ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı : 2008/22
Karar Sayısı :2010/82
Karar Günü : 17.6.2010
R.G. Tarih-Sayı :
11.01.2011-27812
İPTAL DAVASINI AÇAN: Anamuhalefet
(Cumhuriyet Halk) Partisi TBMM Grubu adına Grup Başkanvekilleri Hakkı Suha
OKAY, K. Kemal ANADOL ve Kemal KILIÇDAROĞLU
İPTAL DAVASININ KONUSU: 20.2.2008 günlü, 5737
sayılı Vakıflar Kanunu'nun;
1) 5. maddesinin üçüncü fıkrasının,
2) 6. maddesinin üçüncü fıkrasının,
3) 11. maddesinin son cümlesinin,
4) 12. maddesinin birinci, üçüncü ve dördüncü fıkralarının,
5) 14. maddesinin,
6) 25. maddesinin,
7) 26. maddesinin,
8) 41. maddesinin ikinci fıkrasının,
9) 68. maddesinde yer alan ''Rehberlik ve Teftiş Başkanı ile
Daire Başkanı, Genel Müdürün teklifi Başbakanın veya görevlendirdiği Devlet
Bakanının onayıyla,'' ibaresinin,
Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 2., 3., 5., 8., 10., 14., 33., 90.,
104., 105., 125., 128., 153. ve 155. maddelerine aykırılığı savıyla iptalleri
ve yürürlüklerinin durdurulması istemidir.
II- KANUN METİNLERİ
A- İptali İstenen Kanun Kuralları
20.2.2008 günlü, 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun iptali istenen
kural, cümle ve ibareleri de içeren maddeleri şöyledir:
1) 'MADDE 5- Yeni vakıflar; Türk Medenî Kanunu
hükümlerine göre kurulur ve faaliyet gösterirler.
Yeni vakıfların kuruluşunda amaçlarına göre özgülenecek asgarî mal
varlığı her yıl Meclisçe belirlenir.
Yeni vakıflar, vakıf senetlerinde yazılı amaçlarını
gerçekleştirmek üzere Genel Müdürlüğe beyanda bulunmak şartıyla şube ve
temsilcilik açabilirler. Beyannamenin düzenlenmesine ilişkin usûl ve esaslar
yönetmelikle düzenlenir.
Yabancılar, Türkiye'de, hukukî ve fiilî mütekabiliyet esasına göre
yeni vakıf kurabilirler.'
2) 'MADDE 6- Mazbut vakıflar, Genel Müdürlük tarafından
yönetilir ve temsil edilir.
Mülhak vakıflar, Anayasaya aykırılık teşkil etmeyen vakfiye
şartlarına göre Meclis tarafından atanacak yöneticiler eliyle yönetilir ve
temsil edilir. Vakıf yöneticileri kendilerine yardımcı tayin edebilirler.
Mülhak vakıf yöneticilerinde aranacak şartlar ile yardımcılarının nitelikleri
yönetmelikle düzenlenir. Vakfiyedeki şartları taşımamaları nedeniyle
kendilerine yöneticilik verilemeyenler bu şartları elde edinceye, küçükler ile
kısıtlılar fiil ehliyetlerini kazanıncaya ve boş kalan yöneticilik yenisine
verilinceye kadar, vakıf işleri Genel Müdürlükçe temsilen yürütülür.
Cemaat vakıflarının yöneticileri mensuplarınca kendi aralarından
seçilir. Vakıf yöneticilerinin seçim usûl ve esasları yönetmelikle düzenlenir.
Esnaf vakıfları, mülhak vakıfların tabi olduğu hükümlere tabidir.
Bu vakıflar, esnafın seçtiği yönetim kurulu tarafından yönetilir.
Yeni vakıfların yönetim organı vakıf senedine göre oluşturulur ve
bu vakıfların yönetim organlarında görev alanların çoğunluğunun, Türkiye'de
yerleşik bulunması gerekir.'
3) 'MADDE 11- Genel Müdürlükçe yapılan tebligata rağmen,
bu Kanun uyarınca istenen beyanname, bilgi ve belgeleri zamanında vermeyen,
organların vakfiye veya vakıf senedine aykırı olarak toplanmasına sebebiyet
veren veya gerçeğe aykırı beyanda bulunan vakıf yönetimine Genel Müdürlükçe her
bir eylem için beşyüz Türk Lirası idarî para cezası verilir. İdarî para
cezalarına karşı tebliğ tarihinden itibaren onbeş gün içinde 30/3/2005 tarihli
ve 5326 sayılı Kabahatler Kanunu hükümlerine göre kanun yoluna başvurulabilir.'
4) 'MADDE 12- Vakıflar; mal edinebilirler, malları üzerinde
her türlü tasarrufta bulunabilirler.
Genel Müdürlüğe ve mazbut vakıflara ait akar mallar ile hakların
daha yararlı olanları ile değiştirilmesine, paraya çevrilmesine veya
değerlendirilmesine Meclis yetkilidir.
Mülhak, cemaat, esnaf vakıfları ile yeni vakıflara, başlangıçta
özgülenen mal ve haklar, vakıf yönetiminin başvurusu üzerine, haklı kılan
sebepler varsa, Denetim Makamının görüşü alınarak mahkeme kararı ile sonradan
iktisap ettikleri mal ve hakları ise bağımsız ekspertiz kuruluşlarınca
düzenlenecek rapora dayalı olarak vakıf yetkili organının kararı ile daha
yararlı olanları ile değiştirilebilir veya paraya çevrilebilir.
Vakıf yöneticileri, iktisap ettikleri veya değiştirdikleri
taşınmaz malları tapuya tescil tarihinden itibaren bir ay içerisinde Genel
Müdürlüğe bildirirler.
Kurucularının çoğunluğu yabancı uyruklu olan vakıfların, taşınmaz
mal edinmeleri hakkında, 22/12/1934 tarihli ve 2644 sayılı Tapu Kanununun 35
inci maddesi uygulanır.'
5) 'MADDE 14- Vakıfların, vakfiyelerindeki şartların
yerine getirilmesine fiilen veya hukuken imkân kalmaması halinde; vakfedenin
iradesine aykırı olmamak kaydıyla mazbut vakıflarda Genel Müdürlüğün; mülhak,
cemaat ve esnaf vakıflarında, vakıf yöneticilerinin teklifi üzerine bu şartları
değiştirmeye; hayır şartlarındaki parasal değerleri güncel vakıf gelirlerine
uyarlamaya Meclis yetkilidir.'
6) 'MADDE 25- Vakıflar; vakıf senetlerinde yer almak
kaydıyla, amaç veya faaliyetleri doğrultusunda, uluslararası faaliyet ve
işbirliğinde bulunabilirler, yurt dışında şube ve temsilcilik açabilirler, üst
kuruluşlar kurabilirler ve yurt dışında kurulmuş kuruluşlara üye olabilirler.
Vakıflar; yurt içi ve yurt dışındaki kişi, kurum ve kuruluşlardan
ayni ve nakdi bağış ve yardım alabilirler, yurt içi ve yurt dışındaki benzer
amaçlı vakıf ve derneklere ayni ve nakdi bağış ve yardımda bulunabilirler.
Nakdi yardımların yurt dışından alınması veya yurt dışına yapılması banka
aracılığı ile olur ve sonuç Genel Müdürlüğe bildirilir. Bildirimin şekli ve
içeriği yönetmelikle düzenlenir.'
7) 'MADDE 26- Vakıflar; amacını gerçekleştirmeye yardımcı
olmak ve vakfa gelir temin etmek amacıyla, Genel Müdürlüğe bilgi vermek
şartıyla iktisadî işletme ve şirket kurabilir, kurulmuş şirketlere ortak
olabilirler. Şirketler dahil iktisadî işletmelerden elde edilen gelirler vakfın
amacından başka bir amaca tahsis edilemez. Kurucuların çoğunluğu yabancı
uyruklu olan vakıfların kurduğu yahut paylarının yarıdan fazlasına bu nevi
vakıfların sahip olduğu şirketlerin mal edinmeleri hakkında aynı vakıfların mal
edinmelerini düzenleyen hükümler uygulanır.
Genel Müdürlük; Bakanlar Kurulu kararıyla Genel Müdürlük ve mazbut
vakıfların gelirleri ve akar malları ile iktisadî işletme veya şirket kurmaya
yetkilidir. Şirket hisseleri ve hakların daha yararlı olanları ile
değiştirilmesi, paraya çevrilmesi, değerlendirilmesi ve bunlara bağlı her türlü
hakkın kullanılması ile ortaklık paylarına bağlı hakların kullanılması Genel
Müdürlük tarafından yürütülür.'
8) 'MADDE 41- Meclis, Genel Müdürlüğün en üst seviyedeki
karar organıdır.
Meclis; Genel Müdür, üç Genel Müdür yardımcısı ve I. Hukuk
Müşaviri olmak üzere beş, vakıf konusunda bilgi ve deneyim sahibi yükseköğrenim
mezunları arasından Başbakanın teklifi üzerine ortak kararname ile atanacak
beş, yeni vakıflarca seçilecek üç, mülhak ve cemaat vakıflarınca seçilecek
birer üye olmak üzere toplam onbeş üyeden oluşur. Ayrıca yeni vakıflar üç,
mülhak ve cemaat vakıfları ise birer yedek üye seçer. Seçimler; yeni vakıflarda
yönetim organının, mülhak vakıflarda vakıf yöneticilerinin, cemaat vakıflarında
yönetim kurullarının seçeceği birer temsilcinin iştiraki ile Genel Müdürlüğün
daveti üzerine ayrı ayrı yapılır.
Genel Müdür aynı zamanda Meclisin de başkanıdır.
Genel Müdür alınan kararları yürütmeye yetkili ve görevlidir.
Genel Müdürün çeşitli nedenlerle görevinde bulunmadığı durumlarda Genel Müdüre
vekâlet eden Meclis Başkanlığına da vekâlet eder.
Meclisin çalışmasına ilişkin usûl ve esaslar yönetmelikle
düzenlenir.'
9) 'MADDE 68- Genel Müdür, Genel Müdür Yardımcısı, I.
Hukuk Müşaviri ile Bölge Müdürü ortak kararnameyle, Rehberlik ve Teftiş
Başkanı ile Daire Başkanı, Genel Müdürün teklifi Başbakanın veya
görevlendirdiği Devlet Bakanının onayıyla, diğer personel ise Genel Müdür
tarafından atanır.'
B- Dayanılan ve İlgili Görülen Anayasa Kuralları
Dava dilekçesinde, Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 2., 3., 5., 8.,
10., 14., 33., 90., 104., 105., 125., 128., 153. ve 155. maddelerine
dayanılmış, 35. maddesi ise ilgili görülmüştür.
III- İLK İNCELEME
Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün 8. maddesi uyarınca, Osman
Alifeyyaz PAKSÜT, Sacit ADALI, Fulya KANTARCIOĞLU, Ahmet AKYALÇIN, Mehmet
ERTEN, Mustafa YILDIRIM, A. Necmi ÖZLER, Serdar ÖZGÜLDÜR, Şevket APALAK, Serruh
KALELİ ve Zehra Ayla PERKTAŞ'ın katılmalarıyla 27.3.2008 gününde yapılan ilk
inceleme toplantısında, dosyada eksiklik bulunmadığından işin esasının
incelenmesine, yürürlüğü durdurma istemine ilişkin raporunu hazırlaması için
Raportöre (7) gün süre verilmesine ve yürürlüğü durdurma isteminin bu konudaki
raporun hazırlanmasından sonra karara bağlanmasına oybirliğiyle karar
verilmiştir.
Yine Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün 8. maddesi uyarınca, Haşim
KILIÇ, Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Sacit ADALI, Fulya KANTARCIOĞLU, Ahmet AKYALÇIN,
Mehmet ERTEN, A. Necmi ÖZLER, Serdar ÖZGÜLDÜR, Şevket APALAK, Serruh KALELİ ve
Zehra Ayla PERKTAŞ'ın katılmalarıyla 14.4.2008 gününde yapılan toplantıda ise
yürürlüğü durdurma isteminin konuyla ilgili yetkililerin sözlü açıklamalarının
dinlenilmesinden sonra esas inceleme aşamasında karara bağlanmasına
oybirliğiyle karar verilmiştir.
IV- ESASIN İNCELENMESİ
Dava dilekçesi ve ekleri, işin esasına ilişkin rapor, iptali
istenen Kanun kuralları, dayanılan Anayasa kuralları ve bunların gerekçeleri
ile diğer yasama belgeleri okunup incelendikten ve 2949 sayılı Anayasa
Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 30. maddesinin
birinci fıkrası gereğince Vakıflar Genel Müdürü Yusuf BEYAZIT'ın 16.6.2010
günlü sözlü açıklamaları dinlendikten sonra gereği görüşülüp
düşünüldü:
A- Kanun'un 5. Maddesinin Üçüncü Fıkrasının İncelenmesi
1- Kuralın Anlam ve Kapsamı
İptali istenen kuralda, 'yeni vakıflar'ın vakıf senetlerinde
yazılı amaçlarını gerçekleştirebilmeleri için Vakıflar Genel Müdürlüğüne
beyanda bulunmak şartıyla yurtiçinde şube ve temsilcilik açabilecekleri
öngörülmektedir. Kanun'un 3. maddesinde 'yeni vakıflar' tabirinin 'Mülga
743 sayılı Türk Kanunu Medenisi ile 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu hükümlerine
göre kurulan vakıfları'; 'vakıf senedi' tabirinin de 'Mülga
743 sayılı Türk Kanunu Medenisi ile 22/11/2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk
Medeni Kanunu hükümlerine göre kurulan vakıfların, malvarlığını ve vakıf
şartlarını içeren belgeyi' ifade ettiği belirtildiğinden, 'yeni
vakıflar' dışında kalan diğer vakıfların (örneğin cemaat vakıflarının)
yurtiçinde şube ya da temsilcilik açabilmeleri söz konusu değildir.
Kuralda 'yeni vakıflar'ın yurtiçinde şube veya temsilcilik
açabilmeleri için vakıf senetlerinde bir hükmün bulunması gerektiğine ilişkin
açık bir hüküm bulunmazken, 27.9.2008 günlü, 27010 sayılı Resmi Gazete'de
yayımlanarak yürürlüğe giren Vakıflar Yönetmeliği'nin 17. maddesinde söz konusu
vakıfların şube veya temsilcilik açılabilmeleri vakıf senetlerinde hüküm
bulunması koşuluna bağlanmıştır.
5737 sayılı Kanun'dan önce de gerek yürürlükten kalkan 743 sayılı
Medeni Kanun döneminde gerekse yürürlükte bulunan 4721 sayılı Türk Medenî
Kanunu döneminde Medeni Kanun hükümlerine göre kurulan vakıfların
şube veya temsilcilik açabilmeleri yasal olarak mümkündü. Gerçekten de Türk
Medeni Kanunu Hükümlerine Göre Kurulan Vakıflar Hakkında Tüzük'ün Ek 3. maddesi
ile Yeni Vakıflar Birim Yönetmeliği, Türk Medeni Kanunu hükümlerine göre
kurulan vakıfların, vakıf senetlerinde buna ilişkin bir hüküm bulunması halinde
Vakıflar Genel Müdürlüğünden izin almak koşuluyla yurt içinde şube,
temsilcilik, irtibat bürosu veya benzeri birim açmalarına olanak sağlamaktaydı.
İptali istenen kural, Türk Medenî Kanunu hükümlerine
göre kurulan vakıfların şube veya temsilcilik açabilmeleri konusunda, önceki
düzenlemelerden farklı olarak, Vakıflar Genel Müdürlüğünden izin alınması
koşulunu kaldırmış, yalnızca Vakıflar Genel Müdürlüğüne önceden beyanname verme
zorunluluğunu getirmiştir.
2- Anayasa'ya Aykırılık Sorunu
Dava dilekçesinde, yeni vakıfların şube veya temsilcilik
açabilmelerinin vakıf olma nitelikleriyle bağdaşmadığı, vakfiye ya da vakıf
senedinin vakfın kurucu belgesi olduğu, bu belgenin vakfın konusuna, amacına ve
organlarına ilişkin vakfedenin tüm istek ve istencini yansıtan düzenlemeleri
içerdiği, vakfiye ya da vakıf senedi düzenlemelerinin hukuk kuralının etki,
değer ve gücünü haiz olduğu, vakıf kurma işlemi tamamlandıktan sonra bu
kuralların vakfedeni, vakfı yönetenleri, vakıftan yararlanacakları, üçüncü
kişileri ve Devleti bağlayacağı, kurucu istenci yansıtan vakfiye ya da vakıf
senetlerini Devlet organları dahil kimsenin değiştiremeyeceği, iptali istenen
kuralın ise vakfı kuranın istencine ve onun istenciyle belirlenen örgütlenme
biçiminde şube ve temsilcilik açılması suretiyle değişiklik yapılmasının hukuki
güvenlik ilkesine aykırılık oluşturduğu, bu durumun Anayasa'nın 33. maddesinde
düzenlenen dernek kurma hürriyetiyle bağdaşmadığı gibi aynı zamanda örgütlenme
özgürlüğünü güvence altına alan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 11.
maddesiyle de bağdaşmadığı belirtilerek, kuralın Anayasa'nın 2., 33. ve 90.
maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, her türlü
işlem ve eylemi hukuka uygun, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı
amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen
kılan, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına dayanan,
bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren devlettir. Hukuk devletinin
temel ilkelerinden biri olan hukuk güvenliği, normların öngörülebilir
olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini,
devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden
kaçınmasını gerekli kılar.
Vakıflar topluma faydalı olmak amacıyla faaliyet gösteren tüzel
kişiliğe sahip kuruluşlardır. İptali istenen kuralla, yeni vakıflara vakıf
senetlerinde şube veya temsilcilik açabileceklerine ilişkin bir hüküm bulunması
durumunda, bu amacı gerçekleştirebilmelerine olanak tanınmaktadır. Bir başka
ifadeyle, şube veya temsilcilik açma konusunda yeni vakıflara bir yükümlülük ya
da zorunluluk getirmeyen, aksine vakıf senetlerinde şube ve temsilcilik
açılmasına yer verilmesi durumunda vakfedenlerin bu arzularının
gerçekleştirilmesine hizmet eden söz konusu düzenlemenin hukuk devleti ilkesine
aykırı bir yönünün bulunmadığı açıktır.
Anayasa'nın 'Dernek kurma hürriyeti' başlığını taşıyan 33.
maddesinde, herkesin önceden izin almaksızın dernek kurma ve bunlara üye olma
ya da üyelikten çıkma hürriyetine sahip olduğu, hiç kimsenin bir derneğe üye
olmaya ve dernekte üye kalmaya zorlanamayacağı, dernek kurma hürriyetinin
ancak, millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve
genel ahlâk ile başkalarının hürriyetlerinin korunması sebepleriyle ve kanunla
sınırlanabileceği, dernek kurma hürriyetinin kullanılmasında uygulanacak şekil,
şart ve usullerin kanunda gösterileceği, derneklerin kanunun öngördüğü hallerde
hâkim kararıyla kapatılabileceği veya faaliyetten alıkonulabileceği, ancak,
millî güvenliğin, kamu düzeninin, suçun işlenmesini veya suçun devamını
önlemenin yahut yakalamanın gerektirdiği hallerde gecikmede sakınca bulunması
halinde, kanunla bir merciin derneği faaliyetten men ile
yetkilendirilebileceği, bu merciin kararının yirmi dört saat içinde, görevli
hâkimin onayına sunulacağı, hâkimin kararını kırksekiz saat içinde
açıklayacağı, aksi halde, bu idari kararın kendiliğinden yürürlükten kalkacağı
öngörülmüş, maddenin son fıkrasında ise derneklere ilişkin bu hükümlerin
vakıflar hakkında da uygulanacağı belirtilmiştir.
İptali istenen kuralla, vakıf kurma özgürlüğüne herhangi bir
kısıtlama, engelleme ya da müdahalede bulunulmamakta, aksine bu özgürlüğün
alanının genişletilmesine olanak tanınmaktadır.
Dernek kurma özgürlüğü, derneklerin kurucu unsurları olan kuruluş
sözleşmesi niteliğindeki tüzüklerini ve organlarını kendilerinin
oluşturabilmelerini, değiştirebilmelerini ve belirleyebilmelerini kapsar.
Vakıfların şube veya temsilcilik açabilmelerinin de örgütlenme özgürlüğü
kapsamında kaldığı konusunda bir tereddüt yoktur.
Öte yandan, 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu'nun 94. ve 95., 5253
sayılı Dernekler Kanunu'nun 4., 7., 24. ve Dernekler Yönetmeliği'nin 7.
maddeleri uyarınca, tüzüklerinde hüküm bulunması halinde derneklere tanınan
şube veya temsilcilik açabilme hakkının, Anayasa'nın 33. maddesinin son
fıkrasının açık hükmüne karşın ve Anayasa'nın 33. maddesi gerekçe gösterilerek
vakıflardan esirgenmesi düşünülemez. Nitekim, Anayasa Mahkemesi 17.4.2008
günlü, E. 2005/14, K. 2008/92 sayılı kararıyla 4721 sayılı Türk Medenî
Kanunu'nun 101. maddesinin üçüncü fıkrasında yer alan 'Vakıflarda üyelik
olmaz.' biçimindeki kuralı, Anayasa'nın 33. maddesinde dernekler için öngörülen
hükümlerin vakıflar için de uygulanacağı gerekçesiyle iptal etmiştir.
Açıklanan nedenlerle, iptali istenen kural, Anayasa'nın 2. ve 33.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın Anayasa'nın 90. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
B- Kanun'un 6. Maddesinin Üçüncü Fıkrasının İncelenmesi
1- Kuralın Anlam ve Kapsamı
İptali istenen kural, cemaat vakıflarının yöneticilerinin
mensuplarınca kendi aralarından seçileceğini, seçim usul ve esaslarının da
yönetmelikle düzenleneceğini hüküm altına almaktadır.
Cemaat vakıflarının yöneticilerinin seçimine ilişkin hükümler ise
Vakıflar Yönetmeliği'nin 29 ilâ 34. maddeleri arasında ayrıntılı olarak
düzenlenmiştir.
Cemaat vakıfları yürürlükten kaldırılan 2762 sayılı Kanun'un ilk
halinde mülhak vakıflar içinde değerlendirilmiş ve bunların 'mütevelliler
veya seçilmiş heyetleri' tarafından idare edileceği belirtilmiştir.
Müslümanlara ait mülhak vakıflarla, Müslüman olmayanlara ait mülhak vakıfların
yönetim ve temsilinde meydana gelen ikiliği ortadan kaldırmak ve bütün mülhak
vakıfları tek mütevelli esasına bağlamak amacıyla 28.6.1938 günlü, 3513 sayılı
Kanun'la 2762 sayılı Kanun'un 1. maddesinde yapılan değişiklikle 'mütevellileri
veya seçilmiş heyetleri' şeklindeki ibareden 'veya seçilmiş
heyetleri' biçimindeki bölüm çıkarılmıştır.
Cemaat vakıfları 31.5.1949 günlü, 5404 sayılı Kanun ile yapılan
değişiklikle, mülhak vakıf statüsünden çıkarılarak (esnaf vakıflarıyla
birlikte) ayrı bir vakıf statüsüne konulmuştur. Söz konusu değişiklikle, mülhak
vakıflar 'mütevelliliği vakfedenlerin fer'ilerine şart edilmiş
vakıflardır. Bunlar mütevellileri tarafından idare olunur.' şeklinde
tanımlanmış; ayrıca cemaat vakıflarının 'bunlar tarafından seçilen kişi
veya heyetlerce yönetileceği' hükmü getirilmiştir.
2762 sayılı Kanun'un 5404 sayılı Kanun ile değişik 1. maddesinin
dördüncü fıkrası, 24.3.1981 günlü ve 2437 sayılı Kanun ile değiştirilmiştir.
Söz konusu değişiklikle, cemaat vakıflarının yönetim şekline dokunulmamış,
ancak bu vakıfların Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından çıkarılacak yönetmelik hükümlerine
göre denetleneceği öngörülmüştür.
2- Anayasa'ya Aykırılık Sorunu
Dava dilekçesinde, Lozan Andlaşması'nda azınlıklar ile ilgili
hükümlerin, Yunanistan ile karşılıklı olma (mütekabiliyet) şartıyla kabul
edildiği, Yunanistan'ın ülkesindeki Türk Cemaate ait vakıflara ilişkin yaptığı
düzenlemelerde bu vakıflarda kendi yöneticilerini seçme hakkının verilmemesi
nedeniyle Yunanistan'daki Müslüman Türk azınlığı ile karşılıklılık
(mütekabiliyet) esasına ters düşen kuralın Lozan Andlaşması'na ve dolayısıyla
Anayasa'nın 90. maddesine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Anayasa'nın 90. maddesinin son fıkrasında, usulüne göre yürürlüğe
konulmuş milletlerarası andlaşmaların kanun hükmünde oldukları vurgulanmış ve
bu andlaşmalardan temel hak ve özgürlüklere ilişkin olanlarla kanunların aynı
konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda
milletlerarası andlaşma hükümlerinin esas alınacağı hükmüne yer verilmiştir.
Buna göre, mahkemelerin bakmakta oldukları davalarda temel hak ve özgürlüklere
ilişkin bir kanun hükmünün uluslar arası andlaşmalarla farklı hükümler
içerdiğini saptamaları durumunda, milletlerarası andlaşma hükümlerini
uygulayacağı açıktır.
Açıklanan nedenlerle, iptali istenen fıkranın, Anayasa'nın 90.
maddesiyle ilgisi görülmediğinden iptal isteminin reddi gerekir.
Serdar ÖZGÜLDÜR, bu sonuca değişik gerekçeyle katılmıştır.
C- Kanun'un 11. Maddesinin Son Cümlesinin İncelenmesi
1- Kuralın Anlam ve Kapsamı
5737 sayılı Kanun'un iptali istenen 11. maddesinin son cümlesinde,
aynı maddenin birinci cümlesi uyarınca verilecek idari para cezalarına karşı
5326 sayılı Kabahatler Kanunu hükümlerine göre kanun yoluna başvurulabileceği
hükmü yer almaktadır. İptale konu olan cümle, idari para cezalarına karşı hangi
mahkemeye başvurulacağına ilişkin bir kural öngörmemekte, bu konuda 5326 sayılı
Kanun'a atıfta bulunmaktadır.
İdari para cezalarına karşı itiraz mercii ile başvuru usulü,
iptali istenen kuralın atıfta bulunduğu 5326 sayılı Kanun'un 3. ve 27.
maddelerinde gösterilmiştir.
5326 sayılı Kanun'un 3. maddesine göre, 5326 sayılı Kanun'un idari
yaptırım kararlarına karşı kanun yoluna başvurulmasına ilişkin hükümleri,
ilgili kanunda aksine bir hüküm bulunmaması durumunda, özel kanunlarda yer alan
idari yaptırım kararları hakkında da uygulanacaktır. Ancak, aynı Kanun'un 19.
maddesinde, diğer kanunlarda kabahat karşılığında öngörülen belirli bir
süre için; bir meslek ve sanatın yerine getirilmemesi, işyerinin kapatılması,
ruhsat veya ehliyetin geri alınması, kara, deniz veya hava nakil aracının
trafikten veya seyrüseferden alıkonulması gibi yaptırımlara ilişkin hükümlerin,
ilgili kanunlarda bu Kanun hükümlerine uygun değişiklik yapılıncaya kadar saklı
olduğu kuralına yer verilmek suretiyle, bu yaptırım türleri yönünden bir
istisna getirilmiştir.
İdari yaptırım kararlarına karşı hangi mahkemeye başvurulacağına
ilişkin hükümleri içeren 5326 sayılı Kanun'un 27. maddesinde ise idarî para
cezası ve mülkiyetin kamuya geçirilmesine ilişkin idarî yaptırım kararına
karşı, kararın tebliği veya tefhimi tarihinden itibaren en geç onbeş gün
içinde, sulh ceza mahkemesine başvurulabileceği hükmü yer almaktadır. Ayrıca
aynı maddeye 6.12.2006 günlü, 5560 sayılı Kanun ile eklenen (8)
numaralı fıkrada da idarî yaptırım kararının verildiği işlem kapsamında
aynı kişi ile ilgili olarak idari yargının görev alanına giren kararların da
verilmiş olması halinde; idarî yaptırım kararına ilişkin hukuka aykırılık
iddialarının bu işlemin iptali talebiyle birlikte idarî yargı merciinde
görüleceği ifade edilmektedir.
Başka bir anlatımla, Kabahatler Kanunu'nda genel görevli mahkeme
olarak sulh ceza mahkemesi görevli kılınmakla birlikte belirli durumlarda idari
yargı mercilerinin görevli olduğu kabul edilmiş, belirli idari yaptırımlara
ilişkin hükümlerin ise ilgili kanunlarda bu Kanun hükümlerine uygun değişiklik
yapılıncaya kadar saklı tutulması kararlaştırılmıştır.
2- Anayasa'ya Aykırılık Sorunu
Dava dilekçesinde, 5737 sayılı Kanun'un 11. maddesinde belirtilen
tüm fiillerden dolayı verilecek idari para cezasına karşı idari yargıya değil,
adli yargıya başvurulması gerektiğinin öngörüldüğü, oysa Anayasa Mahkemesinin
1.3.2006 günlü, E. 2005/108, K. 2006/35 sayılı kararında da belirtildiği üzere
yalnızca yaptırımın türünden hareket edildiği ve idari yargının denetimine tabi
tutulması gereken alanların gözetilmediği, bu bağlamda vakıf organlarının
vakfiye veya vakıf senedine aykırı olarak toplanmasına sebebiyet veren vakıf
yönetimine idari para cezası verilmesinin öngörüldüğü, ancak vakıf organlarının
vakfiye veya vakıf senedine aykırı olarak toplanıp toplanmadığının tespitinin
idari yargının denetimine tabi bir alan olduğu, bu nedenle Anayasa Mahkemesinin
yukarıda belirtilen kararı dikkate alınmadan yapılan düzenlemenin Anayasa'nın
125., 153. ve 155. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Anayasa'nın 125. maddesinin birinci fıkrasında, 'İdarenin
her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır'; 155. maddesinin
birinci fıkrasında da, 'Danıştay, idarî mahkemelerce verilen kanunun
başka bir idarî yargı merciine bırakmadığı karar ve hükümlerin son inceleme
merciidir. Kanunda gösterilen belli davalara da ilk ve son derece mahkemesi
olarak bakar' hükmü yer almaktadır.
5737 sayılı Kanun'da itiraz mercii olarak ayrı bir makam
öngörülmemesi ve iptale konu kuralda öngörülen idari para cezasının 5326 sayılı
Kanun'un 19. maddesindeki istisnalar kapsamına da girmemesi nedeniyle, 5737
sayılı Kanun'un 11. maddesinin birinci cümlesi uyarınca verilecek idari para
cezalarına karşı, kural olarak, iptal konusu cümlenin yollama yaptığı 5326
sayılı Kanun'un 3. maddesinin (1) ve 27. maddesinin (1) numaralı fıkraları
gereğince sulh ceza mahkemelerine itiraz edilebilecektir. Ancak, idarî
yaptırım kararının verildiği işlem kapsamında aynı kişi ile ilgili olarak idari
yargının görev alanına giren kararların da verilmiş olması halinde; idarî
yaptırım kararına karşı bu işlemin iptali talebiyle birlikte idarî yargı
mercilerine itiraz edilebilmesi de mümkündür.
Anayasa Mahkemesinin daha önceki kimi kararlarında da belirtildiği
üzere, tarihsel gelişime paralel olarak Anayasa'da adlî ve idarî yargı ayrımına
gidilmiş ve idarî uyuşmazlıkların çözümünde idare ve vergi mahkemeleriyle
Danıştay yetkili kılınmıştır. Bu nedenle, kural olarak idare hukuku alanına
giren konularda idarî yargı, özel hukuk alanına giren konularda adlî yargı
görevli olacaktır. Bu durumda idarî yargının görev alanına giren bir
uyuşmazlığın çözümünde adlî yargının görevlendirilmesi konusunda yasakoyucunun
mutlak bir takdir hakkının bulunduğunu söylemek olanaklı değildir. İdarî
yargının denetimine bağlı olması gereken idarî bir uyuşmazlığın çözümü, haklı
neden ve kamu yararının bulunması halinde yasakoyucu tarafından adlî yargıya
bırakılabilir. Vakıfların sayısı ve bunların coğrafi dağılımları dikkate
alındığında, idari yargı teşkilatına oranla daha yaygın olan sulh ceza
mahkemelerine başvuru olanağı tanınmasının, hak arama özgürlüğünü
kolaylaştırıcı nitelikte olduğu, bu suretle kısa sürede sonuç alınmasını
olanaklı kıldığı ve idari yaptırımlara karşı sulh ceza mahkemelerine
başvurulabileceği yolunda getirilen düzenlemenin haklı nedenini oluşturduğu
sonucuna varılmıştır.
Kaldı ki Kabahatler Kanunu'nun 27. maddesinin (8) numaralı
fıkrasında belirtilen durumlarda idarî yargı mercilerine itiraz edilebilmesi de
mümkündür.
Anayasa'nın 153. maddesinin son fıkrasında, Anayasa Mahkemesi
kararlarının yasama, yürütme ve yargı organları ile yönetim makamlarını, gerçek
ve tüzelkişileri bağlayacağı öngörülmüştür. Bu kural gereğince, yasama organı,
yapacağı düzenlemelerde daha önce aynı konuda verilen Anayasa Mahkemesi
kararlarını göz önünde bulundurmak, bu kararları etkisiz kılacak biçimde kanun
çıkarmamak, Anayasa'ya aykırı bulunarak iptal edilen kuralları tekrar kanunlaştırmamak
yükümlülüğündedir.
Bir kuralın Anayasa'nın 153. maddesine aykırılığından söz
edilebilmesi için iptal edilen önceki kural ile 'aynı' ya da 'benzer nitelikte'
olması, bunların saptanabilmesi için de öncelikle, aralarında 'özdeşlik' yani
amaç, anlam ve kapsam yönlerinden benzerlik olup olmadığının incelenmesi
gerekir.
Söz konusu düzenlemenin gerekçesinde, kuralın Anayasa Mahkemesinin
1.3.2006 günlü, E. 2005/108, K. 2006/35 sayılı iptal kararı ve bu karardan
sonra 6.12.2006 günlü ve 5560 sayılı Kanun'la yeniden düzenlenen Kabahatler
Kanunu'nun 3. maddesi dikkate alınarak yasalaştırıldığı belirtilmiştir. Bu
durumda, iptale konu kuralla iptal edilen önceki kural arasında aynilik veya
benzerlik bulunduğunu söylemek zor olduğu gibi; iptali istenen kuralın iptal
kararındaki gerekçeler dikkate alınarak yasalaştırıldığı dikkate alındığında,
yasakoyucunun iptal kararını etkisiz kılma amacıyla hareket ettiğini ileri
sürmek de mümkün değildir.
Kaldı ki, dava dilekçesinde belirtilen Anayasa Mahkemesinin
1.3.2006 günlü, E:2005/108, K:2006/35 sayılı iptal kararına konu olan Kabahatler
Kanunu'nun 3. maddesinin söz konusu iptal kararından sonra 5560 sayılı Kanun
ile değiştirildiği ve yapılan bu değişikliğin Anayasa'nın 153. maddesine aykırı
olduğu gerekçesiyle yapılan itiraz başvurusunun da Anayasa Mahkemesinin
11.6.2009 günlü, E. 2007/115, K. 2009/80 sayılı kararıyla reddedildiği
gözetildiğinde, itiraz konusu kuralın Anayasa'nın 153. maddesine aykırı bir
yönünün bulunmadığı açıktır.
Açıklanan nedenlerle, iptali istenen cümle,
Anayasa'nın 125., 153. ve 155. maddelerine aykırı değildir. İptal
isteminin reddi gerekir.
Fulya KANTARCIOĞLU, Şevket APALAK ve Zehra Ayla PERKTAŞ bu görüşe
katılmamıştır.
D- Kanun'un 12. Maddesinin Birinci, Üçüncü ve Dördüncü
Fıkralarının İncelenmesi
1- Birinci Fıkranın İncelenmesi
a) Kuralın Anlam ve Kapsamı
İptali istenen kural, 'vakıflar'ın önceden herhangi bir merciden
izin almaksızın mal edinebileceklerini ve malları üzerinde her türlü tasarrufta
bulunabileceklerini ifade etmektedir. Kuralda geçen 'vakıflar' sözcüğünün, aynı
Kanun'un 3. maddesi uyarınca mazbut, mülhak, cemaat ve esnaf vakıflarını ifade
etmesi karşısında, gerek Medeni Kanun hükümlerine göre kurulan gerekse Medeni
Kanun'un kabulünden önce kurulan cemaat vakıflarının serbestçe mal
edinebilmelerine yasal dayanak oluşturulduğu görülmektedir.
Kuralın gerekçesinde, 'Madde ile; halen izin almak
suretiyle mal alabilen vakıfların, özel hukuk tüzel kişileri olmaları göz önüne
alınarak, hiçbir makam ve merciden izin almaksızın mal alabilecekleri ve
malları üzerinde serbestçe tasarruf edebilecekleri hükmü getirilirken, vakfın
devamlılığının sağlanması açısından mülhak, cemaat ve yeni vakıflara
başlangıçta özgülenen mal ve hakların değiştirilebilmesi imkânı sağlanmış,
vakıfların sonradan edindikleri malları, izin almaksızın yönetim organlarının kararıyla
değiştirebileceklerine ilişkin hüküm getirilmiştir.' denilmiştir.
5737 sayılı Kanun'un 12. maddesinin dördüncü fıkrasına göre, vakıf
yöneticilerinin iktisap ettikleri taşınmaz malları tapuya tescil tarihinden
itibaren bir ay içinde Vakıflar Genel Müdürlüğüne bildirmeleri gerekmektedir.
Kanun'un 11. maddesinde ise bu bildirim yükümlülüğünü yerine getirmeyen vakıf
yöneticilerine idari para cezası verilmesi öngörülmüştür.
b) Anayasa'ya Aykırılık Sorunu
Dava dilekçesinde, iptali istenen kuralla azınlık vakıflarının
dini, hayri, sosyal, eğitsel, sıhhi ve kültürel tesisler kurabilmesine olanak
tanınmakla bir anlamda bu vakıflar aracılığıyla yabancılaşmanın artacağı ve
ulusal birliğin zedelenebileceği, bu durumun ise Anayasa'nın Başlangıç'ının ikinci,
üçüncü ve beşinci paragraflarında yer alan ve Anayasa'nın 3. ve 5. maddelerinde
de teyit edilen Türkiye Cumhuriyetinin dünya milletler ailesinin eşit haklara
sahip bir üyesi olduğu, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu,
hiçbir faaliyetin Türk milli menfaatleri karşısında korunma göremeyeceği ve
Türkiye Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ve Türk Milletinin
bağımsızlığı ilkelerine aykırı olduğu, tüm vakıflara gereksinimleriyle sınırlı
olmaksızın ve herhangi bir merciden izin almaksızın mal edinme ve bunlar
üzerinde tasarrufta bulunma hakkı tanınmasının öncelikle 'vakıf' niteliği ile
bağdaşmadığı, zira vakfa tahsis edilen mal varlığının vakfın gayesini
gerçekleştirecek ölçüde olması gerektiği, vakıf özel hukuk tüzelkişiliğine
ilişkin yasa kurallarının vakıf kurumunun açıklanan bu asli niteliğine uygun
olmasının 'hukuk devleti' olmanın bir gereği olduğu, ayrıca bu şekildeki bir
düzenlemenin kamu yararıyla da bağdaşmadığı, Lozan Andlaşması'na
göre Türkiye Devletinin, cemaat vakıflarını o günkü haliyle üstlenmeyi
kabul ettiği, söz konusu vakıfların sadece orada belirtilen hususlarda ihtiyaç
duyulan yeni mallar edinebilmesinin mümkün olduğu, bunun da ancak Devletin
yetkili uzman organının izniyle gerçekleşmesi gerektiği, getirilen düzenlemede
ise hiçbir sınır bulunmadığı ve hiçbir kamu otoritesinden izin alınmasının
gerekmediği, Devletin Lozan'da üstlenmediği bir hakkın yasayla verilmesinin,
gayrimüslim cemaatler lehine ayrımcılık yapılmış olduğu anlamına
geldiği, iptal konusu kuralla Lozan Andlaşması'nın 45. maddesinde
öngörülen mütekabiliyet esasının göz ardı edilerek azınlık vakıflarına mal
edinme hakkının getirildiği, iptali istenen düzenlemenin cemaat vakıflarına
Bakanlar Kurulundan izin almak ve dini, hayri, sosyal, eğitsel, sıhhi ve
kültürel alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak koşuluyla taşınmaz mal
edinebilmelerine olanak tanıyan yasanın iptali istemiyle açılan davada, Anayasa
Mahkemesince verilen kararda belirtilen hususlar dikkate alınmadan
yapıldığı belirtilerek, kuralın Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 2., 3., 5., 10.,
90. ve 153. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri
Hakkında Kanun'un 29. maddesine göre, Anayasa Mahkemesi kanunların, kanun
hükmünde kararnamelerin ve TBMM İçtüzüğü'nün Anayasa'ya aykırılığı konusunda
ilgililer tarafından ileri sürülen gerekçelere dayanmak zorunda değildir.
İstemle bağlı kalmak koşuluyla başka gerekçe ile de Anayasa'ya aykırılık kararı
verilebilir. Bu nedenle, itiraz konusu kural, Anayasa'nın 35. maddesi yönünden
de incelenmiştir.
Ülkemizde yaşayan ve Lozan Andlaşması'na göre, din bağı
gözetilerek gayrimüslim olmalarından dolayı azınlık kabul edilen kişiler Türk
vatandaşıdırlar. Bu durumda, Anayasa'ya göre Türk vatandaşı olarak kabul edilen
gayrimüslim azınlıklara verilen hakları, Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 3. ve 5.
maddelerine dayanarak engellenmeye çalışılmasının anayasal bir dayanağı yoktur.
Anayasa'nın 35. maddesinde herkesin, mülkiyet ve miras haklarına
sahip olduğu, bu hakların ancak kamu yararı amacıyla, kanunla
sınırlanabileceği, mülkiyet hakkının kullanılmasının toplum yararına aykırı
olamayacağı hükme bağlanmıştır. Mülkiyet hakkı, kişiye başkasının hakkına zarar
vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara uymak koşuluyla, sahibi olduğu şeyi
dilediği gibi kullanma, ürünlerinden yararlanma ve tasarruf olanağı veren bir
haktır. Maddede geçen 'herkes' tabirinin gerçek ve tüzel kişileri kapsadığı
konusunda bir tereddüt bulunmamaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi (AİHS)'ne Ek 1 No'lu Protokol'ün
1. maddesinde de 'Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk dokunulmazlığına
saygı gösterilmesini isteme hakkı vardır. Herhangi bir kimse, ancak kamu yararı
sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası hukukun genel
ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.
Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun
olarak kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya
para cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama
konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.' denilmektedir.
Görüldüğü üzere, gerek Anayasa'nın 35. maddesinde ve gerekse
AİHS'ne Ek 1 No'lu Protokol'ün 1. maddesinde güvence altına alınan tüzel
kişilerin mülkiyet hakkı, evrensel bir temel insan hakkıdır. Tüzel kişiliğe
sahip olan vakıfların mal edinmeleri kişi olmalarının getirdiği doğal bir
haktır. Dolayısıyla, temel bir insan hakkı olan mülkiyet hakkına saygı
duyulması hukuk devleti olmanın bir gereğidir.
Dava dilekçesinde, vakfa özgülenen mal varlığının vakfın amacını
gerçekleştirmeye yeterli düzeyde olması gerektiği biçimindeki kuraldan
hareketle vakıfların sonradan malvarlığı edinemeyecekleri ileri sürülmüştür.
Vakıfların biri başlangıçta özgülenen diğeri ise sonradan elde edilen iki tür
mal varlığı vardır. Vakfa özgülenen mal varlığının vakfın amacını gerçekleştirmeye
yeterli düzeyde olmaması durumunda, 4721 sayılı Kanun'un 102. maddesi uyarınca
tesciline olanak yoktur. Dava dilekçesinde ileri sürülen husus, bu mal varlığı
yönünden doğrudur. Ancak, iptali istenen kural, vakıfların başlangıçtaki mal
varlığını değil, sonradan edineceği mal varlıklarını düzenlemektedir. 4721
sayılı Kanun'da bu hükmün dışında, vakıfların sonradan mal varlığı
edinemeyeceklerine ilişkin her hangi bir hüküm yoktur. Esasen, tüzel kişiliğe
sahip vakıflar için sonradan mal varlığı edinebilecekleri yönünde ayrıca bir
hüküm vazedilmesine gerek de bulunmamaktadır.
Öte yandan, yargı kararlarında benimsenen ve doktrinde bir kısım
yazarlarca da desteklenen 1936 tarihli beyannamenin vakıfname olarak kabul
edilmesi gerektiği, vakıfnamede açık hüküm bulunmaması durumunda vakıfların
taşınmaz mal edinemeyecekleri, cemaat vakıflarının da gerçek anlamda
vakıfnamelerinin bulunmaması nedeniyle taşınmaz mal edinemeyecekleri yönündeki
görüşün, 2762 sayılı Kanun'un 44. maddesi ile Geçici 1. maddesinin gerekçeleri
ve yasalaşma süreçleri incelendiğinde, geçerliliğinin bulunmadığı
görülmektedir.
Gerçekten de söz konusu maddelerin gerekçeleri ve yasalaşma
süreçleri incelendiğinde, cemaat vakıflarından beyanname istenmesinin temel
gerekçesinin bu vakıfların Devlet tarafından denetlenmesini sağlamak ve
denetlemenin yapılabilmesi için de söz konusu vakıfların o ana kadar fiilen
tasarrufu altında tuttukları ancak muvazaa ya da gizli bir takım işlemlerle
kayıt altında bulunmayan tüm mal varlıklarının bir envanterinin ortaya
çıkarılması amacına yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Bir başka ifadeyle, 1936
tarihli beyannamenin vakfiye olarak kabul edilmesine olanak bulunmadığı gibi,
bu beyannamenin cemaat vakıflarının taşınmaz mal edinmesinin önüne geçilmesi
amacıyla istendiği görüşü de yerinde değildir. Esasen yasakoyucu cemaat
vakıflarının sonradan taşınmaz mal edinemeyecekleri yönünde bir iradeye sahip
olsa idi, bu konuda 2762 sayılı Kanun'a açık bir hüküm koyma yönüne
gidebilirdi.
Bir özel hukuk tüzel kişisi olan vakıfların mal edinmeleri
sınırsız bir hak olmayıp, ancak bünyelerine ve amaçlarına uygun olmaları
koşuluyla mümkündür. Bir başka ifadeyle, vakıfların mal edinebilmeleri
konusunda vakfın kendi bünyesi ve amacından kaynaklanan doğal ve zorunlu
sınırlar söz konusudur. Bu hususta, yasada bir kurala yer verilmemiş olması ona
sınırsız bir mal edinme hakkı tanımaz. Bu noktada 4721 sayılı Kanun'un vakfa
ilişkin genel kuralları ile 5737 sayılı Kanun'da öngörülen ve Vakıflar Genel
Müdürlüğünce yapılan amaca uygunluk denetimleri de bulunmaktadır.
Nitekim, 5737 sayılı Kanun'da cemaat vakıflarının taşınmaz mal
edinimi ile ilgili izin müessesesi kaldırılırken, Vakıflar Meclisince alım
sırasında bir defa yapılan denetim yerine bildirim, beyanname verme ve iç
denetim müessesesi getirilmiş; ayrıca Vakıflar Genel Müdürlüğünün amaca
uygunluk denetimi yani malın hangi amaçla ve vakfın hangi kaynağıyla, hangi
yolla edinildiği, amaca uygun kullanılıp kullanılmadığı, gelir getiriyorsa
ekonomik değerlendirilip değerlendirilmediği, gelirin nerelere harcandığı
hususlarının Vakıflar Genel Müdürlüğü müfettişlerince denetleneceği
öngörülmüştür (Vakıflar Kanunu, m. 33, 36, 60 ile Türk Medeni Kanunu, m. 111).
Bu durumda, cemaat vakıflarının mal edinmelerinde Lozan
Andlaşması'nın 40. maddesinde öngörülen hususlar ile bu vakıfların 1936
tarihinde verdikleri beyannameler birlikte değerlendirilerek, söz konusu
vakıfların edindikleri malların amaçlarıyla uyumlu olup olmadığı
denetlenebilecektir.
Vakıflar Genel Müdürlüğünce yapılan amaca uygunluk denetimi
sonucunda, edinilen malın vakfın amacına uygun olmadığının saptanması durumunda
ne gibi bir işlem yapılacağı 5737 sayılı Yasa'nın 10. maddesinde
gösterilmektedir. Buna göre, vakfın amacı doğrultusunda faaliyette bulunmayan,
vakfın mallarını ve gelirlerini amaçlarına uygun olarak kullanmayan vakıf
yöneticileri asliye hukuk mahkemesince görevden alınabileceklerdir.
Diğer taraftan, yasalaşma sürecindeki bilgi ve belgelerden yapılan
düzenlemenin amacının diğer vakıflardan farklı olarak azınlık vakıflarına
tanınmayan bazı hak ve yetkilerin onlara da tanınmak suretiyle
mağduriyetlerinin giderilmeye çalışılması ve özellikle söz konusu vakıfların
taşınmaz mal edinmelerinin yargı kararlarıyla engellenmesi sonucunda
karşılaşılan sıkıntıların bertaraf edilmesine yönelik olduğu dikkate
alındığında, dava dilekçesinde ileri sürülenin aksine, söz konusu düzenlemenin
kamu yararı ilkesi gözetilerek yapıldığı anlaşılmaktadır.
Anayasa'nın 10. maddesinde, herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet,
siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım
gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu; hiçbir kişiye, aileye veya sınıfa
imtiyaz tanınamayacağı; Devlet organlarının ve idare makamlarının bütün
işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda
olduğu belirtilmektedir.
İptali istenen kural, yalnızca cemaat vakıflarının mal
edinebilmelerine olanak tanıyan bir düzenleme niteliğinde değildir. Kural, 5737
sayılı Kanun'un 3. maddesi uyarınca, mazbut, mülhak, cemaat ve esnaf vakıfları
ile yeni vakıfların tamamını kapsamaktadır. Bu bağlamda, yapılan düzenlemenin
cemaat vakıfları için ayrıcalık getirdiğini söylemek olası görülmemektedir. Bir
başka ifadeyle yapılan düzenleme, cemaat vakıflarına diğer vakıflardan farklı
ve ayrıcalıklı bir takım haklar getirmemekte, bilakis söz konusu vakıfların
diğer vakıflar gibi aynı hak ve yetkilere sahip olacağını hükme bağlamaktadır.
Dava dilekçesinde Anayasa Mahkemesinin 27.12.2002 günlü, E.
2002/146, K. 2002/201 sayılı kararı gerekçe gösterilerek, iptali istenen
kuralın Anayasa'nın 153. maddesine de aykırı olduğu ileri sürülmektedir.
Söz konusu karar, yürürlükten kaldırılan 2762 sayılı Vakıflar
Kanunu'nun 1. maddesine 3.8.2002 günlü, 4771 sayılı Kanun'un 4. maddesiyle
eklenen 'Cemaat vakıfları, vakfiyeleri olup olmadığına bakılmaksızın,
Bakanlar Kurulunun izniyle dini, hayrî, sosyal, eğitsel, sıhhî ve kültürel
alanlardaki ihtiyaçlarını karşılamak üzere taşınmaz mal edinebilirler ve
taşınmaz malları üzerinde tasarrufta bulunabilirler.' şeklindeki
altıncı fıkranın iptali istemiyle açılan davanın reddine ilişkindir.
Anayasa Mahkemesinin söz konusu kararında, cemaat vakıflarının
taşınmaz mal edinebilmeleri Anayasa'ya aykırı bulunmamıştır. İptali istenen
kuralla ise cemaat vakıfları da dahil olmak üzere tüm vakıflara taşınmaz mal
edinebilme hakkı tanınmıştır. Önceki Anayasa Mahkemesi kararına konu olan yasal
düzenlemeyle, iptali istenen kural arasında bir paralelliğin bulunduğu açıktır.
Açıklanan nedenlerle, iptali istenen kural, Anayasa'nın 2.,
10., 35. ve 153. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi
gerekir.
Kuralın Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 3., 5.
ve 90. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
2- Üçüncü Fıkranın İncelenmesi
a) Kuralın Anlam ve Kapsamı
İptali istenen kural, vakıflara başlangıçta özgülenen mal ve
haklar ile vakıfların sonradan edindiği mal ve hakların, haklı nedenlerin
bulunması durumunda, daha yararlı olanlarıyla değiştirilebileceği veya paraya
çevrilebileceği hükmünü içermektedir. Buna göre, haklı nedenlerin bulunması
halinde; başlangıçta özgülenen mal ve haklar, vakıf yönetiminin başvurusu ve
denetim makamının (Vakıflar Genel Müdürlüğü) görüşü alınarak, mahkeme
kararıyla, sonradan edinilen mal ve haklar ise bağımsız ekspertiz
kuruluşlarınca verilecek rapora dayalı olarak vakıf yetkili organının kararıyla
daha yararlı olanlarıyla değiştirilebilecek veya paraya çevrilebilecektir.
İptali istenen kuralda 'haklı nedenler'in ne olduğu belirtilmemiş
ise de doktrin ve uygulamada vakıf malının gelirinin giderini karşılayamaması,
gelirinin malın değerine göre çok küçük olması, vakfın amacını
gerçekleştirebilmesi için ihtiyacı olan geliri sağlanabilmesi veya vakfa daha
fazla yararı olabilecek başka malların alınması gibi durumlarda haklı nedenin
var olduğu kabul edilmektedir.
b) Anayasa'ya Aykırılık Sorunu
Dava dilekçesinde, iptale konu kuralla öngörülen vakfa tahsis
edilen mal ve hakların yenileriyle değiştirilmesinin vakıf kurumunun asli
niteliğiyle bağdaşmadığı, vakfın sonradan edindiği mallar üzerinde hiçbir
makamdan izin almaksızın tasarrufta bulunma hakkına sahip kılınmasının kamu
yararıyla bağdaşmadığı belirtilerek, kuralın Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 2.,
3., 5., 10., 90. ve 153. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri
Hakkında Kanun'un 29. maddesi uyarınca itiraz konusu kural Anayasa'nın 35.
maddesi yönünden de incelenmiştir.
Vakıfların bağımsız bir özel hukuk tüzel kişiliğine sahip olmaları
ve gerek başlangıçta özgülenen ve gerekse sonradan elde ettikleri malların özel
mülkiyete konu olmaları nedeniyle, bu mallar üzerinde Anayasa'nın 35.
maddesinde öngörülen mülkiyet hakkının bir gereği olarak, her türlü tasarrufta
bulunabilmeleri mümkündür. Bu durum, vakfın bağımsız bir tüzel kişiliğe sahip
olmasının ve vakfın faaliyetlerini kolaylıkla icra edebilmesinin doğal bir
sonucudur.
Ancak, vakıfların malları üzerindeki bu tasarruf hakları sınırsız
değildir. Zira vakfa tahsis edilen malların amacı gerçekleştirmeye
elverişliliği, gerek nitelik gerekse miktar itibariyle daha vakfın kuruluş
aşamasında tespiti gereken bir husus olduğundan, vakıf kurulduktan sonra
zorlayıcı bir sebep olmadıkça, bunların değiştirilmesi ya da elden
çıkartılmasını gerektiren durumlar istisnaidir. Ayrıca, tüzel kişilerin
ehliyetlerinin amaçlarıyla sınırlı olması (ultra vires ilkesi) da vakıfların
malları üzerinde yapılacak tasarruflar bakımından bir sınır oluşturmaktadır.
Bununla birlikte, vakıf senedinde mallar üzerinde tasarruf
işlemlerinin yapılabilmesine veya bunların değiştirilebilmesine açıkça veya
zımnen olanak tanıyan hükümlerin bulunması veya vakfın menfaatinin söz konusu
tasarrufların yapılmasını gerekli kılması durumunda, vakfın mallarının tasarruf
işlemlerine konu edilmesi mümkündür. Vakıf mallarının satılması, bağışlanması,
trampası, kat karşılığı inşaat yapılmak üzere devri gibi temliki tasarruflara
konu olması olasıdır. Bu tasarrufların yapılması, vakfın varlığını sürdürmesi
veya daha iyi faaliyette bulunabilmesi için bazen bir zorunluluk olarak (haklı
neden) ortaya çıkabilir. Bu nedenle, vakıfların mallarının değiştirilmesi veya
paraya çevrilmesinin vakıf niteliğiyle bağdaşmayacağı yönündeki iddia yerinde
değildir.
Vakfın mallarının değiştirilmesinde, vakıf senedinde aksini
öngören bir hükmün bulunmaması ve yapılacak tasarrufun vakfın amacına uygun
olması gerekmektedir. Diğer taraftan, bazı hallerde vakıf senedinde aksine bir
düzenleme bulunsa dahi, vakfın malları üzerinde tasarrufta bulunulması
gerekebilir. Nitekim 4721 sayılı Kanun'un 113. maddesinde, başlangıçta amaca
özgülenen mal ve hakların daha yararlı olanları ile değiştirilmesini veya
paraya çevrilmesini haklı kılan sebeplerin bulunması durumunda hakim kararıyla
bu tür bir tasarrufa olanak tanınmıştır.
Yukarıda açıklanan nedenlerle, iptali istenen kuraldan önce de
Türk Hukukunda mevcut olan ve haklı nedenlerin bulunması durumunda, vakfa
başlangıçta özgülenen malların mahkeme kararıyla; vakfın sonradan elde ettiği
malların ise vakfın yetkili organları tarafından değiştirilmesi veya paraya
çevrilmesine olanak tanıyan düzenlemenin, vakıf tüzel kişiliğinin ve bu tüzel
kişiliğin sağladığı mülkiyet hakkının doğal sonucu olduğu gibi, vakfın
faaliyetlerini rahatlıkla sürdürebilmesi için de gerekli bulunduğundan, iptali
istenen kuralın Anayasa'nın 2. ve 35. maddelerine aykırı bir yönü bulunmamaktadır. İptal
isteminin reddi gerekir.
İptali istenen kuralın, Anayasa'nın 3., 5., 10., 90. ve 153.
maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
3- Dördüncü Fıkranın İncelenmesi
Dava dilekçesinde, bu fıkraya ilişkin doğrudan bir Anayasa'ya
aykırılık iddiasında bulunulmamış, ancak aynı maddenin birinci ve üçüncü
fıkralarının iptal edilmesi durumunda bu fıkranın uygulanma olanağı kalmayacağı
belirtilerek, bu fıkranın da iptali istenmiştir.
5737 sayılı Kanun'un 12. maddesinin birinci ve üçüncü fıkralarının
Anayasa'ya aykırılık iddiası yerinde görülmediğinden, iptali istenen bu
fıkranın da Anayasa'ya aykırı bir yönü bulunmamaktadır. İptal isteminin reddi
gerekir.
E- Kanun'un 14. Maddesinin İncelenmesi
1- Kuralın Anlam ve Kapsamı
İptali istenen kuralla, vakfiyelerindeki şartların yerine
getirilmesine fiilen veya hukuken olanak kalmayan vakıfların, vakfedenin
iradesine aykırı olmaması koşuluyla, bu şartları değiştirmeye ya da hayır
şartlarındaki parasal değerleri güncel vakıf gelirlerine uyarlamaya Vakıflar
Meclisi yetkili kılınmıştır.
5737 sayılı Kanun'un 3. maddesine göre 'vakfiye' terimi, 'Mazbut,
mülhak ve cemaat vakıflarının mal varlığını, vakıf şartlarını ve vakfedenin
isteklerini içeren belgeleri' ifade ettiğinden, Türk Medeni Kanunu
hükümlerine göre kurulan vakıflar hakkında bu maddenin uygulanması söz konusu
değildir. Bir başka ifadeyle Türk Medeni Kanunu hükümlerine göre kurulan yeni
vakıflar hakkında 4721 sayılı Kanun'un 113. maddesinin ikinci fıkrası
uygulanacaktır.
Yapılan düzenlemenin yürürlükten kaldırılan 2762 sayılı Vakıflar
Kanunu'nun 17. maddesine benzer olduğu görülmektedir. Ancak önceki düzenlemede
Vakıflar Genel Müdürlüğü olarak belirlenen karar makamı, iptali istenen kuralda
Vakıflar Meclisi olarak değiştirilmiş, ayrıca yapılacak değişikliğin vakfedenin
iradesine aykırı olamayacağı koşulu getirilmiştir.
Vakıf Hukukunda 'şart' kavramı, vakfedenin o vakıfla güttüğü asıl
amacın yanında yer alan ikinci bir amaç kavramından başka bir şey değildir.
Geniş anlamda şart kavramı, vakfedenin vakfına ilişkin istemlerini açıklayan
beyanlarının tümüdür. Dar anlamda şart kavramı ise vakfedenin kurduğu vakfın
yönetim biçimine, vakfın gelirlerinin tahsisine ve vakfı kimlerin yöneteceğine
ilişkin beyanlarının her birini kapsamaktadır..
2- Anayasa'ya Aykırılık Sorunu
Dava dilekçesinde, vakıflarda vakıf senedinin vakfın kurucu
belgesi olduğu, bu belgenin vakfın konusuna, amacına ve organlarına ilişkin
vakfedenin tüm istek ve istencini yansıtan düzenlemeler içerdiği, vakıf kurma
işlemi tamamlandıktan sonra bu kuralların vakfedeni, vakfı yönetenleri,
vakıftan yararlanacakları, üçüncü kişileri ve Devleti bağladığı, bu nedenle
kurucu istenci yansıtan vakfiye ya da vakıf senetlerini Devlet organları dahil
kimsenin değiştiremeyeceği, iptali istenen kuralın ise vakfı kuranın iradesinde
değişiklik yapılmasını öngörmesi nedeniyle hukuki güvenlik ilkesine aykırı
olduğu, ayrıca dava dilekçesinin Kanun'un 12. maddesine yönelik iptal
gerekçelerine atıfta bulunularak iptali istenen kuralla getirilen düzenlemenin
Türk milli menfaatleri ile ülkenin ve Devletin bölünmez bütünlüğüne zarar
verebileceği, cemaat vakıflarına ayrıcalık sağlandığı ve kuralın Lozan
Andlaşması'na aykırı olduğu belirtilerek, iptali istenen kuralın Anayasa'nın
Başlangıç'ı ile 2., 3., 5., 10. , 90. ve 153. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
Anayasa'nın 2. maddesinde yer alan hukuk devletinin temel
ilkelerinden biri olan hukuk güvenliği, normların öngörülebilir
olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini,
devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden
kaçınmasını gerekli kılar. Kişilerin devlete güven duyabilmeleri, maddi ve
manevi varlıklarını korkusuzca geliştirebilmeleri, hak ve özgürlüklerden yararlanabilmeleri
ancak hukuk güvenliği ve üstünlüğünün sağlandığı bir hukuk devleti düzeninde
gerçekleşebilir.
İptali istenen kural, 743 ve 4721 sayılı Kanun hükümlerine göre
kurulmuş vakıflar dışındaki diğer vakıflarda, vakfiyedeki şartların yerine
getirilmesinde fiili ya da hukuki imkansızlık bulunması durumunda, vakıf
şartlarının mazbut vakıflarda Vakıflar Genel Müdürlüğünün; diğer vakıflarda ise
vakıf yöneticilerinin teklifi üzerine Vakıflar Meclisince bu şartların
değiştirilmesine, ayrıca hayır şartlarındaki parasal değerleri güncel vakıf
gelirlerine uyarlanmasına olanak tanımaktadır.
Vakfedenin iradesinin somutlaşmış biçimi olan vakıf şartının kural
olarak, değişmeden devam etmesi, vakfedenin iradesinin korunması bakımından
gereklidir. Ancak, vakfın, değişen ekonomik, sosyal ve hayat şartları ile bilim
ve teknolojik gelişmelere paralel olarak faaliyetini sürdürebilmesi için
varlığını koruması da bir zorunluluktur. Bu da vakıf senedine eklenmiş ağır
mükellefiyetler ile günün koşullarına uymayan veya gerçekleşmesi olanaksız hale
gelen şartların kaldırılması veya değiştirilmesiyle mümkün olabilir. Aksi
halde, değişen koşullar ve gelişmeler karşısında bütün vakıflar zamanla etkisiz
bir hale gelebilme tehlikesiyle karşı karşıya kalabilirler. İptali istenen kural,
böyle bir ihtiyaç veya zorunluluğun ortaya çıkması durumunda, vakfın
hayatiyetini sürdürmesine yardımcı olmak amacıyla ve vakfedenin iradesine de
aykırı olmamak koşuluyla, vakıflarda şart kavramının değiştirilmesine olanak
sağlamaktadır. Bir başka ifadeyle kural, belirli bir zorunluluktan kaynaklanan
durumları bertaraf etmek için yasalaştırılmıştır. Bu düzenlemeyle,
gerçekleşmesi imkansızlaşan vakıf şartları yüzünden fiilen sona eren bir vakfa,
yeniden kuruluş amaçları doğrultusunda faaliyette bulunma fırsatı
getirilmektedir. Böyle bir amaca hizmet eden düzenlemenin hukuk devleti
ilkesine aykırı bir tarafının bulunmadığı açıktır. Kaldı ki iptali istenen
kural, vakıf şartının Vakıflar Meclisince her halükarda değiştirilmesini
emredici değil, aksine belli koşulların oluşması durumunda, buna olanak tanıyan
tamamlayıcı bir düzenlemedir.
Anayasa'nın 10. maddesinde, herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet,
siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım
gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu; hiçbir kişiye, aileye veya sınıfa
imtiyaz tanınamayacağı; Devlet organlarının ve idare makamlarının bütün
işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda
olduğu belirtilmektedir.
İptali istenen kural, cemaat vakıfları yanında 743 sayılı Kanun'un
yürürlüğünden önce kurulmuş mazbut ve mülhak vakıfları da kapsamaktadır. Kural,
743 ve 4721 sayılı Kanun hükümlerine göre kurulan vakıflar için uygulanması
mümkün olan vakfiye şartının değiştirilmesi olanağını söz konusu vakıflar için
de öngörmektedir. Yapılan bu düzenleme, zaman içerisinde gerçekleşen sosyal,
ekonomik, teknolojik ve kültürel değişimlere bağlı olarak, gerçekleşmesine
fiilen ya da hukuken olanak kalmayan vakıf şartlarının değiştirilebilmesini
vakfedenin iradesine aykırı olmamak kaydıyla mümkün hale getirmektedir. Yapılan
düzenlemenin bir ayrıcalık getirmemesi nedeniyle, eşitlik ilkesine aykırı bir
yönü bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, iptali istenen kural, Anayasa'nın 2. ve 10.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 3., 5., 90. ve 153
maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
F- Kanun'un 25. Maddesinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, düzenleme ile vakıfların yurt dışı örgütlenme
ve faaliyetlerine mutlak ve sınırsız bir serbesti getirildiği, Medeni Kanun'un
uluslararası faaliyet konusunda Dernekler Kanunu hükümlerinin kıyasen
uygulanacağına ilişkin 117. maddesinin yürürlükten kaldırıldığı, cemaat esasına
dayalı bu tip bir örgütlenmenin sınırsız bağış ve yardım alabilme imkânlarıyla
birlikte, Türkiye'nin milli güvenliği ve sair ulusal çıkarları açısından büyük
tehlike oluşturduğu, düzenlemede vakfın türü veya kurucuları yahut yöneticileri
bakımından bir ayrım yapılmaksızın tüm vakıfların yurt dışından sınırsız bağış
alabilme imkânına sahip hale getirildikleri, yapılacak veya alınacak bağışın
miktarı, bağış yapan kuruluşun yılda yapacağı bağış miktarı ve belli miktarı aşan
bağışlar için kamu otoritesinin uygun görüşünün aranması gibi süzgeç
düzenlemelere yer verilmediği, Diaspora ve lobiler aracılığıyla cemaat
vakıflarının, Soros tipi fonlar aracılığıyla da diğer vakıfların büyük güçler
elde ederek Türkiye'nin ulusal güvenliği için büyük tehditler oluşturmasının
önünün açıldığı iddia edilerek, kuralın 'Devletin ülkesi ve milletiyle
bölünmez' bir bütün olduğunu belirten Anayasa'nın Başlangıç Kısmına, aynı
prensibi içeren Anayasa'nın 3., 5. ve 14. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
5737 sayılı Kanun'un iptali istenen 25. maddesi iki fıkradan
oluşmaktadır. Maddenin birinci fıkrasında, vakıf senetlerinde yer almaları
koşuluyla amaç veya faaliyetleri doğrultusunda, vakıfların uluslararası
faaliyet ve işbirliğinde bulunabilecekleri, yurtdışında şube ve temsilcilik
açabilecekleri, ayrıca üst kuruluşlar kurabilecekleri ve yurtdışında kurulmuş
kuruluşlara üye olabilecekleri öngörülmektedir. Fıkrada geçen 'vakıf senedi'
ibaresi, aynı Kanun'un 3. maddesine göre, 743 ve 4721 sayılı Kanun hükümlerine
göre kurulan yeni vakıfları ifade ettiğinden, bunlar dışında kalan diğer
vakıfların yurtdışında şube veya temsilcilik açabilmelerine, üst kuruluşlar
kurabilmelerine ve yurtdışında kurulmuş kuruluşlara üye olabilmelerine olanak
yoktur.
İptali istenen 25. maddenin ikinci fıkrasında ise vakıfların bağış
ve yardım almaları ile bağış ve yardım yapmaları düzenlenmektedir.
Düzenlemeyle, vakıfların gerek yurtiçindeki, gerek yurtdışındaki kişi, kurum
veya kuruluşlardan, ayni ve nakdi bağış ve yardım alabilmelerine; ayrıca
kendilerinin de yurtiçi ve yurtdışındaki benzer amaçlı vakıf ve derneklere ayni
veya nakdi bağış ve yardım da bulunabilmelerine olanak tanınmıştır. Nakdi
yardımların yurtdışından alınması veya yurtdışına yapılmasında bankaların aracı
olması ve Vakıflar Genel Müdürlüğüne bildirimde bulunulması koşulu
getirilmiştir.
İptali istenen kural, vakıfların yurtiçi ve yurtdışından bağış ya
da yardım alırken her hangi bir sınırlama yapmazken; kendilerinin yurtiçi ve
yurtdışındaki vakıf veya derneklere yardım ya da bağışta bulunurken 'benzer
amaçlı' olmaları koşulunu aramaktadır. Buna göre, vakıfların dernek
veya vakıflar dışında örneğin siyasi partilere yardım ya da bağışta bulunmaları
mümkün olmadığı gibi, benzer amaçlı vakıf veya dernekler dışındakilere de
yardım ya da bağış yapabilmelerine olanak yoktur.
2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri
Hakkında Kanun'un 29. maddesi uyarınca itiraz konusu kural Anayasa'nın 33.
maddesi yönünden de incelenmiştir.
Anayasa'nın 33. maddesinde dernek kurma özgürlüğüne ilişkin
hükümlere yer verilmiş, maddenin son fıkrasında ise derneklere ilişkin bu
hükümlerin vakıflar hakkında da uygulanacağı belirtilmiştir. Anayasa'da bu
hüküm dışında vakıflarla ilgili bir düzenlemeye yer verilmemiştir.
İptali istenen kuralla, dernekler için aynı yönde getirilen
düzenlemelerden vakıflara da vakıf senetlerinde yer almaları koşuluyla amaç
veya faaliyetleri doğrultusunda uluslararası faaliyet ve işbirliğinde
bulunabilmeleri, yurtdışında şube ve temsilcilik açabilmeleri, ayrıca üst
kuruluşlar kurabilmeleri ve yurtdışında kurulmuş kuruluşlara üye olabilmeleri
olanaklarının sağlanmasının, Anayasa'nın 33. maddesinde düzenlenen dernek kurma
özgürlüğüne aykırı bir yönü bulunmamakta, aksine bu özgürlüğün kullanım alanı
genişletilmektedir.
Dava dilekçesinde, vakıflara hiçbir makamdan izin almaksızın ve
sınırsız bağış alma ve yapma olanağının getirilmesinin de Anayasa'nın ilgili
maddelerinde belirtilen Devletin ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bütünlüğü
ilkesine aykırı olduğu ileri sürülmektedir.
Anayasa'nın 33. maddesinde vakıfların bağış alması ya da bağış
yapmasına ilişkin herhangi bir hükme yer verilmemesi nedeniyle bu konuda
Anayasa'da öngörülen bir sınırlamanın bulunmamaktadır. İptali istenen kuralla
dernekler için aynı yönde getirilen olanaklardan vakıfların da
yararlandırılmasının Anayasa'nın 33. maddesine aykırı bir yönü yoktur.
Kaldı ki, iptale konu kural, bağış yapma ya da bağış alma
konusunda kendi içinde bir takım sınırlamalar da öngörmektedir. Buna göre,
vakıflar, ancak benzer amaçlı vakıf ve derneklere yardımda bulunabilecekler,
yurtdışından nakdi yardım alınması ve yapılmasında bankaları aracı kılacaklar
ve bunları ilgili Vakıflar Bölge Müdürlüğüne bir ay içinde bildireceklerdir.
Vakıfların bağış almaları ya da bağışta bulunmaları ile bunlardan
elde ettikleri gelirlerin ve harcamaların hiçbir denetime tabi olmadığı da
söylenemez. Zira, 5737 sayılı Kanun'un 32. ve Vakıflar Tüzüğü'nün 28. maddeleri
uyarınca, vakıfların her yıl vermek zorunda oldukları beyannamelerde, aldıkları
ve yaptıkları bağış ya da yardımları göstermek zorundadırlar. Söz konusu
bildirim, 5737 sayılı Kanun'un 60. uyarınca Vakıflar Genel
Müdürlüğünce veya iç denetim yoluyla yapılacak amaca uygunluk denetimlerinde
dikkate alınacaktır. Söz konusu kurallar uyarınca yapılacak denetimlerde,
vakfın yaptığı ya da aldığı bağış ve yardımların vakfiye veya vakıf senedinde
öngörülen şartlara uygun kullanılıp kullanılmadığı hususları irdelenecektir.
Açıklanan nedenlerle, iptali istenen kural Anayasa'nın 33.
maddesine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 3., 5. ve 14. maddeleriyle
ilgisi görülmemiştir.
G- Kanun'un 26. Maddesinin İncelenmesi
1- Birinci Fıkranın İncelenmesi
Dava dilekçesinde, iptali istenen kuralla cemaat vakıflarına
Medeni Kanun'a tabi vakıflarla aynı hak ve yetkilerin tanınmasının bu vakıflar
lehine meydana getireceği ayrıcalığın yol açacağı tehlikeli boyutların
Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 3. ve 5. maddelerinde öngörülen Türkiye
Cumhuriyetinin dünya milletler ailesinin eşit haklara sahip olduğu, egemenliğin
kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu, hiçbir faaliyetin Türk milli
menfaatleri karşısında korunma göremeyeceği ve Türkiye Devletinin ülkesi ve
milletiyle bölünmez bütünlüğü ve Türk Milletinin bağımsızlığı ilkelerine aykırı
olduğu, eski vakıfların istisnailik niteliğinin ortadan kaldırılıp onların
olağan vakıflarla aynı hak ve yetkilere sahip kılınmalarının Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin çağdaş ve laik hukuki yapısıyla bağdaşmadığı, mal edinme,
işletme, şirket kurma, ortaklık yapma yetkileriyle donatılmış vakıfların
ülkemizde en temel kamu hizmet alanlarına yayılmaları yolunun açılmasının
laiklik ve sosyal devlet ilkesiyle bağdaşmadığı, öngörülen düzenlemeden
istifade edebilecek eski vakıfların yalnızca cemaat vakıfları olduğu, bu
düzenlemenin güya eşitlik görüntüsü içerisinde tamamen cemaat vakıflarına
Medeni Kanuna tabi vakıflarla aynı hak ve yetkilerin tanınması amacını güttüğü,
böylece eski vakıflar arasında cemaat vakıfları lehine kayırmacılık yapıldığı,
ayrıca iptali istenen kuralın Lozan Andlaşması'nda yer alan karşılıklı olma
ilkesiyle bağdaşmadığı belirtilerek, iptali istenen kuralın Anayasa'nın
Başlangıç'ı ile 2., 3., 5., 10. ve 90. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
İptali istenen kuralda, vakıfların hedeflerini gerçekleştirmeye
yardımcı olma ve vakfa gelir temin etme amacıyla iktisadi işletme ve şirket
kurabilmelerine olanak tanıyan hükümlere yer verilmiştir. Vakıfların bu amaçla
iktisadi işletme ve şirket kurabilmeleri için Vakıflar Genel Müdürlüğüne bilgi
vermeleri yeterli görülmüştür. Kuralda, söz konusu faaliyetlerden elde edilen
gelirin, vakfın amacı dışında başka bir amaca tahsis edilemeyeceği koşulu
öngörülmektedir.
Fıkranın son tümcesinde, kurucularının çoğunluğunun yabancı
uyruklu kişilerin kurduğu ya da yarıdan fazla paya sahip oldukları vakıfların
sahip oldukları işletmelerin mal edinmeleri hakkında ise aynı Yasa'nın 12.
maddesinin son fıkrasının yollamasıyla 2644 sayılı Tapu Kanunu'nun hükümlerinin
uygulanacağı belirtilmiştir.
2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri
Hakkında Kanun'un 29. maddesi uyarınca itiraz konusu kural Anayasa'nın 33.
maddesi yönünden de incelenmiştir.
Anayasa'nın 33. maddesinde dernek kurma özgürlüğüne ilişkin hükümlere
yer verilmiş, maddenin son fıkrasında ise derneklere ilişkin bu hükümlerin
vakıflar hakkında da uygulanacağı belirtilmiştir. Anayasa'da bu hüküm dışında
vakıflarla ilgili bir düzenlemeye yer verilmemiştir.
Kuralla, tüm vakıflara tanınan elde ettikleri gelirleri amaçları
doğrultusunda kullanmaları şartıyla iktisadi işletme veya şirketlere sahip olma
olanağı tanınmasının, Anayasa'nın 33. maddesinde öngörülen dernek kurma
özgürlüğüne aykırı bir tarafının bulunmadığı açıktır.
Anayasa'nın 10. maddesinde, herkesin dil, ırk, renk, cinsiyet,
siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım
gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu; hiçbir kişiye, aileye veya sınıfa
imtiyaz tanınamayacağı; Devlet organlarının ve idare makamlarının bütün
işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek zorunda
olduğu belirtilmektedir.
İptali istenen kural, yalnızca cemaat vakıflarının ticari işletme
işletebilmelerine olanak tanıyan bir düzenleme niteliğinde değildir. İptali
istenen kural, 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesi uyarınca, mazbut, mülhak, cemaat
ve esnaf vakıfları ile yeni vakıfların tamamını kapsamaktadır. Bu bağlamda,
yapılan düzenlemenin cemaat vakıfları için ayrıcalık getirdiğini söylemek olası
değildir. İptali istenen kuralla, cemaat vakıflarına diğer vakıflardan farklı
ve ayrıcalıklı bir takım haklar getirilmemekte, bilakis söz konusu vakıfların
diğer vakıflar gibi aynı hak ve yetkilere sahip olacağı hükme bağlanmaktadır.
Açıklanan nedenlerle, kural Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 10. ve 33.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın Anayasa'nın Başlangıç'ı ile 2., 3., 5. ve 90. maddeleriyle
ilgisi görülmemiştir.
2- İkinci Fıkranın İncelenmesi
Dava dilekçesinde, iptali istenen kuralla öngörülen düzenlemenin
vakıf kurumunun asli niteliğine, vakfı kuranın istencine ve onun istenciyle
belirlenen örgütlenme biçimine ve etkinlik alanına uygun düşmediği, ayrıca aynı
dilekçenin 5737 sayılı Kanun'un 5. maddesine yönelik iptal gerekçelerine atıfta
bulunularak iptali istenen kuralın Anayasa'nın 2., 33. ve 90. maddelerine
aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
İptali istenen kuralda, Vakıflar Genel Müdürlüğünün Bakanlar
Kurulu kararıyla, Genel Müdürlük ve mazbut vakıfların gelirleri ve akar
mallarıyla iktisadi işletme veya şirket kurmaya yetkili olduğu ifade
edilmektedir. Kuralda ayrıca, şirket hisseleri ve hakları üzerinde Vakıflar
Genel Müdürlüğünce fıkrada öngörülen tasarrufların yapılabileceği
belirtilmektedir.
Kuralda geçen 'mazbut vakıf' tabiri, aynı Yasa'nın 3. maddesine
göre 'Bu Kanun uyarınca Genel Müdürlükçe yönetilecek ve temsil edilecek
vakıflar ile mülga 743 sayılı Türk Kanunu Medenisinin yürürlük tarihinden önce
kurulmuş ve 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gereğince Vakıflar Genel Müdürlüğünce
yönetilen vakıfları'; 'akar' kavramı ise 'Vakıf amaç ve
faaliyetlerinin yerine getirilmesi için gelir getirici şekilde
değerlendirilmesi zorunlu olan taşınır ve taşınmazları' ifade
etmektedir.
Yapılan bu düzenleme, 5. madde ile 26. maddenin birinci fıkrasında
belirtilen gerekçelerle, Anayasa'nın 2. ve 33. maddesine aykırı
değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın Anayasa'nın 90. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
H- 5737 Sayılı Yasa'nın 41. Maddesinin İkinci Fıkrasının İncelenmesi
Dava dilekçesinde, Vakıflar Genel Müdürlüğünün en üst
seviyede karar organı olduğu belirtilen Vakıflar Meclisine yeni vakıflardan
seçilecek üç üye ile mülhak ve cemaat vakıflarından seçilecek birer üyenin de
bu kurula alınmasının haklı bir gerekçesi bulunmadığı gibi kamu yararına da
dayanmadığı, bir kamu kurumunun en üst karar organı olan Vakıflar Meclisine
sırf bir dinin ya da mezhebin mensubu olmaları nedeniyle cemaat vakıflarını
temsilen bir cemaat mensubunun seçilmesinin Anayasa'nın laiklik ilkesiyle
bağdaşmadığı, ayrıca seçimlere hangi azınlık mensuplarının katılacağına ilişkin
bir hükme yer verilmemesi nedeniyle kuralın hukuk devletinin önemli
ilkelerinden biri olan belirlilik ve öngörülebilirlik ilkeleriyle bağdaşmadığı,
cemaat vakıflarınca seçilecek bir asıl ve bir yedek üyenin seçiminde Türkiye'de
Rumlar'ın sahip oldukları cemaat vakıflarının sayısının diğerlerinden fazla
olması nedeniyle, iptali istenen kuralla yapılan düzenlemenin Rum cemaat
vakıfları lehine olduğu, Devlet olmanın vazgeçilmez asli işlevinin kamu düzeninin
sağlanması faaliyeti olduğu, iptali istenen kuralla kamu hizmetine, idareye
tamamen yabancı birisinin, kamu hizmeti üreten bir kuruluşun aslî ve sürekli
bir görev niteliğindeki vakıflar meclisine atanmasının sağlandığı, bu asli
Devlet faaliyetinin genel idare esaslarına göre memurlar ve diğer kamu
görevlileri eliyle yürütülmek zorunda olunduğu belirtilerek, iptali istenen
kuralın Anayasa'nın 2., 10. ve 128. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
İptali istenen kuralda, Vakıflar Genel Müdürlüğünün en üst
seviyede karar organı olan ve onbeş asıl ve beş yedek üyeden oluşan Vakıflar
Meclisinin oluşumu düzenlenmektedir. Buna göre Vakıflar Meclisi, Kanun'da
belirtilen Vakıflar Genel Müdürlüğü görevlileri (beş asıl üye), nitelikleri
Kanun'da belirtilenlerden Başbakanın teklifiyle ortak kararnameyle atanacak
kişiler (beş asıl üye), yeni vakıflarca seçilecek kişiler (üçer asıl ve yedek
üye) ile mülhak ve cemaat vakıflarınca seçilecek kişilerden (birer asıl ve
yedek üye) oluşmaktadır.
Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, her türlü
işlem ve eylemi hukuka uygun, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı
amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen
kılan, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına dayanan,
bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren devlettir.
Kanunların, kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması,
genel, objektif, adil kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi
hukuk devleti olmanın gereğidir. Bu nedenle yasakoyucunun hukuki düzenlemelerde
kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet
ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir.
İptali istenen kuralın gerekçesinden, Vakıflar Meclisine eski ve
yeni vakıflarca seçilecek üyelerin de dahil edilmesinin
temelinde, vakıflarda 'demokratik ve iyi yönetişim' ilkelerinin hayata
geçirilmesi anlayışının bulunduğu anlaşılmaktadır. Özellikle son yıllarda
ülkelerin kamu yönetimi sistemlerinde önemli değişim ve dönüşümler
gerçekleşmektedir. Küreselleşme, uluslararası rekabet ve ekonomik krizler ile
sivil toplum kuruluşlarının kamu yönetimine daha fazla katılma talepleri, kamu
yönetim sistemlerinde de değişimlere yol açmaktadır. Bu değişimler, kamu
yönetiminde açıklık, katılımcılık, hesap verebilirlik, etkinlik ve tutarlılık
gibi ilkeleri gündeme getirmektedir.
İptali istenen kural, Vakıflar Genel Müdürlüğünün en üst karar
organı olarak görev yapan Vakıflar Meclisine, üzerinde tasarrufta bulunduğu
vakıfların da üye seçebilmesine, bir başka ifadeyle 'iyi yönetişim'
ilkelerinden birisi olan katılımcılık ilkesinin vakıflar yönetimine dahil
edilmesine olanak tanımaktadır.
İptali istenen kuralda, Vakıflar Meclisine eski ve yeni vakıflarca
yapılacak üye seçimlerinin yeni vakıflarda yönetim organının, mülhak vakıflarda
vakıf yöneticilerinin, cemaat vakıflarında yönetim kurullarının seçeceği birer
temsilcinin iştiraki ile Genel Müdürlüğün daveti üzerine ayrı ayrı yapılacağı
belirtilmiş, ayrıca Kanun'un 43. maddesinde Meclis üyelerinin 657 sayılı Kanun
ile belirlenen Devlet memuru olma koşullarını taşıması gerektiği, Meclis
üyelerinin görev süresinin üç yıl olduğu (Genel Müdür, Genel müdür yardımcıları
ile I. Hukuk müşavirinin üyelikleri, görev süreleriyle sınırlıdır) hükmüne yer
verilmiş, bunun dışında başkaca bir hükme yer verilmemiştir.
Kuralda, cemaat vakıfları tabiri kullanıldığından, Vakıflar Genel
Müdürlüğünce 5737 sayılı Kanun'un 3. maddesi kapsamında cemaat vakfı statüsünde
kabul edilen tüm vakıfların yapılacak seçimlere temsilci gönderebileceği hususu
açık olduğundan, dava dilekçesindeki görüşe itibar etmek mümkün değildir.
İptali istenen kural ile devamındaki maddelerde, eski ve yeni
vakıflarca seçilecek Meclis üyelerinin kimler tarafından aday gösterileceği,
kaç kişinin üyeliğe seçilebileceği, üye seçilebilme koşulları ve üyeliğin
süresi gibi temel hususlar düzenlenmiş, seçim usulüne ilişkin ayrıntılı
düzenlemeler ise Yönetmeliğe bırakılmıştır.
Anayasa'nın 128. maddesi anlamında kamu görevlisi niteliğine sahip
olmayan eski ve yeni vakıflarca seçilecek Meclis üyelerinin atama usullerinin,
Anayasa'nın 128. maddesinin ikinci fıkrasında öngörüldüğü gibi yasayla
düzenlenmesi zorunluluğu bulunmadığından ve iptali istenen kural ile
devamındaki maddelerde seçim usullerine ilişkin temel kurallara yer verilmiş
olması nedeniyle, iptali istenen kuralın Anayasa'nın 2. maddesine aykırı bir
yönü bulunmamaktadır.
İptali istenen kuralın Anayasa'nın 10. maddesinde düzenlenen
eşitlik ilkesine aykırı olduğu ileri sürülmüş ise de Türkiye'de mevcut cemaat
vakıfları arasında belli etnik ya da dinsel kökene sahip olanların sayıca
diğerlerinden fazla olması ve bu nedenle yapılacak seçimde onların adaylarının
diğerlerine göre avantajlı olacağı yönündeki görüşte haklılık payı bulunmasına karşın,
bu durum yasakoyucunun cemaat vakıflarına yalnızca bir üye kontenjanı
tanımasından kaynaklanmaktadır. Bir başka ifadeyle ortaya çıkan durum,
yasakoyucunun takdirinin ve mevcut durumun doğal bir sonucudur.
Anayasa'nın 128. maddesinde, Devlet'in, kamu iktisadi
teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına göre
yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli
görevlerinin memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle yürütüleceği, bu kapsama
giren personelin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve
yükümlülüklerinin de Yasa'yla düzenleneceği belirtilmiştir.
Anayasa'nın 128. maddesi anlamında bir kamu hizmetinden söz
edilebilmesi için; söz konusu hizmetin Devlet, kamu iktisadi teşebbüsleri ve
diğer kamu tüzel kişilerinin yürütmekle yükümlü olduğu kamu hizmeti olması, bu
kamu hizmetinin 'genel idare esasları'na göre yürütülmesi ile görevin 'asli ve
sürekli' nitelikte olması şarttır.
5737 sayılı Kanun'un 35. maddesinde Vakıflar Genel Müdürlüğünün,
kamu tüzel kişiliğini haiz ve Başbakanlığa bağlı bir kuruluş olduğu, 41.
maddesinde de Vakıflar Meclisinin Vakıflar Genel Müdürlüğünün en üst seviyedeki
karar organı olduğu belirtilmiştir. Vakıflar Meclisinin kendisine yasa ile
verilen görevlerinin, genel ve ortak ihtiyaçları karşılamak, kamu yararı ya da
çıkarını sağlamak amacıyla yapılan genel idare esaslarına göre yürütmekle
yükümlü olduğu kamu hizmeti niteliğinde bulunduğuna kuşku yoktur.
Vakıflar Meclisinin yaptığı hizmetin bu niteliğine karşın, söz
konusu Mecliste eski ve yeni vakıflarca seçilen üyelerin Anayasa'nın 128.
maddesinde gösterilen 'diğer kamu görevlileri'nden sayılıp sayılmayacağı önem
kazanmaktadır.
Öğretideki belirlemelere göre, devlet örgütüne giren gerçek
kişiler, 'hükümet ve idare edenler' ile bunların uzmanlaşmış yardımcıları olan
'ajanlar' biçiminde iki kategoriye ayrılırlar. Ajan kavramı, memurları olduğu
kadar, il genel meclisi üyeleri ile belediye meclisi üyeleri gibi 'onursal
(fahri) ajanları 'da kapsar. Her memur bir ajandır, ama her ajan bir memur
değildir.
Yasakoyucunun Vakıflar Meclisinde görev yapan üyelerin tümünü asli
ve sürekli görev yapanlar statüsünde görmediği anlaşılmaktadır. Bu durum,
Kanun'a ekli (I) sayılı listede yalnızca ortak kararname ile atanacak beş üye
için 'kadro' tahsis edilmesinden ve vakıflarca seçilen üyeler ile idare
arasında statüer bir ilişki kurulmamasından, söz konusu kişilerin Meclis
faaliyetleri dışında asıl meslek ve uğraşlarına devam etmelerinden açıkça
anlaşılmaktadır. Nitekim Kanun'un 43. maddesinin ikinci fıkrasındaki 'Kamu
görevlisi olmayan Meclis üyeleri, görevleri ile ilgili olarak işledikleri suçlar
ve kendilerine karşı işlenen suçlar yönünden kamu görevlisi sayılır.' şeklindeki
hüküm de aslında bu kişilerin kamu görevlisi olmadıklarını ifade etmektedir. Bu
durumda, Vakıflar Meclisine eski ve yeni vakıflarca seçilen üyelerin yaptıkları
görevin asli ve sürekli bir görev olmaması, bir başka ifadeyle Anayasa'nın 128.
maddesinde öngörülen koşulların söz konusu üyeler bakımından gerçekleşmemesi
nedeniyle, eski ve yeni vakıflarca seçilen üyelerin yaptıkları görevin,
Anayasa'nın 128. maddesi anlamında Devletin, kamu iktisadi teşebbüslerinin ve
diğer kamu tüzel kişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü
oldukları kamu hizmetinin gerektirdiği asli ve sürekli bir görev olmadığı
ortadadır.
Açıklanan nedenlerle, iptali istenen kural Anayasa'nın 2.,
10. ve 128. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Fulya KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, Şevket
APALAK ve Zehra Ayla PERKTAŞ bu görüşe katılmamıştır.
I- 5737 Sayılı Yasa'nın 68. Maddesinin ''Rehberlik ve Teftiş
Başkanı ile Daire Başkanı, Genel Müdürün Teklifi Başbakanın veya
Görevlendirdiği Devlet Bakanının Onayıyla,'' İbaresinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, iptali istenen ibare ile Rehberlik ve Teftiş
Başkanı ile Daire Başkanının, Vakıflar Genel Müdürünün önerisi üzerine
Başbakanın ya da görevlendirdiği Devlet Bakanının onayıyla atanmasının
öngörüldüğü, Yasa'nın 79. maddesinde üst düzey yönetici olarak düzenlenen
'Rehberlik ve Teftiş Başkanı'nın ek göstergesinin 3600, makam tazminatının ise
3000 olarak saptandığı, bu durumun söz konusu makamın bürokratik hiyerarşide
genel müdür yardımcısı ve üstü düzeyinde bir statüyü gösterdiği, bu nedenle bu
göreve atanacak kişinin Cumhurbaşkanının imzası bulunan ortak kararnameyle
atanması gerektiği belirtilerek, iptali istenen ibarenin Anayasa'nın 8., 104.,
ve 105. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
İptali istenen kuralda, Genel Müdür, Genel Müdür yardımcısı, I.
Hukuk müşaviri ile bölge müdürünün ortak kararnameyle; Rehberlik ve Teftiş
Başkanı ile Daire Başkanının Genel Müdürün teklifi Başbakanın veya
görevlendirdiği Devlet Bakanının onayıyla atanacağı hükmü yer almaktadır.
5737 sayılı Kanun'dan önce yürürlükte bulunan 227 sayılı
Vakıflar Genel Müdürlüğünün Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde
Kararname'nin 29. maddesindeki kural uyarınca, genel müdür ve yardımcıları
müşterek kararnameyle, bunlar dışındaki tüm görevliler ise genel müdür
tarafından atanmaktaydı.
Kanun'un 58. maddesinde, Rehberlik ve Teftiş Başkanlığı Vakıflar
Genel Müdürlüğünün danışma ve denetim birimleri arasında sayılmıştır.
5737 sayılı Kanun uyarınca, Vakıflar Genel Müdürlüğünde, ana
hizmet birimleri olarak, toplam on daire başkanlığı bulunmaktadır.
Anayasa'nın 8. maddesinde 'Yürütme yetkisi ve görevi,
Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından, Anayasaya ve kanunlara uygun
olarak kullanılır ve yerine getirilir.' denilmekte, 104. maddesinde de
'kararnameleri imzalamak' Cumhurbaşkanının yürütme alanındaki görev ve yetkileri
arasında sayılmaktadır.
Anayasa'nın 104. maddesinde sözü edilen 'kararnameler', Kanun
Hükmünde Kararnameler ile Bakanlar Kurulunun çeşitli kararnamelerinin yanında
üst düzey yöneticilerin atanması ile ilgili müşterek kararnameleri de kapsamaktadır.
Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulunca yerine
getirileceğinden, söz konusu kararnamelerin hukuksal geçerliği için her iki
tarafın da katılımı gerekmektedir.
Buna göre, kamu politikasının tayinine katılan, etkin bir
otoriteye sahip olan, kuruluşların amacının gerçekleşmesinde önemli yetki ve
sorumluluklarla donatılan, planlama, örgütlenme, personel ve kadrolarını
yöneten, denetim ve temsil gibi işlevleri yerine getiren kamu görevlilerinin,
üst düzey yönetici konumunda olmaları nedeniyle bunların atamalarının da
müşterek kararname ile yapılması Anayasal zorunluluktur.
Rehberlik ve Teftiş Başkanlığının görevlerinin düzenlendiği 5737
sayılı Kanun'un 60. maddesine göre, Genel Müdürün emri veya onayı
üzerine, Genel Müdürlüğün merkez ve taşra kuruluşları ile ilgili olarak Genel
Müdür adına teftiş, inceleme ve soruşturma işlerini yürüten, tüm vakıfların
amaca uygunluk denetimini yapan, vakıfların ve iktisadî işletmelerinin ve
iştiraklerinin denetleme ve inceleme işlerini yürüten Rehberlik ve Teftiş
Başkanının, Vakıflar Genel Müdürlüğünün üst düzey kamu görevlisi niteliğinde
bulunması nedeniyle, atanmasının ortak kararnameyle yapılması gerekmektedir.
Buna karşılık genel müdür yardımcılarına bağlı olarak çalışan ve
Genel Müdürlük tarafından verilen görevleri uygulamakla yükümlü bulunan Daire
Başkanlarının ise üst düzey yönetici kapsamında değerlendirilmeleri mümkün
değildir.
Açıklanan nedenlerle iptali istenen kuralda yer alan 'Rehberlik ve
Teftiş Başkanı ile' ibaresi Anayasa'nın 8. ve 104. maddelerine aykırıdır.
İptali gerekir.
Kuralda yer alan 'Daire Başkanı, Genel Müdürün Teklifi Başbakanın
veya Görevlendirdiği Devlet Bakanının Onayıyla,'' ibaresi yönünden Anayasa'ya
aykırılık görülmemiştir.
Anayasa'nın 8. ve 104. maddelerine dayanılarak iptal kararı
verilmiş olduğundan, konunun ayrıca Anayasa'nın 105. maddesi yönünden
incelenmesine gerek görülmemiştir.
V- İPTAL KARARININ YÜRÜRLÜĞE GİRECEĞİ GÜN SORUNU
Anayasa'nın 153. maddesinin üçüncü fıkrasında, 'Kanun, kanun
hükmünde kararname veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü ya da bunların
hükümleri, iptal kararlarının Resmî Gazetede yayımlandığı tarihte yürürlükten
kalkar. Gereken hallerde Anayasa Mahkemesi iptal hükmünün yürürlüğe gireceği
tarihi ayrıca kararlaştırabilir. Bu tarih, kararın Resmî Gazetede yayımlandığı
günden başlayarak bir yılı geçemez' denilmekte, 2949 sayılı Anayasa
Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 53. maddesinin
dördüncü fıkrasında da bu kural tekrarlanarak, beşinci fıkrasında Anayasa
Mahkemesi'nin, iptal halinde meydana gelecek hukuksal boşluğu kamu düzenini
tehdit veya kamu yararını ihlâl edici mahiyette görürse yukarıdaki fıkra
hükmünü uygulayacağı belirtilmektedir.
5737 sayılı Kanun'un 68. maddesinde yer alan 'Rehberlik ve Teftiş
Başkanı ile' ibaresinin iptal edilmesi nedeniyle doğacak hukuksal boşluk kamu
yararını ihlal edici nitelikte görüldüğünden, Anayasa'nın 153. maddesinin
üçüncü fıkrasıyla 2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama
Usulleri Hakkında Kanun'un 53. maddesinin dördüncü ve beşinci fıkraları
gereğince, bu ibareye ilişkin İPTAL HÜKMÜNÜN, KARARIN RESMÎ GAZETE'DE
YAYIMLANMASINDAN BAŞLAYARAK ALTI AY SONRA YÜRÜRLÜĞE GİRMESİNE, OYBİRLİĞİYLE,
17.6.2010 gününde karar verilmiştir.
VI- YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN İNCELENMESİ
20.2.2008 günlü, 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun;
A- 1- 5. maddesinin üçüncü fıkrasına,
2- 6. maddesinin üçüncü fıkrasına,
3- 11. maddesinin son tümcesine,
4- 12. maddesinin birinci, üçüncü ve dördüncü fıkralarına,
5- 14. maddesine,
6- 25. maddesine,
7- 26. maddesine,
8- 41. maddesinin ikinci fıkrasına,
9- 68. maddesinde yer alan '' Daire Başkanı, Genel Müdürün
teklifi Başbakanın veya görevlendirdiği Devlet Bakanının onayıyla, ''
ibaresine,
yönelik iptal istemleri, 17.6.2010 günlü, E. 2008/22, K. 2010/82
sayılı kararla reddedildiğinden, bu madde, fıkra, tümce ve ibarelere
ilişkin YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN REDDİNE,
B- 68. maddesinde yer alan ' ' Rehberlik ve Teftiş Başkanı ile ''
ibaresinin iptaline ilişkin hükmün süre verilerek yürürlüğe girmesinin
ertelenmesi nedeniyle bu ibarenin YÜRÜRLÜĞÜNÜN DURDURULMASI İSTEMİNİN REDDİNE,
17.6.2010 gününde OYBİRLİĞİYLE karar verilmiştir.
VII- SONUÇ
20.2.2008 günlü, 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun:
A- 1- 5. maddesinin üçüncü fıkrasının,
2- 6. maddesinin üçüncü fıkrasının,
Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE,
OYBİRLİĞİYLE,
3- 11. maddesinin son tümcesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına
ve iptal isteminin REDDİNE, Fulya KANTARCIOĞLU, Şevket APALAK
ile Zehra Ayla PERKTAŞ'ın karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
4- 12. maddesinin birinci, üçüncü ve dördüncü fıkralarının,
5- 14. maddesinin,
6- 25. maddesinin,
7- 26. maddesinin,
Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE,
OYBİRLİĞİYLE,
8- 41. maddesinin ikinci fıkrasının Anayasa'ya aykırı olmadığına
ve iptal isteminin REDDİNE, Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Fulya
KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, Şevket APALAK ile Zehra Ayla PERKTAŞ'ın karşıoyları
ve OYÇOKLUĞUYLA,
9- 68. maddesinde yer alan;
a- ' ' Rehberlik ve Teftiş Başkanı ile '' ibaresinin Anayasa'ya
aykırı olduğuna ve İPTALİNE, OYBİRLİĞİYLE,
b- '' Daire Başkanı, Genel Müdürün teklifi Başbakanın veya
görevlendirdiği Devlet Bakanının onayıyla, '' ibaresinin Anayasa'ya aykırı
olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
B- 68. maddesinde yer alan ' ' Rehberlik ve Teftiş Başkanı ile ''
ibaresinin iptal edilmesi nedeniyle doğacak hukuksal boşluk kamu yararını ihlal
edici nitelikte görüldüğünden, Anayasa'nın 153. maddesinin üçüncü fıkrasıyla
2949 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında
Kanun'un 53. maddesinin
dördüncü ve beşinci fıkraları gereğince, bu ibareye ilişkin İPTAL
HÜKMÜNÜN, KARARIN RESMÎ GAZETE'DE YAYIMLANMASINDAN BAŞLAYARAK ALTI AY SONRA
YÜRÜRLÜĞE GİRMESİNE, OYBİRLİĞİYLE,
17.6.2010 gününde karar verildi.
Başkan
Haşim
KILIÇ
|
Başkanvekili
Osman
Alifeyyaz PAKSÜT
|
Üye
Fulya
KANTARCIOĞLU
|
Üye
Mehmet
ERTEN
|
Üye
Serdar
ÖZGÜLDÜR
|
Üye
Şevket
APALAK
|
Üye
Serruh
KALELİ
|
Üye
Zehra
Ayla PERKTAŞ
|
Üye
Recep
KÖMÜRCÜ
|
Üye
Engin
YILDIRIM
|
Üye
Nuri
NECİPOĞLU
|
KARŞIOY YAZISI
Osmanlı Devletinde önemli bir kurum olan vakıflar, Cumhuriyet
döneminde de Devletin yakın ilgi ve denetimini gerektirmeleri nedeniyle merkezi
idarenin görev alanı içerisinde yer almıştır.
5737 sayılı Kanun vakıflar için daha liberal bir sistem getirmekle
beraber vakıf sorunlarının çözümü ve yönetiminde esas itibariyle Devletin asli
görevli rolünü muhafaza etmiştir. Kanunun 35. maddesinde 'Bu kanun ile
kendisine verilen görevleri yerine getirmek üzere, kamu tüzel kişiliğini haiz
Vakıflar Genel Müdürlüğü kurulmuştur' denilmiş; ayrıca Başbakan'ın, Genel
Müdürlüğün yönetimi ile ilgili yetkilerini, görevlendireceği bir devlet Bakanı
vasıtasıyla kullanabileceği belirtilmiştir. Buna göre, Vakıflar Genel
Müdürlüğünün, Devletin asli ve sürekli görevleri arasında vakıflarla ilgili
olan işleri yerine getiren bir merkezi idare birimi olduğunda kuşku
bulunmamaktadır.
Kanun'un 41. maddesinde, Vakıflar Meclisinin, Genel Müdürlüğün en
üst seviyedeki karar organı olduğu belirtilmektedir. İptal istemine konu olan
kuralla, Meclis üyeliğine devlet memuru veya kamu görevlisi olmayan kişilerin
de seçilmeleri öngörülmüştür. Kanun'un 43. maddesinde kamu görevlisi olmayan bu
kişilerin, görevleriyle ilgili veya kendilerine karşı işlenen suçlarda kamu
görevlisi sayılacakları açıkça belirtilmiştir. Buna göre, devletin asli ve
sürekli görevlerini yerine getiren bir idari biriminin en üst karar organı,
kısmen kamu görevlisi olmayan kişilerden oluşturulmuştur.
Anayasa'nın 128. maddesinde, 'Devletin, kamu iktisadi teşebbüsleri
ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü
oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevler, memurlar ve
diğer kamu görevlileri eliyle görülür' denilmektedir. Açık ve net olan, Anayasa
Mahkemesi'nin yerleşik içtihatlarıyla da tevili mümkün bulunmayan bu madde,
iptali istenen kuralla getirilen karma sisteme cevaz vermemektedir. Mahalli
idare organlarında da seçimle gelen ve memur ya da kamu görevlisi olmadığı
halde kamu görevi yapan kişilerin bulunması, Anayasa'nın 127. maddesindeki özel
hükümlere dayandığından, bir merkezi idare birimi olan Vakıflar Genel Müdürlüğü
ile bu yönden bir paralellik kurulması da olanaksızdır.
Getirilen karma sistemin yarar ve sakıncaları bir yana, bir hukuk
devletinde herkesin, en üst norm olan Anayasa kurallarıyla kendisini bağlı
sayması gerekirken Anayasa'nın 128. maddesinin sarahati hiçe sayılarak iptal
isteminin reddine katılmıyorum.
Başkanvekili
Osman
Alifeyyaz PAKSÜT
|
KARŞIOY GEREKÇESİ
20.2.2008 günlü 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun 11. maddesinde,
'Genel Müdürlükçe yapılan tebligata rağmen, bu Kanun uyarınca istenen beyanname
bilgi ve belgeleri zamanında vermeyen, organların vakfiye veya vakıf senedine
aykırı olarak toplanmasına sebebiyet veren veya gerçeğe aykırı beyanda bulunan
vakıf yönetimine Genel Müdürlükçe her bir eylem için beşyüz Türk Lirası idari
para cezası verilir' denilmekte, dava konusu son tümcesinde de idari para
cezalarına karşı tebliğ tarihinden itibaren onbeş gün içinde 30.3.2005 tarihli
ve 5326 sayılı Kabahatler Kanunu hükümlerine göre kanun yoluna
başvurulabileceği belirtilmektedir. İdari para cezalarında başvuru mercii ile
başvuru usulünün düzenlendiği 5326 sayılı Yasa'nın 5560 sayılı Yasa ile
değiştirilen 3. maddesinin (1) numaralı fıkrasında 'Bu Kanunun 'idari yaptırım
kararlarına karşı kanun yoluna ilişkin hükümleri, diğer kanunlarda aksine hüküm
bulunmaması halinde'; 'Diğer genel hükümleri, idari para cezası veya mülkiyetin
kamuya geçirilmesi yaptırımını gerektiren bütün fiiller hakkında uygulanır'
kuralı yer almakta, idari yaptırım kararlarına karşı hangi mahkemeye
başvurulacağına ilişkin 27. maddesinin (1) numaralı fıkrasında ise, 'İdari para
cezası ve mülkiyetin kamuya geçirilmesine ilişkin idari yaptırım kararına
karşı, kararın tebliği veya tefhimi tarihinden itibaren en geç onbeş gün
içinde, sulh ceza mahkemesine başvurulabilir. Bu süre içinde başvurunun
yapılmamış olması halinde idari yaptırım kararı kesinleşir' denilmektedir. Bu
maddeye 5560 sayılı Yasa ile idari yaptırım kararının verildiği işlem
kapsamında aynı kişi ile ilgili olarak idari yargının görev alanına giren
kararların da verilmiş olması halinde, idari yaptırım kararına ilişkin hukuka
aykırılık iddialarının bu işlemin iptali talebiyle birlikte idari yargı
merciinde görüleceğine ilişkin (8) numaralı fıkra eklenmiştir. Bu durumda, 5737
sayılı Yasa'da ayrı bir itiraz mercii öngörülmemesi ve dava konusu kuralda
belirtilen idari para cezasının 5326 sayılı Yasa'nın 19. maddesindeki
istisnalar kapsamına da girmemesi nedeniyle anılan idari para cezalarına karşı,
aynı Yasa'nın 3. ve 27. maddeleri gereğince sulh ceza mahkemelerine itiraz
edilebilecektir.
Anayasa'nın; 125. maddesinin birinci fıkrasında 'idarenin her
türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır'; 140. maddesinin birinci
fıkrasında 'Hâkimler ve savcılar adlî ve idarî yargı Hâkim ve savcıları olarak
görev yaparlar'; 155. maddesinin birinci fıkrasında da 'Danıştay, idari
mahkemelerce verilen, kanunun başka bir idari yargı merciine bırakmadığı karar
ve hükümlerin son inceleme merciidir. Kanunda gösterilen belli davalara da ilk
ve son derece mahkemesi olarak bakar' denilerek Türk hukuk sisteminde idari ve
adli yargının ayrılığı kabul edilmiştir. Bu ayırım, idarenin kamu gücü
kullanarak idari hukuku esaslarına göre tesis ettiği işlemleri ile eylemlerinin
idari yargı denetimine bağlı tutulmasını gerektirmektedir. Ancak, hizmetin
özelliğinden veya uyuşmazlığın niteliğinden kaynaklanan kamu yararının zorunlu
kıldığı ayrık durumlarda, adli yargının görevlendirilmesi olanaklı ise de yasa
koyucunun bu konudaki takdir yetkisinin çok sınırlı olduğunda duraksama
bulunmamaktadır. Buna göre, idari eylem ve işlemler konusunda genel yetkili
yargı yerinin idari yargı olduğu açıktır. Dava konusu kuralda belirtilen
uyuşmazlıklarda, genel yetkili idari yargı yerine adli yargının görevli
kılınması için kamu yararının zorunlu kıldığı bir nedenden de söz
edilemeyeceğinden 5737 sayılı Yasa'nın 11. maddesinin son tümcesinin,
Anayasa'nın adli, idari yargı ayırımını kabul eden 125, 140 ve 155. maddelerine
aykırı olduğu sonucuna varılmıştır. Öte yandan, 5326 sayılı Yasa'nın 27.
maddesinin (8) numaralı fıkrasında, 'İdari yaptırım kararının verildiği işlem
kapsamında aynı kişi ile ilgili olarak idari yargının görev alanına giren
kararların da verilmiş olması halinde, idari yaptırım kararına ilişkin hukuka
aykırılık iddiaları bu işlemin iptali talebiyle birlikte idari yargı merciinde
görülür' denilerek idari yaptırım kararlarına karşı açılacak davaların, idari
yargıda görülebilmesinin, aynı kişi ile ilgili olarak idari yargının görev
alanına giren kararların da verilmiş olması koşuluna bağlanması, Anayasa gereği
genel yetkili olan idari yargıyı, ayrık durumlarda başvurulabilecek bir yargı
yolu halinde getirdiğinden Anayasa'ya aykırılığı ortadan kaldıracak bir durum
olarak değerlendirilemez. Ayrıca, aynı idari yaptırım kararı hakkında, bu
kararın verildiği işlem kapsamında, idari yargının görev alanına giren
kararların da bulunması halinde, iki işleme karşı birlikte veya ayrı dava
açılmasına göre farklı kararlar çıkabileceği gibi, iki yargı yerinin başvuru
sürelerinin farklı olmasından kaynaklanan görev ve yetki uyuşmazlıkları, buna
bağlı olarak hak kayıpları da oluşabilecektir. Bunun dışında söz konusu kural,
kişilerin haklarındaki iki işleme karşı birlikte veya sadece birisine karşı
dava açmak suretiyle aynı uyuşmazlığı farklı yargı mercilerine
götürebilmelerine de yol açabilecektir. Kamu düzeni ile ilgili olan görev
konusunun kişilerinin iradelerine bağlı olarak değiştirilebilmesi, eşitlik
temelinde yasa kurallarının hiçbir duraksamaya meydan verilmeksizin genel ve
nesnel biçimde uygulanmasını sağlamakla yükümlü olan hukuk devletinin
gerekleriyle de bağdaşmamaktadır.
5737 sayılı Yasa'nın 41. maddesinin ilk fıkrasında, Vakıflar
Meclisi'nin Genel Müdürlüğün en üst seviyedeki karar organı olduğu
belirtildikten sonra dava konusu ikinci fıkrasında 'Meclis; Genel Müdür, üç
Genel Müdür yardımcısı ve I. Hukuk Müşaviri olmak üzere beş, vakıf konusunda
bilgi ve deneyim sahibi yükseköğrenim mezunları arasından Başbakanın teklifi
üzerine ortak kararname ile atanacak beş, yeni vakıflarca seçilecek üç, mülhak
ve cemaat vakıflarınca seçilecek birer üye olmak üzere toplam onbeş üyeden oluşur.
Ayrıca yeni vakıflar üç, mülhak ve cemaat vakıfları ise birer yedek üye seçer.
Seçimler; yeni vakıflarda yönetim organının, mülhak vakıflarda vakıf
yöneticilerinin, cemaat vakıflarında yönetim kurullarının seçeceği birer
temsilcinin iştiraki ile Genel Müdürlüğün daveti üzerine ayrı ayrı yapılır.'
denilmektedir. Buna göre, Vakıflar Meclisi'nin on üyesini, atamalarında idari
usul ve esasların geçerli olduğu kamu görevlileri, beşini de kamu görevlisi
olmayan vakıf temsilcileri oluşturmaktadır.
5737 sayılı Yasa'nın 35. maddesine göre Vakıflar Genel Müdürlüğü
kamu tüzel kişiliğini haiz, Başbakanlığa bağlı bir kuruluştur. Vakıflar
Meclisi'nin görevlerini düzenleyen aynı Yasa'nın 5/2., b/2., 10/2., 12/2., 14.,
15/2., 16/5., 20/1., 28/3., 38/1., 40/1., 43/3., 67/3., 72/1-2., 78., Geçici 6
ve Geçici 7. maddelerinin birlikte incelenmesinden, bu Meclis'in, kamu gücüne
dayanarak, genel idare esaslarına göre yürütülen asli ve sürekli bir kamu
hizmeti gördüğü açıkça anlaşılmaktadır. Anayasa'nın 128. maddesi uyarınca,
belirtilen görevlerin, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle yerine
getirilmesi zorunludur. 5737 sayılı Yasa'nın 43. maddesine göre meclis
üyelerinin görev sürelerinin sınırlı olması ise hizmetin sürekliliğini
etkileyen bir husus olmayıp, hizmeti yürütenlere ait bir özelliktir. Önemli
olan kamu hizmetinin kesintisiz devamıdır. Bu hizmeti yapanların süreli olarak
görevlendirilmeleri veya farklı kişiler olmalarının hizmetin sürekliliği ile
bir ilgisinin bulunmadığı açıktır.
Belirtilen nedenlerle 5737 sayılı Yasa'nın 11. maddesinin son
tümcesi ile 41. maddesinin ikinci fıkrasının Anayasa'ya aykırılığı nedeniyle
iptali gerektiği düşüncesiyle çoğunluk görüşüne katılmıyoruz.
Üye
Fulya
KANTARCIOĞLU
|
Üye
Zehra
Ayla PERKTAŞ
|
KARŞI OY
5737 sayılı Yasa'da yer alan düzenlemelerden, Vakıflar Genel
Müdürlüğü'nün Başbakanlığa bağlı kamu tüzel kişiliğini haiz bir kuruluş olduğu,
Genel Müdür, üç Genel Müdür yardımcısı ve I. Hukuk Müşaviri olmak üzere beş,
vakıf konusunda bilgi ve deneyim sahibi yükseköğrenim mezunları arasından
Başbakanın teklifi üzerine ortak kararname ile atanacak beş, yeni vakıflarca
seçilecek üç, mülhak ve cemaat vakıflarınca seçilecek birer üye olmak üzere
toplam on beş üyeden oluşan Vakıflar Meclisi'nin bu Genel Müdürlüğün en üst
seviyedeki karar organı olarak görev yaptığı ve yeni vakıfların kuruluşunda
amaçlarına göre özgülenecek asgarî mal varlığını her yıl belirlemek, mülhak
vakıfları yönetecek yöneticileri atamak, vakfın amacına ve yürürlükteki
mevzuata uymayan vakıf yöneticilerinin görevden alınmalarına karar vermek,
kamulaştırmalarda kamu yararının varlığına karar vermek; Genel Müdürlük ve
işletme müdürlüklerinin bütçelerini onaylamak; Genel Müdürlük ve vakıflarla
ilgili tüzük ve yönetmelik taslaklarını karara bağlamak gibi yetkilerinin ya da
görevlerinin bulunduğu anlaşılmaktadır.
Buna göre, Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün en üst karar organı olan
Vakıflar Meclisi'nin katılımıyla düzenleme ve denetleme faaliyetlerinin
esaslarının oluşturulduğu, denetim faaliyetinin kamu düzenini sağlayan bir kamu
hizmeti niteliği taşıdığı ve Devletin en temel görevinin kamu düzenini sağlamak
olduğu, bu nedenle sözü edilen Meclis'in yürüttüğü hizmetin, kamu hizmeti
niteliği taşıyan, genel idare esaslarına göre yürütülmesi gereken asli ve
sürekli görevlerden olduğu hususunda tereddüt bulunmamaktadır.
Kaldı ki, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun Ek 16.
maddesinde, hangi kurumların Devlete verilmiş asli ve sürekli bir kamu
hizmetini genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü olduklarının
saptanması Bakanlar Kurulu'na bırakılmış, Bakanlar Kurulu'da 26.11.1975 günlü,
7/10986 sayılı kararıyla Vakıflar Meclisi'nin de içinde yer aldığı 'Vakıflar
Genel Müdürlüğü'nü, asli ve sürekli nitelik taşıyan kamu hizmetini genel idare
esaslarına göre yürütmekle görevli kurumlar arasında saymıştır.
Anayasa'nın 128. maddesinde, Devlet'in, kamu iktisadi
teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına göre
yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerin
memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle yürütüleceği, bu kapsama giren
personelin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve
yükümlülüklerinin de Yasa'yla düzenleneceği belirtilmiştir.
İptali istenen kuralla, yaptığı kamu hizmetini asli ve sürekli
görev olarak genel idare esaslarına göre yürütmekle ödevli olan Vakıflar
Meclisi'ne, kamu hizmetine ve idareye tamamen yabancı olanların, başka bir
ifade ile memur ya da diğer kamu görevlisi niteliği taşımayanların atanması
yapılmıştır.
Bu durum, genel idare esaslarına göre yürütülmesi gereken bir
kamu hizmetinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerin memur ya da diğer kamu
görevlileri eliyle görülmesi gereğine işaret eden Anayasa'nın 128.
maddesine aykırılık oluşturur.
Açıklanan nedenle kuralın iptali gerekir.
DEĞİŞİK GEREKÇE
1- 20.2.2008 tarih ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu'nun iptal
istemine konu 6. maddesinin 2. fıkrasında 'cemaat vakıflarının yöneticileri
mensuplarınca kendi aralarından seçilir. Vakıf yöneticilerinin seçim usûl ve
esasları yönetmelikle düzenlenir.' denilmektedir. Dava dilekçesinde, bu
düzenlemenin Lozan Andlaşması'nın azınlıklarla ilgili hükümlerine
(mütekabiliyet esasına) ve Anayasa'nın 90. maddesine aykırı olduğu ileri
sürülmektedir.
'Cemaat Vakıfları', Lozan Andlaşması'yla tanınan gayrimüslüm
azınlıkların kurduğu vakıflar olup, bu Andlaşma ile tanınan haklardan istifade
etmeleri itibariyle, Mahkememizce yapılacak Anayasal denetimde, bu Andlaşma'nın
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası karşısındaki durumu ile iptal istemine konu
kuralın buna göre nasıl bir değerlendirmeye tâbi tutulacağının öncelikle ortaya
konması gerekmektedir.
2- 24 Temmuz 1923 tarihinde imza altına alınan Lozan Sulh
Muahedenamesi (Andlaşması) Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce 23 Ağustos 1339
(1923) tarih ve 340, 341, 342, 343 sayılı Kanunlarla kabul edilmiş ve Resmî
Gazete'de yayımlanmıştır. (Düstur, 3. Tertip, Cilt: 5, s. 5) Lozan Barış
Andlaşması'nın müzakereleri sırasında Akalliyetlerin (azınlıkların) himâyesi
konusu büyük tartışmalara sebebiyet vermiş; kimlerin azınlık sayılacağı hususu
alt komisyonda uzun süre tartışılmış ve sonunda 'soy' ya da 'dil' azınlıkları
iddialarına itibar edilmeyerek 'din' azınlıkları esas alınmak suretiyle
andlaşmanın ilgili hükümleri düzenlenmiştir. Andlaşmanın 37-45. maddeleri
'Akalliyetlerin Himayesine' (Azınlıkların Korunmasına) ayrılmıştır. Gayrimüslüm
azınlıklarla ilgili 9 madde içerisinde şüphesiz en önemlisi ve çarpıcı olanı
37. maddedir.
Sözkonusu 37. maddenin Resmî Gazete'de yayımlanan orijinal metni
şöyledir:
'Madde 37: Türkiye, 38'den 44'e kadar olan
maddelerde musarrah ahkâmın kavanini asliye şeklinde tanınmasını ve
hiçbir kanun, hiçbir nizam ve hiçbir muamelei resmiyenin bu ahkâma münefi veya
muarız olmamasını ve hiçbir kanun, hiçbir nizam ve hiçbir muamelei resmiyenin
ahkâmı mezkureye ihrazı tefevvuk etmemesini taahhüt eder.' '(Türkiye, 38
inci maddeden 44 üncü maddeye kadar olan maddelerin kapsadığı hükümlerin temel
yasalar olarak tanınmasını ve hiçbir kanunun, hiçbir yönetmeliğin
(tüzüğün) ve hiçbir resmi işlemin bu hükümlere aykırı ya da bunlarla
çelişir olmamasını ve hiçbir kanun, hiç bir yönetmelik (tüzük) ve
hiçbir resmi işlemin sözkonusu hükümlerden üstün sayılmamasını üstlenir.'
(Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar-Belgeler, Çeviren: Seha L.MERAY, Cilt 8, s.
10-13, YKY, 2. Baskı, İstanbul 2001)
Andlaşmanın bu maddesiyle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Lozan
Barış Andlaşması'nın gayrimüslüm azınlıklarla ilgili hükümlerine aykırı olarak
iç hukukunda hiçbir yasal ve idari tasarrufta bulunmamayı taahhüt etmiş; bunun
da ötesinde, Andlaşmanın bu konudaki hükümlerini 'temel yasalar' olarak
kabul ettiği yolunda bir irade beyanında bulunmuştur.
3- Anayasa'nın 90. maddesi 'Milletlerarası andlaşmaları uygun
bulma' başlığını taşımakta olup, usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası
andlaşmaların kanun hükmünde olduğunu ve bunlar hakkında Anayasa'ya aykırılık
iddiası ile Anayasa Mahkemesi'ne başvurulamayacağını hükme bağlamıştır. Bu
hüküm çerçevesinde yapılması gereken ilk tespit, kanımca, Lozan Barış
Andlaşması'nın bu madde karşısındaki konumunun ne olduğudur. Diğer bir deyişle,
Anayasa'nın kimi hükümleriyle Lozan Andlaşması'nın kimi hükümlerinin çatıştığı
iddiası (ki somut davada durum böyledir) karşısında, Anayasa Mahkemesi 90. maddeyi
uygulayarak, ortada temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası bir
anlaşma da söz konusu olmadığından, Lozan Andlaşması yerine doğrudan
Anayasa'nın ilgili hükümlerine mi üstünlük tanıyacaktır' Her şeyden önce hemen
ifade etmek gerekir ki, Lozan Andlaşması'nın Anayasa'nın 90. maddesinde sözü
edilen alelâde milletlerarası andlaşmalar kapsamında değerlendirilmesi kanımca
mümkün değildir. Lozan, yıkılan bir devletin (Osmanlı Devleti) yerine kurulan
Türkiye Cumhuriyeti'nin milletlerarası platformda tanınması ve onun hukuki
profilinin çizilmesini öngören 'kurucu' bir Andlaşmadır. Bu mahiyeti itibariyle
de kurulmuş bir devletin daha sonra yapacağı milletlerarası andlaşmalarla aynı
hukuki kategoriye konulması ve ona göre bir nitelendirme yapılması yanıltıcı
olacaktır.
Bu bakımdan, yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne
milletlerarası camiada hayatiyet kazandıran, ona yeni bir kimlik veren Lozan
Andlaşması'nın, Anayasa Mahkemesi'nin Anayasallık denetiminde 90. madde
kapsamında olağan bir milletlerarası andlaşma olarak değil, doğrudan bir 'ölçü
norm' olarak dikkate alınması gerekir.
Anayasa'nın Başlangıcı'nda, Türkiye Cumhuriyeti'nin dünya
milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olduğu belirtilmekte;
2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin Başlangıç'ta belirtilen temel ilkelere
dayanan demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu ifade edilmekte;
15. maddesinde, temel hak ve hürriyetler konusunda milletlerarası hukuktan
doğan yükümlülüklerin ihlâl edilmemesi ilkesi benimsenmekte; 'Eğitim ve öğrenim
hakkı ve ödevi' başlıklı 42 nci maddesinde, milletlerarası andlaşma
hükümlerinin saklı olduğu belirtilmekte; 'savaş hâli ilânı ve silahlı kuvvet
kullanılmasına izin verme' başlıklı 92. maddesinde, 'Milletlerarası hukukun
meşru saydığı haller' ve 'Milletlerarası andlaşmaların veya milletlerarası
nezaket kurallarının gerektirdiği haller' ilkelerine yer verilmektedir. İşaret
edilen bu Anayasa düzenlemeleri gözetildiğinde de Türkiye Cumhuriyeti
Devleti'ne milletlerarası camiada hayatiyet kazandıran ve ona bir kimlik
tanıyan Lozan Andlaşması'nın hükümlerinin Anayasal denetimde gözetilmemesi
düşünülemez. Türkiye Cumhuriyeti, Lozan'da imzaladığı ve Meclisinden geçirerek
onayladığı bu Andlaşma hükümleriyle bağlıdır ve milletlerarası hukuka egemen
olan evrensel kurallar uyarınca da, bu Andlaşma hükümlerine aykırı herhangi bir
yasal düzenleme (Anayasa değişikliği dahil) yapmamak durumundadır. Nitekim,
Andlaşma'nın yukarıda işaret edilen 37. maddesi ile de bu konuda çok açık bir
taahhütte bulunulmuştur.
4- Bu açıklama ve saptama ışığında çözümü gereken ikinci sorun,
iptale konu yasal düzenlemenin Lozan Andlaşması'nın ilgili hükümlerine aykırı
olup olmadığının saptanmasıdır. Bu yönde yapılacak incelemede iptali istenen
kural Andlaşma'nın ilgili hükümlerine aykırı görülürse; bir hukuk devletinde
Devletin kendisine milletlerarası camiada hayatiyet kazandıran Uluslararası
Andlaşmada taahhüt ettiği yükümlülüklere aykırı davranması, bu yükümlülükleri
ortadan kaldırıcı ya da daraltıcı yasal düzenleme yapması (Anayasa değişikliği
dahil) düşünülemeyeceğinden, hukuk devleti ilkesi ihlâl edilmiş olacak ve kural
Anayasa'nın 2. maddesine aykırı düşeceğinden iptal edilecektir. Aksi halin
saptanması durumunda ise Anayasa'ya aykırılık iddiası reddedilecektir.
Bu yönde yapılan incelemede; gayrimüslüm azınlıkların statüsü ve
haklarını düzenleyen Lozan Andlaşması'nın 1. Kısım 3. Faslındaki 42. maddesinin
üçüncü fıkrası hükmünün irdelenmesi gerekmektedir. Anılan fıkra şu şekildedir:
'Türkiye Hükümeti mezkûr akalliyetlere ait kiliselere, havralara,
mezarlıklara ve sair müessesatı diniyeye her türlü himayeyi bahşeylemeyi
taahhüt eder. Aynı akalliyetlerin hali hazırda Türkiye'de mevcut olan evkafına
ve müessesatı diniye ve hayriyelerine her türlü teshilat ve müsaadat ita
olunacak ve Türkiye Hükümeti yeni müessesatı diniye ve Hayriye ihdası için bu
kabil sair müessesatı hususiyeye temin edilmiş olan teshilatı lâzımeden hiç
birini dahil etmiyecektir.' (Türk Hükümeti, söz konusu azınlıklara ait
kiliselere, havralara, mezarlıklara, ve öteki din kurumlarına her türlü
korumayı sağlamayı yükümlenir. Bu azınlıkların Türkiye'deki Vakıflarına, din ve
hayır işleri kurumlarına her türlü kolaylıklar ve izinler sağlanacak ve Türk
Hükümeti, yeniden din ve hayır kurumları kurulması için, bu nitelikteki öteki
özel kurumlarına sağlanmış gerekli kolaylıklardan hiç birini esirgemeyecektir.
-Seha L. Meray, age., s.12)
İptal istemine konu kuralın incelenmesinde, 'cemaat vakıflarının
yöneticilerinin mensuplarınca kendi aralarından seçilmesi' biçimindeki
düzenlemenin yeni bir hukuksal durum yaratmadığı, bu vakıfların esas itibariyle
kendi mensupları arasından seçilen yöneticilerce yönetilmesi ilkesinin
Cumhuriyet dönemi boyunca benimsendiği (1938-1949 yılları hariç), dolayısıyla
kuralın zaten var olan bir düzenlemenin tekrarı niteliğinde bulunduğu açıkça
görülmektedir. Bu bakımdan, özellikle 31.5.1949 tarih ve 5404 sayılı Kanun'la
yapılan düzenlemeden itibaren altmış yıldır devamedegelen bir ilkenin tekrarı
mahiyetindeki kuralın, Lozan Andlaşması'nın 42. maddesine aykırı herhangi bir
yönünün bulunmadığı görülmektedir.
5. Konunun diğer bir cephesi, yapılan düzenlemenin Lozan
Andlaşması'nın 45. maddesine aykırı düşüp düşmediğidir. Anılan Andlaşma'nın 45.
maddesi şöyledir:
'İş bu fasıl ahkâmı ile Türkiye'nin gayrimüslüm akallliyetleri
hakkında tanınan hukuk, Yunanistan tarafından dahi kendi arazisinde bulunan
Müslüman akalliyet hakkında tanınmıştır.' (Bu Kısımdaki hükümlerle, Türkiye'nin
Müslüman olmayan azınlıklarına tanınmış olan haklar, Yunanistan'ca da, kendi
ülkesinde bulunan Müslüman azınlığa tanınmıştır. ' Seha L. MERAY, age., s. 13)
'Cemaat Vakıfları', Lozan Andlaşması'nın ilgili hükümleri uyarınca
'gayrimüslüm azınlık' vakıfları olarak nitelendirilseler dahi, bu tüzel
kişiliklerin 'yabancı' değil, Türkiye Cumhuriyeti'nin bizatihi 'öz' kurumları
olduğu izahtan varestedir. Milletlerarası hukukta kabul gören 'mütekabiliyet'
(karşılıklılık) ilkesi ise kural olarak 'yabancılık' unsuru olan haller için
sözkonusudur. Mütekabiliyet esası, bir Devlet ile o devletin vatandaşları
arasında bir hak tanıma şeklindeki ilişkiye uygulanamaz. Gayrimüslüm azınlıklar
da Türk vatandaşı olduklarından, bunlara yasalarla tanınan hakların
mütekabiliyet esasına bağlanması mümkün değildir. Kaldı ki, Lozan
Andlaşması'nın 45. maddesinin gayrimüslüm Türk azınlıklar bakımından ancak
mütekabiliyet şartına bağlandığı tespiti doğru olmadığı gibi; Rum kökenli
azınlıklar dışında (Ermeni, Yahudi vb.) diğer azınlıklar konusunda hangi ülke
mütekabiliyete esas alınacaktır' Sonuç olarak hangi alt kökenden olursa olsun,
gayrimüslüm tüm azınlıklar Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olduklarından, bunlar
hakkında Lozan Andlaşması'nın 37-45. maddeleri ile tanınan statü ve haklar
herhangi bir şarta (mütekabiliyete) bağlı değildir ve iptal istemine konu
kuralın bu bakımdan da Lozan Andlaşması'na aykırılığından söz edilemez.
6- Yukarıda açıklanan nedenlerle, iptal istemine konu kuralın
Lozan Andlaşması'nın ilgili hükümlerine ve Anayasa'ya aykırı herhangi bir yönü
bulunmadığından iptal isteminin reddi gerekir.
Karara bu değişik gerekçeyle katılıyorum.
AZLIK OYU
I- Anayasa'nın 125., 140., 155. ve 157. maddelerin birlikte
değerlendirilmesinden, idarelerin yönetsel işlemlerine karşı açılacak davaların
idari yargı yerlerinde görülmesi gerektiği anlaşılmakta, bunda duraksama
bulunmamaktadır.
5737 sayılı Yasa'nın 11. maddesinin son tümcesinde ise idari para
cezalarına karşı yapılacak kanun yolu başvurularına ilişkin 5326 sayılı
Kabahatler Kanununa yollama yapılmaktadır. Anılan Kabahatler Kanunu bu
konularda kural olarak adli yargı yerlerinin görevli kılmaktadır.
Oysa, Kabahatler Yasasıyla ilgili azlık oyunda da vurgulandığı
gibi idari para cezası, gerek kamu gücü kullanımı ve gerekse yönetsel uğraş
alanına giren kamusal özelliği bakımından idari yargı yerlerinde görülmesi
gereken idari işlem niteliğindedir. İdari cezanın öncesinde Genel Müdürlükçe
yapılan bildirim bulunmakta ve idari cezaya etken olan bu konular idari
faaliyet ve kamu kurumunun gözetimi ile yönlendirmesini göstermekte, idari
işlemlerin varlığında duraksamaya yer bırakmamaktadır. Ayrıca aktarıldığı gibi
ilgili Yasa uyarınca beyanname, bilgi ve belge isteminin yerine
getirilmemesinden sonra idari ceza ortaya çıktığından, sözü edilen istem ve
sonrasındaki para cezası işlemlerini birbirine bağlamaktadır. Bu da ilgili
yasal düzenlemeler ve yargısal kararlar uyarınca her iki işleminde idari
yargıda görülmesi gereğini Anayasal bir vazgeçilmezlik haline
dönüştürülmektedir.
Bu nedenlerle, Anayasal ilkelere karşın idari yargı denetimi
dışına çıkılmasına olanak veren dava konusu 11. maddenin son tümcenin iptali
gerekmektedir.
II- Vakıflar Meclisi, Genel Müdürlüğünün en
üst seviyedeki Karar organı olup, Vakıflar Genel Müdürlüğünün kamu kurumu
olduğunda duraksama bulunmamaktadır.
Anayasa'nın 128. maddesinde Devletin, kamu iktisadi teşebbüsleri
ve diğer kamu tüzel kişilerinin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü
oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerin, memurlar
ve diğer kamu görevlileri eliyle görüleceği kurala bağlanmıştır.
Bu bağlamda, en üst düzeyde karar organı olan Vakıflar Meclisi
5737 sayılı Yasa'nın ilgili maddelerinde öngörüldüğü gibi kamu gücünü
kullanarak idari uğraş alanından kopmayan kamu hizmetini yürütmektedir.
Değinilen görevlerin genel idare esaslarına göre kamu gücüyle yürütülen, asli
ve sürekli görevler olduğunda kuşku yoktur. Buna göre, anılan görevleri
üstlenen bir yönetsel kurulda görev yapacakların memur ve kamu görevlisi olması
gerektiği anayasal buyruktur. Bu gerekliliğe karşın Mecliste kamu görevlisi
olmayan kişilerin de görev yapmasına olanak tanıyan dava konusu Yasa'nın 41.
maddesinin ikinci fıkrasının Anayasa'nın 128. maddesine aykırılığı açıktır.
Belirtilen nedenlerle 5737 sayılı Yasa'nın 11. maddesinin son
tümcesi ile 41. maddesinin ikinci fıkrasının iptali gerektiği oyuyla karara
karşıyım.