"...
I- YOKLUK, İPTAL VE YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ
27.2.2008 günlü dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir:
"Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı Maddelerinde
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun, 1 nci maddesi ile Anayasamızın 10 uncu
maddesinin dördüncü fıkrasına, "bütün işlemlerinde" ibaresinden sonra
gelmek üzere "ve her türlü kamu hizmetlerinden
yararlanılmasında" ibaresi; 2 nci maddesi ile de, Anayasamızın 42
nci maddesine, altıncı fıkradan sonra gelmek üzere aşağıdaki fıkra eklenmiştir:
"Kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimse
yükseköğretim hakkını kullanmaktan mahrum edilemez. Bu hakkın kullanımının
sınırları kanunla belirlenir."
5735 sayılı "Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının Bazı
Maddelerinin Değiştirilmesine Dair Kanun" un "Genel Gerekçe"
sine bakıldığında şu tümceler göze çarpmaktadır.
"Yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafetlerinden dolayı
bazı öğrencilerin eğitim ve öğrenim hakkının engellenmesi kronik bir sorun
haline gelmiştir. Kurucusu ve üyesi bulunduğumuz Avrupa Konseyine üye ülkelerin
hiç birinde üniversite düzeyinde böyle bir sorun mevcut bulunmamaktadır.
Buna rağmen ülkemizde uzun bir süredir üniversitelerde bazı kız
öğrencilerin başlarını örtmede kullandıkları kıyafetler nedeniyle eğitim ve
öğrenim hakkını kullanamadıkları bilinmektedir.
Atatürk'ün hedef gösterdiği çağdaş uygarlık düzeyinde "fikri
hür, vicdanı hür, irfanı hür" nesiller yetiştirilmesi, kişilerin
yükseköğrenim hakkından kanun önünde eşitlik ilkesi gereği hiçbir nedenle
ayrımcılığa tabi tutulmadan yararlanmasını zorunlu kılmaktadır. Bu nedenlerle,
Anayasanın 10 uncu ve 42 nci maddesinde işbu değişikliklerin yapılması gereği
doğmuştur."
1 nci maddenin gerekçesinin 2 nci paragrafına bakıldığında,
getirilen düzenlemenin amacının, "tüm idare makamları gibi üniversitelerin
de, yükseköğretim hizmeti sunarlarken dil, renk, cinsiyet, siyasi düşünce,
felsefi inanç, mezhep,giyim, kuşamve benzeri sebeplerle bu
hizmetten yararlanan kişilerin arasında ayrımcılık yapmasını
olanaksızlaştırmak" olarak ifade edildiği görülmektedir.
2 nci maddenin gerekçesinin son tümcesinde ise, ülkemizde
münhasıran yükseköğretim hizmetlerinden yararlanan vatandaşlar arasında
eşitliği sağlama ve yükseköğretim kurumlarında öğrenim haklarından mahrum
edilen kişilerin bu hak mahrumiyetini ortadan kaldırma amacı belirtilmektedir.
5735 sayılı Kanunun genel gerekçesi, 1 ve 2 nci maddelerin
gerekçeleri, Anayasa Komisyonunda ve Genel Kuruldaki görüşmelerde söz konusu
maddeler üzerindeki konuşmacıların ve grup sözcülerinin açıklamaları
incelendiğinde; yönelinen temel hedefin, kamu hizmetlerinden yararlanan veya
yükseköğrenim hakkını kullananlar için dinî amaçlı örtünme serbestisi
tanınması, bu şekilde örtünenlerin kamu hizmetlerinden yararlanmalarını
önleyecek düzenleme veya yaptırımların engellenmesi olduğu anlaşılmaktadır.
Türbana ilişkin düzenlemenin Anayasa Komisyonundaki görüşmelerinde,
"Türban Yasasının" mimarlarından olan Komisyon Başkanının, "...
Açıkça yapamayız çünkü. Açıkça deyince, açıkça teklif nasıl getirilir, böyle
bir şey olabilir mi yani' İlk dört madde açıkça teklif burada nasıl
görüşülür." şeklinde Komisyon Tutanağının 121. sayfasına yansıyan görüşü
bu düşüncenin bir örneğidir.
Söz konusu Anayasa değişikliğinin Türkiye'nin siyasal gündemine"türban
yasası"olarak girmesi ve teklifi hazırlayıp imzalayan
milletvekillerinin, Başbakanın, Adalet ve kalkınma Partisi üst düzey
yöneticilerinin, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı ile üst düzey
yöneticilerinin açıklamaları da bu saptamayı doğrulamaktadır.
5735 Sayılı Kanununla, yukarıda açıklanan hedefe ulaşmak için adı
konulmadan ve dolaylı bir biçimde dinî amaçlı örtünme, dinî kıyafet dahil her
türlü dinî simge ve üniformayı da içerecek, kapsamlı bir kıyafet serbestîsi
tanınmıştır.
Çünkü, 09.02.2008 tarih ve 5735 sayılı Kanunun 1 inci maddesinde
yapılan düzenlemeyle, Devlet organları ve idare makamlarına, bütün işlemlerinde
kanun önünde eşitlik ilkesine uymak yükümlülüğünün yanı sıra kamu
hizmetlerinden kişilerin kanun önünde eşitlik ilkesine uygun bir biçimde
yararlanmalarını sağlamak yükümlülüğü; kişilere de Devlet organları ve idare
makamlarından sundukları kamu hizmetlerinden kanun önünde eşitlik ilkesine
uygun olarak yararlanmalarını sağlamasını istemek imkânı getirilmiştir. Olaya kıyafet
açısından bakıldığında, bu hüküm karşısında Devlet organları ve idare
makamlarının, kişilere kıyafetleri nedeniyle yasak uygulayarak kamu hizmeti
vermekten kaçınamayacaklarını; kişilerin kamu hizmetlerinden yararlanmalarını
da, kıyafet nedeniyle yapılan yasaklamalarla engelleyemeyeceklerini söylemek
gerekmektedir.
Ancak bu düzenlemede yer alan "kamu hizmetinden
yararlanılmasında" ölçütünün, hem hizmet alan hem de hizmet veren
konumundaki kimseler için bir belirsizlik yaratacağı ortadadır. Şöyle ki;
örneğin, üniversitelerdeki araştırma görevlileri öğrenim vererek kamu hizmeti
sunduklarında getirilen kıyafet serbestisinin kapsamı dışında kalırken, yüksek
lisans bağlamında öğrenim gören yani kamu hizmetinden yararlanan kimlikleri
ile, getirilen kıyafet serbestliğinden kanun önünde eşitlik ilkesi çerçevesinde
yararlanmak konumunda olacaktır.
Eğitim Fakültelerinin 3 ve 4. sınıf öğrencilerinin, "Okul
uygulaması, öğretmenlik deneyimi" dersleri kapsamında ilköğretimde
"stajyer öğretmen" statüsünde derslere türbanlı girmelerinin önünün
açılacak olması, bunun örneklerinden biridir. Bu durumda, kamu hizmeti alanla
verenin ayırımını kim yapacaktır' Yine benzer bir durumun tıp fakültelerinde
yaşanması da kaçınılmaz olacaktır.
Bu düzenlemeden yararlanılarak türban, dinî kıyafet ve simgeler
dahil her türlü kıyafet ilköğretimden yükseköğretime, öğretim hizmetlerinden
yararlanma bağlamında herhangi bir engelle karşılaşmadan yayılabilecektir.
09.02.2008 tarih ve 5735 sayılı Kanunun 2 nci maddesinde ise,
kanunda açıkça yazılı olmayan herhangi bir sebeple kimsenin yükseköğrenim
hakkını kullanmaktan mahrum edilemeyeceği bildirilmekle, yükseköğretim
kurumlarında dinî amaçlı örtünme nedeniyle öğrenim hakkından yararlanmanın
engellenmesinin de önüne geçilmektedir. Bunun da, yasa ile açıkça
yasaklanmadıkça yükseköğretimde kıyafetin, (türban, dini amaçlı örtünme, dini
ve siyasi üniforma dahil) serbest bırakıldığı; yükseköğrenim hakkını
kullananlara bu kıyafetleri taşımaktan dolayı yüksek öğrenim hakkını kullanmaktan
mahrumiyet sonucunu doğuracak bir yaptırım getirilemeyeceği ve uygulanamayacağı
anlamına geldiğinde kuşku yoktur.
Halbuki dini amaçlı kıyafetlerin serbest bırakılması, Anayasa
Mahkemesince E.1989/1, K.1989/12 tarih ve 07.03.1989 tarihli kararla Anayasaya
aykırı bulunmuştur.
Anayasa Mahkemesi E.1990/36, K.1991/8 sayı ve 09.04.1991 tarihli
kararıyla da bu hususu yinelemiştir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Danıştay ve Anayasa Mahkemesinin
kararları göz önünde tutulduğunda, 5735 sayılı Kanunla getirilmiş olan kıyafet
serbestisinin söz konusu kararlarda Anayasamızdaki lâiklik ilkesi ile örtünme
arasında kurulmuş olan ilişkiyi temelsiz ve Anayasa Mahkemesinin 1989 ve 1991
tarihli söz konusu kararlarını etkisiz bırakmaya yönelik olduğunu; başta
lâiklik ilkesi olmak üzere, Anayasamızın 2 nci maddesinde belirtilen
Cumhuriyetin temel nitelikleri ile bağdaşmayacağını; böyle bir serbestiyi
tanımak için Anayasanın 10 uncu ve 42 nci maddelerinde yapılan değişikliklerin,
Cumhuriyetimizin Anayasamızın 2 nci maddesinde belirtilen temel niteliklerini
dolaylı bir biçimde değiştirmek anlamını taşıyacağını ve bu nedenle
Anayasamızın 4 üncü maddesinde ifade edilen değiştirilemezlik ilkesine aykırı
düşeceğini söylemek gerekir.
Bu saptamayı yaptıktan sonra, 5735 sayılı Kanunun 1 ve 2 nci
maddelerinin Anayasaya aykırılık gerekçeleri şu şekilde ayrıntılı bir biçimde
ortaya konulabilir.
1-09.02.2008 Tarih ve 5735 Sayılı Kanunun 1 ve 2 nci
Maddelerinin Anayasanın 2 nci Maddesine Aykırılığı
Anayasanın 2 nci maddesinde; "Türkiye Cumhuriyeti toplumun
huzuru, millî dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı,
Atatürk Milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan,
demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devlettir" hükmü yer almaktadır.
Üniversitelerde ve her türlü öğrenim kurumunda kamu hizmetinden
yararlananların, dinî amaçlı örtünmesine, dinî ve siyasî üniforma niteliğindeki
kıyafetleri giyebilmesine, simgeleri taşıyabilmesine imkân tanıyacak bir
düzenleme ise, Anayasa Mahkemesinin yukarıda belirtilen 1/12 sayı ve 1989
tarihli ve 36/8 sayı ve 1991 tarihli kararlarına göre Anayasanın 2 nci
maddesinde Türkiye Cumhuriyetinin nitelikleri arasında gösterilen"toplumun
huzuru, milli dayanışma..... içinde","insan haklarına
saygılı", "Atatürk Milliyetçiliğine bağlı","başlangıçta
belirtilen temel ilkelere dayanan","demokratik, lâik ve sosyal
bir hukuk devleti"hususları ile bağdaşmamakta ve bunlara aykırı
düşmektedir.
Söz konusu Anayasa Mahkemesi kararları doğrultusunda
incelendiğinde, 09.02.2008 tarih ve 5735 sayılı Kanunun 1 ve 2 nci maddelerinin
de Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen hususlara aykırı olduğu
görülmektedir.
a)1 ve 2 nci maddelerin Cumhuriyetin Anayasanın 2 nci
maddesinde belirtilen "toplumun huzuru, millî dayanışma içinde"
niteliğine aykırılığı
09.02.2008 tarih ve 5735 sayılı Kanunun 1 ve 2 nci maddelerinin
dolaylı bir biçimde getirdiği geniş kapsamlı kılık - kıyafet serbestîsinin dinî
amaçlı örtünmeyi, dinî ve siyasî üniformaları ve simgeleri de içereceğine
yukarıda değinilmiştir.
Böylesi sınırsız ve koşulsuz bir kıyafet serbestisinin ise,
toplumsal huzuru ve ulusal dayanışmayı zedelemesi hatta giderek ortadan
kaldırması kaçınılmazdır.
Çünkü dinî örtünme amaçlı kıyafetlerin giyilmesinin sınırsız,
koşulsuz serbest bırakılması halinde, bu tür kıyafetlerin giyilmesi, kamu
yönetiminde ve toplumsal yaşamda ayırımcılığı davet edebilecek; bu tür kıyafetleri
giyenlerin giymemeyi tercih edenlere yönelik bir etkileme, baskı, dayatma ve
tehdit unsuru haline gelebilecek; örtünen - örtünmeyen, inançlı - inançsız,
Müslüman olan - olmayan şeklinde din eksenli ayrışmalar, kutuplaşmalar ve
bunlara bağlı olarak kamu düzenini ve huzurunu tehdit edecek gerginlikler ve
çatışmalar ortaya çıkabilecektir.
Türbanın veya benzeri türden din kökenli kıyafetlerin ülkemizde
artık bütünüyle masum bir alışkanlık ve kıyafet tercihi olmaktan çıkarak (Leyla
Şahin dosyasında, Türkiye Cumhuriyeti adına beyanda bulunan dönemin Dışişleri
Bakanlığının 19 Kasım 2002 tarihli dilekçede ifade ettiği gibi) kadın
özgürlüğüne ve Cumhuriyetimizin temel ilkelerine karşıt bir dünya görüşünün
simgesi haline gelmiş bulunmasının, bu kutuplaşma ve çatışmaların daha da büyük
boyutlara taşınmasına neden olacağı ortadadır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi Kararları incelendiğinde
"eşitlik ilkesi"nin vurgulandığı görülmektedir. Ancak, siyasi
iktidarın çözüm olarak ortaya koyduğu Anayasa değişikliği, "eşitliğe"
değil "eşitsizliğe" hizmet etmektedir. Bireysel anlamdaki eşitlik
ilkesi, kolektif anlamdaki cemaatçiliğe indirgenmektedir. Bununla birlikte,
Leyla Şahin davasında AİHM'nin çoğu Müslüman olan bir ülkede dinsel bir simge
olan türbanın üniversitelerde bu simgeyi giymeyenler üzerindeki etkisini
dikkate almak gerektiği şeklindeki yorumu, konun özgürlükler bağlamında topluma
sunulmasının yanlışlığını ortaya koymaktadır.
Dinî inanç ayrılıkları bağlamında ortaya çıkan kutuplaşmaların ve
ona bağlı çatışmaların boyutlarının ülkemizde nerelere kadar uzanabileceği
hakkında fikir verecek, yaşanmış pek çok olay vardır.
Anayasa Mahkemesinin E.1989/1, K.1989/12 sayı ve 7.3.1989 tarihli
kararında da, kişilerin hangi inançtan olduklarını giysileriyle belli
etmelerinin, onların yakınlaşmalarını, birlikte çalışıp karşılıklı
yardımlaşmalarını ve işbirliğini önleyeceği; ayrılıklara, dinsel inanç ve
görüşler nedeniyle çatışmalara yol açacağı belirtilmiştir.
5735 sayılı Kanunun 1 ve 2 nci maddelerinin TBMM'deki görüşmeleri
sırasında izlenen toplumsal tepkiler ve kutuplaşmalar ise, bu tehlikenin daha
söz konusu maddeler yürürlüğe girmeden kendisini göstermeye başladığını ortaya
koymaktadır.
5735 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesinden sonra yaşananlar ise,
bu tehlikenin boyutlarının giderek büyüme eğiliminde olduğunu kanıtlamaktadır.
Bu açıklamalardan hareketle, 5735 sayılı Kanunun 1 ve 2 nci
maddelerindeki düzenlemelerin, aynen Anayasa Mahkemesinin E.1989/1, K.1989/12
sayı ve 07.03.1989 tarihli kararıyla iptal edilen 2547 sayılı Kanuna eklenmiş
bulunan Ek madde 16 gibi Cumhuriyetimizin, Anayasamızın 2 nci maddesinde
belirtilen "toplumun huzuru ....... milli dayanışma anlayışı içinde"
niteliği ile bağdaşmayacağını ve Anayasanın 4 üncü maddesine aykırı olarak,
dolaylı bir biçimde Anayasanın 2 nci maddesini değiştirmeye yönelik hükümler
niteliğini taşıdıklarını söylemek gerekmektedir.
b)1 ve 2 nci maddelerin Cumhuriyetin Anayasanın 2 nci
maddesinde belirtilen "insan haklarına saygılı" niteliğine aykırılığı
Din ve vicdan özgürlüğü, Anayasamızın, 24 üncü maddesinde güvence
altına almış olduğu bir insan hakkıdır.
Din ve vicdan özgürlüğü kişilere diledikleri inancı benimsemek,
bu inancın gereklerini yerine getirmek, dinî inancını açıklamaya veya belli bir
dini benimsemeye zorlanamamak imkânlarını tanımaktadır. Ancak bu özgürlük aynı
zamanda kişilere, kendilerinden farklı inançlara sahip olanlara saygı
göstermek, başkalarının üzerinde baskı kurarak veya zorla kendi inançlarına
veya başka inançlara yönlendirmemek, kimseyi inancından dolayı kınamamak gibi
yükümlülükler de getirmektedir.
Dinî inanca dayalı örtünme, benimsenen dini gösteren kıyafetler
giyebilme özgürlüğü ise, benimsenen dinî inancı gösteren giysiler aracılığı ile
toplumda ayrışmalara neden olabilir ve toplum kesimlerinin ve bireylerin giysilerinden
kendileri ile aynı inancı paylaşmadıklarını anladıkları kimseler üzerinde baskı
kurmalarına; birbirlerinin din ve inanç özgürlüğünü zedeleyici, engelleyici
davranışlarda bulunmalarına hatta kendi inançlarından olmayanları dışlamalarına
yol açabilir.
Bu gibi durumların da din ve vicdan özgürlüğünü özünden
zedeleyeceği ortadadır. Bu nedenle, bu gibi durumlara yol açabilecek olan 1 ve
2 nci maddelerdeki düzenlemelerin, (aynen Anayasa Mahkemesinin E.1989/1,
K.1989/12 sayı ve 07.03.1989 tarihli kararıyla iptal edilen 2547 sayılı Kanunun
Ek 16 ncı maddesi gibi) Anayasanın 2 nci maddesinde Cumhuriyetin niteliği
olarak gösterilen "insan haklarına saygılı" hususu ile
bağdaşmadığını; dolaylı bir biçimde de olsa, Anayasanın ikinci maddesinde Cumhuriyetin
"insan haklarına saygılı" olarak belirtilen temel niteliğini
değiştireceğini söylemek gerekir.
Böyle bir değişiklik ise, Anayasanın 4 üncü maddesinde ifadesini
bulan değiştirilemezlik ilkesine aykırı düşer.
c)1 ve2 nci maddelerin Cumhuriyetin Anayasanın 2 nci
maddesinde belirtilen "Atatürk Milliyetçiliğine bağlı" niteliğine
aykırılığı
Atatürk milliyetçiliği, Anayasa Mahkemesince; "gelişme ve
ilerleme yolunda, uluslararası işlem ve ilişkilerde çağdaş uluslara uygun ve
onlarla uyum içinde yürümekle birlikte, Türk toplumunun özel yeteneklerini ve
bağımsız kimliğini koruması olarak tanımlanan Türk milliyetçiliğinin Türk olma
mutluluğunu duyan herkesi kapsayan biçiminin adı" olarak tanımlanmıştır.
(Bkz. Anayasa Mahkemesinin E.1989/1, k.1989/12 sayı ve 07.03.1989 tarihli
kararı)
Anayasa Mahkemesi'ne göre; "Atatürk'ün 5.11.1925 günlü
söylevinde belirttiği gibi, din ve mezhep bağının yerini Türk ulusçuluğu bağı
almıştır. Bu tanıma göre, ulusu oluşturan öğeler arasında dil birliği, ulusal
duyguyla yan yana insanlık duygusu, siyasal varlıkla birlik, yurt birliği,
köken birliği, tarihsel ve ahlâksal yakınlıklar sayılır. Geçmiş ortaklığı,
gelecek ve amaç birliği de öğeler arasına alınmaktadır. Türkiye Cumhuriyetini
kuran Türkiye halkına Türk Ulusu diyerek başka ayrımlara yer vermeyen Atatürk
milliyetçiliğinde dinsel öğe esas alınmamıştır.... Laiklik, devlet ve toplumun
karşılıklı laik tutumunu da içerir. Bu da birleştiricilikle sonuçlanır. (Bkz.
Anayasa Mahkemesi'nin E.1989/1, k.1989/12 sayı ve 07.03.1989 tarihli kararı)
Anayasa Mahkemesi bu görüşten hareketle, dinsel inanç gereği
örtünmeye imkân tanıyan düzenlemeyi iptal etmiştir.
Bu karar, söz konusu 1 ve 2 nci maddelerde getirilen dini amaçlı
kıyafet serbestîsinin de "Atatürk milliyetçiliği" ile
bağdaşmayacağını ortaya koymaktadır. Çünkü böyle bir serbesti toplumda,
kıyafetler aracılığı ile din eksenli kutuplaşmalara yol açabilecek ve Atatürk
milliyetçiliğinin devlet ve toplumun karşılıklı lâik tutumundan beklediği
birleştiriciliğin, yerini ayrışmacılığa bırakmasına neden olabilecektir.
Cumhuriyetin Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen "Atatürk
milliyetçiliğine bağlı" niteliğine aykırı bir düzenlemenin ise, Anayasanın
4 üncü maddesinde belirtilen yasağa aykırı bir biçimde, Anayasanın 2 nci
maddesinde ifade edilen Cumhuriyetin niteliklerini değiştirmek anlamını
taşıyacağından kuşku yoktur.
d)1 ve 2 nci maddelerin Cumhuriyetin Anayasanın 2 nci
maddesinde belirtilen "başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan"
niteliğine aykırılığı
Anayasanın Başlangıcında belirtilen, konumuzla ilgili başlıca
ilkeler:
- Hiçbir faaliyetin Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları
ve medeniyetçiliği karşısında korunma göremeyeceği (bkz. prg.5);
- Atatürk devrimlerine ve ilkelerine bağlılık, çağdaş uygarlık
düzeyine ulaşma azmi (bkz.prg. 1 ve 2);
- Lâiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının Devlet
işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı (bkz.prg.5);
- Her Türk vatandaşının bu Anayasadaki temel hak ve
hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak milli kültür,
medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddi ve manevi
varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu (bkz.prg.6);
- Topluca Türk vatandaşlarının ...... birbirinin hak ve
hürriyetlerine kesin saygı, karşılıklı içten sevgi ve kardeşlik duygularıyla ve
"yurtta sulh, cihanda sulh" arzu ve inancı içinde, huzurlu bir hayat
talebine hakları bulunduğu (bkz.prg. 7);
- Kuvvetler ayrımının, Devlet organları arasında üstünlük
sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin
kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medeni bir iş bölümü ve işbirliği
olduğu ve üstünlüğün Anayasa ve kanunlarda bulunduğudur. (bkz.prg.4).
Anayasanın tüm maddelerinin, Başlangıçta ifade edilen ilke ve
esaslar doğrultusunda yorumlanıp değerlendirilmesi gerekmektedir.
Lâiklik,Atatürk ilke ve inkılâplarının en
önemlisidir. Anayasa Mahkemesinin E. 1989/1, K. 1989/12 sayı ve 7.3.1989
tarihli kararında"laiklikilkesi hakkında özetle şu temel
değerlendirmeler yapılmıştır: "Lâiklik, ortaçağ dogmatizmini yıkarak aklın
öncülüğü, bilimin aydınlığı ile gelişen özgürlük ve demokrasi anlayışını,
uluslaşmanın, bağımsızlığın, ulusal egemenliğin ve insanlık idealinin temeli
kılan bir uygar yaşam biçimidir. Çağdaş bilim, skolastik düşünce tarzının
yıkılmasıyla doğmuş ve gelişmiştir. Lâiklik, dar anlamda, devlet işleriyle din
işlerinin birbirinden ayrılması olarak tanımlansa, değişik tanım ve yorumları
yapılsa da, gerçekte toplumların düşünsel ve örgütsel evrimlerinin son aşaması
olduğu görüşü, öğretide paylaşılmaktadır. Lâiklik; egemenliğe, demokrasiyle
özgürlüğe ve bilgi bileşimine dayanan toplumsal bir atılım; siyasal, sosyal ve
kültürel yaşamın çağdaş düzenleyicisidir. Onurunu üstün tutarak bireye kişilik
ve özgür düşünce olanaklarını veren, bu yolla siyaset - vicdan ayrımını gerekli
kılarak vicdan ve dinsel inanç özgürlüğünü sağlayan ilkedir. Dinsel düşünce ve
değerlendirmelerin geçerli olduğu, dine dayalı toplumlarda siyasal örgütlenme
ve düzenlemeler dinsel niteliklidir. Lâik düzende din, siyasallaşmadan
kurtarılır, yönetim aracı olmaktan çıkarılır, gerçek, saygın yerinde tutularak
kişilerin vicdanlarına bırakılır. Böylece, siyasal yaşamın dayanağı bilim ve
hukuk olur. Düşünce ve inanç alanlarının ayrılması dinin kutsallığına en uygun
durumdur. Dünya işlevinin hukuksal, din işlerinin de kendi kurallarıyla
yürütülmesi ilkesi, batı demokrasilerinin dayandığı temellerden birisidir.
Lâik anlayış, devletin, göreviyle ilgili düzenlemelerinin salt
günlük yaşamla ilgili olmasını gerektirdiği gibi içeriklerinin de mutlaka
dinsel doğrultuda olmasını gerektirmemektedir. Dine uygunluğunun aranması
zorunluluğu yoktur. Düzenlemenin kaynağı din değildir. Din ve dünya işlerinin
ayrılmasıyla vicdan, din ve ibadet özgürlükleri daha belirginleşmekte ve özgür
biçimde korunmuş olmaktadır.
Türkiye'de lâiklik ilkesinin uygulanması, rejimleri değişik kimi
batılı ülkelerdeki lâiklik uygulamalarından farklıdır. Lâiklik ilkesinin, her
ülkenin içinde bulunduğu koşullarla her dinin özelliklerinden esinlenmesi, bu
koşullarla özellikler arasındaki uyum ya da uyumsuzlukların lâiklik anlayışına
yansıyarak değişik nitelikleri ve uygulamaları ortaya çıkarması doğaldır.
Klâsik anlamda, dinle devlet işlerinin birbirinden ayrılması tanımına karşın,
İslam ve Hıristiyan dinlerinin özelliklerindeki ayrılıkları gereği, ülkemizde
ve batı ülkelerinde oluşan durumlar ve ortaya çıkan sonuçlar da ayrı olmuştur.
Dini ve din anlayışı tümüyle farklı bir ülkede lâiklik uygulamasının, batıyla
geniş ilişkiler içinde bulunulsa da batı ülkelerindeki gibi olması, lâikliğin
aynı anlam ve düzeyde benimsenmesi beklenemez. Bu durum, koşullar ve kurallar
arasındaki ayrılığın olağan karşılanması gereken sonucudur. Kaldı ki; aynı dini
benimseyen batı ülkelerinde bile devletlerin lâiklik anlayışı ayrılıklar
göstermiştir. Lâiklik kavramı, değişik ülkelerde ayrı ayrı yorumlandığı gibi,
kimi dönemlerde, kimi kesimlerce da kendi anlayış ve siyasal tercihleri gereği
değişik biçimde yorumlanabilmiştir. Yalnızca felsefî ve ideolojik bir kavram
olmayıp yasalarla yaşama geçirilerek hukuksal bir kurum niteliğini kazanan
lâiklik, uygulandığı ülkenin, dinsel, sosyal ve siyasal koşullarından
etkilenmekte, kendisi de onları etkilemektedir. Türkiye için lâiklik anlayışı
tarihsel gelişimi nedeniyle özellik taşımakta, Anayasa ile benimsenen
yapısıyla, batıda ayrı biçimde ele alınsa da, özenle korunması zorunlu bir ilke
olarak yaşatılmaktadır."
Anayasa Mahkemesinin 21.10.1971 günlü 53/76 sayılı; 3.7.1980
günlü, 19/48 sayılı; 25.10.1983 günlü, 2/2 sayılı ve 4.11.1986 günlü 11/26
sayılı kararlarında da lâikliğin hukuksal, sosyal, siyasal tanımları yanında
ulusal ve hukuksal değeri de geniş bir biçimde belirtilmiş, özenle korunması
gereken anayasal ilke niteliği vurgulanmış, Türk Ulusunun yücelmesi bakımından
Anayasada öngörülen kimi sınırlamaları zorunlu kılan bir neden, Anayasada
benimsenmiş bütün temel ilkelere egemen bir düşünce olduğu yinelenerek ortaya
konulmuştur.
Bu kararların kimisi 1982 tarihli Anayasanın yürürlüğe
girmesinden önce verilmiş oldukları halde, 1982 Anayasasının 153 üncü maddesi 1982
Anayasasına 174 üncü madde olarak olduğu gibi alındığı ve lâiklik ilkesi 1982
Anayasasında da gerekçeleri gösterilerek 1961 Anayasasındaki anlayışla
değerlendirildiği için, bugün de geçerliliklerini korumaktadır. Bu kararlara
göre;
- Dinin devlet işlerinde etkili ve egemen olmaması esasını
benimseme,
- Dinin, bireyin manevî yaşamına ilişkin olan dinî inanç
bölümünde, aralarında ayırım gözetmeksizin, dini Anayasa güvencesi altına alma,
- Dinin, bireyin manevî yaşamını aşarak toplumsal yaşamı
etkileyen eylem ve davranışlara ilişkin bölümlerinde, kamu düzenini,
güvenliğini ve yararını korumak amacıyla sınırlamalar kabul etme ve dinin
kötüye kullanılmasını ve sömürülmesini yasaklama,
- Kamu düzeninin ve haklarının koruyucusu sıfatıyla, devlete
dinsel hak ve özgürlükler üzerinde denetim yetkisi tanıma, lâiklik ilkesinin
gereği olarak anlaşılmaktadır.
Anayasa Mahkemesi, devlet, demokrasi, hukuk, din ve vicdan
özgürlüğü, eğitim ve öğretim hakkı ile lâiklik arasındaki ilişkileri de şöyle
tanımlamaktadır. (Bkz. Anayasa Mahkemesinin E.1989/1, K.1989/12 sayı ve
07.03.1989 tarihli kararı):
"Modern devlette din, kimi haklara sahip olmanın şartı
değildir. Günümüzde devlet, vicdan hürriyetine olabildiğince saygılı,
bünyesinde çeşitli din ve mezheplere inananlara ve bunlara ait teşekküllere yer
veren bir kurumdur. Lâik devlette herkes dinini seçmekte ve inançlarını açığa
vurabilmekte, tanınmış olan din ve vicdan özgürlüğünün sınırları içerisinde
serbesttir. Hiçbir dine itikadı olmayanlar için de durum aynıdır. Lâik bir
toplumda herkes istediği dine ya da inanca sahip olabilir. Bu husus yasa
koyucunun her türlü etki ve müdahalesinin dışındadır. Gerçek vicdan
hürriyetinden ancak lâik olan ülkelerde söz edilebilir. Dinlerden birini devlet
olarak tercih fikri, ayrı dinlere mensup vatandaşların kanun önünde eşitlik
ilkesine aykırı düşer. Lâik devlet, din konusunda, inancına bakmaksızın,
yurttaşlara eşit davranan, yan tutmayan devlettir.
Çağdaşlaşmayı hızlandıran ve Türk Devriminin kaynağı olan lâiklik
ilkesi toplumun akıl ve bilim dışı düşüncelerle yargılardan uzak kalmasını
amaçlar. Böylece Devlet, bilimsel gereklere uygun biçimde kurumlaşmış, hukukla
düzenlenmiş; karşılıklı saygı, hoşgörü ve anlayışa katkıda bulunan lâiklik,
ulusal birliği sağlamıştır. Düşünce ve inanç özgürlüğü, kişileri ve toplum
kesimlerini birbirine güvenle bağlayan uluslaşmayı sağlayan, ulusal dayanışmayı
da güçlendiren özgür düşünce, özgür inanç, çağdaş uygarlığa yöneliş ulusal
yaşamda önemli bir aşamadır. Lâikliğin, insana, dine saygısı, dini kendi
yerinde tutan anlayışı, akla, bilime, sanata, çağdaş yönetim biçimine ve tüm
uygar gereklere kapıyı açmıştır. Atatürk'ün din hakkındaki sözleri anımsanacak
olursa, lâiklik uygulamasının dine karşı olmadığı, dini kötülemediği, din
düşmanlığı anlamına gelmediği ve dini asla yadsımadığı açıktır. Cumhuriyet ve
demokrasi, şeriat düzeninin karşıtıdır. Genelde bir tür düşün ve anlayış
biçimi, dünya görüşü sayılan bu ilke, "ümmet"ten, "ulus"a
geçmenin itici gücü olmuştur.
Bu yolla dogmatik değerlerin yerine akılcı ve insancıl değerler
geçmiş, dinsel duygular sahibinin vicdanında dokunulmaz yerini almıştır.
Değişik din ve mezheplere inananlar, bu ayrımlara karşın birlikte yaşama
gereğini benimseyerek devletin kendilerine karşı eşit yaklaşımından güven
duymuşlardır. Böylece bölünmeler durmuş, iç barış sağlanmış, yurttaşlar, ulus
bilinciyle, Türkiye Cumhuriyetini kuran Türk Ulusunun bireyleri olmuşlardır.
Hukuk devleti, hukukun üstünlüğü ilkesi gücünü lâiklikten almış, milliyetçilik
ilkesi lâiklikle tamamlanmış, Türk Devrimi lâiklikle anlam kazanmıştır. Bu
ilkenin Anayasa'dan çıkarılması da olanaksızdır. Lâiklik, dinsellikle
bilimselliği birbirinden ayırmış, özellikle dinin, bilimin yerine geçmesini
önleyerek uygarlık yürüyüşünü hızlandırmıştır. Gerçekte lâiklik din-devlet
işleri ayrılığı biçiminde daraltılamaz. Boyutları daha büyük, alanı daha geniş
bir uygarlık, özgürlük ve çağdaşlık ortamıdır. Türkiye'nin modernleşme
felsefesi, insanca yaşama yöntemidir, insanlık idealidir. Lâik düzende özgün
bir sosyal kurum olan din, devlet kuruluşuna ve yönetimine egemen olamaz.
Devlete egemen ve etkin güç, dinsel kurallar ve gerekler değil, akıl ve
bilimdir. Din, kendi alanında, vicdanlardaki yerinde, Tanrı-insan arasındaki
inanış olgusudur. Kişinin iç-inanç dünyasının düzenleyicisi olan dinin, devlet
işlerinde söz sahibi ve çağdaş değerlerle, hukukun yerine geçerek yasal
düzenlemelerin kaynağı ve dayanağı olması düşünülemez.
Hukukun ikiliğini, ayrıcalık ve eşitsizlikleri kaldıran,- dinsel
sömürüyü önleyen, siyasal ve sosyal kurumları güçlendiren lâiklik, öğretim ve
eğitime de ışık tutmuştur. Lâik öğretim ve eğitim bilimsel çalışmaların en
olumlu ortamıdır. Dine karşı yansızlık nasıl dine karşıtlık olarak alınamazsa,
lâik öğretim-eğitim de inanç özgürlüğü engeli sayılamaz. Öğretim ve eğitimin
zorunluluk koşulları, inanç özgürlüğünü ortadan kaldırmaz. Bu özgürlük de
anayasal güvenceye bağlanmıştır. Ancak, din ve ahlâk eğitim ve öğretimi, devletin
gözetim ve denetimi altında yapılır.
Devlete, dinsel konularda denetim ve gözetim hakkı tanınması, din
ve vicdan özgürlüğünün demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı bir
sınırlama sayılamaz. Devlet-din özdeşliğinin yol açtığı zararlar lâiklikle
önlenmiş, çağdaş uygarlık yolu lâiklik ilkesiyle açılmış, bağımsız bir hukuk
kurumu olarak yeni yapısına kavuşmuştur. Demokrasiye geçişin de aracı olan
lâiklik, Türkiye'nin yaşam felsefesidir. Lâik devlette, kutsal din duyguları
politikaya, dünya işlerine, hukuksal düzenlemelere kesinlikle karıştırılamaz.
Bu tür düzenlemeler, dinsel gerekler ve düşüncelerle değil, bilimsel verilerden
yararlanılarak kişi ve toplum gereksinimlerine göre yapılır. Bireyin özgür
iradesine bağlı din duygularının zorlamadan korunması da bu biçiminde sağlanmış
olmaktadır. Eğitsel ve kültürel yaşantıyı yönlendirmek amacıyla lâikliğe aykırı
eğitim ve öğretim de gerçekleştirilemez."
"...... Laikliğin, Türk Devriminin, Cumhuriyetin özü ve
ulusal yaşamın temeli olduğu bir gerçektir. (Dinsel inanç gereği) sözcükleri
kullanılmasa da Cumhuriyetin niteliklerine yönelik, bu amaç ve anlamdaki dinsel
kaynaklı düzenlemelerle girişimler Anayasa karşısında geçerli olamaz.
Özgürlükler Anayasa ile sınırlıdır. Anayasadaki lâiklik ilkesine ve lâik eğitim
kuralına karşı eylemlerin demokratik bir hak olduğu savunulamaz. Anayasal
ayrıcalığa sahip lâiklik ilkesi; demokrasiye aykırı olmadığı gibi tüm hak ve
özgürlüklerin de bu ilke temel alınarak değerlendirilmesi zorunludur."
"Lâik hukuk düzeni, lâik eğitim ve öğretim ve lâik yönetim
birbirinden ayrı düşünülemez. Anayasanın "Eğitim ve öğrenim hakkı ve
ödevi" başlıklı 42. maddesinin 3. fıkrasında "Eğitim ve öğretim
Atatürk ilkeleri ve inkılâpları doğrultusunda çağdaş bilim ve eğitim esaslarına
göre, Devletin gözetim ve denetimi altında yapılır. Bu esaslara aykırı eğitim
ve öğretim yerleri açılamaz" denildikten sonra 4. fıkrasında "Eğitim
ve öğretim hürriyeti Anayasaya sadakat borcunu ortadan kaldırmaz" kuralıyla
Başlangıçtaki ilkelere bağlılık pekiştirilmiştir. Yükseköğretim kurumları bu
yükümlülükler dışında tutulmamışlardır."
"...... Eğitim ve öğretimde, dinsel inanca devlet gücünün
özel bir katkı vermesi düşünülemez. Lâiklik bir bütündür. Özellikle eğitim ve
öğretim alanında lâikliğe bağlılık ve saygı, ulusun geleceği açısından da
üzerinde önemle durulacak bir konudur. Siyasal alanda dinsel çabalar, dinsel
geleneklere uygunluğu aranan düzenlemeler, eylem ve işlemler ne kadar
geçersizce, öğretim ve eğitim alanında da din buyruklarıyla ilişki kurulamaz.
Demokrasinin güvencesini ve Cumhuriyetin özgün niteliğini oluşturan bu ilkenin
büyük bir duyarlık ve özenle korunması Anayasa gereğidir."
" ......... Egemenliğin ulusta oluşuna dayanan hukuk
düzeniyle tanrısal buyruklara dayalı ilâhi istenç arasında ilişki kurulamaz.
Hukuk düzeni, dinsel düzeni dışarıda bırakan, varlığını hukuktan alıp hukukla
sürdüren devlettir. Egemenlik insana dayalıdır. Özünde insan değeri bulunan
egemenliğin hukuksal biçimlenmeyle devlet gücüne dönüşmesi, hukuk devletinin
uygar yapısını açıklamaktadır. Bu yapıyı etkileyecek olumsuzluklar, hukuk
devleti ilkesini tartışma konusu yapar. Yasalar dine dayanamaz ve bağlanamaz.
Yasalar ilkelerini dinden değil, yaşamdan ve hukuktan almazlarsa
hukuk devleti niteliği zedelenir. Dine dayanan yasalar, vicdan özgürlüğünü
benimsemediğinden, her din için ayrı yasa gereğini ortaya çıkarır; ulusal bir
devlette bu tür bir düzenleme olamaz. Böyle düzenlemeler din kurallarını
benimsemeyenler için baskı aracı sayılabileceği gibi ayrı dinler için de
ayrılık aracı olur. ..... siyasal düzenlemelerin kaynağı hukuk, dayanağı
Anayasadır. ...... Hukuksal düzenlemeler dünya işidir, din işi değildir.
......... Yasalar dinsel temele oturtulamaz.
.... Demokrasi, insan hakları, hukuk konularında da Anayasa
düzeyi ve sınırları geçerlidir. Dilek ve öneri türünde ya da özlem niteliğinde
görüşlerle, Anayasanın öngördüğü sınırlamaları, lâikliğin korunması için
getirilen kuralları hiçe saymak olanaksızdır. Dava konusu somut olayı
soyutlaştırarak sınırsız bir demokrasi anlayışıyla açıklayan görüşler Anayasa
ile çatışır. Herkesin her istediğini yapması en eski ve en yeni demokrasilerde
bile söz konusu değildir. Özgürlükleri yıkmak için özgürlüklerden
yararlanılması da düşünülemez. Özelde korunması gerekli görülen lâiklikle
bağdaşmayan özgürlük savunulamaz ve korunamaz."
" ....... Ulusal egemenlik kavramı demokratik yapının
temelidir. Demokratik düzen ise, dinsel gerekleri egemen kılmayı amaçlayan
şeriat düzeninin karşıtıdır. Dinsel gereklere yönetimde ağırlık veren bir
düzenleme demokratik olamaz. Demokratik bir devlet, ancak lâik devlettir.
Dinsel gerekli düzenlemeler dinsel çabaları, zorlamaları, bunlar da dinsel
ayrılıkları getirir. Sonuçta demokrasinin özgürlükçü, çoğulcu, hoşgörü niteliği
kalmaz."
" ...... Devletin temsil ettiği ve egemenlik gereği olarak
kullandığı siyasal gücün düzenleyicisi hukuktur. Gerçekten hukuksal bir kurum
olan devletin tüm işlem ve eylemlerinin hukuka uygunluğu başlıca geçerlik
koşuludur. Devlet yönetiminde tüm düzenlemeler ancak hukuk kurallarına göre
yapılır. Din kurallarına göre yapılan düzenlemeler hukuksal nitelik taşımaz.
Din kurallarının kaynağı Tanrıdır. "İlahî istenç (irade)", tanrı
buyrukları, din kurallarının başlıca dayanağıdır. Hukukun kaynağı ise, hukuku
yaratan istenç olarak kendi ulusunun istencidir. Din, ulustan kaynaklanan bir
değer olmadığından temelini ulusal istencin oluşturduğu bir düzende hukuk
kaynağı sayılması olanaksızdır. Egemenliğin ulusta oluşuna dayanan hukuk
düzeniyle tanrısal buyruklara dayalı ilahî istenç arasında ilişki kurulamaz.
Hukuk düzeni, dinsel düzeni dışarıda bırakan, varlığını hukuktan alıp hukukla
sürdüren devlettir. Egemenlik insana dayalıdır. Özünde insan değeri bulunan
egemenliğin hukuksal biçimlenmeyle devlet gücüne dönüşmesi, hukuk devletinin
uygar yapısını açıklamaktadır. Bu yapıyı etkileyecek olumsuzluklar, hukuk
devleti ilkesini tartışma konusu yapar. Yasalar dine dayanamaz ve bağlanamaz.
Yasalar ilkelerini dinden değil, yaşamdan ve hukuktan almazlarsa hukuk devleti
niteliği zedelenir. Dine dayanan yasalar, vicdan özgürlüğünü benimsemediğinden,
her din için ayrı yasa gereğini ortaya çıkarır; ulusal bir devlette bu tür bir
düzenleme olamaz. Böyle düzenlemeler din kurallarını benimsemeyenler için baskı
aracı sayılabileceği gibi, ayrı dinler için de ayrılık aracı olur. Siyasal
düzenlemelerin kaynağı hukuk, dayanağı Anayasadır. Başka kaynak ve dayanak
aranamaz. Hukuksal düzenlemeler dünya işidir, din işi değildir. ..... Yasalar
dinsel temele oturtulamaz."
Anayasa Mahkemesi, belirlediği bu ilkeler çerçevesinde,
yükseköğretim kurumlarında dinî inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü ve
türbanla kapatılmasını serbest bırakan 3511 sayılı Kanunun 2 nci maddesiyle
2547 sayılı Yükseköğretim Kanununa eklenen Ek Madde 16'yı incelemiş ve şu
sonuçlara varmıştır:
- İncelenen kural, kamu kuruluşlarından sayılan yükseköğretim
kurumlarındaki bayanların giyimlerini düzenlerken, dinsel gereklere uygunluğu
nasıl olursa olsun, başörtüsü kullanımına dinsel inanç nedeniyle geçerlik
tanımakla, kamu hukuku alanındaki bir düzenlemeyi dinsel esaslara dayandırmak
suretiyle lâiklik ilkesine aykırılık oluşturmuştur.
- "...... Lâiklik bir bütündür... Demokrasinin güvencesini ve
Cumhuriyetin özgün niteliğini oluşturan bu ilkenin büyük bir duyarlık ve özenle
korunması Anayasa gereğidir. Dersliklerde ve ilgili yerlerde dinsel inançları
simgeleyen belirtilerden uzak kalınması zorunluluğu nedeniyle yükseköğretim
kurumlarında dinsel gereğe bağlanan başörtüleri lâik bilim ortamıyla
bağdaştırılamaz.
- "......... Lâiklik ilkesine uygun çalışmalar yapmakla
yükümlü üniversitelerde bu çalışmalara katılacaklar, hangi statüde olurlarsa
olsunlar, dinsel gereklere göre biçimlendirilmemelidir."
- "........ dersliklerde, laboratuarlarda, klinik,
poliklinik ve koridorlarda bilimsel yöntemlerle yetiştirilerek gerçeği bulmak
için birlikte çalışmalar yapanların kardeşlikleri, arkadaşlıkları,
dayanışmaları, yarınları için bile gerekli iken, onları dinsel gereklerle
ayırmak, kimin hangi inançtan olduğunu gösteren bir işaretle belli etmek,
onların yakınlaşmalarını, birlikte çalışıp karşılıklı yardımlaşmalarını ve işbirliğini
önler; ayrılıklara, dinsel inanç ve görüşler nedeniyle çatışmalara yol
açar..."
- "....... Lâiklik, herkesin vicdan, dinî inanç ve kanaat
özgürlüğüne saygılı olmasını gerektirir. İnançların ayrı olmasının doğallığı,
demokrasilerde düşünce ve inanç özgürlüğü ile doğrulanır; bu iki tür özgürlük
birbirini tamamlar, güçlendirir ve birbirinin güvencesidir. Dinsel inancı ne
olursa olsun insanların birlikteliklerini sürdürmeleri uygarlık gereğidir.
Vicdan özgürlüğünü kimi simgelerle kullanılamaz, yararlanılamaz duruma düşürmek
Anayasal ilkelere aykırılık oluşturur. Din seçimine, ibadete kimse
karışamazken, dinsel simgelerle yaratılacak ayrılıklarla toplumun bu haklardan
yoksun kalması tehlikesi doğabilir. Her hakkın kaynağı insan olduğuna göre,
eski çağlarda doğaya, yönetenlere, kendi yaptıklarına tapan, bunlardan korkan
insanlar, düşünerek kabul ettiği, özgürce seçtiği dinlere inanarak belli bir
aşamaya gelmişken bu düzeyi yıkacak eylemleri vicdan ve dinsel inanç özgürlüğü
ile bağdaştırmak olanaksızdır. Yükseköğretim kurumlarında giysilerin, başörtü
ve türbanın dinsel inanca dayandırılması çağın gereklerine aykırıdır. .......
Belli biçimde giyinmek özgürlüğü, dinsel inancı aynı, ayrı olanlar ve
olmayanlar arasında farklılık yaratmaktadır. Vicdan özgürlüğü, istediğine
inanma hakkıdır. Laiklikle vicdan özgürlüğü karıştırılarak dinsel giyinme
özgürlüğü savunulamaz. Giyim konusu Türk Devrimi ve Atatürk ilkeleri ile
sınırlı olduğu gibi vicdan özgürlüğü konusu da değildir. Zorlamayı uygun bulmayan
din alanında, hukuk kuralları gibi nesnel yaptırımlar niteliğinde kural
getirilmesi dinsel inanç özgürlüğüne ters düşmektedir."
- "..... 3.12.1934 günlü 2596 sayılı "Bazı Kisvelerin
Giyilemeyeceğine Dair Kanun"un gerekçesinde "Din ile Devletin
ayrılığını ve dini akidelerin Devlet hayatı haricinde sırf vicdani bir
mahiyette kalıp memleketin hayatında dinin hiçbir tesiri olmamasını yani
laiklik esasını inkılabın ve rejimin ana umdesi tanımış olan Cumhuriyet
Hükümeti..." denildikten sonra, Yasanın amacı belirtilirken
"Teşkilat-ı Esasiye Kanunumuzla müeyyet ve ekalliyetler için de ayrıca
hususi hükümleriyle tanınmış olan ve esasen Türk inkılâbının ana umdelerinden
bulunan vicdan serbestisi hakkını tahdit yollu bir müdahale mevzubahis olmayıp
bu hüküm ile takip edilen gaye bilakis vicdan hürriyetini takviyeye matuftur,
çünkü ehemmiyetsiz kıyafet müsavatsızlıkları dolayısıyla memleket amme nizamını
muhil olabilecek ihtimallerde halkın huzur ve sükûnunu korumaktan ve Türkiye'de
yan yana yaşayan insanların birbirlerine karşı medenî ve insanî saygılarla
yaşayabilmelerini ve her türlü soğukluk ve geçimsizlik bahanelerinin bertaraf
edilmesini teminden ibarettir. Binaenaleyh bu kanunun hedefi, Cumhuriyetin
sınırları içinde yaşayan insanların hangi din ve mezhebe mensup olurlarsa
olsunlar serbesti vicdan hususunda tam bir müsavata mazhariyetlerini
ekseriyetten olsun, ekalliyetten olsun, yabancı bulunsun, yerli olsun,
Türkiye'de vicdanî hürriyetin lüzumsuz bir kasru tahdidi asla düşünülmeksizin
Türkiye'de herkesin dinî hürriyetin tazimi hususunda müsavat üzerine nizamı
ammenin icaplarına tabî tutulmasını temin etmektedir." görüşlerine yer
verilmiş; daha sonra sözü edilen eşitliği ve laiklik ilkesini zedelemeden
düzenleme yapıldığı belirtilerek amacın, ulusal birliği incitici, ulusal
duyguyu kışkırtıp kızdıracak durumlara engel olmak olduğu açıklanmıştır. Bu
yasa yürürlükteyken, dinsel inanç gereği örtüyü getiren dava konusu madde, açık
biçimde, lâiklik ilkesini güçlendirip koruyan kurallarla çatışmaktadır. Her tür
baskıyı reddeden demokrasiyle, yükseköğrenim kurumlarında ayrılıklar yaratarak
zamanla toplumun öbür kesimlerine sıçrayıp kutuplaşmalara neden olacak, başka
eğitim, öğretim yerleri ve kamu kurumları için kötü örnek sayılacak dinsel
baskılı uygulamaları bağdaştırmak olanaksızdır. Devlet laik olunca, ulus
çoğunluğunun belli bir dine bağlı olması da düzenlemelerin dinsel gereğe
dayanmasını haklı kılamaz. İçtenlik, sadelik isteyen, temizlik, sevgi ve saygı
kaynağı olması gereken dinin gösteri niteliğinde bir belirtiye gereksinimi
olduğu da düşünülemez. Dinler, doğaları gereği lâik değillerdir. Ancak lâikliğe
karşı olmaları da zorunlu değildir. Başka dinlere, dinsel inancı olmayanlara
hoşgörü olanaklıdır. ....... Çağdaş uygarlık düzeyinin üstüne çıkma, Türk
Devriminin amaçladığı ulusal aşamadır. Anayasa'nın 174. Maddesi kapsamındaki
29.11.1934 günlü, 2950 sayılı Yasa'nın gerekçesinde, Türk Devrimi'nin en
belirgin niteliğinin demokratlık olduğu, Türk Devrimi ve Cumhuriyetinin yasalar
önünde herkesi eşit kıldığı anlatılmaktadır. Özellikle Tevhid-i Tedrisat
Kanunu, aklın ve bilimin öncülük ettiği tek tür eğitim düzeni içinde duygu ve
görüş birliğini, dayanışmayı amaçlayarak lâik eğitim ve öğretime dayanak
olmuştur. Önyargılardan arınmış, araştırıcı, akla ve bilime bağlı, bağnazlığa
karşı, ulusal değerlere saygılı, özgür düşünceli, özgür vicdanlı, çağdaş
görüşlü insan yetiştirme ereği Anayasa'nın 42. ve 130. maddeleriyle de
doğrulanmaktadır.
....... başörtüsü ve onunla birlikte kullanılan belli biçimdeki
giysi, bir ayrıcalıktan ötede bir ayrım atacı niteliğindedir. Şimdiye kadar
başörtüsü kullanmadan yükseköğretim kurumlarını bitirmiş bayanlarla şimdi
yükseköğretim kurumlarında bulunan bayanları dine karşı ya da dinsiz göstermek
için kullanılma olasılığı da kaçınılmazdır. Çağdışı bir görünüm veren bu
durumun giderek yaygınlaşması Cumhuriyet, devrim ve lâiklik ilkesi yönünden
sakıncalara da açıktır. Demokrasiden yararlanarak lâikliğe karşı çıkışlar, din
özgürlüğünün kötüye kullanılmasıdır. Dinin birleştiriciliğine, hoşgörüsüne
inandırarak benimsetme özenine aykırı yanlış yorum ve değerlendirmelere dayalı
bölücülükler, dinden soğutmaya neden olacak tutumlar din saygısıyla da
bağdaşmaz. Türk Devrimi temeline oturan ve bu yapıda lâiklik ilkesine özel bir
önem ve üstünlük tanıyan Anayasa, özgürlüklere karşın lâiklik ilkesini özenle
korumayı amaçlamış ve bu ilkenin özgürlüklere kıydırılmasına olanak
tanımamıştır."
Anayasa Mahkemesi bu belirtilen saptamaları yaptıktan sonra
10.12.1988 tarih ve 3511 sayılı kanunla, 2547 sayılı Üniversiteler kanununa
"Ek Madde 16" olarak eklenen; "Yükseköğretim kurumlarında,
dershane, laboratuar, klinik, poliklinik ve koridorlarda çağdaş görünümde
bulunmak zorunludur. Dini inanç sebebiyle boyun ve saçların örtü veya türbanla
kapatılması serbesttir." hükmünü Anayasanın Başlangıcına, 2 nci maddesinde
belirtilen Cumhuriyetin niteliklerine, 10, 24 ve 174 üncü maddelerine aykırı
bularak iptal etmiştir. Daha sonra E.1990/36, K.1991/8 sayı ve 09.04.1991
tarihli kararında da dini amaçlı örtünme ve kıyafetlerin Anayasanın 2 nci
maddesine aykırı olduğu hususunu teyit etmiştir.
Anayasa Mahkemesinin belirtilen kararlarında da ifade edilen bu
hususlar çerçevesinde, 5735 sayılı Kanunun 1 ve 2 nci maddelerinde yapılan
düzenlemeler incelendiğinde, "dinî gereğe dayalı" sözcükleri
kullanılmasa ve dolaylı bir biçimde tanınmış olsa da, dinî amaçlı ve dinî
gereğe dayalı örtünmeyi ve giysileri de kapsayacak biçimde getirilmiş olan
kıyafet serbestisinin Anayasanın Başlangıcında yer alan lâiklik ilkesine aykırı
düşeceği görülmektedir. Çünkü:
- Bu düzenlemeler, bir takım din buyruklarının, geçerliği
tartışmalı da olsa, gereğini karşılamak amacıyla yani dinî esaslara dayanılarak
yapılmıştır. Halbuki Anayasa Mahkemesinin E.1989/1, K.1989/12 sayı ve 7.03.1989
tarihli kararında da belirtildiği gibi, lâik bir devlette kamu hukuku
alanındaki bir düzenleme dinsel gerek ve temellere dayandırılamaz; din ve
devlet işlerinin birbirinden ayrı tutulacağı ilkesi gözardı edilemez. Yasa
metninde"dinî inanç gereği" ibaresinin yer almamış olması,
durumda herhangi bir değişiklik yapmamaktadır.
- Dinî amaçlı örtünmeye imkân tanıyan bir düzenleme, benimsenen
dinî inançların, kıyafetler simge olarak kullanılmak suretiyle açığa
vurulmasına yol açar. Bu da inanan- inanmayan, örtünen - örtünmeyen, Müslüman
olan - olmayan gibi ayrışmalara; farklı dinden olanların hatta aynı dine farklı
ölçülerde bağlı bulunanların, birbirleri üzerinde etki ve baskı kurmalarına ve
çatışmalara neden olabilir. Kişiler, toplumsal baskı altında, dinin gereği
olduğu iddia edilen bazı giysileri giymeye kendilerini mecbur hissedebilir veya
bu giysileri giymedikleri için giyenler tarafından kınanabilir. Bu da din ve
vicdan özgürlüğünün zedelenmesi sonucunu doğurur. Lâik bir devlette ise, din ve
vicdan özgürlüğünün tüm unsurlarıyla güvence altında olması gerekir. Bu
güvenceyi sağlayamayan bir düzenleme, Anayasa Mahkemesinin yukarıda belirtilen
kararlarında da ifade edildiği gibi, lâiklik ilkesiyle bağdaşamaz.
- Bu düzenlemeler eğitim hizmeti alanların ve yükseköğrenim
hakkını kullananların, yükseköğretim kurumlarına, ilk ve ortaöğretim
kurumlarına dinî amaçlı giysiler, dinî simgelerle girmesine imkân verecektir.
Halbuki dersliklerde ve ilgili yerlerde dinsel inançları simgeleyen
belirtilerden uzak kalınmasının, lâiklik ilkesinin eğitim alanına yansımış bir
gereği olduğu Anayasa Mahkemesinin E. 1989/1, K.1989/12 sayı ve 07.03.1983
tarihli kararında ifade edilmiştir.
5735 Sayılı Kanunun 1 ve 2 nci maddelerinde yapılan
düzenlemelerin, lâiklik ilkesini zedelemekle, Başlangıçta yer alan"Atatürk
ilke ve devrimlerine bağlılık"ilkesine de aykırı düştüğünü ifade etmek
gerekmektedir. Çünkü yukarıda da belirtildiği gibi, Atatürk ilke ve
devrimlerinin en önemlisi lâikliktir.
Söz konusu düzenlemeler, lâiklik ilkesinin yanısıra, Anayasa
Mahkemesinin E.1989/1, K.1989/12 sayı ve 07.03.1989 tarihli kararından da
anlaşılacağı gibi, en önemli devrimlerden olan kıyafet devriminin ve özellikle
3.12.1934 tarih ve 2596 sayılı Kanunun amacı ile de bağdaşmamaktadır.
Çünkü bu amaç, önemsiz kıyafet farklılıklarının, kamu düzenini
bozmasını önlemek, halkın huzur ve sükûnunu korumaktır.
1 ve 2 nci maddelerde yapılan düzenlemeler ise herhangi bir
sınırlama ve koşul getirmeksizin her türlü kıyafete serbestî tanımakla,
yukarıda da açıklandığı gibi, kamu düzenini, toplum huzur ve sükûnunu tehlikeye
atmaktadır.
2596 sayılı Kanunun ve kıyafet devriminin amaçları ile
bağdaşmayan böyle bir durumun da"Atatürk ilke ve devrimlerine
bağlılık"ve"çağdaş uygarlık düzeyine ulaşma azmi"hususlarına
aykırı düşeceği açıktır.
5735 sayılı Kanunun 1 ve 2 nci maddelerinde yer alan
düzenlemelerin, Anayasanın Başlangıç kısmında yer alan "lâiklik
ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının Devlet işlerine ve politikaya
kesinlikle karıştırılamayacağı" ilkesine de aykırı düştüğü
görülmektedir.
Çünkü yukarıda da belirtildiği gibi, lâikliğin en önemli
unsurlarından birisi, din duygularının Devlet işlerine karıştırılmaması ve
dolayısı ile yasaların din esasına dayandırılmamasıdır. Halbuki 1 ve 2 nci
maddelerin, İslam dininin örtünme konusunda öne sürdüğü düşünülen buyruğunun
gereğini yasa yoluyla karşılamak için düzenlendiği herkesin bildiği bir
gerçektir. Öyle ki, söz konusu Kanun, "Türban Kanunu" olarak
adlandırılmaktadır. Bu da, bu Kanunla dinin devlet işine karıştırıldığını
açıkça göstermektedir.
5735 sayılı Kanunun 1 ve 2 nci maddelerindeki düzenlemeler,
Anayasanın Başlangıç kısmında yer alan;"Her Türk vatandaşının bu
Anayasadaki temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince
yararlanarak milli kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat
sürdürme ve maddî ve manevî varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetisine
doğuştan sahip olduğu"anlayışına da uymamaktadır. Çünkü dinî amaçlı
örtünme ve giysi serbestîsini de içerecek bir kıyafet serbestîsi, benimsenen
dinî inançların, kıyafetler simge olarak kullanılmak suretiyle açığa
vurulmasına yol açar. Bu da toplumda din eksenli bölünmelere, inanan inanmayan,
örtünen - örtünmeyen gibi ayrışmalara ve farklı dinden olanların hatta aynı
dine farklı ölçülerde bağlı bulunanların, birbirleri üzerinde etki ve baskı
kurmalarına ve çatışmalarına neden olabilir. Böyle bir ortamın da kişinin din
ve vicdan özgürlüğünden gereğince yararlanmasına, maddî ve manevi varlığını
geliştirmesine elverişli olduğu söylenemez.
5735 sayılı Kanunun 1 ve 2 nci maddeleriyle yapılan düzenlemeler,
Anayasanın Başlangıç kısmında belirtilen "kuvvetler ayrılığı"
ilkesine de aykırıdır. Bunun nedeni, bu düzenlemelerin Anayasa Mahkemesinin
E.1989/1, K.1989/12 sayı ve 7.3.1989 tarihli kararıyla E. 1990/36, K.1991/8
sayı ve 9.4.1991 tarihli kararlarını etkisiz kılmaya, bu kararlarda dinî amaçlı
örtünme ile Anayasanın lâiklik ilkesi arasında kurulmuş olan ilintinin hukukî
temelini ortadan kaldırmaya, Anayasaya aykırılığı bu kararlarla belirlenmiş bir
hususun Anayasaya uygunluğunu sağlayabilmek için Anayasayı değiştirmeye
yönelmiş olmalarıdır. Bu yapılanın, yasamanın yargıya müdahalesi olduğu
açıktır. Bu şekilde yasama, yargı üstünde üstünlük sağlamaktadır.
Halbuki Anayasanın Başlangıç kısmının 4 üncü paragrafında,
kuvvetler ayrımının Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına
gelmeyip, belli devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla
sınırlı medeni bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün Anayasa ve
kanunlarda bulunduğu ifade edilmiştir. Anayasanın 7, 8 ve 9 uncu maddelerinde
de yasama, yürütme ve yargı erklerini kullanacak organlar açıklanmıştır.
Diğer yandan Anayasanın 138 inci maddesinde yasama ve yürütme
organları ile idarenin mahkeme kararlarına uymak zorunda oldukları; bu
organların ve idarenin mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremeyeceği ve
bunların yerine getirilmesini geciktiremeyeceği hükmü yer almaktadır.
Anayasanın 153 üncü maddesinde de Anayasa Mahkemesi kararlarının
yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve
tüzelkişileri bağlayacağı ifade edilmiştir. Burada, kararların gerekçelerinin
de bağlayıcılık kapsamında olduğu söylenmelidir.
Anayasanın 153 üncü maddesi, Anayasa Mahkemesi tarafından verilen
bir iptal kararı üzerine aynı konunun yeniden düzenlenmesi durumunda yasama
organını sınırlayıcı niteliktedir ve iptal kararı gerekçesi ile birlikte yeni
yasal düzenlemelerin temelini oluşturur. Bu yüzden Anayasa Mahkemesi
kararlarının yasakoyucu için zaman sınırı tanımayan bir etkisi vardır. Anayasa
Mahkemesinin iptal kararı üzerine yasakoyucu aynı konuda yeni bir düzenleme
yapmak istediğinde, yapılacak düzenlemenin iptal kararına ve iptal gerekçesine
uygun olması zorunludur. Tersi durumda Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcı
olma niteliği dolayısıyla Anayasa kurallarının bağlayıcılığı ve üstünlüğü
ilkesi sözde kalır.
Söz konusu 1 ve 2 nci maddelerde yapılan düzenlemelerle ise
Anayasaya aykırı bulduğu bir kıyafet serbestisini Anayasaya uygun hale getirmek
amacıyla Anayasanın değiştirilmeye kalkışılması, etkisizleştirilmeye ve
başkalaştırılmaya çalışılması, yasama erkinin Anayasanın 138 ve 153 üncü
maddelere aykırı biçimde ve Anayasanın belirlediği sınırlara uyulmaksızın
"hukukun üstünlüğü" ilkesi gözardı edilerek, bütün devlet
organlarının işlemlerinde başta Anayasa olmak üzere hukuk kurallarına bağlı
olmasını gerekli kılan "hukuk devleti" ilkesine aykırı biçimde
kullanıldığını ortaya koymaktadır.
Söz konusu 1 ve 2 nci maddelerde yapılan düzenlemeler, bu
bakımdan da, Anayasanın 2 nci maddesine aykırı ve bu maddeyi değiştirici
niteliktedir.
e-1 ve 2 nci maddelerin, Cumhuriyetin Anayasanın 2 nci
maddesinde belirtilen "demokratik, lâik ve sosyal hukuk devleti"
niteliğine aykırılığı
İptali istenen 1 ve 2 nci maddelerin amacının, dolaylı biçimde de
olsa kamu hizmetlerinden yararlanılmasında ve yükseköğrenim hakkının
kullanılmasında dinî amaçlı örtünme veya giysileri serbest bırakmak olduğu,
09.02.2008 tarih ve 5735 sayılı kanunun gerekçelerinden ve yapılan
açıklamalardan anlaşılmaktadır.
Anayasa Mahkemesinin E.1989/1, K.1989/12 sayı ve 7.3.1989 tarihli
ve E.1990/36, K.1991/8 sayı ve 09.04.1991 tarihli kararlarına bakıldığında, böyle
bir serbestinin Cumhuriyetin "demokratik, lâik, sosyal, hukuk devleti
niteliği ile bağdaşmayacağını söylemek gerekir. Söz konusu karara göre:
"Ulusal egemenlik, demokratik yapının temelidir... Demokratik düzen ise,
dinsel gerekleri egemen kılmaya çalışan, şeriat düzeninin karşıtıdır. Dinsel
gereklere yönetimle ağırlık veren bir düzenleme demokratik olamaz. Demokratik
devlet, ancak lâik devlettir. Dinsel gerekli düzenlemeler dinsel çabaları,
zorlamaları, bunlar da dinsel ayrılıkları getirir. Sonuçta demokrasinin
özgürlükçü, çoğulcu, hoşgörücü niteliği kalmaz..."
"...... Devletin temsil ettiği ve egemenlik gereği olarak
kullandığı siyasal gücün düzenleyicisi hukuktur. Gerçekte hukuksal bir kurum
olan devletin tüm eylem ve işlemlerinin hukuka uygunluğu başlıca geçerlik
koşuludur. Devlet Yönetiminde tüm düzenlemeler ancak hukuk kurallarına göre
yapılır. Din kurallarına göre yapılan düzenlemeler hukuksal nitelik taşımaz.
Din kurallarının kaynağı Tanrı'dır. İlahî istenç (irade), tanrı buyrukları, din
kurallarının başlıca kaynağıdır. Hukukun kaynağı ise, hukuku yaratan istenç
olarak kendi ulusunun istencidir. Din, ulustan kaynaklanan bir değer
olmadığından, temelini ulusal istencin oluşturduğu bir düzende hukuk kaynağı
sayılması olanaksızdır. Egemenliğin ulusta oluşuna dayanan hukuk düzeniyle
tanrısal buyruklara dayalı ilahî istenç arasında ilişki kurulamaz. Hukuk
düzeni, dinsel düzeni dışarıda bırakan, varlığını hukuktan alıp, hukukla
sürdüren devlettir. Egemenlik imana dayalıdır. Özünde insan değeri bulunan
egemenliğin hukuksal biçimlenmeyle devlet gücüne dönüşmesi, hukuk devletinin
uygar yapısını açıklamaktadır. Bu yapıyı etkileyecek olumsuzluklar, hukuk
devleti ilkesini tartışma konusu yapar. Yasalar dine dayanamaz ve bağlanamaz.
Yasalar ilkelerini dinden değil, yaşamdan ve hukuktan almazlarsa hukuk devleti
niteliği zedelenir. Dine dayanan yasalar, vicdan özgürlüğünü benimsemediğinden,
her din için ayrı yasa gereğini ortaya çıkarır; ulusal bir devlette bu tür
düzenleme olamaz. Böyle düzenlemeler din kurallarını benimsemeyenler için de
ayrılık sayılabileceği gibi ayrı dinler için de ayrılık aracı olur. Gelişmek ve
ilerlemek için durağan din kurallarına değil insanlığa ayak uydurmak, akla ve
bilime öncülcük tanımak gerekir. Siyasal düzenlemelerin kaynağı hukuk, dayanağı
Anayasa'dır. Başka kaynak ve dayanak aranamaz. Hukuksal düzenlemeler dünya
işidir, din işi değildir... Yasalar dinsel temele oturtulamaz.
... Egemenliğin bağsız koşulsuz ulusta olması ilkesi, dinde
olmadığının kanıtıdır. Cumhuriyet, ulusal egemenliğin hukuksal biçimi
olduğundan dinsel olguların etkisi dışındadır. Teokratik devlet düzeni lâik
olamaz ama dinlere hoşgörü ile bakabilir. Demokrasi, insan hakları, hukuk
konularında da Anayasa düzeyi ve sınırları geçerlidir. Dilek ve öneri türünde
ya da özlem niteliğinde görüşlerle, Anayasanın öngördüğü sınırlamaları,
lâikliğin korunması için getirilen kuralları hiçe saymak olanaksızdır."
"... Kuşkusuz burada demokrasinin bir özgürlükler rejimi
olduğu göz ardı edilmemelidir. Ancak, dinî amaçlı örtünme ve dinî kıyafet
serbestîsi konusu nasıl lâikliğe aykırı bir anlayışla düzenlenemezse, sınırsız
bir özgürlük anlayışı ile de açıklanamaz. Herkesin her istediğini yapması en
eski ve en yeni demokrasilerde bile söz konusu değildir. Özgürlükleri yıkmak
için özgürlüklerden yararlanılamayacağı gibi, özgürlük, bir başkasının
özgürlüğünden yararlanmasına imkân bırakmayacak bir biçimde de
kullanılamaz."
Anayasa Mahkemesinin yukarıda belirtilen kararında da ifade
edildiği gibi, demokratik bir hukuk devletinin gerçekleştirilebilmesi için
gereken unsurların en önde gelenlerinden birisi, kişi hak ve özgürlüklerinin
güvence altına alınmasıdır. Bu yapılırken de, özgürlükleri yıkmak için
özgürlüklerden yararlanılmasına imkan tanınmaması ve özgürlüklerin, başkalarının
özgürlüklerinden yararlanmalarını engelleyecek biçimde kullanılmasına izin
verilmemesi, öncelikle gözetilmesi gereken hususlardır.
Halbuki 5735 sayılı Kanunun dinî gerekleri karşılamak amacıyla
düzenlenen 1 ve 2 nci maddelerinde getirilen ve dinî amaçlı örtünmeyi de
kapsayan kıyafet özgürlüğü, dinî simge niteliğindeki kıyafetler aracılığı ile
kişilerin, farklı dinî yaklaşımları olanları denetim ve baskı altına almalarına
imkân hazırlayarak, çağdaş bir demokrasinin en temel özelliği olan çoğulculuğa
ve hoşgörüye bir tehdit oluşturacak; kişilerin kıyafet özgürlüğünü başkalarının
din ve vicdan özgürlüğünü zedeleyecek biçimde kullanmalarına yol açabilecektir.
Bu da Cumhuriyetin "demokratik" olmak niteliği ile bağdaşmayacak bir
durumdur.
Böyle bir durumun Cumhuriyetin "lâik hukuk devleti olma"
niteliğine de aykırı düşeceği ortadadır.
Çünkü "hukuk devleti" adı verilen yönetimi
biçiminin gerçekleştirilmesinde gerekli unsurların en başında da "kişi
hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınması" gelmektedir. Din ve
vicdan özgürlüğünü herkes için karşılıklı olarak yeterince güvence altına
alamamış olan bir düzenlemenin hukuk devleti ilkesi ile bağdaşması da
olanaksızdır.
Diğer yandan, 5735 sayılı kanunun 1 ve 2 nci maddelerinde yer alan
düzenlemelerin dinsel gerekleri karşılamak amacıyla ve dinsel temellere dayalı
olarak yapıldığı da görülmektedir. Halbuki lâik ve demokratik bir hukuk
devletinde, yukarıda belirtilen Anayasa Mahkemesi kararlarında da ifade
edildiği gibi, egemenlik ulustan kökenlendiği için hukuk düzeninin halkın
iradesi doğrultusunda şekillendirilmesi, dinsel gereklere göre ve din kuralları
temel alınarak hukuk düzeni oluşturulmaması, özgürlüklerin laikliğe aykırı bir
anlayışla düzenlenmemesi gerekmektedir. Din kuralları temel alınarak ve din
gereklerini karşılamak üzere yasa yapılması, "laik, demokratik hukuk
devleti" anlayışına aykırı bir durumdur ve yönetimde dine üstünlük tanımak
anlamına gelmektedir. Söz konusu 1 ve 2 nci maddelerdeki düzenlemelerin bu açından
da Cumhuriyetin "laik, demokratik, hukuk devleti olma" niteliğine
aykırı düştüğü söylenmelidir.
Hukuk devleti adı verilen yönetim biçiminin gerçekleştirilmesinde
temel unsurlardan birisi de kuvvetler ayrılığıdır. Söz konusu 1 ve 2 nci
maddelerde yapılan düzenlemelerle, yukarıda açıklandığı gibi kıyafet serbestisi
konusunda Anayasa Mahkemesinin verdiği kararları etkisiz kılmak ve Anayasa
Mahkemesinin Anayasaya aykırı gördüğü bir hususu Anayasaya uygun hale
getirebilmek için Anayasal dayanak hazırlamaya yönelinmiş olunması, yukarıda da
açıklandığı gibi yasamanın yargı üzerinde üstünlük kazanması anlamına gelmekte
ve Anayasanın Başlangıç kısmında tanımlanmış olan kuvvetler ayrılığı ve hukukun
üstünlüğü ilkelerinin yanısıra Anayasanın 2 nci maddesinde ifade edilmiş olan
"hukuk devleti" ilkesine de aykırı düşmektedir.
Söz konusu düzenlemelerin Anayasa Mahkemesi kararlarının
bağlayıcılığı ilkesi gözardı edilerek yapılmış olması da yukarıda açıklandığı
gibi "hukuk devleti" ilkesine aykırılık oluşturan bir başka husustur.
5735 sayılı Kanunun 1 ve 2 nci maddelerinde getirilen dinî amaçlı
örtünmeyi de içerecek kıyafet serbestîsinin, Cumhuriyetin Anayasanın 2 nci
maddesinde belirtilen "sosyal devlet" niteliği ile de bağdaşmadığı
görülmektedir. Çünkü yukarıda belirtildiği gibi, dinî esaslı giysiler
bağlamında ortaya çıkacak toplumsal ayrışma, kutuplaşma ve çatışmalar toplumsal
huzuru bozacak ve sosyal devlet adı verilen yönetim biçiminin en önemli yapıcı
unsuru olan sosyal birlik ve dayanışmayı ortadan kaldıracaktır.
Bununla birlikte göz ardı edilmemesi gereken bir nokta da, YÖK
Kanununun Ek 17. madde için AKP ve MHP'nin birlikte verdiği ve Komisyonda
bekleyen Yasa Teklifinin, belli bir inanç grubuna imtiyaz tanıma sonucunu
doğuracak olmasıdır. Belli bir biçimde başını örtenlere yüksek öğrenim hakkı
tanıyan bu düzenleme, Anayasanın 10. maddesine eklenen ibarenin de belli bir
inanç grubuna imtiyaz tanınmasına yönelik olduğunu ortaya koymaktadır.
Bütün bu açıklamalar, 5735 sayılı Kanunun 1 ve 2 nci maddelerinde
yapılan düzenlemelerin Cumhuriyetin Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen
"laik, demokratik, sosyal hukuk devleti" niteliklerine aykırı
düştüklerini ve Anayasanın 4 ncü maddesindeki yasağa karşın, Cumhuriyetin
Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen ve yukarıda açıklanan niteliklerini
değiştirdiklerini ortaya koymaktadır.
2-09.02.2008 tarih ve 5735 sayılı Kanunun 1 ve 2 nci
maddeleriyle yapılan düzenlemelerin Anayasanın 4 ncü maddesi karşısındaki
konumları
"Anayasa Devlet yapısının temelidir. Devlet kuruluşlarının
yapısı ve düzeni, bu kuruluşların yetkileri, görevleri ve birbirleriyle olan
ilişkileri ile karşılıklı durumları, Devlet ve kişilerin haklarıyla ödevleri,
bu hukuksal yapının bütününü oluştururlar. Anayasa düzeni diye
adlandırabileceğimiz bu yapının öyle kuruluşları, hak ve ödev kuralları vardır
ki, bunların hukukun üstün kurallarına ve çağdaş uygarlığın oluşum ve gelişim
süreci gerçeklerine aykırı düşen kimi hükümlere bağlanması, sözü geçen düzenin
bütünlüğünü bozabilir. Anayasamızın 1. maddesinde yer alan "Türkiye
Devleti bir Cumhuriyettir" hükmü bu çeşit kuralların başında yer alır. Bu
hükmün değiştirilmesi, hiç kuşku yok ki, Anayasa yapısını temelinden yıkar.
........ Çağdaş Anayasalar, kendilerini böyle istenmeyen ve uygun
olmayan değişikliklere karşı koruyan ve güvence altına alan hükümleri ve
kuruluşları birlikte getirme yolunu seçmişler ve sonunda sağlamayı
başarmışlardır. Bu nitelikte bir yolu seçmenin bir anlamı da, klâsik demokrasiden
daha ayırımlı bir sistem olarak, Anayasayı yasama organının kendisine ve daha
açık bir deyimle çoğunluğun baskısına karşı koruyacak hükümlere ve kurumlara da
yer verilmiş bulunmasıdır. Böyle bir sisteme gidiş, yurdumuzda siyasal
iktidarın bütün öğeleri ile birlikte ulusa geçişi demek olan Cumhuriyetin
kurulmasından sonra, onu, temelinden sarsacak tutum ve davranışlara karşı
ulusun direnişinin ve yine temeline oturtularak bu kez daha da anayasal ilke ve
güvencelere ve hukuksal kurallarına bağlama zorunluluğunun doğurduğu
gereksinmelerin kaçınılmaz bir sonucu olmuştur.
Bu gereksinmeler 1982 tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 4
ncü maddesine de, "Anayasanın 1 nci maddesindeki Devletin şeklinin
Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin
nitelikleri ve 3 ncü maddesi hükümleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif
edilemez" hükmünün yerleştirilmesine neden olmuştur. (Bkz. Anayasa
Mahkemesinin E. 1973/19, K. 1975/87 sayı ve 15.4.1975 tarihli kararı)"
4 ncü madde incelendiğinde önce bir değişmezlik ilkesi konulduğu,
buna ek olarak da bir teklif yasağı getirildiği görülmektedir.
Anayasanın 4 ncü maddesine göre; Anayasanın 1 nci maddesindeki
Devletin şeklinin Cumhuriyet olduğu hakkındaki hüküm ile 2 nci maddesindeki
Cumhuriyetin nitelikleri ve 3 ncü maddesi hükümlerinde değişmeyi öngören veya
Anayasanın sair maddelerinde yapılan değişikliklerle doğrudan doğruya veya
dolaylı olarak bu ilkeleri değiştirme amacı güden herhangi bir kanun teklif ve
kabul olunamayacaktır. Bu esaslara aykırı olarak çıkarılmış bulunan bir kanunun
Anayasanın mevcut hükümlerinde en küçük bir etki ve değişme yapması veya yeni
bir Anayasa kuralı koyması mümkün değildir.
Anayasanın 4 üncü maddesinde yer alan bu yasak, belli sayıdaki
Türkiye Büyük Millet Meclisi üyesinin esasında kendileri için bir hak teşkil
eden ve niteliği bakımından da bir yasama işlemi olan Anayasa değişikliği
teklif etmelerini önlemektedir. Başka bir deyimle, değişiklik teklifi,
değişmezlik ilkesiyle çatışmıyorsa, Anayasada gösterilen şekil şartlarına uygun
olarak yöntemi içinde yürüyecek ve şayet çatışıyorsa, hiç yapılamayacak, yapılmış
ise yöntemi içinde yürütülemeyecek, yürütülmüş ise kabul edilip
kanunlaşamayacaktır.(Bkz. Anayasa Mahkemesinin E.1970/1, K.1970/31 sayı ve 16.06.1970
tarihli ve E.1973/19, K.1975/87 sayı ve 15.04.1975 tarihli kararı)
Görüldüğü gibi 4 üncü maddedeki yasak, Anayasanın 7 nci
maddesinde TBMM'ne verilmiş olan yasama yetkisi için bir sınır oluşturmaktadır.
Yani, Anayasanın 1, 2 ve 3 üncü maddelerindeki hükümlerin kapsamını oluşturan
konular, yasama erkinin konusal alanının dışında bırakılmış ve bu suretle TBMM,
bu alanda, yasama yetkisini kullanmaktan men edilmiş; yetkisiz kılınmıştır.
Kuşkusuz Anayasanın 7 nci maddesine göre yasama yetkisi
münhasıran Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Ancak TBMM'nin bu yetkisi mutlak
değildir. TBMM bu yetkisini Anayasanın 4, 138 ve 153 üncü maddeleriyle sınırlı
olarak kullanacaktır. Yani Anayasanın 138 inci maddesinin son fıkrasına göre,
mahkeme kararlarına uyacak, mahkeme kararlarını değiştiremeyecek ve bunların
yerine getirilmesini geciktiremeyecek; 153 üncü maddenin son fıkrasına göre de
Anayasa Mahkemesi kararlarının ve gerekçelerinin bağlayıcılığına uyacaktır.
Anayasanın 4 üncü maddesi de TBMM için yetkisizlik alanı çizmiştir.
Bu yetkisizlik 4 ncü maddede"değiştirilemez ve
değiştirilmesi teklif edilemez"şeklinde öylesine açıktır, mutlak ve
emredici bir dille ifade edilmiştir ve bu koruma mekanizmasına öylesine bir
anlam yüklenmiştir ki, aksi yöndeki bir Anayasa değişikliği, Anayasa buyruğu ve
yasağının çiğnenmesi içerikli"ağır ve açık yetki tecavüzü"oluşturacaktır.
Bu tür bir yetki tecavüzü taşıyan bir işlemin "yok" hükmünde
(keenlemyekun) olduğu ve bu nedenle hukuken hiç doğmamış sayılacağı; bu yüzden
hiçbir makam ve kişiyi bağlamayacağı ve uyma ve uygulama görev ve yükümü
getirmeyeceği, Türk hukukunda öğreti ve içtihadın birleştiği doğrulardandır. Bu
tür işlemlerin resen veya istem üzerine "yok"luğunun tespitinin ise,
tüm yargı organlarının doğal yetki alanı içerisinde olduğu tartışmasızdır.
Kuşkusuz burada yetkisizlik kapsamında olanın sadece Anayasanın
ilk üç maddesi olmadığını tekrar belirtmekte yarar vardır.
Anayasanın ilk üç madde dışındaki hükümlerinde yapılacak ve ilk
üç maddede belirtilen hususları değiştirip başkalaştırma sonucunu doğuracak tüm
yasa düzenlemeleri de 4 ncü maddedeki yasağın kapsamına girmektedir. (Bkz.
Prof. Dr. Sait Güran, "Anayasada Türban Değişikliği" Cumhuriyet
Gazetesi, 27.01.2008)
Aksini kabul, Anayasanın ilk üç maddesindeki hükümlerin özünün
Anayasanın diğer maddelerinde yapılacak değişikliklerle boşaltılmasına,
başkalaştırılmasına,"Anayasaya karşı hile"yapılmasına imkân
tanımak anlamına gelecektir.
Bu husus Prof. Dr. Erdoğan Teziç tarafından da, Anayasanın
lâiklik ilkesini düzenleyen 2. maddesi ve onu koruyan 4 üncü maddesi
karşısında, türban yasağının başka Anayasa maddelerinde yapılacak
düzenlemelerle kaldırılamayacağı; böyle bir işe kalkışılırsa bunun 2 nci
maddeyi etkisiz kılmak için"Anayasaya karşı hile"oluşturacağı
yolundaki ifadelerle açıklanmıştır. (Bkz.Prof. Dr. Erdoğan Teziç'in Fikret
Bila'ya yaptığı açıklama, "Yön", Milliyet Gazetesi, 25.01.2008)
Kaldı ki Anayasa Mahkemesi de Anayasanın değiştirilemeyecek
hükümlerinin, Anayasanın diğer maddelerinde yapılacak değişikliklerle
değiştirilmesi halinde, bu tür yasama işlemlerinin de değişiklik yasağının
kapsamına gireceğini, E.1970/1, K.1970/31 sayı ve 16.6.1970 tarihli kararında
şu şekilde ifade etmiştir.
"Bu bakımdan bu ilkelerle değişmeyi öngören veya Anayasanın
sair maddelerinde yapılan değişikliklerle doğrudan doğruya veya dolaylı olarak
bu ilkeleri değiştirme amacı güden herhangi bir kanun teklif ve kabul olunamaz.
Bu esaslara aykırı olarak çıkarılmış bulunan bir kanunun Anayasanın mevcut
hükümlerinde en küçük bir etki ve değişme yapması veya yeni bir Anayasa kuralı
koyması mümkün değildir."
Bu saptamaları yaptıktan sonra iptali istenen 1 ve 2 nci
maddelerin, Anayasanın 4 üncü maddesi karşısında konumunu belirleyebilmek için,
bu maddedeki düzenlemelerin Anayasanın 2 nci maddesindeki hususları değiştirici
veya başkalaştırıcı bir nitelik taşıyıp taşımadığı sorusuna yanıt vermek
gerekir. Bu da yukarıda söz konusu 1 ve 2 nci maddelerin Anayasaya aykırılık
gerekçelerinde açıklanmış ve getirdikleri düzenlemelerin Anayasanın 2 nci
maddesinde belirtilen Cumhuriyetin niteliklerine aykırı düştüğü, bunları
değiştirip başkalaştırdığı sonucuna varılmıştır.
3.09.02.2008 tarih ve 5735 sayılı Kanunun 1 ve 2 nci
Maddelerinin Getirdiği Düzenlemelerin, Anayasa Mahkemesinin Yetki ve Görevleri
Bakımından Konumu
Anayasanın 148 inci maddesinde Anayasa Mahkemesinin Anayasa
değişikliklerini sadece şekil bakımından inceleyeceği ve denetleyeceği; Anayasa
değişikliklerinde şekil denetiminin teklif ve oylama çoğunluğuna ve ivedilikle
görüşülemeyeceği şartına uyulup uyulmadığı hususları ile sınırlı olduğu ifade
edilmiştir.
Bu hüküm karşısında, Anayasa Mahkemesinin Anayasanın 4 üncü
maddesinde belirtilen yasağa karşın Anayasanın ilk üç maddesinde belirtilen
hususları değiştiren bir Anayasa değişikliği hakkında yargısal denetim yapıp
yapamayacağının belirlenmesi gerekmektedir.
Bu belirleme, Anayasanın 4 üncü maddesi dahil, Anayasa
değişikliklerinin teklif edilmesini düzenleyen Anayasa hükümlerinin şekil
kuralı niteliğini taşıyıp taşımadığı saptamasından hareketle yapılmalıdır. Bu
saptama, Anayasa Mahkemesinin E. 1973/19, K.1975/87 sayı ve 15.04.1975 tarihli
kararında yapılmış ve söz konusu kararda Anayasa değişikliklerini teklif etmeyi
düzenleyen Anayasa hükümlerinin yanı sıra bunu yasaklayanların da birer şekil
kuralı olduğunda kuşku bulunmadığı belirtilmiştir.
Ne var ki olayımızda, iptali istenen 1 ve 2 nci maddelerle
getirilmiş olan düzenlemelerin, Anayasanın 4 üncü maddesinde ifadesini bulan
şekil kuralına aykırı olup olmadığının belirlenmesi ancak esasa girilerek yapılacak
bir denetimle yani bu düzenlemelerin içeriğinin Anayasanın ilk üç maddesinde
getirilen ilkelerle bağdaşmayacak, bu nedenle bu ilkeleri değiştirici bir
nitelik taşıyıp taşımadıklarının belirlenmesi yoluyla mümkün olabilecektir.
Bu durumda Anayasa Mahkemesi, TBMM'nin yetkisizliği nedeniyle
yasama yetkisini kullanamayacağı bir alanda yapılan düzenlemeleri içeren söz
konusu 1 ve 2 nci maddeleri, böyle bir"şekil içerisinde esas
denetimi"yapmaya yetkili olmadığı ve şekil denetiminin kapsamının
"teklif ve kabul yetersayılarına ve ivedilikle görüşmeme hususuna uyulup
uyulmadığı" ile sınırlı tutulmuş olduğu gerekçesiyle denetlemekten
kaçınabilecek midir'
Bu soruya kuşkusuz olumsuz yanıt vermek gerekmektedir. Çünkü
Anayasa Mahkemesinin böyle bir denetimi yapamayacağını kabul etmek, Anayasanın
4 üncü maddesinde belirtilen yasağa aykırı yasama işlemlerini yaptırımsız
bırakmak anlamına gelecek; Anayasanın 4 üncü maddesindeki yasağı işlevsiz ve
etkisiz hale sokacak; ağır ve açık bir yetki tecavüzü ile malûl "yok"
hükmündeki bir yasama işleminin yürürlükte kalmasını sağlayacak; Türkiye
Cumhuriyetinin, Anayasanın ilk üç maddesinde belirtilen niteliklerini
güvencesiz bırakacaktır.
Halbuki Anayasamızın ilk 3 maddesinde belirtilen nitelikler,
Türkiye Cumhuriyetinin temelidir. Bu nitelikler değiştirildiği taktirde
Anayasanın yerleşmiş düzeni, ahengi, bütünlüğü ve Devletin niteliği de
başkalaşır. Bu durumda da Devlet yapısının Anayasada tanımlanan ve istenen
biçimde işlemesi söz konusu olamaz.
Bir teklifin kabulünde, kabul yetersayısına ulaşılamamasını iptal
nedeni olarak kabul eden bir Anayasanın, yukarıda ifade edilen durumların
ortaya çıkmasına yol açacak bir şekil aykırılığını, yaptırımsız bırakmayı
tercih etmiş olduğu, kabul edilemez. Böyle bir kabul, TBMM'nin belli bir
çoğunluğunun, değişmez nitelikteki Anayasa hükümlerini, ağır ve açık yetki
tecavüzü teşkil eden yasama işlemleriyle bertaraf etmesine veusul
saptırmalarınakapıyı ardına kadar açmak; anlamına gelir. Böyle bir
durumun ise, Anayasa ve hukukta yeri olamaz. Çünkü bu, hukukun genel ilkelerine
aykırı düşer. (Bkz. Prof. Dr. Sait Güran, "Anayasa'da Türban
Değişikliği", Cumhuriyet Gazetesi, 27.01.2008) Prof. Dr. Erdoğan Teziç'in
Fikret Bila'ya yaptığı açıklamalar "Yön", Milliyet Gazetesi,
25.01.2008 ve 9.02.2008,
Anayasanın 148 inci maddesindeki, Anayasa değişikliklerinde şekil
denetiminin "teklif ve ..................... şartına uyulup
uyulmadığı" hususlarıyla sınırlı olduğunu ifade eden hüküm aslında böyle
bir denetime engel değil dayanaktır. Çünkü "teklif ........." şartına
uyulup uyulmadığının incelenmesi yetkisi, Anayasa değişikliklerine ilişkin
tekliflerde Anayasanın 4 üncü maddesindeki yasağa uyulup uyulmadığının da
denetlenmesini gerektirir.
Kaldı ki Anayasanın 4 üncü maddesindeki değiştirilmezlik
ilkesinin gereği olarak, bir teklifin Anayasada öngörülen sayılarla teklif veya
kabul edilip edilmediğinin incelenebilmesi için öncelikle ortada hukuken sonuç
doğurabilecek bir teklifin bulunması gerekir. Bu nedenle teklif ve kabul
yetersayılarını denetleme konusunda verilen bir yetkinin, bir Anayasa
değişikliği söz konusu olduğunda evleviyetle"teklifin Anayasanın 4 üncü
maddesine uygunluk bağlamında hukuken geçerli olup olmadığını" inceleme
yetkisi"nide içerdiğini söylemek gerekir.
Bu açıklamalara göre varılacak sonuç, Anayasa Mahkemesinin, 5735
sayılı kanunun 1 ve 2 nci maddelerinin Anayasaya uygunluğunu inceleyebileceği
ve söz konusu maddelerin Anayasanın 10 ve 42 nci maddelerini değiştiren
hükümlerinin Cumhuriyetin Anayasanın 2 nci maddesinde belirtilen niteliklerini
de değiştirip değiştirmediğini belirledikten sonra, değiştirdiğine karar
vermesi halinde bu hükümleri Anayasanın 4 üncü maddesindeki değiştirme yasağına
aykırılık nedeniyle iptal edebileceğidir.
Düşünülebilecek ikinci seçenek ise, Anayasa Mahkemesinin yasama
organının yetkisiz olduğu bir alanda yaptığı düzenlemeler niteliğindeki 1 ve 2
nci maddelerin "yok hükmünde" olduklarına karar vermesidir.
Türk hukuku, yukarıda da belirtildiği gibi, "bir hukukîişlemin yokluğu"
iddiasının her mahkemede öne sürülebileceğini ve "yokluk tespiti"nin
istem üzerine veya resen her mahkeme tarafından yapılabileceğini; "yokluk
tespiti" yetkisinin mahkemelerin herhangi bir yerde yazılı olması
gerekmeyen "genel bir yetki ve görev"i olduğunu kabul
etmektedir.
Yukarıda söz konusu 1 ve 2 nci maddelerle yapılan düzenlemelerin,
Anayasanın 4 ncü maddesinde yasama organına vermediğini açıkça belirttiği yani
Anayasadan kökenlenmeyen bir yetkinin Anayasanın 6 ncı maddesine aykırı olarak
kullanılması nedeniyle "yok hükmünde" oldukları ifade edilmiştir.
Bu durum karşısında ve bu seçenek çerçevesinde, Anayasa
Mahkemesi, Anayasanın 4 ncü maddesinin vermediği bir yetkinin kullanılması
yoluyla dolaylı bir biçimde Anayasanın 2 nci maddesindeki Cumhuriyetin
niteliklerini değiştiren 5735 sayılı Kanunun 1 ve 2 nci maddelerinin yok
hükmünde olduğuna ilişkin iddiayı inceleyebilecek ve Cumhuriyetin Anayasanın 2
nci maddesinde belirtilen niteliklerinde doğrudan veya dolaylı bir değişiklik
yapıldığını tespit etmesi halinde, söz konusu 1 ve 2 nci maddelerin "yok hükmünde"
olduğunu karara bağlayabilecektir.
YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ
09.02.2008 tarih ve 5735 sayılı "Türkiye Cumhuriyeti
Anayasasının Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun"un 1 ve 2
nci maddelerinin, Anayasanın 2 nci maddesinde ifade edilen Cumhuriyetin
niteliklerini, Anayasanın 10 ve 42 nci maddelerine yaptıkları eklemelerle
dolaylı bir biçimde değiştirdikleri yukarıda gerekçeleriyle açıklanmıştır.
Böyle bir durum Anayasanın 4 üncü maddesinde belirtilen değiştirme yasağına
aykırıdır. Anayasanın 4 üncü maddesinin yasakladığı bir alanda, Anayasanın
vermediği bir yasama yetkisinin kullanılması suretiyle yapılan bu Anayasa
değişikliklerinin yok hükmünde olduğuna karar verilmesi veya iptal edilmesi
gerektiği düşünülmektedir.
Ancak söz konusu hususlarda Anayasa Mahkemesinin kararı yürürlüğe
girinceye kadar geçecek süre içinde bu Anayasa değişikliklerinin yürürlükte
kalması, Türkiye Cumhuriyetinin temel niteliklerini yitirmesine, başkalaşmasına
yol açacak; bu değişikliklere dayalı olarak bir takım kanunların yapılmasına
imkân tanıyacaktır.
Bu süre içerisinde türban ve benzeri dinî inançlı giysiler hızla
kamu hizmetlerinden veya yükseköğrenim hakkından yararlananlar arasında
yayılarak, kamu yönetimine taşınacak; dinî amaçlı giysi eksenindeki toplumsal
bölünme, ayrımcılık, kutuplaşma, etki ve baskı süreçlerinin kontrol
edilemeyecek boyutlara ulaşması söz konusu olabilecektir. Bu durumun ise kamu
düzenini, toplum huzur ve beraberliğini giderilmesi mümkün olmayacak ölçülerde
zedeleyeceği ortadadır.
Anayasa değişikliği yürürlüğe girmeden önce getirilen
düzenlemelerin toplumda türban taraftarı ve aleyhtarı ayrışmasına, tepkilere ve
buna bağlı gösterilere neden olduğu bilinmektedir.
Anayasa değişikliğinin yürürlüğe girmesinden hemen sonra
Yükseköğretim Kurumu Başkanının üniversitelere, türbanlıların alınacağına
ilişkin olarak gönderdiği yazıya, pek çok üniversite rektörünün türbanın
serbest bırakılması için yeni bir düzenleme yapılmasını gerekli bularak
uymaması sonucunda ortaya çıkan karmaşa; türbanlılar ile türbana hayır diyen
öğrencilerin ve türbanlıları dersliklere almayan üniversite yöneticilerinin
arasında şimdiden kendisini gösteren ve giderek yaygınlaşan gerginlikler de
yukarıda ifade edilen endişelerin yersiz olmadığını kanıtlamaktadır.
Anayasa değişiklikleri gündeme girdikten sonra, tesettürlü
olmayan kadınlara yönelik olarak yurdun çeşitli yörelerinde görülen saldırılar
da, geleceğe yönelik endişeler bakımından, görmezden gelinemeyecek kadar önemli
ve tehlikeli gelişmelerdir.
Sonradan giderilemeyecek böylesi zarar ve tehlikelerin önlenmesi
için, söz konusu 1 ve 2 nci maddelerin yürürlüklerinin dava sonuçlanıncaya
kadar durdurulması gerekmektedir.
SONUÇ VE İSTEM
09.02.2008 tarih ve 5735 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının
Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 1 ve 2 nci maddelerinin
"yok hükmünde olduklarına veya iptallerine karar verilmesi ve dava
sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulması istemini saygı ile arz
ederiz.""