmadığına
karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlamak ve 5271 sayılı
CMK.nun 170. maddesinin ikinci fıkrası hükmünce soruşturma evresi sonunda
toplanan delillerin, suçun işlendiği konusunda yeterli şüphe oluşturması
halinde iddianame düzenleyerek kamu davasını açmak ya da başka bir ifade ile,
ihbar ve şikâyeti işleme koymak mecbûriyetinde iken, 6532 sayılı Kanunun 6.
maddesi ile 2937 sayılı Kanununun 26. maddesine eklenen Ek (üçüncü) fıkrada yer
alan dava konusu ibârelerin öngördüğü düzenleme ile MİT müsteşarlığınca ihbar
ve şikâyet konusu olayın MİT’in görev ve faaliyetlerine ilişkin olduğu
belirtilmesi veya belgelendirilmesi hâlinde, ihbar ve şikâyetin isimsiz,
imzasız, adressiz yahut takma adla yapıldığının anlaşılması ya da ihbar ve
şikâyetin delilleri ile dayanaklarının gösterilmemesi hâlinde, MİT’in görev ve
faaliyetlerinde yer alanlar ve / veya MİT mensupları hakkında benzer bir
durumda, ihbar ve şikâyeti işleme koymayacaktır.
Başka bir deyişle, hakkında
ihbar veya şikâyet vâki olan MİT’in görev ve faaliyetlerinde yer alan ve / veya
MİT mensubu bir şüpheli veya sanık hakkında (5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanununun 160. maddesinin birinci fıkrası ile 170. maddesi hükümlerine tamamen
mugâyir bir biçimde), ihbar ve şikâyet gerçek isim, imza ve adres kullanılarak
yapılmış olsa dahî, Cumhuriyet savcısı tarafından işleme konulmayacaktır. O
halde (az yukarıda değinildiği gibi), dava konusu mezkûr düzenlemede öngörülen
aynı yasal koruma ve kollamanın, diğer kamu kurum ve kuruluşlarına, görev ve
faaliyetlerine ve MİT mensubu olmayan kişilere uygulanmaması “kanun önünde
eşitlik” ilkesine aykırılık oluşturmaktadır.
Bu aykırılık, Anayasanın sadece 10. maddesinin birinci
fıkrasına aykırılık teşkil etmemektedir; iptalini
talep ettiğimiz bu düzenleme, aynı zamanda, Anayasanın “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz
tanınamaz.” hükmünü ihtivâ eden 10. maddesinin dördüncü fıkrasına da aykırıdır.
Zirâ, anılan düzenleme ile, MİT’in görev ve faaliyetleri ile MİT mensupları
hakkında ihbar ve şikâyetin işleme konulabilmesi için gerçek isim, imza ve
adres bilgileri ile delillerin ve dayanaklarının gösterilmesi şartına
bağlanmakla, haklarında ihbar veya şikâyet olan MİT’in görev ve faaliyetlerinde
bulunanlar ile MİT mensupları lehine, ama, MİT’in görev ve faaliyetlerinde
bulunmayanlar ile MİT mensubu olmayanlar aleyhine bir ayrıcalık (imtiyaz)
tanınmaktadır. Anayasamızın 10. maddesinin dördüncü fıkrası hükmü “Hiçbir
kişiye … imtiyaz tanınamaz.” dediğine göre, haklarında ihbar veya şikâyet vâkî
olan ve (6532 sayılı Kanunun 6. maddesiyle 26. maddesine eklenen ikinci
fıkrasının ikinci tümcesindeki düzenleme de nazara alındığında) MİT
müsteşarlığı tarafından ihbar ve şikâyet konusu olan olayın kendi görev ve
faaliyetlerine ilişkin olduğu belirtilen veya belgelenen MİT’in görev ve
faaliyetlerinde bulunanlar ile MİT mensupları (olası şüpheliler) yönünden bu
şekilde imtiyaz sağlanması, Anayasamızın 10. maddesinin dördüncü fıkrasına da
aykırılık teşkil etmektedir.
Diğer yandan, yine Anayasanın 10. maddesinin beşinci (son)
fıkrasında, “Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun
önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” hükmü yer
almaktadır. Şüphesiz, “Devlet organları” kavramı içerisine “Yasama organı” da
girmektedir. Oysa, Yasama organı, bu tasarrufuyla, yâni 6532 sayılı Kanunun
iptalini talep ettiğimiz bu hükmü ile haklarında ihbar veya şikâyet vâkî olan
ve (6532 sayılı Kanunun 6. maddesiyle 26. maddesine eklenen ikinci fıkrasının
ikinci tümcesindeki düzenleme de nazara alındığında) MİT müsteşarlığı
tarafından ihbar ve şikâyet konusu olan olayın kendi görev ve faaliyetlerine
ilişkin olduğu belirtilen veya belgelenen MİT’in görev ve faaliyetlerinde
bulunanlar ile MİT mensupları (olası şüpheliler) yönünden lehe bir düzenleme
getirdiğinden, “Kanun önünde eşitlik” ilkesine uygun hareket etmemiş
olmaktadır. Dolayısı ile, 6532 sayılı Kanunun 6. maddesi ile 2937 sayılı
Kanununun 26. maddesine eklenen Ek (üçüncü) fıkrada yer alan dava konusu
ibârelere ilişkin düzenleme, Anayasamızın 10.
maddesinin beşinci (son) fıkrası hükmüne de açıkça aykırıdır.
Bütün bu açıklamaya çalıştığımız nedenlerle, 6532 sayılı Kanunun 6. maddesi ile 2937 sayılı Kanununun
26. maddesine eklenen Ek (üçüncü) fıkrada geçen “İsimsiz, imzasız, adressiz
yahut takma adla yapıldığı anlaşılan ya da …” ibâresi ile “… delilleri ve
dayanakları gösterilmeyen …” ibâresi, Anayasanın
2., 10., 36. ve 74. maddelerine açıkça aykırıdır. İptali gerekir.
c-) Ek (dördüncü)
fıkranın birinci tümcesi olan:
“MİT Müsteşarı hakkındaki soruşturmalarda 25/10/1963 tarihli
ve 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 15/A
maddesinin üçüncü fıkrasının son iki cümlesi ile beş, altı ve yedinci
fıkralarında yer alan usul ve hükümler uygulanır.”
Söz
grubunun (tümcesinin) Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi:
Bu düzenleme ile, MİT
Müsteşarı hakkındaki soruşturmalarda 25/10/1963 tarihli ve 353 sayılı Askeri
Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 15/A maddesinin üçüncü
fıkrasının son iki cümlesi ile beş, altı ve yedinci fıkralarında yer alan usul
ve hükümlerin uygulanacağı hükme bağlanmaktadır.
O halde, öncelikle, dava konusu Kural’da atıf yapılan
25/10/1963 tarihli ve 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü
Kanununun 15/A maddesinin üçüncü fıkrasının son iki cümlesi ile beş, altı ve
yedinci fıkralarında yer alan usûl ve hükümlerin gözden geçirilmesi
gerekmektedir.
25.10.1963
tarihli ve 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununa
6519 Sayılı Askerlik Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 61. maddesi ile eklenen “Yüce Divanda
yargılanacak asker kişilerle ilgili soruşturma usulü:” kenar başlıklı 15/A
maddesi şöyledir:
“MADDE 15/A- Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri
komutanları ile Jandarma Genel Komutanı, görevleriyle ilgili suçlardan dolayı
Yüce Divanda yargılanırlar.
Bu suçlardan dolayı soruşturma açılmasına, Genelkurmay Başkanı, Kara,
Deniz ve Hava Kuvvetleri komutanları hakkında Başbakan, Jandarma Genel Komutanı
hakkında İçişleri Bakanı karar verir.
Bu suçlara ilişkin herhangi bir ihbar veya şikâyet aldıklarında veya
böyle bir durumu öğrendiklerinde, Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava
Kuvvetleri komutanları hakkında Başbakan, Jandarma Genel Komutanı hakkında
İçişleri Bakanı, araştırma, gerekiyorsa ön inceleme yaptırarak soruşturma izni
verilmesine veya verilmemesine karar verir. Soruşturma izni verilmiş bulunanlar
izin vermeye yetkili merci tarafından soruşturmanın emniyeti ve sıhhatli olarak
devam etmesi amacıyla geçici süre ile görevden uzaklaştırılabilir. Anılan
kararlara karşı ilgililer on gün içinde Cumhurbaşkanlığına itiraz edebilirler.
İtiraz üzerine Cumhurbaşkanı tarafından verilen karar kesindir.
İsimsiz, imzasız, adressiz yahut takma adla yapıldığı anlaşılan ya da
belli bir olayı ve nedeni içermeyen, delilleri ve dayanakları gösterilmeyen
ihbar ve şikâyetler işleme konulmaz.
Araştırma veya ön inceleme, izin vermeye yetkili merci tarafından
bizzat yapılabileceği gibi, görevlendireceği denetim elemanları eliyle de
yaptırılabilir. Bu şekilde görevlendirilen kişiler, 2.12.1999 tarihli ve 4483
sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanunda ön
inceleme ile görevlendirilen kişilere tanınan yetkilere sahiptir.
Soruşturma izni verilmemesi kararı hakkında ilgililer tarafından
yapılan itirazın Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilmesi veya soruşturma izni
verilmesi kararına karşı süresi içinde itiraz edilmemesi ya da bu itirazın
Cumhurbaşkanı tarafından reddedilmesi üzerine, izin vermeye yetkili merci
tarafından soruşturmayı yapmak üzere denetim elemanlarından üç kişilik bir
soruşturma kurulu oluşturulur. Kurul, soruşturma sırasında 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun Cumhuriyet savcısına tanıdığı bütün yetkilere sahip olup,
soruşturma sırasında hâkim kararı alınması gereken hususlarda yetkili
mahkemelere başvurur.
Kurul, yaptığı soruşturma sonucunu bir rapor ile tespit ederek izin
vermeye yetkili mercie sunar. İzin vermeye yetkili merci kamu davasının
açılmasına gerek görmezse kovuşturma yapılmasına yer olmadığına karar verir. Bu
karar kesindir.
İzin
vermeye yetkili merci kamu davasının açılmasına gerek görürse, soruşturma
dosyasını Yüce Divan sıfatıyla yargılama yapmak üzere Anayasa Mahkemesine
gönderir.”
İşte, dava konusu Kural’da, MİT Müsteşarı hakkındaki
soruşturmalarla ilgili olarak 25/10/1963 tarihli ve 353 sayılı Askeri
Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 15/A maddesinin üçüncü fıkrasının
son iki cümlesi ile beş, altı ve yedinci fıkralarına atıf yapılmakta olup;
anılan maddenin üçüncü fıkrasının son iki cümlesi, sırasıyla;
“Anılan kararlara karşı ilgililer on gün içinde Cumhurbaşkanlığına
itiraz edebilirler. İtiraz üzerine Cumhurbaşkanı tarafından verilen karar
kesindir.”
Biçiminde
olup, yine dava konusu Kural’da, MİT Müsteşarı
hakkındaki soruşturmalarla ilgili olarak atıf yapılan 25/10/1963 tarihli ve 353
sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 15/A maddesinin
beş, altı ve yedinci fıkraları da, sırasıyla;
“Araştırma veya ön inceleme, izin vermeye yetkili merci tarafından
bizzat yapılabileceği gibi, görevlendireceği denetim elemanları eliyle de
yaptırılabilir. Bu şekilde görevlendirilen kişiler, 2.12.1999 tarihli ve 4483
sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanunda ön
inceleme ile görevlendirilen kişilere tanınan yetkilere sahiptir.
Soruşturma izni verilmemesi kararı hakkında ilgililer tarafından
yapılan itirazın Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilmesi veya soruşturma izni
verilmesi kararına karşı süresi içinde itiraz edilmemesi ya da bu itirazın
Cumhurbaşkanı tarafından reddedilmesi üzerine, izin vermeye yetkili merci
tarafından soruşturmayı yapmak üzere denetim elemanlarından üç kişilik bir
soruşturma kurulu oluşturulur. Kurul, soruşturma sırasında 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun Cumhuriyet savcısına tanıdığı bütün yetkilere sahip olup,
soruşturma sırasında hâkim kararı alınması gereken hususlarda yetkili
mahkemelere başvurur.
Kurul, yaptığı soruşturma sonucunu bir rapor ile tespit ederek izin
vermeye yetkili mercie sunar. İzin vermeye yetkili merci kamu davasının
açılmasına gerek görmezse kovuşturma yapılmasına yer olmadığına karar verir. Bu
karar kesindir.”
Şeklindedir.
1/11/1983 tarihli ve 2937 sayılı Devlet İstihbarat
Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanununun 17.2.2012 tarihli ve 6278
sayılı Kanunun 1. maddesiyle değişik “Soruşturma izni ve yargılama” kenar
başlıklı 26. maddesinin birinci fıkrasında ise;
“MİT mensuplarının veya belirli bir görevi ifa etmek üzere kamu
görevlileri arasından Başbakan tarafından görevlendirilenlerin; görevlerini
yerine getirirken, görevin niteliğinden doğan veya görevin ifası sırasında
işledikleri iddia olunan suçlardan dolayı ya da 5271 sayılı Kanunun 250 nci
maddesinin birinci fıkrasına göre kurulan ağır ceza mahkemelerinin görev
alanına giren suçları işledikleri iddiasıyla haklarında soruşturma yapılması
Başbakanın iznine bağlıdır.”
Denilmektedir.
Şu hâle
göre; 6532 sayılı Kanunun 6. maddesiyle 2937 sayılı Kanunun 26. maddesine
eklenen Ek (dördüncü) fıkranın birinci tümcesinde yer alan (dava konusu):
“MİT Müsteşarı hakkındaki soruşturmalarda 25/10/1963
tarihli ve 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun
15/A maddesinin üçüncü fıkrasının son iki cümlesi ile beş, altı ve yedinci
fıkralarında yer alan usul ve hükümler uygulanır.”
Kural’ı ile, bu Kural’da atıf yapılan 25/10/1963 tarihli ve 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu
ve Yargılama Usulü Kanununun 15/A maddesinin üçüncü fıkrasının son iki cümlesi
ile beş, altı ve yedinci fıkraları hükümleri ve 2937 sayılı Kanunun 17.2.2012
tarihli ve 6278 sayılı Kanunun 1. maddesiyle değişik 26. maddesinin birinci
fıkrası hükmü birlikte (kül) hâlinde değerlendirildiğinde, MİT Müsteşarı için
geçerli olmak üzere;
MİT
Müsteşarının görevlerini yerine getirirken, görevin niteliğinden doğan veya
görevin ifası sırasında işlediği iddia olunan suçlardan dolayı ya da 5271
sayılı Kanunun 250 nci maddesinin birinci fıkrasına göre kurulan ağır ceza
mahkemelerinin görev alanına giren suçları işlediği iddiasıyla hakkında
soruşturma yapılması Başbakanın iznine bağlı olacak,
MİT Müsteşarı hakkındaki soruşturmalarda 25/10/1963 tarihli
ve 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 15/A
maddesinin üçüncü fıkrasının son iki cümlesi ile beş, altı ve yedinci
fıkralarında yer alan usul ve hükümler uygulanacak ve buna göre;
MİT Müsteşarı hakkındaki soruşturmalarda MİT Müsteşarı
hakkında Başbakan tarafından soruşturma izni verilmesine karar verilmesi
hâlinde MİT Müsteşarı bu karara karşı on gün içinde
Cumhurbaşkanlığına itiraz edebilecek; itiraz üzerine Cumhurbaşkanı tarafından
verilen karar kesin olacak,
Araştırma veya ön inceleme, izin vermeye yetkili merci (MİT Müsteşarı
için Başbakan) tarafından bizzat yapılabileceği gibi, görevlendireceği denetim
elemanları eliyle de yaptırılabilecek; bu şekilde görevlendirilen kişiler,
2.12.1999 tarihli ve 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması
Hakkında Kanunda ön inceleme ile görevlendirilen kişilere tanınan yetkilere
sahip olacak,
MİT Müsteşarı hakkında soruşturma izni verilmemesi kararı hakkında
ilgililer tarafından yapılan itirazın Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilmesi
veya MİT Müsteşarı hakkında Başbakan tarafından soruşturma izni verilmesi
kararına karşı MİT Müsteşarı tarafından süresi içinde itiraz edilmemesi ya da
bu itirazın Cumhurbaşkanı tarafından reddedilmesi üzerine, izin vermeye yetkili
merci tarafından soruşturmayı yapmak üzere denetim elemanlarından üç kişilik
bir soruşturma kurulu oluşturulacak; Kurul, soruşturma sırasında 5271 sayılı
Ceza Muhakemesi Kanununun Cumhuriyet savcısına tanıdığı bütün yetkilere sahip
olup, soruşturma sırasında hâkim kararı alınması gereken hususlarda yetkili
mahkemelere başvurabilecek,
Soruşturma Kurulu, MİT Müsteşarı hakkında yaptığı soruşturma sonucunu
bir rapor ile tespit ederek izin vermeye yetkili mercie (MİT Müsteşarı yönünden
Başbakan’a) sunacak; izin vermeye yetkili merci (MİT Müsteşarı yönünden
Başbakan) MİT Müsteşarı hakkında kamu davasının açılmasına gerek görmezse
kovuşturma yapılmasına yer olmadığına karar verecek ve bu karar kesin
olacaktır.
Görüldüğü
gibi, 6532 sayılı Kanunun 6. maddesiyle 2937 sayılı Kanunun 26. maddesine
eklenen Ek (dördüncü) fıkranın birinci tümcesinde yer alan (dava konusu) Kural’ı ile, bu Kural’da atıf yapılan 25/10/1963 tarihli ve 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu
ve Yargılama Usulü Kanununun 15/A maddesinin üçüncü fıkrasının son iki cümlesi
ile beş, altı ve yedinci fıkraları hükümleri ve 2937 sayılı Kanunun 26.
maddesinin birinci fıkrası hükmü birlikte (kül) hâlinde değerlendirildiğinde,
MİT Müsteşarı için geçerli olmak üzere, az yukarıda belirtilen sonuçlara
ulaşılmaktadır. Başka bir değişle, MİT Müsteşarının görevlerini
yerine getirirken, görevin niteliğinden doğan veya görevin ifası sırasında
işlediği iddia olunan suçlardan dolayı ya da 5271 sayılı Kanunun 250 nci
maddesinin birinci fıkrasına göre kurulan ağır ceza mahkemelerinin görev
alanına giren suçları işlediği iddiasıyla hakkında soruşturma yapılması
Başbakanın iznine bağlı olacak, Başbakan’ın MİT Müsteşarı hakkında soruşturma
yapılması izni verip vermemesine göre, MİT Müsteşarı hakkında (bu aşamadan
sonra), 25/10/1963 tarihli ve 353 sayılı Askeri Mahkemeler
Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 15/A maddesinin üçüncü fıkrasının son iki
cümlesi ile beş, altı ve yedinci fıkraları hükümlerinde öngörülen usûl ve
esaslar uygulanacaktır.
Anayasanın 148. maddesinin yedinci fıkrasında, “Genelkurmay Başkanı,
Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları ile Jandarma Genel Komutanı da
görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Divanda yargılanırlar.” denilmiş;
Anayasamızın bu Hükmü, 25/10/1963 tarihli ve 353
sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 15/A maddesinin
birinci fıkrasında, “Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri
komutanları ile Jandarma Genel Komutanı, görevleriyle ilgili suçlardan dolayı
Yüce Divanda yargılanırlar.” denilmek suretiyle tekrarlanmıştır.
O halde, Anayasamızın 148. maddesinin
yedinci fıkrası hükmüne açıkça vurgu yapan ve aynı hükmü tekrarlayan 353 sayılı
Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 15/A maddesinin birinci
fıkrası ile, diğer fıkraları hükümleri bir bütün (kül) hâlinde değerlendirildiğinde
ve özellikle, 353 sayılı Kanunun 15/A maddesinin “Yüce Divanda yargılanacak
asker kişilerle ilgili soruşturma usulü” kenar başlığı da nazara alındığında,
anılan maddenin, esâsen, sadece, Yüce Divanda yargılanacak asker kişilerle
ilgili soruşturma usûlünü düzenlediği ve yine anılan madde hükmüne göre, Yüce
Divanda yargılanacak olan asker kişilerin de Genelkurmay Başkanı, Kara,
Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları ile Jandarma Genel Komutanı ile sınırlı
olduğu ve bu yasal düzenlemenin, 353 sayılı Kanunun
15/A maddesinin “tamamına şâmil” bulunduğu izâhtan vârestedir.
Öyle ise, 353 sayılı Askeri Mahkemeler
Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 15/A maddesinin (aralarında 6532 sayılı
Kanunun 6. maddesi ile 2937 sayılı Kanunun 26. maddesine eklenen Ek [dördüncü]
fıkrasında atıf yapılan 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama
Usulü Kanununun 15/A maddesinin üçüncü fıkrasının son iki cümlesi ile beş, altı
ve yedinci fıkraları da dâhil) tamamının Yüce Divanda yargılanacak asker
kişilerle ilgili soruşturma usûlüne ilişkin olup, sadece bu hususu düzenlediği;
Yüce Divanda yargılanacak olan asker kişilerin de Genelkurmay
Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları ile Jandarma Genel Komutanı’ndan
ibaret olup, anılan maddede, bu asker kişiler dışında (asker veya sivil), hiç
kimse hakkında herhangi bir düzenleme getirilmediği açıkça anlaşılmaktadır.
Hâl böyle
olmasına (353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve
Yargılama Usulü Kanununun 15/A maddesinde -sadece- Yüce Divanda
yargılanacak asker kişilerle ilgili soruşturma usûlünün düzenlenmesine) rağmen,
6532 sayılı Kanunun 6. maddesiyle 2937 sayılı Kanunun 26. maddesine eklenen Ek
(dördüncü) fıkranın birinci tümcesinde yer alan dava konusu Kural ile 353
sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 15/A maddesinin
üçüncü fıkrasının son iki cümlesi ile beş, altı ve yedinci fıkralarında yer
alan usû ve esaslara yapılan atıf nedeniyle, MİT Müsteşarı hakkındaki
soruşturmalarda da 353 sayılı Kanunun 15/A maddesinin anılan hükümlerinin
uygulanacağı öngörülmekte, başka bir deyişle, Yüce Divanda
yargılanacak asker kişiler arasına (asker kişi olmamasına rağmen) MİT Müsteşarı
da dâhil edilmektedir.
Daha açık
bir biçimde ifade etmek gerekirse, 6532 sayılı Kanunun 6. maddesiyle 2937
sayılı Kanunun 26. maddesine eklenen Ek (dördüncü) fıkranın birinci tümcesinde
yer alan dava konusu Kural ile 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü
Kanununun 15/A maddesinin üçüncü fıkrasının son iki cümlesi ile beş, altı ve
yedinci fıkralarında yer alan usûl ve esaslara yapılan atıf nedeniyle (sadece,
Yüce Divanda yargılanacak olan Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz
ve Hava Kuvvetleri Komutanları ile Jandarma Genel Komutanı’nı ilgilendiren), sırasıyla;
“Anılan kararlara karşı (aralarında Yüce Divanda yargılanacak olan
asker kişilerin de bulunduğu) ilgililerin on gün içinde Cumhurbaşkanlığına
itiraz edebileceği; itiraz üzerine Cumhurbaşkanı tarafından verilen kararın
kesin olduğu,
Araştırma veya ön incelemenin, izin vermeye yetkili merci tarafından
bizzat yapılabileceği gibi, görevlendireceği denetim elemanları eliyle de
yaptırılabileceği; bu şekilde görevlendirilen kişilerin, 2.12.1999 tarihli ve
4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanunda
ön inceleme ile görevlendirilen kişilere tanınan yetkilere sahip olduğu,.
Soruşturma izni verilmemesi kararı hakkında (aralarında Yüce Divanda
yargılanacak olan asker kişilerin de bulunduğu) ilgililer tarafından yapılan
itirazın Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilmesi veya soruşturma izni verilmesi
kararına karşı süresi içinde itiraz edilmemesi ya da bu itirazın Cumhurbaşkanı
tarafından reddedilmesi üzerine, izin vermeye yetkili merci tarafından
soruşturmayı yapmak üzere denetim elemanlarından üç kişilik bir soruşturma kurulunun
oluşturulacağı; Kurulun, soruşturma sırasında 5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanununun Cumhuriyet savcısına tanıdığı bütün yetkilere sahip olup, soruşturma
sırasında hâkim kararı alınması gereken hususlarda yetkili mahkemelere
başvurabileceği,
Kurulun, yaptığı soruşturma sonucunu bir rapor ile tespit ederek izin
vermeye yetkili mercie sunacağı; izin vermeye yetkili merci kamu davasının
açılmasına gerek görmezse kovuşturma yapılmasına yer olmadığına karar vereceği
ve bu kararın kesin olduğu”
Biçimindeki usûl ve esasların, MİT Müsteşarı hakkındaki
soruşturmalarda da geçerli olacağı hükme bağlanmaktadır.
Dolayısı ile, 6532 sayılı Kanunun 6. maddesiyle 2937 sayılı Kanunun
26. maddesine eklenen Ek (dördüncü) fıkranın birinci tümcesinde yer alan dava
konusu Kural’da öngörülen böylesi bir düzenleme,
apaçık, Anayasanın 148. maddesinin yedinci fıkrasında yer alan ve Genelkurmay
Başkanı, Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Komutanları ile Jandarma Genel
Komutanının görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Divanda (Anayasa
Mahkemesi’nde) yargılanacağı Kural’ının, Anayasanın anılan hükmüne aykırı bir
biçimde MİT Müsteşarına da teşmîli anlamına gelmektedir.
Kaldı ki,
böylesi bir düzenleme ile, 6532 sayılı Kanunun 6. maddesiyle 2937 sayılı
Kanunun 26. maddesine eklenen Ek (dördüncü) fıkranın dava-dışı ikinci
tümcesinde öngörülen “MİT Müsteşarı hakkındaki yargılama Yargıtay ilgili
dairesince yapılır.” hükmü ile de tam anlamıyla bir “çelişki (mübâyenet)”
husûle gelmektedir. Başka bir değişle, MİT Müsteşarı hakkındaki soruşturmalarda,
hem Yüce Divanda yargılanacak asker kişilerle ilgili soruşturma usûlünü
benimseyip hem de MİT Müsteşarı hakkındaki yargılamanın Yargıtay ilgili
dairesinde yapılacağını kabûl etmek, -kanaatimizce- tam anlamıyla bir
çelişkidir.
Bu itibarla, 6532 sayılı Kanunun 6. maddesiyle 2937 sayılı Kanunun 26.
maddesine eklenen Ek (dördüncü) fıkranın birinci tümcesinde yer alan dava
konusu Kural’da öngörülen düzenleme ve bu düzenlemede MİT Müsteşarı hakkındaki
soruşturmalarda uygulanacak usûl ve esaslar konusunda 353
sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 15/A maddesinin
üçüncü fıkrasının son iki cümlesi ile beş, altı ve yedinci fıkralarına atıf
yapılması ve atıf yapılan bu hükümlerin de sadece Yüce Divanda
yargılanacak asker kişiler olan Genelkurmay Başkanı, Kara, Deniz ve Hava
Kuvvetleri Komutanları ile Jandarma Genel Komutanı ile ilgili soruşturma
usûlünü düzenlemesi; diğer yandan, 353 sayılı Askeri
Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 15/A maddesinin ise
ilham ve kaynağını Anayasanın 148. maddesinin yedinci fıkrası hükmünden alması;
MİT Müsteşarı hakkındaki soruşturmaların 353 sayılı
Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 15/A maddesi
kapsamına dâhil edilmesinin, Anayasanın 148. maddesinin yedinci fıkrasında yer
alan Kural’ın, Anayasanın anılan hükmüne aykırı bir biçimde “MİT Müsteşarına da
teşmîli” anlamına gelmesi hususları nazara alınarak, açıklanmaya çalışılan
nedenlerle, 6532 sayılı Kanunun 6. maddesi ile 2937
sayılı Kanunun 26. maddesine eklenen Ek (dördüncü) fıkranın birinci tümcesinde
öngörülen Kural, Anayasanın 148. maddesine aykırıdır. İptali gerekir.
Bu cümleden olarak, aşağıdaki hususu da
Yüksek Mahkeme’nizin takdirlerine önemle arz etmek istiyoruz:
Yüksek Mahkeme’nin dikkatlerinden kaçmayacağı veçhile, biz, iş bu dava
dilekçemizin 6532 sayılı Kanunun 6. maddesi ile 2937 sayılı Kanunun 26.
maddesine eklenen Ek (dördüncü) fıkranın birinci tümcesinde yer alan dava
konusu Kural’da MİT Müsteşarı hakkındaki soruşturmalarda uygulanacak usûl ve
esaslar konusunda atıf yapılan 353 sayılı Askeri
Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 15/A maddesinin üçüncü
fıkrasının son iki cümlesi ile beş, altı ve yedinci fıkralarına yönelik
olarak herhangi bir iptal gerekçesine yer vermedik. Zirâ, iş bu davamızın
konusu, 6532 sayılı Kanunun 6. maddesiyle 2937 sayılı Kanunun 26. maddesine
eklenen Ek (dördüncü) fıkranın birinci tümcesi olup; bu nedenle, Anayasaya
aykırılığı sebebiyle iptal gerekçemizi de, tabîi olarak, yalnızca bu Kural’a (yâni,
6532 sayılı Kanunun 6. maddesiyle 2937 sayılı Kanunun 26. maddesine eklenen Ek
[dördüncü] fıkranın birinci tümcesine) hasrettik. Çünkü, dava dilekçemizin bu
bapta Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal başvurumuza konu olan hükmü, 6532
sayılı Kanunun 6. maddesiyle 2937 sayılı Kanunun 26. maddesine eklenen Ek
(dördüncü) fıkranın birinci tümcesinde yer alan Kural’dır. Bu itibarla, kanaatimizce, işbu davada Anayasaya
aykırılığının tartışılması gereken hükümler, 6532 sayılı Kanunun 6. maddesiyle
2937 sayılı Kanunun 26. maddesine eklenen Ek (dördüncü) fıkranın birinci
tümcesinde yer alan Kural’ın kendisidir ve anılan Kural’da öngörülen
düzenlemedir (“MİT Müsteşarı hakkındaki soruşturmalarda 25/10/1963 tarihli ve
353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 15/A
maddesinin üçüncü fıkrasının son iki cümlesi ile beş, altı ve yedinci
fıkralarında yer alan usul ve hükümlerin uygulanacağı” hükmüdür).
Bununla birlikte, 6532 sayılı Kanunun 6.
maddesiyle 2937 sayılı Kanunun 26. maddesine eklenen Ek (dördüncü) fıkranın
birinci tümcesinde yer alan dava konusu Kural’da MİT Müsteşarı hakkındaki
soruşturmalarda uygulanacak usûl ve esaslar konusunda atıf yapılan 25/10/1963
tarihli ve 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 15/A
maddesinin üçüncü fıkrasının son iki cümlesinden birincisi olan “Anılan
kararlara karşı ilgililer on gün içinde Cumhurbaşkanlığına itiraz edebilirler.”
tümcesindeki “… Cumhurbaşkanlığına …” ibâresi ile ikincisi olan “İtiraz üzerine
Cumhurbaşkanı tarafından verilen karar kesindir.” tümcesinin tamamına ve kezâ,
altıncı fıkrasının tamamı olan, “Soruşturma izni verilmemesi kararı hakkında
ilgililer tarafından yapılan itirazın Cumhurbaşkanı tarafından kabul edilmesi
veya soruşturma izni verilmesi kararına karşı süresi içinde itiraz edilmemesi
ya da bu itirazın Cumhurbaşkanı tarafından reddedilmesi üzerine, izin vermeye
yetkili merci tarafından soruşturmayı yapmak üzere denetim elemanlarından üç
kişilik bir soruşturma kurulu oluşturulur. Kurul, soruşturma sırasında 5271
sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Cumhuriyet savcısına tanıdığı bütün yetkilere
sahip olup, soruşturma sırasında hâkim kararı alınması gereken hususlarda
yetkili mahkemelere başvurur.” Kural’ı ile yedinci fıkrasının tamamını
oluşturan “Kurul, yaptığı soruşturma sonucunu bir rapor ile tespit ederek izin
vermeye yetkili mercie sunar. İzin vermeye yetkili merci kamu davasının
açılmasına gerek görmezse kovuşturma yapılmasına yer olmadığına karar verir. Bu
karar kesindir.” Kural’ına karşı, Anayasaya aykırılıkları nedeniyle,
tarafımızdan, Yüksek Mahkeme’nizde daha önce süresi içerisinde iptal davası açılmış
ve bu hükümlerin Anayasaya aykırılıkları nedeniyle iptal gerekçeleri, Yüksek
Mahkemenize daha önce sunduğumuz mezkûr dava dilekçemizde tafsîlâtlı bir
biçimde açıklanmıştır (Yüksek Mahkeme’nin yoğun mesâisini daha fazla meşgûl
etmemek ve lüzûmsuz tekrarlara sebebiyet vermemek gâyesiyle, mezkûr dava
dilekçemizde 353 sayılı Kanunun 15/A maddesinde iptal davamıza konu yaptığımız
hükümleri ile ilgili daha önce serdettiğimiz Anayasaya aykırılıkları nedeniyle
iptal gerekçelerini de, bu meyanda, 6532 sayılı Kanunun 6. maddesiyle 2937
sayılı Kanunun 26. maddesine eklenen Ek (dördüncü) fıkranın birinci tümcesinde
yer alan dava konusu Kural’ın Anayasaya aykırılığını açıklamaya çalıştığımız bu
bapta, aynen tekrar ettiğimizi beyan etmekle yetiniyoruz).
Her ne kadar, 6532 sayılı Kanunun 6. maddesiyle 2937 sayılı Kanunun
26. maddesine eklenen Ek (dördüncü) fıkranın birinci tümcesinde atıf yapılan 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü
Kanununun 15/A maddesinin üçüncü fıkrasının son iki cümlesi ile beş, altı ve
yedinci fıkralarında yer alan usul ve hükümlerden, daha önce 6519 Sayılı
Askerlik Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanunun 61. maddesi ile 25.10.1963 tarihli ve 353 sayılı
Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununa 15 inci maddesinden
sonra gelmek üzere eklenen 15/A maddesinin Yüksek Mahkeme’nizde iptal davasına
konu yaptığımızı açıkladığımız hükümleri arasında 6532 sayılı Kanunun 6.
maddesiyle 2937 sayılı Kanunun 26. maddesine eklenen Ek (dördüncü) fıkranın
dava konusu birinci tümcesinde atıf yapılan hükümlerden 353 sayılı Kanunun 15/A
maddesinin üçüncü fıkrasının son iki cümlesinden birincisi olan “Anılan kararlara karşı ilgililer on gün içinde
Cumhurbaşkanlığına itiraz edebilirler.” tümcesinde “Anılan
kararlara karşı ilgililer on gün içinde (…) itiraz edebilirler.” ibâresi ile
beşinci fıkrasının tamamı olan “Araştırma veya ön inceleme, izin vermeye
yetkili merci tarafından bizzat yapılabileceği gibi, görevlendireceği denetim
elemanları eliyle de yaptırılabilir. Bu şekilde görevlendirilen kişiler,
2.12.1999 tarihli ve 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin
Yargılanması Hakkında Kanunda ön inceleme ile görevlendirilen kişilere tanınan
yetkilere sahiptir.” Kural’ına yönelik olarak daha önce Yüksek Mahkeme’nize
sunduğumuzu belirttiğimiz sâbık iptal dava dilekçemizde herhangi bir iptal
talebinde bulunmamış isek de; şüphesiz, bu kez, iş bu dava dilekçemizde Anayasanın
148. maddesinin yedinci fıkrası hükmüne aykırılığı nedeniyle ileri sürdüğümüz
iptal gerekçelerinin, 353 sayılı Askeri Mahkemeler
Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununun 15/A maddesinin üçüncü fıkrasının son iki
cümlesi ile beş, altı ve yedinci fıkralarında yer alan usûl ve hükümlerin
tamamını kapsadığını belirtmek isteriz.
Diğer
yandan, -yüksek malûmları olduğu üzere- 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun “Dosya üzerinden inceleme ve
gerekçeye bağlı olmama” başlığını taşıyan 43. maddesinin (4) numaralı fıkrası
aynen şu hükmü âmirdir:
“Başvuru, kanunun, kanun hükmünde
kararnamenin veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün sadece belirli madde
veya hükümleri aleyhine yapılmış olup da, bu madde veya hükümlerin iptali
kanunun, kanun hükmünde kararnamenin veya Türkiye Büyük Millet Meclisi
İçtüzüğünün diğer bazı hükümlerinin veya tamamının uygulanamaması sonucunu
doğuruyorsa, keyfiyeti gerekçesinde belirtmek şartıyla Mahkeme, uygulama
kabiliyeti kalmayan kanunun, kanun hükmünde kararnamenin veya Türkiye Büyük
Millet Meclisi İçtüzüğünün bahis konusu öteki hükümlerinin veya tümünün
iptaline karar verebilir.”
Dava
konusu yapıldığını ve tarafımızdan daha önce Yüksek Mahkeme’nize sunulduğunu
beyan ettiğimiz sâbık dava dilekçemizin konusu olan 6519 Sayılı Askerlik Kanunu
ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanunun 61. maddesi ile 25.10.1963 tarihli ve 353 sayılı Askeri Mahkemeler
Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanununa 15 inci maddesinden sonra gelmek üzere
eklenen 15/A maddesi hakkında Yüksek Mahkeme’nizce verilecek olası bir iptal
kararı, 6532 sayılı Kanunun 6. maddesiyle 2937 sayılı Kanunun 26. maddesine
eklenen Ek (dördüncü) fıkranın birinci tümcesinde öngörülen Kural’ın da
uygulanamaması sonucunu doğuracaktır. Bu durumda, -şüphesiz, takdir Yüksek
Mahkeme’nize ait olmak üzere- 6519 Sayılı Askerlik Kanunu ile Bazı Kanun ve
Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 61. maddesi
ile 25.10.1963 tarihli ve 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama
Usulü Kanununa 15 inci maddesinden sonra gelmek üzere eklenen 15/A maddesi
hakkında, Yüksek Mahkeme’nize daha önce sunduğumuz dava dilekçemizde iptalini
talep ettiğimiz hükümlerinin iptal başvurumuz doğrultusunda iptali hâlinde,
uygulama kâbiliyeti kalmayan aynı maddenin -işbu davanın konusu olan- 6532
sayılı Kanunun 6. maddesiyle 2937 sayılı Kanunun 26. maddesine eklenen Ek
(dördüncü) fıkranın birinci tümcesinde yer alan dava konusu Kural’ın da
iptaline karar verilmesi hususunu Yüksek Mahkeme’nin takdirlerine
bırakmaktayız.
d-) Ek (sekizinci)
fıkrasını oluşturan:
“Türk vatandaşları hariç olmak üzere, tutuklu veya hükümlü
bulunanlar, millî güvenliğin veya ülke menfaatlerinin gerektirdiği hâllerde
Dışişleri Bakanının talebi üzerine, Adalet Bakanının teklifi ve Başbakanın
onayı ile başka bir ülkeye iade edilebilir veya başka bir ülkede tutuklu ve
hükümlü bulunanlar ile takas edilebilir.”
Söz
grubunun (tümcesinin) Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi:
Bu
düzenleme ile, Türk vatandaşları hariç olmak üzere,
tutuklu veya hükümlü bulunanların (yâni yabancı uyrukluların), millî güvenliğin
veya ülke menfaatlerinin gerektirdiği hâllerde Dışişleri Bakanının talebi
üzerine, Adalet Bakanının teklifi ve Başbakanın onayı ile başka bir ülkeye iade
edilebileceği veya başka bir ülkede tutuklu ve hükümlü bulunanlar ile takas
edilebileceği hükme bağlanmaktadır.
Suç siyaseti, barış esasına dayalı toplum düzeninin devamı
için hukuka aykırı fiillerin hangilerinin suç olarak tanımlanması gerektiğinin
belirlenmesinde izlenen yolu göstermektedir. Hukuka aykırı herhangi bir fiile
suç niteliğini kazandıran koşullar, izlenen suç siyaseti ile belirlenmektedir.
Suç siyaseti ile güdülen amaca ulaşabilmek için, uyulması
gereken ana ilkelerden biri de, kuşkusuz, “hukuk devleti” ilkesidir.
“Hukuk devleti” ilkesi, hukukun bireylere sağladığı
güvenceyi belirtir. Bireylerin özgürlük alanına (gerektiğinde) en ağır
müdâhalelerde bulunan ceza hukukunun kötüye kullanılmasını önleyici önlemlerin,
yine hukuk düzeni tarafından korunması, “hukuk devleti” ilkesinin bir
gereğidir. Nitekim, “suçta ve cezada kanunîlik” ilkesi, “belirlilik” ilkesi,
“kıyas yasağı”, “ceza kanunlarının geçmişe yürümezliği” ilkesi (geçmişe
uygulama yasağı), “hukuk devleti” ilkesinin gereklerindendir (Şahin-Özgenç;
Türk Ceza Hukuku Mevzuatı, Adalet Bakanlığı Eğitim Dairesi Başkanlığı, Birinci
Baskı, Mart, 2007, TBMM Adalet Komisyonu Tarafından Hazırlanan TCK Tasarısına
İlişkin Rapor, Tarih:3.8.2004, Esas:1/593, Karar:60, sh.88-89).
Türkiye’de bulunan tutuklu ve hükümlülerin geri verilmesine
(iadesine) veya başka bir ülkede tutuklu ve hükümlü bulunanların takas
edilebilmesine ilişkin koşullar, Türkiye’nin çeşitli devletlerle imzalamış
bulunduğu iki taraflı sözleşmeler ile Suçluların İadesine Dair Avrupa
Sözleşmesi’nde belirlenmiştir.
Ancak, geri vermeye (iadeye) ve takasa ilişkin asgarî
şartların, iç hukuk düzenlemesi olan kanunla belirlenmesi, uygulamada tek
düzeliği sağlaması açısından önem taşımaktadır. Geri verme taleplerinin hangi
usûl ve esaslara göre yerine getirileceği, uluslararası sözleşmelerde
genellikle düzenlenmemekte; bu konunun düzenlenmesi, taraf devletlerin
iç-hukukuna bırakılmaktadır. Kişi özgürlüğünün -kural olarak- kısıtlanması
sonucunu doğuran geri vermenin (iadenin) usûl ve esâsına ilişkin asgarî
şartların kanunla belirlenmesine ihtiyaç vardır.
Nitekim, Türk hukukunda “geri verme” ye (iadeye) ilişkin
koşullar, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 18. maddesinde ayrıntılı olarak hükme
bağlanmıştır. “Geri verme” başlığını taşıyan anılan maddede;
“(1)
Yabancı bir ülkede işlenen veya işlendiği iddia edilen bir suç nedeniyle
hakkında ceza kovuşturması başlatılan veya mahkûmiyet kararı verilmiş olan bir
yabancı, talep üzerine, kovuşturmanın yapılabilmesi veya hükmedilen cezanın
infazı amacıyla geri verilebilir. Ancak, geri verme talebine esas teşkil eden
fiil;
a) Türk
kanunlarına göre suç değilse,
b) Düşünce
suçu veya siyasi ya da askerî suç niteliğinde ise,
c) Türkiye
Devletinin güvenliğine karşı, Türkiye Devletinin veya bir Türk vatandaşının ya
da Türk kanunlarına göre kurulmuş bir tüzel kişinin zararına işlenmişse,
d) Türkiye’nin
yargılama yetkisine giren bir suç ise,
e)
Zamanaşımına veya affa uğramış ise,
Geri verme
talebi kabul edilmez.
(2)
Uluslararası Ceza Divanına taraf olmanın gerektirdiği yükümlülükler hariç olmak
üzere, vatandaş suç sebebiyle yabancı bir ülkeye verilemez.
(3)
Kişinin, talep eden devlete geri verilmesi halinde ırkı, dini, vatandaşlığı,
belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi görüşleri nedeniyle
kovuşturulacağına veya cezalandırılacağına ya da işkence ve kötü muameleye
maruz kalacağına dair kuvvetli şüphe sebepleri varsa, talep kabul edilmez.
(4)
Kişinin bulunduğu yer ağır ceza mahkemesi, geri verme talebi hakkında bu madde
ve Türkiye’nin taraf olduğu ilgili uluslararası sözleşme hükümlerine göre karar
verir. Bu karara karşı temyiz yoluna başvurulabilir.
(5)
Mahkeme geri verme talebinin kabul edilebilir olduğuna karar verirse, bu
kararın yerine getirilip getirilmemesi Bakanlar Kurulunun takdirine bağlıdır.
(6) Geri
verilmesi istenen kişi hakkında koruma tedbirlerine başvurulmasına, Türkiye’nin
taraf olduğu ilgili uluslararası sözleşme hükümlerine göre karar verilebilir.
(7) Geri
verme talebinin kabul edilebilir olduğuna karar verilmesi halinde, ayrıca Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanunu hükümlerine göre tutuklama kararı verilebilir veya
diğer koruma tedbirlerine başvurulabilir.
(8) Geri
verme halinde, kişi ancak geri verme kararına dayanak teşkil eden suçlardan
dolayı yargılanabilir veya mahkûm olduğu ceza infaz edilebilir.”
Denilmektedir.
5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 18. maddesi gerekçesine
göre, “Türkiye’de bulunan tutuklu ve hükümlülerin geri verilmesi (iadesi) yoluna,
ancak, Türkiye’nin egemenlik sahası dışında işlenmiş olan suçlar dolayısıyla
gidilebilir.” (TBMM, Dönem:22, Yasama Yılı:2, Sıra Sayısı:664, sh.418 vd.;
Şahin-Özgenç; Türk Ceza Hukuku Mevzuatı, sh.125). Hemen belirtmek gerekir ki,
geri vermenin (iadenin) dayanağını oluşturan fiilin (eylemin) Türk kanunlarına
göre “suç” oluşturması gerekir. Eğer, geri vermenin (iadenin) dayanağını
oluşturan fiil (eylem) “suç” oluşturmuyor ise, Türkiye’de bulunan bir tutuklu
ve hükümlünün başka bir ülkeye iadesi veya başka bir ülkede tutuklu ve hükümlü
bulunanlar ile takas edilebilmesi mümkün değildir. Bu itibarla, yabancı bir
ülkede işlenen veya işlendiği iddia edilen bir suç nedeniyle hakkında ceza
kovuşturması başlatılan veya mahkûmiyet kararı verilmiş olan bir yabancı, talep
üzerine, kovuşturmanın yapılabilmesi veya hükmedilen cezanın infazı amacıyla,
geri verilebilir (veya takas edilebilir).
Diğer yandan, geri vermenin dayanağını teşkil eden fiilin,
düşünce suçu veya siyasî ya da askerî suç niteliğinde olmaması gerekir. Suç,
yurtdışında işlenmiş olmakla birlikte, Türk Devletinin güvenliğine karşı, Türk
Devletinin veya bir Türk vatandaşının ya da Türk kanunlarına göre kurulmuş bir
tüzel kişinin zararına işlenmişse, geri verme talebi kabûl edilmez (5237 sayılı
Türk Ceza Kanununun “Geri verme” başlığını taşıyan 18. maddesi gerekçesi; TBMM,
Dönem:22, Yasama Yılı:2, Sıra Sayısı:664, sh.418 vd.; Şahin-Özgenç; Türk Ceza
Hukuku Mevzuatı, sh.125).
Geri verme talebinin dayanağını oluşturan suçla ilgili
olarak, gerek talep eden devlet hukukuna göre, gerekse Türk hukukuna göre dava
ve ceza zamanaşımının dolmamış olması ve kezâ, suçun, her iki devlet yönünden
de affa uğramamış bulunması gerekir.
Diğer yandan, ceza hukukumuzda “geri verme”nin usûl ve
esaslarını düzenleyen 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 18. maddesinin dördüncü
fıkrası hükmünde, “Kişinin bulunduğu yer ağır ceza mahkemesi,
geri verme talebi hakkında bu madde ve Türkiye’nin taraf olduğu ilgili
uluslararası sözleşme hükümlerine göre karar verir. Bu karara karşı temyiz
yoluna başvurulabilir.” denilmektedir. Buna göre, geri verme (iade) talebi
hakkında karar vermeye kişinin bulunduğu yer ağır ceza mahkemesi görevli ve
yetkili kılınmıştır. Başka bir deyişle, Mahkemeye,
gerek anılan maddede, gerekse ilgili sözleşme hükümleri çerçevesinde inceleme
yaparak, geri verme talebinin kabûl edilebilirliği veya reddi yönünde karar
verme yetkisi tanınmıştır. Ancak, “madde metninde, hukukumuz açısından yeni bir hükme yer
verilmiştir: Geri verme hâlinde talep eden devlette kişiye işkence ve insanlık
dışı muâmele yapılabileceğine dair kuvvetli şüphe sebepleri mevcut ise, yani bu
konudaki kuşkunun somut vakıalara dayanması durumunda, talep kabul
edilmeyecektir.” (5237 sayılı Türk Ceza Kanununun “Geri verme” başlığını
taşıyan 18. maddesi gerekçesi; TBMM, Dönem:22, Yasama Yılı:2, Sıra Sayısı:664,
sh.418 vd.; Şahin-Özgenç; Türk Ceza Hukuku Mevzuatı, sh.125).
Bununla birlikte, kişinin bulunduğu yer ağır ceza mahkemesinin, geri verme talebinin kabûl edilebilir olduğuna karar
vermesi durumunda, Bakanlar Kurulu, siyasî gerekçelerle kişinin talep eden
devlete geri verilmesinden imtinâ edebilir (5237 sayılı Türk Ceza Kanununun
“Geri verme” başlığını taşıyan 18. maddesi gerekçesi; TBMM, Dönem:22, Yasama
Yılı:2, Sıra Sayısı:664, sh.418 vd.; Şahin-Özgenç; Türk Ceza Hukuku Mevzuatı,
sh.126; 5237 sayılı TCK. m.18, f.5). Kanaatimizce, aynı ilkelerin, Türk
vatandaşları hariç olmak üzere, tutuklu veya hükümlü bulunan yabancı uyruklu
kişilerin başka bir ülkeye iade edilebilmesinde olduğu gibi, başka bir ülkede
tutuklu ve hükümlü bulunanların takas edilebilmesinde de geçerli kabûl edilmesi
gerekir..
Yukarıdaki bilgiler ışığında somut olaya bakıldığında, 6532
sayılı Kanunun 6. maddesi ile 2937 sayılı Kanunun 26. maddesine eklenen dava
konusu Ek (sekizinci) fıkra hükmü ile, yukarıda açıklanmaya çalışılan “geri
verme (iade) ya da takas” koşullarından hiç birine riâyet edilmeksizin, millî güvenliğin veya ülke menfaatlerinin gerektirdiği
hâllerde Türkiye’de tutuklu veya hükümlü bulunan kişilerin, Dışişleri Bakanının
talebi üzerine, Adalet Bakanının teklifi ve Başbakanın onayı ile başka bir
ülkeye iade edilebileceği (geri verilebileceği) veya başka bir ülkede tutuklu
ve hükümlü bulunanlar ile takas edilebileceği hükme bağlanmaktadır.
Görüldüğü gibi, bu Kural’da geri vermeye (iadeye) ya da
takasa konu suç mevzûu eylemlerin Türkiye’nin egemenlik sahası dışında işlenmiş
olup olmadığı; geri vermenin (iadenin) veya takasın dayanağını oluşturan fiilin
(eylemin) Türk kanunlarına göre “suç” oluşturup oluşturmadığı; geri vermenin
veya takasın dayanağını teşkil eden fiilin, düşünce suçu veya siyasî ya da
askerî suç niteliğinde olup olmadığı; suçun, yurtdışında işlenmiş olmakla
birlikte, Türk Devletinin güvenliğine karşı, Türk Devletinin veya bir Türk
vatandaşının ya da Türk kanunlarına göre kurulmuş bir tüzel kişinin zararına
işlenip işlenmediği; işlenmişse geri verme talebinin ya da takas yolunun kabûl
edilemeyeceği; kezâ, geri verme talebinin dayanağını oluşturan suçla ilgili
olarak, gerek geri verme ya da takas talep eden devlet hukukuna göre, gerekse
Türk hukukuna göre dava ve ceza zamanaşımının dolup dolmadığı ve kezâ, suçun,
her iki devlet yönünden de affa uğrayıp uğramadığı hususlarında hiçbir
düzenlemeye yer verilmemiştir.
Diğer yandan, az yukarıda açıkladığımız veçhile, Türk
hukukunda geri verme (iade) talebi hakkında karar vermeye kişinin
bulunduğu yer ağır ceza mahkemesi görevli ve yetkili kılınmış iken, bu hukukî
lâzime de tamamen göz ardı edilmek suretiyle dava konusu düzenlemede, Türkiye’de
bulunan tutuklu veya hükümlü yabancıların
(herhangi bir mahkeme kararı aranmaksızın), Dışişleri Bakanının talebi üzerine,
Adalet Bakanının teklifi ve Başbakanın onayı ile başka bir ülkeye iade
edilebileceği veya başka bir ülkede tutuklu ve hükümlü bulunanlar ile takas
edilebileceği hükme bağlanmaktadır. Nihâyet, dava konusu Kural’da, tutuklu veya
hükümlü yabancıların, başka bir ülkeye iade edilebilmesi veya başka bir ülkede
tutuklu ve hükümlü bulunanlar ile takas edilebilmesi “millî güvenliğin veya
ülke menfaatlerinin gerektirdiği hâller” gibi, muğlâk, elâstikî ve -deyim
yerinde ise- ucu-açık hâllere inhisâr ettirilmekte ve böylece “hukukî
belirlilik” ilkesine aykırı davranılmaktadır. Dolayısı ile, dava konusu
düzenlemenin, tutuklu veya hükümlü yabancıların geri verilmesi veya takas
edilmesinde Türk Ceza Hukukunun kabûl ettiği usûl ve esaslara ve dolayısı ile
“hukuk devleti” ilkesine uygun olduğunu ileri sürebilmek mümkün değildir.
Anayasanın “Cumhuriyetin nitelikleri” kenar başlıklı 2.
maddesinde “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma
ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine
bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve
sosyal bir hukuk Devletidir.” denilmektedir. “Maddede belirtilen ‘hukuk devleti’,
insan haklarına saygılı, bu hakları koruyan, toplum yaşamında adalete ve
eşitliğe uygun bir hukuk düzeni kurmak ve bunu sürdürmekle kendini yükümlü
sayan, bütün davranışlarında Anayasaya ve hukuk kurallarına uyan, işlem ve
eylemleri yargı denetimine bağlı olan Devlettir.” (Anayasa Mahkemesi’nin
8.10.2002 gün ve 2002/38 Esas, 2002/89 Karar sayılı Kararı).
Nitekim, az yukarıda açıkladığımız veçhile, suç siyaseti
ile güdülen amaca ulaşabilmek için, uyulması gereken ana ilkelerden biri de,
“hukuk devleti” ilkesidir. “Hukuk devleti” ilkesi, hukukun bireylere sağladığı
güvenceyi belirtir. Bireylerin özgürlük alanına (gerektiğinde) en ağır
müdâhalelerde bulunan ceza hukukunun kötüye kullanılmasını önleyici önlemlerin,
yine hukuk düzeni tarafından korunması, “hukuk devleti” ilkesinin bir
gereğidir. Aynı şekilde, tutuklu veya hükümlü bulunanların, başka bir ülkeye
iade edilmesinde veya başka bir ülkede tutuklu ve hükümlü bulunanlar ile takas
edilmesinde güdülen amaca ulaşabilmek için uyulması gereken ana ilkelerden biri
de, kuşkusuz, “hukuk devleti” ilkesidir. Zirâ, 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun
1. maddesinin birinci tümcesinde, Ceza Kanununun amacı; “kişi hak
ve özgürlüklerini, kamu düzen ve güvenliğini, hukuk devletini, kamu sağlığını
ve çevreyi, toplum barışını korumak, suç işlenmesini önlemek” olarak
açıklanmıştır. Anılan Kural’da korunan değerler arasında “hukuk devleti” ilkesi
de yer aldığına göre, tutuklu veya hükümlü
bulunanların, başka bir ülkeye iade edilmesinde veya başka bir ülkede tutuklu
ve hükümlü bulunanlar ile takas edilmesinde, “hukuk devleti” ilkesi, korunması
gereken değerler arasındadır.
Oysa, yukarıdaki bilgiler ışığında somut olaya
bakıldığında, 6532 sayılı Kanunun 6. maddesi ile 2937 sayılı
Kanunun 26. maddesine eklenen dava konusu Ek (sekizinci) fıkra hükmü ile,
yukarıda açıklanmaya çalışılan “geri verme (iade) ya da takas” koşullarından
hiç birine riâyet edilmeksizin, millî güvenliğin veya
ülke menfaatlerinin gerektirdiği hâllerde Türkiye’de tutuklu veya hükümlü
bulunan kişilerin, Dışişleri Bakanının talebi üzerine, Adalet Bakanının teklifi
ve Başbakanın onayı ile başka bir ülkeye iade edilebileceği (geri
verilebileceği) veya başka bir ülkede tutuklu ve hükümlü bulunanlar ile takas
edilebileceği hükme bağlanmaktadır.
Görüldüğü gibi, bu Kural’da geri vermeye (iadeye) ya da
takasa konu suç konusu eylemlerin Türkiye’nin egemenlik sahası dışında işlenmiş
olup olmadığı; geri vermenin (iadenin) veya takasın dayanağını oluşturan fiilin
(eylemin) Türk kanunlarına göre “suç” oluşturup oluşturmadığı; geri vermenin
veya takasın dayanağını teşkil eden fiilin, düşünce suçu veya siyasî ya da
askerî suç niteliğinde olup olmadığı; suçun, yurtdışında işlenmiş olması
hâlinde, Türk Devletinin güvenliğine karşı, Türk Devletinin veya bir Türk
vatandaşının ya da Türk kanunlarına göre kurulmuş bir tüzel kişinin zararına
işlenip işlenmediği; işlenmişse geri verme talebinin ya da takas yolunun kabûl
edilemeyeceği; kezâ, geri verme talebinin dayanağını oluşturan suçla ilgili
olarak, gerek geri verme ya da takas talep eden devlet hukukuna, gerekse Türk
hukukuna göre dava ve ceza zamanaşımının dolup dolmadığı ve kezâ, suçun, her
iki devlet yönünden de affa uğrayıp uğramadığı hususlarında hiçbir düzenlemeye
yer verilmemiştir.
Diğer yandan, az yukarıda açıkladığımız veçhile, Türk
hukukunda geri verme (iade) talebi hakkında karar vermeye,
kişinin bulunduğu yer ağır ceza mahkemesi görevli ve yetkili kılınmış iken, bu
Kural da tamamen göz ardı edilmek suretiyle dava konusu düzenlemede, Türkiye’de
bulunan tutuklu veya hükümlü yabancıların,
Dışişleri Bakanının talebi üzerine, Adalet Bakanının teklifi ve Başbakanın
onayı ile başka bir ülkeye iade edilebileceği veya başka bir ülkede tutuklu ve
hükümlü bulunanlar ile takas edilebileceği hükme bağlanmaktadır. Ayrıca, dava konusu
Kural’da, tutuklu veya hükümlü yabancıların, başka bir ülkeye iade edilebilmesi
veya başka bir ülkede tutuklu ve hükümlü bulunanlar ile takas edilebilmesi,
“millî güvenliğin veya ülke menfaatlerinin gerektirdiği hâller” gibi, muğlâk,
elastikî ve -deyim yerinde ise- ucu-açık hâllere inhisâr ettirilmekte ve
böylece “hukukî belirlilik” ilkesine de aykırı davranılmaktadır. Dolayısı ile,
dava konusu düzenlemenin, tutuklu veya hükümlü yabancıların geri verilmesi veya
takas edilmesinde Türk Hukukunun kabûl ettiği usûl ve esaslara ve dolayısı ile
“hukuk devleti” ilkesine uygun olduğunu ileri sürebilmek mümkün değildir.
Diğer yandan Anayasamızın “Suç ve cezalara ilişkin esaslar”
kenar başlıklı 38. maddesinin yedinci fıkrasında, “Ceza sorumluluğu şahsîdir.”
denilmektedir. Bu hükmün anlamı, kimsenin başkasının fiilinden dolayı sorumlu
tutulamayacağıdır. Nitekim, aynı ilke, 5237 sayılı Türk Ceza
Kanununun “Ceza sorumluluğunun
şahsiliği” kenar başlıklı 20. maddesinin birinci fıkrasında da
tekrarlanmış ve “Ceza sorumluluğu şahsidir. Kimse başkasının fiilinden
dolayı sorumlu tutulamaz.” biçiminde ifade edilmiştir. Şüphesiz, “ceza
sorumluluğunun şahsîliği” ilkesinin mefhûm-u muhâlifinden (karşıt kavramından)
çıkartılacak sonuç, “kişinin, ancak kendi fiilinden sorumlu olduğu”dur.
Şüphesiz, bir hukuk devletinde, kişinin eylemi, Türk Ceza Kanununda suç olarak
tanımlanan herhangi bir eyleme (tipik fiile) uyuyorsa, o kişi bunun cezaî
sorumluluğuna katlanmak durumundadır. Kişinin, vatandaş ya da yabancı olması
-kural olarak- bu sonucu etkilemeyecektir.
6532
sayılı Kanunun 6. maddesi ile 2937 sayılı Kanunun 26. maddesine eklenen dava
konusu Ek (sekizinci) fıkra hükmünde ise, yukarıda açıklanmaya çalışılan “geri
verme (iade) ya da takas” koşullarından hiç birine riâyet edilmeksizin, millî güvenliğin veya ülke menfaatlerinin gerektirdiği
hâllerde Türkiye’de tutuklu veya hükümlü bulunan kişilerin, Dışişleri Bakanının
talebi üzerine, Adalet Bakanının teklifi ve Başbakanın onayı ile başka bir
ülkeye iade edilebileceği (geri verilebileceği) veya başka bir ülkede tutuklu
ve hükümlü bulunanlar ile takas edilebileceği hükme bağlanmakla, suç işleyen
tutuklu veya hükümlü yabancıların iade veya takas suretiyle, bir anlamda,
cezadan kurtulmalarına veya daha az ceza almalarına zemin hazırlanmaktadır.
Dava konusu Kural’da, geri verme (iade) veya takas edilme işleminin, sadece MİT
mensupları bakımından yapılacağına dair herhangi bir sınırlandırma hükmüne yer
verilmemesi, bu iddiamızı doğrulamaktadır. Dolayısı ile, dava konusu Kural ile,
suç işleyen fâillerin ve şeriklerinin (tutuklu ve hükümlü yabancı uyruklu
kişilerin) başka bir ülkeye geri verilmesi (iadesi) veya başka bir ülkede
tutuklu ve hükümlü bulunanlar ile takas edilebilmesi, kolaylaşmış olmaktadır.
Hâl böyle olunca, tutuklu veya hükümlü bulunan yabancı uyruklu kişilerin başka
bir ülkeye iade edilebileceğine veya başka bir ülkede tutuklu ve hükümlü
bulunanlar ile takas edilebileceğine ilişkin dava konusu düzenlemenin, Türkiye’de
suçtan zarar gören kişiler (mağdurlar) yönünden kabûl edilebilir bir durum
olduğunu ileri sürebilmek mümkün değildir. Bu itibarla, 6532 sayılı
Kanunun 6. maddesi ile 2937 sayılı Kanunun 26. maddesine eklenen dava konusu Ek
(sekizinci) fıkra hükmü, suç işleyen tutuklu veya
hükümlü yabancıların geri verilme (iade) ya da takas suretiyle, bu suç
fâillerinin, bir anlamda, cezadan kurtulmasına zemin hazırlamak ve hukuka
aykırı bu duruma cevaz vermekle, Anayasanın “ceza sorumluluğunun
şahsîlığı” ilkesini benimseyen 38. maddesinin yedinci fıkrası hükmüne de
aykırılık teşkil etmektedir.
Açıklanmaya çalışılan nedenlerle, 6532 sayılı
Kanunun 6. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun
26. maddesine eklenen Ek (sekizinci) fıkrası hükmü, Anayasanın 2. ve 38. maddelerine aykırıdır.
İptali gerekir.
4-)
17.4.2014 tarihli ve 6532 sayılı “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî
İstihbarat Teşkilatı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 7. maddesi ile değişik 1.11.1983 tarihli ve 2937 sayılı “Devlet
İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanunu”nun 27. maddesinin,
a-) Birinci fıkrasında geçen:
“…
yetkisiz olarak alan, temin eden, …”
Sözcük
grubunun (ibâresinin) Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi:
Bu
düzenleme ile (6532 sayılı Kanunun 7. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun
27. maddesinin birinci fıkrasında dava konusu
yaptığımız ibâre, aynı fıkrada yer alan dava-dışı diğer sözcük grubu ile
birlikte değerlendirildiğinde), Millî İstihbarat Teşkilatının görev ve
faaliyetlerine ilişkin bilgi ve belgeleri, yetkisiz olarak alan, temin eden,
çalan, sahte olarak üreten, bunlar üzerinde sahtecilik yapan ve bunları yok
eden kişiye dört yıldan on yıla kadar hapis cezası verileceği öngörülmektedir.
Dolayısı ile, dava konusu ibârenin yer aldığı Kural’da bütün unsurları ile yeni
bir suç tanımı getirilmektedir.
Buna göre, dava konusu 6532 sayılı Kanunun 7.
maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin birinci fıkrasında öngörülen suç; “Millî İstihbarat Teşkilatının görev ve
faaliyetlerine ilişkin bilgi ve belgeleri, yetkisiz olarak almak, temin etmek,
çalmak, sahte olarak üretmek, bunlar üzerinde sahtecilik yapmak ve bunları yok
etmek” biçiminde tanımlanmakta olup, bu suça bağlanan müeyyide ise, “dört
yıldan on yıla kadar hapis cezası” olarak öngörülmektedir (İptal başvurumuz,
Kural’da geçen . “Millî İstihbarat Teşkilatının görev ve faaliyetlerine ilişkin
bilgi ve belgeleri, yetkisiz olarak almak, temin etmek” eylemlerinin suç
kapsamına alınmış olmasına münhasırdır; Kural’da geçen “Millî İstihbarat
Teşkilatının görev ve faaliyetlerine ilişkin bilgi ve belgeleri, … çalmak,
sahte olarak üretmek, bunlar üzerinde sahtecilik yapmak ve bunları yok etmek”
eylemlerinin suç kapsamı içerisine alınmış ve bu eylemlerin müeyyideye
bağlanmış olmasına yönelik herhangi bir iptal istemimiz mevcut değildir).
Dava konusu 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi
ile değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin birinci
fıkrasında düzenlenen suç tanımının “hukukî konu”sunun (yâni, bu suç tanımı ile
“korunmakta olan hukukî menfaat”in) “Millî İstihbarat Teşkilâtı’nın görev ve
faaliyetlerine ilişkin bilgi ve belgeler (dolayısı ile Millî İstihbarat
Teşkilâtı’nın görev ve faaliyetleri)” olduğu kuşkusuzdur. Zirâ, 6532
sayılı Kanunun 7. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinde dava
konusu ibârenin yer aldığı birinci fıkrasında; “Millî
İstihbarat Teşkilatının görev ve faaliyetlerine ilişkin bilgi ve belgeleri,
yetkisiz olarak almak, temin etmek, çalmak, sahte olarak üretmek, bunlar
üzerinde sahtecilik yapmak ve bunları yok etmek” suç olarak tanımlanmaktadır.
Yine, dava konusu 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi ile
değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin birinci fıkrasında tanımlanan suçun
“mağduru” (“pasif süjesi”), -özü itibariyle- “Millî
İstihbarat Teşkilâtı”dir. Zirâ, bu sonuca, dava konusu ibârenin yer aldığı
Kural’da geçen “Millî İstihbarat Teşkilatının görev ve faaliyetlerine ilişkin
bilgi ve belgeler …” ibâresinden rahatlıkla ulaşılabilmektedir.
Dava konusu 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi
ile değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin birinci fıkrasında tanımlanan
(iptal başvurumuza konu) suçun “fâili” ise, “Millî
İstihbarat Teşkilatının görev ve faaliyetlerine ilişkin bilgi ve belgeleri
yetkisiz olarak alan, temin eden … kişi”dir.
Görüldüğü
gibi, dava konusu Kural’daki düzenlemeye göre, birinci fıkrada öngörülen suçun
fâili “herkes” olabileceği gibi, az aşağıda dava dilekçemizin (4/b) bölümünde
Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçelerini açıkladığımız diğer bir dava
konusu 6532 sayılı Kanunun 7. maddesiyle değişik 27. maddesinin üçüncü
fıkrasında yer alan düzenlemede atıf yapılan yasa hükümlerine göre ise, Millî İstihbarat Teşkilatının görev ve faaliyetlerine
ilişkin bilgi ve belgeler ile MİT mensupları ve ailelerinin kimliklerine ve
bunlara ilişkin sahte belgeleri; radyo, televizyon, internet, sosyal medya, gazete,
dergi, kitap ve diğer tüm medya araçları ile her türlü yazılı, görsel, işitsel
ve elektronik kitle iletişim araçları vasıtasıyla yayımlayan, yayan veya
açıklayan “eser sahibi”, “sorumlu müdür”, “yayın yönetmeni”, “genel
yayın yönetmeni”, “editör”, “basın danışmanı”, “sorumlu müdürün bağlı olduğu
yetkili”, “yayımlatan”, “yayımcı”, “basımcı”, “içerik
sağlayıcı” ve “erişim sağlayıcı” da, 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi ile değişik
2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin dava konusu birinci fıkrasında tanımlanan
suçun “fâili” olabilecektir. Bu kişilerin, üretmekte oldukları hizmetin
mâhiyeti gereği Anayasanın 22. maddesinde güvence altına alınan “haberleşme
hürriyeti”ni; 26. maddesinde güvence altına alınan “ifade hürriyeti”ni, 28.
maddesinde güvence altına alınan “basın hürriyeti”ni ve 74. maddesinde güvence
altına alınan “bilgi edinme hakkı”nı yoğun bir biçimde kullandıkları ve
dolayısı ile bu hürriyetlerle temînat altına alınan hakların aktif birer süjesi
oldukları kuşkusuzdur. Kaldı ki, haberleşme hürriyetinden, ifade hürriyetinden
ve basın hürriyetinden yalnızca eser sahibi, sorumlu müdür, yayın
yönetmeni, genel yayın yönetmeni, editör, basın danışmanı, sorumlu müdürün
bağlı olduğu yetkili, yayımlatan, yayımcı, basımcı, içerik
sağlayıcı ve erişim sağlayıcı gibi medya unsurlarını yoğun biçimde kullananlar
istifade etmemektedir; bunların yanında, çağdaş demokratik toplumlarda herkes,
bilgi edinme hakkından, haberleşme hürriyetinden, ifade hürriyetinden ve basın
hürriyetinden yoğun biçimde istifade etmektedir.
O halde, yaptıkları çalışmaların bir gereği olsun veya
olmasın “bilgi edinme hakkı” çerçevesinde “Millî İstihbarat Teşkilatının görev
ve faaliyetlerine ilişkin bilgi ve belgeleri yetkisiz olarak alan, temin eden”
(az aşağıda, dava dilekçemizin [4/b] bölümünde dava konusu yapılan 6532 sayılı
Kanunun 7. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin üçüncü
fıkrasında sayılan) “radyo, televizyon, internet, sosyal medya, gazete, dergi,
kitap ve diğer tüm medya araçları ile her türlü yazılı, görsel, işitsel ve
elektronik kitle iletişim araçları”nı yoğun biçimde kullanan bu (gerçek veya
tüzel) kişiler yanında (dava dilekçemizin iş bu [4/a] bölümünde dava konusu
yaptığımız ibârenin yer aldığı birinci fıkrada sayılan) “herkes”in birer “fâil”
ve bu tür faaliyetler kapsamında tezâhür eden fiillerin de “suç” olarak
tanımlanması ve bu eylemlerin bir de “müeyyide”ye bağlanması, demokratik
toplumların en temel değerlerinden olan “bilgi edinme hakkı”na, “haberleşme
özgürlüğü”ne, “ifade özgürlüğü”ne ve “basın özgürlüğü”ne yönelik ağır bir
müdâhale anlamına gelmektedir. Öyle ise, 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi ile
değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin dava konusu birinci fıkrasında ihdâs
edilen “suç tanımı”, Anayasanın 22., 26., 28. ve 74. maddelerinde temînat altına
alınan “haberleşme”, “ifade”, “basın” hürriyetleri ile “bilgi edinme” hakkını
ihlâl edici mâhiyettedir.
Nitekim,
Anayasanın “Haberleşme hürriyeti” kenar başlıklı 22. maddesinin birinci
fıkrasının birinci tümcesinde “Herkes, haberleşme hürriyetine sahiptir.”
denilmiş; “Basın hürriyeti” kenar başlıklı 28. maddesinin birinci fıkrasının
birinci tümcesinde “Basın hürdür, sansür edilemez.” hükmü getirilmiştir.
Anayasamızın “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” kenar başlıklı 26.
maddesinin birinci fıkrasında ise, “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı,
resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma
hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya
fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar…” denilmektedir. Anılan
maddede, “başka yollarla” ibâresine yer verildiğine göre, düşünce ve kanaatleri
“başka yollarla tek başına ya da toplu olarak açıklama ve yayma” yöntemlerinden
biri de, hiç şüphesiz, Anayasal bir hak olan “Haberleşme hürriyeti” ile “Basın
hürriyeti”ni kullanmaktır.
Şüphesiz,
-her ne surette tezâhür ederse etsin- Anayasamızın 74. Maddesinde güvence
altına alınan “bilgi edinme hakkı”nın doğal bir yansıması ve uzantısı sayılması
gereken “ifade özgürlüğü”, “haberleşme hürriyeti” ve “basın hürriyeti”nin
kullanımını kısıtlamaya ve zorlaştırmaya yönelik her türlü müdâhale, söz konusu
Anayasal hakların çiğnenmesi ve dolayısı ile Anayasanın “haberleşme
hürriyeti”ni temînat altına alan 22. maddesinin birinci fıkrasının birinci
tümcesinin; “ifade özgürlüğü”nü temînat altına alan 26. maddesinin birinci
fıkrasının ve “basın hürriyeti”ni düzenleyen 28. maddesinin birinci fıkrasının
birinci tümcesi hükümlerinin ihlâli anlamına gelecektir. Böylesi bir kısıtlama
/ sınırlama, yasal bir düzenlemeyle öngörülecek olursa, o düzenlemeyi öngören
yasa kuralının da Anayasanın anılan hükümlerine aykırılığı sonucunu
doğuracaktır.
İşte,
somut olayda, dava konusu 6532 sayılı Kanunun 7.
maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin birinci fıkrasında yer
alan ve cezâi yaptırıma bağlanan düzenleme (az aşağıda, dava dilekçemizin [4/b]
bölümünde dava konusu yapılan 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi ile değişik 2937
sayılı Kanunun 27. maddesinin üçüncü fıkrasındaki düzenleme bağlamında ele
alındığında), açıklanmaya çalışılan nedenlerle Anayasamızda güvence
altına alınan “haberleşme hürriyeti”nin, “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti’nin
(ifade özgürlüğü’nün)”, “basın hürriyeti”nin ve “bilgi edinme hakkı”nın
kullanımını kısıtlamaya ve zorlaştırmaya yönelik bir nitelik taşımaktadır.
Başka bir ifade ile, Millî İstihbarat Teşkilâtının görev ve faaliyetlerine
ilişkin bilgi ve belgeleri koruma adına Anayasamızda temel hak ve hürriyetler
arasında sayılan “haberleşme hürriyeti”, “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti’
(ifade özgürlüğü)” ve “basın hürriyeti” ile siyasî haklar arasında yer verilen
“bilgi edinme hakkı”nın sağladığı güncel, çağdaş ve demokratik hakların
kullanımı zorlaştırılmaktadır. Bu itibarla, dava konusu düzenleme, Anayasanın
“haberleşme hürriyeti”ni temînat altına alan 22. maddesinin birinci fıkrasının
birinci tümcesi; “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti”ni (“ifade
özgürlüğü”nü) temînat altına alan 26. maddesinin birinci fıkrası ile “basın
hürriyeti”ni düzenleyen 28. maddesinin birinci fıkrasının birinci tümcesi
hükümlerine aykırı olduğu kadar, “bilgi edinme hakkı”nı temînat altına alan 74.
maddesinin üçüncü fıkrası hükmüne de aykırıdır. .
Diğer yandan, Anayasanın 22. maddesinde “haberleşme hürriyeti”; 26.
maddesinde “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (ifade özgürlüğü); 28.
maddesinde de “basın hürriyeti”; 74. maddesinde de “bilgi edinme hakkı” temînat
altına alındığına göre, “bilgi edinme hakkı”nın, “haberleşme” ve “basın”
hürriyetlerinin, “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti”nin (ifade özgürlüğü’nün)”
birer unsuru olduğu açıktır. “Bilgi edinme hakkı”, “haberleşme hürriyeti” ile
“basın hürriyeti”nin sağladığı hakları kullanmak suretiyle “düşünceyi açıklama
ve yayma hürriyeti”nin (ifade özgürlüğü’nün) kullanılması da “hukuk devleti”
ilkesinin bir gereğidir.
Anayasamızda ayrı ayrı teminat altına alınan “haberleşme
hürriyeti”nin, “basın hürriyeti”nin, “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti”nin
(ifade özgürlüğü’nün) ve “bilgi edinme hakkı”nın özüne dokunacak her türlü
sınırlama ya da kısıtlamanın Anayasanın “Cumhuriyetin nitelikleri” kenar
başlıklı 2. maddesinde tanımlanan “hukuk devleti” ilkesini de zedeleyeceği
âşikârdır. Zirâ, Anayasanın 2. maddesinde; “Türkiye Cumhuriyeti,
toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına
saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere
dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” denilmiştir.
“Anayasanın 2. maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk
devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren,
eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni
kurup, bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini gerçekleştiren, Anayasaya
aykırı tutum ve davranışlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen
kılan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde Anayasanın ve yasakoyucunun da
bozamayacağı temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu
bağlamda, hukuk devletinde yasakoyucu, yasaların yalnız Anayasaya değil, evrensel
hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür.” (Anayasa Mahkemesi’nin
4.5.2005 gün ve Esas:2004/4, Karar:2005/25 sayılı Kararı).
Bu itibarla, 6532
sayılı Kanunun 7. maddesiyle değişik 27. maddesinin birinci fıkrasında
öngörülen ve az yukarıda açıklandığı veçhile haberleşme hürriyetini, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetini (ifade
özgürlüğünü), basın hürriyetini ve bilgi edinme hakkını kısıtlamaya ve
bu hürriyetlerin kullanımını zorlaştırmaya yönelik 6532 sayılı Kanunun 7.
maddesiyle değişik 27. maddesinin birinci fıkrasında öngörülen düzenleme,
Anayasanın “hukuk devleti” ilkesini benimseyen 2. maddesi hükmüne de aykırıdır.
Ayrıca, Anayasanın 5.
maddesinde, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin
bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun
refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, kişinin temel hak ve hürriyetlerini,
sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan,
siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya çalışmak, devletin temel amaç
ve görevleri arasında sayılmaktadır. “Hukuk devleti” ilkesi, Anayasanın 5.
maddesi bağlamında anlam ve içerik kazanmaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin
14.3.2005 gün ve Esas:2003/70, Karar:2005/14 sayılı Kararı / Son tümce
tarafımızdan koyu yazılmıştır).
“Hukuk devleti”
olarak tanımlanan Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları adına egemenlik
yetkisini kullanan kanunkoyucunun, Anayasa ve hukukun genel ilkeleri ile koruma
altına alınmış ve temel insan hak ve hürriyetlerinin bir parçası olarak görülen
“haberleşme hürriyeti”nin, “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti’nin (ifade
özgürlüğü’nün)”, “basın hürriyeti”nin ve “bilgi edinme hakkı”nın kullanılmasını
sınırlandırıcı hükümler ihdâs etmesi ve bu bağlamda siyasal engeller çıkarması,
Anayasanın -yukarıda belirtilen- 2., 5., 22., 26.,28. ve 74. maddeleri
hükümleri ile bağdaşmaz. Bu bağlamda, iptali istenen dava konusu ibârenin yer
aldığı mezkûr düzenleme, Anayasamızda güvence
altına alınan “haberleşme hürriyeti”nin, “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti’nin
(ifade özgürlüğü’nün)”, “basın hürriyeti”nin ve “bilgi edinme hakkı”nın
kullanımını kısıtlamaya ve zorlaştırmaya yönelik (Anayasanın 5. maddesi hükmü
anlamında) “siyasal bir engel” niteliğindedir. Anayasanın 5. maddesi hükmünce,
Devletin temel amaç ve görevleri kapsamında kişinin temel hak ve
hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak
surette sınırlayan, siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya çalışması
gerekirken, aksine bir davranışla, dava konusu Kural’da öngörüldüğü veçhile, “Millî İstihbarat Teşkilatının görev ve faaliyetlerine
ilişkin bilgi ve belgeleri yetkisiz olarak almak, temin etmek” biçiminde
yeni bir suç ve ceza ihdâsı cihetine gidilmesi, “haberleşme hürriyeti”nin,
“düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti’nin (ifade özgürlüğü’nün)”, “basın
hürriyeti”nin ve “bilgi edinme hakkı”nın kullanımını kısıtlayacak ve
zorlaştıracak mâhiyette böylesi bir engel
yaratılması, -kanaatimizce- Anayasanın 5. maddesi hükmüne de açıkça aykırılık
anlamına gelmektedir.
Diğer yandan, Anayasanın 29. maddesinin üçüncü fıkrasının
ikinci tümcesinde, “Kanun, haber, düşünce ve kanaatlerin
serbestçe yayımlanmasını engelleyici veya zorlaştırıcı siyasal, ekonomik, malî
ve teknik şartlar koyamaz.” denilmiştir. Az yukarıda açıklamaya çalıştığımız
veçhile, iptali istenen dava konusu mezkûr düzenleme (az aşağıda, dava dilekçemizin [4/b] bölümünde dava konusu
yapılan 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 27.
maddesinin üçüncü fıkrasındaki düzenleme bağlamında ele alındığında), Anayasamızda
güvence altına alınan “bilgi edinme hakkı” kapsamında değer ve anlam kazanan
“haberleşme hürriyeti”nin, “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti’nin (ifade
özgürlüğü’nün)” ve “basın hürriyeti”nin kullanımını kısıtlamaya ve zorlaştırmaya
yönelik (Anayasanın 5. maddesi hükmü anlamında) “siyasal bir engel” niteliğinde
olduğunu göre, bu bapta iptal başvurumuza konu yapılan dava konusu ibârenin yer
aldığı 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi ile değişik
2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin birinci fıkrasındaki Kural’a göre, “Millî İstihbarat Teşkilatının görev ve faaliyetlerine
ilişkin bilgi ve belgeleri yetkisiz olarak almak, temin etmek” biçiminde
yeni bir suç ve ceza ihdâsı cihetine gidilmesi, yasakoyucunun “bilgi edinme
hakkı”nı kullanmanın doğal bir uzantısı sayılması gereken kanun, haber, düşünce
ve kanaatlerin serbestçe yayımlanmasına, yâni, “haberleşme hürriyeti”nin,
“düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti’nin (ifade özgürlüğü’nün)”, “basın
hürriyeti”nin ve dolayısı ile “bilgi edinme hakkı”nın kullanımının önüne
engelleyici veya zorlaştırıcı siyasal bir şart koyması anlamına gelmektedir. Bu
itibarla, bu bapta Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçelerini
açıklamaya çalıştığımız dava konusu ibârenin yer aldığı Kural’da öngörülen düzenleme,
-kanaatimizce- Anayasanın 29. maddesinin üçüncü
fıkrasının ikinci tümcesi hükmüne de aykırılık teşkil etmektedir.
Nihâyet, Anayasanın “Dilekçe, bilgi edinme ve kamu
denetçisine başvurma hakkı” kenar başlıklı 74. maddesinin üçüncü fıkrasında, “Herkes,
bilgi edinme … hakkına sahiptir.” denilmektedir. Bilgi edinme hakkı, kamu kurum
ve kuruluşlarının faaliyetlerini ve bu faaliyetlere ilişkin bilgi ve belgelere
ulaşmayı, içeriklerini öğrenmeyi, bu bağlamda -gerek görüldüğü takdirde- bu
bilgi ve belgelerden örnek alabilmeyi ve temin edebilmeyi de ihtivâ eder.
Çoğulcu ve katılımcı demokrasilerde, “bilgi edinme hakkı” kapsamında bireyler,
-Millî İstihbarat Teşkilâtı da dâhil olmak üzere- yasama, yürütme ve yargı
organları ile merkezî ve mahallî idarelerin, kamu kurum, kuruluş ve
kurullarının faaliyetlerine ilişkin bilgi edinme ve -gerekli gördükleri
takdirde- bu faaliyetlerin yer aldığı bilgi ve belgelere erişme, (yetkisiz dahî
olsa) bunların örneklerinden “alma” ve “temin etme” hakkına sahiptir.
Diğer yandan, dava konusu ibârede “yetkisiz olarak alma,
temin etme” fiilleri suç olarak tanımlandığına göre, “Millî İstihbarat
Teşkilâtının görev ve faaliyetlerine ilişkin bilgi ve belgeleri “yetkili olarak
almak, yetkili olarak temin etmek” fiilleri suç teşkil etmeyecektir. Böylesi
bir suç tanımı, MİT’in görev ve faaliyetlerine ilişkin bilgi ve belgeleri
“yetkisiz” olarak almış ve temin etmiş ve böylece dava konusu ibârenin yer
aldığı fıkradaki suç konusu tipik fiili gerçekleştirmiş olan kişilerin bilgi
edinme haklarının hiçe sayılması anlamına gelmektedir.
Bu itibarla, dava konusu ibârenin yer aldığı düzenleme,
Millî İstihbarat Teşkilâtının görev ve faaliyetleri hakkında bilgi edinmek ve
bu bağlamda buna ilişkin bilgi ve belgeleri almak ve temin etmek isteyen
bireylerin Anayasamızın 74. maddesinin üçüncü fıkrasında temînat altına alınan
“bilgi edinme hakkı”nın ihlâli anlamına geldiğinden, dava konusu ibâre, Anayasanın
74. maddesinin üçüncü fıkrası hükmüne de aykırıdır.
Açıklanmaya çalışılan nedenlerle, 6532 sayılı Kanunun 7.
maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin birinci fıkrasında geçen “…
yetkisiz olarak alan, temin eden, …” ibâresi, Anayasanın
2., 5., 22., 26., 28., 29. ve 74. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.
(Bu meyanda, bu bapta dava konusu yaptığımız ibârenin
sonunda yer alan “,” (virgül) biçimindeki noktalama işaretinden önce gelen
sözcük grubunu oluşturan ibârenin öngördüğü Kural hakkında Yüksek Mahkemeniz
tarafından olası bir iptal Kararı verilmesi hâlinde, dava konusu ibârenin
sonunda yer alan “,” (virgül) biçimindeki noktalama işareti anlamını yitirecek
ve bu noktalama işaretinin uygulanamaması sonucunu doğuracaktır.
Bu durumda, -şüphesiz, takdir Yüksek Mahkemenize ait olmak üzere- 6216 sayılı
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 43.
maddesinin (4) numaralı fıkrası gereğince, 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanununun 27. maddesinin birinci
fıkrasında geçen dava konusu ibârenin iptal başvurumuz doğrultusunda
iptali hâlinde, aynı ibârenin sonunda yer alan ve uygulama kâbiliyeti
kalmayacak olan “,” (virgül) biçimindeki noktalama
işaretinin de iptaline karar verilmesi hususunu Yüksek Mahkemenizin
takdirlerine bırakıyoruz).
b-) Üçüncü fıkrasının tamamı olan:
“Birinci ve ikinci fıkra kapsamındaki bilgi ve belgelerin;
radyo, televizyon, internet, sosyal medya, gazete, dergi, kitap ve diğer tüm
medya araçları ile her türlü yazılı, görsel, işitsel ve elektronik kitle
iletişim araçları vasıtasıyla yayımlanması, yayılması veya açıklanması hâlinde;
9/6/2004 tarihli ve 5187 sayılı Basın Kanununun 11 inci maddesi ile 4/5/2007
tarihli ve 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu
Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunun 4 üncü ve
6 ncı maddeleri hükümlerine göre sorumlulukları belirlenenler ile bunları
yayanlar hakkında üç yıldan dokuz yıla kadar hapis cezası verilir.”
Söz
grubunun (tümcesinin) Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi:
Bu
düzenleme ile, 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun
27. maddesinin Birinci ve ikinci fıkraları
kapsamındaki bilgi ve belgelerin; radyo, televizyon, internet, sosyal medya,
gazete, dergi, kitap ve diğer tüm medya araçları ile her türlü yazılı, görsel,
işitsel ve elektronik kitle iletişim araçları vasıtasıyla yayımlanması,
yayılması veya açıklanması hâlinde; 9/6/2004 tarihli ve 5187 sayılı Basın
Kanununun 11 inci maddesi ile 4/5/2007 tarihli ve 5651 sayılı İnternet
Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen
Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunun 4. ve 6. maddeleri hükümlerine göre
sorumlulukları belirlenenler ile bunları yayanlar hakkında üç yıldan dokuz yıla
kadar hapis cezası verileceği öngörülmekte ve dolayısı ile, bütün unsurları ile
yeni bir suç tanımı getirilmektedir.
Dava konusu Kural’da öngörülen suç tanımında atıf yapılan 6532
sayılı Kanunun 7. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin birinci ve ikinci fıkraları ise (sırasıyla) şöyledir:
“Millî İstihbarat Teşkilatının görev ve faaliyetlerine
ilişkin bilgi ve belgeleri, yetkisiz olarak alan, temin eden, çalan, sahte
olarak üreten, bunlar üzerinde sahtecilik yapan ve bunları yok eden kişiye dört
yıldan on yıla kadar hapis cezası verilir.
MİT mensupları ve ailelerinin kimliklerini herhangi bir
yolla ifşa edenler ile MİT mensuplarının kimliklerini sahte olarak düzenleyen
veya değiştiren ya da bu sahte belgeleri kullananlara üç yıldan yedi yıla kadar
hapis cezası verilir.”
Buna göre, dava konusu Kural’ın atıf yaptığı 6532
sayılı Kanunun 7. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin
(yukarıda, dava dilekçemizin [4/a] bölümünde Anayasaya aykırılığı nedeniyle
iptal talebinde bulunduğumuz dava konusu ibârenin yer aldığı) birinci fıkrasında
öngörülen suç; “Millî İstihbarat Teşkilatının görev ve faaliyetlerine ilişkin
bilgi ve belgeleri, yetkisiz olarak almak, temin etmek, çalmak, sahte olarak
üretmek, bunlar üzerinde sahtecilik yapmak ve bunları yok etmek” iken;
(dava-dışı) ikinci fıkrasında öngörülen suç ise, “MİT mensupları ve ailelerinin
kimliklerini herhangi bir yolla ifşa etmek ve MİT mensuplarının kimliklerini
sahte olarak düzenlemek veya değiştirmek ya da bu sahte belgeleri
kullanmak”tır.
Şu hâle göre, dava konusu 6532 sayılı Kanunun
7. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin üçüncü fıkrasında atıf yapılan 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi ile
değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin (yukarıda, dava dilekçemizin [4/a]
bölümünde Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal talebinde bulunduğumuz dava
konusu ibârenin yer aldığı) birinci ve (dava-dışı)
ikinci fıkralarında tanımlanan suçlarla birlikte değerlendirildiğinde, dava
konusu Kural’da öngörülen suç; “Millî İstihbarat Teşkilatının görev ve
faaliyetlerine ilişkin bilgi ve belgeler ile MİT mensupları ve ailelerinin
kimliklerine ve bunlara ilişkin sahte belgeleri; radyo, televizyon, internet,
sosyal medya, gazete, dergi, kitap ve diğer tüm medya araçları ile her türlü
yazılı, görsel, işitsel ve elektronik kitle iletişim araçları vasıtasıyla yayımlamak,
yaymak veya açıklamak; 9/6/2004 tarihli ve 5187 sayılı Basın Kanununun 11 inci
maddesi ile 4/5/2007 tarihli ve 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan
Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele
Edilmesi Hakkında Kanunun 4 üncü ve 6 ncı maddeleri hükümlerine göre bunları
yaymak” biçiminde tanımlanmakta olup, bu suça bağlanan müeyyide ise, “üç yıldan
dokuz yıla kadar hapis cezası” olarak öngörülmektedir.
Dava konusu 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi
ile değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin üçüncü fıkrasında atıf yapılan 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi ile
değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin (yukarıda, dava dilekçemizin [4/a]
bölümünde Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçelerimizi açıkladığımız
dava konusu ibârenin yer aldığı) birinci ve
(dava-dışı) ikinci fıkraları ile birlikte değerlendirildiğinde, yukarıda
belirtilen suç tanımının “hukukî konu”sunun (yâni, bu suç tanımı ile
“korunmakta olan hukukî menfaat”in) “Millî İstihbarat Teşkilâtı’nın görev ve
faaliyetleri ile MİT mensupları ve aileleri” olduğu kuşkusuzdur. Zirâ,
(dava-dışı) 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi ile değişik 2937 sayılı
Kanunun 27. maddesinin birinci fıkrasında; “Millî
İstihbarat Teşkilatının görev ve faaliyetlerine ilişkin bilgi ve belgeleri,
yetkisiz olarak almak, temin etmek, çalmak, sahte olarak üretmek, bunlar
üzerinde sahtecilik yapmak ve bunları yok etmek; ikinci fıkrasında ise, “MİT
mensupları ve ailelerinin kimliklerini herhangi bir yolla ifşa etmek ve MİT
mensuplarının kimliklerini sahte olarak düzenlemek veya değiştirmek ya da bu
sahte belgeleri kullanmak” suç olarak tanımlanmakta ve dava konusu 6532
sayılı Kanunun 7. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin üçüncü
fıkrasında birinci ve ikinci fıkralara (yâni bu suç tanımlarına ve dolayısı ile
bu suçların hukukî konularına ve mağdurlarına / Millî
İstihbarat Teşkilâtı’nın görev ve faaliyetleri ile MİT mensupları ve
ailelerine) açıkça atıf yapılmaktadır.
Yine, dava konusu 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi ile
değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin üçüncü fıkrasında tanımlanan suçun
“mağduru” (“pasif süjesi”), -özü itibariyle- “Millî
İstihbarat Teşkilâtı ile MİT mensupları ve aileleri”dir. Zirâ, bu sonuca, dava
konusu Kural’da (yukarıda, dava dilekçemizin [4/a] bölümünde Anayasaya
aykırılığı nedeniyle iptal gerekçelerimizi açıkladığımız dava konusu ibârenin
yer aldığı) birinci ve (dava-dışı) ikinci fıkralara
yapılan atıftan rahatlıkla ulaşılabilmektedir.
Anayasanın “Kanun önünde eşitlik” kenar başlıklı 10.
maddesinin dördüncü fıkrasında, “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye
veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” denilmektedir. Görüldüğü gibi, Anayasamızın bu
hükmünde, imtiyaz tanınamayacak olanlar arasında vurgu yapılanlardan biri de
“aile”dir. Oysa, 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun
27. maddesinin üçüncü fıkrasında öngörülen düzenlemenin ve bu düzenleme
kapsamında tanımlanan suçun “hukukî konusu” (korunmakta olan hukukî menfaat)
ile “mağdur”u (pasif süjesi) dikkate alındığında, MİT mensupları ve ailelerinin
kimliklerini radyo, televizyon, internet, sosyal
medya, gazete, dergi, kitap ve diğer tüm medya araçları ile her türlü yazılı,
görsel, işitsel ve elektronik kitle iletişim araçları vasıtasıyla yayımlamak,
yaymak veya açıklamak suç konusu eylemin maddî unsuru olarak açıklanmak ve bu
eylem bir müeyyideye bağlanmakla (Kural’da atıf yapılan dava-dışı ikinci
fıkra hükümleri de nazara alındığında), yasakoyucu
tarafından MİT mensuplarının “aileleri”ne imtiyaz (ayrıcalık) tanınmış ve MİT
mensubu olanların aileleri”nin korunduğu izlenimine yol açılmış olmaktadır.
Mezkûr düzenlemeye göre, MİT mensubu olmayanların
ailelerinin kimlik bilgilerini radyo, televizyon, internet, sosyal medya,
gazete, dergi, kitap ve diğer tüm medya araçları ile her türlü yazılı, görsel,
işitsel ve elektronik kitle iletişim araçları vasıtasıyla yayımlamak, yaymak
veya açıklamak suç teşkil etmezken, MİT mensubu olanların ailelerinin kimlik
bilgilerinin aynı yöntemlerle açıklanmasının suç olarak tanımlanması ve böylece
(dava konusu üçüncü fıkrada atıf yapılan dava-dışı ikinci fıkra hükmü de nazara
alındığında) MİT mensubu olanların ailelerine ayrıcalık tanınması, şüphesiz,
Anayasanın 10. maddesinin dördüncü fıkrasında, “Hiçbir kişiye,
aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” hükmü ile bağdaşmaz.
Bu
itibarla, 6532 sayılı Kanunun 7. maddesiyle değişik 27. maddesinin üçüncü
fıkrasında yer alan düzenleme ve bu düzenlemede atıf yapılması nedeniyle, aynı
maddenin (dava-dışı) ikinci fıkrasında geçen “MİT mensupları ve ailelerinin …”
kimlikleri kapsamındaki bilgi ve belgelerin radyo,
televizyon, internet, sosyal medya, gazete, dergi, kitap ve diğer tüm medya
araçları ile her türlü yazılı, görsel, işitsel ve elektronik kitle iletişim
araçları vasıtasıyla yayımlanması, yayılması veya açıklanmasının, dava
konusu üçüncü fıkrada öngörüldüğü gibi suç olarak tanımlanması ve cezâî
yaptırıma (müeyyideye) bağlanması, MİT mensubu olanların ailelerine imtiyaz
sağlanması ve böylece MİT mensubu olanların
ailelerinin korunduğu izlenimine yol açması nedeniyle, dava konusu 6532
sayılı Kanunun 7. maddesiyle değişik 27. maddesinin üçüncü fıkrasında yer alan
düzenleme, Anayasanın 10. maddesinin dördüncü fıkrası hükmüne açıkça aykırıdır.
Dava konusu 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi
ile değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin üçüncü fıkrasında tanımlanan
suçun “fâili” ise, yine, dava konusu Kural’da yapılan atıf nedeniyle (yukarıda,
dava dilekçemizin [4/a] bölümünde Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal
gerekçelerimizi açıkladığımız dava konusu ibârenin yer aldığı) birinci ve
(dava-dışı) ikinci fıkra hükümleri de nazara alındığında, “Millî İstihbarat Teşkilatının görev ve faaliyetlerine
ilişkin bilgi ve belgeler ile MİT mensupları ve ailelerinin kimliklerine ve
bunlara ilişkin sahte belgeleri; radyo, televizyon, internet, sosyal medya,
gazete, dergi, kitap ve diğer tüm medya araçları ile her türlü yazılı, görsel,
işitsel ve elektronik kitle iletişim araçları vasıtasıyla yayımlayanlar,
yayanlar veya açıklayanlar; 5187 sayılı Basın Kanununun 11. maddesi ile 5651 sayılı
İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla
İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunun 4. ve 6. maddeleri
hükümlerine göre sorumlulukları belirlenenler ile bunları yayanlar”dır.
Ancak,
dava konusu düzenlemede öngörülen suçun fâilinin (ya da fâillerinin) daha iyi
anlaşılabilmesi için, anılan Kural’da (başka bir atıf şeklinde yapılan) “… 9/6/2004 tarihli ve 5187 sayılı Basın Kanununun 11 inci
maddesi ile 4/5/2007 tarihli ve 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların
Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında
Kanunun 4 üncü ve 6 ncı maddeleri …” hükümlerinin gözden geçirilmesi
gerekmektedir.
9/6/2004 tarihli ve 5187 sayılı Basın Kanununun “Cezai
sorumluluk” başlığını taşıyan 11. maddesi şu hükmü içermektedir:
“Basılmış
eserler yoluyla işlenen suç yayım anında oluşur.
Süreli
yayınlar ve süresiz yayınlar yoluyla işlenen suçlardan eser sahibi sorumludur.
Süreli
yayınlarda eser sahibinin belli olmaması veya yayım sırasında ceza ehliyetine
sahip bulunmaması ya da yurt dışında bulunması nedeniyle Türkiye’de
yargılanamaması veya verilecek cezanın eser sahibinin diğer bir suçtan dolayı
kesin hükümle mahkûm olduğu cezaya etki etmemesi hallerinde, sorumlu müdür ve
yayın yönetmeni, genel yayın yönetmeni, editör, basın danışmanı gibi sorumlu
müdürün bağlı olduğu yetkili sorumlu olur. Ancak bu eserin sorumlu müdürün ve
sorumlu müdürün bağlı olduğu yetkilinin karşı çıkmasına rağmen yayımlanması
halinde, bundan doğan sorumluluk yayımlatana aittir.
Süresiz
yayınlarda eser sahibinin belli olmaması veya yayım sırasında ceza ehliyetine
sahip bulunmaması ya da yurt dışında olması nedeniyle Türkiye’de
yargılanamaması veya verilecek cezanın eser sahibinin diğer bir suçtan dolayı
kesin hükümle mahkûm olduğu cezaya etki etmemesi hallerinde yayımcı; yayımcının
belli olmaması veya basım sırasında ceza ehliyetine sahip bulunmaması ya da
yurt dışında olması nedeniyle Türkiye’de yargılanamaması hallerinde ise basımcı
sorumlu olur.
Yukarıdaki
hükümler, süreli yayınlar ve süresiz yayınlar için bu Kanunda aranan şartlara
uyulmaksızın yapılan yayınlar hakkında da uygulanır.”
Kezâ, 4/5/2007 tarihli ve 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan
Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele
Edilmesi Hakkında Kanunun “İçerik sağlayıcının sorumluluğu” başlığını taşıyan
4. maddesi:
“(1)
İçerik sağlayıcı, internet ortamında kullanıma sunduğu her türlü
içerikten sorumludur.
(2)
İçerik sağlayıcı, bağlantı sağladığı başkasına ait içerikten sorumlu
değildir. Ancak, sunuş biçiminden, bağlantı sağladığı içeriği benimsediği
ve kullanıcının söz konusu içeriğe ulaşmasını amaçladığı açıkça
belli ise genel hükümlere göre sorumludur.
(3) İçerik
sağlayıcı, Başkanlığın bu Kanun ve diğer kanunlarla verilen görevlerinin ifası
kapsamında; talep ettiği bilgileri talep edilen şekilde Başkanlığa teslim eder
ve Başkanlıkça bildirilen tedbirleri alır.” hükmünü içermekte;
“Erişim
sağlayıcının yükümlülükleri” başlıklı 6. maddesinde ise:
“(1)
Erişim sağlayıcı;
a)
Herhangi bir kullanıcısının yayınladığı hukuka aykırı içerikten,
bu Kanun hükümlerine uygun olarak haberdar edilmesi halinde erişimi
engellemekle,
b)
Sağladığı hizmetlere ilişkin, yönetmelikte belirtilen trafik bilgilerini
altı aydan az ve iki yıldan fazla olmamak üzere yönetmelikte belirlenecek
süre kadar saklamakla ve bu bilgilerin doğruluğunu, bütünlüğünü
ve gizliliğini sağlamakla,
c)
Faaliyetine son vereceği tarihten en az üç ay önce durumu Kuruma,
içerik sağlayıcılarına ve müşterilerine bildirmek ve trafik bilgilerine
ilişkin kayıtları yönetmelikte belirtilen esas ve usûllere uygun
olarak Kuruma teslim etmekle,
ç) Erişimi
engelleme kararı verilen yayınlarla ilgili olarak alternatif erişim yollarını
engelleyici tedbirleri almakla,
d)
Başkanlığın talep ettiği bilgileri talep edilen şekilde Başkanlığa teslim
etmekle ve Başkanlıkça bildirilen tedbirleri almakla,
yükümlüdür.
(2)
Erişim sağlayıcı, kendisi aracılığıyla erişilen bilgilerin içeriklerinin
hukuka aykırı olup olmadıklarını ve sorumluluğu gerektirip gerektirmediğini
kontrol etmekle yükümlü değildir.
(3)
Birinci fıkranın (b), (c), (ç) ve (d) bentlerinde yer alan yükümlülüklerden
birini yerine getirmeyen erişim sağlayıcısına Başkanlık tarafından
onbin Yeni Türk Lirasından ellibin Yeni Türk Lirasına kadar idarî
para cezası verilir.”
Denilmektedir.
Buna göre,
Dava konusu 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi ile
değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin üçüncü fıkrasında tanımlanan suçun
“fâili” olabilecek kişiler (Kural metni içerisinde 5187
sayılı Basın Kanununun 11. maddesi ile 5651 sayılı İnternet Ortamında Yapılan
Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi
Hakkında Kanunun 4. ve 6. maddelerine yapılan atıflar da nazara alındığında),
şunlardır:
- Süreli
yayınlar ve süresiz yayınlar yoluyla (Millî İstihbarat Teşkilâtının görev ve
faaliyetlerine ilişkin bilgi ve belgeler ile MİT mensupları ve ailelerinin kimlik
bilgilerini yayımlaması, yayması veya açıklaması halinde) eser sahibi,
- Süreli
yayınlarda (Millî İstihbarat Teşkilâtının görev ve faaliyetlerine ilişkin bilgi
ve belgeler ile MİT mensupları ve ailelerinin kimlik bilgilerini yayımlaması,
yayması veya açıklaması halinde) eser sahibinin belli olmaması veya yayım
sırasında ceza ehliyetine sahip bulunmaması ya da yurt dışında bulunması
nedeniyle Türkiye’de yargılanamaması veya verilecek cezanın eser sahibinin
diğer bir suçtan dolayı kesin hükümle mahkûm olduğu cezaya etki etmemesi
hallerinde, sorumlu müdür ve yayın yönetmeni, genel yayın yönetmeni, editör,
basın danışmanı gibi sorumlu müdürün bağlı olduğu yetkili (Ancak bu eserin
sorumlu müdürün ve sorumlu müdürün bağlı olduğu yetkilinin karşı çıkmasına
rağmen yayımlanması halinde, yayımlatan)
- Süresiz
yayınlarda (Millî İstihbarat Teşkilâtının görev ve faaliyetlerine ilişkin bilgi
ve belgeler ile MİT mensupları ve ailelerinin kimlik bilgilerini yayımlaması,
yayması veya açıklaması halinde) eser sahibinin belli olmaması veya yayım
sırasında ceza ehliyetine sahip bulunmaması ya da yurt dışında olması nedeniyle
Türkiye’de yargılanamaması veya verilecek cezanın eser sahibinin diğer bir
suçtan dolayı kesin hükümle mahkûm olduğu cezaya etki etmemesi hallerinde
yayımcı; yayımcının belli olmaması veya basım sırasında ceza ehliyetine sahip
bulunmaması ya da yurt dışında olması nedeniyle Türkiye’de yargılanamaması
hallerinde ise basımcı,
- İnternetortamı üzerinden kullanıcılara sunulan
(Millî İstihbarat Teşkilâtının görev ve faaliyetlerine ilişkin
bilgi ve belgeler ile MİT mensupları ve ailelerinin kimlik bilgilerini
yayımlaması, yayması veya açıklaması ile ilgili olarak) her türlü bilgi veya veriyi üreten, değiştiren ve sağlayan
(gerçek veya tüzel kişi) içerik sağlayıcı,
- Kullanıcılarınainternetortamına erişim olanağı
sağlayan (Millî İstihbarat Teşkilâtının görev ve faaliyetlerine
ilişkin bilgi ve belgeler ile MİT mensupları ve ailelerinin kimlik bilgilerini
yayımlayan, yayan veya açıklayan) her türlü gerçek
veya tüzel kişi erişim sağlayıcı.
Görüldüğü
gibi, dava konusu Kural’daki düzenlemeye göre dava konusu üçüncü fıkrada
öngörülen suçun fâili “herkes” olabileceği gibi, bu düzenlemede atıf yapılan
yasa hükümlerine göre ise, Millî İstihbarat
Teşkilatının görev ve faaliyetlerine ilişkin bilgi ve belgeler ile MİT
mensupları ve ailelerinin kimliklerine ve bunlara ilişkin sahte belgeleri;
radyo, televizyon, internet, sosyal medya, gazete, dergi, kitap ve diğer tüm
medya araçları ile her türlü yazılı, görsel, işitsel ve elektronik kitle
iletişim araçları vasıtasıyla yayımlayan, yayan veya açıklayan “eser
sahibi”, “sorumlu müdür”, “yayın yönetmeni”, “genel yayın yönetmeni”, “editör”,
“basın danışmanı”, “sorumlu müdürün bağlı olduğu yetkili”, “yayımlatan”,
“yayımcı”, “basımcı”, “içerik sağlayıcı” ve “erişim
sağlayıcı” da, 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun
27. maddesinin dava konusu üçüncü fıkrasında tanımlanan suçun “fâili”
olabilecektir. Bu kişilerin, üretmekte oldukları hizmetin ve yerine getirmekte
oldukları çalışmanın mâhiyeti gereği Anayasanın 22. maddesinde güvence altına
alınan “haberleşme hürriyeti”ni; 26. maddesinde güvence altına alınan “ifade
hürriyeti”ni ve 28. maddesinde güvence altına alınan “basın hürriyeti”ni yoğun
bir biçimde kullandıkları ve dolayısı ile bu hürriyetlerle temînat altına
alınan hakların aktif birer süjesi oldukları kuşkusuzdur.
O halde, yaptıkları çalışmaların bir gereği olarak (dava
konusu Kural’da sayılan) “radyo, televizyon, internet, sosyal medya, gazete,
dergi, kitap ve diğer tüm medya araçları ile her türlü yazılı, görsel, işitsel
ve elektronik kitle iletişim araçları”nı yoğun biçimde kullanan bu (gerçek veya
tüzel) kişilerin birer “fâil” ve bu çalışma faaliyetleri kapsamında tezâhür
eden fiillerin de “suç” olarak tanımlanması ve bu tür faaliyetlerin bir de
“müeyyide”ye bağlanması, demokratik toplumların en temel değerlerinden olan
“haberleşme özgürlüğü”ne, “ifade özgürlüğü”ne ve “basın özgürlüğü”ne yönelik
ağır bir müdâhale anlamına gelmektedir. Öyle ise, 6532 sayılı Kanunun 7.
maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin dava konusu üçüncü
fıkrasında ihdâs edilen “suç tanımı”, Anayasanın 22., 26. ve 28. maddelerinde
temînat altına alınan “haberleşme”, “ifade” ve “basın” hürriyetlerini ihlâl
edici boyuttadır.
Nitekim,
Anayasanın “Haberleşme hürriyeti” kenar başlıklı 22. maddesinin birinci
fıkrasının birinci tümcesinde “Herkes, haberleşme hürriyetine sahiptir.”
denilmiş; “Basın hürriyeti” kenar başlıklı 28. maddesinin birinci fıkrasının
birinci tümcesinde “Basın hürdür, sansür edilemez.” hükmü getirilmiştir.
Anayasamızın “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” kenar başlıklı 26.
maddesinin birinci fıkrasında ise, “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı,
resim veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma
hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdahalesi olmaksızın haber veya
fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar…” denilmektedir. Anılan
maddede, “başka yollarla” ibâresine yer verildiğine göre, düşünce ve kanaatleri
“başka yollarla tek başına ya da toplu olarak açıklama ve yayma” yöntemlerinden
biri de, hiç şüphesiz, Anayasal bir hak olan “Haberleşme hürriyeti” ile “Basın
hürriyeti”ni kullanmaktır.
Şüphesiz
(yukarıda, dava dilekçemizin [4/a] bölümünde, 6532 sayılı Kanunun 7. maddesiyle
değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin birinci fıkrasında yer alan dava
konusu ibârenin Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçelerimizde de
açıkladığımız veçhile), -her ne surette tezâhür ederse etsin- Anayasamızda
güvence altına alınan “ifade özgürlüğü”, “Haberleşme hürriyeti” ve “Basın
hürriyeti”nin kullanımını kısıtlamaya ve zorlaştırmaya yönelik her türlü
müdâhale, söz konusu Anayasal hakların çiğnenmesi ve dolayısı ile Anayasanın
“Haberleşme hürriyeti”ni temînat altına alan 22. maddesinin birinci fıkrasının
birinci tümcesinin; “ifade özgürlüğü”nü temînat altına alan 26. maddesinin
birinci fıkrasının ve “Basın hürriyeti”ni düzenleyen 28. maddesinin birinci fıkrasının
birinci tümcesi hükümlerinin ihlâli anlamına gelecektir. Böylesi bir kısıtlama
/ sınırlama, yasal bir düzenlemeyle öngörülecek olursa, o düzenlemeyi öngören
yasa kuralının da Anayasanın anılan hükümlerine aykırılığı sonucunu
doğuracaktır.
İşte,
somut olayda, dava konusu 6532 sayılı Kanunun 7.
maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin üçüncü fıkrasında yer
alan ve cezâi yaptırıma bağlanan düzenleme, açıklanmaya çalışılan nedenlerle Anayasamızda
güvence altına alınan “haberleşme hürriyeti”nin, “düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyeti’nin (ifade özgürlüğü’nün)” ve “basın hürriyeti”nin kullanımını
kısıtlamaya ve zorlaştırmaya yönelik bir nitelik taşımaktadır. Başka bir ifade
ile, Millî İstihbarat Teşkilâtının görev ve faaliyetlerine ilişkin bilgi ve
belgeleri, MİT mensuplarını ve ailelerinin kimlik bilgilerini koruma adına
Anayasamızda temel hak ve hürriyetler arasında sayılan “haberleşme
hürriyeti”nin, “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti’nin (ifade özgürlüğü’nün)”
ve “basın hürriyeti”nin sağladığı güncel, çağdaş ve demokratik hakların
kullanımı zorlaştırılmaktadır. Bu itibarla, dava konusu düzenleme, Anayasanın
“haberleşme hürriyeti”ni temînat altına alan 22. maddesinin birinci fıkrasının
birinci tümcesi; “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti”ni (“ifade
özgürlüğü”nü) temînat altına alan 26. maddesinin birinci fıkrası ile “basın
hürriyeti”ni düzenleyen 28. maddesinin birinci fıkrasının birinci tümcesi
hükümlerine açıkça aykırıdır.
Diğer yandan, Anayasanın 22. maddesinde “haberleşme hürriyeti”; 26.
maddesinde “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” (ifade özgürlüğü); 28.
maddesinde de “basın hürriyeti” teminat altına alındığına göre, “haberleşme” ve
“basın” hürriyetinin “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti”nin (ifade
özgürlüğü’nün)” -deyim yerinde ise- bir uzantısı olduğu açıktır. “Haberleşme
hürriyeti” ile “basın hürriyeti”nin sağladığı hakları kullanmak suretiyle
“düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti”nin (ifade özgürlüğü’nün) kullanılması
da “hukuk devleti” ilkesinin bir gereğidir.
Yukarıda, dava
dilekçemizin [4/a] bölümünde, 6532 sayılı Kanunun 7. maddesiyle değişik 2937
sayılı Kanunun 27. maddesinin birinci fıkrasında yer alan dava konusu ibârenin
Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçelerimizde de açıkladığımız veçhile,
Anayasamızda ayrı ayrı teminat altına alınan
“haberleşme hürriyeti”nin ve “basın hürriyeti”nin özüne dokunacak her türlü
sınırlama ya da kısıtlamanın Anayasanın “Cumhuriyetin nitelikleri” kenar
başlıklı 2. maddesinde tanımlanan “hukuk devleti” ilkesini de zedeleyeceği
âşikârdır. Zirâ, Anayasanın 2. maddesinde; “Türkiye Cumhuriyeti,
toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına
saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere
dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” denilmiştir. “Anayasanın
2. maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında belirtilen hukuk devleti, tüm
işlem ve eylemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni
kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına
egemen kılan, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına
dayanan bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, yargı denetimine açık,
yasaların üstünde Anayasanın ve yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk
ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir.” (Anayasa Mahkemesi’nin 19.1.2006
gün ve 2005/99 Esas, 2006/8 Karar sayılı Kararı). “Bu bağlamda, hukuk
devletinde yasakoyucu, yasaların yalnız Anayasaya değil, evrensel hukuk
ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür.” (Anayasa Mahkemesi’nin
4.5.2005 gün ve Esas:2004/4, Karar:2005/25 sayılı Kararı).
Bu itibarla, 6532
sayılı Kanunun 7. maddesiyle değişik 27. maddesinin üçüncü fıkrasında öngörülen
ve az yukarıda açıklandığı veçhile haberleşme hürriyetini, düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetini (ifade özgürlüğünü)
ve basın hürriyetini kısıtlamaya ve bu hürriyetlerin kullanımını
zorlaştırmaya yönelik 6532 sayılı Kanunun 7. maddesiyle değişik 27. maddesinin
üçüncü fıkrasında öngörülen düzenleme, Anayasanın “hukuk devleti” ilkesini
benimseyen 2. maddesi hükmüne de aykırıdır.
Ayrıca (yukarıda,
dava dilekçemizin [4/a] bölümünde, 6532 sayılı Kanunun 7. maddesiyle değişik
2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin birinci fıkrasında yer alan dava konusu
ibârenin Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçelerimizde de değindiğimiz
üzere), Anayasanın 5. maddesinde, Türk milletinin bağımsızlığını ve
bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak,
kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak, kişinin temel hak
ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak
surette sınırlayan, siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya çalışmak,
devletin temel amaç ve görevleri arasında sayılmaktadır. “Hukuk devleti”
ilkesi, Anayasanın 5. maddesi bağlamında anlam ve içerik kazanmaktadır (Anayasa
Mahkemesi’nin 14.3.2005 gün ve Esas:2003/70, Karar:2005/14 sayılı Kararı / Son
tümce tarafımızdan koyu yazılmıştır).
“Hukuk devleti”
olarak tanımlanan Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşları adına egemenlik
yetkisini kullanan kanunkoyucunun, Anayasa ve hukukun genel ilkeleri ile koruma
altına alınmış ve temel insan hak ve hürriyetlerinin bir parçası olarak görülen
“haberleşme hürriyeti”nin, “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti’nin (ifade
özgürlüğü’nün)” ve “basın hürriyeti”nin kullanılmasını sınırlandırıcı hükümler
ihdâs etmesi ve bu bağlamda siyasal engeller çıkarması, Anayasanın -yukarıda
belirtilen- 2., 5., 22., 26. ve 28. maddeleri hükümleri ile bağdaşmaz. Bu
bağlamda, iptali istenen dava konusu mezkûr düzenleme,
Anayasamızda güvence altına alınan “haberleşme hürriyeti”nin, “düşünceyi
açıklama ve yayma hürriyeti’nin (ifade özgürlüğü’nün)” ve “basın hürriyeti”nin
kullanımını kısıtlamaya ve zorlaştırmaya yönelik (Anayasanın 5. maddesi hükmü
anlamında) “siyasal bir engel” niteliğindedir. Anayasanın 5. maddesi hükmünce,
Devletin temel amaç ve görevleri kapsamında kişinin temel hak ve
hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak
surette sınırlayan, siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya çalışması
gerekirken, aksine bir davranışla, dava konusu Kural’da öngörüldüğü veçhile, “Millî İstihbarat Teşkilatının görev ve faaliyetlerine
ilişkin bilgi ve belgeler ile MİT mensupları ve ailelerinin kimliklerine ve
bunlara ilişkin sahte belgeleri; radyo, televizyon, internet, sosyal medya,
gazete, dergi, kitap ve diğer tüm medya araçları ile her türlü yazılı, görsel,
işitsel ve elektronik kitle iletişim araçları vasıtasıyla yayımlamak, yaymak
veya açıklamak; 5187 sayılı Basın Kanununun 11. maddesi ile 5651 sayılı
İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla
İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunun 4. ve 6. maddeleri
hükümlerine göre bunları yaymak” biçiminde yeni bir suç ve ceza ihdâsı
cihetine gidilmesi, “haberleşme hürriyeti”nin, “düşünceyi açıklama ve yayma
hürriyeti’nin (ifade özgürlüğü’nün)” ve “basın hürriyeti”nin kullanımını
kısıtlayacak ve zorlaştıracak mâhiyette böylesi bir
engel yaratılması, -kanaatimizce- Anayasanın 5. maddesi hükmüne de açıkça
aykırılık anlamına gelmektedir.
Diğer yandan, Anayasamızın “Süreli ve süresiz yayın hakkı”
kenar başlıklı 29. maddesinin üçüncü fıkrasının ikinci tümcesinde, “Kanun,
haber, düşünce ve kanaatlerin serbestçe yayımlanmasını engelleyici veya
zorlaştırıcı siyasal, ekonomik, malî ve teknik şartlar koyamaz.” denilmiştir.
Az yukarıda açıklamaya çalıştığımız veçhile, 6532 sayılı Kanunun 7. maddesiyle
değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin iptali istenen dava konusu üçüncü fıkrasındaki
mezkûr düzenleme, Anayasamızda güvence altına
alınan “haberleşme hürriyeti”nin, “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti’nin
(ifade özgürlüğü’nün)” ve “basın hürriyeti”nin kullanımını kısıtlamaya ve
zorlaştırmaya yönelik (Anayasanın 5. maddesi hükmü anlamında) “siyasal bir
engel” niteliğinde olduğunu göre, dava konusu Kural’a göre, “Millî İstihbarat Teşkilatının görev ve faaliyetlerine
ilişkin bilgi ve belgeler ile MİT mensupları ve ailelerinin kimliklerine ve
bunlara ilişkin sahte belgeleri; radyo, televizyon, internet, sosyal medya,
gazete, dergi, kitap ve diğer tüm medya araçları ile her türlü yazılı, görsel,
işitsel ve elektronik kitle iletişim araçları vasıtasıyla yayımlamak, yaymak
veya açıklamak; 5187 sayılı Basın Kanununun 11. maddesi ile 5651 sayılı
İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla
İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunun 4. ve 6. maddeleri
hükümlerine göre bunları yaymak” biçiminde yeni bir suç ve ceza ihdâsı
cihetine gidilmesi, yasakoyucunun kanun, haber, düşünce ve kanaatlerin
serbestçe yayımlanmasına, yâni, “haberleşme hürriyeti”nin, “düşünceyi açıklama
ve yayma hürriyeti’nin (ifade özgürlüğü’nün)” ve “basın hürriyeti”nin
kullanımının önüne engelleyici veya zorlaştırıcı siyasal bir şart koyması
anlamına gelmektedir. Bu itibarla, bu bapta Anayasaya aykırılığı nedeniyle
iptal gerekçelerini açıklamaya çalıştığımız dava konusu Kural’da öngörülen
düzenleme, -kanaatimizce- Anayasanın 29. maddesinin
üçüncü fıkrasının ikinci tümcesi hükmüne de aykırılık teşkil etmektedir.
Açıklanmaya çalışılan nedenlerle, 6532 sayılı Kanunun 7.
maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin üçüncü fıkrası hükmü,
Anayasanın 2., 5., 10., 22., 26., 28. ve 29. maddelerine aykırıdır. İptali
gerekir.
Diğer yandan, dava konusu Kural’da tanımlanan suçun
unsurlarına, hukukî konusuna (ihdâs edilen suçla korunan hukukî menfaate),
mağdurun, fâilin ve fiilin niteliklerine göre, mezkûr suç için öngörülen
müeyyide (üç yıldan dokuz yıla kadar hapis cezası) ölçüsüz, orantısız ve fâhiş
olduğu kadar, “suç ve cezaların
öngörülebilir ve orantılı olma” prensibine de aykırıdır. Bu vâkıâ bile, başlıbaşına (az yukarıda belirttiğimiz
üzere), “6532 sayılı Kanunun 7. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 27.
maddesinin dava konusu üçüncü fıkrasında ihdâs edilen “suç tanımı”nın, Anayasanın
22., 26. ve 28. maddelerinde temînat altına alınan “haberleşme”, “ifade” ve
“basın” hürriyetlerini ihlâl edici boyutta olduğu” yolundaki görüşümüzü
doğrular mâhiyettedir. 5237 sayılı Türk
Ceza Kanunu’nun “Cezanın belirlenmesi” başlığını taşıyan 61. maddesinde
Hâkimin, somut olayda, suçun işleniş biçimini, suçun işlenmesinde kullanılan
araçları, suçun işlendiği zaman ve yeri, suç konusunun önem ve değerini,
meydana gelen zarar ve tehlikenin ağırlığını, failin kast ve taksirine dayalı
kusurunun ağırlığını, failin güttüğü amaç ve saiki göz önünde bulundurarak,
işlenen suçun kanunî tanımında öngörülen cezanın alt ve üst sınırı arasında
temel cezayı belirlemesi ve bunun da gerekçesini kararında göstermesi
gerekirken, karar mevkiinde bulunan hâkime, dava konusu Kural’da olduğu gibi,
çok geniş bir takdir hakkı kapsamında, hem fâhiş hem de keyfî olabilecek
nitelikte ve üstelik, arada üç kat fark olan bir (hürriyeti bağlayıcı cezaya)
hapis cezasına hükmetme yetkisi verilmesi, ceza hukukunun temel prensiplerine
açıkça aykırıdır.
Kuşkusuz, 6532 sayılı Kanunun
7. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin üçüncü fıkrasında yer
alan düzenlemeye (suç tanımına, unsurlarına, hukukî konusuna, mağdura ve fâile)
ilişkin -yukarıda açıklamaya çalıştığımız veçhile- Anayasaya aykırılığı
nedeniyle iptal gerekçeleri, aynı fıkrada söz konusu suç için öngörülen
müeyyideye, yâni “…üç yıldan dokuz yola
kadar hapis cezası verilir.” ibâresine
de sirâyet etmekte ve bu sözcük grubunun da -kaçınılmaz bir biçimde- sakatlanması
ve Anayasaya aykırılığı sonucunu doğurmaktadır.
Şüphesiz,
az yukarıda, 6532 sayılı Kanunun 7. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 27.
maddesinin üçüncü fıkrasının “… üç yıldan dokuz yıla kadar hapis cezası
verilir.” ibâresine kadar olan “Birinci ve ikinci
fıkra kapsamındaki bilgi ve belgelerin; radyo, televizyon, internet, sosyal
medya, gazete, dergi, kitap ve diğer tüm medya araçları ile her türlü yazılı,
görsel, işitsel ve elektronik kitle iletişim araçları vasıtasıyla yayımlanması,
yayılması veya açıklanması hâlinde; 9/6/2004 tarihli ve 5187 sayılı Basın
Kanununun 11 inci maddesi ile 4/5/2007 tarihli ve 5651 sayılı İnternet
Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen
Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunun 4 üncü ve 6 ncı maddeleri
hükümlerine göre sorumlulukları belirlenenler ile bunları yayanlar hakkında
…” sözcük grubu için ileri sürdüğümüz bütün Anayasaya aykırılık gerekçeleri,
6532 sayılı Kanunun 7. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin
üçüncü fıkrasının sonunda yer alan “… üç yıldan dokuz yıla kadar hapis cezası
verilir.” ibâresi için de aynen geçerlidir. Yüksek Mahkemenizin gereksiz yere
zamanını almamak ve lüzûmsuz tekrarlara yol açmamak adına, iş bu bapta, 6532
sayılı Kanunun 7. maddesiyle 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin üçüncü
fıkrasının “… üç yıldan dokuz yıla kadar hapis cezası verilir.” ibâresine kadar
olan bölümü hakkında ileri sürdüğümüz bütün Anayasaya aykırılık gerekçelerini,
6532 sayılı Kanunun 7. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin
üçüncü fıkrasının “… üç yıldan dokuz yıla kadar hapis cezası verilir.” ibâresi
için de aynen tekrar ettiğimizi beyan etmekle yetiniyoruz. Zirâ, 6532 sayılı
Kanunun 7. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin üçüncü
fıkrasını oluşturan her bir sözcük arasında -âdetâ- “organik” bir bağ
mevcuttur; 6532 sayılı Kanunun 7. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 27.
maddesinin üçüncü fıkrasında yer alan “… üç yıldan dokuz yıla kadar hapis
cezası verilir.” ibâresi, Kural’daki diğer sözcükler olmaksızın tek başına
hüküm ifade edemez ve başlıbaşına varlığını sürdüremez. Öyle ise, 6532 sayılı
Kanunun 7. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun üçüncü fıkrasının “… üç
yıldan dokuz yıla kadar hapis cezası verilir.” ibâresi de dâhil olmak üzere
Kural’da yer alan sözcük grubu hakkında az yukarıda ileri sürdüğümüz bütün
Anayasaya aykırılık gerekçeleri, 6532 sayılı Kanunun 7. maddesiyle değişik 2937
sayılı Kanunun 27. maddesinin üçüncü fıkrasının “… üç yıldan dokuz yıla kadar
hapis cezası verilir.” ibâresi için de aynen geçerlidir.
Dava
konusu yapılan 6532 sayılı Kanunun 7. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun
üçüncü fıkrasının “Birinci ve ikinci fıkra
kapsamındaki bilgi ve belgelerin; radyo, televizyon, internet, sosyal medya,
gazete, dergi, kitap ve diğer tüm medya araçları ile her türlü yazılı, görsel,
işitsel ve elektronik kitle iletişim araçları vasıtasıyla yayımlanması,
yayılması veya açıklanması hâlinde; 9/6/2004 tarihli ve 5187 sayılı Basın
Kanununun 11 inci maddesi ile 4/5/2007 tarihli ve 5651 sayılı İnternet
Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla İşlenen
Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunun 4 üncü ve 6 ncı maddeleri
hükümlerine göre sorumlulukları belirlenenler ile bunları yayanlar hakkında
…” sözcük grubu ile ilgili olarak Yüksek Mahkemenizce verilecek olası bir iptal
kararı, 6532 sayılı Kanunun 7. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 27.
maddesinin üçüncü fıkrasında yer alan ve Kural’da tanımlanan suç konusu tipik
fiilin müeyyidesini gösteren “… üç yıldan dokuz yıla kadar hapis cezası
verilir.” ibâresinin uygulanamaması sonucunu doğuracaktır.
Bu
durumda, -şüphesiz, takdir Yüksek Mahkemenize ait olmak üzere- 6216 sayılı
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 43.
maddesinin dördüncü fıkrası gereğince, 6532 sayılı Kanunun 7. maddesiyle
değişik 2937 sayılı Kanunun üçüncü fıkrasının “… üç yıldan dokuz yıla kadar
hapis cezası verilir.” ibâresi dışında kalan sözcük grubunun iptal başvurumuz
doğrultusunda iptali hâlinde, uygulama kâbiliyeti kalmayan 6532 sayılı Kanunun
7. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin üçüncü fıkrasında yer
alan “… üç yıldan dokuz yıla kadar hapis cezası verilir.” ibâresinin de iptaline
karar verilmesi gerekmektedir.
c-) Dördüncü fıkrasında geçen:
“… ihmal veya …”
Sözcük öbeği (ibâresi) ile,
“… yükümlülüklerini yerine getirmeyenlere …”
Sözcük grubunun (ibâresinin) Anayasaya aykırılığı nedeniyle
iptal gerekçesi:
Bu
düzenleme ile, 2937 sayılı Devlet İstihbarat
Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanununu kapsamındaki görev ve
yetkilerin kullanılmasını engelleyenlere üç yıldan beş yıla kadar, ihmal veya
suistimal suretiyle önleyenlerle yükümlülüklerini yerine getirmeyenlere iki
yıldan dört yıla kadar hapis cezası verileceği hükme bağlanmaktadır.
Buna göre, dava konusu 6532 sayılı Kanunun 7.
maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin dördüncü
fıkrasında -esâsen- üç ayrı suç tipi öngörülmekte olup, bunlar, sırasıyla;
“2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı
Kanununu kapsamındaki görev ve yetkilerin kullanılmasını engellemek”; “2937
sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanununu
kapsamındaki görev ve yetkilerin kullanılmasını ihmal veya suistimal suretiyle
önlemek” ve “2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat
Teşkilatı Kanununu kapsamındaki yükümlülüklerini yerine getirmemek” biçiminde
tanımlanmakta olup, bu eylemlere bağlanan müeyyideler ise, birinci hâlde “üç
yıldan beş yıla kadar”, ikinci ve üçüncü hâllerde ise, “iki yıldan dört yıla
kadar hapis cezası” olarak öngörülmektedir (İptal başvurumuz, Kural’da geçen .
“Bu Kanun (2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı
Kanununu) kapsamındaki görev ve yetkilerin kullanılmasını … ihmal … suretiyle
önlemek ve yine bu Kanun kapsamındaki (2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri
ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanununu) yükümlülükleri yerine getirmemek”
eylemlerinin suç kapsamına alınmış olmasına münhasırdır; Kural’da geçen “Bu
Kanun (2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı
Kanununu) kapsamındaki görev ve yetkilerin kullanılmasını engellemek … veya
suistimal suretiyle önlemek” eylemlerinin suç kapsamı içerisine alınmış ve bu
eylemlerin müeyyideye bağlanmış olmasına yönelik herhangi bir iptal istemimiz
mevcut değildir).
Dava konusu 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi
ile değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin dördüncü
fıkrasında düzenlenen suç tanımının “hukukî konu”sunun (yâni, bu suç tanımı ile
“korunmakta olan hukukî menfaat”in) “2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri
ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanununu kapsamındaki görev ve yetkilerin
kullanılması (dolayısı ile Millî İstihbarat Teşkilâtı’nın görev ve yetkileri)”
olduğu kuşkusuzdur. Zirâ, 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi ile değişik
2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin dördüncü fıkrasında;
“2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı
Kanununu kapsamındaki görev ve yetkilerin kullanılmasını engellemek; anılan
Kanun kapsamındaki görev ve yetkilerin kullanılmasını ihmal veya suistimal
suretiyle önlemek ve yine anılan Kanundaki yükümlülüklerini yerine getirmemek”
fiilleri suç olarak tanımlanmaktadır.
Yine, dava konusu 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi ile
değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin dördüncü fıkrasında tanımlanan suçun
“mağduru” (“pasif süjesi”), -özü itibariyle- “Millî
İstihbarat Teşkilâtı”dir. Zirâ, dava konusu ibârelerin yer aldığı Kural’da
geçen “Bu Kanun 2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat
Teşkilatı Kanununu) kapsamındaki …” ibâresinden hareketle, bu sonuca rahatlıkla
ulaşılabilmektedir.
Dava konusu 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi
ile değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin dördüncü fıkrasında tanımlanan
(iptal başvurumuza konu) suçun “fâili” ise, “Bu Kanun
(2937 sayılı Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı
Kanununu) kapsamındaki görev ve yetkilerin kullanılmasını … ihmal … suretiyle
önleyenler ve yine bu Kanun kapsamındaki (2937 sayılı Devlet İstihbarat
Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanununu) yükümlülükleri yerine
getirmeyenler”dir; yâni, bu tanımlamaya göre, dava konusu yaptığımız ibârelerin
yer aldığı Kural’da öngörülen suçların fâili -kamu görevlisi olsun olmasın-
“herkes” olabilir.
Oysa, 6532 sayılı Kanunun 7. maddesiyle yapılan
değişiklikten önce 2937 sayılı Kanunun mezkûr suçlara karşılık gelen 28.
maddesindeki düzenleme aynen şöyle idi:
“Bu Kanunda yazılı yetkilerin kullanılmasını ihmal veya
suistimal suretiyle önleyen kamu görevlileri hakkında Türk Ceza Kanununun
ilgili hükümleri uygulanır.”
Görüldüğü gibi, mevcut Kanunun önceki düzenlemesinde benzer
suçların fâili olabilecek kişiler konusunda bir sınırlama mevcuttu ve bu tür
suçların ancak kamu görevlileri tarafından işlenebileceği öngörülmüştü.
Hâlbuki, 6532 sayılı Kanunun 7. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 27.
maddesinin dördüncü fıkrasında yapılan mezkûr düzenleme ile, artık bu tür
suçların sadece “kamu görevlileri” tarafından değil, “herkes” tarafından
işlenebileceği kabûl edilmiş ve dolayısı ile, bu tür suçları (2937 sayılı Kanun
kapsamındaki görev ve yetkilerin kullanılmasını … ihmâl … suretiyle önlemek ve
yine anılan Kanun kapsamındaki yükümlülükleri yerine getirmemek suçlarını)
işleyen her kim olursa olsun -kamu görevlisi olup olmadığına bakılmaksızın-
cezalandırılabilmesinin önü açılmıştır.
Anayasanın
2. maddesinde; “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet
anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı,
başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, lâik ve sosyal bir
hukuk Devletidir.” denilmiştir.
“Cumhuriyetin
nitelikleri arasında yer alan hukuk devleti, bütün işlem ve eylemleri hukuka
uygun her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdürmekle
kendini yükümlü sayan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasaya
aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına dayanan bu hak ve
özgürlükleri koruyup güçlendiren, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa
koyucunun da uymak zorunda olduğu Anayasanın ve temel hukuk ilkelerinin
bulunduğu bilincinde olan devlettir. Kişilere hukuk güvenliğinin sağlanması da
hukuk devletinin ön koşullarındandır.” (Anayasa Mahkemesi’nin 6.4.2006 gün ve
2003/112, 2006/49 Karar sayılı Kararı).
“Ülkesinde, toplum halinde yaşamanın ilk ve vazgeçilmez
şartı olan güvenliği ve sosyal düzeni sağlayamamış olan devlete hukuk devleti
denemez. Bir hukuk devletinin varlık sebebi, insan haklarına dayalı âdil ve
güvenli toplumsal bir düzen kurmak ve bunu kesintisiz bir şekilde sürdürmektir.
Bunu sağlamak için çeşitli araçlara ihtiyaç bulunmaktadır. (…) Modern Ceza ve
Ceza Muhakemesi Hukukunun, daha doğrusu çağdaş hukuk sisteminin bütününün
temelini Hukuk devleti ilkesi oluşturmaktadır.
Hukuk devletinin bir başka yönü, eylem ve işlemlerinde
ölçülü (oranlı) davranan devlet olmasıdır. Oranlılık ilkesi, hukuk devletine
hâkim olan aşırılık yasağının bir bölümünü oluşturur. Bu ilkeye göre, Ceza
Muhakemesi işleminin yapılması ve sağlanması beklenen yarar ve verilmesi
ihtimal dahilinde bulunan zarar arasında makûl bir oranın (ölçünün)
bulunmasını, orantısızlık durumunda işlemin yapılmamasını ifade eden ilkeye
oranlılık (ölçülülük) ilkesi denir.” (TBMM Adalet Komisyonunun CMK Tasarısına
İlişkin Raporu, Türk Ceza Hukuku Mevzuatı, a.g.e., sh. 499).
Diğer
yandan, Anayasanın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlandırılması” kenar
başlıklı 13. maddesinde ise, “Temel hak ve hürriyetler, özlerine
dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere
bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın
sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine
ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” denilmiş ve böylece, temel hak ve
özgürlüklerin sınırlanmasının, “demokratik toplum düzeninin gereklerine” ve
“ölçülülük” ilkesine aykırı olamayacağı vurgulanmıştır.
Yasaların genel, objektif, âdil kurallar içermesi, kamu yararını
sağlama amacına yönelik olması ve hakkâniyeti gözetmesi, hukuk devleti olmanın
gereğidir. Bu nedenle kanun koyucunun hukukî düzenlemelerde kendisine tanınan
takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkâniyet ve kamu yararı
ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir.
Şüphesiz, kişi hak ve özgürlüklerini, kamu düzen ve güvenliğini,
hukuk devleti ilkesini ve kamu barışını korumak, “demokratik toplum düzeninin
gereklerinden”dir. Kezâ, yasakoyucu, yasal düzenlemeler yaparken “hukuk
devleti” ilkesinin bir unsuru olan “ölçülülük” ilkesiyle bağlıdır. Ölçülülük
ilkesine göre devlet, sınırlamadan beklenen kamu yararı ile bireyin hak ve
özgürlükleri arasında âdil bir dengeyi sağlamakla yükümlüdür. Ölçülülük ilkesi,
“elverişlilik”, “gereklilik” ve“orantılılık”olmak üzere üç alt unsurdan oluşur.
Elverişlilik, başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli
olmasını;gereklilik, başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç bakımından
gerekli olmasını ve orantılılık ise başvurulan önlem ile ulaşılmak istenen amaç
arasında makûl, meşrû ve âdil bir dengenin bulunmasını ifade etmektedir.
Yukarıdaki bilgiler ışığında somut olayı
incelediğimizde, 6532 sayılı Kanunun 7. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun
27. maddesinin dördüncü fıkrasında yapılan ve 2937 sayılı Kanun kapsamındaki
görev ve yetkilerin kullanılmasını … ihmâl … suretiyle önlemek ve yine bu Kanun
kapsamındaki yükümlülükleri yerine getirmemek suçlarını işleyen “her kim”
olursa olsun -kamu görevlisi olup olmadığına bakılmaksızın- “herkes”i içine
alacak şekilde cezalandırılabilmesinin önünü açan böylesi bir düzenleme, “hukuk
devleti” ilkesinin ön-koşullarından olan kişilere hukuk güvenliğinin
sağlanması, yasaların genel, objektif, âdil kurallar içermesi,
kamu yararını sağlama amacına yönelik olması, hakkaniyeti gözetmesi ve “ölçülü”
olması (“ölçülülük”) ilkeleriyle bağdaşmamaktadır. Kezâ, mezkûr düzenlemede
başvurulan önlem (2937 sayılı Kanun kapsamındaki görev ve yetkilerin
kullanılmasını ihmâl suretiyle önleyenleri ve anılan Kanun kapsamındaki
yükümlülüklerini yerine getirmeyenleri cezalandırmak) ile, ulaşılmak istenen
amaç (2937 sayılı Kanun kapsamındaki görev ve yetkilerin kullanılması ve anılan
Kanun kapsamındaki yükümlülüklerin yerine getirilmesi) arasında, makûl, meşrû
ve âdil bir dengenin bulunduğunu söyleyebilmek mümkün değildir. Bu itibarla,
dava konusu ibârelerin yer aldığı 6532 sayılı Kanunun
7. maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin dördüncü fıkrasında
yapılan mezkûr düzenleme, suç konusu fiilleri gerçekleştiren “fâil” kapsamı
içerisine “herkes”i alacak şekilde suçun mâhiyetini genişletmek ve buna
mukâbil, mezkûr suçların fâili olabilecek “herkes”in temel hak ve
hürriyetlerini tahdit edecek şekilde, özgürlüğü bağlayıcı ceza (müeyyide)
öngörmek suretiyle, “demokratik toplum düzeninin gereklerine” ve “ölçülülük”
ilkesine aykırı biçimde sınırlandırmakta ve böylece Anayasanın 13. maddesinin
ikinci tümcesi hükmünü ihlâl etmektedir.
Diger yandan, yine bu bapta dava konusu yaptığımız ibârelerin yer
aldığı 6532 sayılı Kanunun 7. maddesiyle değişik 2937
sayılı Kanunun 27. maddesinin dördüncü fıkrasında yapılan mezkûr düzenleme ile ulaşılmak
istenen amaç (2937 sayılı Kanun kapsamındaki görev ve yetkilerin kullanılması
ve anılan Kanun kapsamındaki yükümlülüklerin yerine getirilmesi amacı) ile,
başvurulan önlem (2937 sayılı Kanun kapsamındaki görev ve yetkilerin
kullanılmasını ihmâl suretiyle önleyenleri ve anılan Kanun kapsamındaki
yükümlülüklerini yerine getirmeyenleri cezalandırmak tedbiri) mukâyese
edildiğinde, yasakoyucunun bâriz biçimde Devlet’in yürütme organına (Başbakanlığa)
bağlı bir teşkilâtı (Millî İstihbarat Teşkilâtını), yâni, “birey”e karşı
“Devlet”i -deyim yerinde ise- “kayırması” anlamına gelmektedir. Oysa, bir
“hukuk devleti”nde, yasakoyucunun yeni bir suç tanımı ve ceza müeyyidesi
öngörürken, “Devlet”i kayırması ve “birey” ile “Devlet” arasındaki dengeyi
“Devlet”in lehine bozucu mâhiyette hükümler ihdâs etmesi kabûl edilemez. Bu
itibarla, dava konusu yaptığımız ibârelerin yer aldığı mezkûr düzenleme, ceza hukukunun temel kurallarına ve Anayasanın 2. maddesinde
belirtilen “hukuk devleti” ilkesine açıkça aykırıdır.
Açıklanmaya çalışılan nedenlerle, 6532 sayılı Kanunun 7.
maddesiyle değişik 2937 sayılı Kanunun 27. maddesinin dördüncü fıkrasında geçen
“… ihmal veya …” ibâresi ile “…
yükümlülüklerini yerine getirmeyenlere …” ibâresi, Anayasanın 2. ve 13.
maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.
(Bu meyanda, bu bapta dava konusu yaptığımız dava konusu
ibârelerden “… ihmal veya …” ibâresinin sonunda yer alan “veya” bağlacından
önce gelen “ihmal” sözcüğü hakkında Yüksek Mahkemeniz tarafından olası bir
iptal Kararı verilmesi hâlinde, dava konusu ibârenin sonunda yer alan “veya”
bağlacı da Kural içerisindeki anlamını yitirecek ve bu bağlacın uygulanamaması
sonucunu doğuracaktır. Bu durumda, -şüphesiz, takdir Yüksek Mahkemenize ait
olmak üzere- 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri
Hakkında Kanunun 43. maddesinin (4) numaralı fıkrası gereğince, 6532 sayılı Kanunun 7. maddesi ile değişik 2937 sayılı
Kanunun 27. maddesinin dördüncü fıkrasında geçen “ihmal” sözcüğünün
iptal başvurumuz doğrultusunda iptali hâlinde, aynı ibârenin sonunda geçen ve
uygulama kâbiliyeti kalmayacak olan “veya” sözcüğünün de iptaline karar
verilmesi hususunu Yüksek Mahkemenizin takdirlerine bırakıyoruz).
5-)
17.4.2014 tarihli ve 6532 sayılı “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî
İstihbarat Teşkilatı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 8. maddesi ile değişik 1.11.1983 tarihli ve 2937 sayılı “Devlet
İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanunu”nun 28. maddesinin
birinci fıkrasında geçen:
“, bu talepleri yerine getirenlerin hukuki ve cezai
sorumluluğu doğmaz”
Sözcük grubunun (ibâresinin) Anayasaya
aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi:
Bu sözcük
grubunun (ibârenin) yer aldığı 6532 sayılı Kanunun 8. maddesi ile değişik 28.
maddesinin birinci fıkrasında geçen dava-dışı “Bu
Kanunda MİT’e verilen görev ve yetkiler çerçevesinde yapılan her türlü talep
öncelikli olarak yerine getirilir, …” biçimindeki düzenleme bir bütün
(kül) hâlinde değerlendirildiğinde, 2937 sayılı Kanunda MİT’e verilen görev ve
yetkiler çerçevesinde MİT’in yapacağı her türlü talepleri yerine getirenlerin
hukukî ve cezaî sorumluluklarının doğmayacağı hükme bağlanmaktadır.
Buna göre,
MİT’e verilen görev ve yetkiler çerçevesinde MİT tarafından yapılan herhangi
bir talebi yerine getirenlerin hukukî ve cezaî sorumlulukları doğmayacak; bu
tür taleplerin yerine getirilmesi sırasında eylemin haksız fiil oluşturması
hâlinde zararın tazmîni istenemeyecek; eylemin suç teşkil etmesi hâlinde ise,
soruşturmaya ya da kovuşturmaya gerek duyulmadan, yetkili mercîler tarafından
hiçbir adlî işlem yapılamayacaktır. MİT’in talebini yerine getiren kişiler de,
hukukî veya cezaî bir tâkîbata mâruz kaldıklarında, dava konusu düzenlemeden
-deyim yerinde ise-, cankurtaran simidi gibi yararlanabileceklerdir. Söz
gelimi, MİT’in bir talebini yerine getirmekte iken bir noktadan başka bir
noktaya hızla aracını sevk ederken husûle getirdiği bir trafik kazası sonucunda
bir veya birden fazla kişinin ölümüne veya yaralanmasına sebebiyet veren bir
kişi, aleyhinde başlatılacak herhangi bir hukukî ve / veya cezaî soruşturma
sırasında davalı veya şüpheli sıfatıyla yaptığı savunmada, “kazanın MİT
tarafından kendisine verilen bir görev sırasında husûle geldiğini; dava konusu
Kural’a göre kendisinin hiçbir hukukî ve cezaî sorumluluğunun bulunmadığını”
ileri sürerek sorumluluktan kurtulabilecektir. Dava konusu Kural’ın arkasına
sığınılarak yapılacak olası böyle bir savunmanın, hak ve nasafet ilkeleriyle
bağdaştırılabilmesi mümkün değildir.
Sorumluluk
(mes’ûliyyet), uyulması gereken bir kurala aykırı davranışın hesabını verme,
tazminatla yükümlü olma ve işlenmiş bir suçun cezasını çekme olarak
tanımlanmakta; günlük dilde ise, bir kimsenin belli olaylar nedeniyle hesap
verme ve açıklama yapma yükümlülüğünü ifade etmektedir. Hukukî anlamıyla
sorumluluk ise, bir kimsenin, belli olaylar üzerine, kendi aleyhine doğacak
hukuksal sonuçlara katlanması yükümlülüğüdür. Hukuk kurallarına aykırı tutum ve
davranışlar, doğal olarak beraberinde sorumluluğu da gerektirir (Lütfi Gülşan,
“Hukuk Sisteminde Sorumluluk ve Unsurları”, [Çevrimiçi Kaynak], http://web.ogm.gov.tr/birimler/
merkez/teftis/Dokumanlar/Hukuk%20 Sisteminde%20Sorumluluk%20ve%20unsurlar
%C4%B1%20Lutfi%20G%C3%9CL%C5%9EAN.pdf, sh.1, Erişim
Tarihi:12.6.2014).
Türk Ceza
Kanununun hükümlerinden ayrık tutulduğu ayrıca ve açıkça belirtilmedikçe, her
Türk vatandaşı Türk Ceza Kanunu hükümlerine tâbidir. Bu sonuca, “ceza
kurallarının mecbûrîliği ilkesi”nden hareketle de ulaşılabilir. Bu ilkeye göre,
ceza kanunları yürürlüğe girdikleri andan itibaren, hükümlerini ihlâl eden bütün
kişiler hakkında, zorunlu olarak uygulanır (Sulhi Dönmezer, Sahir Erman, Nazari
ve Tatbiki Ceza Hukuku, İstanbul, 1985,
C.1, Sh.240; Kemal Gözler, Türk Anayasa Hukuku, Bursa, 2000, Sh.536).
Yukarıda
(dava dilekçemizin 3/a ve 3/b maddeleri başlığı altında da) açıkladığımız
veçhile, bir suçun işlendiğine ilişkin herhangi bir ihbar veya şikâyet alan
veya işlendiğini öğrenen Cumhuriyet savcısının görevi 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun 160. maddesinin birinci fıkrasında, “Cumhuriyet savcısı,
ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli
öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere
hemen işin gerçeğini araştırmaya başlar.” biçiminde tarif edilmiştir. Bu görev
tarifinde, “işin gerçeğini araştırmak” konusunda suça ve suçluya ilişkin
herhangi bir istisnaya (ayrıksı duruma) yer verilmemiştir. Cumhuriyet savcısı,
ihbarın, şikâyetin, suç işlendiği izlenimi veren hâlin, şüphelinin ya da
eylemin niteliğine ve türüne bakmaksızın bilâ istisna, kamu davasını açmaya yer
olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmak
mükellefiyetindedir.
Yukarıdaki
bilgiler ışığında somut olaya baktığımızda, 6532 sayılı Kanunun 8. maddesi ile değişik 28. maddesinin birinci fıkrasında yer alan dava
konusu düzenleme ile Cumhuriyet savcılarının, MİT’e
verilen görev ve yetkiler çerçevesinde yapılan bir talebi yerine getirirken suç
işleyen kişi (şüpheli) hakkında (bir anlamda) kamu davası açabilme yetkisinin
elinden alınması yukarıda belirtilen Ceza Muhâkemesi Hukukunun temel
kurallarına ve hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Zirâ, ceza kanunları -kural
olarak- bütün kişiler için “mecbûrî” ise, MİT’e verilen görev ve yetkiler
çerçevesinde MİT tarafından yapılan her türlü talebi yerine getiren herkes için
“mecbûrî”dir.
6532
sayılı Kanunun 8. maddesi ile değişik 28. maddesinin
birinci fıkrasında yer alan dava konusu düzenleme, MİT’e verilen
görev ve yetkiler çerçevesinde yapılan talepleri yerine getirenleri hukukî ve
cezaî sorumluluktan bağışık tutmakta ve hukuk yargılaması açısından aleyhlerine
dava açılamaması nedeniyle haksız olanın; ceza yargılaması açısından da ön
inceleme ve soruşturma evresine geçilememesi nedeniyle, varsa suçun ve suçlunun
ortaya çıkarılmaması anlamına gelmektedir.
Hâlbuki (az yukarıda da değinildiği üzere), bir
suçun işlendiğine ilişkin herhangi bir ihbar veya şikâyet alan veya işlendiği
izlenimi edinen Cumhuriyet savcısının görevi 5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanununun 160. maddesinin birinci fıkrasında, “Cumhuriyet savcısı, ihbar veya
başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir
öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin
gerçeğini araştırmaya başlar.” biçiminde tarif edilmiştir. Kezâ, 5271 sayılı
Ceza Muhakemesi Kanununun 170. maddesinin ikinci fıkrası hükmünde, Soruşturma
evresi sonunda toplanan delillerin, suçun işlendiği hususunda yeterli şüphenin
oluşturması halinde, Cumhuriyet savcısının bir iddianame düzenleyeceği (kamu
davası açacağı) öngörülmüştür. Bu hükümlere göre, Cumhuriyet savcısı, ihbar
veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir
öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin
gerçeğini araştırmak ve gerekli gördüğü takdirde, ihbarın, şikâyetin, suç
işlendiği izlenimi veren hâlin niteliğine ve türüne bakmaksızın iddianame
tanzim edip, kamu davasını açmak mükellefiyetindedir. Buna göre, Cumhuriyet
savcısının işin gerçeğini araştırması, delil toplaması ve kamu davası açması
için yegâne ölçüt, -her ne şekil ve sûrette olursa olsun- ihbar veya başka bir
suretle bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenmiş olmasıdır.
Ne var ki,
bu bölümde dava konusu yaptığımız Kural’ın öngördüğü düzenleme karşısında,
örneğin, Cumhuriyet savcısı, bir suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli
öğrenmiş olsa dahî, suç işlendiği izlenimini veren ahvâlin MİT’in talebi
üzerine gerçekleştiğini öğrenmesi hâlinde, MİT’in
talebini yerine getiren fâil (ya da fâiller) hakkında hiçbir işlem yapmayacak
ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 160. maddesi ile 170. maddesinde
kendisine verilen “işin gerçeğini araştırma” ve -gerekirse- “kamu davası açma”
görevlerini yerine getirmeyecektir. Bu düzenleme ile MİT’in görev ve
faaliyetleri kapsamında kendisinden herhangi bir talebi yerine getirmesi
istenenlerin ihbar veya şikâyet edilmesi üzerine, adlî yönden herhangi bir
işlem yapılması veya haksız fiilden kaynaklanan bir zararın tazmîni için genel
hükümlere göre hukuk davası açılabilmesi imkânsız hâle geleceğinden, haksız
fiilin veya suçun ortaya çıkarılmadığı ve MİT’in talebini yerine getirirken
haksız fiil ya da suç işleyen fâillerin korunduğu izlenimine yol açması
nedeniyle, Kural’da öngörülen düzenleme, bu açıdan da, -yukarıda da
vurgulandığı üzere- ceza hukukunun temel kurallarına ve Anayasanın 2.
maddesinde belirtilen “hukuk devleti” ilkesine açıkça aykırıdır.
Zirâ,
ihbar veya şikâyet konusu olayın MİT’in talebi doğrultusunda meydana gelip
gelmediğine bakmaksızın, Cumhuriyet savcılarının, ihbar veya şikâyet
aldıklarında suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez (suç,
MİT’in talebinin yerine getirilmesi nedeniyle işlenmiş dahî olsa) kamu davası
açmak üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlamaları ve (suçu, MİT’in
talebini yerine getirirken işlemiş dahî olsa) ilgililer hakkında -gerekirse-
kamu davası açabilme yetkilerini kullanmaları; kezâ, eylemin mağduru olan
kişilerin uğradıkları maddî veya manevî zararlarını tazmin bakımından haklarını
hukuk davası açabilmek suretiyle kullanmaları, “hukuk
devleti” ilkesinin bir gereğidir. Anayasa
Mahkemesi’nin pek çok Kararında isabetle vurgulandığı gibi, “Anayasanın 2.
maddesinde düzenlenen hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve
özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda
adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı
durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan,
Anayasa ve kanunlarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan
devlettir.” (Anayasa Mahkemesi’nin 9.4.2014 gün ve 2014/38 Esas, 2014/80 Karar
sayılı Kararı).
Diğer
yandan, 6532 sayılı Kanunun 8. maddesi ile 2937 sayılı Kanununun 28. maddesinin
birinci fıkrasında geçen dava konusu ibâre ile (Kural’ın, dava-dışı “Bu Kanunda
MİT’e verilen görev ve yetkiler çerçevesinde yapılan her türlü talep öncelikli
olarak yerine getirilir,” ibâresi de dikkate alındığında) MİT’e verilen görev
ve yetkiler çerçevesinde yapılan talepleri yerine getirenlerin hukukî ve cezaî
sorumluluğunun doğmayacağının öngörülmesi -yukarıda belirtilen Ceza Muhâkemesi
Hukukuna hâkim olan bütün ilke ve kurallara aykırı bir biçimde-, Milli
İstihbârat Teşkilâtı’nın (MİT’in) görev ve faaliyetlerine ve Milli İstihbârat
Teşkilâtı (MİT) mensuplarına ya da MİT mensubu olsun veya olmasın MİT’in
taleplerini yerine getirenlere hukukumuzda başka hiçbir gerçek ve / veya tüzel
kişiye tanınmayan bir ayrıcalık sağlanması anlamına gelmekte ve böylece MİT’e
verilen görev ve yetkiler çerçevesinde yapılan talepleri yerine getirenler ile
bu tür talepleri yerine getirmeyenler arasında, bâriz bir biçimde, “kanun
önünde eşitsizlik” husûle getirilmektedir.
Anayasamızın “Kanun önünde eşitlik”
başlığını taşıyan 10. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, dil, ırk, renk,
cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle
ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” denilmektedir. Anayasamızın bu
hükmüne göre, “Herkes, … kanun önünde eşit…” olduğuna göre, maddede sözü geçen
“herkes” mefhumunun içine MİT’e verilen görev ve yetkiler çerçevesinde yapılan
talepleri yerine getirenler ile bu tür talepleri yerine getirmeyenler de
girmektedir. Az yukarıda değinildiği veçhile, MİT’in taleplerini yerine getirme
kapsamında olmayan bir eylemin haksız fiil ya da suç teşkil etmesi hâlinde,
fâilin mevzuat hükümleri gereği hukukî ve cezaî sorumluluğu doğabilecek iken,
MİT’e verilen görev ve yetkiler çerçevesinde yapılan talepleri yerine
getirenlerin, dava konusu 6532 sayılı Kanunun 8. maddesi ile 2937 sayılı
Kanununun 28. maddesinin birinci fıkrasında geçen dava konusu ibârenin
öngördüğü hükme göre, hukukî ve cezaî sorumluluğu doğmayacaktır.
Hâl böyle olunca, MİT’e verilen görev ve
yetkiler çerçevesinde yapılan talepleri yerine getirenler ile bu tür talepleri
yerine getirmeyenler arasında “kanun önünde eşitsizlik” husûle gelecektir.
Örneğin, Cumhuriyet savcısı, MİT’e verilen görev ve yetkiler çerçevesinde
yapılan talepleri yerine getirmeyenler arasında hakkında 5271 sayılı CMK.nun
160. maddesinin birinci fıkrası uyarınca, ihbar, şikâyet veya başka bir surette
suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya
mahal olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya
başlamak ve 5271 sayılı CMK.nun 170. maddesinin ikinci fıkrası hükmünce soruşturma
evresi sonunda toplanan delillerin, suçun işlendiği konusunda yeterli şüphe
oluşturması halinde iddianame düzenleyerek kamu davasını açmak mükellefiyetinde
iken, 6532 sayılı Kanunun 8. maddesi ile 2937 sayılı Kanununun 28. maddesinin
birinci fıkrasında geçen dava konusu ibâre ile (Kural’ın, dava-dışı “Bu Kanunda
MİT’e verilen görev ve yetkiler çerçevesinde yapılan her türlü talep öncelikli
olarak yerine getirilir,” ibâresi de dikkate alındığında) dava konusu düzenleme
ile MİT’e verilen görev ve yetkiler çerçevesinde yapılan talepleri yerine
getirenler hakkında aynı veya benzeri bir ahvâlin vukuu hâlinde, adlî yönden
hiçbir işlem yapamayacaktır.
Başka bir değişle, suçu sâbit görülen
MİT’e verilen görev ve yetkiler çerçevesinde yapılan talepleri yerine getiren
herhangi bir şüpheli veya sanık hakkında, (5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanununun 160. maddesinin birinci fıkrası ile 170. maddesi hükümlerine tamamen
mugâyir bir biçimde), Cumhuriyet savcısı tarafından kamu davası açılamayacak ve
kezâ, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Dördüncü Kısım’ında 90. ve devamı
maddelerinde öngörülen Koruma tedbirleri olan yakalama ve gözaltı, tutuklama,
adlî kontrol, arama ve elkoyma, telekomünikasyon yoluyla yapılan iletişimin
denetlenmesi, gizli soruşturmacı görevlendirilmesi ve teknik araçlarla izleme
gibi koruma tedbirlerinin tatbîki cihetine gidilemeyecektir. O halde, dava
konusu düzenleme, MİT’e verilen görev ve yetkiler çerçevesinde yapılan
talepleri yerine getirenlere, âdetâ, Anayasamızın 83. maddesi hükmü gereği
hukuk düzenimizde sadece Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyeleri’ne tanınan bir
nev’î “dokunulmazlık” bahşetmekte; mezkûr düzenleme, MİT’in taleplerini yerine
getirenlere -deyim yerinde ise- yasal bir “zırh” ve bir “kalkan” anlamına
gelmektedir. Bu itibarla, aynı yasal koruma ve kollamanın, MİT’e verilen görev
ve yetkiler çerçevesinde yapılan talepleri yerine getirmeyen kişilere
uygulanmaması, “kanun önünde eşitlik” ilkesine aykırılık teşkil etmektedir.
Bu
aykırılık, Anayasanın sadece 10. maddesinin birinci fıkrasına aykırılık teşkil
etmemektedir; iptalini talep ettiğimiz bu düzenleme,
aynı zamanda, Anayasanın “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye
veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” hükmünü ihtivâ eden 10. maddesinin dördüncü
fıkrasına da aykırıdır. Zirâ, MİT’e verilen görev ve yetkiler çerçevesinde
yapılan talepleri yerine getirenlerin hukukî ve cezaî sorumluluklarının
doğmayacağını öngören anılan düzenleme ile, bu tür talepleri yerine getirenler
lehine, ama, MİT’e verilen görev ve yetkiler çerçevesinde yapılan talepleri
yerine getirmeyenler aleyhine bir ayrıcalık (imtiyaz) tanınmaktadır.
Anayasamızın 10. maddesinin dördüncü fıkrası hükmü “Hiçbir kişiye … imtiyaz
tanınamaz.” dediğine göre, MİT’e verilen görev ve yetkiler çerçevesinde yapılan
talepleri yerine getirenlere (olası şüphelilere) bu şekilde imtiyaz sağlanması,
Anayasamızın 10. maddesinin dördüncü fıkrasına da aykırılık teşkil etmektedir.
Diğer
yandan, yine Anayasanın 10. maddesinin beşinci (son) fıkrasında, “Devlet
organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine
uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” hükmü yer almaktadır. Şüphesiz,
“Devlet organları” kavramı içerisine “Yasama organı” da girmektedir. Oysa,
Yasama organı, bu tasarrufuyla, yâni 6532 sayılı Kanunun iptalini talep
ettiğimiz bu hükmü ile MİT’e verilen görev ve yetkiler çerçevesinde yapılan
talepleri yerine getirenler yönünden lehe bir düzenleme öngördüğünden, “Kanun
önünde eşitlik” ilkesine uygun hareket etmemiş olmaktadır. Dolayısı ile, 6532
sayılı Kanunun 8. maddesi ile 2937 sayılı Kanununun
28. maddesinin birinci fıkrasında geçen dava konusu ibârenin öngördüğü
düzenleme, Anayasamızın 10. maddesinin beşinci (son) fıkrası hükmüne de
açıkça aykırıdır.
6532 sayılı Kanunun 8. maddesi ile 2937
sayılı Kanununun 28. maddesinin birinci fıkrasında geçen dava konusu
ibârenin öngördüğü düzenleme, kanaatimizce, Anayasamızın 125. maddesinin
birinci fıkrasının birinci tümcesi hükmüne de aykırılık teşkil etmektedir.
Zirâ, Anayasanın 125. maddesinin birinci fıkrasının birinci tümcesinde, “İdarenin
her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.” denilerek etkin bir
yargı denetimi amaçlanmıştır. Çünkü, yargı denetimi, bir hukuk devletinin
“olmazsa olmaz” koşuludur. Bu Kural, idarenin kamu hukuku ya da özel hukuk
alanına giren tüm eylem ve işlemlerini kapsamaktadır.
Anayasamızın
125. maddesinin birinci fıkrasının birinci tümcesinde, İdarenin her
türlü eylem ve işlemlerine karşı açık olduğu vurgulanan “yargı yolu”
mefhûmunun; hukuk muhâkemesinde ihtiyâti haciz, ihtiyâti tedbir, delil tesbiti,
dava ikâmesi, itiraz, temyiz ve yargılanmanın yenilenmesi; ceza muhâkemesinde
ise ihbar, şikâyet veya başka bir surette Cumhuriyet savcısı tarafından
başlatılan soruşturma evresi ile Mahkeme huzurunda cereyan edecek olan
kovuşturma evresi, temyiz, itiraz ve yargılanmanın yenilenmesi gibi usûlî
işlemleri de kapsayacağı kuşkusuzdur. Oysa, 6532 sayılı Kanunun 8. maddesi ile 2937 sayılı Kanununun 28. maddesinin birinci
fıkrasında geçen dava konusu ibârenin öngördüğü düzenlemede olduğu gibi,
MİT’e verilen görev ve yetkiler çerçevesinde yapılan talepleri yerine
getirenlerin hukukî ve cezaî sorumluluğunun doğmayacağını öngörmek, MİT’e
verilen görev ve yetkiler çerçevesinde yapılan talepleri yerine getirenlere
“yargı yolu”nu kapatmak anlamına gelmektedir. Zirâ, MİT’e verilen görev ve
yetkiler çerçevesinde yapılan talepleri yerine getirenlerin MİT mensubu
(idareye bağlı bir memur ve kamu görevlisi) olması ihtimâli, kuvvetle
muhtemeldir. Böylesi bir düzenleme, apaçık, Anayasanın 125.
maddesinin birinci fıkrasının birinci tümcesinde, İdarenin her
türlü eylem ve işlemlerine karşı açık olduğu vurgulanan “yargı yolu”nun MİT’e
verilen görev ve yetkiler çerçevesinde yapılan talepleri (MİT mensubu memur ve
kamu görevlileri sıfatını hâiz olarak) yerine getirenlere kapatılması; başka
bir ifade ile, MİT’e verilen görev ve yetkiler çerçevesinde yapılan talepleri
(MİT mensubu memur ve kamu görevlileri sıfatını hâiz olarak) yerine
getirenlerin yargı denetiminden muaf tutulması anlamına gelmektedir. Dolayısı
ile (dava-dışı 6532 sayılı Kanunun 8. maddesi ile
değişik 2937 sayılı Kanununun 28. maddesinin birinci fıkrasında geçen
dava-dışı “Bu Kanunda MİT’e verilen görev ve yetkiler çerçevesinde yapılan her
türlü talep öncelikli olarak yerine getirilir,” ibâresindeki düzenleme de
dikkate alındığında), dava konusu mezkûr düzenleme ile MİT’e verilen görev ve
yetkiler çerçevesinde yapılan talepleri yerine getiren olası idareye mensup
kişilerin, bu taleplerin yerine getirilmesi kapsamındaki eylem ve işlemlerine
karşı -bir anlamda- yargı yolu kapatılmakla, Anayasanın “Yargı yolu” kenar
başlıklı 125. maddesine açıkça aykırılık teşkil etmektedir.
Bütün bu açıklamaya çalıştığımız nedenlerle, 6532
sayılı Kanunun 8. maddesi ile 2937 sayılı Kanununun
28. maddesinin birinci fıkrasında geçen dava konusu “, bu talepleri yerine getirenlerin hukuki ve cezai
sorumluluğu doğmaz” ibâresi, Anayasanın 2., 10.
ve 125. maddelerine açıkça aykırıdır. İptali gerekir.
(Bu meyanda, bu bapta dava konusu yaptığımız ibârenin
başında yer alan “,” (virgül) biçimindeki noktalama işaretinden sonra gelen
sözcük grubunu oluşturan ibârenin öngördüğü Kural hakkında Yüksek Mahkemeniz
tarafından olası bir iptal Kararı verilmesi hâlinde, dava konusu ibârenin
başında yer alan “,” (virgül) biçimindeki noktalama işareti anlamını yitirecek
ve bu noktalama işaretinin uygulanamaması sonucunu doğuracaktır.
Bu durumda, -şüphesiz, takdir Yüksek Mahkemenize ait olmak üzere- 6216 sayılı
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 43.
maddesinin (4) numaralı fıkrası gereğince, 6532 sayılı Kanunun 8. maddesi ile 2937 sayılı Kanununun 28. maddesinin birinci
fıkrasında geçen dava konusu ibârenin iptal başvurumuz doğrultusunda
iptali hâlinde, aynı ibârenin başında yer alan ve uygulama kâbiliyeti
kalmayacak olan “,” (virgül) biçimindeki noktalama
işaretinin de iptaline karar verilmesi hususunu Yüksek Mahkemenizin
takdirlerine bırakıyoruz).
6-)
17.4.2014 tarihli ve 6532 sayılı “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî
İstihbarat Teşkilatı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 9. maddesi ile değişik 1.11.1983 tarihli ve 2937 sayılı “Devlet
İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanunu”nun 29. maddesinin
birinci fıkrasının birinci tümcesinin tamamı ile ikinci tümcesinin ilk sözcüğü
olan:
“MİT mensupları ile MİT’te görev yapmış olanlar, MİT’in
görev ve faaliyetlerine ilişkin hususlarda tanıklık yapamaz. Ancak,”
Söz ve
sözcük grubunun (tümcesi ve ibâresinin) Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal
gerekçesi:
Bu
düzenleme ile (mevcut Kanunun önceki düzenlemesinden farklı olarak), MİT mensupları ile MİT’te görev yapmış olanların, MİT’in
görev ve faaliyetlerine ilişkin hususlarda tanıklık yapamayacağı hükme
bağlanmaktadır.
Gerçekten, 6532 sayılı Kanunun 9. maddesi ile yapılan
değişiklikten önce 2937 sayılı Kanunun “Tanıklık” kenar başlıklı 29. maddesi, “Görevin
gizliliği ve Devletin çıkarlarının zorunlu kıldığı hallerde MİT mensuplarının
tanık olarak dinlenebilmesi, MİT Müsteşarının iznine bağlıdır.” hükmünü âmirdi
ve görüldüğü gibi, MİT mensuplarının tanıklık yapabilmesi, görevin gizliliği ve
Devletin çıkarlarının zorunlu kılması hallerine münhasır olmak üzere MİT
Müsteşarının iznine bağlı idi. Başka bir deyişle, görevin gizliliği ve Devletin
çıkarlarının zorunlu kılmadığı hallerde MİT Müsteşarının iznine bağlı olarak
MİT mensuplarının tanık olarak dinlenebilmesi mümkündü. Oysa, 6532 sayılı
Kanunun 9. maddesi ile 2937 sayılı Kanunun 29. maddesinin birinci tümcesinde
öngörülen değişiklik ile, bundan böyle, MİT mensupları ile MİT’te görev yapmış
olanların MİT’in görev ve faaliyetlerine ilişkin hususlarda tanıklık
yapabilmeleri imkânsız hâle gelmiştir.
Hukuk
kuralı ve hukuk düzeni tarafından “olması gereken” şeklinde ortaya konan değer
ya da değerler bütünü, kişiler tarafından ihlâl edildiğinde, değer yargıları koymak
suretiyle toplumu ve yaşayanları yönlendirmek istediği amaçlar da zarar
görecektir. Hatta, böyle bir ihlâl iddiasının dahî hukuk düzenine zarar verdiği
düşünülebilir. Değerlerin ve amaçların uğradığı zararların en geniş anlamıyla
giderilebilmesi için, kuralı ihlâl eden kişilere, yine hukukun öngördüğü
müeyyidelerin uygulanması gereklidir (Metin Feyzioğlu, Ceza Muhakemesi
Hukukunda Tanıklık, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları, İnternet
Baskısı [Çevrimiçi Kaynak], Ankara, 1996,.sh.2, http://auhf.ankara.edu.tr/
kitaplar/ kamu-hukuku/ceza-muhakemesi-hukukunda-taniklik/, Erişim
Tarihi:13.6.2014). Hukuk kuralının ihlâli iddiası ortaya atıldıktan sonra,
böyle bir ihlâlin gerçekten vâki olup olmadığı, varsa kimin tarafından ne
şekilde gerçekleştirildiği ve uygulanması gerekli müeyyidenin ne olacağı
sorunlarının çözümü amacıyla muhâkeme faaliyeti yürütülecektir (Zeki
Hafızoğulları, Ceza Normu, Normatif Bir Yapı Olarak Ceza Hukuku Düzeni, Ankara,
1987, sh. 162-163). O halde, muhâkeme faaliyeti, maddî sorun ve hukukî sorun
olmak üzere iki temel sorunu çözmeyi amaçlar. Maddî olayların bir araya
gelmesinden oluşan maddî sorunun “oluş biçimi” hakkında yetkili makamın bir
sonuca varması ve ispata ulaşması, “gerçek”in tesbit edilmesi anlamına gelir
(Erol Cihan, “Ceza Muhakemesi Hukukunun Gayesi”, İstanbul Hukuk Fakültesi
Mecmuası, Cilt:XXVII, sayı:3-4, Sh.1-2; Feyzioğlu, a.g.e., sh.2-3, dipnot:7).
Maddî ve
hukukî sorunun çözülerek ispata ulaşılması için, doktrinde “ispat gereci”
olarak adlandırılan bir takım gereçlere ihtiyaç bulunmaktadır. Geçmişte meydana
gelmiş bir olayın muhâkeme sırasında temsilini sağlayan söz konusu gereçler
olmaksızın maddî sorunun çözümü imkânsızdır (Nevzat Gürelli, Türk Ceza
Muhakemesi Hukukunda Bilirkişilik”, İstanbul, 1967, sh.1-2; Feyzioğlu, a.g.e.,
sh.3). İşte, tanık beyanı, bu ispat gereçleri içerisinde yer almakta olup,
ister hukuk isterse ceza muhâkemesi hukukunda, ispatla ilgili temel kavramlar
içerisinde tanığın yeri büyüktür.
Yeryüzündeki
hiçbir hukuk düzeni, tanıktan vazgeçebilmiş değildir ve en azından yakın
gelecekte, tanık beyanına başvurma zorunluluğundan arınmış bir muhâkeme de
düşünülememektedir (Feyzioğlu, a.g.e., sh.3). Bu zorunluluk, muhâkeme hukukunun
bütün dallarında ve bunlarla ilgili kanunî düzenlemelerde tanık beyanına yer
verilmesi sonucunu doğurmuştur. Ancak, ceza muhâkemesinde, özellikle, önceden
delil hazırlamanın imkânsızlığı nedeniyle, tanığın ve tanık beyanının sahip
olduğu önem, muhâkeme hukukunun diğer kollarına kıyasla çok daha büyüktür
(Tahir Taner, Ceza Muhâkemesi Hukuku, İstanbul, 1955, sh.186). “Tanıklık, kamu
hukukundan kaynaklanan toplumsal bir görevdir. Kişilerin tanıklık etmeleri
toplumun menfaati gereğidir.” (1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usûlü Kanunu
Gerekçesi, Muhtar Çağlayan, Gerekçeli Notlu ve İçtihatlı Ceza Muhakemeleri
Usûlü Kanunu, Cilt:2, Ankara, 1966, sh.358).
Tanıklık yapma ödevinin Anayasamızdaki
temelini ise Anayasanın 38. maddesinin beşinci fıkrasında “Hiç kimse kendisini
ve kanunda gösterilen yakınlarını suçlayan bir beyanda bulunmaya veya bu yolda
delil göstermeye zorlanamaz.” hükmü oluşturmaktadır. Şöyle ki, Anayasamız,
zikrettiği bu durumda tanıklıktan çekinmeyi bir temel hak olarak öngörmek
suretiyle, tanıklığın kural olarak yerine getirilmesi zorunlu bir ödev olduğunu
öngörmektedir. Anayasanın 12. maddesinin 2. fıkrasında yer alan “Temel hak ve
hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve
sorumluluklarını da ihtiva eder.” hükmü de, varılan bu sonucu desteklemektedir
(Feyzioğlu, a.g.e., sh.30). Öyle ise, Türkiye’de bulunan herkes (görülmekte
olan bir davanın tarafı olmamak kaydı ile) tanıklık etmekle yükümlüdür
(Toroslu-Feyzioğlu, a.g.e., sh.176).
Yukarıdaki bilgiler ışığında somut olaya
baktığımızda, dava konusu düzenleme ile, MİT mensupları ile MİT’te görev yapmış
olanlara, MİT’in görev ve faaliyetlerine ilişkin hususlarda tanıklık yapma
yasağı getirmekle, maddî olayların bir araya gelmesinden oluşan maddî sorunun
“oluş biçimi” hakkında yetkili makamın bir sonuca varmasını ve ispata
ulaşmasını engellemekte, “gerçek”in tesbit edilmemesi ve maddî sorunun çözümsüz
kalması anlamına gelmektedir. Geçmişte meydana gelmiş bir olayın muhâkeme
sırasında temsilini sağlayan bir takım isbat gereçleri olmaksızın maddî sorunun
çözümü imkânsız olduğuna ve tanık beyanının da bu ispat gereçleri içerisinde
içerisinde bulunduğu kabûl edildiğine göre, herhangi bir tanığın, MİT mensubu
ya da MİT’te görev yapmış olması veya tanıklık yapacağı hususun MİT’in görev ve
faaliyetlerine ilişkin bulunması vâkıâsı, maddî gerçeğin ortaya çıkartılmasına
engel olmamalıdır. Zirâ, Anayasamazın 2. maddesinde “Cumhuriyetin nitelikleri”
arasında sayılan “hukuk devleti” ilkesi, hukuk ve ceza yargılamasında maddî
gerçeğin ortaya çıkartılmasını ve böylece maddî ve hukukî sorunun -hukukî yollarla-
çözülerek ispata ulaşılmasını gerektirir. Bu itibarla, dava konusu tümcenin
öngördüğü düzenlemede olduğu gibi “MİT mensupları ile MİT’te görev yapmış
olanlar, MİT’in görev ve faaliyetlerine ilişkin hususlarda tanıklık yapamaz,”
denilmek suretiyle maddî gerçeğin ortaya çıkartılmasını engelleyecek biçimde
bir Kural ihdâsı, Anayasanın 2. maddesinde ifadesini bulan “hukuk devleti”
ilkesine aykırıdır.
Zirâ, TBMM Adalet Komisyonunun 5271
sayılı CMK Tasarısına İlişkin Raporu’nda da belirtildiği gibi; “Modern Ceza ve
Ceza Muhakemesi Hukukunun, daha doğrusu çağdaş hukuk sisteminin bütününün
temelini Hukuk devleti ilkesi oluşturmaktadır.” (Şahin-Özgenç;
Türk Ceza Hukuku Mevzuatı, Adalet Bakanlığı Eğitim Dairesi Başkanlığı, Birinci
Baskı, Mart, 2007, TBMM Adalet Komisyonunun 5271 sayılı CMK Tasarısına
İlişkin Raporu, Tarih:1.12.2004, Esas:1/535, 1/292, Karar: 65; sh.499).
Az
yukarıda da açıkladığımız veçhile, “tanıklık” ödevinin Anayasamızdaki temelini,
Anayasanın 38. maddesinin beşinci fıkrasında “Hiç kimse kendisini ve kanunda
gösterilen yakınlarını suçlayan bir beyanda bulunmaya veya bu yolda delil
göstermeye zorlanamaz.” hükmü oluşturduğuna göre, bu hükmün mefhûm-u
muhâlifinden (karşıt kavramından), Kişilerin, kendilerini veya kanunda
gösterilen yakınlarını suçlayıcı mâhiyette olmadıkça beyanda bulunabilecekleri
ve bu yolda delil gösterebilecekleri anlamı çıkmaktadır. Başka bir deyişle,
Anayasamız, bu hükmü ile, tanıklıktan çekinmeyi bir temel hak olarak öngörmek
suretiyle, esâsen, tanıklık yapmanın kural olarak yerine getirilmesi zorunlu
bir ödev olduğunu öngörmektedir. Tanıklıktan çekinme hâlleri ise, 5271 sayılı
Ceza Muhakemesi Kanununun 45., 46., 47. ve 48. maddelerinde ayrıntılı biçimde
açıklanmış olup, bu hükümler arasında MİT mensupları ile MİT’te görev yapmış
olanlar hakkında tanıklıktan çekinme konusunda ayrı ve özel bir düzenleme
getirilmemiştir. Şüphesiz, MİT mensupları ile MİT’te görev yapmış olanların,
MİT’in görev ve faaliyetlerine ilişkin olmayan hususlarda tanıklıktan
çekinmeleri durumunda 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun anılan hükümleri
uygulanacaktır; ancak, dava konusu Kural’da olduğu gibi, MİT mensupları ile MİT’te
görev yapmış olanlara, MİT’in görev ve faaliyetlerine ilişkin hususlarda
tanıklık yapma yasağı getirilmesi, Anayasanın tanıklık yapmanın kural olarak
yerine getirilmesi zorunlu bir ödev olduğunu öngören 38. maddesinin beşinci
fıkrası hükmüne aykırıdır.
Kezâ,
Anayasanın 12. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan “Temel hak ve hürriyetler,
kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını da
ihtiva eder.” hükmü de, varılan bu sonucu destekler ve doğrular mâhiyettedir.
Az yukarıda açıklamaya çalıştığımız veçhile, Anayasamız 38. maddesinin beşinci
fıkrasında, “Hiç kimse kendisini ve kanunda gösterilen yakınlarını suçlayan bir
beyanda bulunmaya veya bu yolda delil göstermeye zorlanamaz.” hükmü ile esâsen
“tanıklıktan çekinme hakkı”nı temel bir hak olarak öngördüğüne ve yine
Anayasamızın 12. maddesinin ikinci fıkrası hükmünce, Temel hak ve hürriyetler,
kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumluluklarını
ihtiva ettiğine göre, “tanıklık”, bu ödevi yerine getiren kişinin (MİT mensubu
da olsa, MİT’te görev yapmış da bulunsa), içinde yaşadığı “topluma, ailesine ve
diğer kişilere karşı ödev ve sorumlulukları”ndan biridir. Öyle ise, MİT’in
görev ve faaliyetlerine ilişkin hususlara taâllûk etse dahî, MİT mensuplarının
veya MİT’te görev yapmış olanların tanıklık yapmaları, aynı zamanda içinde
yaşadıkları “topluma ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumlulukları” gereğidir.
Bu
itibarla, MİT’in görev ve faaliyetlerine ilişkin olsa dahî, MİT mensuplarının
veya MİT’te görev yapmış olanların tanıklık yapmalarını engelleyen dava konusu
Kural, MİT mensuplarının veya MİT’te görev yapmış olanların tanıklık ödevleri
kapsamında “topluma ve diğer kişilere karşı ödev ve sorumlulukları”nı yerine
getirmelerini engellemesi nedeniyle, kanaatimizce, Anayasanın 12. maddesinin
ikinci fıkrası hükmüne de aykırılık teşkil etmektedir.
Açıklamaya çalıştığımız nedenlerle, 6532
sayılı Kanunun 9. maddesi ile değişik 2937 sayılı
Kanununun 29. maddesinin birinci fıkrasının birinci tümcesinin tamamı ile
ikinci tümcesinin ilk sözcüğü olan, “MİT
mensupları ile MİT’te görev yapmış olanlar, MİT’in görev ve faaliyetlerine
ilişkin hususlarda tanıklık yapamaz. Ancak,” ibâresi, Anayasanın 2., 12. ve 38. maddelerine açıkça aykırıdır. İptali
gerekir.
(Bu meyanda, bu bapta dava konusu yaptığımız birinci
fıkranın birinci tümcesinin bitiminden itibaren, dava-dışı ikinci tümcenin başında yer alan “Ancak,”
sözcüğünden önce gelen birinci tümcede öngörülen Kural hakkında Yüksek
Mahkemeniz tarafından olası bir iptal Kararı verilmesi hâlinde, dava konusu
birinci tümcenin sonunda, dava-dışı ikinci tümcenin ise başında yer alan “Ancak,”
sözcüğü anlamını yitirecek ve bu sözcüğün uygulanamaması sonucunu doğuracaktır.
Bu durumda, -şüphesiz, takdir Yüksek Mahkemenize ait olmak üzere- 6216 sayılı
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun 43.
maddesinin (4) numaralı fıkrası gereğince, 6532 sayılı Kanunun 9. maddesi ile
2937 sayılı Kanunun 29. maddesinin dava konusu birinci fıkrasının birinci
tümcesinin iptal başvurumuz doğrultusunda iptali hâlinde, dava-dışı ikinci
tümcenin başında yer alan ve uygulama kâbiliyeti kalmayacak olan “Ancak,”
sözcüğünün de iptaline karar verilmesi hususunu Yüksek Mahkemenizin
takdirlerine bırakıyoruz).
7-) 17.4.2014 tarihli ve 6532 sayılı “Devlet
İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanununda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un 11. maddesi ile 1.11.1983
tarihli ve 2937 sayılı “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat
Teşkilatı Kanunu”na eklenen Ek 1. maddenin,
a-) Birinci fıkrasının tamamı olan:
“Millî İstihbarat Teşkilatı uhdesindeki istihbari
nitelikteki bilgi, belge, veri ve kayıtlar ile yapılan analizler, Türk Ceza
Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Yedinci Bölümünde yer alan suçlar hariç
olmak üzere, adli mercilerce istenemez.”
Söz grubunun (tümcesinin) Anayasaya aykırılığı nedeniyle
iptal gerekçesi:
Dava konusu düzenlemede atıf yapılan 26/9/2004 tarihli ve
5237 sayılı Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Yedinci bölümünde
yer alan suçlar, “Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk” olup; bunlardan Yedinci
bölümde yer alan “Devletin güvenliğine ilişkin belgeler” başlıklı 326,
“Devletin güvenliğine ilişkin bilgileri temin etme” başlıklı 327., “Siyasal
veya askerî casusluk” başlıklı 328., “Devletin güvenliğine ve siyasal
yararlarına ilişkin bilgileri açıklama” başlıklı 329., “Gizli kalması gereken
bilgileri açıklama” başlıklı 330., “Uluslararası casusluk” başlıklı 331.,
“Devlet sırlarından yararlanma, Devlet hizmetlerinde sadakatsizlik” başlıklı
333., “Yasaklanan bilgileri temin” başlıklı 334., “Yasaklanan bilgilerin
casusluk maksadıyla temini” başlıklı 335., “Yasaklanan bilgileri açıklama”
başlıklı 336., “Yasaklanan bilgileri siyasal veya askerî casusluk maksadıyla
açıklama” başlıklı 337., “Taksir sonucu casusluk fiillerinin işlenmesi”
başlıklı 338. ve “Devlet güvenliği ile ilgili belgeleri elinde bulundurma”
başlıklı 339. maddelerinde düzenlenen suçlar hariç olmak üzere, Millî
İstihbarat Teşkilatı uhdesindeki istihbari nitelikteki bilgi, belge, veri ve
kayıtlar ile yapılan analizlerin, adlî mercîlerce istenemeyeceği
öngörülmektedir.
Anayasanın “Cumhuriyetin nitelikleri”
kenar başlıklı 2. maddesi, “Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli
dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk
milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan,
demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devletidir.” hükmünü âmirdir. Kezâ,
Anayasanın “Mahkemelerin bağımsızlığı” kenar başlıklı 138. maddesinin birinci
fıkrasında, “Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka
uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verirler.” denilmektedir. Diğer
yandan, Anayasanın “Hâkimlik ve savcılık mesleği” kenar başlıklı 140.
maddesinin ikinci fıkrasında, “Hâkimler, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik
teminatı esaslarına göre görev ifa ederler.” denilmek suretiyle, “yargı
bağımsızlığı” ilkesine vurgu yapılmıştır.
Kuşkusuz, Anayasamızın 2. maddesinde
tanımlanan “hukuk devleti” ilkesini gerçekleştirme yöntemlerinden biri de,
yargı bağımsızlığını yerleştirmek ve yargı mercîilerine güven duyulmasını
sağlamaktır. Mahkemelerin bağımsızlığı, yargı erkinin, yasama ve yürütme
organlarına karşı bağımsız olmasını ve bu bağlamda, yetkilerini kullanmasını ve
görevlerini yerine getirmesini ifade etmektedir. “Mahkemelerin bağımsızlığı”
ilkesi ise, hâkimlerin yasama ve yürütme organlarına bağlı olmaksızın Anayasaya,
kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm verebilmelerini
amaçlamaktadır.
Anayasa Mahkemesi’nin pek
çok Kararında isâbetle vurgulandığı gibi, “Anayasanın 2. maddesinde düzenlenen
hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir
hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve
tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve
kanunlarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir.” (Anayasa
Mahkemesi’nin 9.4.2014 gün ve 2014/38 Esas, 2014/80 Karar sayılı Kararı).
“Diğer taraftan, resen
araştırma ilkesinin geçerli olduğu ceza yargılamasının asıl amacı maddi gerçeğe
ulaşılmasıdır. Bu bağlamda, hâkim, maddi gerçeğe ulaşmak için gerek resen
gerekse tarafların ileri sürdüğü konularda gerekli araştırma ve incelemeyi
yapacaktır.” (Anayasa Mahkemesi’nin 31. 10.2013 gün ve 2013/9 Esas, 2013/121
Karar sayılı Kararı). Gerçeğe ulaşabilmek amacıyla gerekli araştırma ve
inceleme kapsamında hâkim, her türlü bilgi, belge, veri ve kayıt, rapor,
değerlendirme ve analizlere zorunlu olarak erişmek durumundadır. Bu zorunluluk,
hâkimin, maddî gerçeğe ulaşılmasına yöneliktir. Hâkimlerin, dava konusu Kural’da
belirtildiği gibi, istihbarî nitelikte dahî olsa, Türk Ceza Kanununun İkinci
Kitap Dördüncü Kısım Yedinci Bölümünde yer alan suçlar hariç olmak üzere
biçiminde bir ayırım yapılmaksızın, Türk Ceza Kanununda yer alan bütün suçlarla
ilgili olarak, önüne gelen bir uyuşmazlıkta, her türlü bilgi, belge, veri,
kayıt ve analizlere ulaşmak istemesi,ceza yargılamasının doğal sonucudur.
Bu bilgiler ışığında dava
konusu düzenlemeye bakıldığında, Millî
İstihbarat Teşkilatı uhdesindeki istihbari nitelikteki bilgi, belge, veri ve
kayıtlar ile yapılan analizlerin, Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Dördüncü
Kısım Yedinci Bölümünde yer alan suçlar hariç olmak üzere, adli mercilerce
istenemeyeceğine ilişkin düzenleme, adlî mercîilerin (Mahkemelerin) resen araştırma ilkesinin geçerli olduğu ceza
yargılamasının maddi gerçeğe ulaşılmak biçiminde tezâhür eden asıl amacına erişmesini engelleyici mâhiyette bir
düzenlemedir. Oysa, az yukarıda belirtildiği gibi, Mahkemelerin istihbarî
nitelikte dahî olsa, Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Yedinci
Bölümünde yer alan suçlar hariç olmak üzere biçiminde bir ayırım yapılmaksızın,
Türk Ceza Kanununda yer alan bütün suçlarla ilgili olarak, her türlü bilgi,
belge, veri, kayıt ve analizlere ulaşmak istemesi,ceza yargılamasının doğal
sonucu olup, bunu engellemeye yönelik her türlü kısıtlama Anayasanın
“Mahkemelerin bağımsızlığı” ilkesini benimseyen 138. maddesinin birinci
fıkrasında ifadesini bulan “Hâkimler, görevlerinde
bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine
göre hüküm verirler.” Kural’ı ile, yine “Mahkemelerin bağımsızlığı” ilkesine
vurgu yapan Anayasanın 140. maddesinin ikinci fıkrasında geçen “Hâkimler,
mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına göre görev ifa
ederler.” Kural’ının ihlâli anlamına gelecektir. Dolayısı ile, Millî İstihbarat Teşkilatı uhdesindeki istihbari
nitelikteki bilgi, belge, veri ve kayıtlar ile yapılan analizlerin, Türk Ceza
Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Yedinci Bölümünde yer alan suçlar hariç
olmak üzere, adli mercilerce istenemeyeceğine ilişkin dava konusu
düzenleme ile, Anayasamızın 138. ve 140. maddeleri hükümleri gereği görevlerinde bağımsız olan; Anayasaya,
kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm vermek durumunda
bulunan; mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminâtına göre görev ifa eden
hâkimlerin resen araştırma ilkesinin geçerli olduğu ceza yargılamasının asıl
amacı olan maddi gerçeğe ulaşılması engellenmekte; bu itibarla, adlî mercîilerin
görev ve yetkilerini tam anlamıyla ifâ edebilme imkânları ortadan kaldırılmakta
ve böylece “Mahkemelerin bağımsızlığı” ilkesi ile “hukuk devleti” ilkesi
zedelenmektedir.
Diğer yandan, dava konusu Kural’da
öngörüldüğü üzere, adlî mercîiler (mahkemeler) yönünden Millî İstihbarat Teşkilatı uhdesindeki istihbari
nitelikteki bilgi, belge, veri ve kayıtlar ile yapılan analizlerin, Türk Ceza
Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Yedinci Bölümünde yer alan suçlar hariç
olmak üzere, adli mercilerce istenemeyeceğine yönelik böylesi bir kısıtlama hükmünün, âdil bir hukuk düzeni tesisini
gerekli kılan “hukuk devleti” ilkesiyle bağdaştırılması mümkün değildir.
Yasakoyucunun dava konusu Kural’da olduğu gibi, asıl amacı maddî gerçeğe ulaşılmak olan
ceza yargılamasını engelleyici nitelikte hükümler ihdâs etmesi, hukuk devleti
ilkesi ile bağdaşmaz. “Hukuk devleti” ilkesi, adlî mercilerin (Mahkemelerin),
dava konusu Kural’da olduğu gibi, “Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Dördüncü
Kısım Yedinci Bölümünde yer alan suçlar hariç olmak üzere” biçiminde bir
ayırıma tâbi tutulmaksızın, 5237
sayılı Türk Ceza Kanununda tarif edilen her suçla ilgili olarak, Millî İstihbarat Teşkilatı uhdesinde istihbarî nitelikte dahî
olsa, her hâlükârda, adaletin tecellisine ve maddî gerçeğin ortaya
çıkartılmasına yarayacak her türlü bilgi, belge, veri, kayıt ve analizlere
ulaşmasını gerektirir.
Bu itibarla, 6532 sayılı
Kanunun 11. maddesi ile 2937 sayılı Kanuna eklenen Ek 1. maddesinin birinci
fıkrasında öngörülen düzenleme yönünden, Kuralın, “Mahkemelerin bağımsızlığı”
ilkesine olduğu kadar, ceza hukukunun temel ilkelerine ve “hukuk devleti”
ilkesine aykırılığından da söz etmek gerekir.
Açıklanmaya çalışılan
nedenlerle, 6532 sayılı Kanunun 11. maddesi ile 2937 sayılı Kanuna eklenen Ek
1. maddesinin birinci fıkrasında öngörülen dava konusu Kural, Anayasanın 2.,
138. ve 140. maddeleri hükümlerine aykırıdır. İptali gerekir.
b-) İkinci fıkrasının tamamı olan:
“6 ncı maddenin birinci fıkrasının (e) bendine göre
kimlikleri değiştirilenler, MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olanlar
veya istihbarat hizmetlerinde istifade edilenler, kamu görevlisi olup
olmadıklarına bakılmaksızın; görev, faaliyet ve yardımları sebebiyle sorumlu
tutulamaz.”
Söz grubunun (tümcesinin) Anayasaya aykırılığı nedeniyle
iptal gerekçesi:
Bu düzenleme ile, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile
değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının (e) bendine göre
kimlikleri değiştirilenlerin, MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olanların
veya istihbarat hizmetlerinde istifade edilenlerin, kamu görevlisi olup
olmadıklarına bakılmaksızın; görev, faaliyet ve yardımları sebebiyle sorumlu
tutulamayacağı öngörülmekte ve buna göre, kamu görevlisi olup olmadıklarına
bakılmaksızın; görev, faaliyet ve yardımları sebebiyle sorumlu tutulamayacak
kişiler arasında 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun
6. maddesinin birinci fıkrasının (e) bendine göre kimlikleri değiştirilenlere,
yâni, 6532 sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 6.
maddesinin birinci fıkrasının (e) bendine atıf yapılmaktadır.
O halde, dava konusu 6532 sayılı Kanunun 11. maddesi ile
2937 sayılı Kanuna eklenen Ek 1. maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen dava
konusu Kural’a göre, kamu görevlisi olup olmadıklarına bakılmaksızın; görev,
faaliyet ve yardımları sebebiyle sorumlu tutulamayacak olanlar; 6532 sayılı
Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 6 ncı maddenin birinci
fıkrasının (e) bendine göre kimlikleri değiştirilenler, MİT’in görev ve
faaliyetlerine yardımcı olanlar veya istihbarat hizmetlerinde istifade
edilenler olarak sayılmıştır.
6532 sayılı Kanunun 11. maddesi ile 2937 sayılı Kanuna
eklenen Ek 1. maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen dava konusu Kural’da kamu
görevlisi olup olmadıklarına bakılmaksızın; görev, faaliyet ve yardımları
sebebiyle sorumlu tutulamayacak olanlar sayılırken atıf yapılan 6532 sayılı
Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 6 ncı maddenin birinci
fıkrasının (e) bendinde ise, “İstihbari faaliyetler için görevlendirilenlerin
kimliklerini değiştirebilir, kimliğin gizlenmesi için her türlü önlemi
alabilir, tüzel kişilikler kurabilir. Kimliğin oluşturulması veya tüzel
kişiliğin kurulması ve devam ettirilmesi için zorunlu olması durumunda gerekli
belge, kayıt ve dokümanlar ile araç ve gereçler hazırlayabilir, değiştirebilir
ve kullanabilir.” denilmiştir. Demek ki, 6532 sayılı Kanunun 11. maddesi ile
2937 sayılı Kanuna eklenen Ek 1. maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen dava
konusu Kural’da (6 ncı maddenin birinci fıkrasının (e) bendine yapılan atıf
nedeniyle) kamu görevlisi olup olmadıklarına bakılmaksızın; görev, faaliyet ve
yardımları sebebiyle sorumlu tutulamayacak olanlar arasında istihbari
faaliyetler için görevlendirilenlerden MİT tarafından kimlikleri değiştirilenler
de (kamu görevlisi olup olmadıklarına bakılmaksızın); görev, faaliyet ve
yardımları sebebiyle sorumlu tutulamayacaktır. Zirâ, 6532 sayılı Kanunun 3.
maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci fıkrasının
birinci tümcesinde, “Millî İstihbarat Teşkilatı bu Kanun kapsamındaki
görevlerini yerine getirirken aşağıdaki yetkileri kullanır.” denilmiştir. 6532
sayılı Kanunun 3. maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesinin birinci
fıkrasının (e) bendinde ise, “İstihbari faaliyetler için görevlendirilenlerin
kimliklerini değiştirebilir” denildiğine göre; MİT’in, 2937 sayılı Kanun
kapsamındaki görevlerini yerine getirirken sahip olduğu yetkiler arasında
“istihbarî faaliyetler için görevlendirilenlerin kimliklerini değiştirebilme”
yetkisi de bulunmaktadır.
O halde, 6532 sayılı Kanunun 11. maddesi ile 2937 sayılı
Kanuna eklenen Ek 1. maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen dava konusu Kural’a
göre, kamu görevlisi olup olmadıklarına bakılmaksızın; görev, faaliyet ve
yardımları sebebiyle sorumlu tutulamayacak olan MİT tarafından istihbari
faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri değiştirilenlerden, MİT’in
görev ve faaliyetlerine yardımcı olanlardan veya istihbarat hizmetlerinde
istifade edilenlerden görev, faaliyet ve yardımları sırasında bir haksız fiil
ikâ etmeleri hâlinde, olası bir zararın tazmîni istenemeyecek; eylemin suç
oluşturması hâlinde ise, soruşturma ya da kovuşturma yapmaya gerek duyulmayacak
ve yetkili mercîler tarafından, haklarında hiçbir işlem yapılamayacaktır. Dolayısı
ile, MİT tarafından istihbari faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri
değiştirilenler, MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olanlar veya
istihbarat hizmetlerinde istifade edilenler, görev, faaliyet ve yardımları
sebebiyle sorumlu tutulamayacağından MİT’in görev, faaliyet ve yardımları
sırasında olası hukukî veya cezaî bir tâkîbata mâruz kaldıklarında, dava konusu
düzenlemenin kendilerine sağladığı ayrıcalıktan, -deyim yerinde ise-
cankurtaran simidi gibi yararlanabileceklerdir. Söz gelimi, MİT tarafından
istihbari faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri değiştirilenler,
MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olanlar veya istihbarat hizmetlerinde
istifade edilenler; görev, faaliyet ve yardımları sebebiyle, hukuka aykırı bir
eylem gerçekleştirdiklerinde, aleyhlerinde başlatılacak herhangi bir hukukî ve
/ veya cezaî soruşturma sırasında davalı veya şüpheli sıfatıyla yaptıkları
savunmada, “olayın MİT tarafından kendilerine verilen bir görev sırasında
husûle geldiğini; 6532 sayılı Kanunun 11. maddesi ile 2937 sayılı Kanuna
eklenen Ek 1. maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen dava konusu Kural’a göre
de kendilerinin hiçbir hukukî ve cezaî sorumluluklarının bulunmadığını” ileri
sürerek sorumluluktan kurtulabileceklerdir. Dava konusu Kural’ın arkasına
sığınılarak yapılacak olası böyle bir savunmanın, hak ve nasafet ilkeleriyle ve
dolayısı ile, “hukuk devleti” ilkesiyle bağdaştırılabilmesi mümkün değildir.
Yukarıda (6532 sayılı Kanunun 8. maddesi ile değişik 2937
sayılı Kanunun 28. maddesinin birinci fıkrasında öngörülen Kural’da dava konusu
yaptığımız ibârenin Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçeleri bölümünde
de açıkladığımız veçhile), sorumluluk (mes’ûliyyet), uyulması gereken bir
kurala aykırı davranışın hesabını verme, tazminatla yükümlü olma ve işlenmiş
bir suçun cezasını çekme olarak tanımlanmakta; günlük dilde ise, bir kimsenin
belli olaylar nedeniyle hesap verme ve açıklama yapma yükümlülüğünü ifade
etmektedir. Hukukî anlamda sorumluluk ise, bir kimsenin, belli olaylar üzerine,
kendi aleyhine doğacak hukuksal sonuçlara katlanması yükümlülüğüdür. Hukuk
kurallarına aykırı tutum ve davranışlar, doğal olarak beraberinde sorumluluğu
da gerektirir(Gülşan, a.g.m,http://web.ogm.gov.tr/birimler/merkez/teftis/Dokumanlar/Hukuk%20
Sisteminde%20 Sorumluluk%20ve%20unsurlar%C4%B1%20Lutfi%20G%C3% 9CL%C5%9EAN.pdf,
[Çevrimiçi Kaynak], Erişim Tarihi:12.6.2014).
Türk Ceza Kanununun hükümlerinden ayrık tutulduğu ayrıca ve
açıkça belirtilmedikçe, her Türk vatandaşı Türk Ceza Kanunu hükümlerine
tâbidir. Bu sonuca, “ceza kurallarının mecbûrîliği ilkesi”nden hareketle de
ulaşılabilir. Bu ilkeye göre, ceza kanunları yürürlüğe girdikleri andan
itibaren, hükümlerini ihlâl eden bütün kişiler hakkında, zorunlu olarak
uygulanır (Sulhi Dönmezer, Sahir Erman, a.g.e., Sh.240; Gözler, a.g.e.,
Sh.536).
Yukarıda (dava dilekçemizin 3/a ve 3/b maddeleri başlığı
altında da) açıkladığımız veçhile, bir suçun işlendiğine ilişkin herhangi bir
ihbar veya şikâyet alan veya işlendiğini öğrenen Cumhuriyet savcısının görevi
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 160. maddesinin birinci fıkrasında,
“Cumhuriyet savcısı, ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği
izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup
olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlar.”
biçiminde tarif edilmiştir. Bu görev tarifinde, “işin gerçeğini araştırmak”
konusunda suça ve suçluya ilişkin herhangi bir istisnaya (ayrıksı duruma) yer
verilmemiştir. Cumhuriyet savcısı, ihbarın, şikâyetin, suç işlendiği izlenimi
veren hâlin, şüphelinin ya da eylemin niteliğine ve türüne bakmaksızın bilâ
istisna, kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin
gerçeğini araştırmak mükellefiyetindedir.
Yukarıdaki bilgiler ışığında somut olaya baktığımızda, 6532
sayılı Kanunun 11. maddesi ile 2937 sayılı Kanuna eklenen Ek 1. maddesinin
ikinci fıkrasında öngörülen dava konusu düzenleme ile Cumhuriyet savcılarının,
kamu görevlisi olup olmadıklarına bakılmaksızın, sorumlu tutulamayacak olan MİT
tarafından istihbari faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri
değiştirilenlerin, MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olanların veya
istihbarat hizmetlerinde istifade edilenlerin görev, faaliyet ve yardımları
sırasında suç işlemeleri hâlinde, bu kişiler (şüpheliler) hakkında (bir
anlamda) kamu davası açabilme yetkisinin elinden alınması, yukarıda belirtilen
Ceza Muhâkemesi Hukukunun temel kurallarına ve “hukuk devleti” ilkesine
aykırıdır. Zirâ, ceza kanunları -kural olarak- bütün kişiler için “mecbûrî”
ise, MİT’e verilen görev ve yetkiler çerçevesinde kamu görevlisi olup
olmadıklarına bakılmaksızın, sorumlu tutulamayacak olan MİT tarafından
istihbari faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri değiştirilenlerin,
MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olanların veya istihbarat hizmetlerinde
istifade edilenler de dâhil olmak üzere, herkes için “mecbûrî”dir.
6532 sayılı Kanunun 11. maddesi ile 2937 sayılı Kanuna
eklenen Ek 1. maddesinin ikinci fıkrasında, MİT tarafından istihbari
faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri değiştirilenlerin, MİT’in
görev ve faaliyetlerine yardımcı olanların veya istihbarat hizmetlerinde
istifade edilenlerin, kamu görevlisi olup olmadıklarına bakılmaksızın; görev,
faaliyet ve yardımları sebebiyle sorumlu tutulamayacağını öngören dava konusu
Kural, MİT tarafından istihbari faaliyetler için görevlendirilenlerden
kimlikleri değiştirilenlerin, MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olanların
veya istihbarat hizmetlerinde istifade edilenleri sorumluluktan bağışık
tutmakta ve dolayısı ile, hukuk yargılaması açısından aleyhlerine dava
açılamaması nedeniyle haksız olanın; ceza yargılaması açısından ise, ön
inceleme ve soruşturma evresine geçilememesi nedeniyle, varsa suçun ve suçlunun
ortaya çıkarılamaması anlamına gelmektedir.
Ne var ki, bu bölümde dava konusu yaptığımız Kural’ın
öngördüğü düzenleme karşısında, örneğin, Cumhuriyet savcısı, bir suçun
işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenmiş olsa dahî, suç işlendiği
izlenimini veren ahvâlin MİT’in talebi üzerine MİT tarafından istihbari
faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri değiştirilenlerin, MİT’in
görev ve faaliyetlerine yardımcı olanların veya istihbarat hizmetlerinde
istifade edilenlerin, görev, faaliyet ve yardımları sebebiyle gerçekleştiğini
öğrenmesi hâlinde, MİT’in talebini yerine getiren fâil (ya da fâiller) hakkında
hiçbir işlem yapmayacak ve 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 160. maddesi
ile 170. maddesinde kendisine verilen “işin gerçeğini araştırma” ve -gerekirse-
“kamu davası açma” görevlerini yerine getirmeyecektir. Bu düzenleme ile, MİT
tarafından istihbari faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri
değiştirilenlerin, MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olanların veya
istihbarat hizmetlerinde istifade edilenlerin ihbar veya şikâyet edilmesi
üzerine, adlî yönden herhangi bir işlem yapılması veya haksız fiilden kaynaklanan
bir zararın tazmîni için genel hükümlere göre hukuk davası açılabilmesi
imkânsız hâle geleceğinden, haksız fiilin veya suçun ortaya çıkarılmadığı ve
MİT tarafından istihbari faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri
değiştirilenlerin, MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olanların veya
istihbarat hizmetlerinde istifade edilenlerin haksız fiil ya da suç işlemeleri
hâlinde, korundukları izlenimine yol açması nedeniyle, Kural’da öngörülen
düzenleme, bu açıdan da, -yukarıda da vurgulandığı üzere- ceza hukukunun temel
kurallarına ve Anayasanın 2. maddesinde belirtilen “hukuk devleti” ilkesine
açıkça aykırıdır.
Zirâ, yukarıda açıklamaya çalıştığımız veçhile, ihbar veya
şikâyet konusu olayın MİT’in talebi doğrultusunda meydana gelip gelmediğine bakmaksızın,
Cumhuriyet savcılarının, ihbar veya şikâyet aldıklarında suçun işlendiği
izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez (suç, MİT tarafından istihbari
faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri değiştirilenler, MİT’in görev
ve faaliyetlerine yardımcı olanlar veya istihbarat hizmetlerinde istifade
edilenler tarafından işlenmiş dahî olsa) kamu davası açmak üzere hemen işin
gerçeğini araştırmaya başlamaları ve (suç, MİT’in görev, faaliyet ve yardımları
sebebiyle işlenmiş dahî olsa) ilgililer hakkında -gerekirse- kamu davası
açabilme yetkilerini kullanmaları; kezâ, eylemin mağduru olan kişilerin
uğradıkları maddî veya manevî zararların tazmîni bakımından haklarını, hukuk
davası açabilmek suretiyle kullanmaları, “hukuk devleti” ilkesinin bir gereğidir.
Anayasa Mahkemesi’nin pek çok Kararında isabetle
vurgulandığı gibi, “Anayasanın 2. maddesinde düzenlenen hukuk devleti, insan
haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve
işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku
tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve kanunlarla kendini bağlı sayan,
yargı denetimine açık olan devlettir.” (Anayasa Mahkemesi’nin 9.4.2014 gün ve
2014/38 Esas, 2014/80 Karar sayılı Kararı).
Diğer yandan, 6532 sayılı Kanunun 11. maddesi ile 2937
sayılı Kanuna eklenen Ek 1. maddesinin ikinci fıkrası hükmünce, istihbari
faaliyetler için görevlendirilenlerden MİT tarafından kimlikleri
değiştirilenlerin, MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olanların veya
istihbarat hizmetlerinde istifade edilenlerin, kamu görevlisi olup
olmadıklarına bakılmaksızın; görev, faaliyet ve yardımları sebebiyle sorumlu
tutulamayacağının öngörülmesi, -yukarıda belirtilen Ceza Muhâkemesi Hukukuna
hâkim olan bütün ilke ve kurallara aykırı bir biçimde- kamu görevlisi olup
olmadıklarına bakılmaksızın; MİT tarafından istihbari faaliyetler için
görevlendirilenlerden kimlikleri değiştirilenlere, MİT’in görev ve
faaliyetlerine yardımcı olanlara veya istihbarat hizmetlerinde istifade
edilenlere, hukukumuzda -kamu görevlisi olup olmadıklarına bakılmaksızın- başka
hiçbir gerçek ve / veya tüzel kişiye tanınmayan bir ayrıcalık sağlanması
anlamına gelmekte ve böylece MİT tarafından istihbari faaliyetler için
görevlendirilenlerden kimlikleri değiştirilenler, MİT’in görev ve
faaliyetlerine yardımcı olanlar veya istihbarat hizmetlerinde istifade
edilenler ile MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olmayanlar veya
istihbarat hizmetlerinde istifade edilmeyenler arasında, bâriz bir biçimde,
“kanun önünde eşitsizlik” husûle getirilmektedir.
Anayasamızın “Kanun önünde
eşitlik” başlığını taşıyan 10. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, dil,
ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” denilmektedir.
Anayasamızın bu hükmüne göre, “Herkes, … kanun önünde eşit…” olduğuna göre,
maddede sözü geçen “herkes” mefhumunun içine, MİT tarafından istihbari
faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri değiştirilenler, MİT’in görev
ve faaliyetlerine yardımcı olanlar veya istihbarat hizmetlerinde istifade
edilenler ile kimlikleri değiştirilsin ya da değiştirilmesin, istihbari
faaliyetler için görevlendirilmeyenler, MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı
olmayanlar veya istihbarat hizmetlerinde istifade edilmeyenler de girmektedir.
Yukarıda (dava dilekçemizin 5. maddesi başlığı altında, 6532 sayılı Kanunun 8.
maddesi ile değişik 2937 sayılı Kanunun 28. maddesinin birinci fıkrasında dava
konusu yaptığımız ibârenin Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesinde de
değindiğimiz veçhile), MİT’in taleplerini yerine getirme kapsamında olmayan bir
eylemin haksız fiil ya da suç teşkil etmesi hâlinde, fâilin mevzuat hükümleri
gereği hukukî ve cezaî sorumluluğu doğabilecek iken, dava konusu 6532 sayılı
Kanunun 11. maddesi ile 2937 sayılı Kanuna eklenen Ek 1. maddesinin ikinci
fıkrasında öngörülen dava konusu Kural’a göre, MİT tarafından istihbari
faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri değiştirilenler, MİT’in görev
ve faaliyetlerine yardımcı olanlar veya istihbarat hizmetlerinde istifade
edilenler, kamu görevlisi olup olmadıklarına bakılmaksızın, görev, faaliyet ve
yardımları sebebiyle sorumlu tutulamayacaklardır.
Hâl böyle olunca, MİT
tarafından istihbari faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri
değiştirilenler, MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olanlar veya
istihbarat hizmetlerinde istifade edilenler ile MİT tarafından istihbari
faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri değiştirilemeyenler, MİT’in
görev ve faaliyetlerine yardımcı olmayanlar veya istihbarat hizmetlerinde
istifade edilmeyenler arasında “kanun önünde eşitsizlik” husûle gelecektir.
Örneğin, Cumhuriyet savcısı, kamu görevlisi olup olmadıklarına bakılmaksızın,
MİT tarafından istihbari faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri
değiştirilemeyenler, MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olmayanlar veya
istihbarat hizmetlerinde istifade edilmeyenler hakkında 5271 sayılı CMK.nun 160.
maddesinin birinci fıkrası uyarınca, ihbar, şikâyet veya başka bir surette
suçun işlendiği izlenimini veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya
mahâl olup olmadığına karar vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya
başlamak ve 5271 sayılı CMK.nun 170. maddesinin ikinci fıkrası hükmünce soruşturma
evresi sonunda toplanan delillerin, suçun işlendiği konusunda yeterli şüphe
oluşturması halinde iddianame düzenleyerek kamu davasını açmak mükellefiyetinde
iken, 6532 sayılı Kanunun 11. maddesi ile 2937 sayılı Kanuna eklenen Ek 1.
maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen dava konusu Kural’a göre, kamu görevlisi
olup olmadıklarına bakılmaksızın, MİT tarafından istihbari faaliyetler için
görevlendirilenlerden kimlikleri değiştirilenler, MİT’in görev ve faaliyetlerine
yardımcı olanlar veya istihbarat hizmetlerinde istifade edilenler hakkında aynı
veya benzeri bir ahvâlin vukûu hâlinde, adlî yönden hiçbir işlem
yapamayacaktır.
Başka bir değişle, suçu
sâbit görülen kamu görevlisi olup olmadıklarına bakılmaksızın, MİT tarafından
istihbari faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri değiştirilenler,
MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olanlar veya istihbarat hizmetlerinde
istifade edilenlerden herhangi bir şüpheli veya sanık hakkında, (5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun 160. maddesinin birinci fıkrası ile 170. maddesi
hükümlerine tamamen mugâyir bir biçimde), Cumhuriyet savcısı tarafından kamu
davası açılamayacak ve kezâ, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun Dördüncü
Kısım’ında 90. ve devamı maddelerinde öngörülen Koruma tedbirleri olan yakalama
ve gözaltı, tutuklama, adlî kontrol, arama ve elkoyma, telekomünikasyon yoluyla
yapılan iletişimin denetlenmesi, gizli soruşturmacı görevlendirilmesi ve teknik
araçlarla izleme gibi koruma tedbirlerinin tatbîki cihetine gidilemeyecektir. O
halde, dava konusu düzenleme, kamu görevlisi olup olmadıklarına bakılmaksızın,
MİT tarafından istihbari faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri
değiştirilenlere, MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olanlara veya
istihbarat hizmetlerinde istifade edilenlere, âdetâ, Anayasamızın 83. maddesi
hükmü gereği hukuk düzenimizde sadece Türkiye Büyük Millet Meclisi Üyeleri’ne
tanınan bir nev’î “dokunulmazlık” bahşetmekte; mezkûr düzenleme, kamu görevlisi
olup olmadıklarına bakılmaksızın, MİT tarafından istihbari faaliyetler için
görevlendirilenlerden kimlikleri değiştirilenlere, MİT’in görev ve
faaliyetlerine yardımcı olanlara veya istihbarat hizmetlerinde istifade
edilenlere, -deyim yerinde ise- yasal bir “zırh” ve bir “kalkan” anlamına
gelmektedir. Bu itibarla, aynı yasal koruma ve kollamanın, MİT tarafından
istihbari faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri
değiştirilemeyenlere, MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olmayanlara veya
istihbarat hizmetlerinde istifade edilmeyenlere uygulanmaması, “kanun önünde
eşitlik” ilkesine aykırılık teşkil etmektedir.
Bu aykırılık, Anayasanın sadece 10. maddesinin birinci
fıkrasına aykırılık teşkil etmemektedir; iptalini
talep ettiğimiz bu düzenleme, aynı zamanda, Anayasanın “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz
tanınamaz.” hükmünü ihtivâ eden 10. maddesinin dördüncü fıkrasına da aykırıdır.
Zirâ, kamu görevlisi olup olmadıklarına bakılmaksızın, MİT tarafından istihbari
faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri değiştirilenlerin, MİT’in
görev ve faaliyetlerine yardımcı olanların veya istihbarat hizmetlerinde
istifade edilenlerin görev, faaliyet ve yardımları sebebiyle sorumlu
tutulamayacağını öngören anılan düzenleme ile, kamu görevlisi olup olmadıklarına
bakılmaksızın, MİT tarafından istihbari faaliyetler için görevlendirilenlerden
kimlikleri değiştirilenler, MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olanlar
veya istihbarat hizmetlerinde istifade edilenler lehine, ama, MİT tarafından
istihbari faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri
değiştirilemeyenler, MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olmayanlar veya
istihbarat hizmetlerinde istifade edilmeyenler aleyhine bir ayrıcalık (imtiyaz)
tanınmaktadır. Anayasamızın 10. maddesinin dördüncü fıkrası hükmü “Hiçbir
kişiye … imtiyaz tanınamaz.” dediğine göre, kamu görevlisi olup olmadıklarına
bakılmaksızın, MİT tarafından istihbari faaliyetler için görevlendirilenlerden
kimlikleri değiştirilenlere, MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olanlara
veya istihbarat hizmetlerinde istifade edilenlere bu şekilde imtiyaz
sağlanması, Anayasamızın 10. maddesinin dördüncü fıkrasına da aykırılık teşkil
etmektedir.
Diğer yandan, yine Anayasanın 10. maddesinin beşinci (son)
fıkrasında, “Devlet organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun
önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” hükmü yer
almaktadır. Şüphesiz, “Devlet organları” kavramı içerisine “Yasama organı” da
girmektedir. Oysa, Yasama organı, bu tasarrufuyla, yâni 6532 sayılı Kanunun
iptalini talep ettiğimiz bu hükmü ile kamu görevlisi olup olmadıklarına
bakılmaksızın, MİT tarafından istihbari faaliyetler için görevlendirilenlerden
kimlikleri değiştirilenler, MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olanlar
veya istihbarat hizmetlerinde istifade edilenler yönünden lehe bir düzenleme
öngördüğünden, “Kanun önünde eşitlik” ilkesine uygun hareket etmemiş
olmaktadır. Dolayısı ile, 6532 sayılı Kanunun 11. maddesi ile 2937 sayılı
Kanuna eklenen Ek 1. maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen dava konusu Kural’ın
öngördüğü düzenleme, Anayasamızın 10.
maddesinin beşinci (son) fıkrası hükmüne de açıkça aykırıdır.
6532 sayılı Kanunun 11. maddesi ile 2937
sayılı Kanuna eklenen Ek 1. maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen dava konusu
Kural’ın öngördüğü düzenleme, kanaatimizce, Anayasamızın 125. maddesinin
birinci fıkrasının birinci tümcesi hükmüne de aykırılık teşkil etmektedir.
Zirâ, Anayasanın 125. maddesinin birinci fıkrasının birinci tümcesinde, “İdarenin
her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.” denilerek etkin bir
yargı denetimi amaçlanmıştır. Çünkü, yargı denetimi, bir hukuk devletinin
“olmazsa olmaz” koşuludur. Bu Kural, idarenin kamu hukuku ya da özel hukuk
alanına giren tüm eylem ve işlemlerini kapsamaktadır.
Anayasamızın
125. maddesinin birinci fıkrasının birinci tümcesinde,
İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı açık olduğu vurgulanan “yargı
yolu” mefhûmunun; hukuk muhâkemesinde ihtiyâti haciz, ihtiyâti tedbir, delil
tesbiti, dava ikâmesi, itiraz, temyiz ve yargılanmanın yenilenmesi; ceza
muhâkemesinde ise ihbar, şikâyet veya başka bir surette Cumhuriyet savcısı
tarafından başlatılan soruşturma evresi ile Mahkeme huzurunda cereyan edecek
olan kovuşturma evresi, temyiz, itiraz ve yargılanmanın yenilenmesi gibi usûlî
işlemleri de kapsayacağı kuşkusuzdur. Oysa, 6532 sayılı Kanunun 11. maddesi ile
2937 sayılı Kanuna eklenen Ek 1. maddesinin ikinci fıkrasında öngörülen dava
konusu Kural’ın öngördüğü düzenlemede olduğu gibi, MİT tarafından istihbari
faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri değiştirilenlerin, MİT’in
görev ve faaliyetlerine yardımcı olanların veya istihbarat hizmetlerinde
istifade edilenlerin, kamu görevlisi olup olmadıklarına bakılmaksızın; görev,
faaliyet ve yardımları sebebiyle sorumlu tutulamayacağını öngörmek, kamu
görevlisi olup olmadıklarına bakılmaksızın, MİT tarafından istihbari
faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri değiştirilenlere, MİT’in
görev ve faaliyetlerine yardımcı olanlara veya istihbarat hizmetlerinde
istifade edilenlere “yargı yolu”nu kapatmak anlamına gelmektedir. Böylesi bir
düzenleme, apaçık, Anayasanın
125. maddesinin birinci fıkrasının birinci tümcesinde, İdarenin
her türlü eylem ve işlemlerine karşı açık olduğu vurgulanan “yargı yolu”nun,
kamu görevlisi olup olmadıklarına bakılmaksızın, MİT tarafından istihbari
faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri değiştirilenlere, MİT’in
görev ve faaliyetlerine yardımcı olanlara veya istihbarat hizmetlerinde
istifade edilenlere kapatılması; başka bir ifade ile, kamu görevlisi olup
olmadıklarına bakılmaksızın, MİT tarafından istihbari faaliyetler için
görevlendirilenlerden kimlikleri değiştirilenlerin, MİT’in görev ve
faaliyetlerine yardımcı olanların veya istihbarat hizmetlerinde istifade
edilenlerin yargı denetiminden muaf tutulması anlamına gelmektedir. Dolayısı
ile dava konusu mezkûr düzenleme ile kamu görevlisi olup olmadıklarına
bakılmaksızın, MİT tarafından istihbari faaliyetler için görevlendirilenlerden
kimlikleri değiştirilenlere, MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olanlara
veya istihbarat hizmetlerinde istifade edilenlere, bu taleplerin yerine
getirilmesi kapsamındaki eylem ve işlemlerine karşı -bir anlamda- yargı yolu
kapatılmakla, Anayasanın “Yargı yolu” kenar başlıklı 125. maddesine açıkça
aykırılık teşkil etmektedir.
Bütün bu açıklamaya çalıştığımız nedenlerle, 6532 sayılı Kanunun 11. maddesi ile 2937 sayılı Kanuna
eklenen Ek 1. maddenin ikinci fıkrasında öngörülen
dava konusu Kural, Anayasanın 2., 10. ve
125. maddelerine açıkça aykırıdır. İptali gerekir.
V.
YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ
Yüksek
mâlûmları olduğu üzere, Kamu Hukukunda yürütmeyi durdurma kararı verilebilmesi
için, yasal bir düzenlemenin uygulanması halinde telâfisi güç veya imkânsız
zararların doğması ve bu yasal düzenlemenin açıkça hukuka aykırı olması
şartlarının birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir. Dava konusu olayda, iş bu
dava dilekçemizde mufassal bir biçimde açıklamaya çalıştığımız veçhile,
17.4.2014 tarihli ve 6532 sayılı Kanun’un 1., 3., 6., 7., 8 ve 9. maddelerinin
iptallerini talep ettiğimiz dava konusu fıkra, bent, tümce ve ibâreleri
yönünden, bu iki şart birlikte gerçekleşmiştir.
Dava
dilekçemizde de mufassal bir biçimde açıklamaya çalıştığımız veçhile, dava
konusu yapılan ve Anayasaya aykırılıkları nedeniyle iptali istenen ve bu bapta
da yürürlüklerinin durdurulması talep olunan fıkra, bent, tümce ve
ibârelerin öngördüğü düzenlemelerle;
Milli Güvenlik Kurulu ile Bakanlar Kurulu arasında
görev-yetki geçişmesi husûle gelmekte; sınırları belirsiz ve ucu-açık geniş bir
yetkiyle, Bakanlar Kurulunun dış güvenlik, terörle mücadele ve millî güvenliğe
ilişkin konularda kapsamı ve mâhiyeti değişebilen, bu yanıyla da Bakanlar
Kuruluna MİT’e görev verme yetkisi ile yaratılan hukukî belirsizlik içinde
Bakanlar Kurulunun keyfî uygulamalarının ve görevlendirmelerin önü açılırken;
dış güvenlik, terörle mücadele ve millî güvenliğe ilişkin konularda her
görevlendirmeye göre değişebilen öngörülemez ölçütler getirilmekte,
Uygun koordinasyon yöntemlerini uygulayabilme biçiminde MİT’e
verilen sınırları belirsiz ve ucu-açık geniş yetkiyle, kapsamı ve mâhiyeti
değişebilen hukukî belirsizlik içinde, MİT’in olası keyfî uygulamalarının önü
açılırken; uygulanabileceği belirtilen uygun koordinasyon yöntemleri
konularında her ortama, görevin niteliğine, zamana ve zemine göre değişebilen
öngörülemez ölçütler benimsenmekte,
MİT, istihbarat döngüsünün safhalarından biri olan “veri,
malûmat ve bilginin toplanması” aşamasında temin ettiği bilginin / ürünün
“hammadde”sini, kamu kurum ve kuruluşlarının, kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşlarının, Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve kuruluşlar ile diğer
tüzel kişiler ve (tarafımızdan kabûl anlamına gelmeyen) tüzel kişiliği
bulunmayan kuruluşların sadece açık kaynaklarından değil, bilûmum kapalı
(gizli) kaynaklarından da elde edebilmesinin ve böylece, MİT’in, meşrû yollarla
açık kaynaklardan elde edebileceği bilgiyi (hammaddeyi), gayrimeşrû yollarla
kapalı kaynaklardan edinebilmesinin önü açılmakta,
MİT’in, -sadece- ilgili kamu kurum ve kuruluşları, kamu
kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum
ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve (tarafımızdan kabûl anlamına gelmeyen)
tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlar tarafından bilinmesi gereken her türlü bilgiye
erişmesine ve o bilgileri işlemek suretiyle istihbarat ürünü elde edilmesine
imkân sağlanmakta,
MİT’in “espiyonaj” (casusluk) gibi meşrû olmayan yollarla
kapalı (gizli) bütün bilgi, belge, veri ve kayıtlara ulaşmasının önü açılarak,
-deyim yerinde ise- MİT’in kamu kurum ve kuruluşlarının, kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluşlarının, Bankacılık Kanunu kapsamındaki kurum ve
kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve (tarafımızdan kabûl anlamına gelmeyen)
tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşlara karşı “espiyonaj / casusluk” faaliyetinde
bulunmasına cevaz verilmekte,
MİT’e, görev verme yetkisi ile yaratılan “hukukî
belirsizlik” içinde Bakanlar Kurulunun keyfî uygulamalarının ve
görevlendirmelerin önü açılırken; bilgi, belge, veri ve kayıtların toplanmasında
öngörülemez ölçütler getirilmekte,
MİT’in meşrû yollarla açık kaynaklardan elde edebileceği
bilgiyi (hammaddeyi), gayrimeşrû yollarla -kamu kurum ve kuruluşlarının, kamu
kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, Bankacılık Kanunu kapsamındaki
kurum ve kuruluşlar ile diğer tüzel kişiler ve (tarafımızdan asla kabûl
anlamına gelmeyen) tüzel kişiliği bulunmayan kuruluşların mevzuatında aksine
hükümler olsa dahî- kapalı (hafî, gizli, mahrem) kaynaklardan edinebilmesinin
önü açılmakta,
Hukuk usûlümüzde, sadece avukatlara (ve avukat
stajyerlerine) tanınmış olan soruşturma evresinde “dosya içeriğini inceleme ve
istediği belgelerin bir örneğini harçsız olarak alabilme” yetkisi ve hakkı,
artık (taraf olsun olmasın), MİT’e de tanınmakta,
MİT’in
tarafı olmadığı 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun
İkinci Kitap Dördüncü Kısım Dört, Beş, Altı ve Yedinci bölümlerinde yer alan
suçlara (318, 319, 324, 325 ve 332 nci maddeleri hariç olmak üzere) ilişkin
soruşturma ve kovuşturma (dava) dosyaları MİT yönünden birer “açık kaynak”
hâline getirilmekte, hiçbir sınırlama olmaksızın MİT’in, soruşturma ve
kovuşturma (dava) dosyalarındaki her türlü işlem, bilgi ve belgeden haberdâr
olmasının yolu açılmakta ve böylece MİT’in taraf olmadığı soruşturma ve
kovuşturmalarda, doğrudan doğruya suçla mücadele zayıflatılmış olmakta,
MİT’te görev “alan” kişilerin güvenilirliklerini ve
uygunluklarını yeniden belirlemeye çalışmak, o kişilerin, insan haysiyetiyle
bağdaşmayan bir muâmeleye tâbî tutulması anlamına geldiğinden, MİT’te görev “alan” kişilerin, MİT tarafından güvenilirliklerinin
ve uygunluklarının belirlenmesine cevaz
verilmekte,
MİT’in istihbarat sürecinde veri, haber veya bilginin
kapalı kaynaklardan kanun-dışı yollar kullanılarak, sinyal istihbaratı yapmak
suretiyle hedefin bilgisi dışında ve / veya hedefin işbirliği olmadan
toplayabilmesi olanaklı hâle getirilmekte,
2937 sayılı Kanunun 6532 sayılı Kanunun 3. maddesiyle
değişik 2937 sayılı Kanunun 6. maddesine eklenen ek (Onbirinci) fıkrasından
önce gelen bütün hükümlere” ve “diğer kanunlardaki düzenlemelere” bağlı
kalmaksızın, yalnızca, “MİT Müsteşarı veya yardımcısının onayıyla” önleyici
istihbarat elde etmek ve analiz yapabilmek amacı adı altında, yurt dışında veya
yabancılar tarafından gerçekleştirilen iletişim ile ankesörlü telefonlarla
gerçekleştirilen iletişim ve MİT mensuplarının, MİT’te görev almış olanların
veya görev almak üzere başvuranların iletişiminin MİT tarafından tesbit
edilebilmesi, dinlenebilmesi, sinyal bilgilerinin değerlendirebilmesi ve kayda
alabilmesi olanaklı hâle gelmekte,
MİT’in görev ve faaliyetleri ile MİT mensuplarına ilişkin
herhangi bir ihbar veya şikâyetin Cumhuriyet savcıları tarafından işleme
konulmaması, ceza yargılaması açısından ön inceleme ve soruşturma evresine
geçilememesi nedeniyle, varsa suçun ve suçlunun ortaya çıkarılmaması sonucu
doğmakta,
MİT’in görev ve faaliyetleri kapsamında görev alanlar ile
MİT mensuplarının şikâyet edilmesi ya da işledikleri suç fiilinin ihbârı
sonucunda adlî yönden herhangi bir işlem yapılması ve herhangi bir koruma
tedbirinin uygulanması imkânsız hâle gelmekte ve böylece MİT görevlilerinin
korunduğu izlenimine yol açılmakta,
Herhangi
bir ihbar veya şikâyet suretiyle Cumhuriyet savcılarına intikâl edecek bir
durumda MİT Müsteşarlığının, konunun görev ve faaliyetlerine ilişkin olduğunu
belirtmesi veya belgelendirmesi hâlinde adlî yönden hiçbir işlem yapılmaması
öngörülmekle, MİT’in görev ve faaliyetlerine ve MİT mensuplarına, hukukumuzda
başka hiçbir gerçek ve / veya tüzel kişiye tanınmayan bir ayrıcalık, -deyim
yerinde ise- bir nev’î dokunulmazlık sağlanmakta,
MİT’in görev ve faaliyetleri ile MİT mensupları hakkında
ihbar ve şikâyetin işleme konulabilmesi için gerçek isim, imza ve adres
bilgileri ile delillerin ve dayanaklarının gösterilmesi şartına bağlanmakta ve
böylece MİT’in görev ve faaliyetleri ile MİT mensupları hakkında ihbar ve
şikâyetlerin işleme konulabilmesi zorlaştırılmakta,
353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü
Kanununun 15/A maddesinde -sadece- Yüce Divanda yargılanacak asker
kişilerle ilgili soruşturma usûlünün düzenlenmesine rağmen, 6532 sayılı Kanunun
6. maddesiyle 2937 sayılı Kanunun 26. maddesine eklenen Ek (dördüncü) fıkranın
birinci tümcesinde yer alan dava konusu Kural ile 353 sayılı Askeri Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü
Kanununun 15/A maddesinin üçüncü fıkrasının son iki cümlesi ile beş, altı ve
yedinci fıkralarında yer alan usû ve esaslara yapılan atıf nedeniyle, MİT
Müsteşarı hakkındaki soruşturmalarda da 353 sayılı Kanunun 15/A maddesinin
anılan hükümlerinin uygulanacağı öngörülmekte, başka bir deyişle, Yüce
Divanda yargılanacak asker kişiler arasına (asker kişi olmamasına rağmen) MİT
Müsteşarı da dâhil edilmekte,
Türkiye’de
bulunan tutuklu veya hükümlü yabancıların,
Dışişleri Bakanının talebi üzerine, Adalet Bakanının teklifi ve Başbakanın
onayı ile başka bir ülkeye iade edilebileceği veya başka bir ülkede tutuklu ve
hükümlü bulunanlar ile takas edilebileceği hükme bağlanmakla, geri vermeye
(iadeye) ya da takasa konu suç konusu eylemlerin Türkiye’nin egemenlik sahası
dışında işlenmiş olup olmadığı; geri vermenin (iadenin) veya takasın dayanağını
oluşturan fiilin (eylemin) Türk kanunlarına göre “suç” oluşturup oluşturmadığı;
geri vermenin veya takasın dayanağını teşkil eden fiilin, düşünce suçu veya
siyasî ya da askerî suç niteliğinde olup olmadığı; suçun, yurtdışında işlenmiş
olması hâlinde, Türk Devletinin güvenliğine karşı, Türk Devletinin veya bir
Türk vatandaşının ya da Türk kanunlarına göre kurulmuş bir tüzel kişinin
zararına işlenip işlenmediği; işlenmişse geri verme talebinin ya da takas
yolunun kabûl edilemeyeceği; kezâ, geri verme talebinin dayanağını oluşturan
suçla ilgili olarak, gerek geri verme ya da takas talep eden devlet hukukuna,
gerekse Türk hukukuna göre dava ve ceza zamanaşımının dolup dolmadığı ve kezâ,
suçun, her iki devlet yönünden de affa uğrayıp uğramadığı hususlarında hiçbir
düzenlemeye yer verilmemek suretiyle, bu kurallar göz ardı edilmekte,
Türk hukukunda geri verme (iade) talebi
hakkında karar vermeye, kişinin bulunduğu yer ağır ceza mahkemesi görevli ve
yetkili kılınmış iken, bu Kural da tamamen göz ardı edilmek suretiyle Türkiye’de
bulunan tutuklu veya hükümlü yabancıların,
Dışişleri Bakanının talebi üzerine, Adalet Bakanının teklifi ve Başbakanın
onayı ile başka bir ülkeye iade edilebileceği veya başka bir ülkede tutuklu ve
hükümlü bulunanlar ile takas edilebileceği hükme bağlanmakta; kezâ, suç işleyen
tutuklu veya hükümlü yabancıların iade veya takas suretiyle, bir anlamda,
cezadan kurtulmalarına veya daha az ceza almalarına yol açılmakta,
Millî İstihbarat Teşkilâtının görev ve faaliyetlerine ilişkin bilgi
ve belgeleri koruma adına Anayasamızda temel hak ve hürriyetler arasında
sayılan “haberleşme hürriyeti”, “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti’ (ifade
özgürlüğü)” ve “basın hürriyeti” ile siyasî haklar arasında yer verilen “bilgi
edinme hakkı”nın sağladığı güncel, çağdaş ve demokratik hakların kullanımı
zorlaştırılmakta; bunun yanında, Millî İstihbarat Teşkilâtının görev ve
faaliyetlerine ilişkin bilgi ve belgeleri, MİT mensuplarını ve ailelerinin
kimlik bilgilerini koruma adına Anayasamızda temel hak ve hürriyetler arasında
sayılan “haberleşme hürriyeti”nin, “düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti’nin
(ifade özgürlüğü’nün)” ve “basın hürriyeti”nin sağladığı hakların kullanımı
güçleştirilmekte,
2937 sayılı Kanun kapsamındaki görev ve yetkilerin
kullanılmasını … ihmâl … suretiyle önlemek ve yine bu Kanun kapsamındaki
yükümlülükleri yerine getirmemek suçlarını işleyen “her kim” olursa olsun -kamu
görevlisi olup olmadığına bakılmaksızın- “herkes”i içine alacak şekilde
cezalandırılabilmesinin önü açılmakta,
MİT’e
verilen görev ve yetkiler çerçevesinde MİT tarafından yapılan herhangi bir
talebi yerine getirenlerin hukukî ve cezaî sorumluluklarının doğmaması; bu tür
taleplerin yerine getirilmesi sırasında eylemin haksız fiil oluşturması hâlinde
zararın tazmîninin istenememesi; eylemin suç teşkil etmesi hâlinde ise,
soruşturmaya ya da kovuşturmaya gerek duyulmaksızın, yetkili mercîler
tarafından hiçbir adlî işlem yapılamaması öngörülmekle, yine, MİT’in görev ve
faaliyetlerine ve MİT mensuplarına, hukukumuzda başka hiçbir gerçek ve / veya
tüzel kişiye tanınmayan bir ayrıcalık, -deyim yerinde ise- bir nev’î
dokunulmazlık sağlanmakta,
MİT’e verilen görev ve yetkiler çerçevesinde yapılan
talepleri yerine getirenleri hukukî ve cezaî sorumluluktan bağışık tutmakta ve
bu uygulama, hukuk yargılaması açısından aleyhlerine dava açılamaması nedeniyle
haksız olanın; ceza yargılaması açısından da ön inceleme ve soruşturma evresine
geçilememesi nedeniyle, varsa suçun ve suçlunun ortaya çıkarılmaması anlamına
gelmekte ve bir anlamda, MİT’e verilen görev ve yetkiler çerçevesinde yapılan
talepleri yerine getirenlerin eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu kapatılmakta,
MİT’in görev ve faaliyetleri kapsamında kendisinden
herhangi bir talebi yerine getirmesi istenenlerin ihbar veya şikâyet edilmesi
üzerine, adlî yönden herhangi bir işlem yapılması veya haksız fiilden
kaynaklanan bir zararın tazmîni için genel hükümlere göre hukuk davası
açılabilmesi imkânsız hâle gelmekte,
MİT mensupları ile MİT’te görev yapmış olanlara, MİT’in görev ve
faaliyetlerine ilişkin hususlarda tanıklık yapma yasağı getirmekle, maddî
olayların bir araya gelmesinden oluşan maddî sorunun “oluş biçimi” hakkında
yetkili makamın bir sonuca varmasını ve ispata ulaşması zorlaşmakta; böylece,
“gerçek”in tesbit edilmemesi ve maddî sorunun çözümsüz kalması ihtimâli
belirmekte; bu meyanda, MİT mensuplarının veya MİT’te görev yapmış olanların
tanıklık ödevleri kapsamında “topluma ve diğer kişilere karşı ödev ve
sorumlulukları”nı yerine getirmeleri engellenmekte,
Millî İstihbarat Teşkilatı uhdesindeki
istihbarî nitelikteki bilgi, belge, veri ve kayıtlar ile yapılan analizlerin,
Türk Ceza Kanununun İkinci Kitap Dördüncü Kısım Yedinci Bölümünde yer alan
suçlar hariç olmak üzere, adli mercilerce istenemeyeceğine ilişkin düzenleme
ile, adlî mercîilerin (Mahkemelerin) resen
araştırma ilkesinin geçerli olduğu ceza yargılamasının maddî gerçeğe ulaşılmak
biçiminde tezâhür eden asıl amacına erişmesi
engellenmekte ve bu itibarla, adlî mercîilerin görev ve yetkilerini tam
anlamıyla ifâ edebilme imkânları ortadan kaldırılmakta,
MİT tarafından istihbari faaliyetler için
görevlendirilenlerden kimlikleri değiştirilenlerin, MİT’in görev ve
faaliyetlerine yardımcı olanların veya istihbarat hizmetlerinde istifade
edilenlerin, kamu görevlisi olup olmadıklarına bakılmaksızın; görev, faaliyet
ve yardımları sebebiyle sorumlu tutulamayacağı öngörülmekle, MİT tarafından
istihbari faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri değiştirilenler,
MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olanlar veya istihbarat hizmetlerinde
istifade edilenler sorumluluktan bağışık tutulmakta ve dolayısı ile, hukuk
yargılaması açısından aleyhlerine dava açılamaması nedeniyle haksız olanın;
ceza yargılaması açısından ise, ön inceleme ve soruşturma evresine geçilememesi
nedeniyle, varsa suçun ve suçlunun ortaya çıkarılması engellenmekte ve bir
anlamda, kamu görevlisi olup olmadıklarına bakılmaksızın; MİT tarafından
istihbari faaliyetler için görevlendirilenlerden kimlikleri değiştirilenlerin,
MİT’in görev ve faaliyetlerine yardımcı olanların veya istihbarat hizmetlerinde
istifade edilenlerin eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu kapatılmakta,
Dolayısı
ile, anılan düzenlemelerle, Anayasada “Temel haklar ve hürriyetler” arasında
sayılan “Özel hayata saygı gösterilmesini isteme hakkı”, “Haberleşme
hürriyeti”, “Düşünceyi açıklama ve yayma hakkı (İfade özgürlüğü)”, “Basın
hürriyeti”, “Hak arama hürriyeti” ile “Siyasî haklar” arasında sayılan “Dilekçe
hakkı” (bu meyanda) “Bilgi edinme hakkı”, “Kişinin
temel hak ve hürriyetlerinin, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle
bağdaşmayacak surette sınırlanamayacağı” prensibi, “Kanun önünde
eşitlik” ilkesi, “Ceza kurallarının mecbûrîliği” ilkesi, “Hukukî belirlilik” ilkesi ve “İdarenin her türlü
eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu” prensibi”, -söz konusu
hakların özüne dokunurcasına- “Hukuk devleti” ve “Adalet” ilkeleriyle
bağdaşmayacak surette sınırlanmakta ve “Hukuk devleti” ilkesi ihlâl
edilmektedir.
Bütün bu açıklamaya çalıştığımız sebeplerle, dava
konusu yapılan ve iptali istenen fıkra, bent, tümce ve ibâreler, Anayasaya
açıkça aykırıdır. Dava konusu fıkra, bent, tümce ve ibârelerin uygulanması
halinde, “Hukuk devleti” ilkesi, “Özel hayata saygı gösterilmesini isteme
hakkı”, “Haberleşme hürriyeti”, “Düşünceyi açıklama ve yayma hakkı (İfade
özgürlüğü)”, “Basın hürriyeti”, “Hak arama hürriyeti” ile “Siyasî haklar”
arasında sayılan “Dilekçe hakkı” (bu meyanda) “Bilgi edinme hakkı”, “Kişinin
temel hak ve hürriyetlerinin, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle
bağdaşmayacak surette sınırlanamayacağı” prensibi, “Kanun önünde eşitlik”
ilkesi, “Ceza kurallarının mecbûrîliği” ilkesi, “Hukukî belirlilik” ilkesi,
“Mahkemelerin bağımsızlığı” ilkesi ve “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine
karşı yargı yolunun açık olduğu” prensibi konularında Anayasanın öngördüğü
kuralların ihlâl edilmiş olacağı ve bu Anayasal ilke ve güvenceler yönünden
telâfisi imkânsız zararların doğacağı kesindir.
Dava
konusu fıkra, bent, tümce ve ibâreler hakkında yürürlüğün durdurulması kararı
verildiği takdirde, hukuk sistemimizde herhangi bir boşluk meydana gelmeyecek,
sadece, Anayasaya aykırı olan uygulama durdurulmuş olacaktır. Ancak, dava
konusu yasal düzenlemeler yönünden “Yürürlüğü Durdurma” Kararı verilmeyip,
sadece İptal Kararı verilmesi halinde, bu İptal Kararı -büyük bir ihtimâlle-
etkisiz kalacaktır.
Öte
yandan, Anayasal düzenin, hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden en kısa sürede
arındırılması, hukuk devleti olmanın en önemli gerekleri arasında
sayılmaktadır. Anayasaya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle korunması gereken
“hukukun üstünlüğü” ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün
sağlanamadığı bir düzende ise, kişinin temel hak ve özgürlükleri güvence
altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi, “hukuk devleti” ilkesi
yönünden (yukarıda açıklamaya çalıştığımız veçhile), telâfîsi imkânsız durum ve
zararlara yol açacaktır.
Böylesi
bir ahvâlin husûle gelmesini önlemek amacıyla, Anayasaya açıkça aykırı olan ve
iptalleri istenen dava konusu fıkra, bent, tümce ve ibârelerin, iş bu dava
sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin de durdurulması talebiyle Yüksek
Mahkemenizde iş bu dava açılmıştır.
VI. SONUÇ
VE İSTEM
17.4.2014
tarihli ve 6532 sayılı “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat
Teşkilatı Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un,
1-) 1. maddesi ile
2937 sayılı “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı
Kanunu”nun 4. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (h) bendinde geçen “…
Bakanlar Kurulunca verilen görevleri yerine getirmek.” ibâresinin Anayasanın 2. maddesine,
2-) 3.
maddesi ile değişik 2937 sayılı “Devlet İstihbarat
Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanunu”nun 6. maddesinin birinci
fıkrasının (a) bendinde geçen “, uygun koordinasyon yöntemlerini uygulayabilir”
ibâresinin Anayasanın 2. maddesine; (b) bendinin tamamının Anayasanın 2. ve 20. maddelerine; (c) bendinin tamamının Anayasanın
2. maddesine; (i) bendinde geçen “… alan veya …” ibâresinin Anayasanın 2. ve 17. maddelerine; ek
(Onbirinci) fıkrada geçen “… yukarıdaki
hükümlere ve diğer kanunlardaki düzenlemelere bağlı kalmaksızın; MİT Müsteşarı
veya yardımcısının onayıyla …” ibâresinin Anayasanın
2., 7., 20. ve 22. maddelerine,
3-) 6. maddesi ile
2937 sayılı “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı
Kanunu”nun 26. maddesine eklenen ek (ikinci) fıkranın ikinci tümcesinin Anayasanın 2., 10. ve 125. maddelerine; ek (üçüncü) fıkrasında geçen “İsimsiz, imzasız, adressiz
yahut takma adla yapıldığı anlaşılan ya da …” ibâresi ile “… delilleri ve
dayanakları gösterilmeyen …” ibâresinin Anayasanın
2., 10., 36. ve 74. maddelerine; ek (dördüncü) fıkrasının birinci tümcesinin
Anayasanın 148. maddesine; ek (sekizinci) fıkrasının tamamının Anayasanın 2.
ve 38. maddelerine,
4-) 7. maddesi ile değişik
2937 sayılı “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı
Kanunu”nun 27. maddesinin birinci fıkrasında geçen “… yetkisiz olarak
alan, temin eden, …” ibâresinin Anayasanın 2., 5.,
22., 26., 28., 29. ve 74. maddelerine; üçüncü
fıkrasının tamamının Anayasanın 2., 5., 10., 22., 26., 28. ve 29. maddelerine; dördüncü fıkrasında geçen “…
ihmal veya …” ibâresi ile “… yükümlülüklerini yerine getirmeyenlere …” ibâresinin
Anayasanın 2. ve 13. maddelerine,
5-) 8.
maddesi ile değişik 2937 sayılı “Devlet İstihbarat
Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanunu”nun 28. maddesinin birinci
fıkrasında geçen “, bu talepleri yerine
getirenlerin hukuki ve cezai sorumluluğu doğmaz” ibâresinin Anayasanın
2., 10. ve 125. maddelerine,
6-) 9. maddesi ile değişik
2937 sayılı “Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Millî İstihbarat Teşkilatı
Kanunu”nun 29. maddesinin birinci fıkrasının birinci tümcesi ile ikinci
tümcesinin ilk sözcüğü olan “MİT mensupları
ile MİT’te görev yapmış olanlar, MİT’in görev ve faaliyetlerine ilişkin
hususlarda tanıklık yapamaz. Ancak,” tümcesi ve ibâresinin Anayasanın 2., 12. ve 38. maddelerine,
7-) 11.
maddesi ile 2937 sayılı “Devlet İstihbarat Hizmetleri
ve Millî İstihbarat Teşkilatı Kanunu”na eklenen Ek 1. maddesinin birinci
fıkrasının tamamının Anayasanın 2., 138. ve 140. maddelerine; Ek 1.
maddesinin ikinci fıkrasının tamamının Anayasanın
2., 10. ve 125. maddelerine;
Aykırı
olmaları nedeniyle, gerek lâyihamızda açıkladığımız gerekçelerle ve gerekse
Yüksek Mahkeme’niz tarafından re’sen belirlenecek nedenlerle İPTALLERİNE ve iptal
davası sonuçlanıncaya kadar YÜRÜRLÜKLERİNİN DURDURULMASINA,
Karar
verilmesini saygı ile arz ve talep ederiz.”