"...
I- İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇELERİ
A- Dava Dilekçesinin Gerekçe Bölümü Şöyledir:
"1) 6487 Sayılı "Bazı Kanunlar ile 375 Sayılı Kanun
Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun"un 2 nci
Maddesiyle Yeniden Düzenlenen 4250 Sayılı İspirto ve İspirtolu İçkiler İnhisarı
Kanununun Mülga 6 ncı Maddesinin Birinci Fıkrasının Altıncı Tümcesinin
Anayasaya Aykırılığı
6487 sayılı Kanunun 2 nci maddesiyle yeniden düzenlenen 4250
sayılı İspirto ve İspirtolu İçkiler İnhisarı Kanununun mülga 6 ncı maddesinin
birinci fıkrasının altıncı tümcesi ile; televizyonlarda yayınlanan dizi, film
ve müzik kliplerinde alkollü içkileri özendirici görüntülere yer verilemeyeceği
kurallaştırılmıştır.
Anayasanın 58 inci maddesinde, "Devlet, istiklâl ve
Cumhuriyetimizin emanet edildiği gençlerin müsbet ilmin ışığında, Atatürk ilke
ve inkılâpları doğrultusunda ve Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez
bütünlüğünü ortadan kaldırmayı amaç edinen görüşlere karşı yetişme ve
gelişmelerini sağlayıcı tedbirleri alır.
Devlet, gençleri alkol düşkünlüğünden, uyuşturucu maddelerden,
suçluluk, kumar ve benzeri kötü alışkanlıklardan ve cehaletten korumak için
gerekli tedbirleri alır." kurallarına yer verilmiştir.
Bu bağlamda Devlete alkol ile mücadele üzerinden bireysel ve
toplumsal hayat tarzlarına müdahale etme değil, gençleri alkol düşkünlüğünden
koruma görevi verilmiştir. Anayasanın Devlete yüklediği "gençliği alkol
düşkünlüğünden koruma" görevi, Türkiye'de çeşitli mevzuatla yerine
getirilmekte ve bu konuda düzenleme yetersizliğinden kaynaklanan herhangi bir
sorun bulunmamaktadır.
08.06.1942 tarihli ve 4250 sayılı İspirto ve İspirtolu İçkiler
İnhisarı Kanunu yürürlüktedir. Alkol ve alkollü içkilerin üretimi, iç ve dış
ticareti, alkollü içki tesisi kurulması ve işletilmesi ile bu faaliyetlerin
izlenmesi ve denetimi, "Tütün, Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkiler Piyasası
Düzenleme Kurumu"nun denetimi altında; alkollü içki yerlerini belirleme
ile alkollü işyeri açma izni ve çalışma ruhsatı verme, belediye ve mücavir
alanlarda belediyelerin, dışında ise il özel idarelerinin yetkisinde
bulunmaktadır. Öte yandan, dernek ve lokallerde içki sunulmasına izin verme,
mahallin en büyük mülki amirinin yetkisinde bulunmaktadır.
Bu bağlamda 6487 sayılı Yasayla 4250 sayılı Kanunda yapılan
düzenlemelere kadar;
- Alkollü içki üretimini düzenlemek üzere, "Alkol ve Alkollü
İçki Tesislerinin Haiz Olmaları Gereken Teknik Şartlar, Kurulmaları,
İşletilmeleri ve Denetlenmelerine İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik;
- Alkollü içkilerin iç ve dış ticaretini düzenlemek üzere
"Alkol ve Alkollü İçkilerin İç ve Dış Ticaretine İlişkin Usul ve Esaslar
Hakkında Yönetmelik";
- Alkollü içki yerlerini belirleme ile alkollü içki satışı ve
tüketimini düzenlemek üzere "İşyeri Açma ve Çalışma Ruhsatlarına İlişkin
Yönetmelik"
hazırlanmıştır ve bunlar yürürlüktedir.
Söz konusu yasa ve yönetmeliklerde, Anayasanın 58 inci maddesinde
kurallaştırılan gençleri alkol düşkünlüğünden koruyup alıkoyacak koruyucu
önlemler eksiksiz yer almaktadır.
Yasa koyucunun 58 inci madde kapsamında gençlere yönelik farklı
önlemler alması da olanaklıdır. Ancak, gençlere yönelik bu önlemlerin
alınmasında, çocuklar ve gençler dışında kalan, hukuksal ehliyete sahip
bireylerin maddi ve manevi varlıkları ile kişi özgürlükleri sınırlanamaz, ihlal
edilemez. Bireylerin, yaşam gerçeğinden kaynaklanan, başkalarının haklarını
ihlal etmeyen doğal hak ve özgürlükler hukukun konusu yapılamaz.
Dava konusu kurallar, bu yönden 58 inci maddenin konusu olmadığı
gibi, bireylerin Anayasanın 12 nci ve 19 uncu maddeleri tarafından güvence
altına alınan hak ve özgürlüklerini ölçüsüz şekilde sınırlayıcı niteliktedir.
Alkolizmle mücadele yasaklarla değil, bilimsel, sosyal ve kültürel
yollarla yapılır ki, tüm dünyada bu konunun çözümü bireysel ve toplumsal akıl
yoluyla çözümlenmektedir. Hukuk, üretimi yasak, özgün nitelikli gıda ürünleri
dışında kimin neyi ne kadar tüketeceğine ilişkin insan aklına müdahale
edemeyeceği gibi, insan aklı dışındaki davranış kurallarının da hukuk konusu
yapılmasına araç olamaz. Yasa koyucunun böyle bir yetkiyi kendisinde görmesi,
evrensel ilkelerle beslenen ve Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan
"demokratik ve laik hukuk devleti" ilkesine aykırılık oluşturur.
Kaldı ki Türkiye, alkolizmin münferit olaylar dışında, bireysel ve
toplumsal olarak yaygın olduğu, alkolün çok tüketildiği bir ülke de değildir.
Ölçülü tüketimin örnek ülkeleri arasındadır. Ölçülü tüketim, bütün yiyecek ve
içecekler için bilimsel ve temel bir kuraldır.
Nitekim, OECD'nin Health at a Glance Europa 2012 (Bir Bakışta
Sağlık Avrupa 2012) adlı raporundaki OECD ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO)
verilerine göre (OECD 2012, Health at a Glance: Europe 2012, OECD Publishing,
s. 61), 2010 yılında 15 yaş üstü kişi başına alkol tüketiminde Türkiye yılda
1,5 litre ile 30 Avrupa ülkesi içinde en düşük alkol tüketimine sahip ülke
iken, Avrupa ortalaması 10,7 litredir.
En düşük alkol tüketiminde Türkiye'yi 3,7 litre ile Makedonya
izlerken; alkol tüketimi en yüksek olan ülke ise, 15,3 litre ile
Lüksemburg'dur. 2010 yılında 15 yaş üstü kişi başına alkol tüketimi,
Litvanya'da 13,2, Fransa'da 12,0, İrlanda'da 11,9, Almanya'da 11,7, İspanya'da
11,4, İsviçre'de 10,0, Yunanistan'da 8,2, İzlanda ve Sırbistan'da 7,3,
İtalya'da 6,9 litredir.
Öte yandan yine aynı rapora göre (s. 61), 1980-2010 arasında alkol
tüketimi 30 Avrupa ülkesinde alkolizmle mücadele programlarına dayalı olarak
ortalama %15 oranında azalırken; Türkiye'de %17 oranında azalmıştır.
Tüketim ürünü olarak alkollü içkileri, tüketici olarak da alkollü
içki içenleri, sübjektif ya da dinsel gerekçelerle aşağılamak, toplum dışına
itmek Anayasanın 2 nci maddesindeki "insan haklarına saygılı"
Devlet'in hukukunun konusu yapılamaz. Dava konusu kuralların gerekçesinde yer
almasa bile, bu tür gerekçelerin, basın yayın organlarında ve toplumun geniş
kesiminde tartışılıyor olması, halkı kuşkuya itmesi hukuk güvenliği ilkesinin
de zedelenmesine neden olur. Yasaların genelliği ilkesi herkesi kapsamasıyla birlikte,
herkesin hukuk güvenliğini sağlamasını, başka anlatımla, herkesin hukuka güven
sağlamasını, bazı öznel nedenlerin hukuka hakim olmamasını içerir.
Anayasanın 2 nci maddesinde, demokratik, laik ve sosyal hukuk
devleti ilkeleri Türkiye Cumhuriyetinin temel nitelikleri arasında sayılmıştır.
Anayasa Mahkemesi, 20.09.2012 günlü, E.2012/65, K.2012/128 sayılı
kararında,
"Laik bir siyasal sistemde, dini konulardaki bireysel
tercihler ve bunların şekillendirdiği yaşam tarzı devletin müdahalesi dışında
ancak, koruması altındadır. Bu anlamda laiklikilkesi din ve vicdan özgürlüğünün
güvencesidir.
(.)
Farklı dini inançlara sahip olanlar ya da herhangi bir inanca
sahip olmayanlar laik devletin koruması altındadır. Nitekim Anayasanın 2 nci
maddesinin gerekçesinde yapılan tanıma göre,'Hiçbir zaman dinsizlik anlamına
gelmeyen lâiklik, her ferdin istediği inanca, mezhebe sahip olabilmesi,
ibadetini yapabilmesi ve dinî inançlarından dolayı diğer vatandaşlardan farklı
bir muameleye tâbi kılınmaması anlamına gelir.'Devlet, din ve vicdan
özgürlüğünün gerçekleşebileceği ortamı hazırlamak için gerekli önlemleri almak
zorundadır." şeklinde ortaya koymuştur.
"Farklı dini inançlara sahip olanlar ya da herhangi bir
inanca sahip olmayanlar"ın laik devletin koruması altında olması, yasa
kurallarının, görüşülmesi, kabulü ve yürürlüğü sürecinde, belirli siyasal ya da
dinsel etkilerin altında olduğu kuşkusunun da bulunmamasını gerektirir. Yasa
kuralları, ne Anayasanın 2 nci maddesindeki laiklik ilkesi ile ne de 24 üncü
maddesinin son fıkrasındaki, "Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasi ve
hukuki temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasi
veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne surette olursa olsun,
dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve
kötüye kullanamaz." şeklindeki kurallar yönünden belirsizlik içermemeli,
bu kuralları ihlal edici anlaşımlara izin vermemelidir.
Anayasanın 2 nci maddesinde hukuk devleti ilkesine; 13 üncü
maddesinde ise, temel hak ve özgürlüklere yönelik sınırlamaların, demokratik
toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine veölçülülük ilkesine aykırı
olamayacağı ve temel hak ve özgürlüklerin özlerine dokunamayacağı kurallarına
yer verilmiştir.
Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan
haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve
işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren,kişilere hukuk güvenliği sağlayan, Anayasaya aykırı durum
ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan,Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı
sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasakoyucunun da uyması gereken
evrensel hukuk ilkeleri ve Anayasanın bulunduğu bilincinde olan devlettir.
Çağdaş demokrasiler, insan haklarının en geniş ölçüde sağlanıp
güvence altına alındığı rejimlerdir. İnsan haklarını büyük ölçüde kısıtlayan ve
kullanılamaz hale getiren sınırlamalar hakkın özüne dokunur. Temel hak ve
özgürlükler, istisnai olarak ve ancak özüne dokunmamak koşuluyla demokratik
toplum düzeninin gerekleri için zorunlu olduğu ölçüde ve ancak kanunla
sınırlandırılabilir. Demokratik bir toplumda temel hak ve özgürlüklere
getirilen sınırlamanın, bu sınırlamayla güdülen amacın gerektirdiğinden fazla
olması düşünülemez.
Kanun koyucu, düzenlemeler yaparken hukuk devleti ilkesinin bir
gereği olan veAnayasanın 13 üncü maddesinde de
yer alan demokratik toplum düzeni ve ölçülülük ilkesiyle bağlıdır. Demokratik
toplum düzeni, demokrasinin tüm kurum ve kurallarının her zaman ve insan
aklıyla uygulandığı düzendir. Demokratik toplum düzeninde, kişi özgürlüğüne ve
bu özgürlüğün kullanılmasına ne diğer bireyler, ne hukuk, ne de Devlet
tarafından, Anayasanın kuralları dışında müdahale edilemez. Bireyler, alkollü
içki içenler ve içmeyenler ayrımıma tabi tutulmaz. Ölçülük ilkesi ise amaç ve
araç arasında hakkaniyete uygun bir dengenin bulunması gereğini ifade eder ve
elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt bileşenden oluşur.Elverişlilik,
başvurulan önlemin ve bu bağlamda kullanılan aracın ulaşılmak istenen amaç için
elverişli olmasını; gereklilik, başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç
bakımından gerekli/zorunlu olmasını; orantılılıkise başvurulan önlem ile
ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü ve dolayısıyla araç ile
amaç arasında ölçülü bir oran bulunmasını ve ölçüdeki isabeti ifade eder.
Anayasanın 58 inci maddesiyle devlete verilen gençleri alkol
düşkünlüğünden koruma görevi bağlamında yapılacak temel hak ve özgürlükleri
sınırlayıcı meşru düzenlemelerin; elverişliliğinden söz edebilmek için
öncelikle ülkede alkolizm sorununun varlığı ve hedef kitlesinin gençler olması;
alınacak koruyucu önlemlerin, gençleri alkol kullanmaya özendiren etmenler
bağlamında gerekli olması, ölçülüğünden söz edebilmek için ise, gerekli
önlemlerin, toplumun tümünü hedef alan ve alkol kullanımının ötesinde hayat
tarzlarına müdahaleye varmaması gerekir.
Oysa iptali istenen düzenleme, OECD ve WHO verilerine göre 15 yaş
üstü kişi başına alkol tüketimi 2010 yılında 1,5 litre ile 30 Avrupa ülkesi
içinde en düşük alkol tüketimine sahip ülke olan ve bu verilere göre alkol
düşkünlüğü problemi olmayan Türkiye'de, gençleri alkol düşkünlüğünden koruma
gerekçesi altında, Anayasanın 58 inci maddesine göre alkol düşkünlüğünden
korunacak hedef kitlenin gençler ve koruma önleminin de alkol kullanımını
özendirmenin engellenmesi olduğu gözetilmeden, televizyonlarda yayınlanan dizi,
film ve müzik kliplerinde alkollü içki görüntüsüne yer verilmesini, bu
bağlamda, film ve televizyon dizilerinin meyhane, restoran, bar gibi yerlerde
çekiminin yapılmasını yasaklayan, senaryoların içkili düğün, eğlence, dost
sohbeti ve akşamcı muhabbetine yönelik kısımlarının makaslanarak
sansürlenmesini öngören ve dolayısıyla film, dizi ve müzik kliplerinin,
yaşananlardan ve hayatın olağan akışından koparılması üzerinden toplumsal
hayatın kontrolünü ve mühendislik projesiyle hayat tarzlarına müdahale edilip
yönlendirilmesini öngören düzenlemeler yapılmaktadır. Bu düzenlemeler,
gençliğin korunması amacına yönelirken tüm topluma yayılarak, gençliğin
korunmasına ilişkin önlemlerin de zayıflamasına, gençlere yönelik gerekli
özenin gösterilmemesine neden olmaktadır. Basın ve yayın alanında, sinema
filmleri gösteriminde, televizyon programlarlarında çocuklara ve gençlere
yönelik önlemler alınmakta ve denetlenmekte iken, bütünsel olarak alkollü
içkilere yasak getirilmesi, ne fikri ve sınai haklarla ne de gençleri korumayla
bağdaşmamaktadır.
Anayasa Mahkemesinin yerleşik içtihadına göre, bir temel hak ve
hürriyetin kullanılmasını, açıkça yasaklayan veya örtülü biçimde yapılamaz hale
koyan ya da ciddi şekilde güçleştiren veyahut da amacına ulaşmasını önleyen ve
etkisini ortadan kaldıran nitelikteki kurallar, söz konusu temel hak ve
hürriyetin özüne dokunur nitelikte görülmektedir. Temel hak ve hürriyetler
üzerine getirilen sınırlamaların ölçülü olabilmesi için ise, önleyici düzenleme
ile öngörülen çözüm arasında adaletli ve kabul edilebilir bir denge kurulmaya
çalışılması ve önleyici araç ile ulaşılmak istenen amaç arasında mantıki bağın
kaybolmaması gerekmektedir.
İptali istenen katı sınırlamalar ise, demokratik toplum
bağlamında, ölçülülük ilkesinin zorunlu görülen mümkün ve makul sınırlaması ile
ulaşılmak istenen amaç arasındaki mantıki bağı ortadan kaldırarak ulaşılmak
istenen meşru amacın çok ötesine geçen bir ölçüsüzlük içermektedir.
Anayasanın 27 nci maddesinde bilim ve sanat özgürlüğü
düzenlenerek, herkesin bilim ve sanatı serbestçe öğrenme, öğretme, açıklama,
yayma ve bu alanlarda her türlü araştırma hakkına sahip olduğu Anayasal güvence
altına alınmıştır.
Alkollü içkilerin reklamının yasaklanmasına ek olarak ayrıca
televizyonlarda yayınlanan dizi, film ve müzik kliplerinde alkollü içki
görüntüsüne belirli bir saat kıstası da getirilmeden yer verilmesini, bu
bağlamda, film ve televizyon dizilerinin meyhane, restoran, bar gibi eğlence
yerlerinde veya içkili dost sohbetlerinde çekiminin yapılmasını yasaklayarak
sanatçının sanatsal üretimini daha baştan zihinsel düzeyde sansürleyen, bu
mekanları toplumsal ilişki ve ilişki biçimlerinin ve insanlık hallerinin dışına
taşıyan, bunun da ötesinde alkolü toplumsal ilişki biçimlerinden bütünüyle
dışlayan; her şeye rağmen sanatsal üretimin yapılması durumunda ise alkollü
içki kullanıldığını gösteren film, dizi ve müzik klipi görüntülerinin yayından
önce makaslanmasını öngören düzenlemeler, Anayasanın 27 nci maddesine de
aykırılık oluşturur.
Yukarıda açıklandığı üzere, 6487 sayılı Bazı Kanunlar ile 375
Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 2 nci
maddesiyle yeniden düzenlenen 4250 sayılı İspirto ve İspirtolu İçkiler İnhisarı
Kanununun mülga 6 ncı maddesinin birinci fıkrasının altıncı tümcesi, Anayasanın
2 nci, 12 nci, 13 üncü, 19 uncu, 24 üncü, 27 nci, 58 inci, maddelerine aykırı
olduğundan iptalleri gerekir.
2) 6487 Sayılı "Bazı Kanunlar ile 375 Sayılı Kanun Hükmünde
Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun"un 2 nci Maddesiyle
Yeniden Düzenlenen 4250 Sayılı İspirto ve İspirtolu İçkiler İnhisarı Kanununun
Mülga 6 ncı Maddesinin Son Fıkrasının İkinci Tümcesindeki ". her türlü
." İbaresinin Anayasaya Aykırılığı
6487 sayılı Kanunun 2 nci maddesiyle yeniden düzenlenen 4250
sayılı İspirto ve İspirtolu İçkiler İnhisarı Kanununun mülga 6 ncı maddesinin
son fıkrasının ikinci tümcesinde "her türlü" eğitim ve öğretim
kurumları denilerek, üniversite kampusları içinde bulunan ve akademisyenler ile
üniversite çalışanlarına hizmet veren sosyal tesislere de satış yasağı
getirilmiştir.
18 yaşından büyüklerin eğitim gördüğü üniversitelerin
kampüslerinde bulunan ve akademisyenler ile üniversite çalışanlarına hizmet
veren sosyal tesislere yetkili merciler tarafından alkollü içki satış ruhsatı
verilmiş bulunmaktadır.
Yürürlükteki mevzuata göre yetkili merciler tarafından alkollü
içki satış ruhsatı verilen, üniversitelerin sosyal tesislerinin alkollü içki
satış yasağı kapsamına alınabilmesi için, Anayasanın 58 inci maddesinde,
Devlete gençleri alkol düşkünlüğünden koruma değil, alkollü içkiyle mücadele
görevi verilmiş olması ve yapılan düzenlemelerin daha önceden yürürlükteki
mevzuata göre elde edilmiş hak ve statülere müdahalede bulunmaması gerekir.
OECD ve WHO verilerine göre Türkiye'de alkol düşkünlüğünden söz
edilemeyeceğinden, yürürlükteki mevzuata göre yetkili merciler tarafından
alkollü içki satışı ruhsatı verilen, üniversitelerin sosyal tesislerinin
alkollü içki satış yasağı kapsamına alınarak hakkın özünün ortadan
kaldırılması, Anayasanın 2 nci, 13 üncü ve 58 inci maddelerine aykırıdır.
Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan
haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve
işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren,kişilere hukuk güvenliği sağlayan, Anayasaya aykırı durum
ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan,Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı
sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasakoyucunun da uyması gereken
evrensel hukuk ilkeleri ve Anayasanın bulunduğu bilincinde olan devlettir.
Anayasanın 2 nci maddesinde yer alan hukuk
devleti ilkesinin temel gereklerinden biri kazanılmış haklara saygı
gösterilmesidir.Kazanılmış haklara saygı, hukuk güvenliği ilkesinin sonucudur.
Hukukta kazanılmış hakkın korunması, hukuki güvenliğin kanıtı, uygunluğun
ölçüsüdür. Kazanılmış hak gerçek veya tüzelkişinin ya da işletmenin bulunduğu
statüden doğan, tahakkuk etmiş ve kendisi yönünden kesinleşmiş haktır.
İptali istenen düzenlemelerde, yürürlükteki
mevzuata göre yetkili mercilerden alınmış ve kazanılmış hak statüsü kazanmış
üniversite kampuslarında yer alan sosyal tesislerin alkollü içki satışı
ruhsatları, buralara getirilen içki satış yasağı üzerinden işlevsiz kılınarak
kazanılmış haklar ortadan kaldırıldığından iptali istenen düzenlemeler
Anayasanın 2 nci maddesine aykırıdır.
Yukarıda açıklandığı üzere, 6487 sayılı Bazı Kanunlar ile 375
Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 2 nci
maddesiyle yeniden düzenlenen 4250 sayılı İspirto ve İspirtolu İçkiler İnhisarı
Kanununun mülga 6 ncı maddesinin son fıkrasının ikinci tümcesindeki ". her
türlü ." ibaresi, Anayasanın 2 nci, 13 üncü ve 58 inci maddelerine aykırı
olduğundan iptali gerekir.
3) 6487 Sayılı "Bazı Kanunlar ile 375 Sayılı Kanun Hükmünde
Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun"un 3 üncü Maddesiyle
Yeniden Düzenlenen 4250 Sayılı İspirto ve İspirtolu İçkiler İnhisarı Kanununun
Mülga 7 nci Maddesinin Birinci Fıkrasının (a), (b), (c) ve (d) Bentleri ile
Üçüncü Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı
6487 sayılı Kanunun 3 üncü maddesiyle yeniden düzenlenen 4250
sayılı İspirto ve İspirtolu İçkiler İnhisarı Kanununun mülga 7 nci maddesinin
birinci fıkrasının (a) bendinde, 4250 sayılı Kanunun 6 ncı maddesinin birinci
ve ikinci fıkralarında belirtilen yasakların her birine aykırı hareket edenlere
ve ilgili işletme sahiplerine, beş bin Türk Lirasından iki yüz bin Türk
Lirasına kadar (40 kat); (b) bendinde, 4250 sayılı Kanunun 6 ncı maddesinin
üçüncü, dördüncü ve altıncı fıkralarında belirtilen yasaklara aykırı hareket
edenlere, on bin Türk Lirasından beş yüz bin Türk Lirasına kadar (50 kat); (c)
bendinde 4250 sayılı Kanunun 6 ncı maddesinin yedinci fıkrasına aykırı hareket
edenlere, beş bin Türk Lirasından elli bin Türk Lirasına kadar (10 kat); (d)
bendinde 4250 sayılı Kanunun 6 ncı maddesinin on birinci fıkrasındaki yasakları
ihlal eden satıcılara, on bin Türk Lirasından yüz bin Türk Lirasına kadar (10
kat) para cezası verilmesi öngörülmekte; üçüncü fıkrasında ise "Bu
maddenin (a), (ç) ve (e) bentlerinde belirtilen idari para cezalarını vermeye Tütün
ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu, televizyon ve radyolara uygulanacak idari
para cezalarını vermeye Radyo ve Televizyon Üst Kurulu, diğer bentlerde yer
alan idari para cezalarını vermeye mahalli mülki amir yetkilidir."
kuralına yer verilmektedir.
Maddenin düzenlenişinden açıkça anlaşıldığı üzere, birinci
fıkranın (a), (b), (c) ve (d) bentlerinde öngörülen para cezalarının alt ve üst
limitleri arasındaki farklar 10 kattan 50 kata varan bir yelpazeye yayılarak
alt ve üst limitler arasında adeta bir uçurum oluşturulmuştur. Dahası, maddenin
üçüncü fıkrasına göre, duruma göre Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumu,
Radyo ve Televizyon Üst Kurumu ve mahalli mülki amirin vereceği söz konusu
idari para cezalarının miktarlarının belirlenmesi konusunda hiçbir ölçüt
öngörülmeyerek cezanın miktarı bütünüyle idarelerin takdirine bırakılmıştır.
Bu durum ise, Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti
ilkesinin vazgeçilmez unsurlarından olan "hukuki belirlilik" ile
"öngörülebilirlik" ilkeleriyle ve ayrıca hukuki durumları aynı veya
benzer olan kişiler arasında farklı muamelelerde bulunmaya olanak tanıması
sebebiyle Anayasanın 10 uncu maddesindeki yasa önünde eşitlik ilkesiyle
bağdaşmamaktadır.
Anayasa Mahkemesi, 17.04.2008 tarihli ve E.2005/5, K.2008/93
sayılı kararında, 3194 sayılı İmar Kanununun 42 nci maddesindeki "... 500
000 TL. dan 25 000 000 liraya kadar para cezası verilir" ibaresi ile
ikinci fıkrasındaki "... 500 000 TL. dan 10 000 000 liraya kadar para
cezası verilir" ibaresini, Anayasanın 2 nci maddesine aykırı bularak iptal
etmiştir.
Anayasa Mahkemesi anılan kararında, Anayasanın 2 nci maddesindeki
hukuk devleti ilkesinin vazgeçilmez unsurlarından olan belirlilik ve
öngörülebilirlik ilkelerini,
"Anayasanın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin temel
ilkelerinden biri "belirlilik"tir. Bu ilkeye göre, yasal
düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve
kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel
olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem
içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup
birey, yasadan, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi
hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale
yetkisini doğurduğunu bilmelidir. Ancak bu durumda kendisine düşen
yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını ayarlar. Hukuk güvenliği,
normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete
güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu
zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar.
Yasa kuralı, ilgili kişilerin mevcut şartlar altında belirli bir
işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir düzeyde öngörmelerini mümkün
kılacak şekilde düzenlenmelidir. "Öngörülebilirlik şartı" olarak
nitelendirilen bu ilkeye göre yasanın uygulanmasında takdirin kapsamı ve
uygulama yöntemi bireyleri keyfi ve öngöremeyecekleri müdahalelerden koruyacak
düzeyde açıklıkla yazılmalıdır. Belirlilik, kişilerin hukuk güvenliğini
korumakla birlikte idarede istikrarı da sağlar."
Şeklinde ortaya koymuş ve iptali istenen düzenlemeyi ise;
"3194 sayılı Yasa'nın 42. maddesinde düzenlenen idari para
cezaları, imar ve kamu düzenine aykırı davranışların önlenmesi amacıyla, araya
yargısal bir karar girmeden, idarenin doğrudan işlemiyle idare hukukuna özgü
usullerle kesilen ve uygulanan yaptırımlardır. Maddenin birinci fıkrasındaki
idari yaptırım, idarenin ruhsat alınmadan, ruhsat veya eklerine veya imar
mevzuatına aykırı olarak yapının yapıldığı yönündeki tespiti ve bu konudaki
değerlendirmesine bağlı olarak idarece uygulanmaktadır. Başka bir deyişle hem
cezayı gerektiren eylemin işlendiğini saptamak hem de Yasa'da gösterilen alt ve
üst sınırlar arasında cezanın tutarını belirlemek tamamıyla idari makamların,
belediyeler veya en büyük mülki amirlerin kararlarıyla oluşmaktadır. İtiraz
halinde yargının vereceği karar, onun bu niteliğini değiştirmemektedir.
Sonuçları belli ölçüde genel para cezalarına benzese de tümüyle idari işleme
dayanan bir yaptırımdır. Yargı organlarının müdahalesi olmadan idarece
kararlaştırılmakta ve uygulanmaktadır.
İdari makamların Yasa'nın belirlediği sınırlar arasında cezanın
takdirinde esas alacakları objektif ölçütler Yasa'da gösterilmemiştir. Yasa'yla
imar para cezasının alt ve üst sınırları gösterilmiş, bu alan içinde cezayı
uygulama yetkisi idareye bırakılmıştır. İdarelerin hangi ölçütleri esas
alacakları açık, belirgin ve somut olarak Yasa'da yer almamıştır. Yasa kuralı
bu anlamda belirli ve öngörülebilir değildir."
Şeklinde yorumlayarak devamında;
"Alt ve üst sınır arasında idareye bırakılan takdir alanı
geniş, sınırsız ve ölçüsüzdür. Cezanın belirlenmesinin alt ve üst sınır
arasında elli kat gibi makul ve ölçülü olmayan şekilde genişliği, uygulamada,
yorum ve değerlendirme farklılıklarına dayalı olarak eşitsizliğe, haksızlığa ve
keyfiliğe yol açabilecek niteliktedir.
Yasakoyucu,kamu düzeninin korunması amacıylaceza hukuku alanında
hangi eylemlerin suç sayılacağı ve suç sayılan bu eylemlerin hangi tür ve
ölçüde cezai yaptırıma bağlanacağı konusunda takdir yetkisine sahip olmakla
birlikte, cezaların yasallığı ve hukuksal güvenlik ilkelerinin gereği olarak,
farklı ve keyfi uygulamalara neden olmamak için, imar hukukuna uygun geçerli
sebepler ve objektif ölçütleri yasada göstermesi gerekir."
Saptamasında bulunmuştur.
Anayasa Mahkemesi, aynı kararında idari eylem ve işlemlerin yargı
denetimine açık olması ve bu bağlamda verilecek para cezaları konusunda dava
açılması hakkında ise,
"Bu tür idari işlemlere karşı yargı yolu açık olmakla
birlikte, bu güvencenin uygulama aşamasından sonra ve ancak itiraz yoluyla
ortaya çıkacağı göz önünde bulundurulduğunda, yasa kurallarının yürürlükte
olduğu sürece keyfiliği ortadan kaldırmaya yeterli olduğu söylenemez. Hukuk
kuralları, yargının yorumuna ihtiyaç göstermeyecek ve uygulayıcılar tarafından
anlaşılabilecek şekilde açık ve belirgin olmak, uygulayıcılara güvence vermek zorundadır."
Diyerek iptali istenen kuralları Anayasanın 2 nci maddesine aykırı
bularak iptal etmiştir.
Anayasa Mahkemesinin yukarıya alınan kararındaki saptama ve
gerekçeler gözetildiğinde, 6487 sayılı Kanunun 3 üncü maddesiyle yeniden
düzenlenen 4250 sayılı İspirto ve İspirtolu İçkiler İnhisarı Kanununun mülga 7
nci maddesinin birinci fıkrasının (a), (b), (c) ve (d) bentlerinde alt ve üst
limitler arasında 10 kattan 50 katına varan idari para cezası verilmesine
ilişkin düzenlemeler ile hiçbir ölçüte dayanmadan idarelere geniş ve ölçüsüz
takdir hakkı tanıyan üçüncü fıkrası, Anayasanın 2 nci maddesine aykırıdır.
Öte yandan, hiçbir ölçüt getirilmeden idarelere alt ve üst
sınırları arasında 10 kattan 50 kata varan idari para cezası verilmesi yetkisi,
hukuki durumları aynı veya benzer olan kişilere idarelerin farklı cezalar
vermesine olanak yarattığından ve dolayısıyla yasa idareleri yasa önünde
eşitlik ilkesine aykırı davranmaya sevk ettiğinden, iptali istenen
düzenlemeler, Anayasanın 10 uncu maddesine de aykırıdır.
Yukarıda açıklandığı üzere, 6487 sayılı Bazı Kanunlar ile 375
Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 3 üncü
maddesiyle yeniden düzenlenen 4250 sayılı İspirto ve İspirtolu İçkiler İnhisarı
Kanununun mülga 7 nci maddesinin birinci fıkrasının (a), (b), (c) ve (d)
bentleri ile üçüncü fıkrası, Anayasanın 2 nci ve 10 uncu maddelerine aykırı
olduğundan iptali gerekir.
4) 6487 Sayılı "Bazı Kanunlar ile 375 Sayılı Kanun Hükmünde
Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun"un 4 üncü Maddesiyle
Yeniden Düzenlenen 4250 Sayılı İspirto ve İspirtolu İçkiler İnhisarı Kanununun
Mülga 9 uncu Maddesinin Birinci Fıkrasındaki "Belediye veya il özel
idaresi, ruhsat vermeden önce, yetkili kolluk kuvvetinin görüşünü alır."
Tümcesinin Anayasaya Aykırılığı
6487 sayılı Kanunun 4 üncü maddesiyle yeniden düzenlenen 4250
sayılı İspirto ve İspirtolu İçkiler İnhisarı Kanununun mülga 9 uncu maddesinin
birinci fıkrasına göre, tütün mamulü, etil alkol, metil alkol ve alkollü içki
satmak isteyenler, öncelikle ilgili belediye ve il özel idaresinden "iş
yeri açma ruhsatı" ya da Kültür ve Turizm Bakanlığından "turizm
belgesi" alacaklar, sonra da Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurumuna
"satış belgesi" almak için başvuracaklardır. Yine, aynı fıkraya göre
belediye veya il özel idareleri, "işyeri açma ve ruhsatı" vermeden
önce, yetkili kolluk kuvvetinin görüşünü alacaklardır.
Ancak, ilgili belediye veya il özel idarelerinin, yetkili kolluk
kuvvetinin görüşünü, aynı maddenin ikinci fıkrasındaki yüz metre mesafesinden
dolayı mı alacakları; aynı fıkrada turizm belgeli işletmeler yüz metre
mesafesinden istisna tutulduğundan, yetkili kolluk kuvvetlerinin ek
sınırlamaları ile mi yüz yüze kalacakları; yetkili kolluk kuvvetinin görüşünü
hangi kriterlere göre oluşturacağı; yetkili kolluk kuvvetinin görüşünün hukuki
mahiyeti ile belediye ve il özel idareleri açısından bağlayıcı olup olmayacağı
konularında tam bir belirsizlik vardır ve bu belirsizlik "hukuk
devleti"ne değil, "polis devleti"ne işaret etmektedir.
Görüşü alınacak yetkili kolluk kuvvetleri, görevleri gereği
emniyet ve asayişe odaklıdır ve önüne gelen her konuyu emniyet ve asayiş
mantığıyla değerlendirmesi olağandır. Emniyet ve asayiş mantığı ise, istihbarat
görevinden beslenen yasal ve yasal olmayan fişleme, izleme, duyum ve
şikayetlere bağlı olarak bazı kişileri yargı kararı olmaksızın suçla
ilişkilendirmeye ve bazı kişilere bazı meslekleri kapatmaya yöneliktir ki, bu
durum tütün mamulü, etil alkol, metil alkol ve alkollü içki satmak
isteyenlerde, yasada yer almayan ve ne oldukları da belirsiz olan ek özellikler
aranacağı sonucunu doğurmaktadır.
Anayasanın "Çalışma ve sözleşme hürriyeti" başlıklı 48
inci maddesinin birinci fıkrasında, herkesin dilediği alanda çalışma ve
sözleşme hürriyetine sahip ve özel teşebbüsler kurmanın serbest olduğu kuralına
yer verilmiş ve Anayasanın 2 nci maddesinde hukuk devleti ilkesi Cumhuriyetin
temel nitelikleri arasında sayılmıştır.
Anayasa Mahkemesinin yukarıya alınan, 17.04.2008 tarihli ve
E.2005/5, K.2008/93 sayılı kararında,
"Anayasanın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin temel
ilkelerinden biri "belirlilik"tir. Bu ilkeye göre, yasal
düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve
kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel
olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem
içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup
birey, yasadan, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi
hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale
yetkisini doğurduğunu bilmelidir. Ancak bu durumda kendisine düşen
yükümlülükleri öngörebilir ve davranışlarını ayarlar. Hukuk güvenliği,
normların öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete
güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu
zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar.
Yasa kuralı, ilgili kişilerin mevcut şartlar altında belirli bir
işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir düzeyde öngörmelerini mümkün
kılacak şekilde düzenlenmelidir. "Öngörülebilirlik şartı" olarak
nitelendirilen bu ilkeye göre yasanın uygulanmasında takdirin kapsamı ve
uygulama yöntemi bireyleri keyfi ve öngöremeyecekleri müdahalelerden koruyacak
düzeyde açıklıkla yazılmalıdır. Belirlilik, kişilerin hukuk güvenliğini
korumakla birlikte idarede istikrarı da sağlar."
denilmiştir.
İptali istenen, "Belediye veya il özel idaresi, ruhsat
vermeden önce, yetkili kolluk kuvvetinin görüşünü alır." kuralı,
belirlilik ve öngörülebilirlik özellikleri taşımadığı, kolluk güçlerine
sınırları belirsiz ve ölçüsüz yetki verdiği, görüşünün bağlayıcı olup
olmadığının belirsiz olduğu ve çalışma ve sözleşme hürriyetinin özünü ortadan
kaldıran mahiyet taşıdığı için Anayasanın 2 nci, 13 üncü ve 48 inci maddelerine
aykırıdır.
Yukarıda açıklandığı üzere, 6487 sayılı Bazı Kanunlar ile 375
Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 4 üncü
maddesiyle yeniden düzenlenen 4250 sayılı İspirto ve İspirtolu İçkiler İnhisarı
Kanununun mülga 9 uncu maddesinin birinci fıkrasındaki "Belediye veya il
özel idaresi, ruhsat vermeden önce, yetkili kolluk kuvvetinin görüşünü
alır." tümcesi, Anayasanın 2 nci, 13 üncü ve 48 inci maddelerine aykırı
olduğundan iptali gerekir.
5) 6487 Sayılı "Bazı Kanunlar ile 375 Sayılı Kanun Hükmünde
Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun"un 5 inci Maddesiyle 4250
Sayılı Kanuna Eklenen Geçici 1 inci Maddesinin Dördüncü Fıkrasının İkinci
Tümcesindeki ". birinci ve ikinci derece kan hısımlarına ."
İbaresinin Anayasaya Aykırılığı
6487 sayılı Kanunun 4 üncü maddesiyle 4250 sayılı Kanunun mülga 9
uncu maddesi yeniden düzenlenerek ikinci fıkrasında, "Bu Kanun kapsamına
giren ürünlerin perakende veya açık olarak satışının yapıldığı yerler ile örgün
eğitim kurumları ve dershaneler, öğrenci yurtları ve ibadethaneler arasında
kapıdan kapıya en az yüz metre mesafenin bulunması zorunludur. Bu fıkradaki
mesafe şartı turizm belgeli işletmeler için aranmaz" kuralı getirilir ve
üçüncü fıkrasında, "Mesafe şartı, satış belgesinin verildiği tarih itibariyle
aranır." denilirken; 6487 sayılı Kanunun 5 inci maddesiyle 4250 sayılı
Kanuna eklenen geçici 1 inci maddesinin dördüncü fıkrasında ise, "9 uncu
maddenin ikinci fıkrası, bu maddenin yayımı tarihinden önce iş yeri açma
ruhsatı ve satış belgesi almış işletmeler için uygulanmaz. Bu işletme sahipleri
işletmelerini birinci ve ikinci derece kan hısımlarına devredebilir."
kuralı getirilmiştir.
Böylece, 4250 sayılı Kanuna eklenen geçici 1 inci maddenin
dördüncü fıkrasının ilk tümcesiyle koruma altına alınan 6487 sayılı Yasanın
yayımı tarihinden önce alınmış işyeri açma ruhsatı ile içki satış belgesi
alınmış işletmelerin "birinci ve ikinci derece kan hısımları"
dışında, birinci ve ikinci derece kayın hısımlarına veya üçüncü derece kan ve
kayın hısımlarına ya da başkalarına devredilmesi durumunda, işyeri açma ruhsatı
ile içki satış belgesinin iptali ve dolayısıyla söz konusu işyerinde içki
satışı ve sunumu yapılamaması öngörülmektedir.
22.11.2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanununun 17 nci
maddesinde, "Kan hısımlığının derecesi, hısımları birbirine bağlayan doğum
sayısıyla belli olur.
Biri diğerinden gelen kişiler arasında üstsoy-altsoy hısımlığı;
biri diğerinden gelmeyip de ortak bir kökten gelen kişiler arasında yansoy
hısımlığı vardır." denilirken;
18 inci maddesinde ise, "Eşlerden biri ile diğer eşin kan
hısımları, aynı tür ve dereceden kayın hısımları olur.
Kayın hısımlığı, kendisini meydana getiren evliliğin sona
ermesiyle ortadan kalkmaz." denilmiştir.
Bu kurallara göre, kişinin çocukları ile annesi ve babası birinci
derece kan hısımları; kişinin kardeşleri, torunları, büyükbaba ve büyükannesi
ise ikinci derece kan hısımları;
Kişinin eşinin annesi ve babası birinci derece kayın hısımları;
eşinin kardeşleri (kayın, baldız, görümce) ile eşinin büyükannesi ve
büyükbabası ise ikinci derece kayın hısımlarıdır.
Öte yandan, 4721 sayılı Kanunun 179 uncu maddesinde, "Mal
rejiminin tasfiyesinde eşlerin bağlı olduğu rejime ilişkin hükümler
uygulanır." kuralına yer verilmiş; 186 ncı maddesinde, eşlerin aile
birliğini beraberce yönetecekleri ve birliğin giderlerine güçleri oranında ve
malvarlıkları ile katılacakları belirtilmiş; 202 nci maddesinde eşler arasında
edinilmiş mallar rejiminin uygulanmasının asıl olduğu, mal rejimi sözleşmesiyle
kanunda belirlenen diğer rejimlerden birini de kabul edebilecekleri; 218 inci
maddesinde edinilmiş mallara katılma rejiminin, edinilmiş mallar ile eşlerden
her birinin kişisel mallarını kapsadığı belirtilmiş; 219 uncu maddesinde
edinilmiş mallar, 220 nci maddesinde kişisel mallar düzenlenmiş; 221 inci
maddesinde eşlerin mal rejimi sözleşmesiyle, bir mesleğin icrası veya
işletmenin faaliyeti sebebiyle doğan edinilmiş mallara dahil olması gereken
malvarlığı değerinin kişisel mal sayılacağını kabul edebilecekleri gibi mal
rejimi sözleşmesiyle kişisel malların gelirlerinin edinilmiş mallara dahil
olmayacağını da kararlaştırabilecekleri kurallaştırılmış ve 227 nci maddesi
ise, "Eşlerden biri diğerine ait bir malın edinilmesine, iyileştirilmesine
veya korunmasına hiç ya da uygun bir karşılık almaksızın katkıda bulunmuşsa,
tasfiye sırasında bu malda ortaya çıkan değer artışı için katkısı oranında
alacak hakkına sahip olur ve bu alacak o malın tasfiye sırasındaki değerine
göre hesaplanır; bir değer kaybı söz konusu olduğunda katkının başlangıçtaki
değeri esas alınır.
Böyle bir malın daha önce elden çıkarılmış olması hâlinde hâkim,
diğer eşe ödenecek alacağı hakkaniyete uygun olarak belirler." şeklinde
düzenlenmiştir.
6487 sayılı Kanunun 5 inci maddesiyle 4250 sayılı Kanuna eklenen
geçici 1 inci maddesinin dördüncü fıkrasına göre, işletme eşlerden erkeğin
üzerine açılmış ise, erkeğin işletmeyi çocukları, annesi ve babası ile
kardeşlerine, torunlarına, büyükbaba ve büyükannesine devretmesi durumunda,
işyerinin işyeri açma ruhsatı ile içki satış belgesi devam edecek ve
dolayısıyla işletmede alkollü içki satılabilecek; buna karşın birinci ve ikinci
derece kayın hısımlarına yani eşinin annesi, babası ve kardeşleri ile eşinin
büyükanne ve büyükbabasına devredilmesi durumunda ise, işyeri açma ruhsatı ve
içki satış belgesi iptal olacak ve dolayısıyla işletmede alkollü içki
satılamayacaktır. İşletme eşlerden kadının üzerine açılmış ise bu durumda tam
tersi olacaktır.
Düzenleme bu haliyle "eşlerin aile birliğini beraberce
yönetecekleri" ilkesiyle bağdaşmamanın yanında, "eşler arasında
edinilmiş mallar rejimi" ile de, "eşlerin mal rejimi sözleşmesi"
ile de uyuşmamaktadır. Bu niteliğiyle Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk
devleti ilkesine aykırıdır.
Düzenleme, işletmenin örtülü bir şekilde eşlerden erkeğin üzerine
açılacağı, kadının medeni/yurttaşlık haklarının olmadığı varsayımına dayanmakta
ve haliyle Anayasanın 10 uncu maddesindeki yasa önünde eşitlik ilkesine de
aykırılık oluşturmaktadır.
Öte yandan, "kapıdan kapıya en az yüz metre mesafenin
bulunması zorunludur" kuralı, işletme sahipleri ile örgün eğitim kurumları
ve dershaneler, öğrenci yurtları ve ibadethaneler arasında aranan bir kural
değil, işletme ile söz konusu yerler arasında aranan bir kuraldır ve "iş
yeri açma ruhsatı" ile "satış belgesi" kişilerin özellikleri
gözetilerek değil, işyerinin/işletmenin özellikleri dikkate alınarak işletmeden
dolayı işletmecilere verilmektedir. Dolayısıyla kazanılmış bir haktan söz edilecekse,
kazanılmış hak kişinin özelliklerinden değil, işyerinin/işletmenin
özelliklerinden elde edildiğinden, hakkın devamı da malikler üzerinden değil,
işyeri üzerinden sağlanacak; malikler işyerinin işletmecisi olduklarından
kazanılmış haktan yararlanacaktır.
Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan
haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve
işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren,kişilere hukuk güvenliği sağlayan, Anayasaya aykırı durum
ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan,Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı
sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasakoyucunun da uyması gereken
evrensel hukuk ilkeleri ve Anayasanın bulunduğu bilincinde olan devlettir.
"Bu işletme sahipleri
işletmelerini birinci ve ikinci derece kan hısımlarına devredebilir."
kuralındaki, "birinci ve ikinci derece kan hısımlarına" ibaresi,
işletmenin özelliklerine göre kazanılmış olan hakkı, hukuka ve adalete aykırı
bir şekilde işletme sahibinin üzerinden geleceğe taşımayı öngördüğünden,
Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırıdır.
Anayasanın "Çalışma ve sözleşme hürriyeti" başlıklı 48
inci maddesinde, "Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetine
sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak serbesttir.
Devlet, özel teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve sosyal
amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak
tedbirleri alır." kuralına yer verilmiştir.
Alkollü içki satışı yapmak için "işyeri açma ruhsatı" ve
"içki satış belgesi" almanın zorlaştığı bir dönemde söz konusu ruhsat
ve belgeye sahip işyeri, işletmecisine, bundan dolayı artı bir değer
kazandırmakta ve bu artı değer hukukumuzda olağan ticari faaliyetler arasında
sayılmaktadır. 6487 sayılı Yasadan önce, söz konusu işyerini bir başka
işletmeciden devralan kişi bu artı değeri devraldığı kişiye "gayrimaddi
haklar" bağlamında ödemiş bulunmaktadır. Söz konusu işyerini "birinci
ve ikinci derece kan hısımları" dışında kalan kişilere devretmesi
durumunda ya da kan hısımlarına devretse de toruna devir aşamasında, işletmenin
ruhsat ve belgesi iptal olacağı ve yeniden alınması da mümkün olmayacağından,
ödemiş olduğu artı değeri elde edemeyecek ve dolayısıyla kendisi veya
çocukları, istemeseler de söz konusu işyerinde söz konusu işi yapmak durumunda
kalacaklar, bu durumda dahi aile mesleği en fazla iki kuşak devam
edebilecektir. Bu durum, Anayasanın 48 inci maddesindeki, "herkesin dilediği
alanda çalışma hürriyeti"nin özünü ortadan kaldırdığından, Anayasanın 13
üncü ve 48 inci maddelerine aykırılık oluşturmaktadır.
Yukarıda açıklandığı üzere, 6487 sayılı Bazı Kanunlar ile 375
Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 5 inci
maddesiyle 4250 sayılı Kanuna eklenen geçici 1 inci maddesinin dördüncü
fıkrasının ikinci tümcesindeki ". birinci ve ikinci derece kan hısımlarına
." ibaresi, Anayasanın 2 nci, 10 uncu, 13 üncü ve 48 inci maddelerine
aykırı olduğundan iptali gerekir.
6) 6487 Sayılı "Bazı Kanunlar ile 375 Sayılı Kanun Hükmünde
Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun"un 21 inci Maddesi ile
Değiştirilen 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanununun Geçici 6 ncı Maddesinin;
a) Madde Başlığı ile Birinci Fıkrasının İlk Tümcesindeki ".
bedel talep edilmesi halinde bedel tespiti ." İbaresinin, İkinci
Fıkrasının İlk Tümcesindeki ". veya malikin müracaatı ." ve ".
veya malikin müracaat ." İbareleri ile İkinci Tümcesindeki ". veya
malikin müracaat ." İbaresinin, Altıncı Fıkrasının İlk Tümcesindeki
". bedel tespiti ." İbaresinin Anayasaya Aykırılığı
2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun geçici 6 ncı maddesinin
"Kamulaştırmasız el koyma nedeniyle tazmin" şeklindeki madde başlığı,
6487 sayılı Kanunun 21 inci maddesiyle, "Kamulaştırılmaksızın kamu
hizmetine ayrılan taşınmazların bedel tespiti" şeklinde değiştirilmekte;
kamulaştırmasız el atmadan dolayı malikin tazminat davası açmasının
engellenmesi için malikin idareye uzlaşma başvurusunda bulunması ve uzlaşılamaz
ise bedel tespit davası açması öngörülmektedir.
Düzenleme İhtiyacı ile Düzenlemenin Anlam ve Kapsamı
24.05.2013 tarihli ve 6487 sayılı Kanunun 21 inci maddesiyle
değiştirilen 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunun geçici 6 ncı maddesiyle;
31.08.1956 tarihli ve 6380 sayılı İstimlak Kanununa tabi kamu idarelerinin,
kamu hizmetlerini yürütmek için ihtiyaç duydukları özel mülkiyetteki
taşınmazları, hukuk devleti ilkesinin gereği olarak Anayasa ve 6380 sayılı
Yasada belirtilen usul ve esaslara göre kamulaştırmak yerine, 09.10.1956 ile
04.11.1983 tarihleri arasında Anayasaya, hukukun evrensel ilkelerine ve
yürürlükteki yasalara aykırı şekilde kamulaştırmadan el atmaları nedeniyle,
kamu idarelerinin hukuka aykırı haksız eyleminden dolayı hak sahiplerinin açmış
oldukları bedel ve tazminat davalarını, bir yandan hukuken geçersiz kılarken,
diğer yandan idarelerin hukuka aykırı haksız eyleminden kaynaklanan mali
yükümlülüklerini Anayasaya ve hukukun evrensel ilkelerine aykırı olarak haksız
fiil mağdurlarının aleyhine sonuç doğuracak şekilde çözmeyi amaçlayan uzlaşma
ve bedel tespiti düzenlemeleri yapılmaktadır.
Türkiye, Birinci Meşrutiyetten bu yana Anayasal bir devlettir.
1876 Anayasasının 21 inci maddesinde, "Herkes, usulen
mutasarrıf olduğu mal ve mülkünden emindir. Menafı-i umumiye için lüzumu sabit
olmadıkça ve kanunu mucibince değer pahası peşin verilmedikçe, kimsenin
tasarrufunda olan mülk alınamaz." denilirken; 1924 Anayasasının
"Türklerin hukuki ammesi" başlıklı Beşinci Faslının 71 inci
maddesinde, "Can, mal, ırz, mesken her türlü taarruzdan masundur."
denilmiş ve 74 üncü maddesinde ise, "Umumi menfaatler için lüzumu, usulüne
göre alınmadıkça ve mahsus kanunla mucibince değer pahası peşin verilmedikçe
hiçbir kimsenin malı istimval ve mülki istimlak olunamaz." kuralına yer
verilmiştir.
1961 Anayasasının "Sosyal ve İktisadi Haklar ve Ödevler"
başlıklı Üçüncü Bölümünün 36 ncı maddesinde, "Herkes, mülkiyet ve miras
haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla
sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı
olamaz." denilmiş; 38 inci maddesinde ise, "Devlet ve kamu tüzel kişileri,
kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin ödemek
şartıyla özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların, kanunda gösterilen esas ve
usullere göre, tamamını veya bir kısmını kamulaştırmaya veya bunlar üzerinde
idari irtifaklar kurmaya yetkilidir." kuralına yer verilmiştir.
1982 Anayasasında ise mülkiyet hakkı, "Temel Haklar ve
Ödevler" başlıklı ikinci kısmının "Kişinin Hakları ve Ödevleri"
başlıklı ikinci bölümünün 35 inci maddesinde, "Herkes, mülkiyet ve miras
haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla
sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı
olamaz." şeklinde düzenlenirken; kamulaştırma ise, "Sosyal ve
Ekonomik Haklar ve Ödevler" başlıklı üçüncü bölümünün 46 ncı maddesinde,
"Devlet ve kamu tüzelkişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde,
gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz
malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre,
kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idari irtifaklar kurmaya yetkilidir." şeklinde
kurallaştırılmıştır.
Mülkiyet hakkı ile kamulaştırmanın mevzuata girmesi ise
Anayasalardan daha önce başlamıştır.
3 Kasım 1839'da okunan Tanzimat Fermanı (Gülhane Hattı
Hümayunu)'nda, tüm vatandaşların can, mal ve namuslarının güvenliğinin
sağlanması Devletin görevleri arasına alınmış; 1855 tarihli "Saltanat-ı
Seniyye'nin Tanzimi Halinde Lüzumu Olup Kıymet-i Layıkasıyla Sahiplerinden
Mubayaa Edeceği Arazi ve Saire Hakkında Nizamname" ile ise kamulaştırmanın
usul ve esasları düzenlenmiştir. 1876 tarihli Dersaadet Belediye Kanunu ve
Vilayet Belediye Kanununda kamulaştırmaya ilişkin düzenlemeler yapılırken;
kamulaştırma alanındaki genel ve kapsayıcı düzenlemeler 1879 tarihli Menafı-i
Umumiye İçin İstimlak Kararnamesiyle getirilmiştir. Belediyelerin yapacağı
kamulaştırmalar 1913 tarihli Geçici Kanunla yeniden düzenlenirken; bunu 1934
tarihli ve 2947 sayılı Belediyece Yapılacak İstimlak Hakkında Kanun ve
devamında 1939 tarihli ve 3710 sayılı Belediye İstimlak Kanunu izlemiştir.
31.08.1956 tarihli ve 6380 sayılı İstimlak Kanunu ise diğer yasalarda kendine
aykırı düzenlemeler getiren hükümleri ortadan kaldırırken; halen yürürlükte
bulunan 04.11.1983tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu da 6380 sayılı
İstimlak Kanununu yürürlükten kaldırmıştır.
Bu bağlamda, Türkiye'de Tanzimat Fermanından bu yana kişilere
mülkiyet hakkı tanınmış ve 1876 Anayasasından bu yana mülkiyet hakkı Anayasal
güvence altına alınmıştır. Kamulaştırmanın esas ve usulleri hakkında, 1855
yılından bu yana boşluk doğurmayacak şekilde yasal düzenleme yapılırken, 1876
Anayasasından bu yana ise, devletin özel mülke el koyması, kamu yararının
gerektirmesi ve kanunundaki usule göre kamulaştırılarak bedelinin peşin
ödenmesi şartlarına bağlanmıştır.
Anayasal kurallara ve yasal düzenlemelere rağmen, idareler hukukun
dışına çıkarak özel mülke tecavüzde bulunabilmişler ve hukuka aykırı olarak
kişilerin taşınmazlarına kamulaştırmaksızın el koyabilmişlerdir.
Anayasal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetinde, özel mülke
tecavüzde bulunarak kamulaştırmasız el konulması ceza hukuku bağlamında suç,
medeni hukuk bağlamında ise haksız fiildir.
26.09.2004 tarihli ve 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 154 üncü
maddesinin birinci fıkrasında, "Bir hakka dayanmaksızın başkasına ait
taşınmaz mal ve eklentilerini malikmiş gibi tamamen veya kısmen işgal eden veya
sınırlarını değiştiren veya bozan veya hak sahibinin bunlardan kısmen de olsa
yararlanmasına engel olan kimseye, suçtan zarar görenin şikâyeti üzerine altı
aydan üç yıla kadar hapis ve bin güne kadar adlî para cezası verilir."
denilirken; 24 üncü maddesinin (3) numaralı fıkrasında, "Konusu suç teşkil
eden emir hiçbir surette yerine getirilemez. Aksi takdirde yerine getiren ile
emri veren sorumlu olur." kuralına yer verilmiştir.
Haksız fiil ise, doktrinde ve içtihatta hukuka aykırı olarak bir
kimsenin şahsına veya mal varlığına zarar vermek olarak tanımlanmıştır. Hukukta
haksız fiil borç kaynaklarından birisi olarak kabul edilmiş ve zararı veren
tazminle sorumlu tutulmuştur. Haksız fiile muhatap olan kişinin, haksız fiile
sebebiyet veren kişiden zararını isteme hakkı, hukukun evrensel
ilkelerindendir.
Nitekim, 16.05.1956 gün ve E.1956/1, K.1956/6 sayılı Yargıtay
İçtihadı Birleştirme Kararında, taşınmaza kamulaştırmasız el koymanın haksız
fiil olduğu, taşınmazına kamulaştırmasız el konulan malikin, el atmanın
önlenmesi davası açabileceği gibi, bu eylemli duruma razı olduğu takdirde
taşınmaz bedelini isteme hakkı da olduğu; dava açarak bedelini istediği
takdirde, taşınmaza el konulma tarihindeki bedelin değil, mülkiyet hakkının
devrine razı olduğu tarih olan dava tarihindeki değerinin belirlenerek
tahsiline karar verilmesi gerekeceği belirtilmiştir.
Yine, 16.05.1956 gün ve E.1956/1, K.1956/7 sayılı Yargıtay
İçtihadı Birleştirme Kararında, usulüne uygun şekilde kamulaştırma işlemi
yapılmaksızın taşınmazına el konulan mal sahibinin açacağı davanın zamanaşımına
tabi olmayacağına karar verilmiştir.
Yine, 11.02.1959 gün ve E.1958/17, K.1959/15 sayılı Yargıtay
İçtihadı Birleştirme Kararında, kamulaştırmasız el koyma, "İdarenin
kanunsuz bir hareketi" olarak nitelendirilmiş ve "Kamulaştırmasız el
atma halinde kamu kurumu, Kamulaştırma Kanununa uygun hareket etmeden, ferdin
malını elinden almış olması sebebiyle kanunsuz bir harekette bulunmuş
durumdadır. Bu bakımdan dava, mülkiyete tecavüzün önlenmesi veya haksız fiil
neticesinde meydana gelen zararın tazmini davasıdır." denilmiştir.
Öte yandan, kamulaştırmasız el koyma, 6830 sayılı İstimlak
Kanununun yürürlüğe girdiği 09 Ekim 1956 tarihinden sonraki el atmalara ilişkin
haksız fiiller için söz konusudur. Bu tarihten önceki el koymalar, 05.01.1961
tarihli ve 221 sayılı Amme Hükmi Şahıslar veya Müesseseleri Tarafından Fiilen
Amme Hizmetlerine Tahsis Edilmiş Gayrimenkuller Hakkındaki Kanun ile
"kamulaştırılmış" sayılmıştır.
Gerek 6830 sayılı İstimlak Kanununda, gerekse bu Kanunu
yürürlükten kaldıran 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununda; kamulaştırma yapmadan
taşınmazına el konulan kişinin, uğradığı zarar ve ziyan ile mülkiyet hakkının
kullanılmasından doğan malın özüne bağlı hangi davaları açabileceği konusunda
yasal bir düzenleme yapılmamış; yukarda da belirtildiği üzere, taşınmazına
kamulaştırmasız el konulan kişilerin, ilgili kamu tüzel kişisi aleyhine el
atmanın önlenmesi davası açabileceği gibi, bedel ve tazminat davaları da
açabileceği, 16.05.1956 gün ve 1956/1-6 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme
Kararı ile çözüme bağlanmıştır.
Diğer yandan, 08.11.1983 tarihinde yürürlüğe giren 2942 sayılı
Kamulaştırma Kanununun 38 inci maddesinde, "Kamulaştırma yapılmış ancak
işlemleri tamamlanmamış veya kamu hizmetine ayrılarak veya kamu yararına
yönelik bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmaz malın
malik, zilyet veya mirasçılarının taşınmaz mal ile ilgili her türlü dava hakkı
20 yıl geçmekle düşer ve bu süre taşınmaz mala el koyma tarihinden
başlar." kuralına yer verilmiş; madde gerekçesinde ise "Medeni
Kanunun 638, 639 ve 897. maddeleri dikkate alınarak mülk edinmedeki kazandırıcı
zaman aşımı süresinin, mülkiyetin kaybedilmesinde de idarelerin menfaatleri
dikkate alınarak değerlendirilmesi gerektiği" denildiğinden, idareler
kamulaştırmasız el koydukları taşınmazlarla ilgili olarak el koyma tarihinden
itibaren 20 yıllık sürenin dolmasından sonra açtıkları tapu iptali ve tescil
istemli davalarla tapu kaydındaki maliki hasım göstererek el konulan
taşınmazlara her hangi bir bedel ödemeksizin, taşınmazın idare adına tescilini
isteme hakkına sahip olmuşlardır. Ayrıca, 2942 sayılı Kanunun 38 inci
maddesinin yürürlüğe girmesinden itibaren taşınmazına kamulaştırmasız el
konulan hak sahipleri tarafından açılan el atmanın önlenmesi ya da taşınmaz
bedelinin ödenmesi istemli davalar el koyma tarihi ile dava tarihi arasında 20
yıllık süre dolmuş ise mahkemelerce ret edilmiştir.
12 Eylül Rejiminin eseri olan bu kural, Türkiye'de kamulaştırmasız
el koyma yoluyla hakkı ihlal edilen hak sahiplerinin davalarını AİHM'e
taşımalarına yol açmış ve AİHM her defasında Türkiye'yi hak sahiplerine
tazminat ödemeye mahkum etmiştir.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunun 12 Eylül Rejiminin eseri olması
ve 1982 Anayasasının geçici 15 inci maddesinin son fıkrasında, 12 Eylül Rejimi
döneminde çıkarılan kanun, kanun hükmünde kararname ve 2324 sayılı Kanun
uyarınca alınan karar ve tasarrufların Anayasaya aykırılığının ileri
sürülemeyeceğinin kurallaştırılması nedeniyle, Anayasanın geçici 15 inci
maddesinin son fıkrası, 03.10.2001 tarihli ve 4709 sayılı Kanun ile yürürlükten
kaldırılana kadar, söz konusu 38 inci madde iptal veya itiraz yoluyla Anayasa
Mahkemesine götürülememiştir.
Geçici 15 inci maddenin yürürlükten kaldırılması sonrasında
çeşitli Asliye Hukuk Mahkemelerinin başvurusu sonucunda 38 inci maddeyi ve
dolayısıyla kamulaştırmasız el koymadan kaynaklanan davalara getirilen yirmi
yıllık hak düşürücü süreyi, Anayasa Mahkemesi 10.04.2003 gün ve E.2002/112
Esas, K.2003/33 sayılı kararıyla Anayasanın 2 nci, 13 üncü, 35 inci ve 46 ncı
maddelerine aykırı bularak iptal etmiştir.
İptal kararının gerekçesinde ise, "Anayasanın 46. maddesinde
öngörülen kamulaştırma, Anayasanın 35. maddesinde güvence altına alınmış olan
mülkiyet hakkına getirilmiş anayasal bir sınırlamadır. İdare kendisine Anayasa
tarafından tanınan olanak ve yetkileri Yasa'ya uygun bir biçimde kullanmaksızın
taşınmaza elatarak kamulaştırma ilkelerine aykırı davranamaz. Anayasanın
sınırlarını belirleyerek izin verdiği kamulaştırma yöntemini kullanmadan
yapılan elatmalar, itiraz konusu kurala göre yirmi yıl geçtikten sonra yasal
bir kamulaştırmanın bütün sonuçlarını doğurmakta ve taşınmazın, idarenin adına
tapu kütüğüne tescili ile sonuçlanabilmektedir. Bu ise anayasal dayanağı
olmayan kamulaştırmasız el koymadır. Yirmi yıllık hak düşürücü sürenin
geçmesiyle taşınmaz malikinin her türlü dava açma hakkının engellenmesi ve
taşınmazın hiçbir karşılık ödenmeden idareye geçmesi, mülkiyet hakkının
sınırlanmasını aşan, hakkın özünü zedeleyen bir durumdur." denildikten
sonra destek norm olarak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine atıfta bulunularak
Sözleşmeye ek 1 Nolu Protokol'ün 1 inci maddesindeki, "Her gerçek ve tüzel
kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır.
Herhangi bir kimse ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve
uluslar arası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun
bırakılabilir." kuralına yer verilmiş ve AİHM'in önüne gelen değişik
davalarda kamulaştırmasız el koymayı mülkiyet hakkına aykırı bulduğu
vurgulandıktan sonra, AİHM'in Papamichalopoulos-Yunanistan (No:14556/89)
Carbonara& Venture-İtalya (No: 24638/94) ve Belvedere Alberghiera S.R.L.-İtalya
(No: 31524/96)davaları örnek gösterilmiştir.
Anayasa Mahkemesinin iptal kararının 04.11.2003 tarihinde
yürürlüğe girmesiyle, iptal kararının geriye yürümeyeceği ilkesinden hareketle
iptal kararından önce idarelerce taşınmaz malikleri aleyhine 38 inci maddeye
dayanılarak açılan tapu iptali ve tescil davalarına ve hak düşürücü süreye,
Anayasa Mahkemesinin iptal kararının etki edip etmeyeceği konusunda Yargıtay 5.
ve 18. Hukuk daireleri arasında çıkan görüş farklılığı sonucu Yargıtay Hukuk Genel
Kurulu 25.05.2005 gün ve E.2005/5-288, K.2005/352 sayılı kararında özetle;
"Anayasa Mahkemesi'nin iptal kararından önce 2942 sayılı Kamulaştırma
Kanunu'nun 38. maddesinde öngürülen 20 yıllık hak düşürücü süre geçirildiğinden
davalının mülkiyet hakkı sona ermiş, taşınmaz artık tesisi yapan idarenin
mülkiyetine geçmiştir. Anayasa Mahkemesinin iptal kararından önce, iptal edilen
yasa kuralına dayanılarak, idare yararına kazanılmış mülkiyet hakkının Anayasa
Mahkemesi kararından etkilenmeyeceği, şu halde 20 yıllık süre iptal kararından
önce dolduğundan taşınmazın idare adına tesciline" karar vermiştir.
Bunun üzerine, 15.12.2005 tarihli Yargıtay Başkanlar Kurulu kararı
ile görüş farklılığı olan konuda içtihadı birleştirme yoluna gidilmesine karar
verilmiştir. Bununla birlikte, Kamulaştırma Kanununun 38 inci maddesinin
iptaliyle meydana gelen yasal boşluğun doldurulması amacıyla Bakanlar Kurulunun
yasa tasarısı hazırlama girişimi gerekçe gösterilerek Yargıtay İçtihadı
Birleştirme Kurulunun yapacağı toplantı 3 kez ertelenerek yasal düzenleme
beklenmiştir.
2942 sayılı Kanunun 38 inci maddesinin iptali sonucu
kamulaştırmasız el atmalar nedeniyle ortaya çıkan yasal düzenleme ihtiyacı;
05.01.1961 tarihli ve 221 sayılı Kanun ile 6830 sayılı İstimlak Kanununun
yürürlüğe girdiği 09 Ekim 1956 tarihinden önceki kamulaştırmasız el atmalar
kamulaştırılmış sayıldığından, 09 Ekim 1956 tarihinden sonraki kamulaştırmasız
el atmalar ile Anayasa Mahkemesinin 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 38 inci
maddesini iptal eden 10.04.2003 gün ve E.2002/112 Esas, K.2003/33 sayılı Kararının
Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe girdiği 04.11.2003 tarihinden (38 inci
maddede hak düşürücü sürenin yirmi yıl şeklinde düzenlenmiş olması nedeniyle)
yirmi yıl öncesi olan 04.11.2003 tarihinden önceki kamulaştırmasız el atma
eylemleridir. Başka bir anlatımla 9 Ekim 1956 ile 4 Kasım 1983 tarihleri
arasındaki kamulaştırmasız el atmalardan kaynaklanan hukuka aykırı haksız
fiillerdir.
Nihayetinde, hukuksuzluğun mağdurları yanında Yargıtay'ın da
beklediği yasal düzenleme aradan beş yıl geçtikten sonra 18.06.2010 tarihli ve
5999 sayılı Kamulaştırma Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 1 inci
maddesiyle 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa eklenen geçici 6 ncı madde ile
yapılmıştır.
Devamında çıkarılan 13.02.2011 tarihli ve 6111 sayılı Bazı Alacakların
Yeniden Yapılandırılması ile Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu
ve Diğer Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun'un geçici 2 nci maddesi ile 5999 sayılı Kanunun 1 inci
maddesiyle 2942 sayılı Kanuna eklenen geçici 6 ncı madde hükmünün, 6111 sayılı
Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onbeş yıl süreyle 04.11.1983
tarihinden sonraki kamulaştırmasız el atmalara da uygulanması öngörülerek,
geçici 6 ncı madde hükmü uygulaması, bir yandan 04.11.1983 sonrasındaki
kamulaştırmasız el atmalara da taşınırken, diğer yandan 2942 sayılı Kanun 15
yıl süreyle mülga sayılmıştır.
Anayasa Mahkemesi ise, CHP'nin açmış olduğu 2942 sayılı Kanunun
geçici 6 ncı maddesindeki, adalet anlayışına sığmayan, Anayasaya ve hukukun
evrensel ilkelerine aykırı düzenlemeleri, 01.11.2012 tarihli ve E.2010/83,
K.2012/169 sayılı Kararında iptal etmezken; aynı düzenlemelerin 04.11.1983
tarihinden sonraki kamulaştırmasız el atmalara da uygulanması ile 2942 sayılı
Kanunun 15 yıl süreyle mülga kılınmasına ilişkin 6111 sayılı Kanunun geçici 2
nci maddesini aynı kararında;
"2942 sayılı Kanun'un Geçici 6. maddesi, 9.10.1956 ile
4.11.1983 tarihleri arasında meydana gelen kamulaştırmasız el atmalara dayalı
tazminat taleplerine uygulanacak kuralları öngörmektedir. Bu kuralda getirilen
düzenlemeler, malikler açısından kamulaştırma için Anayasanın 46. maddesinde ve
2942 sayılı Kanun'da öngörülen güvencelerden daha aleyhe kurallar içermektedir.
2942 sayılı Kanun'a göre, kamulaştırma kararı verilebilmesi için öncelikle
taşınmazın değerinin idare tarafından tespit ettirilmesi, uyuşmazlık halinde
idarenin mahkemeye başvurarak bedel tespitini istemesi gerekmektedir. Tespit
edilen bedelin peşin olarak bankaya yatırılmasıyla kamulaştırma kararı
kesinleşmektedir. Bu nedenle bir kamu idaresi kamulaştırma bedelini ödeyecek
yeterli ödeneği olmadıkça kamulaştırma kararı alamayacaktır. Diğer taraftan,
malikin kamulaştırma işlemi aleyhine idari yargıda dava açma hakkı
bulunmaktadır. 2942 sayılı Kanun'da kamulaştırma bedellerinin
taksitlendirilmesi belli hallere münhasır kılınmış ve bu hallerde de
taksitlendirme süresinin beş yılı geçemeyeceği ve taksitlendirme halinde kamu
alacakları için uygulanan en yüksek faizin uygulanması kuralı yer almaktadır.
Geçici 6. maddede ise geçmişte idarelerce kamulaştırmasız el
atılan taşınmazlarla ilgili olarak uzlaşma ve dava yoluna başvurma külfeti
maliklere yüklenmiştir. Bu nedenle dava harçlarını ödeme yükümlülüğü de
maliklerin üzerindedir. Diğer taraftan, hükmedilen tazminatın ödenmesi için
bütçeden belli bir pay ayrılması ve hükmedilen tazminatlar toplamının bu
ödenekten fazla olması halinde ödemelerin taksitlendirilmesi öngörülmüştür.
Anayasanın 46. maddesindeki taksitlendirme koşullarının bulunup bulunmadığına bakılmadığı
gibi, sürenin beş yılı aşması ihtimali de vardır. Ayrıca, taksitlendirme
halinde 3095 sayılı Kanun'a göre ödenecek olan kanuni faiz oranı kamulaştırmada
uygulanacak olan kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz oranından daha
düşüktür. Öte yandan, mahkeme kararından sonra idarelere tekrar uzlaşma teklif
etme yetkisi tanındığı gibi tazminatın ödenmesini sağlamak üzere idarelerin
mal, hak ve alacaklarının haczedilmesi de yasaklanmıştır."
Geçmişe yönelik bazı mağduriyetlerin giderilmesi amacıyla
çıkarılan ve istisnai nitelik taşıyan Geçici 6. maddedeki malik aleyhine
hükümlerin geleceğe yönelik olarak uygulanması halinde kamulaştırma için
Anayasa ve Kanun'da öngörülen bütün güvenceler etkisiz kalabilecektir. Kuralla,
Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 15 yıl boyunca 2026 yılına kadar
idarelerin özel mülkiyete kamulaştırmasız el atma yoluyla müdahalesine yol
açılmaktadır. Böylece idareler kamulaştırma yapmak yerine, hukuka aykırı olarak
el atmak suretiyle taşınmazları elde edebileceklerdir. Böyle bir durumda
devletin hukuka bağlılığı ilkesi zedeleneceği gibi bireyler açısından hukuki
güvenlik ve öngörülebilirlik de ortadan kalkacaktır. Bir hukuk devletinde
kanunların hukuka aykırı uygulamaları teşvik etmesi kabul edilemez."
Gerekçeleriyle Anayasanın 2 nci, 35 inci ve 46 ncı maddelerine
aykırı bularak iptal etmiştir.
Başka bir anlatımla, Anayasa Mahkemesi, bir yandan geçici 6 ncı
madde hükümlerinin, "malikler açısından kamulaştırma için Anayasanın 46.
maddesinde ve 2942 sayılı Kanun'da öngörülen güvencelerden daha aleyhe kurallar
içerdiğini", "uzlaşma ve dava yoluna başvurma külfetini maliklere
yüklediğini", "malikin kamulaştırma işlemi aleyhine idari yargıda
dava açma hakkını ortadan kaldırdığını", "Anayasanın 46. maddesindeki
taksitlendirme koşullarının bulunup bulunmadığına bakılmadığı gibi, sürenin beş
yılı aşması ihtimali de bulunduğunu", "taksitlendirme halinde 3095
sayılı Kanun'a göre ödenecek olan kanuni faiz oranının kamulaştırmada
uygulanacak olan kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz oranından daha
düşük olduğunu", "tazminatın ödenmesini sağlamak üzere idarelerin
mal, hak ve alacaklarının haczedilmesinin de yasaklandığını", hiçbir
tartışmaya yer vermeyecek şekilde açık ve kesin ifadelerle ortaya koyarken;
diğer yandan, bu derece haksızlık ve hukuksuzlukla malûl geçici 6 ncı madde
hükümlerini, "Geçmişe yönelik bazı mağduriyetlerin giderilmesi amacıyla
çıkarıldığı ve istisnai nitelik taşıdığı" gerekçesiyle iptal etmemeyi
tercih etmiştir.
Mağduriyet yarattığı kesin bir şekilde saptanmış olan yasalar,
demokratik ve sosyal hukuk devleti ilkelerine dayanan Anayasal bir
Cumhuriyette, "Geçmişe yönelik bazı mağduriyetlerin giderilmesi amacıyla
çıkarıldığı ve istisnai nitelik taşıdığı" gibi gerçekliği yanında geçerliliği
de tartışmalı olan ve kendi kendini inkar eden gerekçelerle meşrulaştırılamaz.
Çünkü, demokratik ve sosyal bir hukuk devletinde, geçici, bir defalık ve hatta
bir kişinin de olsa, Anayasal güvence altındaki hakların bile bile ve göre göre
ihlal edilmesi hiçbir şekilde kabul edilemez ve bu ihlal Anayasal kurallar ile
hukukun evrensel ilkeleri bağlamında koruma göremez.
Anayasaya Aykırılık Sorunu
İdarelerin, kendilerine Anayasa tarafından tanınan
"kamulaştırma" olanak ve yetkilerini Anayasa ve yasalara uygun bir biçimde
kullanmaksızın kişilerin Anayasal güvence altındaki taşınmazlarına Anayasa ve
yasalara aykırı bir şekilde haksız müdahalede bulunarak fiilen el koymaları,
yukarıda açıklandığı üzere doktrinde de içtihatta da haksız fiil/eylem olarak
nitelendirilmektedir.
Bu bağlamda, 16.05.1956 gün ve E.1956/1, K.1956/6 sayılı Yargıtay
İçtihadı Birleştirme Kararında, taşınmaza kamulaştırmasız el koymanın haksız
fiil olduğu belirtilirken; 16.05.1956 gün ve E.1956/1, K.1956/7 sayılı Yargıtay
İçtihadı Birleştirme Kararında, usulüne uygun şekilde kamulaştırma işlemi
yapılmaksızın taşınmazına el konulan mal sahibinin açacağı davanın zamanaşımına
tabi olmayacağına karar verilmiş; 11.02.1959 gün ve E.1958/17, K.1959/15 sayılı
Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kararında ise kamulaştırmasız el koyma,
"İdarenin kanunsuz bir hareketi" olarak nitelendirilerek açılacak
davanın mülkiyete tecavüzün önlenmesi veya haksız fiil neticesinde meydana
gelen zararın tazmini davası olacağı belirtilmiştir.
Anayasa Mahkemesinin 2924 sayılı Kanunun 38 inci maddesinin
iptaline ilişkin 10.04.2003 gün ve E.2002/112 Esas, K.2003/33 sayılı kararında
ise, söz konusu haksız fiil, bir yandan "anayasal dayanağı olmayan
kamulaştırmasız el koyma" olarak nitelendirilirken; diğer yandan, Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesine atıfta bulunulup Sözleşmeye ek 1 Nolu Protokol'ün 1
inci maddesine yer verilerek, Sözleşme ve 1 nolu Protokolü iç hukukun parçası
sayılmıştır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin birçok kararında olduğu üzere,
Sarıca ve Dilaver/Türkiye (Başvuru no: 11765/05, 27 Mayıs 2010) kararında da,
idarenin kamulaştırmasız el atmaları nedeniyle tazminat sorumluluğunun doğduğu
kabul edilmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve eki 1 nolu Protokol ile AİHM
içtihatları, iç hukukun parçası olarak Anayasa Mahkemesi yanında Yargıtay,
Danıştay ve yerel mahkeme kararlarında da yer bulmaya başlamıştır.
Tüm bu kararlarda, taşınmazına Anayasa ve yasalar ile hukukun
evrensel ilkelerine aykırı ve haksız olarak el konulan kişinin haksız el
koymaya karşı zararının giderilmesi için açtığı dava "tazminat
davası", talep edilen taşınmaz bedeli de "tazminat" olarak
nitelendirilmiştir.
Nitekim, yasakoyucu da 5999 sayılı Kanunun 1 inci maddesiyle 2942
sayılı Kamulaştırma Kanununa eklenen geçici 6 ncı maddenin başlığını
"Kamulaştırmasız el koyma nedeniyle tazmin" şeklinde düzenleyerek,
kamulaştırmasız el koymayı "haksız fiil", haksız fiilden dolayı talep
edilecek bedeli "tazminat" olarak nitelendirmiş ve madde içeriğinde
de "tazminat" kavramını defalarca yinelemiştir.
Bununla birlikte yasakoyucu iptali istenen düzenlemelerle, kamu
idarelerinin kendilerine Anayasa tarafından tanınan olanak ve yetkileri Anayasa
ve yasalara uygun bir biçimde kullanmaksızın kişilerin Anayasal güvence
altındaki mülkiyet haklarının konusunu oluşturan taşınmazlarına hukuksuz el
atmalarına, hak sahiplerini de ortak ederek, idarelerin yaptığı hukuka aykırı
haksız eylemler karşısında, hak arama özgürlüğünü kullanmak yerine, hukuksuzluk
yapan idareyle uzlaşmak için idareye müracaat etmelerini ve uzlaşmazlık
durumunda bedel tespiti davası açmalarını emretmektedir.
6487 sayılı Kanunun 21 inci maddesiyle değiştirilen 2942 sayılı
Kanunun geçici 6 ncı maddesinin başlığı, "Kamulaştırılmaksızın kamu
hizmetine ayrılan taşınmazların bedel tespiti" şeklinde değiştirilirken;
madde içeriği de "bedel", "bedel tespiti" vb. şeklinde
düzenlenerek; hukuktaki "tazminat" kavramının "bedel"e
dönüştürülmesi üzerinden, kişilerin hak arama özgürlüğü sınırlanmakta ve
mülkiyet hakkının özüne dokunulmaktadır. Gerçekten de kişinin kamulaştırmasız
el atma nedeniyle açacağı davanın "tazminat davası" olarak kabulü
halinde, haklarını tam olarak elde etmesi daha kolay ve elde ettiği haklar daha
kapsamlı olacaktır. Taşınmazına haksız olarak el konulan kişinin doğrudan dava
açma hakkı engellenemeyecek; öncelikle uzlaşma sürecine tabi olma gibi önüne
çekilmiş usule aykırı yapay setlerle karşı karşıya bırakılamayacaktır.
Kamulaştırmasız el atma davası, niteliği gereği haksız fiile
ilişkin tazminat davası olduğu ve Borçlar Kanununun tazminata ilişkin hükümleri
uygulandığı için bedel tespit davasından farklıdır. Yargılama usulü açısından,
bedel tespit davası gibi basit yargılama usulüne değil, yazılı yargılama
usullerine tabidir. 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa göre, bedel tespit
davası, usulüne uygun kamulaştırma işlemleri tamamlandıktan sonra uzlaşma
sağlanamaması halinde idare tarafından açılmaktadır. Bedel tespit davasında
belirlenen bedel depo edildikten sonra hüküm tesis edildiğinden hak sahibinin
bedeli tahsil için ayrıca icra işlemlerine gerek duyulmamaktadır. Kararda idare
adına tescille birlikte depo edilen bedelin hak sahibine ödenmesine de
hükmedilmektedir. Kamulaştırmasız el atmaya ilişkin tazminat davasında ise,
idare kamulaştırma işlemlerini tamamlamadan ya da hiç yapmadan taşınmaza el
attığından, tazminat davasıyla hükmedilen taşınmaz bedelini tahsil etmek için
malik/hak sahibi ayrıca icra takibi yapmak zorunda kalmaktadır. Oysa, 6487
sayılı Kanunun 21 inci maddesiyle değiştirilen 2942 sayılı Kanunun geçici 6 ncı
maddesi, bir yandan bedeli taksitlendirirken, diğer yandan haciz yasağı
getirerek bedelin tahsilatını imkansız hale getirmektedir.
İdarenin, nakden ve peşin ödeme ile yapmak zorunda olduğu
kamulaştırma işlemlerini yapmayarak hukuka aykırı bir biçimde taşınmaz
sahibinin mülkiyet hakkını gasp ettiği durumda, hak sahibince açılan davanın
tespit davası gibi değerlendirilmesi, idarenin haksız fiilden kaynaklanan
sorumluluğunu idarenin lehine çevirmek için tüm harç ve vekalet ücretlerinin
maktu olarak belirlenmesi, dava sonucunda hükmedilecek bedellerin icra yoluyla
tahsilinde bütçenin sermaye giderleri için ayrılan ödeneğin yüzde ikisi karşılığı
taksitli ve garameten ödeme yapılması, yapılacak ödemelerde en yüksek faiz
yerine yasal faiz uygulanması ve idarenin mallarına haciz yasağı getirilmesi,
Anayasa ve hukukun evrensel ilkeleri karşısında koruma göremez.
Anayasanın 2 nci maddesinde hukuk devleti ilkesine yer
verilmiştir. Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında vurgulandığı üzere,
hukuk devletinin vazgeçilmez öğeleri içinde yer alan yasaların kamu yararına
dayanması ilkesiyle bütün kamusal girişimlerin temelinde bulunması doğal olan kamu
yararı düşüncesinin yasalara egemen olması ve özellikle demokratik hukuk
devleti olmanın en önemli göstergesi olan temel hak ve hürriyetlerin güvence
altına alınarak hak arama özgürlüğünün önündeki engellerin kaldırılması ve
hukukun üstünlüğünün sağlanıp yargı denetiminin sonuçsuz kalmamasını sağlamak
için yasa koyucunun bu esasları gözardı etmemesi ve bunları yasalara en iyi
şekilde yansıtması zorunludur.
Yasakoyucu, takdirine bırakılmış konularda, düzenleme yetkisini
kullanırken, kuşkusuz, Anayasa kuralları ile kamu yararının ve kamu düzeninin
gereklerine ve hukukun genel ilkelerine bağlı kalmak durumundadır. Bu,
Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesinin gereğidir. Yasakoyucunun
kişisel, siyasî ya da saklı bir amaç güttüğü durumlarda, yani kamu yararına
yönelik olmayan başka bir amaca ulaşmak için bir konuyu yasayla düzenlediği
durumlarda bir yetki saptırması ve giderek de amaç öğesi bakımından yasanın
sakatlığı ve dolayısıyla Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devleti
ilkesine aykırılığı söz konusu olur.
Kamulaştırmasız el atmanın iki tarafı vardır. Haksız eylemiyle
mağdur eden idare ve idarenin hukuk tanımaz haksız eylemi sonucu mağdur edilen
malik. Hukuk devleti ilkesi, haksız eylemin muhatabı malikin, haksız eylemi
yapan idareye karşı Anayasa ile yetkilendirmiş merciler düzeyinde hak arama
özgürlüğünü kullanmasını ve bu bağlamda tazminat davası açabilmesini
gerektirir. Hukuksuzluğun muhatabı mağdurun, mağdur eden ile uzlaşmak için
mağdur edene başvurmasının ve uzlaşamaz ise bedel tespiti davası açmasının
hukuk devletinde yeri olamaz.
Kaldı ki mağdur eden idare, kendine Anayasa ve yasaların tanıdığı
olanak ve tek taraflı yetkileri, Anayasa ve yasalara uygun şekilde
kullanmayarak iyi niyetli olmadığını açıkça ortaya koymuştur. Kötü niyetini
haksız eylemiyle objektif bir şekilde ortaya koyan idareye karşı, haksız
eylemin mağdurunun "uzlaşma" teklifinde bulunması ve uzlaşılamaz ise
tazminat yerine, taşınmazının bedelinin tespiti için dava açması, mağdurun
taşınmaz mülkiyetinin idareyi haksız eylemde bulunmaya sevk ettiği ve mülkiyet
olmasa haksız fiil de olmayacaktı gerekçesiyle kişinin mülkiyetinden dolayı
hukuksuzluğa muhatap olması anlamına gelir ki, mülkiyet Anayasal bir hak ve
hukuksuz müdahalelere karşı koruma altında ise, hukuksuzluğun sorumlusu
idarenin malikin açacağı tazminat davasının muhatabı olması gerekir. Çünkü,
hukuk kötü niyeti koruyamaz.
Anayasa Mahkemesinin, 18.10.2012 günlü ve E.2011/3, K.2012/153 ile
E.2011/4, K.2012/154 sayılı kararlarında, "Hukukun genel ilkeleri
gereğince de kimse kendi kusuruna dayanarak bir hak iddiasında bulunamaz ve
hukuk devletinde bir hakkın kötüye kullanılması koruma göremez."
denilmiştir.
İdarenin hukuka aykırı eylemi sonrasında, malikin yetkili merciler
düzeyinde tazminat ve ecrimisil davaları yoluyla hak aramasını, kötü niyetli
olduğunu haksız eylemiyle ortaya koymuş idareye uzlaşma başvurusu yapmak ve
uzlaşılamaz ise bedel tespiti davası açmak suretiyle önlemeyi ve bedel davası
masraflarını kötü niyetli idarenin mağdur ettiği malike yüklemeyi ve bedelin
tahsilini taksitlendirme ve haciz yasağı nedeniyle imkansız kılmayı öngören
düzenlemeler, hakkın kötüye kullanılmasını koruma amacı taşıdığı ve kamu yararı
amacı bulunmadığı için iptali istenen düzenlemeler, Anayasanın 2 nci maddesi
ile 35 inci maddesine aykırıdır.
Yasa yapım sürecinde, sözcüklerle oynanarak, niteliği ve unsurları
itibariyle "tazminat" olan bir hakkın "kamulaştırma bedeli"
imiş gibi isminin "bedel" olarak konulmasıyla, kişilerin Anayasal
güvence altındaki haklarının zor, dolaylı, dar kapsamlı ve bilinmez bir tarihte
kısmen elde etmeleri sağlanabilirse de, bu durum kişilerin taşınmazına Anayasa
ve hukuka aykırı olarak el konulmuş olduğu ve kişilerin bu haksız fiilden
dolayı tazminat davası açma haklarının doğduğu gerçeğini ortadan kaldıramaz. Bu
durum, hak arama özgürlüğünün özüne dokunularak ölçüsüzce sınırlanması anlamına
gelir ki, düzenlemeyi Anayasanın 13 üncü ve 36 ncı maddelerine aykırı hale
getirir.
Anayasanın 46 ncı maddesiyle 35 inci maddesine bir istisna
getirilerek, kamu yararının gerektirdiği hallerde devlet ve kamu tüzel
kişilerine gerçek karşılıklarını peşin ödemek koşuluyla, özel mülkiyette
bulunan taşınmaz malları kamulaştırma yetkisi tanınmış; 46 ncı maddenin
gerekçesinde ise, "özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların
kamulaştırılması karşılığında hakkaniyete uygun ve âdil bir bedelin ödenmesi,
hukuk teorisinde mülkiyet kavramının genişlemesi olarak adlandırılan bir mal
varlığı değerinin bir başka mal varlığı değeri ile yer değiştirmesi anlamında
kabul edildiğinden mülkiyet hakkının Anayasa ile teminat altına alınmış olması
kamulaştırma kavramına engel olmamaktadır. Kamulaştırma özel mülkiyete Devletin
bir müdahalesidir. Bu müdahalenin bedelinin kesintisiz, nakden ve peşin olarak
ödenmesi Anayasal bir mecburiyet olarak kabul edilerek haklı görülebileceği
kuralı getirilmiştir. Kamulaştırma bedeli hakkaniyete uygun ve adil olmak
zorundadır." denilerek kamulaştırma, bedeli kesintisiz, nakden, peşin,
hakkaniyete uygun ve adil olmak koşuluyla istisnai ve hukuki bir yol olarak
öngörülmüştür.
Bu istisnai kurala uyulmadan kişilerin mülkiyetine el konulması
sonucu, kişilerin haksız fiil eyleminden dolayı açacakları tazminat davasının
engellenmesi ve bedel tespiti davasına dönüştürülmesiyle, kişilerin Anayasal
güvence altındaki mülkiyet haklarına usulsüzce el konulması
meşrulaştırıldığından, iptali istenen düzenleme Anayasanın 46 ncı maddesine de
aykırıdır.
Yukarıda açıklandığı üzere, 6487 sayılı Kanunun 21 inci maddesi
ile değiştirilen 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun geçici 6 ncı maddesinin
madde başlığı ile birinci fıkrasının ilk tümcesindeki ". bedel talep
edilmesi halinde bedel tespiti ." ibaresi, ikinci fıkrasının ilk
tümcesindeki ". veya malikin müracaatı ." ve ". veya malikin
müracaat ." ibareleri ile ikinci tümcesindeki ". veya malikin
müracaat ." ibaresi, altıncı fıkrasının ilk tümcesindeki ". bedel
tespiti ." ibaresi, Anayasanın 2 nci, 13 üncü, 35 inci, 36 ncı ve 46 ncı
maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir.
b) Birinci Fıkrasındaki "Bu maddeye göre yapılacak işlemlerde
öncelikle uzlaşma usulünün uygulanması dava şartıdır." Tümcesinin
Anayasaya Aykırılığı
6487 sayılı Kanunun 21 inci maddesiyle değiştirilen 2942 sayılı
Kamulaştırma Kanunun geçici 6 ncı maddesiyle; kamu idarelerinin kamu
hizmetlerini yürütmek için ihtiyaç duydukları özel mülkiyetteki taşınmazları
09.10.1956 ile 04.11.1983 tarihleri arasında, Anayasaya ve 6380 sayılı İstimlak
Kanununa göre kamulaştırmak yerine, Anayasaya, hukukun evrensel ilkelerine ve
yürürlükteki yasalara aykırı şekilde kamulaştırmadan el atmaları nedeniyle
sebep oldukları hukuksuzluklara karşı, kişilerin Anayasal güvence altındaki hak
arama özgürlüklerini ve bu anlamda dava açma haklarını kullanmaları, haklarını
ihlal eden idarelerle uzlaşma şartına bağlanmakta; "uzlaşma usulünün
uygulanması dava şartı" sayılmaktadır.
İptali istenen kural, 09.10.1956 ile 04.11.1983 tarihleri
arasındaki kamulaştırmasız el atmalar hakkında uygulanacaktır.
Yukarıda belirtildiği üzere mülkiyet hakkı, 1876, 1924, 1961 ve
1982 Anayasalarında yurttaşlara hak olarak tanınmış ve bunun istisnası
Anayasalarımızda kamulaştırma olarak yer almıştır. İdareler, bu süre içinde
yasal görevlerini yerine getirmek, bu bağlamda kamu hizmetlerini yürütmek için
kamu yararının gerektirdiği hallerde özel mülkiyette bulunan taşınmazları
hukukun öngördüğü şekilde kamulaştırmak yerine, kamulaştırmadan el atmışlar; bu
bağlamda yine yukarıda açıklandığı üzere bir yandan ceza hukuku bağlamında suç
işlerken, diğer yandan medeni hukuk bağlamında haksız eylemde bulunarak
kişilerin hukuk güvenliklerini ortadan kaldırmışlardır.
Kamu idarelerinin söz konusu kamulaştırmasız el atmaları, yararı
toplumun tamamına yayılan kamu hizmetlerini yürütmek için yaptıkları ileri
sürülebilir.
Ancak, kamu hizmetlerinin ve bu bağlamda kamu giderlerinin kaynağı
Anayasalarımızda vergi olarak (1924/84, 1961/61 ve 1982/73) öngörülmüş ve 1961
ve 1982 Anayasalarında Devlete verilen ekonomik ve mali görevler (1961/53;
1982/65), "mali kaynaklarının yeterliliği" ölçütüne bağlanmıştır.
Bu bağlamda, kamu idarelerinin mali kaynaklarının üstünde kamu
hizmetine girişmeleri ya da bu görevlere "amaçlarına uygun öncelikleri
gözeterek (1982/65)" kaynak tahsisi yapmak yerine, kaynaklarının
yeterliliği ve hizmet önceliklerini gözetmeden kişilerin mülkiyetlerindeki
taşınmazları gasp ederek karayolu veya baraj yapmaya, ya da geniş cadde ve
sokaklar açmaya kalkmaları ve dolayısıyla toplumsal refahı ve -siyasal sistemin
demokrasi olduğu gözetildiğinde- tekrar seçilme garantisini, kişilerin Anayasal
haklarının istismarına dayandırmaları, hukuk devleti ilkesini benimsemiş
Anayasal bir Cumhuriyette hiçbir gerekçenin ardına sığınılarak koruma göremez.
Yasakoyucunun, geçmişte yapılan haksızlık ve hukuksuzlukları
ortadan kaldıracak yasal düzenlemeler yapması, kaçınamayacağı temel
görevlerinden biridir. Bu düzenlemeler içinde sorunların "uzlaşma"
usulüyle çözülmesi de yer alabilir ve hatta demokratik niteliğe büründürüldüğü
ve hakkın özünü ortadan kaldırmayı amaçlamadığı sürece teşvik edilmesi de
gerekir. Ancak, uzlaşmanın konusunu kamu idarelerinin kendisine Anayasa
tarafından tanınan olanak ve yetkileri Anayasa ve yasalara uygun bir biçimde
kullanmaksızın kişilerin Anayasal güvence altındaki taşınmazlarına elatarak
kamulaştırma ilkelerine aykırı davranması oluşturuyorsa, uzlaşma usulü,
mükemmellik düzeyinde demokratik niteliğe büründürülse ve mağdurların haklarını
en geniş şekilde sağlamayı amaçlasa dahi, "hak arama hürriyeti" gibi
temel bir hakkın kullanımının ön koşulu haline getirilemez.
Hukuk devletinde taşınmazına Anayasaya ve yasalara aykırı bir
şekilde el konulan hak sahipleri, el atmanın önlenmesi davası açabilecekleri
gibi, bu eylemli duruma razı oldukları takdirde hiçbir şarta bağlı olmadan
taşınmazın bedelini istemek için tazminat davası, mahrum kaldığı faydaların
bedelini istemek için tazminat davası, karşılıksız kullanma için ecrimisil
davası açabilmelidirler. Hukuk devleti ilkesi, kişilere hak arama özgürlüğünü
kullanmalarının yasal yollarını koşulsuz açık tutmayı gerektirir.
Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti, Anayasa Mahkemesinin
değişik kararlarında, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına
saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli
bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve
tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve
hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan,
yasaların üstünde yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa
bulunduğu bilincinde olan devlet olarak nitelendirilmiştir.
İptali istenen "Bu maddeye göre yapılacak işlemlerde
öncelikle uzlaşma usulünün uygulanması dava şartıdır." kuralı, eylem ve
işlemleri hukuka aykırı olan, insan haklarına saygı göstermeyen, Anayasaya
aykırı durum ve tutumlar içinde olmuş idarelerin Anayasa ve hukuka aykırı
eylemlerini, adalete ve hakkaniyete aykırı bir şekilde koruma altına almayı
amaçladığı ve idarelerin haksız ve hukuksuz el atmalarına karşı yargı denetiminin
yapılmasını "uzlaşma" şartına bağladığı için Anayasanın 2 nci
maddesindeki hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmamaktadır.
Öte yandan, Anayasanın 35 inci maddesinde güvence altına alınan
mülkiyet hakkının, kamu yararı amacıyla kanunla sınırlanması yolu Anayasanın 46
ncı maddesinde "kamulaştırma" olarak ortaya konarak, koşulları ve
yöntemi ayrıntılı olarak düzenlenmiş; 36 ncı maddesinde, herkesin meşru vasıta
ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı
olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahip olduğu belirtilmiş ve
13 üncü maddesinde ise temel hak ve hürriyetlerin özlerine dokunmaksızın
Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin gereklerine ve
ölçülülük ilkelerine aykırı olmadan yasayla sınırlanabileceği kurala
bağlanmıştır.
Anayasanın 35 inci maddesinde koruma altına alınan mülkiyet
hakkına Anayasanın 46 ncı maddesine aykırı bir şekilde el konulması, Anayasanın
35 inci ve 46 ncı maddelerine aykırı olmanın yanında, 26.09.2004 tarihli ve
5237 sayılı Türk Ceza Kanununun 154 üncü maddesinde yaptırıma bağlanmış bir
Anayasa suçu ve medeni hukuk bağlamında ise haksız fiildir.
Anayasal koruma altındaki hakları ihlal edilen kişiler, bu ihlale
karşı ceza davası yanında, haksız müdahalenin önlenmesi, müdahaleyi kabul
ediyorsa bedel, tazminat ve ecrimisil davaları açabilmelidirler.
Nitekim, Anayasa Mahkemesinin 24.03.2010 günlü, E.2007/33,
K.2010/48 sayılı Kararında aynen, "dava yoluyla hak arama özgürlüğü,
kendisi bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde diğer temel hak ve
özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını
sağlayan en etkili güvencelerden birisini oluşturmaktadır. Hak arama özgürlüğü,
hakları ihlale uğrayan bireylere, yapılan haksız müdahalelerin önlenmesi ve
varsa olumsuz etkilerinin ortadan kaldırılması amacıyla yetkili merciler ile
yargı makamlarına başvurabilme imkânının tanınmasını gerekli kılar. Toplumu
oluşturan bireylerin hak sahibi olmalarının anlamlı hâle gelebilmesi, bunlara
ilişkin kamu otoritesi tarafından oluşturulmuş koruma mekanizmalarının
varlığına ve hak ihlalleri durumunda koruyucu sistemin harekete geçirebilmesine
bağlıdır. Bu sebeple, hak arama özgürlüğü, genel olarak pozitif hukukça
tanınmış hakların ön koşulu ve şeklî bakımdan güvencesi olarak kabul
edilmektedir." denilmiştir.
Anayasa ve yasalara aykırı şekilde mülkiyet hakkı ihlal edilen
kişilerin, Anayasal güvence altındaki hak arama özgürlüklerinin,
"öncelikle uzlaşma usulünün uygulanması dava şartıdır." denilerek,
tazminat ve ecrimisil davası açmalarının önüne geçilmesi ve bedel davası
açmalarının ise şarta bağlanarak sınırlandırılması, "geçmişe yönelik
hukuki sorunların çözülmesi" amacıyla dahi olsa mülkiyet hakkının özüne
dokunduğu ve demokratik toplum düzeninin gerekleri ve ölçülülük ilkesiyle
bağdaşmadığı için Anayasanın 13 üncü ve 36 ncı maddelerine aykırıdır.
Yukarıda açıklandığı üzere 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunun
24.05.2013 tarihli ve 6487 sayılı Kanunun 21 inci maddesiyle değiştirilen
geçici 6 ncı maddesinin birinci fıkrasındaki, "Bu maddeye göre yapılacak
işlemlerde öncelikle uzlaşma usulünün uygulanması dava şartıdır." tümcesi,
Anayasanın 2 nci, 13 üncü, 35 inci, 36 ncı ve 46 ncı maddelerine aykırı
olduğundan iptali gerekir.
c) İkinci Fıkrasının Birinci Tümcesindeki ". el koyma
tarihindeki ." İbaresinin Anayasaya Aykırılığı
Geçici 6 ncı maddenin ikinci fıkrasının birinci tümcesinde,
idarenin haksız eylemiyle fiilen el koyduğu taşınmazın veya üzerinde tesis
edilen irtifak hakkının idarenin daveti veya malikin müracaat ettiği tarihteki
tahmini değerinin, taşınmazın el koyma tarihindeki nitelikleri esas alınmak
suretiyle tespit edileceği kuralına yer verilmiş; altıncı fıkrasının ikinci
tümcesinde ise, dava açılması halinde, fiilen el konulan taşınmazın veya
üzerinde tesisi edilen irtifak hakkının dava tarihindeki değerinin ikinci
fıkranın birinci cümlesindeki esaslara göre tespit ettirileceği belirtilerek,
uzlaşmadaki usul yargılama aşamasına da taşınmıştır.
Kuralın, 09.10.1956 ile 04.11.1983 tarihleri arasındaki
kamulaştırmasız el atmalar için uygulanması öngörülmektedir.
İdareler, yürürlükteki Anayasaya ve yasalara uygun davransalar
idi, kamulaştırma konusu taşınmazı veya bunlar üzerindeki irtifak haklarını, ya
31.08.1956 tarihli ve 6380 sayılı İstimlak Kanununun 8 inci maddesine göre hak
sahibi ile anlaşarak satın alacaklar ya da 11 inci maddesine göre kamulaştırma
tarihindeki niteliklerini esas alarak tespit edilecek bedel üzerinden
kamulaştıracaklar ve 15 inci maddesine göre ise hak sahipleri kamulaştırma
işlemine karşı Danıştay'a, bedel ile maddi hatalara karşı ise taşınmazın
bulunduğu yer asliye hukuk mahkemelerine dava açabileceklerdi. Dolayısıyla,
kamulaştırılan taşınmazın kamulaştırma ve yargılama aşamasındaki değerinin
tespitinde esas alınacak taşınmazın nitelikleri, taşınmazın kamulaştırılması
ile değerinin tespiti aynı zaman dilimi içinde yapılacağından gerçekçi
olabilecekti.
Ancak, idareler en iyi niyetli yorumla Anayasa Mahkemesinin
01.11.2012 tarihli ve E.2010/83, K.2012/169 sayılı kararında belirtildiği
üzere, "Plansız şehirleşme, idarelerin bütçelerinin kısıtlı olması gibi
çeşitli nedenlerle" veya gerçekçi ve kaynağını Anayasadan alan bir yorumla
Anayasanın 65 inci maddesindeki ifadeyle "amaçlarına uygun öncelikleri
gözeterek" kaynak tahsisi yapmak yerine, kaynaklarının yeterliliği ve
hizmet önceliklerini gözetmeden harcamalar yapma ve dahası tekrar seçilmelerini
garanti altına alma için kamu hizmetlerini hak, hukuk tanımadan kişilerin
Anayasal koruma altındaki mülkiyetlerine tecavüzde bulunarak yürütme gibi yasa
ve hukuk dışı yolları tercih etmişlerdir.
Anayasa Mahkemesi ise aynı amacı taşıyan benzer bir düzenleme
hakkında 01.11.2012 tarihli ve E.2010/83, K.2012/169 sayılı kararında,
"Kuralın, geçici bir nitelik taşıdığı ve geçmişte meydana gelen
kamulaştırmasız el atmalardan kaynaklanan hukuksal sorunların tasfiyesini
amaçladığı anlaşılmaktadır. Kamulaştırma olmaksızın el konulan taşınmazların
niteliğinde meydana gelen değişiklikler kamunun işlemleri sonucunda
gerçekleşmiş olup, bu işlemler dolayısıyla taşınmazın değerinde meydana gelen
artış ya da azalmaların malike ödenecek tazminatın hesaplanmasında dikkate
alınması, maliklerin haksız kazanç elde etmesine ya da haksız bir şekilde
zarara uğramasına sebep olabilecektir." gerekçesi ile iptal etmemiştir.
Kamulaştırmasız el atmanın gerçekleştiği tarihten günümüze, 30 ile
57 yıl arasında bir süre geçmiştir. Bu bağlamda, herhangi bir taşınmazın 30-57
yıl öncesine ait niteliklerinin bugünden bakarak objektif şekilde ortaya
konması mümkün olmadığı gibi, mümkün olsa dahi objektif olarak ortaya
konulmasından bu güne ait hukuksal sonuçlar çıkarılması, adil ve hakkaniyete
uygun değildir.
Çünkü, Antik Yunan düşünürü Heraklitos yirmiikibuçuk yüzyıl
öncesinden "Aynı akarsuda iki kere yıkanılmaz." diyerek hayatın
durağan olmadığını ve sürekli bir değişim ve dönüşüm içinde olduğunu
belirtmiştir. 30-57 yıl arası sürenin 20 nci yüzyılda çok uzun bir zaman
dilimine denk geldiği, yaşayanların yaşadıklarıyla sabittir. Kaldı ki bilimsel
ve teknolojik gelişmelerin insanın doğayı egemenliği altına almasını
kolaylaştırdığı ve ekonomik gelişmenin kırsaldan kentlere göçü artırdığı
olgusal bir gerçekliktir.
Tarımdaki makineleşme, modern tarımsal teknikler ve piyasaların
istemleri doğrultusunda üretim, kırsal kesim arazilerinde kamu işlemlerine
dayalı olmaksızın niteliksel değişime yol açmıştır. Dahası Devlet yurttaşlardan
57 yıl boyunca vergi toplamış ve karşılığında barajlar, yollar, okullar, sulama
şebekeleri ve elektrik tesisleri kurarak -kamulaştırmasız el atılan arazilere
yapılan yatırımlara bağlı olmadan- tüm arazilerin niteliklerini değiştirmiştir.
Öte yandan, artan nüfus ve köyden kente göç, bırakınız 57 yılı, 30
yıl öncesinin köylerini şehirlerin parçası haline getirmiştir. Bu günün
Ankara'sının modern yerleşim yerleri olan Hacıhasan Köyü, Hacılar Köyü,
Tulumtaş Köyü, Ümitköy, Çayyolu Köyü vb.'nin 30 yıl öncesinin koyun sürülerinin
otlatıldığı kırsal alanlar olduğu görmezden gelinse dahi bu durum, anılan
yerlerin günümüzün Ankara'sının rant alanları olduğu, rantın kiminde olağan,
kiminde olağanüstü düzeyde artmış olduğu gerçeğini ortadan kaldırmaz.
Bu günün kırsal alan ve kentlerinde olan arazilerin tamamında,
idarelerin kamulaştırmasız el koydukları araziler üzerine idareler tarafından
hiçbir şey yapılmamış ve değer katılmamış olsa dahi, hiç birinin nitelikleri
30-57 yıl öncesine ait değildir ve yukarıda sözü edilen gelişmeler tüm
taşınmazların niteliklerini olumlu yönde değiştirmiştir. Aksinin ileri
sürülmesi ve arazilerin niteliklerinin olumsuz yönde değişebileceği ihtimali
hiçbir şekilde mümkün değildir ve hayatın olağan akışına terstir.
Ankara'nın yukarıda örneklendirilen köylerinde veya Ayaş ilçesinin
herhangi bir köyünde ya da Türkiye'nin herhangi bir yerinde, günümüzden 50 yıl
önce malikin taşınmazına kamulaştırmasız el atan ve maliki 50 yıl boyunca
taşınmazı tasarruf etmekten ve semerelerinden yararlanmaktan alıkoyan idarenin,
50 yıldır bedelini ödemediği arazi için, 50 yıl önce Ayaş-Ankara ulaşımı kağnı
yoluyla sekiz saatte sağlanıyordu, sulu tarım yapılamıyordu, araziler çoraktı,
iklim daha sert olduğundan bugünkü ürünler yetiştirilemiyordu, zaten taşınmaz o
zaman tarla veya bahçe de değil tundralıktı gibi gerekçelerle zamanı durdurarak
hayatın olağan gelişmelerini sıfırlaması, bilimsel olmadığı ve hayatın olağan
akışına uymadığı gibi, hak, hukuk ve adalet anlayışıyla da bağdaşmamaktadır ve
en ilkel yönetsel organizasyonlarda dahi kişilerin mağduriyeti ve hakkın kötüye
kullanımı üzerinde yükselen otoritenin hukuksal meşruiyet sorunu vardır.
Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti, eylem ve işlemleri
hukuka uygun olan, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku
tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla
kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde
yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğu
bilincinde olan devlettir.
İptali istenen düzenleme, zamanı durdurmayı ve hayatın olağan
gelişmelerini sıfırlamayı öngörerek, hak sahiplerinin Anayasal koruma altındaki
haklarının karşılığını, aradan 30-57 yıl arasında bir süre geçtikten sonra da
hak, hukuk ve adalet anlayışına uygun bir şekilde elde edememelerini
amaçladığı, yıllardır süregelen hukuksuzluğu adil, makul ve hakkaniyete uygun
bir hukuk düzeni içinde çözmek yerine, hukukun evrensel ilkelerini göz ardı
ederek, hak sahiplerinin mağduriyeti üzerine sorundan kurtulmayı hedeflediği
için Anayasanın 2 nci maddesine aykırıdır.
Öte yandan, kamulaştırmasız el atılan taşınmazın kamulaştırmasız
el atma tarihindeki niteliklerini esas alarak, uzlaşma için idarenin daveti
veya malikin müracaat ettiği tarihteki (bugünkü) tahmini değerini tespit etmek,
uzlaşma aşamasında da yargı aşamasında da maddi imkansızlıktan dolayı fiilen de
hukuken de mümkün değildir. Örneğin, Antalya'nın Manavgat ilçe merkezinin 3 km.
kuzeyinde 35 yıl önce makilik olan ve şimdi örneğin belediye itfaiye binası yapılan
bir taşınmazın bu günkü değeri, Manavgat'ın 3 km. kuzeyinde bugünkü makilik
arazinin bedeli üzerinden mi hesaplanacaktır' Hesaplanacak ise kamulaştırmasız
el atılan o makilik, hesaplamaya esas alınan bu makilik midir' Manavgat'ın 3
km. kuzeyi bugün şehrin içinde kalarak makilik arazi kalmamış ise, Finike'nin
kuzeyindeki makilik veya Rize'nin güneyindeki ormanlık arazi üzerinden mi
hesaplanacaktır' Finike'nin kuzeyindeki makilik veya Rize'nin güneyindeki
ormanlık arazi üzerinden hesaplanacak ise, Manavgat merkezinin 3 km.
kuzeyindeki taşınmazın kamulaştırmasız el atma tarihindeki nitelikleri nerede
kalacaktır' Bu tür fiili imkansızlıklara dayalı hukuki imkansızlık nasıl ve ne
şekilde aşılacaktır' Bu soruların bırakınız hukuka uygunluğunu, mantıklı ve makul
yanıtı da yoktur. Çünkü, taşınmazın bu günkü tahmini değeri, ancak taşınmazın
bu günkü nitelikleri esas alınarak belirlenebilir.
Maddede taşınmazın kamulaştırmasız el konulma tarihindeki
nitelikleri esas alınarak el konulma tarihindeki tahmini değerinin hesaplanması
ve hesaplanan tahmini değerin uzlaşma için idarenin davet veya malikin müracaat
ettiği tarihe kadar faiz yürütülerek bu güne taşınması yani güncellenmesi
öngörülseydi, hukuki imkansızlık maddi imkansızlığa dayalı olmaktan çıkar ve
sadece hukuksuzluk şeklinde tezahür ederdi. Ancak, bu şekliyle fiili
imkansızlığa, başka bir anlatımla maddi belirsizliğe dayalı bir hukuki
imkansızlık söz konusudur.
Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hukuk devletinin
unsurlarından biri de, vatandaşlara hukuk güvenliği sağlanmasıdır. Hukuk
güvenliği, kurallarda belirlilik ve öngörülebilirlik gerektirir. Hukuk
güvenliği yargı denetiminin yapılabilmesi için de gereklidir.
Taşınmazın uzlaşmaya idarenin daveti veya malikin müracaat ettiği
ya da dava tarihindeki tahmini değerinin, taşınmazın el konulma tarihindeki
niteliklerinin esas alınmak suretiyle tespit edileceğine ilişkin kuralda,
taşınmazın el konulma tarihindeki nitelikleri tespit edilebilse dahi,
taşınmazın uzlaşmaya idarenin daveti veya malikin müracaat ettiği tarihteki
veya dava tarihindeki (bugünkü) tahmini değerinin, taşınmaza el konulma
tarihindeki niteliklerinin esas alınarak hesaplanmasında maddi imkansızlığa
dayalı hukuki belirsizlik olduğundan, iptali istenen düzenleme Anayasanın 2 nci
maddesine bu yanıyla da aykırıdır.
Anayasanın 46 ncı maddesinde kamulaştırmanın gerçek bedelin peşin
ödenmek suretiyle yapılacağı kurala bağlanmıştır. Kamulaştırmasız el atma,
hukuka aykırı bir haksız fiil ve hukuken geçersiz bir eylem ise, günümüzden
30-57 yıl önce kamulaştırmasız el atılan taşınmazların, kamulaştırılması ilk
defa bu Yasa ile yapılacaktır. Oysa, bu Yasa ilk defa bu yasayla
kamulaştırılacak taşınmazların gerçek karşılıkları üzerinden değil,
kamulaştırmasız el atma tarihindeki niteliklerinin bugünkü karşılıkları
üzerinden kamulaştırılmasını öngörmektedir.
Anayasanın Başlangıcının sekizinci fıkrasında, Anayasanın, sözüne
ve ruhuna mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanacağı kurala bağlanmış; 11 inci
maddesinde, Anayasa hükümlerinin yasama, yürütme ve yargı organlarını bağlayan
temel hukuk kuralları olduğu belirtilmiş; bu kuralların "geçicilik",
"bir defalık", "geçmişin tasfiyesi" gibi gerekçelerle
istisnasına da Anayasada yer verilmemiştir.
Anayasanın 46 ncı maddesindeki sözü, kamulaştırmanın gerçek bedel
üzerinden yapılacağını öngördüğünden, iptali istenen düzenleme Anayasanın
Başlangıcı ile 11 inci, 35 inci ve 46 ncı maddelerine aykırıdır.
Yukarıda açıklandığı üzere, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunun
24.05.2013 tarihli ve 6487 sayılı Kanunun 21 inci maddesiyle değiştirilen
geçici 6 ncı maddesinin ikinci fıkrasının birinci tümcesindeki ". el koyma
tarihindeki ." ibaresi, Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 11 inci, 35 inci
ve 46 ncı maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir.
ç) Üçüncü Fıkrasının Birinci Tümcesindeki ". bunların mümkün
olmaması halinde ." İbaresi ile Dördüncü Fıkrasının Üçüncü Tümcesindeki
". bulunulacak ise ." İbaresinin ve Sekizinci Fıkrasının Son
Tümcesinin Anayasaya Aykırılığı
Geçici 6 ncı maddenin üçüncü fıkrasında, "Uzlaşma; idareye
ait taşınmazın trampası, idareye ait taşınmaz üzerinde sınırlı ayni hak
tanınması veya imar mevzuatı çerçevesinde başka bir yerde imar hakkı
kullandırılması suretiyle veya bunların mümkün olmaması hâlinde nakdi bedel
üzerinden yapılabilir." denilerek, uzlaşma usulüyle ilk defa
kamulaştırılacak taşınmazın bedelinin nakden ödenmesi, idareye ait taşınmazın
trampası, üzerinde sınırlı ayni hak tanınması veya başka bir yerde imar hakkı
kullandırılmasının mümkün olmaması haline dayandırılarak, malike seçme hakkı
tanınmamakta; dördüncü fıkrasında buna uygun düzenleme yapılmakta ve sekizinci
fıkrasının son tümcesinde ise, idare tarafından, mahkeme kararı gereğince nakdi
ödeme yerine, üçüncü fıkrada belirtilen diğer uzlaşma yollarının da teklif
edilebileceği ve bu maddenin uzlaşmaya ilişkin hükümlerine göre işlem
yapılabileceği belirtilmektedir.
Öncelikle belirtilmesi gereken, uzlaşma usulünün eşitler arasında
yapılabileceğidir. Oysa, geçici 6 ncı maddede öngörülen uzlaşmanın
taraflarından bir yanında, kendisine Anayasa tarafından tanınan olanak ve
yetkileri Anayasa ve yasalara uygun bir biçimde kullanmaksızın kişilerin
Anayasal güvence altındaki taşınmazlarına fiilen el koyan hukuk tanımaz zorba
idareler, diğer yanında ise, 30-57 yıldır taşınmazını tasarruf edememiş,
semerelerinden yararlanamamış ve bedelini de alamamış mağdur ve çaresiz kişiler
yer almaktadır.
Anayasanın 46 ncı maddesinin birinci fıkrasında kamulaştırmanın
gerçek karşılığının peşin ödenmek suretiyle yapılacağı kurala bağlanırken;
ikinci fıkrasında ise, "Kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan
artırma bedeli nakden ve peşin olarak ödenir" denilmiştir. Anayasanın bu
kuralının "Geçmişe yönelik bazı mağduriyetlerin giderilmesi ve istisnai
nitelik taşıması" vb. gerekçelerle istisnalarına da Anayasada yer
verilmemiştir.
Kamulaştırmasız el atma, Anayasaya ve hukukun evrensel ilkelerine
ve yürürlükteki yasalara aykırı haksız eylemdir ve kamu gücünün hukuk yerine
zorbalığa dayanmasının da hukuk karşısında koruma görmesi sosyal hukuk devleti
ilkesini benimsemiş demokrasilerde mümkün değildir. Nitekim, 6487 sayılı
Yasanın 21 inci maddesiyle Kamulaştırma Kanununa eklenen geçici 6 ncı maddeyle,
günümüzden 30-57 yıl önce kamulaştırmasız el atılan taşınmazların
kamulaştırılması öngörülmektedir. Oysa ilk defa geçici 6 ncı madde ile
kamulaştırılacak taşınmazların bedelinin nakden ödenmesi, geçici altıncı maddenin
üçüncü ve dördüncü fıkralarında "uzlaşma" aşamasında, sekizinci
fıkrasında ise yargılamadan sonra, idareye ait taşınmazın trampası, üzerinde
sınırlı ayni hak tanınması veya başka bir yerde imar hakkı kullandırılmasının
mümkün olmaması şartına dayandırılmaktadır.
Anayasanın Başlangıcının sekizinci fıkrasında, Anayasanın, sözüne
ve ruhuna mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanacağı kurala bağlanmış; 11 inci
maddesinde, Anayasa hükümlerinin yasama, yürütme ve yargı organlarını bağlayan
temel hukuk kuralları olduğu belirtilmiş; mülkiyet hakkı ise Anayasanın 35 inci
maddesinde koruma altına alınarak kamu yararının gerektirdiği durumlarda
kamulaştırılması Anayasanın 46 ncı maddesinde açık ve ayrıntılı şekilde
düzenlenmiştir.
Anayasanın 46 ncı maddesinin ikinci fıkrasındaki sözü,
"Kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artırma bedeli nakden ve
peşin olarak ödenir" şeklinde kurallaştırıldığından, nakden ödemeyi,
idareye ait taşınmazın trampası, üzerinde sınırlı ayni hak tanınması veya başka
bir yerde imar hakkı kullandırılmasının mümkün olmaması şartına bağlayan
düzenleme, Anayasanın Başlangıcı ile 11 inci, 35 inci ve 46 ncı maddelerine
aykırıdır.
Yukarıda açıklandığı üzere, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunun
24.05.2013 tarihli ve 6487 sayılı Kanunun 21 inci maddesiyle değiştirilen
geçici 6 ncı maddesinin üçüncü fıkrasının birinci tümcesindeki ". bunların
mümkün olmaması halinde ." ibaresi ile dördüncü fıkrasının üçüncü
tümcesindeki ". bulunulacak ise ." ibaresinin ve sekizinci fıkrasının
son tümcesi, Anayasanın Başlangıcı ile 11 inci, 35 inci ve 46 ncı maddelerine
aykırı olduğundan iptali gerekir.
d) Beşinci Fıkrası ile Sekizinci Fıkrasının Birinci, İkinci,
Üçüncü ve Dördüncü Tümcelerinin ve Onikinci Fıkrasındaki ". 3095 sayılı Kanunda
belirtilen kanuni ." İbaresinin Anayasaya Aykırılığı
Geçici 6 ncı maddenin beşinci fıkrasında, uzlaşılan bedelin, bütçeimkanlarıdâhilinde
sonraki yıllara sâri olacak şekilde taksitli olarak da ödenebileceği ve
taksitli ödeme süresince, 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin
Kanuna göre ayrıca kanuni faiz ödeneceği kuralları getirilirken; sekizinci
fıkrasında, kesinleşen mahkeme kararlarına istinaden bu madde uyarınca
ödemelerde kullanılmak üzere, ihtiyaç olması hâlinde, merkezi yönetim bütçesine
dâhil idarelerin yılı bütçelerinde sermaye giderleri için öngörülen
ödeneklerinin (Milli Savunma Bakanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı ve Sahil
Güvenlik Komutanlığı bütçelerinin güvenlik ve savunmaya yönelik mal ve hizmet
alımları ile yapım giderleri için ayrılan ödeneklerin) yüzde ikisi, belediye ve
il özel idareleri ile bağlı idareleri için en son kesinleşmiş bütçe gelirleri
toplamının, diğer idareler için en son kesinleşmiş bütçe giderleri toplamının
en az yüzde ikisi oranında yılı bütçelerinde pay ayrılacağı; kesinleşen
alacakların toplam tutarının ayrılan ödeneğin toplam tutarını aşması hâlinde,
ödemelerin, sonraki yıllara sâri olacak şekilde,garametenve taksitlerle
gerçekleştirileceği; taksitlendirmede, bütçeimkanlarıile alacakların tutarlarının
dikkate alınacağı ve taksitli ödeme süresince, 3095 sayılı Kanuna göre ayrıca
kanuni faiz ödeneceği kurala bağlanmakta; onikinci fıkrasında ise, 24.02.1984tarihli
ve 2981 sayılı Kanun hükümlerine göre yapılan imar uygulamalarından doğan ve
ipotekle teminat altına alınanlar da dâhil olmak üzere her türlü alacak ve
bedellerin, borçlu idarelerce, ipotek veya uygulama tarihinden itibaren 3095
sayılı Kanunda belirtilen kanuni faiz oranı uygulanmak suretiyle güncellenerek
ilgililerine ödeneceği belirtilmektedir.
Kısaca, kamulaştırmasız el almalarda uzlaşılan bedel ile mahkeme
kararıyla kesinleşen kamulaştırma bedelinin, sonraki yıllara sari olacak
şekilde taksitle ödenmesi ile taksitli ödeme süresince, 3095 sayılı Kanuni Faiz
ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanuna göre ayrıca kanuni faiz ödenmesi
öngörülmekte; ayrıca 2981 sayılı Kanun hükümlerine göre yapılan imar
uygulamalarından doğan her türlü alacak ve bedellerin, borçlu idarelerce,
ipotek veya uygulama tarihinden itibaren 3095 sayılı Kanunda belirtilen kanuni
faiz oranı uygulanmak suretiyle güncellenerek ödenmesi kurala bağlanmaktadır.
Anayasanın 46 ncı maddesinin birinci fıkrasında kamulaştırmanın
gerçek karşılığının peşin ödenmek suretiyle yapılacağı belirtilirken; ikinci
fıkrasında, "Kamulaştırma bedeli ile kesin hükme bağlanan artırma bedeli
nakden ve peşin olarak ödenir." kuralı getirilmiş; devamında ise bu
kuralın istisnasına, "Ancak, tarım reformunun uygulanması, büyük enerji ve
sulama projeleri ile iskan projelerinin gerçekleştirilmesi, kıyıların korunması
ve turizm amacıyla kamulaştırılan toprakların bedellerinin ödeme şekli kanunla
düzenlenir. Kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu hallerde, taksitlendirme
süresi beş yılı aşamaz; bu takdirde taksitler eşit olarak ödenir."
şeklinde yer verilirken; üçüncü fıkrasında ise, "Kamulaştırılan topraktan,
o toprağı doğrudan doğruya işleten küçük çiftçiye ait olanının bedeli, her
halde peşin ödenir." denilerek, taksitle ödeme istisnasının küçük çiftçiye
ait olan ve küçük çiftçi tarafından işletilen topraklar için hiçbir şekilde
mümkün olamayacağı açık bir şekilde ortaya konmuştur. Maddenin son fıkrasında
ise, taksitle ödemede veya herhangi bir sebeple ödenememiş kamulaştırma
bedellerinde, "kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz"in uygulanması
şartı getirilmiştir.
Kamulaştırmasız el atma, idarelerin kendilerine Anayasa tarafından
tanınan olanak ve yetkileri Anayasa ve yasalara uygun bir biçimde
kullanmaksızın kişilerin Anayasal güvence altındaki taşınmazlarına fiilen el
koymaları şeklinde ortaya çıkan haksız eylemdir. İdarelerin kamu gücünü,
Anayasa ve yasalara aykırı şekilde zorbaca kullanmalarının da hukuk devletinde
koruma görmesi mümkün değildir. 6487 sayılı Yasanın 21 inci maddesiyle
Kamulaştırma Kanununa eklenen geçici 6 ncı maddesi, Anayasaya, hukukun evrensel
ilkelerine ve yasalara aykırı olarak el konulan taşınmazların
kamulaştırılmasını öngörmektedir. Öngörülen kamulaştırmanın da yürürlükteki
Anayasaya uygun olması, hukuk devleti olmanın gereğidir.
18.06.2010 tarihli ve 5999 sayılı Kamulaştırma Kanununda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanunun 1 inci maddesiyle 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa
eklenen geçici 6 ncı maddesindeki aynı kurallar hakkında, 01.11.2012 tarihli ve
E.2010/83, K.2012/169 sayılı Kararında, "Anayasanın 46. maddesindeki
taksitlendirme koşullarının bulunup bulunmadığına bakılmadığı gibi, sürenin beş
yılı aşması ihtimali de bulunduğu", "taksitlendirme halinde 3095
sayılı Kanun'a göre ödenecek olan kanuni faiz oranının kamulaştırmada
uygulanacak olan kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz oranından daha
düşük olduğu" saptamalarında bulunmuş; bununla birlikte iptali istenen
benzer bir kural hakkında ise, "Yukarıda da
belirtildiği gibi dava konusu kuralları da içeren Geçici 6. madde ile 9.10.1956
ile 4.11.1983 tarihleri arasındaki kamulaştırmasız el koymalar nedeniyle
yapılacak tazminat talepleri ve açılacak davalara ilişkin olup geçmişe yönelik
bazı mağduriyetlerin giderilmesinin amaçlandığı anlaşılmaktadır. Hükmün
gerekçesinde kamulaştırmasız el atılan bütün taşınmazlarla ilgili tazminat talebinde
bulunulması halinde idarelerin bütçe kaynaklarıyla bu taleplerin karşılanması
imkânsız olduğu gibi, kamu hizmetlerinin yürütülmesinde de büyük zorluklarla
karşılaşılacağı belirtilmiştir.Geçmişe yönelik mağduriyetleri gidermek üzere,
kamu hizmetlerini aksatmayacak şekilde bütçeden belli bir pay ayrılarak
ödemelerin bu pay üzerinden yapılmasını ve ayrılan payın talepleri
karşılamaması halinde ödemelerin gelecek yıllara aktarılarak taksitle ve
garameten yapılmasını öngören kuralın kamu yararı ile kişi hakları arasında
makul bir denge kurmayı amaçladığı anlaşıldığından Anayasaya aykırı bir yön
bulunmamaktadır." denilmiştir.
Anayasanın Başlangıcının sekizinci fıkrasında, Anayasanın, sözüne
ve ruhuna mutlak sadakatle yorumlanıp uygulanacağı kurala bağlanmış; 11 inci
maddesinde, Anayasa hükümlerinin yasama, yürütme ve yargı organlarını bağlayan
temel hukuk kuralları olduğu belirtilmiş; mülkiyet hakkı ise Anayasanın 35 inci
maddesinde koruma altına alınarak kamu yararının gerektirdiği durumlarda
kamulaştırılması Anayasanın 46 ncı maddesinde açık ve ayrıntılı şekilde
düzenlenmiştir.
Anayasa Mahkemesinin 01.11.2012 tarihli ve E.2010/83, K.2012/169
sayılı kararındaki saptamaları ile Anayasanın Başlangıcının sekizinci fıkrası
ve 11 inci, 35 inci ve 46 ncı maddeleri göz önüne alındığında; 24.05.2013
tarihli ve 6487 sayılı Kanunun 21 inci maddesiyle değiştirilen 2942 sayılı
Kamulaştırma Kanununun geçici 6 ncı maddesinin beşinci fıkrasında, uzlaşılan
bedelin, bütçeimkanlarıdâhilinde sonraki yıllara sâri olacak şekilde taksitli
olarak da ödenebileceğine; sekizinci fıkrasında, kesinleşen mahkeme kararlarına
istinaden ödemelerde kullanılmak üzere, merkezi yönetim bütçesine dâhil
idarelerin yılı bütçelerinde sermaye giderleri için öngörülen ödeneklerinin
yüzde ikisi, belediye ve il özel idareleri ile bağlı idareleri için en son
kesinleşmiş bütçe gelirleri toplamının, diğer idareler için en son kesinleşmiş
bütçe giderleri toplamının en az yüzde ikisi oranında yılı bütçelerinde pay
ayrılacağı; kesinleşen alacakların toplam tutarının ayrılan ödeneğin toplam
tutarını aşması hâlinde, ödemelerin, sonraki yıllara sâri olacak şekilde,garametenve
taksitlerle gerçekleştirileceği; taksitlendirmede, bütçeimkanlarıile
alacakların tutarlarının dikkate alınacağına yönelik kurallarda, Anayasanın 46
ncı maddesinin ikinci fıkrasında açıkça yazılan, "tarım reformunun
uygulanması, büyük enerji ve sulama projeleri ile iskan projelerinin
gerçekleştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla kamulaştırılan
topraklar" ile sınırlı bir taksitlendirme öngörülmeyip, taksitlendirmenin
tüm kamulaştırmaları kapsaması; düzenlemede, Anayasanın 46 ncı maddesinin
üçüncü fıkrasındaki, "Kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya
işleten küçük çiftçiye ait olanının bedeli, her halde peşin ödenir."
kuralının gereği olarak küçük çiftçi topraklarının kamulaştırma bedelinin her
halde peşin ödenmesine yönelik düzenleme yapılmayıp, küçük çiftçi toprakları da
dahil tüm kamulaştırmaların taksitlendirme kapsamına alınması; Anayasanın 46
ncı maddesinin ikinci fıkrasında, Kanunun taksitle ödemeyi öngörebileceği bu
hallerde, taksitlendirme süresi beş yılı aşamaz" denilmesine rağmen,
düzenlemede taksitlendirmenin beş yılı aşmayacağına ilişkin kurala yer
verilmemesi, açık ve tartışmasız bir şekilde Anayasanın Başlangıcının sekizinci
fıkrası ile 11 inci, 35 inci ve 46 ncı maddelerine aykırıdır.
Geçici 6 ncı maddenin beşinci fıkrasındaki, uzlaşılan bedelin
taksitli ödeme süresince 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin
Kanuna göre ayrıca kanuni faiz ödeneceği; sekizinci fıkrasındaki kesinleşen
mahkeme kararlarının taksitle ödemede 3095 sayılı Kanuna göre faiz ödeneceği;
onikinci fıkrasındaki, 2981 sayılı Kanun hükümlerine göre yapılan imar
uygulamalarından doğan ve ipotekle teminat altına alınanlar da dâhil olmak
üzere her türlü alacak ve bedellerin, borçlu idarelerce, ipotek veya uygulama
tarihinden itibaren 3095 sayılı Kanunda belirtilen kanuni faiz oranı uygulanmak
suretiyle güncellenerek ilgililerine ödeneceğine ilişkin kurallar da,
Anayasanın 46 ncı maddesinin son fıkrasındaki, "İkinci fıkrada öngörülen
taksitlendirmelerde ve herhangi bir sebeple ödenmemiş kamulaştırma bedellerinde
kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz uygulanır." kuralı
karşısında aynı gerekçelerle, Anayasanın Başlangıcının sekizinci fıkrası ile 11
inci, 35 inci ve 46 ncı maddelerine aykırıdır.
Taksitlendirme ve Kanuni faiz uygulanmasına ilişkin düzenlemelerin
geçmişte ortaya çıkan sorunları çözmeyi amaçlaması ve geçici nitelikte olması,
Anayasaya aykırılığa mazeret olamaz ve Anayasaya aykırılığı ortadan kaldıramaz.
Çünkü, hukuk devleti ilkesi, devletin tüm eylem ve işlemlerinin hukuka uygun
olmasını ve Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınmasını koşulsuz şart
koşar. Bu itibarla iptali istenen düzenlemeler, Anayasanın 2 nci maddesine de
aykırıdır.
Yine aynı şekilde, "kamu
hizmetlerini aksatmayacak şekilde bütçeden belli bir pay ayrılarak ödemelerin
bu pay üzerinden yapılmasını ve ayrılan payın talepleri karşılamaması halinde
ödemelerin gelecek yıllara aktarılarak taksitle ve garameten yapılmasını
öngören kuralın kamu yararı ile kişi hakları arasında makul bir denge kurmayı
amaçlaması" gerekçesi de Anayasanın açık hükümleri karşısında Anayasal
dayanaktan yoksun kalmanın yanında,merkezi yönetim bütçesine dâhil
idarelerin yılı bütçelerinde sermaye giderleri için öngörülen ödeneklerinin
yüzde ikisi, belediye ve il özel idareleri ile bağlı idareleri için en son
kesinleşmiş bütçe gelirleri toplamının, diğer idareler için en son kesinleşmiş
bütçe giderleri toplamının en az yüzde ikisi, oranındaki ödeneğin makul olarak
değerlendirilmesi ve "kamu yararı ile kişi
hakları arasında makul bir denge kurmayı amaçlaması" ile
gerekçelendirilmesi, Merkezi Yönetim Bütçesinde "Faiz Giderleri"ne
ayrılan ödenek göz önüne alındığında maddi ve hukuki anlamda hiçbir şekilde
mümkün değildir.
2013 yılı Merkezi Yönetim Bütçesi toplam ödeneği
444.070.912.450.- TL iken, bunun %3,61 oranında ve 16.142.085.300.-TL tutarında
sermaye gideri ödeneği öngörülmüştür. Toplam sermaye gideri ödeneğinin yüzde
ikisi ise 322.841.706.- TL yapmakta ve toplam bütçe ödeneğinin % 0,07 (onbinde
yedi)'sine karşılık gelmektedir.
Buna karşın, 2013 yılı Merkezi Yönetim Bütçe
giderlerinin 53.000.000.000.- TL tutarında ve %12 oranında ödenek Faiz
Giderleri için öngörülmüştür.
Merkezi Yönetim Bütçe ödeneğinin onbinde yedisi
oranındaki 322.841.706.- TL ödeneğin, kamu hizmetlerinin aksatılmamasıyla
ilişkilendirilip, kamu yararı ile kişi hakları arasında makul bir denge kurmayı
amaçladığı şeklinde değerlendirilerek, Anayasanın 46 ncı maddesindeki, açık,
net ve yoruma kapalı kuralların yok sayılması, demokratik hukuk devleti ilkesi
bağlamında üzüntü vericidir ve Anayasanın Başlangıcının sekizinci fıkrası ile
11 inci ve 46 ncı maddelerine açık bir aykırılıktır.
Kaldı ki, Merkezi Yönetim Bütçe ödeneklerinin
yüzde onikisi oranındaki ve 53.000.000.000.- TL tutarındaki Faiz Gideri
ödeneğinin varlığı görülmez, finansal sermayenin faiz alacakları kamu
hizmetlerinin aksatılmamasıyla ilişkilendirilmez ve kamu yararı ile kişi
hakları arasında makul bir dengeyle açıklanmaya çalışılmazken; yargı kararıyla
kesinleşmiş kamulaştırma alacaklarının kamu hizmetlerinin aksatılmamasıyla
ilişkilendirilmesi ve Anayasanın 46 ncı maddesindeki açık kuralların görmezden
gelinerek kamu yararı ile kişi hakları arasında makul bir dengeden söz
edilmesi, Anayasanın 10 uncu maddesindeki yasa önünde eşitlik ilkesine de
aykırıdır.
Faiz giderlerinin ödemesi aksatılınca, Devletin
tekrar borçlanamayacağı ve kamu hizmetlerini yürütemeyeceği ve dolayısıyla faiz
giderlerinin ödenmemesi ile kamulaştırma bedellerinin ödenmemesinin
eşleştirilemeyeceği ileri sürülüyorsa, yıllardır bedeli ödenmeden
kamulaştırmasız el atılan taşınmazlarla kamu hizmetlerinin hangi hak ve
gerekçelerle yürütüldüğünün ve el atılmamış olsalardı nasıl yürütüleceklerinin
de açıklanması gerekeceğinde kuşku yoktur.
Öte yandan, Anayasanın 65 inci maddesinde, Devletin sosyal ve
ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına
uygun öncelikleri gözeterek mali kaynakları ölçüsünde yerine getireceği; 138
inci maddesinin son fıkrasında ise, yasama ve yürütme organları ile idarenin,
mahkeme kararlarına uymak zorunda olduğu ve bu organlar ile idarenin mahkeme
kararlarını değiştiremeyeceği ve yerine getirilmesini geciktiremeyeceği
kurallarına yer verilmiştir.
Geçici 6 ncı madde ile çözülmeye çalışılan kamulaştırmasız el atma
hukuksuzluğunun temelinde, 1961 Anayasasında da yer alan (md. 53), idarelerin,
Devletin iktisadi ve sosyal görevlerini iktisadi gelişme ve mali kaynaklarının
yeterliliği ölçüsünde yerine getirme kuralına uymaması, kamu hizmetlerini bütçe
olanaklarına göre önceliklendirmemesi ve kamu hizmetlerini, kişilerin Anayasal
koruma altındaki mülkiyet haklarına tecavüzde bulunarak yürütme sorumsuzluğu
yatmaktadır.
Bu bağlamda Anayasanın 65 inci maddesindeki kural, kaynakların
ulaşılmak istenen amaçlara uygun öncelikleri gözeterek hizmet programlarına
tahsis edilmesi ve mali kaynakların üzerinde görev üstlenilmemesi ile ilgili
olup, Anayasanın 138 inci maddesinin son fıkrasının istisnası değil; Devletin
sosyal ve ekonomik görevlerinin sınırını oluşturmakta ve mahkeme kararlarının
yerine getirilmesinin geciktirilmesine hiçbir şekilde gerekçe
oluşturmamaktadır.
İptali istenen düzenlemelerdeki beş yılı da aşabilecek
taksitlendirmeye ilişkin kurallar, mahkeme kararlarının yerine getirilmesini
geciktirici ve etkisiz kılıcı nitelikte olduğundan, Anayasanın 138 inci
maddesine de aykırıdır.
Yukarıda açıklandığı üzere, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunun
24.05.2013 tarihli ve 6487 sayılı Kanunun 21 inci maddesiyle değiştirilen
geçici 6 ncı maddesinin beşinci fıkrası ile sekizinci fıkrasının birinci,
ikinci, üçüncü ve dördüncü tümceleri ve onikinci fıkrasındaki ". 3095
sayılı Kanunda belirtilen kanuni ." ibaresi, Anayasanın Başlangıcı ile 2
nci, 10 uncu, 11 inci, 35 inci, 46 ncı ve 138 inci maddelerine aykırı olduğundan
iptali gerekir.
e)Altıncı Fıkrasının Son Tümcesindeki "Tescile ve terkine
ilişkin hüküm kesin olup ." İbaresinin Anayasaya Aykırılığı
24.04.2001 tarihli ve 4650 sayılı Kanun ile 2942 sayılı
Kamulaştırma Kanununda yapılan değişikliklerle kamulaştırma sistemi
değiştirilmiştir.
2942 sayılı Kanunundaki mevcut kamulaştırma sistemi 4650 sayılı
Kanunla değiştirilerek, kıymet takdir komisyonları eliyle yaptırılan kıymet
takdiri usulü ve esasları ile buna bağlı diğer işlemler ve keza, bedel artırım
davaları açılabileceği yönündeki hükümler kaldırılarak, yeniden düzenlenen 10
uncu maddeyle, kamulaştırma işleminin tek davayla ve hızlı bir şekilde çözümlenmesi
amacıyla, kamulaştırmayı yapacak olan Devlet ve diğer kamu tüzelkişilerinin
doğrudan mahkemeye başvurarak, kamulaştırılacak taşınmaz malın gerçek
kamulaştırma bedelinin tespiti ile, bu bedel karşılığında ve bu bedelin
ödenmesi kaydıyla kamulaştırma yapılmasına ve taşınmaz malın kamulaştırma yapan
idare adına tesciline karar verilmesi sağlanmış; 14 üncü maddede belirtilen
süre içinde, kamulaştırma işlemine karşı hak sahipleri tarafından idari yargıda
iptal davası açılması ve idari yargı mahkemelerince de yürütmenin durdurulması
kararı verilmesi halinde mahkemece, idari yargıda açılan dava bekletici mesele
kabul edilerek bunun sonucuna göre işlem yapılması öngörülmüş; 14 üncü
maddesiyle ise, kamulaştırmaya konu taşınmaz malın maliki tarafından 10 uncu
madde gereğince mahkemece yapılan tebligat gününden, kendilerine tebligat
yapılamayanlara tebligat yerine geçmek üzere mahkemece gazete ile yapılan ilan
tarihinden itibaren otuz gün içinde, kamulaştırma işlemine karşı idari yargıda
iptal ve maddi hatalara karşı ise adli yargıda düzeltim davası açılabilmesi
benimsenmiştir.
Geçici 6 ncı maddenin altıncı fıkrasının son tümcesinde ise,
"Tescile veya terkine ilişkin hüküm kesin olup tarafların hükmedilen
bedele ilişkin temyiz hakları saklıdır." denilerek kamulaştırma işlemine
karşı idari yargıda iptal davası açılması yolu kapatılmıştır.
Anayasanın 125 inci maddesinin birinci fıkrasında, "İdarenin
her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıktır." kuralına yer
verilmiştir. İptali istenen düzenleme ile kamulaştırma işlemine karşı iptal
davası açılmasının engellenmesi, Anayasanın 125 inci maddesine aykırıdır.
Anayasanın 11 inci maddesinde, Anayasa hükümlerinin, yasama,
yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri
bağlayan temel hukuk kuralları olduğu ve kanunların Anayasaya aykırı
olamayacağı kuralına yer verildiğinden, Anayasanın herhangi bir kuralına aykırı
olan düzenleme 11 inci maddesine de aykırılık oluşturur.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunun 24.05.2013 tarihli ve 6487 sayılı
Kanunun 21 inci maddesiyle değiştirilen geçici 6 ncı maddesinin altıncı
fıkrasının son tümcesindeki "Tescile ve terkine ilişkin hüküm kesin olup
." ibaresi, Anayasanın 11 inci ve 125 inci maddelerine aykırı olduğundan
iptali gerekir.
f)Yedinci Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı
Geçici 6 ncı maddenin yedinci fıkrası ile, geçici 6 ncı madde
kapsamında açılan davalarda mahkeme ve icra harçları ile her türlüvekaletücretlerinin,
bedel tespiti davalarında öngörülen şekilde maktu olarak belirleneceği
kurallaştırılmaktadır.
Kamulaştırmadan kaynaklanan tazminat davaları tespit davası
niteliği taşımamaktadır. Bilindiği üzere, tespit davasının konusunu, bir hakkın
veya hukuki ilişkinin varlığının ya da yokluğunun yahut bir belgenin sahte olup
olmadığının belirlenmesi oluşturur.
Oysa kamulaştırmasız el atmadan kaynaklanan bedel tazmini davası,
tipik bir eda davası niteliğindedir. Zira eda davası yoluyla mahkemeden,
davalının, bir şeyi vermeye veya yapmaya yahut yapmamaya mahkûm edilmesi talep
edilir.
492 sayılı Harçlar Kanunu'nun 16 ncı maddesinin ikinci fıkrasında,
"Gayrimenkulün aynına taalluk eden davalarda ecrimisil ve tazminat gibi
taleplerde de bulunulduğu takdirde harç, gayrimenkulün değeri ile talep olunan
tazminat ve ecrimisil tutarı üzerinden alınır." denilmektedir.
Kamulaştırmasız el atmadan kaynaklanan davaların bu madde kapsamında olduğu
açıktır.
Yapılan düzenleme; kişinin taşınmazına devlet veya kamu
tüzelkişileri dışında bir kişi el attığında, taşınmaz sahibi tazminat davası
açarsa taşınmaz değeri üzerinden nisbi harç alınması ve nisbi vekalet ücreti
hesaplanmasını; aynı kişinin taşınmazına Devlet veya kamu tüzelkişileri el
attığında, açılacak davalarda maktu harç ve maktu vekalet ücreti alınmasını
öngörmektedir.
Bu düzenlemenin Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ilkesi
ile 10 uncu maddesindeki yasa önünde eşitlik ilkesine aykırı olduğu açıktır.
Kamulaştırmasız el atma, idarelerinkendilerine Anayasa tarafından
tanınan olanak ve yetkileri Anayasa ve yasalara uygun bir biçimde
kullanmaksızın kişilerin Anayasal güvence altındaki taşınmazlarına fiilen el
koymaları şeklinde ortaya çıkan haksız eylemdir.
Hukukun temel ilkelerinden birini de yargılamalarda yargılama
masraflarının haksız taraftan tahsil edilmesi oluşturur. Nisbi vekalet ücreti
yöntemiyle, haksız tarafa, haklı tarafa verdiği zararın büyüklüğü ile orantılı
bir yaptırım uygulanması ve haklı tarafın bu büyüklükle orantılı olarak sarfına
maruz kaldığı vekalet ücreti ödeme sorumluluğuna haksız tarafın ortak edilmesi
amaçlanmaktadır. Bu uygulama, hukuksal uyuşmazlıkların tamamında ayrıcalıksız
olarak gözetilen temel bir ilke haline gelmiştir. Bu haklı, genel ve hukukun
gereği olan uygulamadan -hangi pratik mülahaza ve gerekçeyle olursa olsun-
birilerini masun addetmek ise Anayasanın eşitlik ilkesine olduğu kadar hukuki
güvenlik ve hak arama özgürlüğü ilkelerine de aykırılık oluşturacaktır.
Hukuk düzenimizin ilkesel ölçekte öngördüğü bu uygulamanın
gerektirici nedeni ve mantığı ise şu iki noktada yatmaktadır:
Birincisi, bu yolla kişilerin, (elbette ki -hatta öncelikle- kamu
tüzel kişilerinin) haksız eylem ve işlemlerden kaçınmasına yönelik olarak
caydırıcı olması;
İkincisi, haklı olduğu halde mağdur edilen ve dava açmak zorunda
bırakılan kişinin, dava açmak suretiyle ödemek zorunda kalacağı yargılama
giderleri ile vekalet ücretinin, kusurlu tarafça karşılanması ve/veya paylaşılması
ve bu suretle denkleştirici adaletin sağlanması;
amaçlanmaktadır.
İptali istenilen fıkranın konu aldığı kamulaştırmasız el atma
eyleminin kusurlu tarafını, Anayasanın 35 inci maddesinde koruma altına alınan
mülkiyet hakkına, 46 ncı maddesindeki kurallara aykırı olarak tecavüzde bulunan
idare oluşturmaktadır. Daha önce açıklandığı üzere, idarelerin kendilerine
Anayasa tarafından tanınan olanak ve yetkileri Anayasa ve yasalara uygun bir
biçimde kullanmaksızın kişilerin Anayasal güvence altındaki taşınmazlarına
fiilen el koymaları Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine, Anayasaya ve AİHM ile
yargı kararlarına göre haksız fiil/eylemdir. Haksız eylem/fiil nedeniyle açılan
ve 'tazminat' davası olduğu kuşku götürmeyen kamulaştırmasız el atma nedeniyle
tazminat davasına sebebiyet veren de kuşkusuz, kamu idareleridir.
İdarelerin/kamu tüzel kişilerinin, "hukukun üstünlüğünü" ve Anayasal
kuralları yok sayarak gerçekleştirdiği hukuka aykırı uygulamaları nedeniyle
korumaya alınması, hatta ödüllendirilmesi ve bu suretle hukuksuz uygulamalara
teşvik edilmesi niteliğindeki düzenlemenin, Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk
devleti ilkesine aykırı olduğu açıktır.
Çünkü, Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti, eylem ve
işlemleri hukuka uygun olan, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve
özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup
bunu geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan,
hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün
kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde
yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğu
bilincinde olan devlettir.
Kamulaştırmasız el atma davalarındaki vekalet ücreti, 1136 sayılı
Avukatlık Yasası ve Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinde nisbi olarak
belirlenmiştir. Nisbi olan vekalet ücretinin, maktu öngörülmesi, hukukun Devlet
eliyle çiğnemesi anlamına gelmektedir.
Kamulaştırmasız el atma nedeniyle açılacak tazminat davası, hali
Borçlar Kanunu'nda yazılı haksız fiilden kaynaklanan tazminat davası
niteliğindedir. Örneğin, binası yıkılan bir kişinin binanın yıkılmasına neden
olan kişiye karşı haksız fiilden kaynaklanan tazminat davası açması ve lehine
davanın kabulü kararı alması halinde, davacı lehine nisbi avukatlık ücreti
hükmedilecektir. Aynı nitelikteki kamulaştırmasız el atma davasında ise maktu
vekalet ücreti belirlenmesi öngörülmektedir. Hukuki durumu ve niteliği aynı
olan alanlarda farklı kurallar uygulanması, Anayasanın 10 uncu maddesindeki
eşitlik ilkesine aykırılık oluşturur.
Gerçek kişi veya özel hukuk tüzel kişisi, haksız fiil işlerse ona
yüklenecek vekalet ücreti nisbi, haksız fiili işleyen kamu tüzel kişisi ise,
idareye yükletilecek vekalet ücreti maktu olacaktır. Bu düzenlemeyle,
kamulaştırmasız el atmadan kaynaklanan tazminat davaları 2942 sayılı
Kamulaştırma Kanununun 10 uncu maddesindeki bedel tespit davasına dönüştürülmüş
olmaktadır.
Ancak, bedel tespit davasında idarenin haksız bir fiili olmadığı
gibi, taşınmazın bedelinin mahkeme kararı ile belirlenmesi malik yararına yasal
bir zorunluluktur. Dolayısıyla idarenin tespit davasında vekalet ücretini maktu
olarak ödemesi makuldür. Haksız fiili sebebiyle açılacak kamulaştırmasız el
atma davasında ise kusura dayalı ve parasal değere yönelmiş bir haksız fiil
işleyen idarenin, nisbi vekalet ücretine katlanması, hukuki caydırıcılığın ve
hukuk devleti olmanın gereğidir.
İdarelerinkendilerine Anayasa tarafından tanınan olanak ve
yetkileri Anayasa ve yasalara uygun bir biçimde kullanmaksızın kişilerin
Anayasal güvence altındaki taşınmazlarına fiilen el koymuş oldukları ortada
iken, haksız eylemde bulunduğu tartışmasız olan idareler lehine yasal düzenleme
yapılması, "kimse kusurundan yararlanamaz" şeklindeki evrensel hukuk
kuralına aykırıdır. Bu da hukuk devleti ve menfaatler dengesi ilkeleriyle
bağdaşmaz bir tablo ortaya çıkaracaktır. Gerçek kişi veya özel hukuk tüzel
kişisinin Hazineye ait taşınmazı işgal etmesi halinde Hazinenin açacağı
ecrimisil davasında devlet lehine maktu değil nisbi vekalet ücreti
hükmedilirken, idarenin kişilerin taşınmazına kamulaştırmasız el attığında
maktu vekalet ücreti öngörülmesi, çifte standarttır ve bu çifte standart,
Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti ile 10 uncu maddesi yasa önünde
eşitlik ilkesi bağlamında koruma göremez.
Yukarıda açıklandığı üzere 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunun
24.05.2013 tarihli ve 6487 sayılı Kanunun 21 inci maddesiyle değiştirilen
geçici 6 ncı maddesinin yedinci fıkrası, Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk
devleti ile 10 uncu maddesindeki yasa önünde eşitlik ilkelerine aykırı
olduğundan iptali gerekir.
g) Onbirinci Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı
Geçici 6 ncı maddenin onbirinci fıkrasında, "Bu madde
uyarınca ödenecek olan bedelin tahsili sebebiyle idarelerin mal, hak ve
alacakları haczedilemez." denilmektedir.
İptali istenen düzenleme, idarelerin kendilerine Anayasa
tarafından tanınan olanak ve yetkileri Anayasa ve yasalara uygun bir biçimde
kullanmaksızın kişilerin Anayasal güvence altındaki taşınmazlarına 09.10.1956
ile 04.11.1983 tarihleri arasında yani 30-57 yıl önce fiilen el koymaları
nedeniyle mahkemelerce hükmedilen bedellerinin tahsili amacıyla idarelerin mal,
hak ve alacaklarının haczedilemeyeceğini; başka bir anlatımla 57 yıldır
taşınmazını tasarruf edemeyen, semerelerinden yararlanamayan, bedelini de
alamayan maliklerin yargı kararına rağmen, haklarını hukuk yoluyla elde
edememelerini öngörmektedir.
O zaman soru şudur: Geçici 6 ncı madde, 30-57 yıldır haklarını
elde edemeyen maliklerin haklarını elde etmelerini sağlamak için mi, yoksa
haklarını elde etmelerini bir 30-57 yıl daha ötelemek için mi
yasalaştırılmıştır' İptali istenen düzenleme, ötelemek için yasalaştırıldığını
ortaya koymaktadır. Bu durum, bu Yasayla 30-57 yıllık sorunun çözülmeyeceğini
ve AİHM'in bu defa alacağın tahsil edilememesi nedeniyle Türkiye'yi hak
sahiplerine tazminat ödemeye mahkum etmeye devam edeceğini göstermektedir.
Anayasanın 46 ncı maddesinde kamulaştırma bedelinin gerçek değeri
üzerinden peşin ödenmesi temel ilke olarak ortaya konulduktan sonra istisnası
ve devamında da istisnasının istisnası ayrıntılı olarak düzenlenmiştir.
Kaynağını Anayasanın 46 ncı maddesinden alan 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununda
da kamulaştırma bedelinin tahsiline haciz yasağı getirilmemiştir.
Bununla birlikte, çeşitli özel yasalarda haciz yasağına konu
oluşturan düzenlemeler bulunmaktadır. Ancak, hiçbir özel yasada alacağın
tahsilini geçici 6 ncı maddenin onbirinci fıkrasında yer alan, "idarelerin
mal, hak ve alacakları haczedilemez." ifadesindeki gibi bütünüyle ortadan
kaldıran mutlak bir haciz yasağı bulunmamaktadır.
Anayasanın 2 nci maddesinde hukuk devleti ilkesine yer verilmiş;
35 inci maddesinde mülkiyetin temel bir hak olduğu belirtildikten sonra ancak
kamu yararı amacıyla sınırlanabileceği ve mülkiyet hakkının kullanımının toplum
yararına aykırı olamayacağı kurallaştırılmış; 36 ncı maddesinde hak arama
hürriyeti düzenlenmiş; 138 inci maddesinin son fıkrasında ise mahkeme
kararlarının yerine getirilmesinin geciktirilmesi yasaklanmıştır.
Hak arama hürriyeti, mahkemelerde dava açmak ve haklılığı karara
bağlatmak ile sınırlı değildir ve bunların yanında mahkemelerde dava
açılmasından beklenen meşru ve hukuki yararı, bu bağlamda mahkeme kararının
yerine getirilmesini de içermektedir. Mahkeme kararı yerine getirilmeyecek ise,
dava açmanın ve haklılığın mahkeme kararıyla ortaya konulmasının amacı ve
işlevi kalmamaktadır. Anayasanın 36 ncı maddesindeki hak arama özgürlüğü
bağlamında yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunmada
bulunma ile adil yargılanma hakkı, Anayasanın 138 inci maddesindeki kurallarla
bir bütündür ve mahkeme kararının geciktirilmeksizin yerine getirilmesiyle
anlam kazanarak meşru ve hukuki amacına ulaşmaktadır.
İdarelerin mahkeme kararıyla kesinleşmiş kamulaştırma bedelini
ödememesi halinde, borcu karşılayacak ekonomik değerlerin haczedilip satılarak
alacağın tahsili, bir yanıyla mülkiyet hakkının doğal bir sonucu, diğer yanıyla
hak arama hürriyetinin nihai amacı ve somutta görünen yüzüdür.
Mahkeme kararıyla kesinleşen kamulaştırma bedeli, maliklerin mülkiyetlerinin
karşılığı olan alacaklarıdır ve mülkiyet hakkı kapsamında olan alacağın
tahsilinin mutlak haciz yasağı yoluyla bütünüyle engellenmesi, Anayasanın 35
inci maddesine aykırıdır.
Öte yandan, hak arama özgürlüğünden söz edebilmek için, hak
aramanın güvence altına alınması ve hak aramaya sebep olan meşru ve hukuki
amaca ulaşmanın önüne engeller konulmaması gerekmektedir. Mahkeme kararıyla
kesinleşmiş alacağın tahsilinin haciz yasağıyla engellenerek, bütünüyle
borçlunun insafına terk edilmesi; alacaklının hukuk güvenliğini ortadan
kaldırdığından Anayasanın 2 nci maddesine; hak arama özgürlüğünü ölçüsüzce
sınırlandırıp özünü ortadan kaldırdığından Anayasanın 13 üncü ve 36 ncı
maddelerine; mahkeme kararlarını uygulanamaz kıldığından Anayasanın 138 inci
maddesine aykırılık oluşturur.
Kaldı ki, 30-57 yıl aradan sonra mahkeme kararıyla kesinleşmiş
kamulaştırma alacağının tahsiline mutlak haciz yasağı getirilmesinin,
"kamu hizmetlerinin aksatılmadan yerine getirilmesinin güvence altına
alınması" ile gerekçelendirilmeye çalışılması ve böylece birkaç kişinin
Anayasal, meşru ve yargı kararıyla kesinleşmiş alacak haklarının, idare
bütçelerinin devasa boyutları gözetilmeden kamu hizmetlerinin sürekliliği ile
ilişkilendirilerek, idarelerin Anayasa ve yasalara aykırı hukuk tanımaz zorba
uygulamalarının teşvik edilmesi, Anayasanın 2 nci maddesindeki sosyal hukuk
devleti ilkesi ile Anayasanın 5 inci maddesinde Devlete verilen "kişilerin
ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak" görevleriyle bağdaşmaz.
2013 yılı Merkezi Yönetim Bütçesine 53.000.000.000.- TL tutarında
ve toplam ödeneğin %12'si oranında Faiz Giderleri ödeneği konulmuş olduğu göz
önüne alındığında, "kamu hizmetlerinin aksatılmadan yerine getirilmesinin
güvence altına alınması", mahkeme kararıyla kesinleşmiş kamulaştırma
alacaklarının önüne mutlak haciz yasağı getirilmesiyle değil; Faiz Giderlerinin
yeniden yapılandırılması ya da faiz alacaklarına mutlak haciz yasağı getirilmesiyle
açıklanırsa anlamlı ve tutarlı bir sonuca ulaşılabilir. Devlet ve kamu tüzel
kişilerinin kamulaştırma borçları ile faiz borçları arasında her hangi bir fark
bulunmadığına ve farkın kamulaştırma borcunun mahkeme kararıyla kesinleşmiş
olması olduğuna göre, aynı konudaki farklı düzenleme, karar, yorum ve
uygulamalar, Anayasanın 10 uncu maddesindeki yasa önünde eşitlik ilkesiyle de
bağdaşmaz.
Yukarıda açıklandığı üzere 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunun
24.05.2013 tarihli ve 6487 sayılı Kanunun 21 inci maddesiyle değiştirilen
geçici 6 ncı maddesinin onbirinci fıkrası, Anayasanın 2 nci, 5 inci, 10 uncu,
13 üncü, 35 inci, 36 ncı ve 138 inci maddelerine aykırı olduğundan iptali
gerekir.
ğ) Onüçüncü Fıkrasının Anayasaya Aykırılığı
Geçici 6 ncı maddenin onüçüncü fıkrasıyla, 04.11.1983 tarihinden
onüçüncü fıkranın yürürlüğe girdiği 11.06.2003 tarihine kadar, kamulaştırma
işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması hiç yapılmamış olmasına rağmen
fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca tahsis
edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazların idare tarafından kamulaştırılması
hâlinde, kamulaştırma bedeli ve mahkemelerce malikleri lehine hükmedilen
tazminat ile bu davalara ilişkin mahkeme ve icra vekalet ücretlerinin de,
idarelerce bu maddenin sekizinci fıkrasına göre bütçelerden ayrılacak paydan ve
aynı fıkrada belirtilen usule göre ödenmesi; bu alacaklar için de idarelerin
mal, hak ve alacaklarının haciz edilememesi; bu fıkra kapsamında açılacak her
türlü davalarda da mahkeme ve icra harçları ile her türlüvekaletücretlerinin
bedel tespiti davalarında öngörülen şekilde maktu olarak belirlenmesi ve
onüçüncü fıkra hükümlerinin 04.11.1983 ile 11.06.2003 tarihleri arasında
kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması hiç yapılmamış olmasına
rağmen fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir ihtiyaca
tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazlar hakkında açılan ve
kesinleşmeyen davalarda da uygulanması öngörülmektedir.
Daha önce söz edildiği üzere, 5999 sayılı Kanun ile 2942 sayılı
Kamulaştırma Kanununa geçici 6 ncı madde eklenmiş ve 6111 sayılı Kanunun geçici
2 nci maddesi ile geçici 6 ncı madde hükümlerinin 04.11.1983 tarihi sonrası
için de uygulanması öngörülerek, 6111 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten
itibaren onbeş yıl süreyle 2942 sayılı Kanun askıya alınmıştı. Ancak, Anayasa
Mahkemesi, 6111 sayılı Kanunun geçici 2 nci maddesini, Anayasanın 2 nci, 35
inci ve 46 ncı maddelerine aykırı bularak, 30.11.2012 günlü ve E.2010/83
K.2012/169 sayılı kararıyla iptal etmiş; iptali de geçici 6 ncı maddedeki
hükümlerin,"malikler açısından kamulaştırma için Anayasanın 46. maddesinde
ve 2942 sayılı Kanun'da öngörülen güvencelerden daha aleyhe kurallar
içerdiği", "uzlaşma ve dava yoluna başvurma külfetini maliklere yüklediği",
"malikin kamulaştırma işlemi aleyhine idari yargıda dava açma hakkını
ortadan kaldırdığı", "Anayasanın 46. maddesindeki taksitlendirme
koşullarının bulunup bulunmadığına bakılmadığı gibi, sürenin beş yılı aşması
ihtimali de bulunduğu", "taksitlendirme halinde 3095 sayılı Kanun'a
göre ödenecek olan kanuni faiz oranının kamulaştırmada uygulanacak olan kamu
alacakları için öngörülen en yüksek faiz oranından daha düşük olduğu",
"tazminatın ödenmesini sağlamak üzere idarelerin mal, hak ve alacaklarının
haczedilmesinin de yasaklandığı" gerekçelerine dayandırmıştı.
Bunun üzerine,5999 sayılı Kanun ile 2942 sayılı Kamulaştırma
Kanununa eklenen geçici 6 ncı madde iptal edilmediği ve iptal edilen geçici 6
ncı maddenin 04.11.1983 tarihinden sonraki kamulaştırmasız el atmalar ile15 yıl
boyunca 2026 yılına kadar uygulanmasına ilişkin 6111 sayılı Kanunun geçici 2
nci maddesi olduğu halde, siyasal iktidar sayısal çoğunluğuna dayalı olarak,24.05.2013
tarihli ve 6487 sayılı Kanunun 21 inci maddesiyle geçici 6 ncı maddeyi
maliklerin aleyhine olacak şekilde yeniden düzenlemiş ve onüçüncü fıkrası ile
ise 04.11.1983 tarihi ile 11.06.2003 tarihleri arasındakikamulaştırmasız el
atmalara da uygulanmasını öngörmüştür.
6487 sayılı Kanunun 21 inci maddesiyle değiştirilen 2942 sayılı
Kanunun geçici 6 ncı maddesindeki kurallar, 5999 sayılı Kanun ile 2942 sayılı
Kamulaştırma Kanununa eklenen geçici 6 ncı maddede yer alan ve Anayasa
Mahkemesinin 6111 sayılı Kanunun geçici 2 nci maddesini iptal gerekçesi
saydığı,"malikler açısından kamulaştırma için Anayasanın 46. maddesinde ve
2942 sayılı Kanun'da öngörülen güvencelerden daha aleyhe kurallar
içerdiği", "malikin kamulaştırma işlemi aleyhine idari yargıda dava
açma hakkını ortadan kaldırdığı", "Anayasanın 46. maddesindeki
taksitlendirme koşullarının bulunup bulunmadığına bakılmadığı gibi, sürenin beş
yılı aşması ihtimali de bulunduğu", "taksitlendirme halinde 3095
sayılı Kanun'a göre ödenecek olan kanuni faiz oranının kamulaştırmada
uygulanacak olan kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz oranından daha
düşük olduğu", "tazminatın ödenmesini sağlamak üzere idarelerin mal,
hak ve alacaklarının haczedilmesinin de yasaklandığı" kurallarını
taşımaktadır.
Anayasanın 153 üncü maddesinin son fıkrasında, Anayasa Mahkemesi
kararlarının yasama ve yürütme organları ile idare makamlarını, gerçek ve
tüzelkişileri bağlayacağı kuralına yer verilmiştir.Bu kurala göre, yasama
organı yapacağı düzenlemelerde daha önce aynı konuda verilen Anayasa Mahkemesi
kararlarını gözönünde bulundurmak, bu kararları etkisiz kılacak yeni yasa
çıkarmamak ve Anayasaya aykırı bulunarak iptal edilen kuralları tekrar
yasalaştırmamak yükümlülüğündedir. Yasama organı, kararların yalnız sonuçları
ile değil, bir bütünlük içinde gerekçeleri ile de bağlıdır. Çünkü, kararlar
gerekçeleriyle, genel olarak yasama işlemlerini değerlendirme ölçütlerini
içerirler ve yasama etkinliklerini yönlendirme işlevi de görürler. Dolayısıyla
yasama organı, yasa çıkarırken iptal edilen yasalara ilişkin kararların
sonuçları ile birlikte gerekçelerini de gözönünde bulundurmak zorundadır. İptal
edilen yasalarla sözcükler ayrı da olsa aynı doğrultu, içerik ya da nitelikte
yeni yasa çıkarılmaması gerekir.
Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı ve Anayasanın
üstünlüğü ilkesi karşısında, iptal edilen bir kurala yeni bir yasa ile
geçerlilik kazandırılamaz. Anayasa Mahkemesinin 30.11.2012 günlü ve E.2010/83
K.2012/169 sayılı kararını ortadan kaldırmaya yönelik bir düzenleme olduğu
duraksamaya yer vermeyecek kadar açık olan dava geçici 6 ncı maddenin onüçüncü
fıkrası, Anayasa Mahkemesi'nce iptal edilen 6111 sayılı Kanunun geçici 2 nci
maddesiyle, -6111 sayılı Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onbeş yıl
süreyle 2942 sayılı Kanunun 2026 yılına kadar askıya alınması dışında- aynı
içerikte olduğundan, geçici 6 ncı maddenin onüçüncü fıkrası Anayasanın 153 üncü
maddesine aykırıdır.
Öte yandan, 5999 sayılı Kanun ile 2942 sayılı Kamulaştırma
Kanununa eklenen geçici 6 ncı maddenin de, geçici 6 ncı maddeyi değiştiren 6487
sayılı Kanunun 21 inci maddesinin de gerekçesi ve düzenlenme nedeni, 2942
sayılı Kamulaştırma Kanununun 38 inci maddesini iptal eden Anayasa Mahkemesinin
10.04.2003 gün ve E.2002/112 Esas, K.2003/33 sayılı kararının Resmi Gazetede
yayımlanarak yürürlüğe girdiği 04.11.2003 tarihinden (38 inci maddede hak
düşürücü sürenin yirmi yıl şeklinde düzenlenmiş olması nedeniyle) yirmi yıl
öncesi olan 04.11.1983 tarihinden önceki ve 09.10.1956 tarihinden sonraki
kamulaştırmasız el atma eyleminden kaynaklanan hukuki sorunların çözülmesidir.
İdareler, 09.10.1956 ile 04.11.1983 tarihleri arasında kendilerine
Anayasa tarafından tanınan olanak ve yetkileri Anayasa ve yasalara uygun bir
biçimde kullanmaksızın kişilerin Anayasal güvence altındaki taşınmazlarına
fiilen el atmışlar, 2942 sayılı Kanunun 38 inci maddesiyle, fiilen el
atmalardan dolayı 20 yıllık hak düşürücü süre getirildiğinden malikler
hukuklarını AİHM'de aramaya başlamışlar; Anayasa Mahkemesi 38 inci maddeyi
iptal ettiği halde, iptal kararı geriye yürümediği için, hukuklarını AİHM'de
aramaya zorunlu kalmışlar ve AİHM Türkiye'yi her defasında hak sahiplerine
tazminat ödemeye mahkum ettiği için, hak düşürücü süreden kaynaklanan
hukuksuzluğun giderilmesi amacıyla geçici 6 ncı madde düzenlenmek durumunda
kalınmıştır.
Oysa, İdarelerin 04.11.1983 tarihinden sonraki Anayasanın
kendilerine tanıdığı olanak ve yetkileri Anayasa ve yasalara aykırı kullanarak
kişilerin Anayasal güvence altındaki mülkiyet haklarına el atmasından
kaynaklanan haksız fiillere karşı hak arama özgürlüklerini kullanmalarının
önünde hak düşürücü süreye bağlı yasal bir engel bulunmamaktadır.
Nitekim, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Kurulunun 16.05.1956 gün ve
E.1956/1, K.1956/6 sayılı, 16.05.1956 gün ve E.1956/1, K.1956/7 sayılı ve
11.02.1959 gün ve E.1958/17, K.1959/15 sayılı Yargıtay İçtihadı Birleştirme
Kararlarındaki, taşınmaza kamulaştırmasız el konulan malikin haksız fiile
karşı, el atmanın önlenmesi davası açabileceği gibi, bu eylemli duruma razı
olduğu takdirde taşınmaz bedelini isteme hakkı da doğduğu; dava açarak bedelini
istediği takdirde, taşınmaza el konulma tarihindeki bedelin değil, mülkiyet
hakkının devrine razı olduğu tarih olan dava tarihindeki değerinin belirlenerek
tahsiline karar verilmesi gerekeceği; usulüne uygun şekilde kamulaştırma işlemi
yapılmaksızın taşınmazına el konulan mal sahibinin açacağı davanın zamanaşımına
tabi olmayacağı; kamulaştırmasız el atmadan dolayı tazminat, bedel ve ecrimisil
davaları açabileceği ilkeleri çerçevesinde yetkili yargı mercileri önünde hak
arama özgürlüğünü kullanabilmekte ve kesinleşen mahkeme kararındaki alacağını
kamu alacaklarında uygulanan en yüksek faiz oranı uygulanarak ve peşin olarak
tahsil edebilmektedir.
Oysa, iptali istenen onüçüncü fıkra, idarelerin 04.11.1983
tarihinden sonra kamulaştırmadan el koydukları taşınmazları kamulaştırmaları
halinde, kamulaştırma bedeli ile mahkemelerce malikleri lehine hükmedilen
tazminat ile mahkeme ve icra vekalet ücretlerinin, peşin olmak yerine,
idarelerce bütçelerden ayrılacak paydan, gelecek yıllara sari olacak ve beş
yılı aşabilecek şekilde taksitle ve kamu alacakları için öngörülen en yüksek faiz
yerine 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine İlişkin Kanuna göre faiz
yürütülerek ödenmesini; bu alacakların tahsili için idarelerin mal, hak ve
alacaklarının haciz edilememesini; her türlü davalara ilişkin mahkeme ve icra
harçları ile her türlüvekaletücretlerinin tazminat davalarında olduğu üzere
nispi değil bedel tespiti davalarında öngörülen şekilde maktu olarak
belirlenmesini ve bu kuralların kamulaştırmasız el atmadan dolayı açılmış ve
henüz kesinleşmemiş davalarda da uygulanmasını öngörmektedir.
Anayasanın 2 nci maddesinde hukuk devleti ilkesine yer verilmiş,
35 inci maddesinde mülkiyet hakkı temel bir insan hakkı olarak düzenlenerek
ancak kamu yararı amacıyla sınırlanabileceği ve toplum yararına aykırı
kullanılamayacağı belirtilmiş; 36 ncı maddesinde hak arama özgürlüğü
kurallaştırılmış; 46 ncı maddesinde kamulaştırmanın esas ve usulleri ayrıntılı
olarak düzenlenmiş ve 138 inci maddesinin son fıkrasında ise mahkeme
kararlarının hiçbir surette değiştirilemeyeceği ve yerine getirilmesinin geciktirilemeyeceği
ortaya konmuştur.
Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti, eylem ve işlemleri
hukuka uygun olan, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı
sayan, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasakoyucunun da
bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğu bilincinde olan
devlettir.
Geçici 6 ncı maddenin onüçüncü fıkrası, Anayasanın kendilerine
tanıdığı olanak ve yetkileri Anayasa ve yasalara aykırı kullanarak kişilerin
Anayasal güvence altındaki mülkiyet haklarına fiilen el koyan ve hukuka aykırı
haksız fiil oluşturan eylemlerini, Anayasaya ve hukuka aykırı bir şekilde ve
insan haklarını ihlal ederek koruduğu; adaletsizliği egemen kılacak şekilde
yaygınlaştırıp olağanlaştırdığı; devleti hukukun dışına çıkardığı; Anayasaya,
hukuka ve hukukun evrensel ilkelerine aykırılığı teşvik ettiği için Anayasanın
2 nci maddesine aykırıdır.
Kamulaştırma Anayasanın 46 ncı maddesinin birinci fıkrasında,
"Devlet ve kamu tüzel kişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde,
gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz
malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre,
kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idari irtifaklar kurmaya yetkilidir."
şeklinde kurallaştırılmıştır. Bu bağlamda, bir taşınmazın kamulaştırılabilmesi
için öncelikle kamulaştırma işleminde kamu yararı bulunması ve kamu yararı
kararının alınması, ardından da kamulaştırılacak taşınmazın gerçek karşılığının
peşin olarak ödenmesi gerekmektedir. Bu kurallara ve Anayasanın 46 ncı
maddesinin ikinci fıkrasındaki istisnalar ile üçüncü fıkrasındaki istisnaların
istisnasına uyulmadan yapılan kamulaştırma işlemleri veya kamulaştırmasız el
atmalara karşı, kişilerin Anayasanın 35 inci maddesindeki mülkiyet hakkının
ihlali bağlamında 36 ncı maddesine göre hak arama özgürlükleri bulunduğundan ve
138 inci maddesinin son fıkrasında damahkeme kararlarının hiçbir surette
değiştirilemeyeceği ve yerine getirilmesinin geciktirilemeyeceğikurala
bağlandığından, bu Anayasal kuralları bütünüyle yok sayan geçici 6 ncı maddenin
onüçüncü fıkrası, Anayasanın 35 inci, 36 ncı, 46 ncı ve 138 inci maddelerine aykırıdır.
Yukarıda açıklandığı üzere 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 6487
sayılı Kanunun 21 inci maddesiyle değiştirilen geçici 6 ncı maddesinin onüçüncü
fıkrası, Anayasanın 2 nci, 35 inci, 36 ncı, 46 ncı, 138 inci ve 153 üncü
maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir.
7) 6487 Sayılı "Bazı Kanunlar ile 375 Sayılı Kanun Hükmünde
Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun"un 22 nci Maddesi ile 2942
Sayılı Kamulaştırma Kanununa Eklenen Geçici 7 nci Maddenin Anayasaya Aykırılığı
Geçici 7 nci madde ile, Mülga 31.08.1956 tarihli ve 6830 sayılı
İstimlak Kanununun 16 ncı ve 17 nci maddeleri ile 2942 sayılı Kanunun mülga 16
ncı ve 17 nci maddeleri uyarınca mahkemelerce idare adına tescil kararı verilen
kamulaştırmalarda, tebligatlar ve diğer kamulaştırma işlemlerinin tamamlanmış
sayılacağı; bu kamulaştırma işlemleri sebebiyle hiçbir hak ve alacak talebinde
bulunulamayacağı; kamulaştırmaya veya bedeline karşı itiraz davaları
açılamayacağı ve açılmış ve devam eden davaların bu madde hükmü uygulanarak sonuçlandırılacağı
kurallaştırılmaktadır.
31.08.1956 tarihli ve 6830 sayılı İstimlak Kanunu 04.11.1983
tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 40 ıncı maddesi ile yürürlükten
kaldırılmış; 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun "Acele işlerde el koyma ve
tescil" başlıklı 16 ncı maddesi ile "Tapulu taşınmaz mallarda
tescil" başlıklı 17 nci maddesi ise 24.04.2001 tarihli ve 4650 sayılı
Kanunun 21 inci maddesi ile yürürlükten kaldırılmıştır.
4650 sayılı Kanunun Genel Gerekçesinde 16 ncı maddenin yürürlükten
kaldırılmasına ilişkin olarak, "16 ncı maddesinde öngörülen sürelere
mahkemelerce uyulmaması sebebiyle, acele işler sebebiyle yapılan
kamulaştırmalarda dahi çok zaman kaybedildiği, bunun da acele işleri
aksattığı" denilirken, 17 nci maddesine ilişkin olarak ise, "Anılan
Kanunun 17 nci maddesi uyarınca idarelerce kamulaştırılan taşınmaz malların
tescili amacıyla açılması gereken davaların zamanında veya hiç açılmadığı,
açılan tescil davalarının da, tebligat yapılamaması vb. sebeplerle uzun
sürdüğü;" denilmiş ve nihayetinde, bu sorunların, "Saptanan, bilinen
ve en çok şikayet edilen konular" olduğu belirtildikten sonra "Anılan
Kanunda yapılan sistem değişikliğinin gereği olarak, yürürlükten kaldırılması
gereken 13, 16 ve 17 nci maddelerinin yürürlükten kaldırılması;"nın
kararlaştırıldığı açıklanmıştır.
Buna karşın 6487 sayılı Kanunun 22 nci maddesi ile 2942 sayılı
Kamulaştırma Kanununa eklenen geçici 7 nci maddenin gerekçesinde ise,
"Mülga 6830 sayılı Kanun ve 2942 sayılı Kanunun 4650 sayılı Kanunla
değişiklik öncesi 16 ncı maddeleri kapsamında mahkemelerce tescil kararı
verilebilmesi için yine bu maddeler kapsamında kamu yararı kararının
kesinleşmiş olması, kıymet takdir komisyonunca takdir edilen bedelin hak
sahipleri adına bankaya bloke edilmiş olması, dava dosyası üzerinden hak
sahiplerinin duruşmaya davet edilmesi, ayrıca mahkemece arazinin durum tespiti
yapılmış olması ve sonuçta verilen kararın tapuya tescil edilecek hale
gelebilmesi için hak sahiplerine tebliğ edilmiş olması şartlarının yerine getirilmiş
olması zorunludur. Yine, mülga 6830 sayılı Kanun ve 2942 sayılı Kanunun 4650
sayılı Kanunla değişiklik öncesi 17 nci maddeleri gereği mahkemelerce tescil
kararı verilebilmesi için de; kanunun bu maddelerine uygun olarak kamulaştırma
işleminin tamamlanmış olması diğer bir ifade ile tebligatın tamamlanmış, takdir
edilen bedelin hak sahipleri adına bankaya bloke edilmiş ve/veya tezyid
miktarlarının hak sahiplerine ödenmiş olması şartlarının yerine getirilmesi
zorunludur. 5999 sayılı Kanunla 2942 sayılı Kanuna eklenen Geçici 6 ncı madde
kapsamında idareler aleyhine kamulaştırmasız el atma sebebiyle tazminat
davaları açılmakta ve bu davalarda mülga 6830 sayılı Kanun ve 2942 sayılı
Kanunun mülga 16 ncı ve 17 nci maddelerine göre kamulaştırmaları tamamlandığı hususları
göz önünde bulundurulmaksızın idare aleyhine tazminatlara karar
verilmektedir." denilmiştir.
Dolayısıyla, geçici 7 nci maddenin gerekçesi, (mülga) 6830 sayılı
İstimlak Kanununun 16 ncı ve 17 nci maddeleri ile 2942 sayılı Kanunun (mülga)
16 ncı ve 17 nci maddelerindeki zorunluluklar yerine getirilmeden tescil kararı
verilmesi nedeniyle idareler aleyhine tazminat davaları açılmasının ve idareler
aleyhine tazminatlara karar verilmesinin önüne geçmektir.
Bunun içindir ki geçici 7 nci madde ile, (mülga) 6830 sayılı
İstimlak Kanununun 16 ncı ve 17 nci maddeleri ile 2942 sayılı Kanunun (mülga)
16 ncı ve 17 nci maddeleri uyarınca mahkemelerce idare adına tescil kararı
verilen kamulaştırmalarda, yapılmamış tebligatların yapılmış, tamamlanmamış
kamulaştırma işlemlerinin tamamlanmış sayılacağı; hak sahiplerinin bu usulsüz
kamulaştırma işlemleri sebebiyle hiçbir hak ve alacak talebinde
bulunulamayacakları; kamulaştırmaya veya bedeline karşı itiraz davaları
açılamayacakları ve açılmış ve devam eden davaların da bu madde hükmü
uygulanarak sonuçlandırılacağı kurallaştırılmaktadır.
Böylelikle gerçekte hiç veya usulüne uygun yapılmamış tebligat ve
kamulaştırmalar, yasayla usulüne uygun yapılmış sayılmakta; usule uygun olmayan
işlemlerle şeklen mülkiyet hakkı elinden alınan kişilerin bu usulsüz işlemlere
karşı yargı yoluna başvurmaları engellenmekte, açılmış davalar yok sayılmakta
ve tüm bunlar yürürlükten kaldırılmış mülga kanun hükümlerine dayanılarak
yapılmaktadır.
Oysa, Türkiye'de 1839'da okunan Tanzimat Fermanından bu yana
kişilere mülkiyet hakkı tanınmış ve 1876 Anayasasından bu yana mülkiyet hakkı
Anayasal güvence altına alınmıştır. Kamulaştırmanın esas ve usulleri hakkında,
1855 yılından bu yana boşluk doğurmayacak şekilde yasal düzenleme yapılırken,
1876 Anayasasından bu yana ise, devletin özel mülke el koyması, kamu yararının
gerektirmesi ve kanunundaki usule göre kamulaştırılarak bedelinin peşin
ödenmesi şartlarına bağlanmıştır.
Anayasanın 2 nci maddesindeki hukuk devleti, eylem ve işlemleri
hukuka uygun olan, insan haklarına saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku
tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla
kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde
yasakoyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa bulunduğu
bilincinde olan devlettir.
Gerçekte hiç veya usulüne uygun yapılmamış tebligat ve
kamulaştırmaları, yasayla usulüne uygun yapılmış sayan, usule uygun olmayan
işlemlerle şeklen mülkiyet hakkı elinden alınan kişilerin bu usulsüz işlemlere
karşı yargı yoluna başvurmalarını engelleyen, açılmış davaları yok sayan ve tüm
bunları yürürlükten kaldırılmış mülga kanun hükümlerine dayanarak yapan
düzenleme, kişilerin hukuk güvenliklerini ortadan kaldırdığı ve Devleti hukuk
dışına çıkardığı için Anayasanın 2 nci maddesine; mülkiyet hakkını ölçüsüzce
sınırlandırmanın ötesinde ortadan kaldırdığı için Anayasanın 35 inci maddesine;
hak arama özgürlüğünü meşru bir nedene dayanmadan ölçüsüzce sınırlandırdığı
için Anayasanın 13 üncü ve 36 ncı maddelerine aykırıdır.
Yukarıda açıklandığı üzere, 6487 sayılı Kanunun 22 nci maddesi ile
2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa eklenen geçici 7 nci maddesi, Anayasanın 2
nci, 13 üncü, 35 inci ve 36 ncı maddelerine aykırı olduğundan iptali gerekir.
III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ
24.05.2013 tarihli ve 6487 sayılı Bazı Kanunlar ile 375 Sayılı
Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun ile 4250 sayılı
Kanunda yapılan ve iptali istenen düzenlemelerin, Anayasaya aykırı olduğunda
kuşku yoktur.
Yapılan düzenlemeler temel hak ve özgürlüklere ilişkindir ve ihlal
edilen hak ve özgürlükler nedeniyle ortaya çıkan zarar ve ziyanların, sonradan
giderilmeleri de mümkün değildir.
Öte yandan, 6487 sayılı Kanunun 21 inci maddesi ile değiştirilen
04.11.1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun geçici 6 ncı
maddesinde yer alan iptali istenen hükümler ve 22 nci maddesi ile 04.11.1983
tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa eklenen geçici 7 nci maddesinin,
Anayasaya aykırı oldukları ve uygulanmaları halinde hukuk devleti yönünden
giderilmesi olanaksız durum ve zararların ortaya çıkacağında duraksama
bulunmamaktadır.
İptali istenen kurallar hakkında yürürlüğün durdurulması kararı
verildiği takdirde, hukuk sistemimizde herhangi bir boşluk meydana gelmeyecek,
hukuk sistemi Anayasaya aykırı olan hükümlerden arındırılıp, Anayasaya aykırı
uygulama durdurularak, kamulaştırmasız el atmadan kaynaklanan hukuksal
sorunların Anayasaya uygun sonuçlandırılması sağlanmış olacaktır.
Ancak, dava konusu hükümler yönünden "yürürlüğü
durdurma" kararı verilmeyip de sonradan iptal kararı verilmesi halinde, bu
iptal kararı büyük olasılıkla etkisiz kalacaktır.
Baştan itibaren değerlendirilen değişiklikle getirilmek istenilen
kuralların pratik sonucun vatandaşa yansıması aşağıdaki şekilde
gerçekleşecektir:
Taşınmazına kamulaştırmasız el konulan kişiler, uzlaşma için
İdare'nin karşısına geçtiklerinde; karşılarına iki seçenek belirecek, belki de
bu seçenekler idarenin ajanlarınca muhataba hatırlatılacaktır:
Buna göre yurttaş, ya önerilecek olan peşin ve fakat taşınmazın
gerçek değerinin çok altında olan bir meblağı kabul edecek ya da (6 ay + 6 ay)
1 yıl sonra dava açıp, ondan birkaç yıl sonra davayı sonuçlandırıp -hiçbir
süre/yıl sınırlaması getirilmediği cihetle- yaklaşık 10 yıl ve daha fazla
sürecek taksitlerle -ve enflasyonun altında gerçekleştiği sabit olan yasal
faizleriyle- bedeli belki tahsil edebilecek, belki de buna ömrü yetmeyecektir.
İkinci seçeneğin güvensizliği ve 10 yılı aşacak süreye yayılması
nedeniyle, hak sahipleri birinci şıkkı tercihe zorlanıp, taşınmazının değerinin
belki dörtte birine mecburen razı edilecektir.
Sonuç olarak vatandaş yasanın idareye sunduğu olağandışı imkanın
kullanılması ile tehdit edilecek; bu suretle mülkiyet hakkının özü,
zedelenmenin ötesinde yasa yoluyla Anayasaya aykırı bir şekilde tahrip edilmiş
olacaktır.
Böylesi bir yasal düzenlemenin; hukukun evrensel ilkelerine,
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ve Anayasaya aykırılığı tartışma kaldırmaz
netliktedir.
Öte yandan, Anayasal düzenin hukuka aykırı kural ve
düzenlemelerden en kısa sürede arındırılması, hukuk devleti olmanın en önemli
gerekleri arasında sayılmaktadır. Anayasaya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle
korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun
üstünlüğünün sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence
altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi hukuk devleti yönünden
giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacaktır.
Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya
açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükümlerin iptal davası sonuçlanıncaya
kadar yürürlüklerinin de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava
açılmıştır.
IV. SONUÇ VE İSTEM
11.06.2013 tarihli ve 28674 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan,
24.03.2013 tarihli ve 6487 sayılı "Bazı Kanunlar ile 375 Sayılı Kanun
Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun"un;
1) 2 nci maddesiyle yeniden düzenlenen 4250 sayılı İspirto ve
İspirtolu İçkiler İnhisarı Kanununun mülga 6 ncı maddesinin birinci fıkrasının
altıncı tümcesi, Anayasanın 2 nci maddesindeki laiklik ve hukuk devleti
ilkeleri ile 12 nci, 13 üncü, 19 uncu, 24 üncü, 27 nci, 58 inci maddelerine,
2) 2 nci maddesiyle yeniden düzenlenen 4250 sayılı İspirto ve
İspirtolu İçkiler İnhisarı Kanununun mülga 6 ncı maddesinin son fıkrasının
ikinci tümcesindeki "her türlü" ibaresi, Anayasanın 2 nci, 13 üncü ve
58 inci maddelerine,
3) 3 üncü maddesiyle yeniden düzenlenen 4250 sayılı İspirto ve
İspirtolu İçkiler İnhisarı Kanununun mülga 7 nci maddesinin birinci fıkrasının
(a), (b), (c) ve (d) bentleri ile üçüncü fıkrası, Anayasanın 2 nci ve 10 uncu
maddelerine,
4) 4 üncü maddesiyle yeniden düzenlenen 4250 sayılı İspirto ve
İspirtolu İçkiler İnhisarı Kanununun mülga 9 ncu maddesinin birinci
fıkrasındaki "Belediye veya il özel idaresi, ruhsat vermeden önce, yetkili
kolluk kuvvetinin görüşünü alır." tümcesi, Anayasanın 2 nci, 13 üncü ve 48
inci maddelerine,
5) 5 inci maddesiyle 4250 sayılı Kanuna eklenen geçici 1 inci
maddesinin dördüncü fıkrasının ikinci tümcesindeki ". birinci ve ikinci
derece kan hısımlarına ." ibaresi, Anayasanın 2 nci, 10 uncu, 13 üncü ve
48 inci maddelerine,
6) 21 inci maddesiyle değiştirilen 2942 sayılı Kamulaştırma
Kanununun geçici 6 ncı maddesinin;
a)Madde başlığı ile
birinci fıkrasının ilk tümcesindeki ". bedel talep edilmesi halinde bedel
tespiti ." ibaresinin, ikinci fıkrasının ilk tümcesindeki ". veya
malikin müracaatı ." ve ". veya malikin müracaat ." ibareleri
ile ikinci tümcesindeki ". veya malikin müracaat" ibaresinin, altıncı
fıkrasının ilk tümcesindeki ". bedel tespiti ." ibaresi, Anayasanın 2
nci, 13 üncü, 35 inci, 36 ncı ve 46 ncı maddelerine,
b) Birinci fıkrasındaki "Bu maddeye göre yapılacak işlemlerde
öncelikle uzlaşma usulünün uygulanması dava şartıdır." tümcesi, Anayasanın
2 nci, 13 üncü, 35 inci, 36 ncı ve 46 ncı maddelerine,
c) İkinci fıkrasının birinci tümcesindeki ". el koyma
tarihindeki ." ibaresi, Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 11 inci, 35 inci
ve 46 ncı maddelerine,
ç) Üçüncü fıkrasının birinci tümcesindeki ". bunların mümkün
olmaması halinde ." ibaresi ile dördüncü fıkrasının üçüncü tümcesindeki
". bulunulacak ise ." ibaresinin ve sekizinci fıkrasının son tümcesi,
Anayasanın Başlangıcı ile 11 inci, 35 inci ve 46 ncı maddelerine,
d) Beşinci fıkrası ile sekizinci fıkrasının birinci, ikinci,
üçüncü ve dördüncü tümcelerinin ve onikinci fıkrasındaki ". 3095 sayılı
Kanunda belirtilen kanuni ." ibaresi, Anayasanın Başlangıcı ile 2 nci, 10
uncu, 11 inci, 35 inci, 46 ncı ve 138 inci maddelerine,
e) Altıncı fıkrasının son tümcesindeki "Tescile ve terkine
ilişkin hüküm kesin olup ." ibaresi, Anayasanın 11 inci ve 125 inci
maddelerine,
f) Yedinci fıkrası, Anayasanın 2 nci ve 10 uncu maddelerine,
g) Onbirinci fıkrası, Anayasanın 2 nci, 5 inci, 10 uncu, 13 üncü,
35 inci, 36 ncı ve 138 inci maddelerine,
ğ) Onüçüncü fıkrası, Anayasanın 2 nci, 35 inci, 36 ncı, 46 ncı,
138 inci ve 153 üncü maddelerine,
7) 22 nci maddesi ile 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa eklenen
geçici 7 nci maddesi, Anayasanın 2 nci, 13 üncü, 35 inci ve 36 ncı maddelerine,
aykırı olduklarından iptallerine ve uygulanmaları halinde
giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar doğacağı için, iptal davası
sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin
istemimizi saygı ile arz ederiz."
B- İtiraz Başvurularının Gerekçe Bölümleri Şöyledir:
1- E.2013/78 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir:
"...
A- Anayasa'nın 2. maddesi yönünden:
Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve
işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren
Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kuralları ile
kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık yasaların üstünde yasa koyucununda
uyması gereken Anayasa ve temel hukuk ilkelerinin bulunduğu bilincinde olan
devlettir. Kişilere Hukuk güvenliğinin sağlanması Hukuk Devletinin ön
koşullarındandır. Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında buna vurgu
yapılmıştır. (Örnek: 10/04/2003 tarih 112/33 sayılı karar)
Devletin, kendi koyduğu kurallara uymadan, devletin veya bir kamu
tüzel kişisinin, tamamlanmamış olan bir kamulaştırma işlemini, sonradan
yürürlüğe koyduğu bir yasa ile, tamamlanmış sayarak, el koyması ve bireylerin
dava hakkı olamayacağını belirtilerek, mülkiyet hakkından doğan tazminat
hakkının ellerinden alınması, hukuk devleti ilkesi ile bağdaşmaz (Anayasa
Mahkemesinin 10/04/2003 tarih ,112/33 sayılı karar)
Hukuk Devletinin bir ön koşuluda, hukuk güvenliği ilkesidir.
Bireyler tümeylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmeleri, devletin de
yasal düzenlemelerle bugüven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınması
gerekir.
05/11/2008 tarih, 27045 tarihli Resmi Gazetede yayınlanan Anayasa
Mahkemesinin 17/04/2008 tarih 2005/5 Esas, 2008/93 sayılı kararında
belirtildiği üzere, Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan Hukuk Devletinin temel
ilkelerinden biri BELİRLİLİKTİR.
Bu ilkeye göre yasal düzenlemelerin hem kişiler hemde idare
yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net,
anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması ve ayrıca kamu otoritelerinin keyfi
uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi gerekir.
Hukuk Devletinde kurallar öngörülebilir olmalıdır. Birey hangi
koşullarda nasıl karşılaşabileceğini öngörebilmelidir.
Öngörülebilirlik, mevzuat normunun açık ve anlaşılabilir
olmasıdır. Birey kendi davranışının, ya da devletin davranışının, muhtemel
sonuçlarını, önceden tahmin edebilecek olmalıdır. A.İ.H.M. 28/09/1999 tarih,
22479/93 başvuru nolu Öztürk - Türkiye ile ilgili kararında, 20/05/1999 tarihli
Rekvenyi - Macaristan kararına atıf yaparak, bu ilkeyi belirtmiş ve buna aykırı
davranışı, hukuk devletine aykırı görmüştür.
Yargıtay İçtihatlarına göre, dava açabileceğini bilen birey, dava
devam ederken, dava hakkının elinden alınabileceğini öngörebilmesi mümkün
değildir.
Öngörülebilir olması yanında, dava hakkının elinden alınması keyfi
bir davranıştır. Bireyler keyfi muamelelere karşı korunmalıdır. (A.İ.H.M. Grgiç
v.d. ile ilgili 2007/13 sayılı kararı)
Tüm bunlar göz önüne alındığında getirilen kural Anayasa'nın 2.
maddesine aykırıdır.
B- Anayasa'nın 36. maddesine aykırılık;
Anayasa'nın 36. maddesine göre herkes, meşru vasıta ve yollardan
faydalanmak suretiyle, yargı mercileri önünde, davacı ve davalı olarak iddia ve
savunma ile adil yargılama hakkına sahiptir.
Anayasa'nın 36. maddesi ile güvence altına alınan dava yolu ile
hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde, diğer
temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların
korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden birisini oluşturmaktadır.
Kişinin, uğradığı bir haksızlığa veya zarara karşı kendisini
savunabilmesinin, ya da maruz kaldığı haksız bir uygulama veya işleme karşı,
haklılığını ileri sürüp kanıtlayabilmesinin, zararını giderebilmesinin, en
etkili ve güvenceli yolu, yargı mercileri önünde dava hakkını
kullanabilmesidir.
Hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri de mahkemeye
erişim hakkıdır.
Mahkemeye erişim hakkı, hukuki bir uyuşmazlığın, bu konuda karar
verme yetkisine sahip bir mahkeme önünde götürülmesi hakkınıda kapsar.
Maddi hukukda herhangi bir değişiklik yapmaksızın, maddi hukukun
ihlalinden kaynaklanan uyuşmazlıkların, dava konusu yapılmasını yasaklayan
kural, hak arama özgürlüğünü ortadan kaldırıcı niteliktedir. (22/02/2013 tarih
28567 Sayılı Resmi Gazetede yayınlanan AYM 01/11/2012 tarih ,2010/83 Esas,
2012/169 Karar sayılı kararı)
Hak arama özgürlüğü, hakları ihlale uğrayan bireylere, yapılan
haksız müdahalelerin önlenmesi ve varsa olumsuz etkilerinin ortadan kaldırması
amacıyla, yetkili merciler ile yargı makamlarına başvurabilme imkanının
tanınmasını gerekli kılar.
Toplumu oluşturan bireylerin, hak sahibi olmalarının anlamlı hale
gelebilmesi, bunlara ilişkin kamu otoritesi tarafından oluşturulmuş, koruma
mekanizmalarının varlığına ve hak ihlalleri durumunda koruyucu sistemin
harekete geçirilebilmesine bağlıdır.
Bu nedenle, hak arama özgürlüğü, genel olarak pozitif hukukçatanınmış
hakların ön koşulu ve şekli bakımından güvencesi olarak kabul edilmektedir. AYM24/03/2012
tarih, 2007/33 Esas, 2010/48 Karar sayılı kararı)
Anayasa'nın 36. maddesindeki adil yargılanma hakkı, sadece yargı
mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve savunmada bulunma hakkını
değil, yargılama sonunda, hakkı olanı elde etmeyi de kapsar. (AYM 14/01/2010
tarih, 2009/27 Esas, 2010/9 sayılı kararı)
Geçici 7. madde ile getirilen kural ile yargıya başvuru hakkı
engellenmektedir. Mevcut davalara da uygulanması, adil yargılanma hakkını
ortadan kaldırmaktadır.
AİHM 13/10/2009 tarih, 39523/03 başvuru nolu Selin Aslı Öztürk -
Türkiye davasında, hakkın özünü zedeleyecek sınırlamada, makul bir orantılılık
ilkesi mevcut değil ise, bunun bir hak ihlali olduğunu belirtmiştir. Mahkemeye
erişim hakkının engellenmiş olmasının, bu karar ile ek bir protokolün 1.
maddesi ve sözleşmenin 6. maddesine aykırılık teşkil ettiği belirtilmektedir.
AİHM 14/06/2011 tarih, 34993/05 başvuru nolu Şat - Türkiye
davasında da; kamulaştırma kararının tebliğ edilmemesi halinde, dava
açılmasının beklenmesinin makul olmayacağı, bu halde kamulaştırma işlemi
yapılmaksızın, başvuranın taşınmazının kullanıldığını, bu durumun AİHS 6.
maddeye aykırılık teşkil ettiğini belirtmiştir.
Hiçbir bedel ödemeksizin, özel mülkiyette bulunan bir taşınmaza el
konulmasında dava hakkının engellenmesi, Anayasa'nın 36. maddesine aykırıdır.
(Anayasa Mahkemesinin 10/04/2003 tarih, 112/33 sayılı karar)
C- Anayasa'nın 35. maddesine aykırılık;
Anayasa'nın 35. maddesine göre; herkes mülkiyet ve miras haklarına
sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir.
Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.
Getirilen geçici 7. maddedeki hüküm ile mülkiyet haklarının özüne
dokunulmuş ve mülkiyet hakkı engellenmiştir.
Temel hak ve özgürlükleri, büyük ölçüde kısıtlayan veya
kullanılamaz hale getiren sınırlamalar, hakkın özüne dokunur.
Kamu yararı, ancak bedeli ödenmek suretiyle, mülkiyet hakkını
ortadan kaldırabilir.
Madde metninde, bedelin ödenip ödenmediği araştırılmaksızın, salt
tapudan idare adına tescil edilmesini yeterli görmesi, mülkiyet hakkının özüne
aykırı bir davranıştır. Aksi hal, Anayasa ile garanti altına alınan mülkiyet
hakkına aykırılık teşkil eder. Bu durum, sınırlamayı aşan, hakkın özünü
zedeleyen bir durumdur. Mülkiyet hakkına keyfi bir el koymadır.
D- AİHS EK - 1 Protokol 1. maddesine aykırılık;
Kamu özgürlükleri kavramına karşıt olarak, kişi özgürlükleri
kavramı içine yerleştirilen mülkiyet hakkı, temel haklardan biri sıfatıyla, pek
çok ulusal Anayasa'da ve Uluslararası İnsan Hakları Sözleşmesinde yer almış
bulunmaktadır.
Mülkiyet hakkı, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine sonradan, Ek-1
Protokol ile, dahil edilmiştir.
Kişinin, mal ve mülkünden yararlanma hakkı, mülkiyet hakkının
geleneksel temel unsurlarından birini oluşturur.
Ek-1 Protokol 1. maddesine göre, herkese mal ve mülkünün
dokunulmazlığına riayet edilmesi hakkını tanımakla, özü itibari ile, mülkiyet
hakkını güvence altına almaktadır.
Mülkiyet hakkı, hem 1 nolu protokolün 1. maddesi, hem de
sözleşmenin 6. maddesi koruması altındadır.
Hakkı çiğnenen kişi, ulusal bir organa
başvurma olanağından yoksun bırakılmış ise,13.
maddenin ihlaline de sebep olabilmektedir.
AİHM Sporrong ve Lönnroth - İsveç 1982, Ailen Jakobsen/İsveç 1989,
Petros Papamichaopoulas/Yunanistan, Erkner ve Hafouer/Avusturya 1987, Nastou -
Yunanistan 16163/02, Kutsal Manastırlar - Yunanistan, N.A ve diğerleri -
Türkiye başvurunu 37451/97, Akkuş/Türkiye arasındaki 09/07/1997 tarih 30 nolu,
Aka/Türkiye 24/04/1988 tarih, 49/50 Sayılı kararlarında mülkiyet hakkının
korunması ile kamu yararının korunması arasında, kurulması gereken dengenin,
bozulup bozulmadığına bakılmıştır.
Dengenin bozulması halinde, Ek -1 protokolün 1. Maddesinin ihlal
edildiği sonucuna ulaşılmıştır.
AİHM 4/07/2006 tarih, 73739/01 başvuru nolu Karaman ve Bezayıt /
Türkiye davasında (Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür) bedelin geç ödenmesini
bile Ek -1 protokol 1. maddesine aykırılık teşkil ettiğini belirtmiştir.
Bedelin hiç ödenmemesi öncelikli, olarak Ek - 1 protokol 1.
maddesine aykırıdır.
Ek - 1 protokol 1. maddesine göre, devlete sadece mevzuata saygı
göstermek ve öngörülebilir ve tutarlı bir şekilde uygulama görevi yüklemekle
kalmamakta, bunun yanı sıra, mülkiyet hakkının etkin şekilde kullanılmasını
sağlamak üzere, hukuki ve pratik koşullar, sağlama yükümlülüğü de mevcuttur.
Devlet bu yükümlülüğünü yerine getirecek yerde, bunun tam tersini
yaptığından, madde Ek - 1 protokol 1. maddesine aykırıdır.
Ek - 1 protokol 1. madde, herhangi bir kişinin, ancak kamu yararı
sebebiyle ve hukuk tarafından öngörülen koşullara uygun olarak, mal ve
mülkünden yoksun bırakılabileceğini öngörmektedir. Öngörülebilir olmadığı 2.
madde ile ilgili gerekçede açıklandığından, tekrardan kaçınmak adına, oraya
atıf yapmakla yetinilerek, geçici 7. madde ile getirilen hüküm öngörülebilir
olmadığı için, Ek - 1 protokol 1. maddeye aykırıdır.
E- AİHS 6. maddesine aykırılık;
AİHS 6. maddeye göre; herkes gerek medeni hak ve yükümlülükleri
ile ilgili nizalar, gerekse . tarafsız bir mahkeme tarafından, makul sürede,
hakkaniyete uygun ve açık olarak görülmesini isteme hakkı mevcuttur.
Kişisel haklar ibaresi, sadece devletin iç hukukuna dayanan
hükümler olarak yorumlanamaz.
Mahkemeler önünde açılmış ve görülmekte olan davalar için, özel
yasa çıkartılarak bu hakkın ellerinden alınması, sözleşmeyi imzalayan ve
hukukun üstünlüğü prensibine saygı göstermeyi taahhüt eden bir ülkeye,
yakışmayan bir davranıştır.
Hukukun üstünlüğü ve adil yargılanma hakkı, sözleşmenin 6.
maddesinde yer almaktadır.
Kişisel haklar, yükümlülükler alanında, taraflar arasında adil bir
denge anlamında, silahların eşitliği ilkesi geçerli bir şarttır.
Tarafların menfaatlerinin söz konusu olduğu davada, her iki
tarafta, diğer taraf karşısında, kendisini esaslı bir şekilde dez avantajlı bir
duruma sokmayacak şartlar altında, kendi iddiasını savunma imkanını vermesini
ima etmektedir.
Açılan davalarda, yargı organı tarafından sonuca bağlanmasını
etkilemek amacıyla, yasama organı tarafından, adalet dağıtımına herhangi bir
şekilde müdahale edilmesini önlemektir.
Devlet, bu madde ile, davanın sonuçlarını, kendi lehine
çevrilmesinde belirleyici tarzda müdahale etmiştir. Bu husus adil yargılama
hakkının ihlalidir.
AİHM 13427/87 başvuru nolu, Stron Greek Rafineries ve Stradıs
Andradis/Yunanistan davasında, 09/12/1994 tarihli kararında, bu müdahalenin
AİHS. 6. maddesine aykırılık teşkil ettiğine karar vermiştir.
AİHM Selin Aslı Öztürk - Türkiye davasında da mahkemeye başvuru
hakkının engellenmesini, AİHS 6. maddesinin ihlali anlamına geldiğini kabul
etmiştir.
AİHM 14/06/2011 tarih, 34993/05 başvuru nolu Şat - Türkiye
davasında da; kamulaştırma kararının tebliğ edilmemesi halinde dava açılmasının
beklenmesinin makul olmayacağı, bu halde kamulaştırma işlemi yapılmaksızın,
başvuranın taşınmazının kullanıldığını, bu durumun AİHS 6. maddeye aykırılık
teşkil ettiğini belirtmiştir.
Yukarıda açıklanan nedenlerle; bu madde hem Anayasa'ya hem de
AİHS'ne ve Ek - 1 protokol 1. maddesine aykırıdır.
YÜRÜLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİ:
Hukuk devletine aykırı olan temel hak ve özgürlükleri ölçüsüzce
sınırlandıran Anayasa'ya açıkça aykırı olan düzenlenmenin uygulanması halinde
sonradan giderilmesi olanaksız zararlara, ya da çok uzun uğraşılar
gerektirecek, yeni yargılamalara neden olacağı açıktır.
Anayasal düzenin en kısa sürede, hukuka aykırı kurallardan
arındırılması, hukuk devleti sayılmanın da bir gereğidir.
Anayasa'ya aykırılığının sürdürülmesinin, bir hukuk devletinde
sübjektif yararların üstünde, özenle korunması gereken, hukukun üstünlüğü
ilkesini de zedeleyecektir.
Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülen hükümlerin uygulanması
halinde, kamulaştırmasız el atma sebebi ile, tazminat talebinde bulunanların,
hak arama özgürlükleri ihlal edilecek, hukuksal ve ekonomik anlamda, davacılar
tarafından önceden öngöremeyecekleri büyük kayıplara sebebiyet verebilecektir.
Bu hükmün uygulanmasına devam edilmesi, telafisi imkansız zararlar
doğuracağından, bu zararların doğmasını önlemek amacıyla, bu maddenin iptali
istenirken, yürürlüğün durdurulması da istenmelidir.
."
2- E.2013/94 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir:
"...
6487 sayılı Bazı Kanunlar ile 375 sayılı Kanun Hükmünde
Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 22. maddesi ile 4.11.1983
tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa geçici madde 7 eklenmiştir.
Geçici madde 7 hükmü "Mülga 31.8.1956 tarihli ve 6830 sayılı
İstimlak Kanununun 16 ve 17. maddeleri ile 2942 sayılı Kanunun Mülga 16 ve 17.
maddeleri uyarınca mahkemelerce idare adına tescil kararı verilen
kamulaştırmalar da tebligatlar ve diğer kamulaştırma işlemleri tamamlanmış
sayılır. Bu kamulaştırma işlemleri sebep ile hiç bir hak ve alacak talebinde
bulunulamaz; kamulaştırma veya bedeline karsı itiraz davaları açılamaz; açılmış
ve devam eden davalar bu madde hükmü uygulanarak sonuçlandırılır"
Maddeyi irdelersek;
- 6830 Sayılı İstimlak Kanunu 16 ve 17 maddeleri,
- 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunu 16 ve 17 maddelerine göre
Kamulaştırılan taşınmazlar idare adına tescil edilmiş ise
kamulaştırmaya ilişkin tebligatlar usulsüz ve idare kamulaştırma bedelini
ödememiş ya da usulsüz kayyım tayını yapılarak dava sonuçlandırılmış olsa dahi
taşınmaz maliki mülkiyet hakkına dayalı olarak idareden hiç bir hak talebinde
bulunamayacaktır.
Gerçek ya da tüzel kişilerin mülkiyet hakkı Anayasal güvence
altında olup Anayasa'mızın 35. maddesinde temel haklar ve ödevlere ilişkin 2
bölümde düzenlenmiştir
Mülkiyet hakkında kısıtlama ancak kamu yararı amacı ve yasa ile
sınırlandırılabilir.
Yine mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.
Olaya Türk Medeni Kanunu açısından bakıldığında ise 683. maddede
yapılan düzenleme ile "Bir şeye malik olan kimse hukuk düzeninin sınırları
içerisinde o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta
bulunma yetkisine sahiptir." Bu maddenin doğal sonucu olarak kullanmama
şeklinde de tasarruf mümkündür.
Diğer taraftan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, İnsan Hakları ve
Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşmeye ek protokol (1) (Paris
20.3.1952)
Madde 1 : Mülkiyetin Korunması
"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına
saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse ancak kamu yararı sebebi
ile ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine
uyumlu olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.
Yukarıdaki hükümler devletlerin; mülkiyetin kamu yararına uygun
olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya
para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama
konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları
Demeci kabul edildikten sonra bu demeçteki bazı ilkelerin Avrupa Konseyine Üye
devletlerin ülkesinde kanun gibi uygulanmak amacı ile hazırlanmıştır, sözleşme
Avrupa Konseyine Üye Devletler tarafından Roma da 4.11.1950 tarihinde imza
edilmiştir.
Türkiye Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini 10.3.1954 tarih ve 6366
sayılı Kanun ile onaylayarak Türk Hukuk Düzeninde yürürlüğe konmuştur.
Ek protokolün 1. maddesinde mülkiyet hakkına müdahale için 3 koşul
öngörülmekte olup bunlar;
1- Müdahale kamu yararı amacına yönelik olmalıdır.
2- Müdahalenin yasa ile öngörülen koşullara ve uluslararası
hukukun genel ilkelerine uygun olmalıdır.
3- Mülkiyete yönelik müdahalede amaca ulaşmak için başvurulan
yöntem ile amacı arasında orantılılık-adil denge olmalıdır.
Yargılamaya konu olay irdelenecek olursa usulünce alınmayan kayyım
tayını kararı ve murisin ölüm tarihi itibarı ile kamulaştırma işleminin yasa
ile öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak
tamamlanmamış olması nedeni ile mülkiyet hakkı sahibi davacı/davacıların
açtıkları davaların reddi gerekmektedir.
Oysa 6487 sayılı Yasanın 21. maddesi ile 4.11.1983 tarihli ve 2942
sayılı Kamulaştırma Kanununun geçici 6. maddesi ile değiştirilmiştir.
Madde başlığı Kamulaştırmaksızın kamu hizmetine ayrılmış
taşınmazların bedel tespiti olarak değiştirilmiş olup;
GEÇİCİ MADDE 6 "Kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya
kamulaştırması hiç yapılmamış olmasına rağmen 9.10.1956 tarihi ile 4.11.1983
tarihi arasında fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir
ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazlara veya kaynaklara
kısmen ya da tamamen veyahut irtifak hakkı tesis edilmek sureti ile malikin
rızası olmaksızın fiili olarak el konulması sebebi ile mülkiyet hakkından doğan
talepler bedel talep edilmesi halinde bedel tespiti ve diğer işlemler bu madde
hükümlerine göre yapılır." denilerek tazminata hükmedilmesi için dört koşul
öngörülmektedir.
1- Kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış
2- Kamulaştırması hiç yapılmamış olması
3- 9.10.1956-4.11.1983 tarihleri arasında fiilen el atılmış olması
4- Malikin rızasının olmaması.
Usulsüz tebligat örneğin ölü kişiye tebligat yapılmış olması ya da
7201 sayılı Tebligat Kanunu hükümlerine uygun olmayan tebligat yapılmış olması
ya da hiç bir araştırma yapılmaksızın kayyım tayını yolu ile taraf teşkili
sağlanarak işlem yapılmış olması ya da hiç kamulaştırma bedeli ödenmemiş olması
halinde usulsüz gerçeklesen kamulaştırma işlemleri sonucunda tescil kararı
verilmiş olması nedeni ile taşınmaz maliki açısında dava açma hakkının elinden
alınmış olması kişinin mal varlığından karşılıksız yoksun bırakılması sonucunu
doğuracaktır ki kamu yararı ile malikin mülkiyet hakkından karşılıksız yoksun
bırakılması sonucunda idarenin erki ile gerçek kişi/tüzel kişinin haklarından
yoksunluğu arasında orantılılık-adil denge ilkesi bozulacaktır.
Diğer taraftan Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 2005/5-754 Esas,
2005/783 Karar sayılı ve 28.12.2005 tarihli kararının gerekçesi bakımından
(2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 25. maddesinde yer alan "Hakların
kullanılması ve borçların yerine getirilmesi bakımından kamulaştırma işlemi mal
sahibi için 13. madde uyarınca yapılan tebligat ile başlar"
Amir hükmü uyarınca davacılara kamulaştırma işleminin usulüne
uygun olarak tebliğ edilip edilmediğinin saptanması gerekir bu nedenle
öncelikle kamulaştırma işleminin gazete ile ilanen tebliğinden önce davacıların
adreslerinin Kamulaştırma Kanununun 7. maddesinde yazılı Tapu Vergi ve Nüfus
kayıtları üzerinden ve haricen Zabıta marifeti ile araştırılması zorunludur.
Yapılan araştırmalar sonucunda adresleri bulunamayan veya tebligat
yapılamayanlara 7201 sayılı Tebligat Kanununun 28. maddesi gereğince ilan yolu
ile tebligat yapılması icap eder. Tüm bu işlemler yapılıp tamamlandıktan sonra
tebligat geçerli hale gelir. 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 14. maddesi
uyarınca taşınmazın malik zilyet ve diğer ilgilileri tebligat gününden itibaren
30 gün içinde bedel arttırım davası açabilirler, bu 30 günlük süre hak düşürücü
süre olup mahkemece resen araştırılması gerekir. Mahkemece bu husus
araştırılmadan dava konusu taşınmazın Kamulaştırma Kanununun 17. maddesine göre
... Belediye Başkanlığı adına tapuya tesciline karar verildiği ve bu kararın
kesinleştiği gerekçesi ile davanın reddine karar verilmiştir, davacıların
adresleri Tapu, Vergi ve Nüfus Müdürlüklerinden sorulmadan ve haricen Zabıta
vasıtası ile araştırılmadan gazete ile ilan edilmiş ise yapılan tebligat
geçersiz olduğundan 25. madde uyarınca mal sahibi için henüz başlamış bir
kamulaştırma işlemi bulunmadığından davacıların bedel arttırım davası açma
hakları vardır bu nedenle 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 17. maddesi
uyarınca verilen tescil kararının kaldırılmasına gerek yoktur) şeklindeki
hukuki değerlendirmede gözetilmek gerekmektedir.
Geçici 7. maddesi Anayasamızın 35. maddesinin, Türk Medeni
Kanununun 683. maddesi ve AİHS'nin ek protokol 1. maddesinde temel hak olan
mülkiyet hakkının özüne dokunulmuş olup anılan yasa hükümleri ile
çelişmektedir.
Kamulaştırmasız el atma davaları idarenin, Kamulaştırma Yasasına
uygun şekilde taşınmazın kamulaştırma nedeni ile haksız fiilinden kaynaklanan
davalardır. Özel/tüzel kişi başka bir Özel/Tüzel kişinin mülkiyet hakkına
müdahale etse mallarını koruyacak davaları açabilecek iken haksız fiilin güçlü
konumda olan idarenin yasal süreci Yasalara uygun şeklide gerçekleştirmeden
Hukuki olmayan yolsuz tescili sağlamış olması karşısında zayıf konumda olan
Özel/Tüzel kişinin temel hakkı mülkiyet hakkından doğan haklarını güçlü idare
karşısında kullanamaması sonucuna yol açan geçici 7. maddenin Anayasaya ve
diğer mülkiyet hakkını düzenleyici Yasa ve sözleşme hükümlerine aykırı olması
ayrıca 6487 sayılı Yasa da temel haklardan olan mülkiyet hakkının özünü
ilgilendiren yasal değişiklikler yapılmış olup ilgili yasa ile kazanılmış
haklara etkili olacak biçimde hükümlerin devam eden davalara da uygulanacağı
hükmü yürürlük tarihi bakımından da Anayasa'ya ve ilgili yasalara ve
sözleşmelere aykırı olduğu nedeni ile iptali gerektiği düşünülmüştür.
...."
3- E.2013/105 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir:
".
Aykırılık İddiası ve Aykırılık İddiasının Değerlendirilmesi:
b) Esasa İlişkin Değerlendirme :
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 6487 sayılı Kanunun 21.
maddesi ile değiştirilen Geçici 6. maddesinin son hali ile birlikte;
kamulaştırmasız el atma hali varsa malikin direkt dava açması engellenmiş,
uzlaşma "dava şartı" haline getirilmiş böylece malik uzlaşma yoluna
başvurmak zorunda bırakılmıştır. Yasal düzenleme ile malik; gayrimenkulüne
haksız olarak el atan idare ile uzlaşma görüşmesi yapma zorunda bırakılmıştır.
Bu düzenleme Anayasa'nın 2. maddesindeki "hukuk devleti" ilkesine
aykırıdır. Bu noktada uzlaşma istemesi gereken malik değil, haksızlık yapan
idare olmalıdır. 6487 sayılı Yasanın 21. maddesi ile uzlaşma dava şartı haline
getirilerek Anayasa'nın 36. maddesindeki "hak arama hürriyeti"
engellenmiştir. Kamulaştırmasız el atma bir haksız, fiildir. Haksız fiili
işleyen özel gerçek ve tüzel kişi ise mağdurun uzlaşma zorunluluğu yoktur. Hal
böyle iken kamulaştırmasız el atmada olduğu gibi haksız fiili işleyen idare
olunca mağdur kişinin idare ile uzlaşma görüşmesi yapma zorunluluğu
getirilmiştir. Bu düzenleme, Anayasa'nın 10. maddesinde düzenlenen eşitlik
ilkesine de aykırıdır, iptali gerekir. Yine Yargıtay 5. Hukuk Dairesi'nin,
devletle uzlaşmak istemeyen kişinin uzlaşmaya zorlanamayacağı, direkt dava
açabileceği yönündeki içtihadı 21. madde ile devre dışı bırakılmıştır. Hukuk
devletinde yasama, yürütme, yargı arasında kuvvetler ayrımı ilkesi geçerlidir.
Bu ilkeye göre yasamanın yargıya süren davalarda müdahale etmemesi gerekir.
Yasal düzenleme ile yasamanın yargıya müdahalesi vardır, bu haliyle kuvvetler
ayrılığı prensibi çiğnenmiştir. Düzenleme Anayasa'nın 2. maddesindeki hukuk
devleti ilkesine aykırıdır. Malik uzlaşma görüşmesine gitmeden direkt olarak
dava açabilseydi faiz başlangıcı dava tarihi olacak ve uzlaşma ile süre
kaybetmeyecekti. Malik, uzlaşma başvurusu ile uzlaşmak istememesi halinde
açacağı dava tarihi arasındaki faizden mahrum bırakılmıştır. Malik aleyhine,
idare lehine menfaatler dengesi bozulmuştur.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 6487 sayılı Kanunun 21.
maddesi ile değiştirilen Geçici 6. maddesinin son hali ile birlikte; mülkiyet
hakkı 3 aylık dava süresi ile sınırlanmıştır. Mülkiyet hakkına getirilen bu
sınırlamanın hiçbir hukuki dayanağı bulunmamaktadır.
5999 sayılı Yasa ile getirilen geçici 6'ncı maddenin gerekçesinde;
"...Anayasada dayanağı bulunmayan ve haksız fiil olarak da nitelendirilen
kamulaştırmasız el koyma suretiyle, temel insan haklarından olan mülkiyet
hakkına müdahale edilmesi hâlinde, ilgili taşınmazın bedelinin Devletçe
malikine ödenmesinin gerektiği tartışmasızdır" ifadesi yer almaktadır.
Yargıtay içtihatlarında, doktrinde ve madde gerekçesinde de kabul edildiği
üzere kamulaştırmasız el atmalar "haksız fiil" niteliğinde bir
eylemdir. Haksız fiil, doktrinde hukuka aykırı olarak bir kimsenin şahsına veya
mal varlığına zarar vermek olarak tanımlanır. Haksız fiil borç kaynaklarından
birisi kabul edilmiş olup zararı veren tazminle sorumludur. Haksız fiile
muhatap olan kişinin, haksız fiile sebebiyet veren kişiden zararını isteme
imkânı hukukun genel prensiplerindendir.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 6487 sayılı Kanunun 21.
maddesi ile değiştirilen Geçici 6. maddesinin son hali ile birlikte; hak arama
özgürlüğü zorlaştırılmıştır. Hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri de
mahkemeye erişim hakkıdır. Mahkemeye erişim hakkı, hukuki bir uyuşmazlığın bu
konuda karar verme yetkisine sahip bir mahkeme önüne götürülmesi hakkını da
kapsar. Maddi hukukta herhangi bir değişiklik yapmaksızın maddi hukukun
ihlalinden kaynaklanan uyuşmazlıkların dava konusu yapılmasını yasaklayan
kural, hak arama özgürlüğünü ortadan kaldırıcı niteliktedir. Taşınmazına
kamulaştırmasız el atılan malikin sadece tazminat davası açabileceğini düzenleyen
kural, malikin el atmanın önlenmesi ve ecrimisil davası gibi mülkiyet hakkından
kaynaklanan davaları açmasını yasaklamakta, böylece hak arama özgürlüğünü bu
davalar yönünden ortadan kaldırmaktadır.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 6487 sayılı Kanunun 21.
maddesi ile değiştirilen Geçici 6. maddesinin son hali ile birlikte; Anayasa
Mahkemesi'nin daha önce vermiş olduğu iptal gerekçelerini görmezden gelinerek,
daha da kısıtlayıcı, kamulaştırmasız el atma davalarının hukuki niteliği ile
ilgisi olmayan sınırlayıcı bir yol izleyerek davaları sadece bedel tespiti
davası haline getirmiştir. Haksız fiil dolayısıyla açılacak olan davalar tipik
birer eda davası niteliğindedir. HMK 105. madde, eda davasını "eda davası
yoluyla mahkemeden, davalının, bir şeyi vermeye veya yapmaya yahut yapmamaya
mahkum edilmesi talep edilir." Şeklinde tanımlamıştır. Kaldı ki
kamulaştırmasız el atma davalarında, el atmanın önlenmesi veya tazminat ve ecri
misil talepleri türündedir. Sözkonusu madde değişikliği bu taleplerin sadece,
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 10. maddesinde gösterilen kamulaştırma
bedelinin tespiti ve idare adına tescili davacına dönüştürmüştür. Ayrıca
kamulaştırma kanunu kapsamındaki davalardan da tümüyle tespit davası olarak söz
etmek mümkün değildir. İdare adına verilen tescil kararları nedeniyle, bir
yönüyle inşai olarak kabul edilmektedir. Hâlbuki kamulaştırma bedelinin tespiti
davalarında davalının bir şeyi vermeye veya yapmaya zorlanması bulunmayıp,
maliki konusunda tereddüt bulunmayan taşınmazların mahkemelerce bedellerinin
tespiti niteliğindedir. Bu davâlarda mahkeme tarafından bedel tespiti yapılan
taşınmazların, bedelleri mahkeme tarafından verilen sürelerde malik adına depo
edilmediği takdirde, davanın reddi cihetine gidilmektedir. Fakat kamulaştırmasız
el atma nedeniyle açılan davalarda, idare her zaman kamulaştırmasız el atmayı
kabul etmediği gibi dava konusu taleplerin hangilerinin karşılanacağı ve hüküm
altına alınan ilamların ne şekilde icra edileceği tümüyle eda türündeki
davalara ilişkin konulardır.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 6487 sayılı Kanun'un 21.
maddesi ile değiştirilen Geçici 6. maddesinin son hali ile birlikte; (madde
metnin tümü de dikkate alındığında) açılan davalar sonucunda kesinleşen mahkeme
kararlarının, idarenin "bütçe imkânları" doğrultusunda herhangi bir
süreye bağlamayan taksitleri şeklinde ödenecek olması dahi, söz konusu
davaların, Kamulaştırma Kanunun 10. maddesinde gösterilen kamulaştırma
bedelinin tespiti ve idare adına tescili davalarıyla kıyaslanamayacak nitelikte
olduğunu gösterir niteliktedir.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 6487 sayılı Kanunun 21.
maddesi ile değiştirilen Geçici 6. maddesinin son hali ile birlikte;
kamulaştırmasız el atma davaları, tespit davası haline dönüştürüp, eda
davasında ortaya çıkan nispi vekâlet ücretlerinin maktu hale getirmiştir.
Açılan kamulaştırmasız el atma davalarında mahkeme ve icra harçları ile her
türlü vekalet ücretleri bedel tespiti davalarında öngörülen şekilde maktu
olarak belirlenir. Kamulaştırmasız el atma hali Borçlar Kanunu'nda yazılı
haksız fiilden kaynaklanan tazminat davası niteliğindedir, idarenin işlediği
bir "haksız fiil"in, diğer hukuk öznelerinin faili olduğu haksız fiil
türlerinden farklı değerlendirilmesi hukuk devletinde kabul edilemez, idareye tanınan
bu ayrıcalık, Anayasa'nın değiştirilmez maddeleri içinde yer alan Hukuk Devleti
ilkesi ve buna bağlı olarak oluşan "Kanuni İdare" ilkelerinin açık
ihlali olduğu gibi, demokratik devlet anlayışıyla da bağdaşmamaktadır. Öte
yandan, söz konusu düzenleme Anayasa'nın 48. maddesinde yer alan "Sözleşme
Hürriyeti"ni de sınırlamaktadır. Şöyle ki; Avukat ile takip edilecek dava
için, avukat ve iş sahibi arasında avukatlık ücretini belirleyen bir ücret
sözleşmesi akdedilir. Bu noktada, tarafların hali hazırda devam eden bu tür
ücret sözleşmelerinin söz konusu düzenleme ile kanun koyucu eliyle
değiştirilmesi sözleşme serbestisini ortadan kaldıran bir durumdur. Halen devam
etmekte olan davalarda, HMK gereğince davanın tarafı (asil) adına hükmedilen
vekalet ücretinin, davanın sonucunda hüküm altına alınmak üzere, şimdiden bir
kazanılmış hak olacağı açıktır. Nispi ücretin maktu hale getirilerek söz konusu
hakkın geçmişe etkili olarak sınırlanması ise halen devam eden bir özel hukuk
uyuşmazlığında taraflardan biri lehine devlet eliyle haksız kazanım yaratarak,
Anayasa'nın kanun önünde eşitlik ilkesinin ihlali anlamına gelecektir. Özel
gerçek veya tüzel kişi haksız fiil işlerse ona yüklenecek vekalet ücreti nisbi
ve dolayısıyla yüksek olacakken haksız fiili işleyenin idare olması halinde
idareye yükletilecek vekalet ücreti maktu yani düşük olacaktır. Kamulaştırmasız
el atma davaları 10. maddedeki bedel tespit davasına benzetilmeye
çalışılmıştır. Halbuki bedel tespit davasında idarenin haksız bir fiili
olmadığı gibi taşınmazın bedelinin mahkeme kararı ile belirlenmesi yasal
zorunluluk ve malik yararınadır. Dolayısıyla idarenin tespit davasında vekalet
ücretini maktu olarak ödemesi makuldür. Haksız fiili sebebiyle açılacak
kamulaştırmasız el atma davasında ise haksız fiil işleyen idarenin nisbi
vekalet ücretine katlanması gerekir. İdare hem malikin taşınmazına haksız
olarak el atmış olması hem de yasal düzenleme ile lehine kazanımlar elde etmesi
"kimse kusurundan yararlanamaz" evrensel hukuk kuralına aykırıdır. Bu
da hukuk, devletine ve menfaatler dengesine aykırıdır. Özel gerçek veya tüzel
kişisinin devlete, hazineye ait taşınmazı işgal etmesi halinde hazinenin
açacağı ecrimisil davasında devlet lehine maktu, değil nisbi vekalet ücreti
hükmedilmektedir. Devlet lehine pozitif ayrımcılık yapılarak davalı idareler
aleyhine verilen avukatlık ücretleri maktu hale getirilmesi şekildeki bir
ayırımcılık Anayasanın "hukuk devleti ve eşitlik ilkesine" aykırıdır.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 6487 sayılı Kanunun 21.
maddesi ile değiştirilen Geçici 6. maddesinin son hali ile birlikte; 09.10.1956
ile4.11.1983tarihleri arası
idarenin kamulaştırma olmadan fiilen el koyması halinde mahkemece belirlenen
bedelin tahsili sebebiyle idarenin mal, hak ve alacakları haczedilemeyecektir.
Mahkemelerin verdiği ilam hükmü, idare tarafından yerine getirilmesi
zorlaştırmaktadır. Bu durum Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesine
aykırı olup, yine Kanuni İdare ilkesi çiğnenmiştir. Düzenleme ile alacaklının
alacağına kavuşması engellenirken idarelerin ödemelerini yapmaktaki
keyfiliğinin de önü açılmaktadır. Mezkur düzenleme "hukuk
devleti"inde kabul edilemez.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 6487 sayılı Kanunun 21. maddesi
ile değiştirilen Geçici 6. maddesinin son hali ile birlikte; İdarelerin
hukuksuz işlem ve eylemlerinin önü, süresi belirsiz bir şekilde açılmıştır. Bu
husus Anayasanın 46. maddesine aykırıdır. Buna göre Kamulaştırma bedeli ile
kesin hükme bağlanan artırım bedeli nakden ve peşin olarak malike ödenmelidir.
Taksitle ödeme imkanı ancak "tarım reformunun uygulanması, büyük enerji ve
sulama projeleri ile iskan projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni ormanların
yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla" yapılacak
kamulaştırmalarda vardır. 21. madde ise Anayasayı aşarak büyük enerji, sulama
projeleri gibi ayrım getirmeden her türlü kamulaştırmasız el atmalarda taksitli
ödemeyi getirmiştir. Kaldı ki, Anayasanın 46. maddesinde usulüne uygun kamulaştırmalarda
taksitle ödeme yapılabilmektedir. Kamulaştırmasız el atma adı üzerinde hukuksuz
bir idari işlem olup malik taksitle ödemeye zorlanamaz, taksitle ödeme ancak
malikin rızasına bağlı olmalıdır.
Diğer taraftan 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 6487 sayılı
Kanunun 21. maddesi ile değiştirilen Geçici 6. maddesinin son hali ile
birlikte; kamu alacaklarına uygulanacak yıllık faizin %23,4 olduğu, yasal
faizin ise yıllık % 9 olduğu düşünüldüğünde, herhangi bir süre sınırlaması
bulunmayan taksitler için büyük hak kayıpları olacağı şüphe götürmez bir
gerçektir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin birçok kararında, mahkemenin,
kamulaştırma tarihi ile bedelin ödendiği zaman arasındaki farkın, kısmen kanuni
prosedürün uzunluğundan kaynaklandığına hükmetmiştir. Bu nedenle, eski malikin
arazisini kaybetmesiyle uğradığı zarar ikiye katlanmış; ferdin katlandığı
fedakârlık ile toplum menfaati arasında bulunması gereken adil denge
bozulmuştur yargısına varılmıştır. Bu kanunun uygulanmasından kaynaklanan en
önemli sorunların başında taksit ödemelerindeki belirsizlik olacaktır. Çünkü
kesinleşmiş mahkeme kararına dayanarak, kendisine ödeme emri tebliğ edilmesine
rağmen, idarenin mağduriyetine çözüm getirecek herhangi bir ödeme yapmaması,
mülkiyet hakkına keyfi müdahale teşkil eder ve kanunilik ilkesine aykırı olur.
2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun 6487 sayılı Kanunun 21.
maddesi ile değiştirilen Geçici 6. maddesinin son hali ile birlikte; 4.11.1983
sonrası kamulaştırmasız el atmalarda da "taksitle ödeme, haciz yasağı,
vekalet ücretinin maktu olarak belirlenmesi" düzenlemesi getirilmiştir. Bu
düzenlemenin devam eden yani kesinleşmeyen derdest davalarda da geçerli olacağı
yasaya konmuştur. 4.11.1983 tarihinden sonraki kamulaştırmasız el atma halinde
de "taksitle ödeme, haciz yasağı, vekâlet ücretinin maktu olarak belirlenmesi"
düzenlemesi hukuka aykırı olarak getirilmiştir. Bu düzenleme "kanunların
geriye yürümezliği ilkesine ve hukuki güvenirliği ilkelerine" aykırı
olarak devam eden yani kesinleşmeyen derdest davalarda da geçerli kılınmıştır.
Hukuki güvenlik ilkesi, temel haklarda korunan ortak bir değerdir. Bu ilke,
hukuk devleti ilkesinin olmazsa olmaz koşuludur ve Anayasa'nın bütününe egemen
olan temel bir ilke görünümündedir. Hukuk devleti ilkesi, en kısa tanımıyla;
"vatandaşların hukuki güvenlik içinde bulundukları, devletin eylem ve
işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu bir sistemi anlatır." Hukuk
devleti hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm işlem ve
eylemlerindedevletegüven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde
bu güven duygusunuzedeleyiciyöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Hukuk
devleti ilkesi, bünyesinde birçok alt ilke içeren genel bir ilke olduğundan
diğer bazı ilkelerle birlikte ele alındığında kavranması kolaylaşacaktır.
Anayasa Mahkemesi birçok kararında "hukuki güvenlik ilkesi"nin hukuk
devletinin unsurlarından biri olduğunu kabul etmiştir. Anayasa Mahkemesi'nin
08.10.2003 tarih, 2003/67 E., 2003/88 K. sayılı kararında "Anayasa'nın 2.
maddesinde, Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, insan
haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve
işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini gerçekleştiren, Anayasa'ya aykırı
durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, yargı
denetimine açık, yasaların üstünde Anayasa'nın ve yasakoyucunun da bozamayacağı
temel hukuk ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu bağlamda, hukuk
devletinde yasakoyucu, yasaların yalnız Anayasa'ya değil, evrensel hukuk
ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür." İfadelerine yer
verdikten sonra yasa değişikliklerinde "hukuk güvenliğini sarsmayacak
biçimde makûl ve ölçülü bir geçiş süreci" öngörülmesi gerekliliğine vurgu
yapmıştır. Fakat söz konusu yasa değişikliği (6487 sayılı Yasanın 21. maddesi)
hem yasa maddelerinin geriye yürümezliği hem de hukuki güvenilirliği ilkelerini
hiçe sayarak, maddenin kesinleşmemiş tüm derdest davalara da uygulanacağı
hükmünü getirmiştir ilke olarak, herhangi bir yasa veya düzenleyici kural,
hukuksal sonuçlarını yürürlüğe girdiği tarihten sonrası için doğurmaya başlar.
Bunun doğal sonucu da, yasaların yürürlüğe girmelerinden önceki olayları
etkilememeleri, yani, geçmişe etkili olmamalarıdır. Yasaları uygulama durumunda
bulunanlar, başta mahkemeler olmak üzere, onları geriye yürür sonuçlar
doğuracak yolda yorumlamamakla yükümlüdürler. Hukuk güvenliği bunu gerektirir.
Kanun koyucu bu kaidenin aksine düzenleme yapabilir. Ancak, Yasama Organının bu
yetkisi, Anayasal esaslar ile sınırlandırılmış bulunmaktadır. Bu sınırlardan
bir tanesi de, kazanılmış hakların saklı tutulmasıdır. Bu, açıklandığı üzere
Hukuk Devleti olmanın zorunlu bir gereğidir. Tamamlanmış hukuki durumların yeni
yasa veya düzenleyici kuraldan etkilenmemesi, kazanılmış hakların saklı
tutulması gereğinden kaynaklanan bir sonuçtur. Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası'nın 2. maddesi hükmüne göre, Türkiye Cumhuriyeti Sosyal bir hukuk
devletidir. Kazanılmış hak kavramı her ne kadar açık bir biçimde Anayasada
düzenlenmemiş ise de, bunun hukuk devleti kavramının temel taşlarından biri
olduğu ve Anayasa'nın bünyesinde mündemiç bulunduğu, Türk Kamu Hukukunda,
öğretide ve yargısal kararlarda benimsenmektedir. Söz konusu düzenleme ile
Hukuk devletinde olması gereken "hukuki güvenlik ilkesi" yerle bir
edilmiş, davaların açılması zamanındaki kurallar hak sahipleri aleyhine
değiştirilmiştir.
Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına
saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli
bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve
tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve
hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık,
kanunların üstünde Anayasa ve kanun koyucunun da bozamayacağı temel hukuk
ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir.
Anayasa'nın 2. maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında
sayılan hukuk devleti, faaliyetlerinde hukuk kurallarına bağlı olan,
vatandaşlarına hukuki güvenlik sağlayan devlet demektir. Vatandaşlarına hukuki
güvenlik sağlaması gereken hukuk devleti ilkesinin gereklerinden birisi devlet
faaliyetlerinin belirli olmasıdır. Yani, devlet faaliyetlerinin idare
edilenlerce önceden belli ölçüde görülebilir olması gerekmektedir. Devlet
faaliyetlerinin belirli olmasının yasama organını bağlayan yönleri ise;
'kanunların geriye yürümezliği', 'kazanılmış haklara saygı' ilkesidir. Yasal
düzenleme bu ilkeleri açıkça ihlal niteliğindedir.
Hukuk devletinde vatandaşlar "hukuki güvenlik" içinde
yaşarlar. Bunun için ise, hangi kurallara tabi olduklarını önceden bilmeleri ve
davranışlarını ona göre ayarlamaları gerekir. Hukuk devleti ilkesi hukuk
kurallarının belirliliği ilkesini gerektirir. Kanunlar Resmi Gazete'de
yayımlanır. Bu şartı taşımayan bir kanun ilgililere uygulanmaz
"muhataplarına yükümlülük getiren kanunlar" ile "mevcut olan
hakları kaldıran kanunlar" geriye yürümez. 6487 sayılı Yasanın 21.
maddesinde yazılı "uzlaşmanın dava şartı olması, haciz yasağı, mahkeme ve
icra vekalet ücretlerinin nisbi yerine maktu belirlenmesi"
"kamulaştırma bedelinin peşin ve nakit ödenmesi yerine taksitle
ödenmesi" "idare adına tescil edilen taşınmazlar sebebiyle hiçbir hak
ve alacak talep edilememesi," "bu hükmün geriye dönük açılmış
davalarda uygulanması" gibi hükümler mevcut olan hakları ortadan
kaldıracak ve "muhataplarına yükümlülük getiren" niteliktedir bu
nedenle yasa hükmü geriye dönük uygulanamaz. Kişilere hukuk güvenliğinin
sağlanması, Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devletinin ön
koşullarındandır. Hukuk devleti, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını,
bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de
yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını
gerektirir. Hukuk güvenliğinin sağlanması, bu doğrultuda yasaların geleceğe
yönelik öngörülebilir belirlemeler yapılabilmesine olanak verecek kurallar
içermesini gerekli kılar. Geriye dönük düzenlemelerle kişilerin haklarının,
hukuki istikrar ve güvenlik ilkesi gözetilmeden kısıtlanması hukuk devleti
ilkesiyle bağdaşmaz.
"Yasaların geriye yürümezliği ilkesi" uyarınca yasalar,
kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış hakların korunması, mali
haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar dışında ilke olarak yürürlük
tarihlerinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılırlar.
Yürürlüğe giren yasaların geçmişe ve kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara
etkili olmaması hukukun genel ilkelerindendir. Hukuk devletinin hukuk güvenliği
ilkesi belirliliği de gerektirir. Belirlilik ilkesi, yükümlülüğün hem kişiler
hem de idare yönünden belli ve kesin olmasını, yasa kuralının, ilgili kişilerin
mevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini
makul bir düzeyde öngörmelerini mümkün kılacak şekilde düzenlenmesini gerekli
kılar. Yasa, hukuk güvenliğini zedelemiştir. İtiraz konusu 6487 sayılı Yasanın
21. maddesi ile devam eden davalar için yasayla geriye dönük olarak açık bir
müdahale yapılmıştır. Bu nedenle Anayasanın 2. maddesindeki hukuk devleti
ilkesi zedelenmiştir.
Bu açıklamalar doğrultusunda Anayasaya aykırı olduğu düşünülen
hükmün iptali için Anayasa'nın 152. maddesi gereğince başvuru yoluna
gidilmiştir.
Anayasa'ya aykırılık hususu ciddi görüldüğünden ve mahkememizde bu
konuda kanaat hasıl olduğundan gerekçesi, gerekçesi yukarıda açıklandığı üzere;
a) 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun Geçici 6. maddesinin 1.
Fıkrasının son cümlesinde yer alan"Bu maddeye göre yapılacak işlemlerde
öncelikle uzlaşma usulünün uygulanması dava şartıdır."hükmünün,
Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan "Hukuk Devleti" ilkesine, 10.
maddesinde yer alan "Eşitlik" ilkesine, 36. maddesinde yer alan
"Hak Arama Hürriyeti" ilkesine, 40. maddesinde yer alan "Temel
hak ve hürriyetlerin korunması" hükmüne, aykırı olduğu düşünüldüğünden,
b) 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun Geçici 6. maddesinin 5.
Fıkrasında yer alan"Uzlaşılan bedel, bütçe imkanları dahilinde sonraki
yıllara sari olacak şekilde taksitli olarak da ödenebilir. Taksitli ödeme
süresince, 4/12/1984 tarihli ve 3095 sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine
ilişkin Kanuna göre ayrıca kanuni faiz ödenir."hükmünün, Anayasa'nın 13.
maddesinde yer alan "Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması"
hükmüne, 35. maddesinde yer alan "Mülkiyet Hakkı" ilkesine, 46.
maddesinde yer alan "Kamulaştırma" ilkelerine aykırı olduğu
düşünüldüğünden,
c) 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun Geçici 6. maddesinin 6.
fıkrasının ilk cümlesinde yer alan"...3 ay içinde..."ibaresinin
Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan "Temel hak ve hürriyetlerin
sınırlanması" hükmüne, 35. maddesinde yer alan "Mülkiyet Hakkı"
ilkesine, 36. maddesinde yer alan "Hak Arama Hürriyeti" ilkesine, 40.
maddesinde yer alan "Temel hak ve hürriyetlerin korunması" hükmüne
aykırı olduğu düşünüldüğünden,
ç) 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun Geçici 6. maddesinin 7.
fıkrasında yeryer alan"Bu madde kapsamında açılan davalarda mahkeme ve
icra harçları ile her türlüvekalet ücretleri bedel tespiti davalarında
öngörülen şekilde maktu olarak belirlenir."hükmünün Anayasa'nın 2.
maddesinde yer alan "Hukuk Devleti" ilkesine, 10. maddesinde yer alan
"Eşitlik" ilkesine, 36. maddesinde yer alan "Hak Arama
Hürriyeti" ilkesine, 48. maddesinde düzenlenen "Sözleşme Hürriyeti"
ilkesine aykırı olduğu düşünüldüğünden,
d) 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun Geçici 6. maddesinin 8.
Fıkrasının 2, 3, ve 4. cümlelerinde yer alan"...Kesinleşen alacakların
toplam tutarının ayrılan ödeneğin toplam tutarını aşması halinde, ödemeler,
sonraki yıllara sari olacak şekilde, garameten ve taksitlerle gerçekleştirilir.
Taksitlendirmede, bütçe imkanları ile alacakların tutarları dikkate alınır.
Taksitli ödeme süresince, 3095 sayılı Kanuna göre ayrıca kanuni faiz
ödenir..."hükmünün Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan "Temel hak ve
hürriyetlerin sınırlanması" hükmüne, 35. maddesinde yer alan
"Mülkiyet Hakkı" ilkesine, 46. maddesinde yer alan
"Kamulaştırma" ilkelerine aykırı olduğu düşünüldüğünden,
e) 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun Geçici 6. maddesinin 11.
Fıkrasında yer alan"Bu madde uyarınca ödenecek olan bedelin tahsili
sebebiyle idarelerin mal, hak ve alacakları haczedilemez." hükmünün
Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan "Hukuk Devleti" ilkesine, 36.
maddesinde yer alan "Hak Arama Hürriyeti" ilkesine, 46. maddesinde
yer alan "Kamulaştırma" ilkelerine aykırı olduğu düşünüldüğünden,
f) 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun Geçici 6. maddesinin 13.
(son) Fıkrasında yer alan"4/11/1983 tarihinden bu fıkranın yürürlüğe
girdiği tarihe kadar kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya kamulaştırması
hiç yapılmamış olmasına rağmen fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına
ilişkin bir ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazların idare
tarafından kamulaştırılması halinde kamulaştırma bedeli ve mahkemelerce malikleri
lehine hükmedilen tazminat ile bu davalara ilişkin mahkeme ve icra vekalet
ücretleri de, idarelerce bu maddenin sekizinci fıkrasına göre bütçelerden
ayrılacak paydan ve aynı fıkrada belirtilen usule göre ödenir ve işlem yapılır.
Bu alacaklar için de bu maddenin on birinci fıkrası, bu fıkra kapsamında kalan
taşınmazlar hakkında açılan her türlü davalarda ise yedinci fıkra hükümleri
uygulanır. Bu fıkra hükmü, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında
açılan ve kesinleşmeyen davalarda da uygulanır."hükmünün, Anayasa'nın 2.
maddesinde yer alan "Hukuk Devleti" ilkesine, 35. maddesinde yer alan
"Mülkiyet Hakkı" ilkesine, 36. maddesinde yer alan "Hak Arama
Hürriyeti" ilkesine, 40. maddesinde yer alan "Temel hak ve hürriyetlerin
korunması" hükmüne, 46. maddesinde yer alan "Kamulaştırma"
ilkelerine aykırı olduğu düşünüldüğünden,
2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 152/. maddesi
gereğince 6487 Yasa'nın 21. maddesi ile değiştirilen 2942 sayılı Kamulaştırma
Kanunu'nun Geçici 6. maddesinin T.C. Anayasası'nın 2, 10, 13, 35, 36, 40, 46,
48. maddelerine aykırı olması sebebiyle somut norm denetimine tabi tutulmasını
arz ederim."
4- E.2013/112 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir:
"...
6487 sayılı Yasanın kamulaştırma ile ilgili davamızı esastan
etkileyen ve yürürlüğü halinde varlığına son veren geçici 6. maddesinin 12.
fıkrası ile 10. fıkrası aşağıdaki gibidir;
Yasanın 21. maddesi ile getirilen Geçici 6. maddenin 10. fıkrası
aşağıdaki gibidir;
Fıkra 10)"Vuku bulduğu tarih itibarı ile bu maddenin
kapsamında olan kamulaştırmasız el koymadan dolayı bu maddenin yürürlüğe
girmesinden önce tazmin talebiyle dava açmış olanlar; bu madde hükümlerine göre
uzlaşma yoluna gitmeyi isteyip istemediklerini bu maddenin yürürlüğe
girmesinden itibaren üç ay içinde idareye ve mahkemeye verecekleri dilekçeler
ile bildirebilirler. Uzlaşma talebi üzerine, uzlaşma görüşmelerinin neticesine
kadar dava bekletilir; uzlaşılamaması hâlinde, uzlaşmazlık tutanağının
mahkemeye sunulmasından sonra davaya devam edilir. Uygulama imar planlarında
umumi hizmetlere ve resmî kurumlara ayrılmak suretiyle veya ilgili kanunların
uygulamasıyla tasarrufu kısıtlanan taşınmazlar hakkında, 3/5/1985 tarihli ve
3194 sayılı İmar Kanununda öngörülen idari başvuru ve işlemler tamamlandıktan
sonra idari yargıda dava açılabilir. Bu madde hükümleri karara bağlanmamış veya
kararı kesinleşmemiş tüm davalara uygulanır. Kararı kesinleşen davalara ise, bu
maddenin yalnızca sekizinci fıkra hükümleri uygulanır."
Fıkra 12)"24/2/1984 tarihli ve 2981 sayılı Kanun hükümlerine
göre yapılan imar uygulamalarından doğan ve ipotekle teminat altına alınanlar
da dahil olmak üzere her türlü alacak ve bedeller, borçlu idarelerce, ipotek
veya uygulama tarihinden itibaren 3095 sayılı Kanunda belirtilen kanuni faiz
oranı uygulanmak suretiyle güncellenerek ilgililerine ödenir. Bu hüküm devam
eden davalarda da uygulanır. Bu fıkra uyarınca yapılacak ödemeler hakkında da
bu madde hükümleri uygulanır."
11.06.2013 tarih ve 6487 sayılı Kanunun 21. maddesi ile
değiştirilen 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun Geçici 6. maddesine eklenen 12.
fıkra yürürlüğe girmeden önce; 2981 Sayılı Kanun uygulamasından mağdur olan hak
sahipleri, işbu davada olduğu gibi 3194 Sayılı İmar Kanununun 17. maddesi son
fıkrası uyarınca 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunu hükümlerine göre bedel artırım
davası açabilmekte, Mahkemece ilgiliye daha önceden bedel ödenmiş ise son ödeme
tarihi itibariyle taşınmazın değerini tespit edilmekte, bu durumda bedel alan
hak sahipleri için sembolik miktarda artırım bedelleri çıkmakta uygulama bedeli
ödenmiş ise idareye hiçbir mali ek külfet yüklenmemekte idi. Hak sahibi
kamulaştırma bedelini hiç almamış ise; Kamulaştırma Kanunu gereği müracaat
tarihi (dava) itibariyle taşınmazın değeri tespit edilmekte, taşınmazın bedele
dönüşen alanı için idarece takdir edilen bedel artırılarak ve hak sahibine
ödenmesine karar verilmekte idi.
6487 Sayılı Kanun ile getirilen yeni düzenlemede ise; bedele
dönüştürülen taşınmazın değeri ve değerleme tarihine hiç değinilmeksizin 2981
Sayılı Kanun'dan kaynaklanan her türlü bedel ve alacak uygulama tarihinden
başlayarak yasal faiziyle ödenir hükmü getirilmiştir. Bu düzenlemeyle mülkiyet
hakkından doğan (bedel artırım) dava adeta bir alacak davasına dönüştürülmüş,
alacak borç ilişkisine dönüştürülürken de denkleştirici adalet ilkesi dahi göz
ardı edilmiştir.
Mahkememizde görülmekte olan bu davada; davacıların murisine ait
93 m2alanın 1991 yılında bedele dönüştürüldüğü ve 1.395.000 YTL
(Yeni: 1,39TL) bedel takdir edildiği, bu bedelin davacıların murisine ya da
davacılara ödenmediği tespit edilerek mahkememizce mahallinde taşınmaz başında
yapılan keşif akabinde düzenlenen 08.05.2013 tarihli bilirkişi heyet raporunda
(yeni yasanın yürürlüğünden 1 ay önce) taşınmazın dava tarihi itibariyle toplam
değerinin 125.550,00TL olarak tespit edildiği görülmüştür.
6487 Sayılı Kanun ile yapılan değişiklik sonucu ise; 1.395.000 YTL
(Yeni: 1,39TL) bedelin davalı idare tarafından davacılara 1991 yılından
itibaren yasal faiziyle ödenmesine karar verilmesi gerekmektedir ki bu miktar
da 9,00TL'yi geçmeyecektir.
1- Yasanın 21. maddesi ile getirilen Geçici 6. maddenin 10. FIKRASININ
ANAYASAYA AYKIRILIĞI YÖNÜNDEN ;
A- "Bu madde hükümleri karara bağlanmamış veya kararı
kesinleşmemiş tüm davalara uygulanır." olan 4. cümlesi Anayasanın HUKUK
DEVLETİ İLKESİ OLAN 2. MADDESİNE AYKIRIDIR.
Anayasanın 2. maddesi "Hukuk Devleti ve Hukuk Güvenliği"
ilkelerini düzenlemektedir.
Anayasa Mahkemesinin 22/12/2011 tarihli 2010/7 Esas, 2011/172
Karar Sayılı Kararında; Anayasanın 2. maddesi gereği Hukuk Devleti ve Hukuk
Güvenliği ilkeleri açıkça tanımlanmıştır, şöyle ki;
"Kişilere hukuk güvenliğinin sağlanması, Anayasanın 2.
maddesinde belirtilen hukuk devletinin ön koşullarındandır. Hukuk devleti,
hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde
devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven
duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Hukuk güvenliğinin
sağlanması, bu doğrultuda yasaların geleceğe yönelik öngörülebilir belirlemeler
yapılabilmesine olanak verecek kurallar içermesini gerekli kılar. Geriye dönük
düzenlemelerle kişilerin haklarının, hukuki istikrar ve güvenlik ilkesi
gözetilmeden kısıtlanması hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz. Hukuk devletinin
gereği olan hukuk güvenliğini sağlama yükümlülüğü, kural olarak yasaların
geriye yürütülmemesini gerekli kılar. "Yasaların geriye yürümezliği
ilkesi" uyarınca yasalar, kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği,
kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı
durumlar dışında ilke olarak yürürlük tarihlerinden sonraki olay, işlem ve
eylemlere uygulanmak üzere çıkarılırlar. Yürürlüğe giren yasaların geçmişe ve
kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel
ilkelerindendir. Öte yandan, hukuk devletinin hukuk güvenliği ilkesi
belirliliği de gerektirir. Belirlilik ilkesi, yükümlülüğün hem kişiler hem de
idare yönünden belli ve kesin olmasını, yasa kuralının, ilgili kişilerin mevcut
şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir
düzeyde öngörmelerini mümkün kılacak şekilde düzenlenmesini gerekli
kılar." (Anayasa Mahkemesinin 22/12/2011 Tarih, 2010/7 E., 2011/172K.)
Bu fıkranın bu cümlesi ile yürürlükte olan davalar da
düzenlenmiştir. Hukuka güven ilkesi kaynağını yukarıda izah edildiği üzere
Hukuk Devleti İlkesinden alır. Yürürlükteki mevzuata güvenerek dava açmış
kişiler bu cümle ile kazanabileceği davayı kaybetme veya zaman kaybetme
durumuyla karşı karşıya kalacakları açıktır. Yargıtayda dahi olan davalara
fıkrayı uygulayıp davaların idare mahkemesinde yeniden görülmesinin bir faydası
yoktur. Çünkü bu konuda yıllar boyu ihtisaslaşmış mahkemeler adliye mahkemeleri
olup idare mahkemelerince oluşmuş ya da oluşturulmuş içtihat dahi
bulunmamaktadır.
İşbu iptale konu 6487 S.K. ile değişik 2942 S.K. Geçici 6. md. 10.
fıkrası ilgili hükmü hukuk devleti ve hukuk güvenliği ilkelerini açıkça ihlal
etmektedir. Zira geçmişte yapılmış ve tamamlanmış hukuki işlemlere yönelik
olarak kamu yararı ve birey haklarını korumaya yönelik değil tam aksine bireyin
temel haklarını yok eder bir şekilde geçmişe yürütülmektedir. Hal böyle olunca
cümle hukuka güven ilkesi dolayısıyla Hukuk Devleti İlkesi ile bağdaşmaz, bu
nedenle maddenin bu cümlesinin iptali gereklidir.
B- "Bu madde hükümleri karara
bağlanmamış veya kararı kesinleşmemiş tüm davalara uygulanır." olan 4.
cümlesi ANAYASANIN 10. MADDESİNDE İFADE EDİLEN "KANUN ÖNÜNDE EŞİTLİK"
İLKESİNE DE AÇIKÇA AYKIRIDIR.
Şöyle ki, aynı tarihte dava açan iki ayrı 2981 S.K. mağdurunun
açtığı davalar işbu yasa yürürlüğe girinceye kadar aynı usul ve esas
hükümlerine göre yürütülmüş iken, birisi yasanın yürürlüğe girdiği tarihte
kesinleşirken diğeri hak sahibinin elinde olmayan ve yargılamada ki
gecikmelerden dolayı henüz kesinleşmemişse, dava tarihi itibariyle eşit statü
ve hukuki düzende bulunan mağdurlar arasında ki bu eşitlik davası kesinleşmeyen
aleyhine açıkça bozulmakta ve Kanun önünde eşitsizlik ortaya çıkmaktadır. Hal böyle
olunca cümle hukuka güven ilkesi dolayısıyla Kanun Önünde Eşitlik İlkesi ile
bağdaşmaz, bu nedenle maddenin bu cümlesinin iptali gereklidir.
C- "Bu madde hükümleri karara
bağlanmamış veya kararı kesinleşmemiş tüm davalara uygulanır." olan 4.
cümlesi, ANAYASANIN 36. MADDESİNDE İFADE EDİLEN "ADİL YARGILANMA
HAKKI" İLKESİNE DE AÇIKÇA AYKIRIDIR.
Açık olan bir gerçektir ki; 5999 S.K. ve devam eden süreç tamamen
1956 ve 1983 yılları arasında ki idarenin hukuksuz el atmaları ile ilgili 2010
yılından itibaren süregelen bir hukuki süreçtir. 2981 S.K. ile yapılan
uygulamalarla da hiçbir ilgi ve bağı yoktur.
Devam eden bir davada, davanın taraflarından birinin, davanın
sonucunu etkileyecek bir yasal düzenlemenin bizzat hazırlanışında yer alması
açıkça Anayasanın 36. maddedeki adil yargılanma hakkının ihlalidir. Bu eylemi
yapanın idare olması bu gerçeği değiştirmez bilakis bireyin en çok idareye
karşı yargısal ve hukuki korumaya ihtiyacı vardır. Hal böyle olunca cümle Adil
Yargılanma Hakkı" ilkesi ile bağdaşmaz, bu nedenle maddenin bu cümlesinin
iptali gereklidir.
2- Yasanın 21. maddesi ile getirilen Geçici 6. maddenin 12.
FIKRASININ İLK CÜMLESİ OLAN"24/2/1984 tarihli ve 2981 sayılı Kanun
hükümlerine göre yapılan imar uygulamalarından doğan ve ipotekle teminat altına
alınanlar da dahil olmak üzere her türlü alacak ve bedeller, borçlu idarelerce,
ipotek veya uygulama tarihinden itibaren 3095 sayılı Kanunda belirtilen kanuni
faiz oranı uygulanmak suretiyle güncellenerek ilgililerine ödenir."CÜMLESİNİN
ANAYASAYA AYKIRILIĞI YÖNÜNDEN;
A- Bu cümle ANAYASANIN 35. MADDESİNDE
DÜZENLENEN MÜLKİYET HAKKINA AYKIRIDIR.
Mülkiyet hakkı, Anayasanın 35. maddesinde bir temel hak olarak
güvence altına alınmış ve bu hakka ancak kamu yararı nedeniyle ve kanunla
sınırlama getirilebileceği belirtilmiştir. Kamulaştırmanın nasıl ve hangi
ilkelere göre yapılacağı Anayasanın 46. maddesinde ayrıntılı olarak
düzenlenmiştir.
2981 Sayılı Kanun gereğince yapılan uygulamalar neticesi bedele
dönüştürülen taşınmazlar, uygulama tarihi itibariyle 2942 Sayılı Kamulaştırma
Kanunu Hükümleri uygulanmak suretiyle düzenlenen idari işlemlerdir. 2981 S.K.
10/b ve 10/c maddeleri gereğince yapılan imar uygulaması neticesi bedele
dönüştürme işlemlerinde de 2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunu hükümleri
uygulanmıştır. Aynı şekilde bireyin mülkiyeti altındaki taşınmazı
kamulaştırılmış, aynı yöntemle değer tespiti yapılmıştır. Söz konusu 2981 S.K.
bir nevi imar affı niteliği taşıdığından, uygulama sahasında fiili yapılaşma
korunarak imar uygulaması yapılmış, kısaca hukuki durum fiili duruma
uydurulmuştur.
Uygulama gereğince, mülkiyet durumuna bakılmaksızın öncelikle
mevcut yapılar tespit edilmiş, mevcut yapı sahipleri, yapının bulunduğu
taşınmazın maliki olmasalar dahi binalarının üzerinde bulunduğu taşınmazların
maliki yapılmışlardır. Yapılardan arta kalan yerlerden ise öncelikle kamu
hizmet alanları, yollar v.s. ayrılmış, kalan yerler ise yapı sahibi olmayan
ancak mülkiyet sahibi olan arsa sahiplerine dağıtılmıştır.
Özetle, üzerinde binası bulunmayan arsa sahiplerinin taşınmazları
kesilen düzenleme ortaklık payları (DOP) da yeterli gelmediğinden ya tamamen ya
da kısmen bedele dönüştürülmüş, kamulaştırılmıştır.
Ancak yapılan idari işlemler usulüne uygun olarak hak sahiplerine
noter kanalıyla tebliğ edilmediğinden mülkiyet hakkı sahiplerinin bir çoğunun
ne yapılan işlemin iptali için idari yargıda ne de bedel tespiti için adli
yargıda bu güne kadar dava açma imkanları olmamıştır.
Bir bölümü ise çeşitli nedenlerle (Ölüm, hak sahibine
ulaşılamaması, yurt dışında yaşanması, yapılan işlemin mahiyeti bilinmediğinden
bedel alınacağından haberdar olunamaması v.s.) bu gün dahi bedele dönüştürülen
taşınmazlarının bedelini almamıştır.
Hak sahipleri işbu iptale konu 6487 S.K. 21. Md. 12. Fıkrası
yürürlüğe girmeden önce 2981 S.K., 3194 Sayılı İmar Kanunu ve 2942 Sayılı
Kamulaştırma Kanunu çerçevesinde "Bedel Artırım Davası" açmak
suretiyle mahkemece takdir edilen bedeli alma imkanına sahipti.
Ancak getirilen yeni düzenleme ile mülkiyet hakkı sahibinin
mülkiyetten kaynaklanan hakları kısıtlanmakta; elinden alınan taşınmazının
müracaat tarihindeki değeri yerine uygulama tarihinden itibaren idarece tespit
edilen bedele 3095 S.K. belirtilen yasal faiz uygulanmak suretiyle ödenmesi
öngörülmektedir. Bu durum mülkiyet hakkı sahibi bireyi açıkça mağdur edecektir.
Zira uygulama tarihindeki takdir/tespit edilen bedelin satın alma gücü ile
bugünkü satın alma gücü arasında (enflasyon ve hayat pahalılığı nedeniyle) çok
fahiş bir fark olup, yalnızca yasal faizle bu farkın kapanması da mümkün
değildir.
Söz konusu 2981 S.K. 1984 tarihinde yürürlüğe girmiş olup halen
yürürlüktedir. Bu itibarla 1984 yılından günümüze kadar bu kanun gereğince
taşınmazı bedele dönüştürülen hak sahipleri olması kaçınılmaz bir gerçektir.
Kaldı ki bu günden sonra da bu kanunun uygulanma imkanı mevcuttur. 1984 yılında
taşınmazı bedele dönüştürülen ve takdir edilen bedeli alamayan bir hak
sahibinin, geçen sürede Türkiye'deki enflasyon ve hayat pahalılığı karşısında
3095 Sayılı Kanunda belirtilen faiz oranıyla alacağını almaya zorlanması demek
bugün için kuruşlarla ifade edilecek bir bedel alması demektir.
Bu durum Anayasa 35. md. Belirtilen mülkiyet hakkına açıkça aykırı
olduğu gibi AİHS Ek 1 no.lu protokole dolayısı ile Anayasanın 90. maddesine de
açıkça aykırıdır.
Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 09.07.1997 tarih ve
60/19967-679/869 Sayılı AKKUŞ/TÜRKİYE kararında açıkça; "Usulüne uygun
olmayarak istimlak için tazminat ödenmesindeki uzun gecikmeler arazisi
kamulaştırılan kişinin artan bir mali kayba uğramasına sebep olmakta, özellikle
bazı ülkelerde olduğu gibi paranın değer kaybı, kişiyi belirsiz bir konuma
koymaktadır." denilerek Akkuş/Türkiye davasında 17 aylık bir gecikme
nedeniyle yıllık enflasyon ve hayat pahalılığının çok altında olan yasal faizle
yapılan ödemenin hak sahibini mağdur ettiği gerekçesiyle Türkiye'yi mahkum
etmiştir.
AKKUŞ/TÜRKİYE kararında AİHM; Kamulaştırma bedel alacağını da
mülkiyet hakkı kavramı içerisinde değerlendirerek geç ödenmesi halinde yalnızca
yasal faiziyle ödenmesini mülkiyet hakkının ağır ihlali olarak görmüş ve
Türkiye'yi mahkum etmiştir.
2981 S.K. ile yapılan bedele dönüştürmelerde ise yıllardır hak
sahiplerine ödenmeyen bedeller mevcuttur ki, bu bedellerin yalnızca yasal
faizle ödenmesi sembolik rakamlar olup, AİHM önünde Türkiye'nin yeni
mahkumiyetlerine sebebiyet verecektir.
Anayasa Mahkemesi 5999 Sayılı Kanun ve 6111 Sayılı Kanun ile
getirilen düzenlemelere yönelik olarak 2010/83 E., 2012/169 K. sayılı ve
01.11.2012 tarihli kararında açıkça Anayasaya aykırılıklar tespit etmiş ancak
düzenlemenin geçmişte belirli bir dönemi (1956-1983) kapsayan hukuka aykırı el
atmalarla ilgili geçici bir düzenleme olması hasebiyle iptal etmemiştir. Ne var
ki yeni düzenlemeyle 1983 tarihinden sonra yürürlüğe giren ve halen yürürlükte
olan 2981 S.K. hükümleri uyarınca yapılan idari işlemler de madde kapsamına
alınarak hem zaman bakımından düzenleme sürekli bir hale getirilmekte ve hem de
hukuka aykırı fiili el atmalara uygulanma sınırından çıkarılarak hukuki
işlemlerin (kamulaştırma) sonuçlarına da uygulanmakta, düzenleme geçmişte
belirli bir döneme yönelik geçici bir düzenleme olmaktan çıkarılıp geçmişi,
bugünü ve yarını kapsayan kalıcı bir düzenleyici yasa haline getirilmekte ve
mülkiyet hakkını, Anayasa 2. md. tanımlanan "hukuk devleti ve hukuk
güvenliği ilkelerini", Anayasa'nın 5. maddesinde de tanımlanan
"Devlet Temel Amaç ve Görevleri" başlığı altındaki "Toplumun
refah, huzur ve mutluluğunu sağlama, Temel Hak ve Hürriyetlerin önündeki
engelleri kaldırma" ilkelerine açıkça aykırıdır. Zira zamanla temel hak ve
hürriyetlerin önündeki engelleri kaldırmakla yükümlü olan devlet buna mukabil
gün geçtikte temel hak ve hürriyetlerin önüne yeni engeller koymakta ve iyice
hak ve özgürlüklerin alanını daraltmaktadır. Hal böyle olunca cümle Mülkiyet
Hakkı İlkesi ile bağdaşmaz, bu nedenle maddenin bu cümlesinin iptali
gereklidir.
B- Bu cümle ANAYASANIN 10. MADDESİNDE
DÜZENLENEN "KANUN ÖNÜNDE EŞİTLİK" İLKESİNE DE AÇIKÇA AYKIRIDIR.
Anayasa'nın 10. maddesinde, herkesin kanun önünde eşit olduğu,
Devlet'in bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlü bulunduğu, Devlet
organları ve idare makamlarının bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik
ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda oldukları hükme bağlanmaktadır.
"Yasa önünde eşitlik ilkesi"nin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin
yasalarca aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak ve kişilere yasalar
karşısında ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir.
6487 S.K. 21. md. 12. fıkrası ile getirilen düzenleme; haklarında
2981 S.K.'a göre ve 2942 s. Kamulaştırma Kanunu hükümleri uygulanmak suretiyle
kamulaştırma işlemi yapılan hak sahibi mağdurları, kamulaştırma rejimine tabi
başkaca hak sahibi mağdurların sahip oldukları haklardan farklı bir yasal
rejime sürüklemektedir. Tüm kamulaştırma mağdurları özgürce bedel
tespiti/artırımı davası açabilirken 2981 S.K'a dayalı hak sahiplerini idarece
takdir edilen bedeli uygulama tarihinden başlayarak yasal faiziyle almaya
zorlamaktadır.
12. Fıkra; aleyhlerinde 2981 S.K. gereği hukuki işlem tesisi
edilmek suretiyle mağdur edilen KAMULAŞTIRMA MAĞDURLARINI, kendileriyle aynı
hukuki statüye sahip diğer KAMULAŞTIRMA MUHATAPLARINDAN ayırarak tamamen farklı
ve geçici olması hasebiyle olağanüstü kısıtlamalara tabii 1956-1983 arası
yıllarda KAMULAŞTIRMASIZ EL ATMA MAĞDURLARIYLA aynı hatta daha geri haklara
mahkum etmektedir. Bu durum Anayasanın 10. maddesinde vücut bulan "Kanun
Önünde Eşitlik" ilkesine açıkça aykırıdır. Bu nedenle iptali gerekir.
3- Yasanın 21. maddesi ile getirilen Geçici 6.
maddenin 12. FIKRASININ2.CÜMLESİ OLAN"Bu hüküm devam eden davalarda da
uygulanır."CÜMLESİNİN ANAYASA'YA AYKIRILIĞI YÖNÜNDEN;
A- Bu cümle ANAYASANIN 2. MADDESİNDE
DÜZENLENEN HUKUK DEVLETİ VE HUKUK GÜVENLİĞİ İLKELERİNE AYKIRIDIR.
Anayasanın 2. maddesi "Hukuk Devleti ve Hukuk Güvenliği"
ilkelerini düzenlemektedir.
Anayasa Mahkemesi'nin 22.12.2011 tarihli 2010/7 Esas, 2011/172
Karar Sayılı Kararı'nda; Anayasanın 2. maddesi gereği Hukuk Devleti ve Hukuk
Güvenliği ilkeleri açıkça tanımlanmıştır, şöyle ki;
"Kişilere hukuk güvenliğinin sağlanması, Anayasa'nın 2.
maddesinde belirtilen hukuk devletinin ön koşullarındandır. Hukuk devleti,
hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde
devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven
duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Hukuk güvenliğinin
sağlanması, bu doğrultuda yasaların geleceğe yönelik öngörülebilir belirlemeler
yapılabilmesine olanak verecek kurallar içermesini gerekli kılar. Geriye dönük
düzenlemelerle kişilerin haklarının, hukuki istikrar ve güvenlik ilkesi
gözetilmeden kısıtlanması hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz. Hukuk devletinin
gereği olan hukuk güvenliğini sağlama yükümlülüğü, kural olarak yasaların
geriye yürütülmemesini gerekli kılar. "Yasaların geriye yürümezliği
ilkesi" uyarınca yasalar, kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği,
kazanılmış hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı
durumlar dışında ilke olarak yürürlük tarihlerinden sonraki olay, işlem ve
eylemlere uygulanmak üzere çıkarılırlar. Yürürlüğe giren yasaların geçmişe ve
kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel
ilkelerindendir. Öte yandan, hukuk devletinin hukuk güvenliği ilkesi
belirliliği de gerektirir. Belirlilik ilkesi, yükümlülüğün hem kişiler hem de
idare yönünden belli ve kesin olmasını, yasa kuralının, ilgili kişilerin mevcut
şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir
düzeyde öngörmelerini mümkün kılacak şekilde düzenlenmesini gerekli
kılar." (Anayasa Mahkemesinin 22/12/2011 Tarih, .2010/7E., 2011/172K)
Bu fıkranın bu cümlesi ile yürürlükte olan davalar da
düzenlenmiştir. Hukuka güven ilkesi kaynağını yukarıda izah edildiği üzere
Hukuk Devleti İlkesinden alır. Yürürlükteki mevzuata güvenerek dava açmış
kişiler bu cümle ile kazanabileceği davayı kaybetme veya zaman kaybetme
durumuyla karşı karşıya kalacakları açıktır. Yargıtayda dahi olan davalara
fıkrayı uygulayıp davaların idare mahkemesinde yeniden görülmesinin bir faydası
yoktur. Çünkü bu konuda yıllar boyu ihtisaslaşmış mahkemeler adliye mahkemeleri
olup idare mahkemelerince oluşmuş ya da oluşturulmuş içtihat dahi
bulunmamaktadır. İşbu iptale konu 6487 S.K. ile değişik 2942 S.K. Geçici 6.
maddesinin 12. fıkrasının 2. cümlesi hukuk devleti ve hukuk güvenliği
ilkelerini açıkça ihlal etmektedir. Zira geçmişte yapılmış ve tamamlanmış
hukuki işlemlere yönelik olarak kamu yararı ve birey haklarını korumaya yönelik
değil tam aksine bireyin temel haklarını yok eder bir şekilde geçmişe
yürütülmektedir.
Söz konusu 2981 S.K. ile hakları ihlal edilen mağdurlarca yasanın
yürürlük tarihinden önce açılmış ve halen yıllardır devam eden davalar
mevcuttur. Bu davaların bir kısmı ilk derece mahkemesinde karar aşamasında, bir
kısmı temyiz, bir kısmı ise karar düzeltme incelemeleri için Yargıtay önünde
olup bedeli tahsil edilenler dahi mevcuttur.
Tüm davalar açıldıkları tarihteki mevcut hukuki duruma ve yasal
düzenlemelere güvenilerek açılmış, harçları ve masrafları mevcut düzenlemelere
göre sarf edilmiş, yargılama mevcut hukuki duruma göre sürdürülmüştür. Hak
sahipleri hukuk güvenliği içerisinde mevcut hukuki duruma güvenerek hareket
etmiş, davalarını açmış bir kısmı kazanmış davalı idare ile anlaşarak şeklen
henüz karar kesinleşmeden bedelini dahi almıştır. Şimdi bu cümleler ile hak
sahibinin kamulaştırma bedeli ve dava konusunu sembolik rakamlara düşüren bir
yasal düzenleme geçmişe yürür şekilde ve kesinleşmemiş tüm davalara uygulanmaya
çalışılmaktadır.
Her dava açıldığı tarihteki hukuki düzene tabii olarak yürütülür
ve sonuçlandırılır. Üstelik söz konusu geçmişe yürütülen düzenleme usulü bir
düzenleme olmayıp doğrudan davanın esasını ve müddeabihini etkileyen maddi
hukuka yönelik ve bireyin temel hakkını korumayan bilakis yok eden bir
düzenlemedir. Hal böyle olunca cümle hukuka güven ilkesi dolayısıyla Hukuk
Devleti İlkesi ile bağdaşmaz, bu nedenle maddenin bu cümlesinin iptali
gereklidir.
B- Bu cümle ANAYASANIN 10. MADDESİNDE
DÜZENLENEN KANUN ÖNÜNDE EŞİTLİK İLKESİNE AYKIRIDIR.
Söz konusu düzenleme Anayasanın 10. maddesinde ifade edilen
"Kanun Önünde Eşitlik" ilkesine de açıkça aykırıdır. Şöyle ki, aynı
tarihte dava açan iki ayrı 2981 S.K. mağdurunun açtığı davalar işbu yasa
yürürlüğe girinceye kadar aynı usul ve esas hükümlerine göre yürütülmüş iken,
birisi yasanın yürürlüğe girdiği tarihte kesinleşirken diğeri hak sahibinin
elinde olmayan ve yargılamadaki gecikmelerden dolayı henüz kesinleşmemişse,
dava tarihi itibariyle eşit statü ve hukuki düzende bulunan mağdurlar
arasındaki bu eşitlik davası kesinleşmeyen aleyhine açıkça bozulmakta ve Kanun
önünde eşitsizlik ortaya çıkmaktadır. Hal böyle olunca cümle Kanun Önünde
Eşitlik İlkesi ile bağdaşmaz, bu nedenle 12. fıkranın 2. cümlesinin iptali gereklidir.
C- Bu cümle ANAYASANIN 36. MADDESİNDE
DÜZENLENEN ADİL YARGILANMA HAKKI İLKESİNE AYKIRIDIR.
Devam eden bir davada, davanın taraflarından birinin, davanın
sonucunu etkileyecek bir yasal düzenlemenin bizzat hazırlanışında yer alması
açıkça 36. maddedeki adil yargılanma hakkının ihlalidir. Bu eylemi yapanın
idare olması bu gerçeği değiştirmez bilakis bireyin en çok idareye karşı
yargısal ve hukuki korumaya ihtiyacı vardır. Hal böyle olunca cümle Adil
Yargılanma Hakkı İlkesi ile bağdaşmaz, bu nedenle 12. fıkranın 2. cümlesinin
iptali gereklidir.
4- Yasanın 21. maddesi ile getirilen Geçici 6.
maddenin 12. FIKRASININ 3. CÜMLESİ OLAN"Bu fıkra uyarınca yapılacak
ödemeler hakkında da bu madde hükümleri uygulanır."CÜMLESİNİN ANAYASAYA
AYKIRILIĞI YÖNÜNDEN;
A- Bu cümle ANAYASANIN 2. MADDESİNDE
DÜZENLENEN HUKUK DEVLETİ VE HUKUK GÜVENLİĞİ İLKELERİNE AYKIRIDIR.
"Anayasanın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti'nin insan
haklarına dayanan, hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri
hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa ve kanunlarla kendini bağlı sayan, yargı
denetimine açık olan devlettir." (Anayasa Mahkemesinin 01/11/2012 Tarih,
2010/83E., 2012/169/K.)
2942 S.K. Geçici 6. md. l2. fıkrası son cümlesi, daha önce
1956-1983 yılları arasında hukuksuz el atmalar ile ilgili getirilen bütçeden
ayrılan %2 payla ucu açık ödeme kuralını bu kez gerek zaman bakımından
(1956-1983 arasında olmayan), gerekse hukuksuz el atmayla hiçbir ilgisi olmayan
2981 S.K. uygulamaları mağdurlarınca çıkarılan hukuki uyuşmazlıklara da şamil
etmektedir.
5999 S.K. ile getirilen bu yıllara yayılan ödeme sisteminin
aslında Anayasaya aykırı olmasına rağmen Anayasa Mahkemesince iptal edilmemesi
adeta bu konuda idareyi cesaretlendirmiş, bu kez zaman ve hukuki statü
bakımından tamamen farklı olan 2981 S.K. kaynaklanan alacaklara da uygulanacak
şekilde kapsamı genişletilmiştir. Bu durum yukarıda anılan Anayasa Mahkemesi
kararında vücut bulan Anayasanın 2. maddesi Hukuk Devleti ilkesiyle açıkça
çelişmektedir. Hal böyle olunca cümle Hukuk Devleti ve Hukuk Güvenliği İlkesi
ile bağdaşmaz, bu nedenle maddenin bu cümlesinin iptali gereklidir.
B- Bu cümle ANAYASANIN 10. MADDESİNDE
DÜZENLENEN KANUN ÖNÜNDE EŞİTLİK İLKESİNE AYKIRIDIR.
Anayasanın 10. maddesinde "Kanun Önünde Eşitlik" ilkesi
düzenlenmiştir. Anayasanın eşitlik ilkesini düzenleyen 10. maddesinde
"...Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz...Devlet
organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine
uygun olarak hareket etmek zorundadırlar." denilmek sureti ile kişi ya da
zümreye imtiyaz tanınamayacağı, devlet ve idarelerin herkese kanun önünde
eşitlik ilkesine uygun davranacağı açıkça ve tereddüte mahal bırakmayacak şekilde
belirtmektedir.
Kanun Önünde Eşitlikten kasıt aynı hukuki statüde bulunanlar
arasında eşit hukuki muamele sağlanmasıdır.
Yasa koyucu eşitliğe aykırı olarak idarenin daha az para ödemesini
öngörmek için var olan eşitlik ilkesini idare lehine bozmuştur. Bu fıkra 1983
ila kanunun yürürlüğe girdiği tarih olan 11/06/2013 tarihi arasını
kapsamaktadır. Bu durumda malikin şansızlığı idarenin bu taşınmaza 04/11/1983
tarihi ile 11/06/2013 tarihi arasında el atması olmaktadır. Kanunun yürürlüğe
girdiği tarih olan 11/06/2013 tarihinden itibaren var olacak el atmalarda bu
hükmün uygulanmayacağı açıktır. Aynı konu aynı sebepten dolayı dava açanlar
arasında eşitlik ilkesine aykırı bir durum çıkmaktadır. Bu durum Hukuk Devleti
ilkesine açıkça aykırıdır ve iptali gerekir.
C- Bu cümle ANAYASANIN 36. MADDESİNDE İFADE
EDİLEN "ADİL YARGILANMA HAKKI" İLKESİNE DE AÇIKÇA AYKIRIDIR.
Devam eden bir davada, davanın taraflarından birinin, davanın
sonucunu etkileyecek bir yasal düzenlemenin bizzat hazırlanışında yer alması
açıkça Anayasanın 36. maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkının ihlalidir.
Bu eylemi yapanın idare olması bu gerçeği değiştirmez bilakis bireyin en çok
idareye karşı yargısal ve hukuki korumaya ihtiyacı vardır. Hal böyle olunca
cümle Adil Yargılanma Hakkı İlkesi ile bağdaşmaz, bu nedenle maddenin bu
cümlesinin iptali gereklidir.
5-Yasanın 21. maddesi ile getirilen
Geçici 6. maddenin 12. FIKRASININ TAMAMIile 10.FIKRANIN 4. CÜMLESİNİNAvrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi ve Mahkemesi kararına AYKIRILIĞI YÖNÜNDEN;
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine 1 nolu ek protokol ile eklenen
haklardan biri de mülkiyet hakkıdır. Söz konusu sözleşmede Mülkiyet Hakkı
başlıklı "Madde 1- Mülkiyetin korunması. Her gerçek ve tüzel kişinin mal
ve mülk dokunulmazlığına riayet edilmesini isteme hakkı vardır. Herhangi bir
kimse ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası
hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun
bırakılabilir." hükmüne amirdir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi mülkiyet hakkını düzenleyen madde
hükmünü analizle bunun içerik ve kapsamını belirlemiş bulunmaktadır. Mahkemeye
göre bu madde birbirinden ayrı 3 kuralı içermektedir.
1. Fıkranın 1. cümlesinde yer alan ve genel nitelikteki ilk norm,
mülkiyete saygı ilkesini dile getirmektedir.
Aynı fıkranın 2. cümlesindeki 2. norm mülkiyetten mahrumiyet ile
bunun bağlı tutulduğu koşulları göstermektedir.
2. Fıkradaki 3. norm ise taraf devletlere özellikle sahip olunan
mallardan yararlanma hakkını genel yarara uygun şekilde düzenleme yetkisi
vermektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bireyin mal ve mülküne saygı
hakkının çiğnendiği şikayetinde bulunması halinde, halin icapları ile bireyin
temel haklarının gerekleri arasında bir adil dengenin sağlanıp sağlanmadığını
araştırmaktadır.
Mahkemeye göre ilke olarak; bireyi mülkiyet hakkından yoksun kılan
bir tedbirin meşru kamu yararı amacı gütmüş olması yeterli değildir. Amaca
ulaşmak için başvurulan amaç ile güdülen amaç arasında aynı zamanda makul bir
orantı ilişkisinin de mevcudiyeti gerekir.
Yine mahkeme kararlarında ilgililerin uğradıkları zararın
tazminini istemesi imkanına sahip bulunmadıkları için adil dengenin bozulduğuna
ve öteki nedenler yanında bu nedenle de mülkiyete saygı ilkesinin ihlal
olunduğuna karar verilmiştir.
Mahkemeye göre "Sözleşen devletlerin hukuk sistemlerinde kamu
yararı gereği mülkiyetten mahrumiyet bir tazminatın ödenmemiş olması halinde
meşruiyet kazanmaz. Tazmin yükümlülüğünün seviyesine gelince mal ve mülkün
değeri ile orantılı bir meblağın ödenmemesi durumunda mülkiyetten mahrumiyet
genellikle aşırı bir tecavüz olup 1. madde düzeyinde meşru telakki
edilemez." Hal böyle olunca, Yasanın 21. maddesi ile getirilen Geçici 6.
maddenin 12. fıkrasının tamamı ile 10. fıkranın 4. cümlesi, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesine 1 nolu ek protokol ile eklenen 1. maddesine aykırılık teşkil
etmektedir. Bu nedenle de iptalleri gerekir.
6- Yasanın 21. maddesi ile getirilen Geçici
6. maddenin 12. FIKRASININ TAMAMIile. 10.FIKRANIN 4. CÜMLESİNİNAnayasanın 90.
maddesine AYKIRILIĞI YÖNÜNDEN;
Anayasanın 90. maddesinde "Usulüne göre yürürlüğe konulmuş
milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya
aykırılık iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlülüğe
konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla
kanunların aynı konularda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek
uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır." hükmü yer
almakta olup Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ek protokol ile adı geçen sözleşmeye
yeni 3 hak daha ilave edilmiş olup bu protokol 20/03/1952 tarihinde Paris'te
imzalanıp 18/05/1954 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu protokol Türkiye
tarafından 6366 Sayı ve 10/03/1954 tarihli Kanunla onaylanıp yürürlülük
kazanmıştır.
Yukarıda 5 nolu paragrafta 1 nolu ek protokol ile sözleşmeye
eklenen yeni haklardan mülkiyet hakkı irdelenmiş olup kamu özgürlükleri
kavramına karşıt olarak kişi özgürlükleri kavramı içine yerleştirilen mülkiyet
hakkı temel haklardan biri sıfatıyla pek çok Ulusal Anayasada ve Uluslararası
İnsan Hakları Sözleşmesinde de yer almaktadır. Mülkiyet Hakkı Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesine sonradan dahil edilmiştir. Kişinin mal ve mülkünden
yararlanma hakkı mülkiyet hakkının geleneksel temel unsurlarından birini
oluşturur. Hal böyle olunca, Yasanın 21. maddesi ile getirilen Geçici 6.
maddenin 12. fıkrasının tamamı ile 10. fıkranın 4. cümlesi, Anayasanın 90.
maddesine de aykırılık teşkil etmektedir. Bu nedenle de iptalleri gerekir.
YÜRÜRLÜLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ:
Hukuk devletine aykırı olan, temel hak ve özgürlülükleri
sınırlandıran ve Anayasaya açıkça aykırı olan bir düzenlemenin uygulanması
halinde sonradan giderilmesi olanaksız zararlara yol açacağı açıktır. Öte
yandan anayasal düzenlemenin en kısa sürede hukuka aykırı kurallardan
arındırılması hukuk devleti sayılmanın da gereğidir. Anayasa'ya aykırılığının
sürdürülmesinin bir hukuk devletinde sübjektif yararların üstünde özenle
korunması gereken Hukukun Üstünlüğü İlkesini de zedeleyeceği de kuşkusuzdur.
Yukarıda Anayasaya aykırılığı ileri sürülen hükümlerin uygulanması halinde
kamulaştırmasız el koyma sebebiyle tazminat talebinde bulunanların hak arama
özgürlükleri ihlal edilecek, hukuksal ve ekonomik anlamda gerçek ve tüzel kişi
tarafların önceden öngöremeyecekleri büyük kayıplara sebebiyet
verilebilecektir.
Anayasanın hükümlerine açıkça aykırılık taşıyan söz konusu
düzenlemelerin uygulamaya geçmesi durumunda ise telafisi imkansız zararlar
doğabilecektir. Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla Anayasaya
aykırı olan ve iptali istenen hükümlerin iptal davası sonuçlanıncaya kadar
yürürlülüklerinin de durdurulmasına karar verilmesi arz olunur.
."
5- E.2013/113, E.2013/123, E.2013/151, E.2013/152 ve E.2013/154
Sayılı İtiraz Başvurularının Gerekçe Bölümü Şöyledir:
"...
1- 6487 Sayılı Yasanın 22. maddesi ile getirilen Geçici7.maddenin
ANAYASAYA AYKIRILIĞI YÖNÜNDEN ;
A- Geçici 7. maddenin ANAYASANIN HUKUK DEVLETİ İLKESİ OLAN 2.
MADDESİNE AYKIRIDIR.
Anayasanın 2. maddesi "Hukuk Devleti ve Hukuk Güvenliği"
ilkelerini düzenlemektedir.
Anayasa Mahkemesinin 22/12/2011 tarihli, 2010/7 Esas, 2011/172
Karar Sayılı Kararında; Anayasanın 2. maddesi gereği Hukuk Devleti ve Hukuk
Güvenliği ilkeleri açıkça tanımlanmıştır, şöyle ki;
"Kişilere hukuk güvenliğinin sağlanması, Anayasanın 2.
maddesinde belirtilen hukuk devletinin ön koşullarındandır. Hukuk devleti,
hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde
devlete güven duyabilmesini, devletinde yasal düzenlemelerinde bu güven
duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Hukuk güvenliğinin
sağlanması, bu doğrultuda yasaların geleceğe yönelik öngörülebilir belirlemeler
yapılabilmesine olanak verecek kurallar içermesini gerekli kılar.Geriye dönük
düzenlemelerle kişilerin haklarının, hukuki istikrar ve güvenlik ilkesi
gözetilmedenkısıtlanması hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz.Hukuk devletinin
gereği olan hukuk güvenliğini sağlama yükümlülüğü, kural olarak yasaların geriye
yürütülmemesini gerekli kılar. "Yasaların geriye yürümezliği ilkesi"
uyarınca yasalar, kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış
hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar
dışında ilke olarak yürürlük tarihlerinden sonraki olay, işlem ve eylemlere
uygulanmak üzere çıkarılırlar.Yürürlüğe giren yasaların geçmişe ve kesin
nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel
ilkelerindendir.Öte yandan, hukuk devletinin hukuk güvenliği ilkesi belirliliği
de gerektirir. Belirlilik ilkesi, yükümlülüğün hem kişiler hem de idare
yönünden belli ve kesin olmasını, yasa kuralının, ilgili kişilerin mevcut
şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir
düzeyde öngörmelerini mümkün kılacak şekilde düzenlenmesini gerekli
kılar." (Anayasa Mahkemesinin 22/12/2011 Tarih, 2010/7E., 2011/172K.)
Bu Geçici maddenin "...Açılmış ve devam eden davalar bu madde
hükmü uygulanarak sonuçlandırılır." hükmü, yürürlükte olan davalar ile
Yargıtay temyiz aşamasında hatta tashihi karar aşamasında olup kesinleşmeyen
davaları da kapsar şekilde düzenlenmiştir. Hukuka güven ilkesi kaynağını
yukarıda izah edildiği üzere Hukuk Devleti ilkesinden alır. Yürürlükteki
mevzuata güvenerek dava açmış kişilerin, bu cümle ile kazanabileceği davayı
kaybetme durumuyla karşı karşıya kalacakları açıktır. Hal böyle olunca bu
Geçici 7. madde hukuka güven ilkesi dolayısıyla Hukuk Devleti İlkesi ile
bağdaşmaz, bu nedenle maddenin iptali gereklidir.
B- Geçici 7. madde ANAYASANIN 10. MADDESİNDE İFADE EDİLEN
"KANUN ÖNÜNDE EŞİTLİK" İLKESİNE DE AÇIKÇA AYKIRIDIR.
Anayasanın 10. maddesinde "Kanun Önünde Eşitlik" ilkesi
düzenlenmiştir. Anayasanın eşitlik ilkesini düzenleyen 10. maddesinde
"...Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz...Devlet
organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine
uygun olarak hareket etmek zorundadırlar." denilmek sureti ile kişi ya da
zümreye imtiyaz tanınamayacağı, devlet ve idarelerin herkese kanun önünde
eşitlik ilkesine uygun davranacağı açıkça ve tereddüte mahal bırakmayacak
şekilde belirtmektedir.
Kanun Önünde Eşitlikten kasıt aynı hukuki statüde bulunanlar
arasında eşit hukuki muamele sağlanmasıdır.
Bu madde 1983 ile kanunun yürürlüğe girdiği tarih olan 11/06/2013
tarihi arasını kapsamaktadır. Bu durumda malikin şansızlığı idarenin bu
taşınmaza 04/11/1983 tarihi ile 11/06/2013 tarihi arasında el atması
olmaktadır. Kanunun yürürlüğe girdiği tarih olan 11/06/2013 tarihinden itibaren
var olacak el atmalarda bu hükmün uygulanmayacağı açıktır. Aynı konu aynı
sebepten dolayı dava açanlar arasında eşitlik ilkesine aykırı bir durum
çıkmaktadır.
Şöyle ki, aynı tarihte dava açan iki ayrı 2981 S.K. mağdurunun
açtığı davalar işbu yasa yürürlüğe girinceye kadar aynı usul ve esas
hükümlerine göre yürütülmüş iken, birisi yasanın yürürlüğe girdiği tarihte
kesinleşirken diğeri hak sahibinin elinde olmayan ve yargılamadaki
gecikmelerden dolayı henüz kesinleşmemişse, dava tarihi itibariyle eşit statü
ve hukuki düzende bulunan mağdurlar arasındaki bu eşitlik davası kesinleşmeyen
aleyhine açıkça bozulmakta ve Kanun önünde eşitsizlik ortaya çıkmaktadır. Hal böyle
olunca maddenin hukuka güven ilkesi dolayısıyla Kanun Önünde Eşitlik İlkesi ile
bağdaşmaz, bu nedenle maddenin iptali gereklidir.
C- Geçici 7. madde, ANAYASANIN 36. MADDESİNDE İFADE EDİLEN
"ADİL YARGILANMA HAKKI" İLKESİNE DE AÇIKÇA AYKIRIDIR.
Devam eden bir davada, davanın taraflarından birinin, davanın
sonucunu etkileyecek bir yasal düzenlemenin bizzat hazırlanışında yer alması
açıkça Anayasanın 36. maddesindeki adil yargılanma hakkının ihlalidir. Bu
eylemi yapanın idare olması bu gerçeği değiştirmez bilakis bireyin en çok
idareye karşı yargısal ve hukuki korumaya ihtiyacı vardır. Hal böyle olunca
cümle Adil Yargılanma Hakkı" ilkesi ile bağdaşmaz, bu nedenle maddenin
iptali gereklidir.
D- Geçici 7. madde, ANAYASANIN 35. MADDESİNDE DÜZENLENEN MÜLKİYET
HAKKINA DA AÇIKÇA AYKIRIDIR.
Mülkiyet hakkı, Anayasanın 35. maddesinde bir temel hak olarak
güvence altına alınmış ve bu hakka ancak kamu yararı nedeniyle ve kanunla
sınırlama getirilebileceği belirtilmiştir. Kamulaştırmanın nasıl ve hangi ilkelere
göre yapılacağı Anayasanın 46. maddesinde ayrıntılı olarak düzenlenmiştir.
Üzerinde binası bulunmayan arsa sahiplerinin taşınmazları kesilen
düzenleme ortaklık payları (DOP)'da yeterli gelmediğinden ya tamamen ya da
kısmen bedele dönüştürülmüş, kamulaştırılmıştır.
Ancak yapılan idari işlemler usulüne uygun olarak hak sahiplerine
noter kanalıyla tebliğ edilmediğinden mülkiyet hakkı sahiplerinin bir çoğunun
ne yapılan işlemin iptali için idari yargıda ne de bedel tespiti için adli
yargıda bugüne kadar dava açma imkanları olmamıştır.
Bir bölümü ise çeşitli nedenlerle (Ölüm, hak sahibine
ulaşılamaması, yurt dışında yaşanması, yapılan işlemin mahiyeti bilinmediğinden
bedel alınacağından haberdar olunamaması v.s.) bugün dahi bedele dönüştürülen
taşınmazlarının bedelini almamıştır.
Hak sahipleri işbu iptale konu 6487 S.K. 22. maddesi ile getirilen
Geçici 7. maddesi yürürlüğe girmeden önce 2981 S.K., 3194 Sayılı İmar Kanunu ve
2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunu çerçevesinde "Kamulaştırmasız El Atma
Nedenli Tazminat Davası" açmak suretiyle mahkemece takdir edilen bedeli
alma imkanına sahipti.
Ancak getirilen yeni düzenleme ile mülkiyet hakkı sahibinin
mülkiyetten kaynaklanan hakları kısıtlanmış, elinden alınan taşınmazına kıymet
takdir komisyonu tarafından belirlenen bedelin ödenmesi yeterli görülmüş,
mahkemelerce idare adına tescil kararı verilen bu taşınmazlar için bireyin
ayrıca bu kamulaştırma işlemine veya bedele karşı itiraz davası açma hakkı
elinden alınmıştır. Hal böyle olunca bu geçici 7. madde, Anayasanın Mülkiyet
Hakkı İlkesi ile bağdaşmaz, bu nedenle Geçici 7. maddenin iptali gereklidir.
E- Geçici 7. madde, ANAYASANIN 36. MADDESİNDE DÜZENLENEN ADİL
YARGILANMA HAKKI İLKESİNE AYKIRIDIR.
Devam eden bir davada, davanın taraflarından birinin, davanın
sonucunu etkileyecek bir yasal düzenlemenin bizzat hazırlanışında yer alması
açıkça Anayasanın 36. maddesindeki adil yargılanma hakkının ihlalidir. Bu
eylemi yapanın idare olması bu gerçeği değiştirmez bilakis bireyin en çok
idareye karşı yargısal ve hukuki korumaya ihtiyacı vardır. Hal böyle olunca bu
Geçici 7. madde, Adil Yargılanma Hakkı İlkesi ile bağdaşmaz, bu nedenle Geçici
7. maddenin iptali gereklidir.
F- Geçici 7. madde, AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ VE MAHKEMESİ
KARARINA AYKIRIDIR.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine 1 nolu ek protokol ile eklenen
haklardan biri de mülkiyet hakkıdır. Söz konusu sözleşmede Mülkiyet Hakkı
başlıklı "Madde 1- Mülkiyetin korunması. Her gerçek ve tüzel kişinin mal
ve mülk dokunulmazlığına riayet edilmesini isteme hakkı vardır. Herhangi bir
kimse ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası
hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun
bırakılabilir." hükmüne amirdir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi mülkiyet hakkını düzenleyen madde
hükmünü analizle bunun içerik ve kapsamını belirlemiş bulunmaktadır. Mahkemeye
göre bu madde birbirinden ayrı 3 kuralı içermektedir. 1. fıkranın 1. cümlesinde
yer alan ve genel nitelikteki ilk norm, mülkiyete saygı ilkesini dile getirmektedir.
Aynı fıkranın 2. cümlesindeki 2. norm mülkiyetten mahrumiyet ile bunun bağlı
tutulduğu koşulları göstermektedir. 2. fıkradaki 3. norm ise taraf devletlere
özellikle sahip olunan mallardan yararlanma hakkını genel yarara uygun şekilde
düzenleme yetkisi vermektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bireyin mal ve
mülküne saygı hakkının çiğnendiği şikayetinde bulunması halinde, halin icapları
ile bireyin temel haklarının gerekleri arasında bir adil dengenin sağlanıp
sağlanmadığını araştırmaktadır.
Mahkemeye göre ilke olarak; bireyi mülkiyet hakkından yoksun kılan
bir tedbirin meşru kamu yararı amacı gütmüş olması yeterli değildir. Amaca
ulaşmak için başvurulan amaç ile güdülen amaç arasında aynı zamanda makul bir
orantı ilişkisinin de mevcudiyeti gerekir.
Yine mahkeme kararlarında ilgililerin uğradıkları zararın
tazminini istemesi imkanına sahip bulunmadıkları için adil dengenin bozulduğuna
ve öteki nedenler yanında bu nedenle de mülkiyete saygı ilkesinin ihlal
olunduğuna karar verilmiştir.
Mahkemeye göre "Sözleşen devletlerin hukuk sistemlerinde kamu
yararı gereği mülkiyetten mahrumiyet bir tazminatın ödenmemiş olması halinde
meşruiyet kazanmaz. Tazmin yükümlülüğünün seviyesine gelince mal ve mülkün
değeri ile orantılı bir meblağın ödenmemesi durumunda mülkiyetten mahrumiyet
genellikle aşırı bir tecavüz olup 1. madde düzeyinde meşru telakki
edilemez." Hal böyle olunca, Yasanın Geçici 7. maddesi Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesine 1 nolu ek protokol ile eklenen 1. maddesine aykırılık
teşkil etmektedir. Bu nedenle de iptali gerekir.
G- Geçici 7. madde ANAYASANIN 90. MADDESİNE DE AYKIRIDIR.
Anayasanın 90. maddesinde "Usulüne göre yürürlüğe konulmuş
milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya
aykırılık iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlülüğe
konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla
kanunların aynı konularda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek
uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır." hükmü yer
almakta olup Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ek protokol ile adı geçen sözleşmeye
yeni 3 hak daha ilave edilmiş olup bu protokol 20/03/1952 tarihinde Paris'te
imzalanıp 18/05/1954 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu protokol Türkiye
tarafından 6366 Sayı ve 10/03/1954 tarihli Kanunla onaylanıp yürürlülük
kazanmıştır.
Yukarıda 1-F) harfli paragrafta 1 nolu ek protokol ile sözleşmeye
eklenen yeni haklardan mülkiyet hakkı irdelenmiş olup kamu özgürlükleri
kavramına karşıt olarak kişi özgürlükleri kavramı içine yerleştirilen mülkiyet
hakkı temel haklardan biri sıfatıyla pek çok Ulusal Anayasada ve Uluslararası
İnsan Hakları Sözleşmesinde de yer almaktadır. Mülkiyet Hakkı Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesine sonradan dahil edilmiştir. Kişinin mal ve mülkünden
yararlanma hakkı mülkiyet hakkının geleneksel temel unsurlarından birini
oluşturur. Hal böyle olunca, Yasanın Geçici 7. maddesi, Anayasanın 90.
maddesine de aykırılık teşkil etmektedir. Bu nedenle de iptali gerekir.
2-6487 Sayılı Yasanın 22. maddesi ile getirilen Geçici7.maddenin
Anayasaya Aykırı Olduğu Kabul Edilerek İptal Edildiği Takdirde Davaya
Uygulanacak Olan ve Aynı Yasanın 21. maddesi ile Getirilen Geçici6.maddesinin
1. fıkrasının son cümlesinde yer alan"Bu maddeye göre yapılacak işlemlerde
öncelikle uzlaşma usulünün uygulanması dava şartıdır." cümlesinin
ANAYASAYA AYKIRILIĞI YÖNÜNDEN;
Fıkra 1)"Kamulaştırma işlemleri tamamlanmamış veya
kamulaştırması hiç yapılmamış olmasına rağmen 9/10/1956 tarihi ile 4/11/1983
tarihi arasında fiilen kamu hizmetine ayrılan veya kamu yararına ilişkin bir
ihtiyaca tahsis edilerek üzerinde tesis yapılan taşınmazlara veya kaynaklara
kısmen veya tamamen veyahut irtifak hakkı tesis etmek suretiyle malikin rızası
olmaksızın fiili olarak el konulması sebebiyle, mülkiyet hakkından doğan
talepler, bedel talep edilmesi hâlinde bedel tespiti ve diğer işlemler bu madde
hükümlerine göre yapılır.Bu maddeye göre yapılacak işlemlerde öncelikle uzlaşma
usulünün uygulanması dava şartıdır."
A- 6487 Sayılı Yasanın 22. maddesi ile getirilen Geçici 7.
maddenin Anayasaya Aykırı Olduğu Kabul Edilerek İptal Edildiği Takdirde Davaya
Uygulanacak Olan ve Aynı Yasanın 21. maddesi ile getirilen Geçici 6. maddesinin
1. fıkrasının son cümlesinde yer alan "Bu maddeye göre yapılacak
işlemlerde öncelikle uzlaşma usulünün uygulanması dava şartıdır." cümlesi
ANAYASANIN HUKUK DEVLETİ İLKESİ OLAN 2. MADDESİNE AYKIRIDIR.
Fıkranın son cümlesinde "Bu maddeye göre yapılacak işlemlerde
öncelikle uzlaşma usulünün uygulanması dava şartıdır." demek sureti ile
dava şartı getirilmiştir.
Bu fıkranın 1956-1983 tarihleri arasında idare tarafından
kamulaştırmasız el atılan taşınmazları kapsadığı açıktır.
5999 Sayılı Yasa ile uzlaşma düzenlenmiş olup bu hüküm 5999 Sayılı
Yasanın tekrarından ibarettir. 5999 sayılı Yasanın geçici 6. maddesi ile
getirilen uzlaşma şartının da fiilen uygulanma imkânı olmadığından yerleşik
Yargıtay içtihatlarında, bu madde dikkate alınmamış "kişilerin dava açmak
suretiyle uzlaşmak istemediğini zaten beyan etmiş sayılacağı" Yargıtay'ın
yerleşik kararlarında ifade edilmiştir.
Geçici 6. maddenin 1. fıkrasının bu maddenin 4. ve 6. fıkrasıyla
birlikte ele alınması gerekmektedir. İdareye karşı uzlaşma için malik
başvurduğu takdirde 4. fıkrada "bu süreç 6 ay içinde karara
bağlanır." denilmektedir. Bu durumda eğer taraflar uzlaşırlarsa bir sorun
olmayacaktır, aksi halde taraflar arasında 6 ayın sonunda uzlaşma sağlanamaz
ise 6. fıkra devreye girmekte ve 6. fıkrada malikin ya da idarenin 6 ayın
sonundaki 3 aylık süre içerisinde bedel tespit ve tescil davası açılabileceği düzenlenmiştir.
Kişilere dava şartı olarak 6 aylık bekleme süresi öngörülmesi ve bekleme
süresinden sonra dava açmak için 3 aylık sürenin öngörülmesi ve açılacak davayı
idare ve malik arasında tutulacak UZLAŞMAZLIK TUTANAĞINA bağlı tutulması ve
yürüyen davalarda da bu tutanağın mahkemeye sunulması koşuluna bağlanması
Anayasanın Hukuk devleti ilkesi olan 2. maddesine aykırıdır. Hal böyle olunca,
fıkranın bu cümlesinin iptali gerekir.
B- 6487 Sayılı Yasanın 22. maddesi ile getirilen Geçici 7.
maddenin Anayasaya Aykırı Olduğu Kabul Edilerek İptal Edildiği Takdirde Davaya
Uygulanacak Olan ve Aynı Yasanın 21. maddesi ile getirilen Geçici 6. maddesinin
1. fıkrasının son cümlesinde yer alan "Bu maddeye göre yapılacak
işlemlerde öncelikle uzlaşma usulünün uygulanması dava şartıdır." cümlesi
ANAYASANIN 35. MADDESİNDE DÜZENLENEN MÜLKİYET HAKKINA DA AÇIKÇA AYKIRIDIR.
Uzlaşmanın dava şartı olması ve uzlaşmazlık tutanağının mahkemeye
ibrazı dava şartı kabul edilir ise davanın açılabilmesi ancak ve ancak idarenin
inisiyatifine bırakılmış olunacaktır ki bu da en bariz hak arama özgürlüğünü
kısıtlamakta ya da ortadan kaldırmaktadır.
5999 Sayılı Yasa ile uzlaşma düzenlenmiş olup bu hüküm 5999 Sayılı
Yasanın tekrarından ibarettir. 5999 sayılı Yasanın geçici 6. maddesi ile getirilen
uzlaşma şartının da fiilen uygulanma imkânı olmadığından yerleşik Yargıtay
içtihatlarında, bu madde dikkate alınmamış "kişilerin dava açmak suretiyle
uzlaşmak istemediğini zaten beyan etmiş sayılacağı" Yargıtay'ın yerleşik
kararlarında ifade edilmiştir.
Yargıtay'ın bu uygulamasının nedeni Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesinin Ek-1 protokolü ile korunan Mülkiyet Hakkı ve Anayasanın 35.
maddesinde düzenlenen Mülkiyet Hakkı ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin
Türkiye aleyhinde verdiği kararlardır. Hal böyle olunca fıkranın bu cümlesi
Anayasanın Mülkiyet Hakkı ilkesi olan 35. maddesine aykırıdır. Bu nedenle de
iptali gerekir.
C- 6487 Sayılı Yasanın 22. maddesi ile getirilen Geçici 7.
maddenin Anayasaya Aykırı Olduğu Kabul Edilerek İptal Edildiği Takdirde Davaya
Uygulanacak Olan ve Aynı Yasanın 21. maddesi ile getirilen Geçici 6. maddesinin
1. fıkrasının son cümlesinde yer alan "Bu maddeye göre yapılacak
işlemlerde öncelikle uzlaşma usulünün uygulanması dava şartıdır." cümlesi
AVRUPA İNSAN HAKLARI SÖZLEŞMESİ VE MAHKEMESİ KARARINA AYKIRIDIR.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine 1 nolu ek protokol ile eklenen
haklardan biri de mülkiyet hakkıdır. Söz konusu sözleşmede Mülkiyet Hakkı
başlıklı "Madde 1- Mülkiyetin korunması... Her gerçek ve tüzel kişinin mal
ve mülk dokunulmazlığına riayet edilmesini isteme hakkı vardır. Herhangi bir
kimse ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası
hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun
bırakılabilir." hükmüne amirdir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi mülkiyet hakkını düzenleyen madde
hükmünü analizle bunun içerik ve kapsamını belirlemiş bulunmaktadır. Mahkemeye
göre bu madde birbirinden ayrı 3 kuralı içermektedir. 1. fıkranın 1. cümlesinde
yer alan ve genel nitelikteki ilk norm, mülkiyete saygı ilkesini dile
getirmektedir. Aynı fıkranın 2. cümlesindeki 2. norm mülkiyetten mahrumiyet ile
bunun bağlı tutulduğu koşulları göstermektedir. 2. fıkradaki 3. norm ise taraf
devletlere özellikle sahip olunan mallardan yararlanma hakkını genel yarara
uygun şekilde düzenleme yetkisi vermektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
bireyin mal ve mülküne saygı hakkının çiğnendiği şikayetinde bulunması halinde,
halin icapları ile bireyin temel haklarının gerekleri arasında bir adil
dengenin sağlanıp sağlanmadığını araştırmaktadır.
Mahkemeye göre ilke olarak; bireyi mülkiyet hakkından yoksun kılan
bir tedbirin meşru kamu yararı amacı gütmüş olması yeterli değildir. Amaca
ulaşmak için başvurulan amaç ile güdülen amaç arasında aynı zamanda makul bir
orantı ilişkisinin de mevcudiyeti gerekir.
Yine mahkeme kararlarında ilgililerin uğradıkları zararın
tazminini istemesi imkanına sahip bulunmadıkları için adil dengenin bozulduğuna
ve öteki nedenler yanında bu nedenle de mülkiyete saygı ilkesinin ihlal
olunduğuna karar verilmiştir.
Mahkemeye göre "Sözleşen devletlerin hukuk sistemlerinde kamu
yararı gereği mülkiyetten mahrumiyet bir tazminatın ödenmemiş olması halinde
meşruiyet kazanmaz. Tazmin yükümlülüğünün seviyesine gelince mal ve mülkün
değeri ile orantılı bir meblağın ödenmemesi durumunda mülkiyetten mahrumiyet
genellikle aşırı bir tecavüz olup 1. madde düzeyinde meşru telakki
edilemez." hal böyle olunca, fıkranın bu cümlesi, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesine 1 nolu ek protokol ile eklenen 1. maddesine aykırılık teşkil etmektedir.
Bu nedenle de iptali gerekir.
D- 6487 Sayılı Yasanın 22. maddesi ile getirilen Geçici 7.
maddenin Anayasaya Aykırı Olduğu Kabul Edilerek İptal Edildiği Takdirde Davaya
Uygulanacak Olan ve Aynı Yasanın 21. maddesi ile getirilen Geçici 6. maddesinin
1. fıkrasının son cümlesinde yer alan "Bu maddeye göre yapılacak
işlemlerde öncelikle uzlaşma usulünün uygulanması dava şartıdır." cümlesi
ANAYASANIN 90. MADDESİNE DE AYKIRIDIR.
Anayasanın 90. maddesinde "Usulüne göre yürürlüğe konulmuş
milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya
aykırılık iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlülüğe
konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla
kanunların aynı konularda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek
uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır." hükmü yer
almakta olup Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ek protokol ile adı geçen
sözleşmeye yeni 3 hak daha ilave edilmiş olup bu protokol 20/03/1952 tarihinde
Paris'te imzalanıp 18/05/1954 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu protokol
Türkiye tarafından 6366 Sayı ve 10/03/1954 tarihli Kanunla onaylanıp yürürlülük
kazanmıştır.
Yukarıda 2-C) harfli paragrafta 1 nolu ek protokol ile sözleşmeye
eklenen yeni haklardan mülkiyet hakkı irdelenmiş olup kamu özgürlükleri
kavramına karşıt olarak kişi özgürlükleri kavramı içine yerleştirilen mülkiyet
hakkı temel haklardan biri sıfatıyla pek çok Ulusal Anayasada ve Uluslararası
İnsan Hakları Sözleşmesinde de yer almaktadır. Mülkiyet Hakkı Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesine sonradan dahil edilmiştir. Kişinin mal ve mülkünden
yararlanma hakkı mülkiyet hakkının geleneksel temel unsurlarından birini
oluşturur. Hal böyle olunca, fıkranın bu cümlesi, Anayasanın 90. maddesine de
aykırılık teşkil etmektedir. Bu nedenle de iptali gerekir.
3- 6487 Sayılı Yasanın 22. maddesi ile getirilen Geçici7.maddenin
Anayasaya Aykırı Olduğu Kabul Edilerek İptal Edildiği Takdirde Davaya
Uygulanacak Olan ve Aynı Yasanın 21. maddesi ile Getirilen Geçici6.maddesinin2.fıkrasının
ilk cümlesinde yer alan "Taşınmazın el koyma tarihindeki nitelikleri esas
alınmak" cümlesinin ANAYASAYA AYKIRILIĞI YÖNÜNDEN ;
Fıkra 2)İdarenin daveti veya malikin müracaatı üzerine, fiilen el konulan
taşınmazın veya üzerinde tesisedilen irtifak hakkının idarenin daveti veya
malikin müracaat ettiği tarihteki tahmini değeri, bu Kanunun 8. maddesinin 2.
fıkrasına göre teşkil edilen kıymet takdir komisyonu marifetiyle,taşınmazın
el koyma tarihindeki nitelikleriesas alınmak ve bu Kanunun 11 inci ve 12 nci
maddelerine göre hesaplanmak suretiyletespitedilir.Tespitten sonra, bu
Kanunun 8. maddesinin üçüncü fıkrasına göre teşkil olunan uzlaşma komisyonunca,
idarenin daveti veya malikin müracaat tarihinden itibaren en geç altı ay içinde
7201 sayılı Kanun hükümlerine göre tebliğ edilen bir yazı ile tahmini değer
bildirilmeksizin, talep sahibi uzlaşma görüşmelerine davet edilir.
A- Geçici 6. maddenin 2. fıkrasının "Taşınmazın el koyma
tarihindeki nitelikleri esas alınmak" cümlesi, ANAYASANIN HUKUK DEVLETİ
İLKESİ OLAN 2. MADDESİNE AYKIRIDIR.
Fıkra ile düzenlenmek istenen uzlaşma sonucunda malikin müracaatı
üzerine ya da uzlaşma daveti üzerine kıymet takdir komisyonunca gayrimenkul
bedelinin idarelerce nasıl hesap edileceği açıklanmak istenmektedir. Buna göre
"taşınmazın el koyma tarihindeki nitelikleri esas alınmak" cümlesi
ile gayrimenkule idarece 20 yıl önce el atılmış ise 20 yıl önceki değeri hesap
edilecektir.
Yargıtayın yıllarca oluşturduğu yerleşik uygulamalarına göre,
mahkemelerce dava konusu gayrimenkulün dava tarihindeki değeri hesap edilmekte
ve dava tarihinden itibaren faiz işletilmekte idi. (Yargıtay 5. Hukuk
Dairesinin 2008/3782E. ve 2008/6028K. Sayılı Kararı -Yargıtay 5. Hukuk
Dairesinin 2005/8501E. ve 2005/11922K. Sayılı ilamı el atma tazminatının dava
tarihine göre hesap ediğine ilişkin yerleşik uygulamalardan ikisidir.)
Halen kamulaştırma davalarında dava tarihi esas alınarak hesaplama
ve dava tarihinden itibaren hesap yapılarak faiz ödenmesi şeklinde uygulama
devam etmektedir. Yargıtayın benimsenmiş uygulaması Hukuk Devleti İlkesine
uygundur. Hal böyle olunca, Yasanın Geçici 6. maddesinin 2. fıkrasındaki
"Taşınmazın el koyma tarihindeki nitelikleri esas alınarak cümlesi
Anayasanın 2. maddesine aykırılık teşkil etmektedir. Bu nedenle de iptali
gerek.
B- Geçici 6. maddenin 2. fıkrasının "Taşınmazın el koyma
tarihindeki nitelikleri esas alınmak" cümlesi, 10. MADDESİNDE İFADE EDİLEN
"KANUN ÖNÜNDE EŞİTLİK" İLKESİNE DE AÇIKÇA AYKIRIDIR.
Anayasanın 10. maddesinde "Kanun Önünde Eşitlik" ilkesi
düzenlenmiştir. Anayasanın eşitlik ilkesini düzenleyen 10. maddesinde
"...Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz...Devlet
organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine
uygun olarak hareket etmek zorundadırlar." denilmek sureti ile kişi ya da
zümreye imtiyaz tanınamayacağı, devlet ve idarelerin herkese kanun önünde
eşitlik ilkesine uygun davranacağı açıkça ve tereddüte mahal bırakmayacak şekilde
belirtmektedir.
Kanun Önünde Eşitlikten kasıt aynı hukuki statüde bulunanlar
arasında eşit hukuki muamele sağlanmasıdır.
Bu madde 1983 ile kanunun yürürlüğe girdiği tarih olan 11/06/2013
tarihi arasını kapsamaktadır. Bu durumda malikin şansızlığı idarenin bu
taşınmaza 04/11/1983 tarihi ile 11/06/2013 tarihi arasında el atması
olmaktadır. Kanunun yürürlüğe girdiği tarih olan 11/06/2013 tarihinden itibaren
var olacak el atmalarda bu hükmün uygulanmayacağı açıktır. Aynı konu aynı
sebepten dolayı dava açanlar arasında eşitlik ilkesine aykırı bir durum
çıkmaktadır.
Şöyle ki, aynı tarihte dava açan iki ayrı 2981 S.K. mağdurunun
açtığı davalar işbu yasa yürürlüğe girinceye kadar aynı usul ve esas
hükümlerine göre yürütülmüş iken, birisi yasanın yürürlüğe girdiği tarihte
kesinleşirken diğeri hak sahibinin elinde olmayan ve yargılamadaki
gecikmelerden dolayı henüz kesinleşmemişse, dava tarihi itibariyle eşit statü
ve hukuki düzende bulunan mağdurlar arasındaki bu eşitlik davası kesinleşmeyen
aleyhine açıkça bozulmakta ve Kanun önünde eşitsizlik ortaya çıkmaktadır. Hal
böyle olunca cümle hukuka güven ilkesi dolayısıyla Kanun Önünde Eşitlik İlkesi
ile bağdaşmaz, bu nedenle bu cümlenin iptali gereklidir.
C- Geçici 6. maddenin 2. fıkrasının "Taşınmazın el koyma
tarihindeki nitelikleri esas alınmak" cümlesi, ANAYASANIN 36. MADDESİNDE
İFADE EDİLEN "ADİL YARGILANMA HAKKI" İLKESİNE DE AÇIKÇA AYKIRIDIR.
Devam eden bir davada, davanın taraflarından birinin, davanın
sonucunu etkileyecek bir yasal düzenlemenin bizzat hazırlanışında yer alması
açıkça Anayasanın 36. maddesindeki adil yargılanma hakkının ihlalidir. Bu
eylemi yapanın idare olması bu gerçeği değiştirmez bilakis bireyin en çok
idareye karşı yargısal ve hukuki korumaya ihtiyacı vardır. Hal böyle olunca
cümle Adil Yargılanma Hakkı lkesi ile bağdaşmaz, bu nedenle bu cümlenin iptali
gereklidir.
D- Geçici 6. maddenin 2. fıkrasının "Taşınmazın el koyma
tarihindeki nitelikleri esas alınmak" cümlesi, ANAYASANIN 35. MADDESİNDE
DÜZENLENEN MÜLKİYET HAKKINA DA AÇIKÇA AYKIRIDIR.
Mülkiyet hakkı, Anayasanın 35. maddesinde bir temel hak olarak
güvence altına alınmış ve bu hakka ancak kamu yararı nedeniyle ve kanunla
sınırlama getirilebileceği belirtilmiştir. Kamulaştırmanın nasıl ve hangi
ilkelere göre yapılacağı Anayasanın 46. maddesinde ayrıntılı olarak
düzenlenmiştir.
Üzerinde binası bulunmayan arsa sahiplerinin taşınmazları kesilen
düzenleme ortaklık payları (DOP)da yeterli gelmediğinden ya tamamen ya da
kısmen bedele dönüştürülmüş, kamulaştırılmıştır.
Ancak yapılan idari işlemler usulüne uygun olarak hak sahiplerine
noter kanalıyla tebliğ edilmediğinden mülkiyet hakkı sahiplerinin bir çoğunun
ne yapılan işlemin iptali için idari yargıda ne de bedel tespiti için adli
yargıda bu güne kadar dava açma imkanları olmamıştır.
Bir bölümü ise çeşitli nedenlerle (Ölüm, hak sahibine
ulaşılamaması, yurt dışında yaşanması, yapılan işlemin mahiyeti bilinmediğinden
bedel alınacağından haberdar olunamaması v.s.) bugün dahi bedele dönüştürülen
taşınmazlarının bedelini almamıştır.
Hak sahipleri işbu iptale konu 6487 S.K. 22. maddesi ile getirilen
Geçici 6. maddesi yürürlüğe girmeden önce 2981 S.K., 3194 Sayılı İmar Kanunu ve
2942 Sayılı Kamulaştırma Kanunu çerçevesinde "Kamulaştırmasız El Atma
Nedenli Tazminat Davası" açmak suretiyle mahkemece dava tarihi itibariyle
takdir edilen bedeli yasal faizi ile birlikte alma imkanına sahipti. Ancak
getirilen yeni düzenleme ile mülkiyet hakkı sahibinin mülkiyetten kaynaklanan
hakları kısıtlanmakta, elinden alınan taşınmazına idare tarafından el konulan
tarihteki kıymet takdir komisyonu tarafından belirlenen bedelin ödenmesi
yeterli görülmüştür. Hal böyle olunca bu cümle Mülkiyet Hakkı İlkesi ile
bağdaşmaz, bu nedenle bu cümlenin iptali gereklidir.
E- Geçici 6. maddenin 2. fıkrasının "Taşınmazın el koyma
tarihindeki nitelikleri esas alınmak" cümlesi, AVRUPA İNSAN HAKLARI
SÖZLEŞMESİ VE MAHKEMESİ KARARINA AYKIRIDIR.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine 1 nolu ek protokol ile eklenen
haklardan biri de mülkiyet hakkıdır. Söz konusu sözleşmede Mülkiyet Hakkı
başlıklı "Madde 1- Mülkiyetin korunması. Her gerçek ve tüzel kişinin mal
ve mülk dokunulmazlığına riayet edilmesini isteme hakkı vardır. Herhangi bir
kimse ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası
hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun
bırakılabilir." hükmüne amirdir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi mülkiyet hakkını düzenleyen madde
hükmünü analizle bunun içerik ve kapsamını belirlemiş bulunmaktadır. Mahkemeye
göre bu madde birbirinden ayrı 3 kuralı içermektedir. 1. fıkranın 1. cümlesinde
yer alan ve genel nitelikteki ilk norm, mülkiyete saygı ilkesini dile
getirmektedir. Aynı fıkranın 2. cümlesindeki 2. norm mülkiyetten mahrumiyet ile
bunun bağlı tutulduğu koşulları göstermektedir. 2. fıkradaki 3. norm ise taraf
devletlere özellikle sahip olunan mallardan yararlanma hakkını genel yarara
uygun şekilde düzenleme yetkisi vermektedir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bireyin mal ve mülküne saygı
hakkının çiğnendiği şikayetinde bulunması halinde, halin icapları ile bireyin
temel haklarının gerekleri arasında bir adil dengenin sağlanıp sağlanmadığını
araştırmaktadır.
Mahkemeye göre ilke olarak; bireyi mülkiyet hakkından yoksun kılan
bir tedbirin meşru kamu yararı amacı gütmüş olması yeterli değildir. Amaca
ulaşmak için başvurulan amaç ile güdülen amaç arasında aynı zamanda makul bir
orantı ilişkisinin de mevcudiyeti gerekir.
Yine mahkeme kararlarında ilgililerin uğradıkları zararın
tazminini istemesi imkanına sahip bulunmadıkları için adil dengenin bozulduğuna
ve öteki nedenler yanında bu nedenle de mülkiyete saygı ilkesinin ihlal
olunduğuna karar verilmiştir.
Mahkemeye göre "Sözleşen devletlerin hukuk sistemlerinde kamu
yararı gereği mülkiyetten mahrumiyet bir tazminatın ödenmemiş olması halinde
meşruiyet kazanmaz. Tazmin yükümlülüğünün seviyesine gelince mal ve mülkün
değeri ile orantılı bir meblağın ödenmemesi durumunda mülkiyetten mahrumiyet
genellikle aşırı bir tecavüz olup 1. madde düzeyinde meşru telakki
edilemez." Hal böyle olunca geçici 6. maddesinin 2. fıkrasındaki
"Taşınmazın el koyma tarihindeki nitelikleri esas alınmak" cümlesi,
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve Mahkemesi kararı ile bağdaşmaz, bu nedenle
bu cümlenin iptali gereklidir.
F- Geçici 6. maddenin2.fıkrasının "Taşınmazın el koyma
tarihindeki nitelikleri esas alınmak" cümlesi, ANAYASANIN 90. MADDESİNE DE
AYKIRIDIR.
Anayasanın 90. maddesinde "Usulüne göre yürürlüğe konulmuş
milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya
aykırılık iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe
konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla
kanunların aynı konularda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek
uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır." hükmü yer
almakta olup Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ek protokol ile adı geçen
Sözleşmeye yeni 3 hak daha ilave edilmiş olup bu protokol 20/03/1952 tarihinde
Paris'te imzalanıp 18/05/1954 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Bu protokol
Türkiye tarafından 6366 Sayı ve 10/03/1954 tarihli Kanunla onaylanıp yürürlülük
kazanmıştır.
Yukarıda 3-E) harfli paragrafta 1 nolu ek protokol ile sözleşmeye
eklenen yeni haklardan mülkiyet hakkı irdelenmiş olup kamu özgürlükleri
kavramına karşıt olarak kişi özgürlükleri kavramı içine yerleştirilen mülkiyet
hakkı temel haklardan biri sıfatıyla pek çok Ulusal Anayasada ve Uluslararası
İnsan Hakları Sözleşmesinde de yer almaktadır. Mülkiyet Hakkı Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesine sonradan dahil edilmiştir. Kişinin mal ve mülkünden
yararlanma hakkı mülkiyet hakkının geleneksel temel unsurlarından birini
oluşturur. Hal böyle olunca, bu cümle, Anayasanın 90. maddesine de aykırılık
teşkil etmektedir. Bu nedenle de iptali gerekir.
YÜRÜRLÜLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ :
Hukuk devletine aykırı olan, temel hak ve özgürlükleri
sınırlandıran ve Anayasaya açıkça aykırı olan bir düzenlemenin uygulanması
halinde sonradan giderilmesi olanaksız zararlara yol açacağı açıktır. Öte
yandan anayasal düzenlemenin en kısa sürede hukuka aykırı kurallardan
arındırılması hukuk devleti sayılmanın da gereğidir. Anayasaya aykırılığının
sürdürülmesinin bir hukuk devletinde sübjektif yararların üstünde özenle
korunması gereken Hukukun Üstünlüğü İlkesini de zedeleyeceği de kuşkusuzdur.
Yukarıda Anayasaya aykırılığı ileri sürülen hükümlerin uygulanması halinde
kamulaştırmasız el koyma sebebiyle tazminat talebinde bulunanların hak arama
özgürlükleri ihlal edilecek, hukuksal ve ekonomik anlamda gerçek ve tüzel kişi
tarafların önceden öngöremeyecekleri büyük kayıplara sebebiyet
verilebilecektir.
Anayasanın hükümlerine açıkça aykırılık taşıyan söz konusu
düzenlemelerin uygulamaya geçmesi durumunda ise telafisi imkansız zararlar
doğabilecektir. Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla Anayasaya
aykırı olan ve iptali istenen hükümlerin iptal davası sonuçlanıncaya kadar
yürürlülüklerinin de durdurulmasına karar verilmesi arz olunur.
..."
6- E.2013/129 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir:
".
6487 sayılı Bazı Kanunlar ile 375 sayılı Kanun Hükmünde
Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 21. maddesi ile 4.11.1983
tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa geçici madde 6 başlığı ile
birlikte değiştirilmiştir.
Geçici madde 6. maddesinin 12. fıkrası "24.12.1984 tarihli ve
2981 sayılı Kanun hükümlerine göre yapılan imar uygulamalarından doğan ve
ipotekle teminat altına alınanlar da dahil olmak üzere her türlü alacak ve
bedeller, borçlu idarelerce, ipotek veya uygulama tarihinden itibaren 3095
sayılı Kanunda belirtilen kanuni faiz oranı uygulanmak suretiyle güncellenerek
ilgililerine ödenir. Bu hüküm devam eden davalarda da uygulanır. Bu fıkra
uyarınca yapılacak ödemeler hakkında da bu madde hükümleri uygulanır."
şeklindedir.
Maddeyi irdelersek;
- Değer tespiti ipotek ve uygulama tarihindeki değer tespit
olunacak,
- Tespit olunan değere 3095 sayılı Yasa'da öngörülen yasal faiz
oranları uygulanarak güncelleme yapılacak,
- Yasa değişikliği geriye yürürlü şekilde derdest davalara da
uygulanacak.
Mülkiyet hakkında kısıtlama ancak kamu yararı amacı ve yasa ile
sınırlandırılabilir
Yine mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına aykırı olamaz.
Olaya Türk Medeni Kanunu açısından bakıldığında ise 683 maddede
yapılan düzenleme ile "Bir şeye malik olan kimse hukuk düzeninin sınırları
içerisinde o şey üzerinde dilediği gibi kullanma yararlanma ve tasarrufta
bulunma yetkisine sahiptir." Bu maddenin doğal sonucu olarak kullanmama
şeklinde de tasarruf mümkündür.
Diğer taraftan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, İnsan Hakları ve
Temel Özgürlüklerin Korunmasına İlişkin Sözleşme'ye ek protokol (1) (Paris
20.3.1952)
Madde 1 : Mülkiyetin Korunması
"Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına
saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Bir kimse ancak kamu yararı sebebi
ile ve yasada öngörülen koşullara ve Uluslararası hukukun genel ilkelerine
uyumlu olarak mal mülkünden yoksun bırakılabilir."
Yukarıdaki hükümler devletlerin; mülkiyetin kamu yararına uygun
olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya
para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama
konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez."
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları
Demeci kabul edildikten sonra bu demeçteki bazı ilkelerin Avrupa Konseyine Üye
devletlerin ülkesinde kanun gibi uygulanmak amacı ile hazırlanmıştır, sözleşme
Avrupa Konseyine Üye Devletler tarafından Roma da 4.11.1950 tarihinde imza
edilmiştir.
Türkiye Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini 10.3.1954 tarih ve 6366
sayılı Kanun ile onaylayarak Türk Hukuk Düzeninde yürürlüğe konmuştur.
Ek protokolün 1. maddesinde mülkiyet hakkına müdahale için 3 koşul
ön görülmekte olup bunlar;
1- Müdahale kamu yararı amacına yönelik olmalıdır.
2- Müdahalenin yasa ile öngörülen koşullara ve Uluslararası
hukukun genel ilkelerine uygun olmalıdır.
3- Mülkiyete yönelik müdahalede amaca ulaşmak için başvurulan
yöntem ile amacı arasında orantılılık-adil denge olmalıdır.
Yargılamaya konu olay irdelenecek olursa;
Eski düzenlemede ve uygulamada, uygulamaya konu taşınmazın
uygulama anında taşıdığı özellikler itibari ile değer tespiti davanın açıldığı
güne kadar uygulamayı yapan idare tarafından bir bedel ödenmediğine göre
uygulama anındaki taşınmazın özellikleri itibariyle dava tarihindeki değerinin
tespitinde ayrıca güncelleme yapılmasına gerek bulunmamaktaydı. Çünkü dava
tarihindeki rayiç değerin tespiti yapılmaktaydı.
Yeni düzenleme ile ise uygulama günündeki değerinin bedelin hüküm
altına alınacağı güne değin yasal faiz ile güncellenmesi/uyarlanması sistemi
getirilmiştir.
Fiili uygulama ile dava tarihi arasında geçen zamanın kısa süreli
olması halinde mülkiyet hakkının özüne dokunur biçimde bir el atma ya da
uygulamadan söz edilemez ise de uygulama tarihi ile dava tarihi arasında geçen
zaman biriminin uzun olması halinde taşınmazların değerindeki artış sadece
yasal faiz uygulaması ile endekslenerek güncellenmesi mümkün bulunmamaktadır.
Faiz oranları Bakanlar Kurulu kararları ile belirlenmekte olup,
siyasi irade bir çok ekonomik nedenleri ve başkaca etmenleri göz önünde tutarak
faiz oranları belirlemekte ve ekonomik yapıda dengeleri sağlamaya
çalışmaktadır.
Taşınmazın gerçek karşılığı ödenmedikçe mülkiyet hakkının özüne
dokunulacağının kabulü gerekmektedir.
Taşınmaz değerinin güncellenmesi/uyarlanması ancak yine emsal
taşınmazların değeri itibariyle yapılabilir. Serbest piyasada benzer konumdaki
taşınmazın dava tarihindeki rayiç değeri ile yapılacak uyarlama ya da
güncelleme mülkiyet hakkının kullanılmasında denkleştirici/adil adalet
ilkesinin bir sonucudur.
Somutlaştırırsak mahkememiz dosyasında; idare tarafından uygulama
tarihi itibariyle taşınmaza 50 TL/m2 değer takdir edilmiştir. Mahkemece yapılan
bilirkişi incelemesi sonucunda yasa değişikliğinden önce dava tarihinde
taşınmaza 430 TL/m2 birim değer tespit olunmuştur.
İpotek bedelinin tesis edildiği tarih 1.1.2006 olduğu varsayımında
100 m2 lik taşınmaz için 100x50=5000 TL olup elkonulduğu tarihten dava tarihi
1.1.2009'a kadar ödeme yapılmadığı varsayımında,
5000x 3 yıl x9/100faiz oranı = 1350 TL faiz işleyeceğinden
güncellenmiş değer 6.350 TL olacaktır.
Oysa dava konusu taşınmazın elkoyma tarihindeki özelliklerine göre
dava tarihindeki değeri 100x430= 43000 TL olacaktır. Ayrıca rayiç değere ödeme
gününe kadar yasal faiz de işleyecektir.
Bu durumda mülkiyet hakkı sahibinin mülkiyet hakkından doğan hak
ettiği bedeli almayacağı anlaşılmaktadır.
Diğer yandan Yasanın derdest davalara uygulanacağı hükmü yasanın
geriye dönük hüküm ifade etmesi anlamında olduğundan hukukun genel
prensiplerine, kazanılmış hakların özüne dokunur niteliktedir.
Kazanılmış haklar kavramı Hukuk Devleti kavramının temelini
oluşturan unsurlardandır.
Kazanılmış haklar Anayasa'nın 2. maddesinde ifadesini bulan
"Türkiye Cumhuriyeti sosyal bir Hukuk Devletidir" hükmü ile koruma
altına alınmıştır.
Anayasa Mahkemesinin 19.12.1989 gün ve 1989/14 Esas, 1989/49 Karar
sayılı kararında aynen; "bir hukuk kuralının yürürlüğü sırasında, bu
kurala uygun biçimde tüm sonuçları ile kesin olarak edinilmiş hakların
korunması Hukuk Devletinin gereği olduğu" vurgulanmıştır.
Kazanılmış hakların saklı tutulması hukuk kararlılığı ve
dolayısıyla kamu düzenini korumak amacıyla getirilmiştir.
6487 sayılı Yasa ile 2942 sayılı Yasa'nın 12. fıkrası hükmü ile
getirilen yasal düzenleme ile Anayasamızın 35. maddesi Türk Medeni Kanununun
683. maddesi ve AİHS'nın ek protokol 1. maddesinde temel hak olan mülkiyet
hakkının özüne dokunulmuş olup anılan Yasa hükümleri ile çelişmektedir.
Anayasa'ya ve diğer mülkiyet hakkını düzenleyici yasa ve sözleşme
hükümlerine aykırı olması ayrıca 6487 sayılı Yasa'da temel haklardan olan
mülkiyet hakkının özünü ilgilendiren yasal değişiklikler yapılmış olup ilgili
Yasa ile kazanılmış haklara etkili olacak biçimde hükümlerin devam eden
davalara da uygulanacağı hükmü yürürlüğün tarihi bakımından da Anayasa'ya ve
ilgili yasalara ve sözleşmelere aykırı olduğu nedeni ile iptali gerektiği
düşünülmüştür.
...."
7- E.2013/145 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir:
"1- 6487 sayılı Kanun'un 21. maddesinin 1. fıkrasında 2942
sayılı Kanunun geçici 6. maddesi değiştirilmiş, "Bu maddeye göre yapılacak
işlemlerde öncelikle uzlaşma usulünün uygun olması dava şartıdır" amir
hükmü getirilmiştir. Bu hüküm Anayasa'nın 36. maddesine aykırıdır.
Anayasa'nın 36. maddesi Hak Arama Hürriyeti başlığı ile yazılmış
olup bu maddeye göre "Herkes meşru vasıta ve yollardan faydalanmak sureti
ile Yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil
yargılanma hakkına sahiptir.
Hiçbir mahkeme görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan
kaçınamaz."
6487 sayılı Kanun'un 21. maddesinin 2942 sayılı Kanun'un geçici 6.
maddesini değiştiren 1. fıkrasında "Bu maddeye göre yapılacak işlemlerde
öncelikle uzlaşma usulünün uygun olması dava şartıdır." hükmü Anayasa'nın
36. maddesine aykırıdır. Hak arama hürriyetinin kısıtlanması ve engellenmesi
mahiyetindedir. Bir kimsenin dava açmış olması uzlaşmak istemediğinin
karinesidir. Bu sebeple Anayasa'ya aykırılık iddiası yerindedir.
2- 6487 sayılı Kanun'un 22. maddesi ile 2942 sayılı Kanun'a
eklenen geçici 7. madde "Mülga 31/08/1956 tarihli, 6830 sayılı İstimlak
Kanunu'nun 16. ve 17. maddeleri ile 2942 sayılı Kanun'un Mülga 16. ve 17.
maddeleri uyarınca mahkemelerce idare adına tescil kararı verilen
kamulaştırmalarda tebligatlar ve diğer kamulaştırma işlemleri tamamlanmış
sayılır. Bu kamulaştırma işlemleri hiçbir hak ve alacak talebinde bulunulamaz;
kamulaştırmaya veya bedeline karşı itiraz davaları açılamaz; açılmış ve devam
davalar bu madde hükmü uygulanarak sonuçlandırılır." şeklinde
düzenlenmiştir. Bu madde Anayasa'nın 35. maddesinde düzenlenen Mülkiyet
Hakkı", 36. maddede düzenlenen "Hak Arama Hürriyeti" 154.
maddesinde düzenlenen "Yargıtay" ve 155. madde de düzenlenen
"Danıştay" ile ilgili Anayasa hükümlerine aykırıdır.
6830 sayılı Kanun'un veya 2942 sayılı Kanun hükümlerine göre
aykırı olarak yapılmış tebliğler yok hükmündedir. Buna rağmen 6487 sayılı
Kanun'un 22. maddesi geçersiz tebliğlere hukukilik kazandırarak dava açmayı,
buna bağlı olarak Hak Arama Hürriyetini, Mülkiyet Hakkını, hukuken
kesinleşmemiş sayılması gereken mahkeme kararlarına karşı Yargıtay ve
Danıştay'da kanun yollarına gitmeyi engellemektedir.
..."
8- E.2013/149 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir:
"...
A) 6487 sayılı Bazı Kanunlar ile 375 Sayılı
Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 21. maddesi
ile 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa eklenen Geçici 6. maddesinin BİRİNCİ
fıkrası yönünden
1) 6487 sayılı Yasanın 21. maddesi ile Kamulaştırma Kanununa
eklenen Geçici 6. maddenin 1. fıkrası ile el atma davaları eda davası olmaktan
çıkarılarak tespit davalarına dönüştürülmüş ve taşınmaz malikinin idare ile
uzlaşması H.M.K. 114/2 maddesi uyarınca dava şartı haline getirilmiştir.
Uzlaşmanın dava şartı haline getirilmesi ile taşınmazına idare tarafından haksız
olarak el atılan malikler, idare ile uzlaşma görüşmesi yapmak zorunda
bırakılmıştır. Böylelikle kamulaştırmasız el atma davalarında malikin direkt
olarak dava açması engellenmiştir.
2) Uzlaşmanın dava şartı haline getirilmesiyle birlikte taşınmaz
maliklerinin direkt olarak dava açamamaları, idare ile uzlaşma görüşmesi yapmak
zorunda kalması sonucu doğmaktadır. Bu nedenle uzlaşmanın dava şartı haline
getirilmesine ilişkin düzenleme Anayasa'nın 2. maddesindeki "HUKUK
DEVLETİ" ilkesine aykırıdır. Ayrıca haksız el atma durumlarında mağdur
olan devlet değil; taşınmazı devlet gücüyle işgal edilmiş olan malikler olduğu
için, mağdur tarafın haksız tarafla uzlaşma görüşmesine zorlanması hukuka aykırı
bir durum yaratmaktadır.
3) Hakeza uzlaşmaya ilişkin söz konusu düzenleme 1982 Anayasasının
36. maddesindeki "HAK ARAMA HÜRRİYETİ" ilkesine de aykırılık teşkil
etmektedir. Anayasanın 36. maddesinde"Herkes, meşru vasıta ve yollardan
faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve
savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi
içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz." hükmü bulunmaktadır.
4) Maliklerin dava açmadan evvel uzlaşmaya zorlanması "KANUN
ÖNÜNDE EŞİTLİK" ilkesine de aykırılık oluşturmaktadır. Anayasa'nın l0.
maddesinin son fıkrasında"Devlet organları ve idare makamları bütün
işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek
zorundadırlar."hükmü bulunmaktadır. Kamulaştırmasız el atma, devlet
tarafından gerçekleştirilmiş bir haksız fiildir. Haksız fiillerde mağdurun,
fail ile uzlaşma mecburiyeti hukuki olarak bulunmamaktadır. Bu açıdan
bakıldığında, mağdur konumundaki vatandaşın haksız fiili işleyen idare ile
uzlaşmaya zorlanması Anayasa'nın 10. maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesine
aykırıdır.
5) Yine Yargıtay 5. Hukuk Dairesi'nin devletle uzlaşmak istemeyen
kişinin uzlaşmaya zorlanamayacağı, direkt dava açabileceği yönündeki
içtihatları, yapılan değişiklik ile devre dışı bırakılmış, böylece her biri
diğerinden bağımsız olan erklerden biri olan yargıya, yasama eliyle müdahale
edilmiştir. Bu haliyle Anayasa'da hâkim olan "KUVVETLER AYRILIĞI"
ilkesi de çiğnenmiştir.
6) Öte yandan mezkur düzenlemenin Anayasa'ya aykırı olmasının
yanında, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin "ADİL YARGILANMA"yı
düzenleyen 6. maddesinin birinci fıkrasında"Herkes, gerek medeni hak ve
yükümlülükleriyle ilgili nizalar, gerek cezai alanda kendisine yöneltilen
suçlamalar konusunda karar verecek olan, yasayla kurulmuş bağımsız ve tarafsız
bir mahkeme tarafından davasının makul bir süre içinde, hakkaniyete uygun ve
açık olarak görülmesini istemek hakkına sahiptir."ifadesiyle yer alan
"MAKUL SÛREDE ADALETE ERİŞİMİN SAĞLANMASI" ilkesi de göz ardı
edilmektedir.
7) Bir diğer önemli husus ise, getirilen düzenleme ile vatandaşın
faiz (gelir kaybına) uğratılmış olmasıdır. Zira taşınmaz maliki uzlaşma şartı
aranmaksızın direkt olarak dava açabilseydi faiz başlangıcı "dava
tarihi" olacak ve uzlaşma ile süre kaybetmeyecekti. Malik, uzlaşma
başvurusu ile uzlaşmak istememesi halinde açacağı dava tarihi arasında
işleyecek faizden mahrum bırakılmıştır. Böylelikle malik aleyhine, idare lehine
"MENFAATLER DENGESİ" bozulmuştur.
8) Uzlaşmanın dava şartı haline getirilmesinin dışında, söz konusu
düzenleme ile kamulaştırmasız el atma davaları, 2942 sayılı Kamulaştırma
Kanunu'nun 10. maddesinde gösterilen kamulaştırma bedelinin tespiti ve idare
adına tescili davasına dönüştürülmüştür. Halbuki el atma davaları haksız fiile
dayanmaktadır ve haksız fiil dolayısıyla açılacak olan davalar tipik birer
"eda davası" niteliğindedir. HMK 105. maddede eda davası;"Eda
davası yoluyla mahkemeden, davalının, bir şeyi vermeye veya yapmaya yahut
yapmamaya mahkûm edilmesi talep edilir."şeklinde tanımlamıştır. Kaldı ki
kamulaştırmasız el atma davaları, el atmanın önlenmesi ve/veya tazminat ile
ecri misil talepleri türündedir. Oysa kamulaştırma bedelinin tespiti
davalarında, davalının bir şeyi vermeye veya yapmaya zorlanması bulunmayıp,
maliki konusunda tereddüt bulunmayan taşınmazların mahkemelerce bedellerinin
tespiti niteliğindedir. Bu davalarda mahkeme tarafından bedel tespiti yapılan
taşınmazların, bedelleri mahkeme tarafından verilen sürelerde malik adına depo
edilmediği takdirde, davanın reddi cihetine gidilmektedir. Fakat
kamulaştırmasız el atma nedeniyle açılan davalarda, idare her zaman
kamulaştırmasız el atmayı kabul etmediği gibi dava konusu taleplerin
hangilerinin karşılanacağı ve hüküm altına alınan ilamların ne şekilde icra
edileceği tümüyle eda türündeki davalara ilişkin konulardır. Maddi olayın
belirlenmesi aşamasında dahi klasik bir tazminat davası ve haliyle eda davası
niteliğini taşıyan bu davaları, diğer tazminat davalarından ayırarak tespit
davası haline dönüştürmek hukuk dışı bir yaklaşımdır.
B) 6487 sayılı Bazı Kanunlar ile 375 Sayılı
Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 21. maddesi
ile 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa eklenen Geçici 6. maddesinin BEŞİNCİ ve
SEKİZİNCİ fıkrası yönünden
1) Kamulaştırma Kanununa eklenen Geçici 6. maddenin 5. fıkrasıyla"Uzlaşılan
bedel, bütçe imkanları dahilinde sonraki yıllara sari olacak şekilde taksitli
olarak da ödenebilir. Taksitli ödeme süresince, 4/12/1984 tarihli ve 3095
sayılı Kanuni Faiz ve Temerrüt Faizine ilişkin Kanuna göre ayrıca kanuni faiz
ödenir."hükmü getirilmiştir. Ayrıca Geçici 6. maddenin 8. fıkrasında"Taksitli
ödeme süresince, 3095 sayılı Kanuna göre ayrıca kanuni faiz ödenir"şeklinde
düzenleme yapılmıştır. Tabir-i diğerle 6487 sayılı Yasanın 21. maddesi ile
getirilen değişiklikle birlikte, kamulaştırmasız el atma nedenine bağlı açılan
davalar sonucunda kesinleşen mahkeme kararlarının, idarenin"bütçe
imkânları"doğrultusunda"herhangi bir süreyle sınırlı olmayan"taksitler
şeklinde ödenebileceği ve taksit süresince"yasal faiz"ödeneceği
düzenlenmiştir. Bu kanunun uygulanmasından kaynaklanan en önemli sorunların
başında taksit ödemelerindeki belirsizlik olacaktır. Çünkü kesinleşmiş mahkeme
kararına dayanarak, kendisine ödeme emri tebliğ edilmesine rağmen, idarece
vatandaşın mağduriyetine çözüm getirecek herhangi bir ödeme yapmaması,
Anayasa'nın 35. maddesinde yer alan MÜLKİYET HAKKINA keyfi müdahale teşkil eder
ayrıca KANUNİLİK İLKESİNE aykırı olur. Ayrıca böyle bir halde, adil dengeden de
söz etmek mümkün değildir.
2) Söz konusu düzenlemenin Anayasa'ya aykırı olan bir diğer yönü
ise, taksit süresince kanuni faiz ödenecek olmasıdır. Kamulaştırma Kanunu'nun
3. maddesi ikinci fıkrasındaki"Bakanlar Kurulunca kabul olunan, büyük
enerji ve sulama projeleri ile iskan projelerinin gerçekleştirilmesi, yeni
ormanların yetiştirilmesi, kıyıların korunması ve turizm amacıyla yapılacak
kamulaştırmalarda, bir gerçek veya özel hukuk tüzelkişisine ödenecek
kamulaştırma bedelinin o yıl Genel Bütçe Kanununda gösterilen miktarı, nakden
vepeşin olarak ödenir. Bu miktar, kamulaştırma bedelinin altıda
birinden az olamaz. Bu miktarın üstünde olan kamulaştırma bedelleri, peşin
ödeme miktarından az olmamak veen fazla beş yıl içindefaiziyle birlikte
ödenmek üzere eşit taksitlere bağlanır. Taksitlere, peşin ödeme gününü takip
eden günden itibaren, Devlet borçları için öngörülenen yüksek faiz haddi
uygulanır."şeklindeki düzenlemede, kamulaştırma bedelinin peşin
ödeneceği belirtilmesine, taksitle ödemelerin ise belli şartlara ve 5 yıllık
maksimum süreye bağlanmasına, taksitle ödemeler için de en yüksek faizin
uygulanacağı belirtilmiş olmasına rağmen; iptali talep edilen yeni düzenleme
ile hem Kamulaştırma Kanunu'nun 3. maddesindeki taksitli ödeme şartları ve de
taksit süresi tüm kamulaştırmasız el atmalar için ortadan kaldırılmış, hem de
bu hukuksuz el atmalardaki faiz oranı aşağıya çekilerek yasal faiz haline
getirilmiştir.
3) Hakeza Anayasa'nın kamulaştırmayı düzenleyen 46. maddesinin son
fıkrasındaki,"ikinci fıkrada öngörülen taksitlendirmelerde ve herhangi bir
sebeple ödenmemiş kamulaştırma bedellerindekamu alacakları için
öngörülen en yüksek faiz uygulanır."şeklindeki anayasal hüküm
çiğnenmiştir. Kamu alacaklarına uygulanacak yıllık faizin %23,4 olduğu, yasal
faizin ise yıllık %9 olduğu düşünüldüğünde, herhangi bir süre sınırlaması
bulunmayan taksitler için büyük hak kayıpları doğacağı kesindir. Kaldı ki
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin birçok kararında"Mahkemenin,
kamulaştırma tarihi ile bedelin ödendiği zaman arasındaki uzunluk nedeniyle
malikin arazisini kaybetmesiyle uğradığı zarar ikiye katlanmış; ferdin
katlandığı fedakârlık ile toplum menfaati arasında bulunması gereken adil denge
bozulmuştur"yargısına varılmıştır.
C) 6487 sayılı Bazı Kanunlar ile 375 Sayılı
Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 21. maddesi
ile 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa eklenen Geçici 6. maddesinin YEDİNCİ ve
ONÜÇÜNCÜ fıkraları yönünden
1) Kamulaştırma Kanunu'na eklenen geçici 6. maddenin altıncı
fıkrası ile kamulaştırmasız el atma kapsamında açılan davalarda mahkeme ve icra
harçları ile her türlü vekalet ücretlerinin bedel tespiti davalarında öngörülen
şekilde maktu olarak belirlenmesi düzenlenmiştir. Bir bakıma kamulaştırmasız el
atma davaları, haksız fiil olarak nitelendirmekten çıkarılıp tespit davası
haline dönüştürülmüş böylece harç ve vekalet ücretinin bedel tespit davalarında
olduğu gibi maktu olarak belirlenmesi şeklinde düzenleme yapılmıştır.
2)Ancak yukarıda A başlıklı kısmın 8. sırasında arz ettiğimiz
üzere kamulaştırmasız el atma davalarının, Kamulaştırma Yasasının 10.
maddesindeki bedel tespit davasına benzetilmeye çalışılması hukuki bir hatadır.
Klasik bir tazminat davası ve haliyle eda davası niteliğini taşıyan
kamulaştırmasız el atma davalarını, diğer tazminat davalarından ayırarak tespit
davası haline dönüştürmek ve avukatlık ücretini maktu şekilde tespit ettirmek
hukuk dışı bir yaklaşımdır. Zira bedel tespit davasında idarenin haksız bir
fiili bulunmamaktadır. Keza taşınmazın bedelinin mahkeme kararı ile
belirlenmesi yasal zorunluluk ve malik yararınadır. Dolayısıyla bedel tespit
davalarında vekâlet ücretinin maktu olarak belirlenmesi makul ve hukukidir.
Oysaki idarenin haksız fiil sebebiyle açılacak kamulaştırmasız el atma
davasında ise haksız fiil işleyen idarenin nisbi vekâlet ücretine katlanması
gerekir. İdarenin, malikin taşınmazına haksız olarak el atmış olmasına rağmen
yasal düzenleme ile lehine kazanımlar elde etmesi "KİMSE KUSURUNDAN
YARARLANAMAZ" şeklindeki evrensel hukuk kuralına aykırıdır.
3) İdarenin işlediği bir haksız fiilin, diğer hukuk öznelerinin
faili olduğu haksız fiil türlerinden farklı değerlendirilmesi hukuk devletinde
kabul edilemez. İdareye tanınan bu ayrıcalık, Anayasa'nın değiştirilemez
maddeleri içinde yer alan "HUKUK DEVLETİ" ilkesi ve buna bağlı olarak
oluşan "KANUNİ İDARE" ilkelerinin açık ihlali olduğu gibi, demokratik
devlet anlayışıyla da bağdaşmamaktadır.
4) Kamulaştırmasız el atma davalarında maktu vekalet ücreti
uygulaması, kanun önünde eşitlik ilkesine de aykırıdır. Örneğin binası yıkılan
bir kişinin binanın yıkılmasına neden olan kişiye karşı açılan haksız fiilden
kaynaklanan tazminat davasının kabulü halinde davacı lehine nisbi avukatlık
ücreti hükmedilmektedir. Hakeza özel ya da gerçek kişi tarafından, devlete ait
bir taşınmazın işgal edilmesi halinde, hazinenin açacağı ecrimisil davasında
devlet lehine nisbi vekâlet ücreti hükmedilmektedir. Özel, gerçek veya tüzel
kişi haksız fiil işlerse ona yükletilecek vekâlet ücretinin nisbi olarak
belirlenmesi ancak haksız fiili gerçekleştiren idare ise, idare lehine
ayrımcılık yapılarak idareye yükletilecek vekâlet ücretinin maktu olarak
belirlenmesi Anayasanın 10. maddesindeki "KANUN ÖNÜNDE EŞİTLİK İLKESİ'ne
de aykırıdır.
5) Avukatlık Kanunu'nda, Avukatlık Asgari Ücreti Tarifesinin
Türkiye Barolar Birliği'nce belirleneceği belirtilmiş olup, bu zamana kadarda
Türkiye Barolar Birliği'nce konusu para ile ölçülebilen dava ve icra takiplerinde
avukatlık ücretinin nispi olarak hesaplanması kuralı getirilmiş ve bu kurala bu
güne kadar da herhangi bir istisna getirilmemiştir. Kamulaştırmasız el atma,
Borçlar Kanunu'nda yazılı haksız fiilden kaynaklanan tazminat davası
niteliğindedir. Avukatlık Asgari Ücret Tarifesinin Üçüncü Kısmındaki"Yargı
Yerleri ile icra iflas Dairelerinde Yapılan Ve Konusu Para Olan Veya Para ile
Değerlendirilebilen Hukuki Yardımlara Ödenecek Ücret"üst başlığındaki
tanımlamadan da açık bir şekilde, kamulaştırmasız el atma davalarının konusu
para olan tazminat davası olduğu anlaşılmaktadır. Avukatlık ücretinin Türkiye
Barolar Birliği'nce belirleneceği açıkça belirtilmişken, devletin yetki gaspı
yaparak, kendi lehine düzenleme yapması hukuk devletinde kabulü mümkün bir
durum değildir. Hakeza bu düzenleme, avukatların idare aleyhine dava almaların
engellemek amacına matuf yapılmış izlenimini doğurmaktadır ki, bu da mezkur
düzenlemenin arkasında "KAMU YARARI" olmadığını göstermektedir.
6) Öte yandan, 6487 sayılı Yasa ile 2942 sayılı Kamulaştırma
Kanunu'na eklenen Geçici 6. maddenin 13. bendinin son kısmındaki"Bu fıkra
hükmü, bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan ve kesinleşmeyen
davalara da uygulanır"maddesi ile; bir hukuk devletinde olması gereken
"HUKUKİ GÜVENLİK İLKESİ" alt üst edilmiştir. Hakeza maktu vekâlet
ücretinin derdest olan davalarda da uygulanması, davanın açıldığı tarih
itibariyle ortada olmayan bir düzenlemenin geçmişe etkili olarak yürürlük
bulması manasına gelecek ve böylelikle davacı lehine oluşan "KAZANILMIŞ
HAK İLKESİ"de ihlal edilmiş olacak ve işin içinden çıkılmaz haller ortaya
çıkacaktır. Bu konuyu bir misalle açıklayacak olursak; örneğin taşınmaz malikinin
vekili tarafından 6487 sayılı Yasanın ortada olmadığı bir dönemde
kamulaştırmasız el atma nedeniyle açılmış kısmı bir dava olduğunu ve bu davanın
6487 sayılı Yasa yürürlüğe girmeden evvel onandığını düşünelim. Davacı vekili
tarafından bakiye kısım için ek dava açıldığını ve ek dava açıldıktan hemen
sonra 6487 sayılı Yasanın yürürlüğe girdiğini varsayalım. Böyle bir varsayım
içerisinde, sırf müvekkili zarara girmesin diye (yani ıslah ya da yüksek
miktardan dava açarak, kısmi red halinde müvekkili karşı vekâlet ücreti
ödemesin diye) davayı kısmi açıp, bedel Yargıtay tarafından onandıktan sonra ek
dava açan ve müvekkilinin haklarını koruma görevini yerine getiren avukat, ek
davada kendisine maktu vekâlet ücreti ödenerek cezalandırılmış olmaktadır. Hiç
kimse avukattan, kısmi dava açarken ileride bir yasa çıkabilir ve haklarımızı
ortadan kaldırabilir, bu nedenle davayı kısmi dava olarak açmamalı davayı tam
açmalı ya da bilirkişi raporunda belirlenen miktarı ıslah ile artırarak tam
bedel talep etmeliyim şeklinde bir öngörüde bulunmasını bekleyemez,
beklememelidir. Hukuk devletinin gereği olan hukuk güvenliğini sağlama
yükümlülüğü, kural olarak yasaların geriye yürütülmemesini gerekli kılar.
"YASALARIN GERİYE YÜRÜMEZLİĞİ İLKESİ" uyarınca yasalar yürürlük
tarihlerinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılırlar.
Yürürlüğe giren yasaların geçmişe ve kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara
etkili olmaması hukukun genel ilkelerindendir. "MUHATAPLARINA YÜKÜMLÜLÜK
GETİREN KANUNLAR" İLE "MEVCUT OLAN HAKLARI KALDIRAN KANUNLAR"
geriye yürümez. Hukuk devletinin hukuk güvenliği ilkesi belirliliği de
gerektirir. "BELİRLİLİK İLKESİ", yükümlülüğün hem kişiler hem de
idare yönünden belli ve kesin olmasını, yasa kuralının, ilgili kişilerin mevcut
şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar doğurabileceğini makul bir
düzeyde öngörmelerini mümkün kılacak şekilde düzenlenmesini gerekli kılar.
İtiraz konusu yasa ile devam eden davalar için yasayla geriye dönük olarak açık
bir müdahale yapılmıştır. Bu nedenle Anayasanın 2. maddesindeki HUKUK DEVLETİ
ilkesi de zedelenmiştir.
D) 6487 sayılı Bazı Kanunlar ile 375 Sayılı
Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 21. maddesi
ile 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa eklenen Geçici 6. maddesinin ONBİRİNCİ
fıkrası yönünden
1) Kamulaştırma Kanununa eklenen Geçici maddenin 11. fıkrasıyla şu
hüküm getirilmiştir: "Bu madde uyarınca ödenecek olan bedelin tahsili
sebebiyle idarelerin mal, hak ve alacakları haczedilemez."
2) Bu düzenleme ile davacının alacağına kavuşması engellenmiş ve
idarelerin ödemelerini yapmaktaki keyfiliğinin de önü açılmıştır. Haciz
yasağını gerektirecek "KAMU YARARI" objektif sebep yoktur. Bağımsız
Türk Mahkemesinin verdiği ilam hükmü, idare tarafından yok sayılmakta belli
şartlara bağlı tutulmaktadır. Bu durum Anayasa'nın 2. maddesindeki HUKUK
DEVLETİ ilkesine aykırılık teşkil etmektedir.
E) 6487 sayılı Bazı Kanunlar İle 375 Sayılı
Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 22. maddesi ile
2942 sayılı Kamulaştırma Kanununa eklenen Geçici 7. maddesi yönünden
1) 6487 sayılı Yasanın 22. maddesi ile 2942 sayılı Kamulaştırma
Kanunu'na eklenen Geçici 7. maddeye göre, 6830 ve 2942 sayılı Yasaların Mülga
16,17. maddelerine göre taşınmaz idare adına tescil edilmişse tebligatlar ve
diğer kamulaştırma işlemleri tamamlanmış sayılacak ve malik idareden hiçbir hak
talep edemeyecek, kamulaştırmaya ve bedeline itiraz edemeyecektir. Açılmış ve
devam eden davalar da bu maddeye göre sonuçlandırılacaktır.
2) 2942 sayılı Yasanın Geçici 7. maddesi, Anayasa'nın birçok
hükmüne aykırı bir düzenlemedir. Bu madde mucibince, 2942 sayılı Yasanın Mülga
16 ve 17. maddelerine göre tescil kararı verilmiş kamulaştırmalarda
kamulaştırma işlemi tamamlanmış sayılmakta, kamulaştırmasız el atma davalarının
önü tamamen kesilmektedir. Bu madde uyarınca Tebligat Kanununa açıkça aykırı
bir tebliğ işlemi yapılmış olsa dahi, bu tebligat geçerli kabul edilecektir.
Böylelikle kamulaştırma tebligatlarının hukuka uygun olup olmadığı yasa
zırhıyla tartışma dışı bırakılmıştır. Öte yandan Geçici 7. maddenin yürürlüğe
girmesinden evvel açılmış davalarda da bu yasanın uygulanacağı belirtilerek,
usul hukukunun en temel ilkelerinden olan "KAZANILMIŞ HAK"
"KANUNUN GERİYE YÜRÜMEZLİĞİ" ilkeleri hiçe sayılmaktadır. Bu itibarla
2942 sayılı Yasanın Geçici 7. madde hükmü Anayasa'nın 2. maddesindeki HUKUK
DEVLETİ ilkesine aykırıdır.
3) 2942 sayılı Yasanın Geçici 7. maddesine göre idare tarafından
hukuka ve usule aykırı bir şekilde tescil kararı alınmış olsa bile, taşınmaz
sahipleri artık el atma davası açamayacaktır. Bu hüküm açıkça Anayasa'mızın 36.
maddesinde düzenlenen HAK ARAMA HÛRRYETINİ engeller niteliktedir. Yani usule
uygun olmayan işlemlerle şeklen mülkiyet hakkı elinden alınan bireylerin bu
işlemlere karşı yargı yoluna başvurmalarının engellenmesi ve bu engellemenin
Mülga Kanun maddelerine dayanılarak yapılmak istenmesi hukukun temel
ilkelerine, Anayasaya ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine açıkça aykırıdır.
5) Sonuç Olarak
Hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına
saygı gösteren, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli
bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve
tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve
hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık,
kanunların üstünde Anayasa ve kanun koyucunun da bozamayacağı temel hukuk
ilkeleri bulunduğu bilincinde olan devlettir.
Anayasa'nın 2. maddesinde Cumhuriyetin nitelikleri arasında
sayılan "HUKUK DEVLETİ"; faaliyetlerinde hukuk kurallarına bağlı
olan, vatandaşlarına "HUKUKİ GÜVENLİK" sağlayan ve vatandaşların
"hukuki güvenlik" içinde yaşadığı devlet demektir. Vatandaşlarına
hukuki güvenlik sağlaması gereken hukuk devleti ilkesinin gereklerinden birisi
devlet faaliyetlerinin "BELİRLİLİK" içinde yürütülmesidir. Yani,
devlet faaliyetlerinin idare edilenlerce önceden belli ölçüde görülebilir
olması gerekmektedir. Devlet faaliyetlerinin belirli olmasının yasama organını
bağlayan yönleri ise; "Muhataplarına Yükümlülük Getiren Kanunlar" ile
"Mevcut Olan Haklan Kaldıran" "KANUNLARIN GERİYE
YÜRÜMEZLİĞİ" ve "KAZANILMIŞ HAKLARA SAYGI" ilkesidir. Yasal
düzenleme bu ilkeleri açıkça ihlal etmektedir.
Kişilere hukuk güvenliğinin sağlanması, Anayasa'nın 2. maddesinde
belirtilen hukuk devletinin ön koşullarındandır. Hukuk devleti, hukuk
normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde
devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven
duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerektirir. Hukuk güvenliğinin
sağlanması, bu doğrultuda yasaların geleceğe yönelik öngörülebilir belirlemeler
yapılabilmesine olanak verecek kurallar içermesini gerekli kılar. Geriye dönük
düzenlemelerle kişilerin haklarının, hukuki istikrar ve güvenlik ilkesi
gözetilmeden kısıtlanması hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz.
Torba yasa içindeki 6487 sayılı Yasanın 21. ve 22. maddeleri ile
getirilen "uzlaşmanın dava şartı olması, haciz yasağı, mahkeme ve icra
vekâlet ücretlerinin nisbi yerine maktu belirlenmesi" "kamulaştırma
bedelinin peşin ve nakit ödenmesi yerine taksitle ödenmesi", "idare
adına tescil edilen taşınmazlar sebebiyle hiçbir hak ve alacak talep
edilememesi," "bu hükmün geriye dönük açılmış davalarda
uygulanması" gibi hükümler MEVCUT OLAN HAKLARI ortadan kaldıran ve
"MUHATAPLARINA YÜKÜMLÜLÜK GETİREN" niteliktedir.
5999 sayılı Kanun'la birlikte kamulaştırmasız el atma yoluyla
idarenin özel mülkiyeti hukuka aykırı bir biçimde sınırlamalar getirmesinin önü
açılmıştı. Yapılan son düzenleme ile kişisel bir hak olan mülkiyet hakkı,
mülkiyet hakkını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Ek Protokolünün 1. maddesi,
Anayasanın 2, 35 ve 46. maddeleri ve evrensel hukuk ilkelerini hiçe sayılarak
devletin hükümranlığını ilan eder bir niteliğe bürünmüştür.
Yasa koyucu tarafından her ne kadar Anayasa Mahkemesi'nin
22.02.2013 tarihli Resmi Gazete'de yayımlanan 2010/83 Esas, 2012/169 Karar ve
01.11.2012 tarihli iptal kararma uygun düzenleme yapıldığı ileri sürülmüş ise
de; tam aksine Anayasa Mahkemesi'nin iptal gerekçeleri görmezden gelinmiş, daha
da kısıtlayıcı, kamulaştırmasız el atma davalarının hukuki niteliği ile ilgisi
olmayan sınırlayıcı bir yol izlenmiştir. Bahse konu düzenleme, hukukun değil
devletin korunması içgüdüsüyle yapılmış, vatandaşların uzun hukuk mücadeleleri
sonucunda kazanmış olduğu haklar ellerinden geri alınmış, eskinin tüm hukuk
dışı kamulaştırma işlemleri geri getirilmiştir.
Belirtilen nedenlerle; söz konusu düzenlemenin Anayasa'nın
yukarıda yer verilen 2, 10, 35, 36. ve 46. maddelerine aykırı olduğu sonucuna
varılmıştır."
9- E.2013/155 ve E.2014/19 Sayılı İtiraz Başvurularının Gerekçe
Bölümü Şöyledir:
"...
1- 04/11/1983 tarih ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu'nun geçici
6. maddesinin 1. fıkrasında yer atan"Bu maddeye göre yapılacak
işlemlerde öncelikle uzlaşma usulünün uygulanması dava şartıdır" hükmünün
Anayasaya aykırılığı;
Malikin idareye başvurmadan doğrudan doğruya dava açması hukukun
temel prensiplerinden biri olan hak arama özgürlüğüne ilişkindir.
Geçici 6. maddenin bazı hükümleri, Anayasa Mahkemesinin Esas
2010/83, Karar 2012/169 sayılı, 01.11.2012 tarihli kararı ile iptal edilince
24.5.2013 tarih ve 6487 sayılı Kanunla Geçici 6. madde yeniden düzenlenmiştir.
Yeni düzenlemede Yargıtay içtihadının aksine, uzlaşma yolu bir "dava
şartı" haline getirilmiştir. Böylece uzlaşma yoluna gidilmeden doğrudan
dava açmahakkıengellenmiştir,
2- Geçici 6. Maddenin 4. Fıkrasındaki, "Uzlaşma görüşmeleri,
hukuki ve fiili engel bulunmadığı takdirde davete icabet tarihinden itibaren en
geç 6 ay içinde sonuçlandırılır" hükmünün Anayasaya aykırılığı;
Anayasanın 36. maddesine göre, "Herkes, meşru vasıta ve
yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı
olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir". Aynı
şekilde Anayasanın 40. maddesinde, "Anayasa ile tanınmış hak ve
hürriyetleri ihlâl edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma
imkânının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir."
Yargıtay'ın yerleşik içtihatlarında da belirtildiği gibi, kişinin
doğrudan dava açma girişimi, uzlaşmak istemediği yönündeki iradesini açıkça
ortaya koymaktadır. Kişinin açık iradesine rağmen onun uzlaşma sürecine
zorlanması ve uzlaşma süresinin bir yılı aşabilmesi, hak arama özgürlüğünü ve
yetkili makama geciktirilmeden başvurma hakkını ihlal edici niteliktedir.
3- Geçici 6. Maddenin 2. Fıkrasında yer alan "taşınmazın el
koyma tarihindeki nitelikleri esas alınır" ifadesinin Anayasaya
aykırılığı;
Anayasa koyucu, kamulaştırmalarda gerçek karşılığın ödenmesini
aradığına göre, idarenin bir haksız fiili niteliğinde kabul edilen
kamulaştırmasız el atmalarda "gerçek karşılığın" aranması evleviyet
kuralının bir gereğidir.
Kamulaştırmasız el atma tarihinden sonra taşınmazın değerinde
meydana gelen artış ya da azalmaların malike ödenecek tazminatın
hesaplanmasında dikkate alınması, Anayasanın 46. maddesi gereğince "gerçek
karşılığın" belirlenmesi bakımından aranması gereken zorunlu bir unsurdur.
İtiraz konusu ibarede; taşınmazın kamulaştırmasız el atma
tarihindeki nitelikleri esas alınırken, tazminat davasının açıldığı tarihte bu
niteliklerde siyasal, kültürel ve ekonomik gelişmeler nedeniyle süreç içinde
doğal olarak oluşan ve öngörülebilen değer artışları gerçek değer hesabında
dikkate alınmamaktadır.
4- Geçici 6. Maddenin;
5.Fıkradaki, "Uzlaşılan bedel, bütçe imkanları dahilinde
sonraki yıllara sâri olacak şekilde taksitli olarak da ödenir" hükmü;
8. Fıkradaki, "Kesinleşen alacakların toplam tutarının
ayrılan ödeneğin toplam tutarını aşması halinde, ödemeler, sonraki yıllara sâri
olacak şekilde, garameten ve taksitlerle gerçekleştirilir" hükmü;
8. Fıkradaki, "idare tarafından, mahkeme kararı gereğince
nakdi ödeme yerine, üçüncü fıkrada belirtilen diğer uzlaşma yolları da teklif
edilebilir ve bu maddenin uzlaşmaya ilişkin hükümlerine göre işlem
yapılabilir" hükmü;
9. Fıkradaki "idare tarafından nakdi ödeme yerine, üçüncü
fıkrada belirtilen diğer uzlaşma yolları teklif edilebilir ve bu maddenin
uzlaşmaya ilişkin hükümlerine göre işlem yapılır" hükmü;
10. Fıkradaki "Kararı kesinleşen davalara ise, bu maddenin
yalnızca sekizinci fıkra hükümleri uygulanır" hükmü;
12. Fıkradaki "Bu hüküm devam eden davalarda da uygulanır. Bu
fıkra uyarınca yapılacak ödemeler hakkında da bu madde hükümleri
uygulanır" hükmü;
13. Fıkradaki, "idare tarafından kamulaştırılması halinde
kamulaştırma bedeli ve mahkemelerce malikleri lehine hükmedilen tazminat ile bu
davalara ilişkin mahkeme ve icra vekalet ücretleri de, idarelerce bu maddenin
sekizinci fıkrasına göre bütçelerdenayrılacakpaydan ve aynı
fıkrada belirtilen usule göre ödenir ve işlem yapılır" hükmünün Anayasaya
aykırılığı;
Taksitlendirme süresindeki belirsizlik ve ödenek olmaması gibi
sübjektif koşullara bağlılık idarelerin, mahkeme kararlarının gereğini yerine
getirmede keyfiliğe varan bir takdir hakkını kullanmasına neden olabilecek
niteliktedir.
Düzenleme bu haliyle hukuk kurallarının öngörülebilirliği ilkesine
aykırılık oluşturmakta ve hukuk güvenliğini zedeleyici niteliği ile hukuk
devleti ilkesine aykırılık oluşturmaktadır. Bu nedenle düzenleme Anayasanın 2.
maddesindeki hukuk devleti ilkesine aykırıdır.
8. Fıkranın son cümlesinde idareye, mahkeme nakdi ödemeye karar
verse bile, bedeli ödeme yerine diğer uzlaşma yollarını teklif etme ve uzlaşma
yolunu tekrar başlatma yetkisi verilmektedir. Bu düzenleme idareye, daha önce
verilmiş mahkeme kararlarını değiştirme ve yerine getirilmesini geciktirme
yetkisi verdiğinden Anayasa'nın 138. maddesine aykırıdır.
Anayasanın 46. maddesinden açıkça anlaşıldığı gibi, mülkiyet
hakkına yapılacak müdahaleden doğan alacaklarda peşin ödeme asıldır. Taksitle
ödeme ancak Anayasada sayılan istisnalar kapsamında ve koşullar altında mümkün
olabilir. Kamulaştırmalarda dahi taksitle ödeme istisna ve ağır koşullara
bağlanmışken, aynı hukuki sonucu doğuran idarenin haksız fiil niteliğindeki
kamulaştırmasız el atmalarda taksitli ödeme öngörülmesi, evleviyet kuralı
gereğince öncelikle Anayasanın 46. maddesine aykırılık oluşturmaktadır.
5) Geçici 6. Maddenin 11. Fıkrasında yer alan "Bu madde
uyarınca ödenecek olan bedelin tahsili sebebiyle idarenin mal, hak ve
alacakları haczedilemez" hükmünün Anayasaya aykırılığı;
Bir haksız fiil olan kamulaştırmasız el atmalardan kaynaklanan
tazminatlar sebebiyle haciz yasağı, getirilmesi ve ödemenin idarenin
inisiyatifine bırakılması Anayasanın hukuk devleti ve hak arama özgürlüğü
hükümlerine aykırıdır.
Anayasa Mahkemesinin İmar Kanunu 42'nci maddesindeki idareye
takdir hakkı veren ve keyfilik oluşturan sınır konusunda verdiği iptal
kararında; "Anayasanın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin temel
ilkelerinden biri BELİRLİLİK'tir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem
kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek
şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu
otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi de
gereklidir" demektedir (Esas Sayısı: 2005/5, Karar Sayısı: 2008/93, Karar
Günü: 17.4.2008, R.G. Tarih-Sayı: 05.11.2008-27045).
."
10- E.2014/21 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir:
".
Bu düzenlemeler ne anlama gelmektedir: Ülkemizde 2942 sayılı
Kamulaştırma Kanununun 38'nci maddesinde kamulaştırmasız el atma davaları için
20 yıllık süre öngörülmekteydi. Ancak Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin
mülkiyet hakkını düzenleyen Ek-1 protokolüne Türkiye'nin taraf olması, Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesinin yargısını kabul etmesi karşısında ülkemizden bu
maddenin mağduru olarak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine yapılan müracaatlar
sonucunda devletin tazminata mahkum edilmesi neticesinde, ülkemizde yargı
kararları ve yasal düzenlemelerle bireyin en temel haklarından birisi olan
mülkiyet hakkının kutsal ve vazgeçilmez bir hak olduğu, bu hakkın ihlalinin ise
korunamayacağı yönünde hükümler getirmiştir.
İlk olarak, Anayasa Mahkemesi Kamulaştırma Kanununun 38'nci
maddesinde yer alan 20 yıllık zamanaşımını, "Hukukun genel ilkelerinden
birisi de mülkiyet hakkının zaman ötesi niteliği, başka bir anlatımla mülkiyet
hakkının zamanaşımına uğramamasıdır" gerekçesiyle Anayasaya ve Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesine aykırı olduğundan iptaline karar vermiştir (Resmi
Gazete tarih/sayı:04.11.2003/25279, Esas Sayısı:2002/112, Karar Sayısı:2003/33,
Karar Günü:10.4.2003). Ancak Anayasa Mahkemesinin kararlarının geriye
yürümemesi sebebiyle, kararın gerekçesinin Resmi Gazetede yayımlandığı tarih
olan 04.11.2003'ten 20 yıl önceki tarih olan 04.11.1983 tarihi mülkiyet hakkı
konusunda adeta bir milat olmuştur. Daha sonra yasama organı 30.06.2010
tarihinde yürürlüğe giren 5999 sayılı Yasayla 2942 sayılı Kanununa eklediği
geçici 6'ncı maddesiyle, 04.11.1983 tarihinden 09.10.1956'ya kadar olan süre
içindeki mülkiyet hakkına müdahale niteliğindeki el atmalara yönelik devletin
sorumluluğunu getiren düzenlemeyi kabul etmiştir. Bu hüküm, değer biçme
yöntemlerinin uygun olmaması, uzun ve yorucu bir prosedür gerektirmesi,
öncelikle uzlaşma yolunun uygulanmasının gerekmesi gibi eksik ve yanlış
tarafları bulunmasına karşılık, hiç tanınmayan bir hakkın bireylere sunulması
sebebiyle her şeye rağmen olumlu bir gelişmedir. Ancak bunun yanısıra, 6111
sayılı Kanunun geçici 2'ncı maddesinin, kamulaştırmasız el atma davalarında
2942 sayılı Kanunun geçici 6'ncı maddesinin uygulanacağına dair hüküm, yani
04.11.1983 tarihinden sonraki dönemlerdeki el atmalar sebebiyle de bu tarihten
önceki döneme ilişkin düzenlemelerin uygulanacağı hükmü, temel hak ve
hürriyetler açısından bir o kadar geriye gidişi ifade etmektedir.
Bu düzenlemenin birey aleyhine sonuçlarını ve ihlal ettiği Anayasa
kurallarını şu şekilde özetleyebiliriz: Bireylere dava açmadan önce uzlaşma
görüşmeleri yapma (hukuk devleti, hak arama özgürlüğü, temel hak ve
hürriyetlerin kısıtlanması), davaya konu taşınmaz değerinin el atma tarihindeki
özelliklerine göre belirlenmesi (mülkiyet hakkı), dava sonucu elde edilecek
olan tazminattan dolayı haciz yasağı (hak arama özgürlüğü, mülkiyet hakkı,
temel hak ve hürriyetlerin kısıtlanması, hukuk devleti), dava konusu bedelin
idarenin ayıracağı bütçeden tahsil etmek (hak arama hürriyeti, mülkiyet hakkı).
5999 sayılı Yasa ile getirilen geçici 6'ncı maddenin gerekçesinde;
".Anayasada dayanağı bulunmayan ve haksız fiil olarak da nitelendirilen
kamulaştırmasız elkoyma suretiyle, temel insan haklarından olan mülkiyet
hakkına müdahale edilmesi hâlinde, ilgili taşınmazın bedelinin Devletçe
malikine ödenmesinin gerektiği tartışmasızdır" ifadesi yer almaktadır.
Yargıtay içtihatlarında, doktrinde ve madde gerekçesinde de kabul edildiği
üzere kamulaştırmasız el atmalar "haksız fiil" niteliğinde bir
eylemdir. Haksız fiil, doktrinde hukuka aykırı olarak bir kimsenin şahsına veya
mal varlığına zarar vermek olarak tanımlanır. Haksız fiil borç kaynaklarından
birisi kabul edilmiş olup zararı veren tazminle sorumludur. Haksız fiile
muhatap olan kişinin, haksız fiile sebebiyet veren kişiden zararını isteme
imkanı hukukun genel prensiplerindendir. Ancak haksız fiil eylemleri sadece
kamulaştırmasız el atmalarla sınırlı sayılamaz. İdarenin veya kişilerin
sebebiyet verebileceği başka haksız fiil çeşitleri de vardır.
Anayasanın 10. maddesinde, herkesin kanun önünde eşit olduğu,
Devletin bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlü bulunduğu, Devlet
organları ve idare makamlarının bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik
ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda oldukları hükme bağlanmaktadır.
Anayasanın 10. maddesinde öngörülen "yasa önünde eşitlik ilkesi"nin
amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalarca aynı işleme bağlı tutulmalarını
sağlamak ve kişilere yasalar karşısında ayrım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını
önlemektir.
Bu düzenleme neticesinde, başka türden bir haksız fiile muhatap
olan kişinin, kamulaştırmasız el atma sebebiyle haksız fiile muhatap olan
kişiye göre avantajlı olduğu kabul edilmelidir. Bu itibarla, getirilen
düzenlemenin Anayasanın 10'ncu maddesinde yer alan eşitlik ilkesine aykırılık
oluşturduğu açıkça ortadadır.
Bir haksız fiil olan kamulaştırmasız el atmalardan kaynaklanan
tazminatlar sebebiyle haciz yasağı getirilmesi ve ödemenin idarenin
insiyatifine bırakılması da Anayasanın hukuk devleti, eşitlik ve hak arama
özgürlüğü hükümlerinin ihlalidir. Unutulmamalıdır ki; ülkemizin Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi önünde mahkum olduğu ilk dava olan Akkuş davası mülkiyet
hakkına müdahaleden dolayı ödemenin gecikmesi sebebiyle açılan davadır. Akkuş/Türkiye
9 Temmuz 1997 (60/19967 679/869) kararının gerekçesinde; "... uygun
tazminatın ödenmesinde, örneğin makul sayılamayacak bir sürenin geçmesi gibi,
tazminat değerinin düşürebilecek koşulların hesaba katılmaması durumunda
tazminatın uygun niteliği kısmen kaybolacaktır. Kamulaştırma söz konusu olduğu
zaman tazminatın ödenmesindeki makul olmayan bir gecikme, özellikle bazı
devletlerde görülen para değerinin kaybı gözönünde tutulursa, mülkü
kamulaştırılmış kişinin parasal kaybını daha da ağırlaştırmakta ve onu
belirsizlik içine itmektedir. ... Ulusal makamlar dava konusu tazminat
ödemesini onyedi ay geciktirmekle anılan tazminatın uygun niteliğini
değiştirmişler ve netice olarak mülkiyet hakkının korunması ile genel menfaatin
icapları arasında mevcudiyeti gerekli dengeyi bozmuşlardır. Bu duruma göre 1
nolu protokolün 1. maddesi ihlal edilmiştir".
6487 sayılı Yasanın 21. maddesinin eski düzenlemesi olan ve
01.11.2012 tarih ve 10/83-12/169 sayılı kararınızla Anayasaya aykırı olduğuna
karar verilen 6111 sayılı Yasanın geçici 2. maddesinde, ".ödemelerde
kullanılmak üzere, ihtiyaç olması halinde, idarelerin yılı bütçelerinde sermaye
giderleri için öngörülen ödeneklerden ayrıca yüzde beş pay ayrılır"
ifadesi yer almaktadır. İhtiyacın neye göre belirleneceği, nasıl takdir
edileceği hususunda bir belirsizlik bulunmaktadır. Anayasa Mahkemesinin İmar
Kanunu 42'nci maddesindeki idareye takdir hakkı veren ve keyfilik oluşturan
sınır konusunda verdiği iptal kararında; "Anayasanın 2. maddesinde yer
alan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri belirliliktir. Bu ilkeye göre,
yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya
ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel
olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem
içermesi de gereklidir" demektedir (Esas Sayısı: 2005/5, Karar Sayısı:
2008/93, Karar Günü: 17.4.2008, R.G. Tarih-Sayı: 05.11.2008-27045).
Herhangi bir haksız fiilden dolayı haciz yasağı olmayan bireylerin
yanında, devlete karşı haciz yasağı uygulanmasını savunmak güçtür. Yurttaşın
malına elkoyabilen Devlet, borcunu ödemezse, onun da malı haczedilebilmelidir.
Devlet, kendine karşı olan bu tür işlemlerde engelleri kaldırdıkça benimsenip
saygınlığını artırır. Bireyin hakkını teslim, hukuk devletinin tescilidir. Yine
5999 sayılı Kanunun gerekçesinde; ".Devlet, kanunlar ile belirlenen
görevlerini malî imkânları çerçevesinde yerine getirmek durumundadır. Geçmişte
yapılan kamulaştırmasız elkoymalar sebebiyle açılabilecek davaların sayısını ve
bunlar neticesinde hükmedilebilecek meblâğın ne kadar olabileceğini sağlıklı
olarak tahmin etmek mümkün değildir. Açılması muhtemel davaların sayı
itibarıyla çokluğuna bağlı olarak hükmedilebilecek meblâğların hemen ödenmesi
hâlinde, idarece altından kolayca kalkılamayacak bir malî yük gündeme
gelebileceği gibi; tazminat ödemelerine bağlı olarak idarenin malî imkânsızlık
içine düşmesi suretiyle, kamu hizmetlerinin yürütülmesinde sıkıntılara
sebebiyet verilmiş olabilecektir. Böyle bir olumsuz ihtimal de gözetilerek
hükmedilebilecek olan meblâğların ödenmesinin idare bütçesinin belirli bir
oranında gerçekleştirileceğini öngörmek zarurî görülmüştür" denmektedir.
Hukuka uygun davranması gereken devlet/idarenin, haksız fiile
(kamulaştırmasız el atmaya) sebebiyet vermesi düşünülemez. İdarenin elinde
kamulaştırma işlemlerini yürütmesi için çıkarılmış bulunan Kamulaştırma Kanunu
bulunmasına karşılık, kanun gereği usulüne uygun kamulaştırma yapmaması ve
bireyin mülkiyet hakkına müdahale etmesi karşısında, bu davranışının hukuken
korunması düşünülemez. En temel hukuk kaidelerinden bir tanesi de, bir kişinin
zarara kendisinin kusuru ile sebebiyet vermesi halinde zarara katlanması
gerektiğidir. Hiç kimse kendi kusurundan yararlanamaz. Bu kuralı ihlal etmeyen
ve işlerini (kamulaştırma) usulüne uygun yapan bir idarenin, gerekçede
belirtildiği şekilde kendisine karşı açılabilecek davaların sayısını
öngörmesine ihtiyaç olmayacağı gibi (çünkü bu tür davalar açılmayacaktır),
karşılaşacağı meblağın ödeme dengesini bozması da (çünkü bu tür davalardan
kaynaklanan bir ödeme olmayacaktır) beklenemez. Kural; devletin haksız fiile
sebebiyet vermemesi, işini usulüne uygun yapmak olmalı iken bu istisna olmuş,
istisnalar ise adeta kural haline gelmiştir.
Anayasanın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem ve
işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren,
Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla
kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da
uyması gereken Anayasa ve temel hukuk ilkelerinin bulunduğu bilincinde olan
devlettir. Kişilere hukuk güvenliğinin sağlanması, hukuk devletinin ön
koşullarındandır. Hukuk devleti, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını,
bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de
yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını
gerektirir. Hukuk güvenliğinin sağlanması, bu doğrultuda yasaların geleceğe
yönelik öngörülebilir belirlemeler yapılabilmesine olanak verecek kurallar
içermesini gerekli kılar. Geriye dönük düzenlemelerle kişilerin haklarının,
hukuki istikrar ve güvenlik ilkesi gözetilmeden kısıtlanması hukuk devleti
ilkesiyle bağdaşmaz. Haksız fiile sebebiyet veren idarenin, bundan kaynaklanan
sorumluluğundan kaçmak maksadıyla getirmiş olduğu düzenleme Anayasanın 2'nci
maddesinde ifadesini bulan hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz. Hukuk devleti,
her şeyden önce, bütün faaliyetlerinde hukukun genel ilkeleri ile bağlayıcılığı
ve üstünlüğü olan Anayasa hükümlerine uygun hareket etmek zorundadır.
Anayasanın 5. maddesinde; kişilerin ve toplumun refah, huzur ve
mutluluğunu sağlamak, kişinin temel hak ve hürriyetlerini sosyal hukuk devleti
ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlandıran ekonomik ve sosyal
engelleri kaldırmak, insanın maddi varlığının gelişmesi için gerekli şartları
hazırlamaya çalışmak; 2. maddede "sosyal hukuk devleti" niteliği
vurgulanan Türkiye Cumhuriyeti Devletinin temel amaç ve görevleri arasında
sayılmıştır. Anayasanın ikinci kısım, Kişinin Hakları ve Ödevleri başlıklı
İkinci Bölümü 35. maddesi uyarınca, "Herkes mülkiyet ve miras hakkına
sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı amacıyla, yasayla sınırlanabilir".
Mülkiyet hakkı, kişiye başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu
sınırlamalara uymak koşuluyla, sahibi olduğu şeyi dilediği gibi kullanma,
ürünlerden yararlanma ve tasarruf olanağı verir. Anayasanın 35'nci maddesinde
düzenlenen mülkiyet hakkı temel hak ve özgürlüklerdendir.
Anayasanın temel hak ve özgürlüklerin sınırlanmasına ilişkin 13.
maddesinde, temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca
Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak
kanunla sınırlanabileceği, bu sınırlamaların, Anayasanın sözüne ve ruhuna,
demokratik toplum düzeninin ve lâik cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük
ilkesine aykırı olamayacağı belirtilmiştir.
Çağdaş demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde
sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Temel hak ve özgürlükleri büyük
ölçüde kısıtlayan veya kullanılamaz hale getiren sınırlamalar hakkın özüne
dokunur. Temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamaların yalnız ölçüsü
değil, koşulları, nedeni, yöntemi, kısıtlamaya karşı öngörülen kanun yolları
hep demokratik toplum düzeni kavramı içinde değerlendirilmelidir. Özgürlükler,
ancak Anayasanın ilgili maddelerinde öngörülen nedenlerle ve demokratik toplum
düzeninin sürekliliği için zorunlu olduğu ölçüde sınırlandırılabilir.
Anayasa Mahkemesi, Danıştay Onuncu Dairesinin, 09.03.1988 günlü,
3417 sayılı "Çalışanların Tasarrufa Teşvik Edilmesi ve Bu Tasarrufların
Değerlendirilmesine Dair Kanun"un 6. maddesinin ikinci fıkrası ile üçüncü
fıkrasının 18.11.1998 günlü, Esas 1997/59, Karar 1998/71 sayılı kararla iptal
edilen bölümü dışında kalan kısmının, Anayasa'nın 2. 5. 10. ve 35. maddelerine
aykırılığı savıyla iptali istemiyle açtığı davada verdiği Esas Sayısı:2000/42,
Karar Sayısı: 2001/361, Karar Günü: 10.12.2001 R.G. Tarih-Sayı:
28.03.2002-24709 kararında "çalışanların aylık ve ücretlerinden 3417
sayılı Kanun uyarınca kesilen ve tasarrufu teşvik hesabında toplanan tasarruf
tutarları üzerinde mülkiyet hakları bulunmaktadır. Adı geçenlerin devlet
katkısı ve nema üzerindeki hakları ise alacak hakkıdır..Çalışanların aylık ve
ücretlerinin belli bir yüzdesi üzerinden hesaplanarak ve ilgililerin tasarruf
kesintisine eklenerek tasarrufu teşvik hesabına yatırılan Devlet/işveren katkısı
ile katkının ve tasarruf kesintisinin birlikte değerlendirilmesiyle oluşan
nemaların mülkiyet hakkı kapsamında olduğu tartışmasızdır. Bu durumda,
sözkonusu tutarların belli sürelere bağlanarak kısmen veya tamamen ödenmesinin
engellenmesi mülkiyet hakkının özünü zedelemekte ve onu kullanılmaz hale
getirmektedir. Bu nedenle kurallar Anayasanın 13. ve 35. maddelerine aykırıdır,
iptali gerekir" demek suretiyle, alacak hakları da mülkiyet kapsamında
kabul edilmiş ve mülkiyet hakkının ihlalini tespit etmiştir.
Bütün bu sebeplerle; haksız fiile sebebiyet veren idareye, bireyin
bu haksız fiilden kaynaklanan alacağını da ödeme konusunda haciz yasağı
getiren, ne zaman ödeme yapılacağı konusunda belirsizliğe sevk eden düzenlemesi
ile bireyin en temel hakkı olan ve Anayasa ile güvence altına alınmış bulunan
mülkiyet hakkına ilişkin hükümler ihlal edilmektedir.
Anayasanın 36. maddesinde, "Herkes, meşru vasıta ve yollardan
faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve
savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir. Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi
içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz" denilmektedir. Maddeyle güvence
altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak niteliği
taşımanın ötesinde, diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde
yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden
birini oluşturmaktadır. Kişinin uğradığı bir haksızlığa veya zarara karşı
kendisini savunabilmesinin ya da maruz kaldığı haksız bir uygulama veya işleme
karşı haklılığını ileri sürüp kanıtlayabilmesinin, zararını giderebilmesinin en
etkili ve güvenceli yolu, yargı mercileri önünde dava hakkını
kullanabilmesidir. Kişilere yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması, adil
yargılamanın ön koşulunu oluşturur. Hal böyle iken; getirilen düzenlemeler ile
"öncelikle uzlaşma yoluna gidilmesi esastır" ve "haciz yasağı"
hükmü Anayasanın 36'ncı maddesinin ihlali niteliğindedir. Bu düzenlemeler
mülkiyet hakkının korunmasına yönelik, bireyin lehine, çağdaş demokrasilerin
bir gereği iken 6487 sayılı Yasanın 21'nci maddesi ile getirilen son düzenleme,
bireyin mülkiyet hakkını ihlal edici ve gelinen noktadan geriye götürücü bir
nitelik arz etmektedir. Anayasanın 36. maddesindeki adil yargılanma hakkı,
sadece "yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve savunmada
bulunma hakkını değil, yargılama sonunda hakkı olan elde etmeyi de kapsar"
(AYMK., 14/01/2010 günlü, E.2009/27, K.2010/9).
Anayasanın 46. maddesinde, kamulaştırma başlığı altında
"Devlet ve kamu tüzel kişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde
gerçek karşılıklarını peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz
malların tamamını veya bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre
kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idari irtifaklar kurmaya yetkilidir.
Anayasa 90. maddesinde usulünce yürürlüğe giren uluslararası
sözleşmelerin Anayasaya aykırılığının iddia edilemeyeceği ve bu sözleşmelerin
yasa hükmünde olduğu açıkça kabul edilmiştir. Ayrıca "Usulüne göre
yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar
hakkında Anayasaya aykırılık iddiasıyla Anayasa Mahkemesine başvurulamaz.
Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin
milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konularda farklı hükümler içermesi
nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas
alınır" hükmü, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine ek protokol ile adı geçen
sözleşmeye yeni 3 hak daha ilave edilmiş olup bu protokol 20/03/1952 tarihinde
Paris'te imzalanıp 18/05/1954 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Anılan protokol Türkiye tarafından 6366 Sayı ve 10/03/1954
tarihli Kanunla onaylanıp yürürlük kazanmıştır. 1. nolu ek protokol ile
sözleşmeye eklenen yeni haklar arasında "mülkiyet hakkı da" vardır.
Mülkiyet hakkı madde 1'de, mülkiyetin korunması "Her gerçek ve tüzel
kişinin, mal ve mülk dokunulmazlığına riayet edilmesini isteme hakkı vardır.
Herhangi bir kimse ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve
uluslararası hukukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun
bırakılabilir.
6487 sayılı Yasa, Anayasanın 90. maddesinde düzenlenen ve iç
hukukta Anayasanın dahi üzerinde yer alan AİHS'nin mülkiyet hakkına ilişkin
düzenlemesine açıkça aykırı olması sebebiyle yukarıda izah ettiğimiz ve
ayrıntılı olarak yazdığımız maddeleri ve fıkralarının Anayasaya, AİHS'ne aykırı
olduğundan iptali için Anayasa Mahkemesine başvuru yapılması gerektiği
ortadadır.
."
11- E.2014/60 Sayılı İtiraz Başvurusunun Gerekçe Bölümü Şöyledir:
".
Yargılama sürecinde 6487 sayılı Yasa yürürlüğe girmiştir.
Davacı vekilince 4.7.2013 günlü dilekçe ile 6487 sayılı Yasanın
21. maddesi ile değişik Kamulaştırma Kanunun geçici 6. maddesinin son
fıkrasında "...Bu alacaklar içinde bu maddenin 11. fıkrası, bu fıkra
kapsamında kalan taşınmazlar hakkında açılan her türlü davalarda ise 7. fıkra
hükmü uygulanır. Bu fıkra hükmü bu fıkra kapsamında kalan taşınmazlar hakkında
kalan ve kesinleşmeyen davalarda da uygulanır." şeklinde düzenleme
getirildiği,
Son fıkrada atıf yapılan 7. fıkra hükmü incelendiğinde ise,
"Bu madde kapsamında açılan davalarda mahkeme ve icra harçları ile her
türlü vekalet ücretleri bedel tespiti davalarında öngörülen şekilde matbu
olarak belirlenir." şeklinde düzenleme yapıldığının görüldüğü,
Yasa koyucu tarafından devam eden ve kesinleşmeyen davalar için
maktu harç ve maktu vekalet ücreti öngörülmesinin Anayasa'ya ve hukukun genel
ilkelerine aykırı olduğu,
Öncelikle yasa koyucunun devam eden ve kesinleşmeyen dosyalar için
maktu vekalet ücreti düzenlemesi getirmesinin Anayasa Madde 2'de ifadesini
bulan Hukuk Devleti ilkesine aykırı olduğu, zira 6487 sayılı Yasa ile getirilen
düzenleme incelendiğinde idareleri kollayan idarelerin haksız fiilen göz yuman
idarelerden para çıkmasını zorlaştıran hükümlerin olduğunu, niteliği itibari
ile haksız fiil esaslarına dayanan yazılı yargılama usulüne göre yürütülen
kamulaştırmasız el atma davalarında sırf idarelerden harç ve avukatlık ücreti
çıkmasın diye maktu esas getirilmesi ve üstelik yasanın yürürlüğünden önce
açılan ve devam eden davalarda da bunun uygulanmasını sağlayıcı düzenleme
getirilmesinin Hukuk Devleti ve Hukuki güvenlik ilkeleri ile
bağdaştırılmayacağı,
Bilindiği üzere Anayasa Madde 11.e göre kanunların Anayasa'ya
aykırı olamayacağı, yine Anayasa madde 38.e göre kanunların geçmişe
yürütülemeyeceği ne var ki 6487 sayılı Yasa ile getirilen düzenleme
incelendiğinde anılan düzenlemenin Anayasa Madde 38.de ifadesini bulan
kanunların geçmişe uygulanmazlığı (geçmişe yürümezliği) ilkesine açıkça aykırı
olduğunun görüldüğü,
Nitekim huzurdaki dava gibi kesinleşmeyen nisbi esasa göre harcı
yatırılan ve her yönü ile nisbi esaslara göre yürütülen bir davada sırf
idarelerden para çıkmasın diye maktu harç ve maktu vekalet ücreti düzenlemesi
getirilmesinin yasanın geçmiş olaylara uygulanması anlamına geleceği,
kanunların geçmişe yürümezliği ilkesinin istisnasının sadece sanık lehine olan
ceza düzenlemeleri için olduğu, oysa yasa koyucunun yürütmenin elini
güçlendirmek için idarelerin tarafını tutarcasına yasanın yürürlüğe girmesinden
önceki davalara da maktu harç ve maktu vekalet ücreti düzenlemesi getirildiği
bu durumun ise Anayasa madde 38. de öngörülen kanunların geçmişe uygulanmazlığı
(geçmişe yürümezliği) ilkesine aykırı olduğu,
Diğer taraftan yasa koyucunun devam eden ve kesinleşmeyen
davalarda maktu vekalet ücreti düzenlemesi getirdiği hukukun genel ilkelerden
olan müktesep hakların korunması ilkesine aykırılık teşkil ettiği zira 6487
sayılı Yasanın yürürlük tarihinden önce açılan davalar bakımından avukatın
müvekkili ile karşı taraftan alınacak yasal vekalet ücreti ve icra vekalet
ücretini hesaplayarak düşük oranda vekalet ücreti kararlaştırmış olabileceği
aynı şekilde davanın birden fazla vekil ile takip edilmesi halinde vekiller
arasında yasal vekalet ücreti, icra vekalet ücretinin ayrı paylaşılmış
olabileceği, hal böyle iken nisbi harca "davası açılmış ıslah harcı ikmal
edilmiş bir davada maktu vekalet ücretine hükmedilmesinin avukatın kazanılmış
hakkının ihlali anlamına geleceği, üstelik karar aşamasına gelmiş veya karara
bağlanmış ya da tahsil aşamasına gelmiş dosyalarda maktu vekalet ücreti
düzenlemesinin avukatın emeğini çiğnediği için özellikle tahsil aşamasında
avukatla müvekkili ve hatta avukatla avukatı olumsuz anlamda karşı karşıya
getirebileceği,
Sonuç olarak yasa koyucu tarafından 6487 sayılı Yasanın 21.
maddesi ile değişik Kamulaştırma Kanunun geçici 6. maddesinin son fıkrasının
(özellikle son cümlesi) son fıkrada yapılan atıflar nedeni ile 7. fıkra
hükümlerinin Anayasal İlkelere ve Hukukun Genel ilkelerine aykırı olduğu, buna
göre Anayasa madde 152. uyarınca Anayasa'ya aykırılık iddiaları ciddi görülerek
anılan yasal düzenlemenin ilgili hükümlerinin iptali amacı ile Anayasa
Mahkemesi'ne başvuru talebinde bulunulduğu anlaşılmıştır.
Söz konusu talep konusu incelendiğinde, ceza yargılamasından ayrık
olarak yasaların geçmişe yürümezliği ilkesine aykırılık, yasalar önünde eşitlik
ilkeleri ve kamulaştırmasız el atma nedeni ile tazminat davalarının haksız fiil
niteliğinde bulunması ve hükmedilecek tazminatın idarenin kamulaştırma
bedelinin tespiti davalarından farklı olarak depo kararı ile kısa zamanda
tahsilinin mümkün olmaması nedenleri ile davacı vekilinin talepleri ciddi
görülmüştür.
Bu nedenle, 6487 sayılı Yasanın 21. maddesi ile değişik
Kamulaştırma Kanunun geçici 6. maddesinin 7 nci ve son fıkrasının Anayasa'ya
aykırılığı nedeni ile iptali gerektiği düşünülmüştür.
...""