ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı:1979/1
Karar Sayısı:1979/30
Karar günü:21/6/1979
Resmi Gazete
tarih/sayı:14.1.1980/16869
İPTAL DAVASINI AÇAN: Adalet Partisi Cumhuriyet Senatosu Grubu.
İPTAL DAVASININ KONUSU : 4/10/1978 günlü, 2172 sayılı
"Devletçe işletilecek Madenler Hakkında Kanun"un, Anayasa'nın 1., 2.,
4., 5., 8., 10., 12., 31., 32., 38., 39., 40., 42., 64., 85., 91., 92., 114.,
130., 132., ve 147. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüş ve iptaline karar
verilmesi istenmiştir.
II. METİNLER:
A. İptali istenen yasa :
Dava konusu 4/10/1978 günlü, 2172 sayılı "Devletçe
işletilecek Madenler Hakkında Kanun", 14/10/1978 günlü, 16434 sayılı Resmî
Gazete'de yayımlanmış olup, burada tüm metnin yazılmasına gerek görülmemiştir.
(V. Tertip Düstur, Cilt 17, Sayfa : 86)
B. Dayanılan Anayasa kuralları:
"Madde l - Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir."
"Madde 2 - Türkiye Cumhuriyeti, insan haklarına ve
Başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, millî, demokratik, lâik ve
sosyal bir hukuk devletidir."
"Madde 4 - Egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir.
Millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili
organlar eliyle kullanır.
Egemenliğin kullanılması, hiçbir suretle belli bir kişiye,
zümreye veya sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ, kaynağını Anayasadan
almıyan bir devlet yetkisi kullanamaz."
"Madde 5 - Yasama yetkisi Türkiye Büyük Millet
Meclisinindir. Bu yetki devredilemez."
"Madde 8 - Kanunlar Anayasaya aykırı olamaz.
Anayasa hükümleri, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare
makamlarını ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır."
"Madde 10 - Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz,
devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.
Devlet, kişinin temel hak ve hürriyetlerini, fert huzuru, sosyal
adalet ve hukuk devleti ilkeleriyle bağdaşamıyacak surette sınırlıyan siyasî,
iktisadî ve sosyal bütün engelleri kaldırır; insanın maddî ve mânevi varlığının
gelişmesi için gerekli şartları hazırlar."
"Madde 12 - Herkes, dil, ırk, cinsiyet, siyasî düşünce,
felsefî inanç, din ve mezhep ayrımı gözetilmeksizin, kanun önünde eşittir.
Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz
tanınamaz."
"Madde 31 - Herkes, meşru bütün vasıta ve yollardan
faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya dâvâlı olarak, iddia
ve savunma hakkına sahiptir.
Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki dâvaya bakmaktan
kaçınamaz."
"Madde 32 - (20/9/1971 günlü, 1488 sayılı Yasa ile değişik)
Hiçkimse, kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz.
Bir kimseye kanunen tabi olduğu mahkemeden başka bir merci
önünde çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip olağanüstü merciler
kurulamaz."
"Madde 38 - (20/9/1971 günlü, 1488 sayılı Yasa ile değişik)
Devlet ve kamu tüzel kişileri, kamu yararının gerektirdiği hallerde,
karşılıklarını peşin Ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malları,
kanunla gösterilen esas ve usullere göre, tamamını veya bir kısmını
kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde idari ittifaklar kurmaya yetkilidir.
Çiftçinin topraklandırılması, ormanların Devletleştirilmesi,
yeni orman yetiştirilmesi ve iskân projelerinin gerçekleştirilmesi amaçlarıyla
kamulaştırılan taşınmaz mal ve kıyıların korunması ve turizm amacıyla
kamulaştırılan toprak bedellerinin ödeme şekli kanunla gösterilir.
Kanunun taksitle Ödemeyi öngördüğü hallerde çiftçinin
topraklandırılması, ormanların Devletleştirilmesi, yeni orman yetiştirilmesi ve
iskân projelerinin gerçekleştirilmesi için konulacak süre yirmi yılı; kıyıların
korunması ve turizm amacıyla yapılacak kamulaştırmalarda ise bu süre on yılı
aşamaz. Bu takdirde eşit olarak ödenir ve kanunla gösterilen faiz haddine
bağlanır.
Kamulaştırılan topraktan, o toprağı doğrudan doğruya işleten
çiftçinin hakkaniyet ölçüleri içinde geçinebilmesi için zaruri olan ve kanunla
gösterilen kısmın ve küçük çiftçinin kamulaştırılan toprağının bedeli her halde
peşin ödenir."
"Madde 39 - Kamu hizmeti niteliği taşıyan özel teşebbüsler,
kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılığı kanunda gösterilen
şekilde ödenmek şartıyla devletleştirilebilir. Kanunun taksitle ödemeyi
öngördüğü hallerde, ödeme süresi on yılı aşamaz ve taksitler eşit olarak
ödenir; bu taksitler, kanunla gösterilen faiz haddine bağlanır."
"Madde 40 - Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme
hürriyetlerine sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak serbesttir.
Kanun, bu hürriyetleri, ancak kamu yararı amacıyla
sınırlıyabilir.
Devlet, özel teşebbüslerin millî iktisadın gereklerine ve sosyal
amaçlara uygun yürümesini güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlıyacak
tedbirleri alır."
"Madde 42 - Çalışma herkesin hakkı ve ödevidir.
Devlet, çalışanların insanca yaşaması ve çalışma hayatının
kararlılık içinde gelişmesi için, sosyal, iktisadî ve malî tedbirlerle
çalışanları korur ve çalışmayı destekler işsizliği önleyici tedbirleri alır.
Angarya yasaktır.
Memleket ihtiyaçlarının zorunlu kıldığı alanlarda vatandaşlık
Ödevi niteliği alan beden veya fikir çalışmalarının şekil ve şartları,
demokratik esaslara uygun olarak kanunla düzenlenir."
"Madde 64 - (20/9/1971 günlü, 1488 sayılı Yasa ile değişik)
Kanun koymak değiştirmek ve kaldırmak, Devletin bütçe ve kesinhesap kanun
tasarılarını görüşmek ve kabul etmek, para basılmasına, genel ve özel af
ilânına, mahkemelerce verilip kesinleşen ölüm cezalarının yerine getirilmesine
karar vermek, Türkiye Büyük Millet Meclisinin yetkilerindendir.
Türkiye Büyük Millet Meclisi Kanunla, belli konularda, Bakanlar
Kuruluna kanun hükmünde kararnameler çıkarmak yetkisi verebilir. Yetki veren
kanunda, çıkarılacak kararnamelerin amacı, kapsamı ve ilkeleriyle, bu yetkiyi
kullanma süresinin ve yürürlükten kaldırılacak kanun hükümlerinin açıkça
gösterilmesi ve kanun hükmünde kararnamede de yetkinin hangi kanunla verilmiş
olduğunun belirtilmesi lâzımdır.
Bu kararnameler, Resmî Gazete'de yayımlandıkları gün yürürlüğe
girerler. Ancak, kararnamede yürürlük tarihi olarak daha sonraki bir tarih de
gösterilebilir. Kararnameler Resmî Gazete'de yayımlandıkları gün Türkiye Büyük
Millet Meclisine sunulur.
Yetki kanunları ve Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulan
kararnameler, Anayasanın ve yasama meclisleri içtüzüklerinin kanunların
görüşülmesi için koyduğu kurallara göre, ancak, komisyonlarda ve genel
kurullarda diğer kanun tasarı ve tekliflerinden önce ve ivedilikle görüşülüp
karara bağlanır.
Yayımlandıkları gün Türkiye Büyük Millet Meclisine sunulmayan
kararnameler, bu tarihte, Türkiye Büyük Millet Meclisince reddedilen
kararnameler bu kararın Resmî Gazete'de yayımlandığı tarihte yürürlükten
kalkar. Değiştirilerek kabul edilen kararnamelerin değiştirilmiş hükümleri, bu
değişikliklerin Resmî Gazete'de yayımlandığı gün yürürlüğe girer.
Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer
alan temel hak ve hürriyetler ile dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve
ödevler kanun hükmünde kararnamelerle düzenlenemez. Anayasa Mahkemesi, bu
kararnamelerin Anayasaya uygunluğunu da denetler."
"Madde 85 - Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Meclisler,
çalışmalarını kendi yaptıkları içtüzüklerin hükümlerine göre yürütürler.
İçtüzük hükümleri, siyasi parti gruplarının, Meclislerin bütün
faaliyetlerine kuvvetleri oranında katılmalarını sağlayacak yolda düzenlenir.
Siyasî parti gurupları, en az on üyeden meydana gelir.
Meclisler, kendi kolluk işlerini Başkanları eliyle düzenler ve
yürütürler."
"Madde 91 - Kanun teklif etmeye, Bakanlar kurulu ve Türkiye
Büyük Millet Meclisi üyeleri yetkilidirler.
Üyeler, kendi tekliflerini her iki meclisin ilgili
komisyonlarında savunabilirler."
"Madde 92 - Kanun tasarı ve teklifleri önce Millet
Meclisinde görüşülür.
Millet Meclisinde kabul, değiştirilerek kabul veya reddedilen
tasarı ve teklifler Cumhuriyet Senatosuna gönderilir.
Millet Meclisinde kabul edilen metin, Cumhuriyet Senatosunca
değişiklik yapılmadan kabul edilirse, bu metin kanunlaşır.
Cumhuriyet Senatosu, kendisine gelen metni değiştirerek kabul ederse,
Millet Meclisinin bu değişikliği benimsemesi halinde metin kanunlaşır.
Millet Meclisi, Cumhuriyet Senatosundan gelen metni
benimsemezse, her iki Meclisin ilgili komisyonlarından seçilecek eşit sayıdaki
üyelerden bir karma komisyon kurulur. Bu komisyonun hazırladığı metin Millet
Meclisine sunulur. Millet Meclisi, karma komisyonca veya Cumhuriyet Senatosunca
veya daha önce kendisince hazırlanmış olan metinlerden birini olduğu gibi kabul
etmek zorundadır. Cumhuriyet Senatosunda üye tamsayısının salt çoğunluğu ile
kabul edilmiş olan madde değişikliklerinde, Millet Meclisinin kendi ilk metnini
benimsemesi için, üye tamsayısının salt çoğunluğunun oyu gereklidir. Bu halde
açık oya başvurulur.
Millet Meclisinin reddettiği bir tasarı veya teklif, Cumhuriyet
Senatosunca da reddedilirse düşer.
Millet Meclisinin reddettiği bir tasarı veya teklif, Cumhuriyet
Senatosunca olduğu gibi veya değiştirilerek kabul edilirse, Millet Meclisi,
Cumhuriyet Senatosunun kabul ettiği metni yeniden görüşür. Cumhuriyet
Senatosunun metni Millet Meclisince benimsenirse, kanunlaşır; reddedilirse,
tasan veya teklif düşer; Cumhuriyet Senatosundan gelen metin Millet Meclisince
değiştirilerek kabul edilirse, 5 inci fıkra hükümleri uygulanır.
Cumhuriyet Senatosunca üye tamsayısının salt çoğunluğu ile tümü
reddedilen bir metnin Millet Meclisi tarafından kabulü için, üye tamsayısının
salt çoğunluğunun oyu lâzımdır. Bu halde açık oya başvurulur.
Cumhuriyet Senatosunca üye tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile
tümü reddedilen bir metnin kanunlaşabilmesi, Millet Meclisi tarafından üye
tamsayısının üçte iki çoğunluğu ile kabul edilmesine bağlıdır. Bu halde açık
oya başvurulur.
Cumhuriyet Senatosu, kendisine gönderilen bir metni, Millet
Meclisi komisyonlarında ve genel kurulundaki görüşme süresini aşmayan bir süre
içinde karara bağlar; bu süre üç ayı geçemez ve ivedilik hallerinde onbeş
günden, ivedi olmayan hallerde bir aydan kısa olamaz. Bu süreler içinde karara
bağlanmayan metinler, Cumhuriyet Senatosunca, Millet Meclisinden gelen şekliyle
kabul edilmiş sayılır. Bu fıkrada belirtilen süreler Meclislerin tatili
devamınca işlemez.
Yasama Meclislerinin ve mahallî idarelerin seçimleri ve siyasi
partilerle ilgili tasarı ve tekliflerin kabul veya reddinde yukardaki fıkralar
hükümleri uygulanır. Ancak, karma komisyon kurulmasını gerektiren hallerde,
karma komisyonun raporu, Türkiye Büyük Millet Meclisinin birleşik toplantısında
görüşülür ve karara bağlanır; Türkiye Büyük Millet Meclisinin birleşik
toplantısında Millet Meclisinin ilk metninin kabulü için üye tamsayısının salt
çoğunluğunun oyu lâzımdır. 8 inci ve 9 uncu fıkralar hükümleri saklıdır."
"Madde 114 - (20/9/1971 günlü, 1488 sayılı Yasa ile
değişik) idarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıktır.
Yargı yetkisi, yürütme görevinin kanunlarda gösterilen şekil ve
esaslara uygun olarak yerine getirilmesini sınırlayacak tarzda kullanılamaz.
İdari eylem ve işlem niteliğinde yargı kararı verilemez.
İdarenin işlemlerinden dolayı açılacak dâvalarda süre aşımı,
yazıtı bildirim tarihinden başlar.
İdare kendi eylem ve işlemlerinden doğan zararı ödemekle
yükümlüdür."
"Madde 130 - Tabiî Servetler ve kaynakları, Devletin hüküm
ve tasarrufu altındadır. Bunların aranması ve işletilmesi hakkı Devlete aittir.
Arama ve işletmenin Devletin özel teşebbüsle birleşmesi suretiyle veya doğrudan
doğruya özel teşebbüs eliyle yapılması, kanunun açık iznine bağlıdır."
"Madde 132 - Hâkimler, görevlerinde bağımsızdırlar;
Anayasaya, kanuna hukuka ve vicdani kanaatlarına göre hüküm verirler.
Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin
kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez, genelge
gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.
Görülmekte olan bir dâva hakkında Yasama Meclislerinde yargı
yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz, görüşme yapılamaz veya
herhangi bir beyanda bulunulamaz. Yasama ve yürütme organları ile idare,
mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını
hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini
geciktiremez."
"Madde 147 - (20/9/1971 günlü, 1488 sayılı Yasa ile
değişik)Anayasa Mahkemesi, kanunların ve Türkiye Büyük Millet Meclisi
içtüzüklerinin Anayasaya, Anayasa değişikliklerinin de Anayasada gösterilen
sekil şartlarına uygunluğunu denetler.
Cumhurbaşkanını, Bakanlar Kurulu Üyelerini, Yargıtay, Danıştay,
Askeri Yargıtay, Yüksek Hâkimler Kurulu ve Sayıştay Başkan ve Üyelerini
Cumhuriyet Başsavcısını, Başkanun sözcüsünü, Askeri Yargıtay Başsavcısını ve
kendi üyelerini görevleriyle ilgili suçlardan dolayı Yüce Divan sıfatiyle
yargılar ve Anayasa ile verilen diğer görevleri yerine getirir.
Anayasa Mahkemesinin, Yüce Divan sıfatiyle yargılamasında
savcılık görevini Cumhuriyet Başsavcısı yapar."
İLK İNCELEME:
Anayasa Mahkemesi İçtüzüğünün 15. maddesi uyarınca Şevket
Müftügil, Ahme H. Boyacıoğlu, Muhittin Gürün, Lûtfi Ömerbaş, Ahmet Erdoğdu,
Osman Tokcan, Ahmet Salih Çebi, Muammer Yazar, Adil Esmer, Nahit Saçlıoğlu,
Hüseyin Karamüstantikoğlu, Kenan Terzioğlu, Necdet Darıcıoğlu, Bülent Olçay ve
Yekta Güngör Özden'in katılmalarıyla 25/1/1979 gününde yapılan ilk inceleme
toplantısında, dosyanın eksiği olmadığından işin esasının incelenmesine
oybirliğiyle karar verilmiştir.
IV. ESASIN İNCELENMESİ :
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı yetkililerince 10/5/1979
gününde yapılan sözlü açıklamalar dinlendikten ve işin esasına ilişkin rapor,
iptali istenen yasa, Anayasa'nın, başka yasaların ve yasama meclisleri
içtüzüklerinin ilgili hükümleri, bu hükümlerin gerekçeleri ile öteki yasama
belgeleri incelendikten sonra, gereği görüşülüp düşünüldü :
A. Biçim Yönünden inceleme :
Davacının ileri sürdüğü Anayasa'ya aykırılık savlarından biçime
ilişkin olanlar iki kesimde toplanmaktadır :
l - Davacı, yasa tasarısının Millet Meclisi Adalet Komisyonu ile
Cumhuriyet Senatosu Anayasa ve Adalet Komisyonunda ve her iki Meclisin Sosyal
işler Komisyonlarında görüşülmeden genel kurullara getirildiğini, bu durumun
içtüzüklere ve Anayasa ya aykırı olduğunu ileri sürmektedir.
Bu savın geçerli sayılabilmesi için, Meclislerin içtüzüklerinde,
tasarının Millet Meclisi Adalet Komisyonu, Cumhuriyet Senatosu Anayasa ve
Adalet Komisyonu ve her iki Meclisin Sosyal işler Komisyonlarında görüşülmesini
zorunlu tutan hükümlerin bulunması gerekir. Oysa her iki içtüzükte de bu yolda
bir hüküm yer almamakta, Millet Meclisi içtüzüğünün 23. ve 74. maddeleri ile,
Cumhuriyet Senatosu İçtüzüğünün 17/c. ve 23. maddeleri, ilke olarak,
komisyonların saptanması ve tasarı ve tekliflerin komisyonlara gönderilmesi
yetkisini her iki Meclisin Başkanlarına ve kimi durumlarda Cumhuriyet Senatosu
Başkanlık Divanına vermiş bulunmaktadır. Yalnızca 16/10/1962 günlü, 77 sayılı
Yasanın 3. maddesi, her iki Meclisin plân komisyonlarının yetkileri bakımından
buyurucu hükümler içermekte ise de, incelenmekte olan yasanın bu komisyonlarda
görüşülmesinde adı geçen yasaya ve Anayasa'ya aykırı bir yön saptanamamıştır.
Öte yandan, tasarıların komisyonlara gönderilmesi konusunu
düzenleyen içtüzük hükümlerinde, ayrıca, milletvekillerinin ya da Cumhuriyet
Senatosu üyelerinin veya Hükümetin, genel kurullarda, oturum ya da birleşimin
başında bu göndermeye itiraz etme hakları da saklı tutulmuş olup, tasarı ile
ilgili olarak Millet Meclisi Genel Kurulunda böyle bir itiraz yapılmamış,
Cumhuriyet Senatosu Genel Kurulunda yapılan itiraz ve verilen önergeler ise
oylanarak reddedilmiştir.
Davacı, tasarının başka komisyonlardan da geçirilmesi gerektiği
konusunda Cumhuriyet Senatosu Genel Kurulunda verilen Önergelerin birleşimin
başında görüşülmemesi ve önerge sahibine söz verilmemesini de, ayrıca
Anayasa'ya aykırı bir durum olarak nitelendirmektedir. Gerçekten, bu
önergelerin, tasarının öncelik ve ivedilikle görüşülmesine ilişkin Önerge
oylandıktan sonra ele alındığı anlaşılmakta ve bu durum Cumhuriyet Senatosu
içtüzüğünün 23. maddesi hükmüne uygun düşmemekte ise de, önergelerin, gecikme
ile de olsa, o birleşimde görüşülerek oylanmış bulunması karşısında, söz konusu
aykırılık Yasama Meclisinin iradesini etkileyici nitelikte görülmemiştir.
2 - Davacı, Yasa tasarısının Cumhuriyet Senatosu Mali ve
iktisadi işler Komisyonu ile Bütçe ve plân Komisyonunda, 48 saatlik bekleme
süresine uyulmadan ve kimi üyelere önceden haber verilmeden görüşüldüğünü,
ayrıca, Mali ve İktisadi İşler Komisyonunun salt çoğunluk sağlanmadan
toplandığını ve Komisyon çalışmalarının, Meclislerin bir içtüzük değişikliği
nedeniyle yaptıkları olağanüstü toplantıda görüşmelerin sürdürülmesine karar
alındıktan sonra yürütülüp tamamlandığını da ileri sürmektedir.
Cumhuriyet Senatosu İçtüzüğünün 28. maddesinde, komisyonların,
"acele işler hariç olmak üzere", kendilerine gönderilen işlerin
görüşülmesine ancak 48 saat sonra başlayacakları hüküm altına alınmıştır. Her
ne kadar bu olayda, komisyonların tasarının "acele işlerden
sayılması" yolunda bir karar aldıkları anlaşılmamakta ise de, tasarıyı bu
sürenin dolmasını beklemeden görüşmeleri, kuşkusuz, ellerindeki işi "acele"
saydıklarını eylemli biçimde açıklamaları anlamına gelmektedir. Kaldı ki bu
durum içtüzüğe uygun görülmese bile, tasarının gönderilen komisyonların tümünde
görüşülmüş olması ve son sözün Genel Kurulda bulunması karşısında, bu biçim
eksikliği Meclis iradesinin ortaya çıkmasını engelleyecek önem ve ağırlıkta
değildir.
Öte yandan, 19 üyeli Mali ve İktisadi İşler Komisyonunun 10 üye
ile, 15 üyeli Bütçe ve Plân Komisyonunun 11 üye ile toplanmış bulunmaları,
toplantının üyelere önceden duyurulmadığı savının aksini kanıtlar nitelikte
olduğu gibi, davacı, bu savını destekleyecek başkaca bir kanıt da ileri
sürmemiştir.
Son olarak, belli bir konuyu görüşmek için yapılan olağanüstü
toplantıda, bu konu için gerekli işlemler tamamlandıktan sonra, çalışmaların
sürdürülmesine karar verilebileceği, Anayasa'nın 83/son maddesine dayanarak,
Millet Meclisi İçtüzüğünün 7. maddesinin son fıkrasında hüküm altına alındığına
göre, Cumhuriyet Senatosu Komisyonlarının bu dönemde çalışmış olmalarının da
İçtüzüğe ve Anayasa'ya aykırı düşen bir yönü bulunmamaktadır.
Bu konuyla ilgili olarak şu noktanın belirtilmesinde de yarar
vardır: Komisyonlar, Meclisler adına görev yapmak üzere İçtüzükle kurulmuş
olduklarından, çalışmalarında İçtüzük hükümlerine aykırı görülen durumların,
tasarı ya da teklif Genel Kurulda gürüşülürken ileri sürülmesi olanak
içindedir. Bu yasa tasarısının Cumhuriyet Senatosunda görüşülmesinde,
Komisyonların çalışmalarına ilişkin böyle bir itiraz da ileri sürülmemiştir.
Böylece, biçime ilişkin olarak davacının ileri sürdüğü savlar
Anayasa'ya aykırılığın kabulü için yeterli bulunmamış ve yasanın Meclislerde
Anayasa'ya aykırı biçimde görüşüldüğünü gösteren başka bir durum da
saptanamamış olduğundan, biçim yönünden iptale ilişkin istemin reddine karar
verilmelidir.
B. Öz yönünden inceleme :
l - Yasanın tümü yönünden inceleme :
Davacı, yasanın tümü yönünden Anayasa'ya aykırı olduğu savının
gerekçesi olarak, Anayasa'nın 131. maddesinde ormanlar için Devlet yararına bir
tekel öngörülmesine karşı, madenlerle ilgili hükümleri içeren 130. maddede
Devletin yanında özel teşebbüsün çalışmasına da olanak sağlandığına göre, özel
teşebbüse bir yasa ile verilen bu iznin ancak yine bir yasa ile ve "kamu
yararı" öğesinin yargı denetimine olanak sağlar biçimde yasada açıkça
belirtilmesi koşuluyla geri alınabileceğini, bunun yönteminin ise Anayasa'nın
38. ve 39. maddelerinde kamulaştırma ve devletleştirme olarak belirtildiğini,
iptali istenen yasanın bu yönlerden Anayasa'nın 38. 39. 114. ve 147.
maddelerine aykırı olduğunu, ayrıca, yasa ile Bakanlar Kuruluna verilen
yetkinin, Anayasa'nın 64. maddesinde gösterilen yasa hükmünde kararnamenin
koşullarına da uygun bulunmadığını ileri sürmektedir.
Gerek davacı tarafından ileri sürülen Anayasa'ya aykırılık
savlarının, gerek bu konuda ortaya çıkan başka sorunların gereği gibi
tartışılıp kesin bir sonuca varılabilmesi, öncelikle, iptali istenen yasanın,
konusu, içeriği ve kapsamı bakımından taşıdığı özelliklerin ortaya konulmasına
ve yasanın, ilgili Anayasa maddeleri yanında, maden hukukunu düzenleyen öteki
hükümlerle olan ilişkisinin belirtilmesine bağlıdır.
Anayasa'nın 130. maddesi, doğal zenginlikler ve kaynaklarının
Devletin "hüküm ve tasarrufu" altında olduğunu açıkladıktan sonra,
bunların aranması ve işletilmesi hakkının Devlette olduğu ilkesini koymaktadır.
Maddenin son tümcesi ise, bu ilkeden ayrık olarak, arama ve işletmenin,
Devletin özel teşebbüsle birleşmesi yoluyla ya da doğrudan özel teşebbüs eliyle
yapılabilmesini yasanın açık iznine bağlı tutmaktadır.
Bu maddenin, Anayasa'mızın sosyal içeriğini belirleyen önemli
hükümlerden biri olduğunda kuşku yoktur. Ancak, söz konusu Anayasa hükmünün bu
davada üzerinde özellikle durulması gereken yönü, madenlerin ve bunların aranma
ve işletilmesinin hukuksal niteliğini belirtmekte olmasıdır.
Gerçekten, Devletin hüküm ve tasarrufu altında olan doğal
zenginlikler ve kaynaklarının aranma ve işletilmesinin ilke olarak Devletin
görevi sayılması, Anayasa Koyucunun bu isleri "kamu hizmeti"
niteliğinde gördüğünün açık kanıtıdır. Böyle olunca da, maddenin son tümcesi
uyarınca özel teşebbüsün madenî Devletle birlikte ya da tek başına arayıp
işletebilmesi, başka bir deyişle bu kamu hizmetinin özel teşebbüs eliyle veya
onun katılmasıyla görülebilmesi, Devletin arama izni vermesi ya da Devletle
özel teşebbüs arasında işletme konusunda bir "yönetsel sözleşme"
yapılması zorunluluğunu ortaya çıkarmaktadır.
3/3/1954 günlü, 6309 sayılı Maden Yasası, Anayasa'nın 130.
maddesinin son tümcesinde sözü edilen "izin" i vermektedir. Bu yasa
ile Özel teşebbüse madencilik alanında etkinlikte bulunma olanağı tanınmakta,
aslında, Devletçe yerine getirilmesi gereken bu kamu hizmetinin, özel
teşebbüsçe, Devletin gözetim ve denetimi altında nasıl yapılacağı
gösterilmekte, yasa ve yönetsel sözleşme hükümlerine uyulmaması durumunda,
Devlete, bu izni geri alma ve sözleşmeye son verme yetkisi tanınmaktadır.
İptali istenen 2172 sayılı Yasa İse, Maden Yasasında
Öngörülmeyen başka bir sorunu ele almakta ve özel teşebbüsün yasaya ve yönetsel
sözleşmeye aykırı bir davranışı bulunmasa bile, bu kamu hizmetinin doğrudan
Devletçe yerine getirilmesi zorunluğunun ortaya çıkması durumunda, Devletin
"izin" e ve "sözleşme" ye nasıl son verebileceğini ve son
vermenin hangi sonuçları doğuracağını düzenlemektedir.
Yönetim hukukunun genel ilkelerine göre, yönetsel izin ve
sözleşmelere yönetimce tek yanlı olarak her zaman son verilebilir. Ancak, maden
işletmesinin Anayasa'nın 130. maddesinden kaynaklanan Özgün nitelikleri ve
özellikle işletmenin öğelerinden birini oluşturan maden rezervinin Devletin
"hüküm ve tasarrufunda" bulunması nedeniyle burada yönetim hukukunun
genel ilkelerinin -söz gelimi "rachat" hükümlerinin- tümüyle
uygulanmasına olanak bulunmadığından. Yasa Koyucunun, bu konuda özel bir yasal
düzenleme getirmeyi gerekli gördüğü anlaşılmaktadır.
Bu açıklamalardan çıkan ilk sonuç, iptali istenen yasanın, kimi
yönetsel izin ve sözleşmelere Devletçe son verilmesi konusunu düzenlemekte
olduğu ve izin hakkına ya da sözleşmesine son verilen özel teşebbüsün elindeki
taşınmazların kamulaştırılmasına ilişkin hükümleri içermekle birlikte, bir
"devletleştirme yasası" sayılmasına olanak bulunmadığıdır.
Böyle olunca da, iptali istenen yasanın Anayasa'nın
devletleştirmeye ilişkin 39. maddesine aykırılığından söz edilemez.
Anayasa'nın kamulaştırmaya ilişkin 38. maddesine aykırılık
sorunu ise, yasanın tümü bakımından değil, kamulaştırmaya ilişkin hükümleri
incelenirken ele alınacaktır.
Sonuç olarak .iptali istenen yasa, tümü bakımından, Anayasa'nın
38. ve 39. maddelerine ve bu maddelerle ilişkili olarak da 114. ve 147.
maddelerine aykırı bulunmadığı gibi, yasa hükmünde kararname çıkarılmasını
öngören bir "yetki yasası" niteliği taşımadığı da, ayrıca üstünde
durmayı gerektirmeyecek açıklıktadır.
2 - Yasanın maddeleri yönünden inceleme:
a) l. Maddenin Anayasa'ya aykırılığı sorunu:
Dava dilekçesinde, bu maddeye ilişkin olarak ileri sürülen
Anayasa'ya aykırılık savlarının bir kesimi, yasanın kamulaştırmayı ya da
devletleştirmeyi amaçladığı görüşünden kaynaklanmaktadır. Davacı, her iki
işlemin de "konusu ile sınırlı" ve "ferdî" nitelikte
olduğunu ileri sürerek, Bakanlar Kurulunun yetkisinin hangi bölge ve madene
ilişkin bulunduğunun yasada kesin biçimde belirtilmemiş olmasının Anayasa'ya
aykırı düştüğü sonucuna varmaktadır.
Oysa yukarıda belirtildiği gibi, iptali istenen yasa bir
devletleştirme yasası olmadığından, Devletçe işletilecek madenlerin yasada tek
tek gösterilmesi ya da devletleştirilecek etkinliğin yasada kesin biçimde
belirtilmesi söz konusu değildir. 2172 sayılı Yasa, 6309 sayılı Maden Yasasını
tamamlayan ve madenlerin Anayasa'nın 130. maddesi gereği kamu yararına en uygun
biçimde aranıp işletilmesini öngören sürekli bir yasadır. Bu bakımdan,
devletleştirme yasaları gibi, somut bir madenle sınırlı kalmayıp, soyut ve
nesnel kurallar koymasını doğal saymak gerekir.
Öte yandan, yine yukarıda değinildiği gibi, iptali istenen yasa
özel bir kamulaştırma yasası olmayıp, yalnızca kimi maddelerinde devralınacak
maden işletmesindeki taşınmazların kamulaştırılmasına ilişkin, sürekli, soyut
ve nesnel hükümler bulunmaktadır. Getiriliş amaçları ve uygulanma alanları
yönünden somut ve öznel nitelik taşımalarına olanak bulunmayan bu hükümler
nedeniyle de Anayasa'ya aykırılıktan söz edilemez.
Davacı, bu maddeye ilişkin öteki savında ise, Maden Yasası İle
verilen hakların, iptali istenen yasa ile, kamu yararı kanıtlanmadan ve öznel
savlarla değerlendirmelere dayanılarak geri alınmasının hukuk devleti ilkesi ve
Anayasa kuralları ile bağdaşmayacağı görüşünü ileri sürmektedir. Oysa, yukarıda
belirtildiği gibi, sürekli ve nesnel nitelikteki bu yasada, olayına özgü
"kamu yararı" öğesinin belirtilmesine olanak bulunmadığı gibi, esasen
yasaya dayanarak yapılacak yönetsel işlemlerin yargısal denetiminde, kamu
yararı öğesinin her olay için ayrı ayrı araştırılması gerekir.
Böylece, yasanın 1. maddesinin Anayasa'ya ve özellikle davacının
savlarını dayandırdığı Anayasa'nın 1., 2., 10., 38., 39., 114., 130. ve 147.
maddelerine aykırı bir yönü bulunmamaktadır.
Yekta Güngör Özden, 1. maddenin tümünün Anayasa'ya aykırı olduğu
ve iptali gerektiği düşüncesiyle bu görüşe katılmamıştır.
b) 4. Maddenin Anayasa'ya aykırılığı sorunu :
Davacı, bu maddede kuruluş biçimi gösterilen takdir
komisyonunda, madenin eski hak sahibinin temsiline olanak sağlanmamış
bulunmasının Anayasa'nın 12. ve 40. maddelerine aykırı olduğunu ileri
sürmektedir.
Devletçe işletilmesine karar verilen madenlerde tespit ve takdir
işlemlerini yapmak üzere oluşturulacak "takdir komisyonları" nda,
arama ruhsatnamesi ya da işletme hakkı sahibi özel kişinin temsil edilmesini ve
kendisiyle ilgili konularda oy kullanmasını, bu komisyonun kamusal görevi ile
bağdaştırmaya olanak yoktur. Her ne kadar madeni devralması öngörülen kamu
iktisadi teşebbüsleri temsilcilerinin bu komisyonlara katılması yasada
öngörülmekte ise de, bu durumun, sözü geçen kuruluşların kamusal işlevlerinin
doğal bir sonucu olduğu ve ayrıca, maden işletmesindeki mallardan hangilerinin
devralınacağının ve işletmedeki işçilerden hangilerinin işe devamı
gerekeceğinin saptanabilmesi için de ilgili kuruluşun komisyonda temsilci
bulundurmasında zorunluk olduğu kuşkusuzdur. Bu bakımdan, kamu iktisadi
teşebbüslerinin özel durumlarından kaynaklanan bu hüküm, Anayasanın eşitlik
ilkesine aykırı değildir.
Kaldı ki, arama ruhsatnamesine ya da işletme hakkına sahip olan
kişinin veya temsilcisinin komisyonca dinlenmesi yasanın 6. maddesinde
öngörüldüğüne göre, bu kimsenin komisyonda temsil edilmemesinin, haklarının
kaybına neden olacağı da düşünülemez.
Bu bakımdan, davacının yasanın 4. maddesinin Anayasa'nın 12.
maddesine ve konu ile ilgisi olmayan 40. maddesine aykırı bulunduğuna ilişkin
savı da yerinde görülmemiştir.
c) 8. ve 9. maddelerin Anayasa'ya aykırılığı sorunu :
Davacı, yasanın 8. ve 9. maddelerinde gösterilen "tespit ve
takdir" konusu değerlerin, işletmenin tüm varlığını kapsamadığını, örneğin
yer altındaki maden rezervinin ve peştemallık gibi manevî değerlerin
hesaplamada gözönünde tutulmadığını, böylece teşebbüsün tümünün Anayasa'ya
uygun biçimde devletleştirilmemiş olacağını ileri sürmektedir.
Yukarda belirtildiği gibi, bu yasa devletleştirmeyi
öngörmediğinden, hangi değerlerin "tespit ve takdir" işlemlerine konu
olabileceği sorununun, "devletleştirme" müessesesine Özgü kurallara
göre değil, bu yasanın Anayasa'nın 130. maddesinden kaynaklanan özel sistemi gözönünde
tutarak irdelenmesi gerekmektedir.
Yasa, devletleştirmeyi öngörmediğine göre, işletmenin tüm aktif
ve pasifinin devralınmasına gerek yoktur. Nitekim 8. maddenin ikinci
fıkrasında, bu kıymetler, işletme hakkı ya da arama ruhsatnamesiyle bir bütün
oluşturan, özellikle işletme ve arama etkinliklerinin sürekliliği ve güvenliği
için zorunlu görülen mallar olarak sınırlanmıştır. Bu sınırlamanın, yasanın
getiriliş amacı ve dayandığı Anayasa kuralı ile çatışan bir yönü
bulunmamaktadır.
Gerçekten, genel olarak bir özel teşebbüsün
devletleştirilmesinde, işletmenin tüm aktif ve pasifinin, devralınması zorunlu
ise de, madenlerin aranma ve işletilmesinin, Anayasa'nın 130. maddesine göre
Devletçe yerine getirilmesi gereken kamu hizmeti niteliğinde olmaları ve bu alanda
çalışan özel teşebbüslerin, Devletçe her zaman sona erdirilebilecek yönetsel
izin ve sözleşmelere dayanmaları nedeniyle izin ya da sözleşmeyi sona erdiren
Devletin, işletmenin tüm aktif ve pasifini değil, yalnızca maden arama
ruhsatnamesi ve işletme hakkı ile ayrılmaz bir bütün oluşturan değerleri
devralmasını doğal saymak gerekir.
Bu bakımdan, peştamallık gibi maddesel varlığı bulunmayan ve
madenin devletçe işletilmesinde kullanılması söz konusu olmayan değerlerin
devralınmamasında Anayasa'ya aykırı bir yön bulunmamaktadır.
Ayrıca, maden işletmesinin öğelerinden birini oluşturan yer
altındaki maden rezervi, Anayasa'nın 130. maddesi gereğince, Devletin hüküm ve
tasarrufunda olduğundan, bunun saptanıp değerlendirilmesine olanak yoktur.
Madde, bu nedenlerle Anayasa'ya aykırı görülmemiştir.
ç) 10. Maddenin Anayasa'ya aykırılığı sorunu:
aa) Yasanın 10. maddesi bakımından ortaya çıkan ilk sorun, bu
maddede yer alan taşınmaz malların kamulaştırılmasına ilişkin hükümlerin
Anayasa'nın 38. maddesine uygun olup olmadığıdır.
Davacı, Anayasa'nın 39. maddesine dayanarak, bu maddeye göre her
malın alım - satım değerinin ölçü alınması gerektiği savını ileri sürmektedir.
Yasanın devletleştirmeyi amaçladığı görüşünden kaynaklanan bu savın, yukarda
belirtilen nedenlerle, kabulüne olanak bulunmamakta ise, de Anayasa Mahkemesi
gerekçe ile bağlı olmadığından, Anayasa'ya uygunluk denetimi, görüşmelerde
ortaya çıkan düşünceler ele alınarak yapılacaktır.
Yasanın 10. maddesindeki (A) işaretli bölümün (2) sayılı
paragrafının (a) bendinin birinci fıkrasında, işletme hakkı sahibinin
mülkiyetinde bulunan ve madenin işletilmesi için gerekli olan arazinin
kamulaştırılmasının, yasanın 1. maddesinde sözü geçen Bakanlar Kurulu kararırım
Resmî Gazete'de yayımı tarihindeki alım - satım bedeli üzerinden yapılacağı
hükmü yer almaktadır. Bu hükme ilişkin gerekçede Bakanlar Kurulu kararının
yayımı günündeki alım - satım değerinin esas alınmasının "spekülatif
temliklerle suni değer artışlarının önlenmesi" nedenine dayandığı
açıklanmakta, ayrıca, Bakanlar Kurulu kararının uygulanacağı bölgelerde,
Devletçe işletilmesi öngörülen madenlerle ilgili tasarruf işlemleri durdurulmuş
bulunacağından, kamulaştırılacak arazinin değerinin "bu tarih itibariyle
donması gerektiği" görüşü ileri sürülmektedir.
Gerek 2172 sayılı Yasanın 3. maddesi ile. Bakanlar Kurulu
kararının yayımından sonra arama ruhsatnamesi ya da işletme hakkı sahibinin
tasarruf yetkisinin geniş ölçüde kısıtlanması, gerek yasanın çeşitli
hükümlerinde ivedi bir uygulamanın öngörülmüş bulunması karşısında, Bakanlar
Kurulu kararının yayımından kamulaştırma kararına kadarki süre içinde
taşınmazların değerinin artması zayıf bir olasılıktır. Kaldı ki böyle bir durum
ortaya çıksa da, 2172 sayılı Yasanın 14. maddesinin son fıkrasındaki genel
göndermeye dayanılarak Kamulaştırma Yasanın 25. maddesi hükmünün olayda kıyas
yöntemiyle uygulanıp uygulanamayacağı ancak ilerde yargı yerlerinin
kararlarıyla belirlenebilecek ve yasada bu yoldan da doldurulamayacak bir
boşluk bulunduğu sonucuna varılırsa, gereği Yasama Organınca takdir
edilecektir.
Bu bakımdan, konu bugünkü aşamada Anayasa'ya uygunluk
denetiminin dışında kalmakta ve 10. maddenin (A/2-a) bendinin birinci fıkrası
hükmünün Anayasa'ya aykırı bir yönü bulunmamaktadır.
Rüştü Aral, Ahmet Salih Çebi, Muammer Yazar, İhsan N. Tanyıldız
ve Yekta Güngör Özden, bu fıkrada yer alan "... 1. maddede yazılı Bakanlar
Kurulu Kararının Resmî Gazete'de yayımı tarihindeki ..." deyiminin
Anayasa'ya aykırı olduğu düşüncesi ile bu görüşe katılmamışlardır.
bb) 10. maddenin (A/2-a) bendinin ikinci fıkrası hükmü, Maden
Yasasının 125. maddesi gereğince işletme hakkı sahibi yararına kamulaştırılmış
arazi için Özel bir hüküm getirmekte ve bedelin, bu arazinin kamulaştırma
bedeline Bakanlar Kurulu kararının yayımı gününe kadar geçen süre için, yıllık
yüzde 11 faiz eklenerek bulunacağını belirtmektedir.
Devlet gücünün araya girmesi yoluyla kamulaştırılarak işletme
hakkı sahibine verilen ve madenin işletilmesi ile ilgili bulunmayan
tasarruflara konu olmamaları için tapu kayıtlarına şerh de düşülen (Maden
Yasası m. 125/4) bu taşınmazların serbest alım-satım bedeli üzerinden
kamulaştırılması düşünülemez.
Gerçekten, Devlet, Anayasa'nın 130. maddesindeki ilke uyarınca, madeni
kendi işletmiş olsaydı, bu kamulaştırmayı kendi adına yapacak ve taşınmaz mal
Devletin olacaktı. Madenin, bir yönetsel sözleşmeye dayanarak, özel teşebbüs
tarafından işletilmesi durumunda, kamulaştırılan taşınmaz mal, bu kamu
hizmetini görmekte olan kişilere verilmekte ise de, Devletin işletme hakkını
geri almak konusundaki Anayasal yetkisi karşısında, madenle sıkı sıkıya
ilişkili olan taşınmaz malın madenle birlikte devlete geçmesi kaçınılmaz bir
durumdur. Böyle olunca da, işletme hakkı sahibi özel kişinin, yalnızca bu
taşınmaz mal için ödediği parayı, geçen sürenin faizi ile birlikte
isteyebileceği açıklıkla ortaya çıkar.
10. Maddenin söz konusu hükmü, bu bakımdan, Anayasa'ya aykırı
görülmemiştir.
Aynı fıkrada yer alan "... Bakanlar Kurulu kararının yayımı
tarihine kadar geçen süre için ..." deyimi de, bu bendin birinci
fıkrasındaki benzer deyim ile ilgili olarak yukarıda (aa) paragrafında
belirtilen nedenlerle, Anayasa'ya aykırı bulunmamaktadır.
10. Maddenin (A/2-c) bendinin ikinci fıkrasının ve bu fıkrada
yer alan "...Bakanlar Kurulu kararının yayımı tarihine kadar geçen süre
için," deyiminin de, aynı içerik ve nitelikte olmaları nedeniyle,
Anayasa'ya aykırı bulunmadıkları sonucuna varılmıştır.
Rüştü Aral, 10. maddenin sözü edilen (A/2-a) ve (A/2-c)
bentlerinin ikinci fıkralarının tümünün; Ahmet Salih Çebi, Muammer Yazar, İhsan
N. Tanyıldız ve Yekta Güngör Özden ise, anılan fıkralardaki "...Bakanlar
Kurulu kararının yayımı tarihine kadar geçen süre için..." deyiminin
Anayasa'ya aykırı olduğu düşüncesi ile yukardaki görüşlere katılmamışlardır.
cc) 10. Maddenin (A) işaretli bölümünün (2) sayılı paragrafının
(ç) bendi hükmü de, bu paragrafın yukarıda sözü edilen (a) ve (c) bentleri ile
aynı temel düşünceye dayanmakla birlikte, (ç) bendi taşınır mallara ilişkin
bulunmaktadır. Bu bakımdan, anılan hükmün, doğrudan, Anayasa'nın 38. maddesine
uygun olup olmadığının araştırılması söz konusu değildir.
Ne var ki, inceleme doğrudan 38. madde açısından yapılması bile,
yine de çözülmesi gereken sorun, bu bendin kapsamına giren taşınır malların
bedellerinin "gerçek değer" esasına uygun biçimde saptanmış olup
olmayacağıdır. Konunun bu açıdan ele alınması ise, yukarda (aa) bendinde,
taşınmaz mallarla ilgili olarak ileri sürülen görüşlere bir kez daha gönderme
yapılmasını zorunlu kılmaktadır. Orada ayrıntıları ile belirtildiği gibi, bir
yasa maddesinin, sırf, uygulamada ortaya çıkabilecek kimi sakıncaları önleyici
hükümleri içermediği gerekçesi ile Anayasa'ya aykırı olduğu sonucuna
varılamayacağından, (ç) bendi hükmünün de bu nedenle Anayasa'ya aykırılığından
söz edilemez.
Rüştü Aral, Ahmet Salih Çebi, Muammer Yazar, İhsan N. Tanyıldız
ve Yekta Güngör Özden, söz konusu hükümde yer alan "...Bakanlar Kurulu
kararının yayımı tarihindeki..." deyiminin Anayasa'ya aykırı olduğu düşüncesi
ile bu görüşe katılmamışlardır.
çç) 10. Madde ile ilgili olarak üzerinde durulması gereken başka
bir sorun, işletme hakkı sahibine ödenecek kâr yoksunluğu tazminatının
hesaplanmasına ilişkin (4) numaralı paragrafla ilgilidir. Burada da, söz konusu
tazminatın hesabında Bakanlar Kurulu kararının yayımı tarihinin esas
alınmasının Anayasa'ya uygun olup olmadığı konusunun incelenmesi gerekir.
Yukarıda belirtildiği gibi, Yasa Koyucu bu yasada yönetsel izin
ve sözleşmelerin Devletçe sona erdirilmesi nedeniyle Ödenecek tazminatın
saptanmasına ilişkin genel kuralları olduğu gibi benimsememiş, söz konusu
kurallarda, maden işletmesinin özelliklerine uygun kimi değişikliklerin
yapılmasını zorunlu görmüştür. Gerçekten, yasanın 3. maddesi gereğince,
Bakanlar Kurulu kararının yayımı tarihinden sonra, madendeki hak sahibinin
tasarruf yetkisi sınırlanmakta olduğundan, bu tarihten sonra sözü geçen kişi
tarafından yapılacak sözleşmelerin kâr yoksunluğu tazminatının hesabında
gözönünde tutulmasına hukuksal yönden olanak düşünülemez. Madendeki hak sahibi,
Bakanlar Kurulu kararının yayımı tarihinden sonra yapacağı sözleşmelerden
doğacak zarara kendi eylemi ile yol açmış bulunacağından, bu kişinin, söz
konusu sözleşmeler nedeniyle uğrayacağı kâr yoksunluğunun Devlete yükletilmesinin
tazminat hukuku ilkeleri ile bağdaşır bir yönü bulunmadığı gibi, anılan
zararları, Anayasa'nın 40. maddesinin güvencesi altında saymaya da olanak
yoktur.
Böylece, söz konusu paragrafta geçen "Bakanlar Kurulu
kararının yayımı tarihinde mevcut ve ..." deyiminin Anayasa'ya aykırı bir
yönü bulunmadığı sonucuna varılmaktadır.
Rüştü Aral, İhsan N. Tanyıldız ve Yekta Güngör Özden, anılan
deyimin Anayasa'ya aykırı olduğu düşüncesiyle, bu görüşe katılmamışlardır.
dd) 10. Maddenin (A) işaretli bölümünün (4) sayılı paragrafıyla
ilgili olarak, davacı ayrıca, yoksun kalınan kâr tazminatının hesaplanmasında
"o maden cinsindeki ortalama kâr hadlerinin" Ölçüt tutulmasının ve
"sözleşmelerin şartnamede yazılı asgarî miktarla itibariyle işletme ruhsatlı
madenlerde altı aylık, işletme imtiyazlı madenlerde bir yıllık üretim
kapasitesini aşan kısımlarının" dikkate alınmamasının Anayasa'ya aykırı
olduğunu ileri sürmektedir.
"Ortalama kâr haddi" Ölçütü, maden işletmeciliğinin
özelliğine uygun düştüğü ve kârın geçici yükseliş ya da düşüşlerine bağlı
olmayan nesnel bir nitelik taşıdığı için, maden işletmeciliği açısından
Anayasa'ya aykırı bulunmamıştır.
Sözleşmeler bakımından konulan tavana gelince : Yer altındaki
maden rezervi Devletin hüküm ve tasarrufunda olduğundan, yasa koyucu tazminat
hesabında, rezervin ancak hakkaniyete uygun bir bölümünü esas alabilir ki,
incelenen bu hükümde, işletme imtiyazlı madenler için bir yıl, işletme ruhsatlı
madenler için ise altı aylık üretim kapasitesinin tavan olarak alınmış
bulunmasında, tazminat hukukumuzun genel ilkelerine ve hakkaniyet kurallarına
uygun olmayan ve yasa koyucunun takdirinde Anayasa'ya aykırı düşen bir yön
yoktur.
ee) Davacı, 10. madde gereğince belli malların değerinden
düşülecek amortismanların yürürlükteki hükümlere göre hesaplanmasının
ilgilileri zarara uğratacağını, Anayasa'nın 39. maddesindeki "gerçek
değer" devletleştirme tarihindeki alım-satım değerini yansıttığına göre,
saptanacak bu değerin aslında amortismanlar düşüldükten sonraki değeri
gösterdiğini ve 10. maddenin bu yönden de Anayasa'nın 39. maddesine aykırı
olduğunu ileri sürmektedir.
Yukarıdan beri açıklandığı gibi, iptali istenen yasa bir
devletleştirme yasası olmadığından, bu maddenin, Anayasa'nın 39. maddesine
uygun olup olmadığının araştırılması söz konusu değilse de, sorunun Anayasa'nın
mülkiyet hakkına ilişkin 36. maddesi açısından incelenmesi sırasında da
"gerçek değer" ya da "alım - satım değeri" esasına aykırı
bir durum olup olmadığının araştırılmasında zorunluk vardır.
Amortismandan, yasanın 10. maddesinde, ilk olarak (A/2-b)
bendinde. Maden Yasasının 100. maddesinin birinci fıkrasına giren tesisler
bakımından, sonra da (A/2-c) bendinde, bu tesisler dışında kalan tesis ve
binalarla ilgili olarak sözedilmektedir.
Maden Yasasının 100. maddesinin birinci fıkrası kapsamına giren
tesisler, bu hüküm uyarınca, maden işletme hakkının sona ermesi üzerine
bedelsiz olarak Devlete geçeceğinden, işletme hakkı süresi sonunda değerleri
hak sahibi yönünden sıfıra inecek olan söz konusu malların alım - satım değeri
hesaplanırken, amortismanın maliyet bedelinden düşülmesini doğal saymak gerekir
ve bunun Anayasa'ya aykırı bir yönü bulunduğu düşünülemez.
Maden Yasasının 100. maddesinin birinci fıkrası kapsamına
girmeyen tesis ve binalar ise, işletme hakkı sona erdikten sonra da hak
sahibinin mülkiyetinde kalacaklarından, yasa koyucu, bunların alım - satım
değerinin saptanmasında başka bir yöntem seçmiş ve amortismanların
"Bakanlar Kurulu kararının yayımı tarihindeki inşaat fiyatına göre
hesaplanacak maliyet bedellerinden" düşülmesini ve amortisman hesabının da
bu bedeller üzerinden yapılmasını öngörmüştür. Bu düzenleme biçiminin
Anayasa'ya aykırı olup olmadığı, sırf Bakanlar Kurulu kararının yayımı
tarihindeki inşaat fiyatının hesaplamaya esas alınması noktasından tartışma
konusu edilebilirse de, yukarıda bu madde ile ilgili açıklamaların (aa) ve (cc)
paragraflarında belirtilen nedenlerle, söz konusu hesaplama biçiminin de
Anayasa'ya aykırılığından söz edilemez.
d) 14. maddenin Anayasa'ya aykırılığı sorunu :
Davacı, bu maddeye ilişkin Anayasa'ya aykırılık savında, yasanın
1. maddesine göre çıkarılacak kararnameler "kamu yararı kararı"
sayılacağından, kamu yararının var olup olmadığının Anayasa Mahkemesince ya da
Danıştayca denetlenmesine olanak kalmadığını, böylece Bakanlar Kuruluna,
kaynağını Anayasa'dan almayan bir yetki tanındığını ve yasama yetkisinin
Yürütme Organına devredildiğini, bu bakımdan maddenin, Anayasa'nın 2., 4., 5.,
31., 114. ve 147 maddelerine aykırı olduğunu ileri sürmektedir.
Davacı, bu görüşlerini de, yasa koyucunun devletleştirmenin
gereklerini yerine getirmemiş bulunduğu düşüncesine dayandırmaktadır. Oysa
yukarıda, gerek yasanın tümüne, gerek maddelerine ilişkin açıklamalarda,
yasanın böyle bir yapıya sahip olmadığı ve sırf kimi yönetsel izin ve
sözleşmelere Devletçe son verilmesi konusunun düzenlenmesi amacıyla
hazırlandığı belirtilmiş bulunmaktadır. Bu bakımdan, burada, 14. madde hükmü ile
Yürütme Organına kaynağını Anayasa'dan almayan bir yetki tanındığı ve yasama
yetkisinin yürütme organına verildiği biçimdeki savların kabulüne olanak
bulunmamasının nedenleri bir kez daha yinelenmeyecektir.
Öte yandan, 1. maddeye göre çıkarılacak Bakanlar Kurulu
kararının bir yönetsel işlem olması ve yasa hükmünde kararname niteliğini de
taşımaması bakımından, Anayasa'ya uygunluk denetimine konu olamamasının,
Anayasa'nın 147. ve 64. maddelerine aykırı bir yönü bulunduğu da düşünülemez.
Danıştayın yargısal denetimine ilişkin sava gelince: Yasanın 1.
maddesi gereğince yayımlanan Bakanlar Kurulu kararının, her yönetsel işlem
gibi, Danıştayın yargısal denetim alanına girdiği kuşkusuzdur. Bu bakımdan
maddenin, Anayasa'nın 114. maddesine aykırılığından da söz edilemez.
e) 16. maddenin Anayasa'ya aykırılığı sorunu:
Dava dilekçesinde, bu maddenin iki yönden Anayasa'ya aykırı
olduğu ileri sürülmektedir :
aa) Birinci sav, tazminat konusunda açılacak davaların da
Danıştay'ın görevine sokulmasının Kamulaştırma Yasasından farklı bir durum
yarattığı, o yasaya göre bedel artırma davalarına adlî yargıda bakılırken,
burada yönetsel yargının görevli sayılmasının Anayasa'nın 2. maddesindeki
"hukuk devleti" ilkesi ile, 12. maddesindeki "eşitlik"
ilkesine aykırı olduğu, ayrıca, bu durumun Anayasa'nın "Hak arama
hürriyeti" başlıklı 31. maddesi ile "kanuni yargı yolu" ilkesini
düzenleyen 32. maddesine de aykırı düştüğü görüşüne dayanmaktadır.
Devletçe işletilecek madenlerle ilgili olarak 2172 sayılı Yasa
uyarınca yapılacak kamulaştırmalarda, bu yasanın 8. maddesinin üçüncü fıkrası
ve 10. maddesi hükümlerine göre taşınmaz malların değerinin takdir edilmesi
işinin bir "yönetsel işlem" olduğunda kuşku yoktur. Bu bakımdan, söz
konusu yönetsel işlemlere karşı açılacak davalarda Danıştay'ın görevli
sayılmasının Anayasa'nın 114. ve 140. maddeleri hükümlerine aykırı bir yönü
bulunduğu düşünülemez. Kamulaştırma Yasasında, benzer konuda farklı bir
düzenlemenin yer almış olması Anayasa'ya aykırılık durumunu oluşturamayacağı
gibi, uygulama alanları ayrı olan iki yasanın kapsamlarına giren kişilerin
davalarının farklı yargı yerlerinde görülmesini Anayasanın 12. maddesindeki
"eşitlik" ilkesine de aykırı saymaya olanak yoktur. Ayrıca, davaların
Danıştay'da görülmesinin, davacıların hak arama olanaklarında ve hukuksal
güvencelerinde bir kısıtlamaya neden olacağı da düşünülemeyeceğine göre,
Anayasa'nın 2. ve 31. maddelerine aykırılık savı kabul edilemez. Davacının
ileri sürdüğü, "kanunî yargı yolu" na aykırılık savı ise, bu
davaların Anayasa'nın 114. ve 140. maddelerine uygun olarak nesnel bir hükümle
Danıştay'ın görevine sokulmuş bulunması karşısında, anayasal dayanaktan yoksun
görülmüştür.
bb) Bu maddeyle ilgili "ikinci sav, maddenin son fıkrasının
son tümcesini oluşturan "yürütmeyi durdurma kararı verilemez"
biçimindeki hükmün Anayasa'nın 2., 12., 31. ve 40. maddelerine aykırı
olduğudur.
521 sayılı Danıştay Yasasının 94. maddesinin birinci fıkrasında
belirtildiği gibi, Danıştay'da yönetsel dava açılması ve kanun yollarına
başvurulması, dava konusu yönetsel işlemlerin ya da yargı kararlarının
yürütülmesini durdurmaz. Bu nedenledir ki, aynı yasanın Ek 1. maddesinde
belirtildiği gibi, karşılanması güç durumların ortaya çıkması ya da dilekçede
ileri sürülenlerin dosyaya göre ciddi ve yönetsel ya da yargısal kararın
iptalini haklı gösterecek nitelikte olmaları durumunda yürütmeyi durdurma
kararı verme yetkisinin Danıştay'a tanınmasında zorunluk görülmüştür.
Böylesine haklı bir gereksinim sonucu olan ve iptal davasını
güvence altına almakta bulunan yürütmenin durdurulması müessesesinin yönetsel
yargıdaki önem ve etkisi yadsınılamaz. Özellikle, iptal davalarında davalı
yerindeki Devletin karşısında zayıf durumda olan davacının haklarının etkin
biçimde güvence altına alınmasında, yürütmenin durdurulması kararlarının büyük
rolü bulunmaktadır.
Ancak, yürütmenin durdurulması müessesesinin yönetsel yargıdaki
bu önemli rolü, onun yargı yetkisinin ayrılmaz bir parçası sayılmasını
gerektirmez. Gerçekten, yürütmenin durdurulmasına ancak bir iptal davası
açıldıktan sonra ve mahkemece gerekli görülen durumlarda karar verilebileceğine
ve yürütmeyi durduran kararın kazanılmış hak doğurmayan, her zaman kaldırılıp
değiştirilebilen bir karar niteliğinde olduğunda kuşku bulunmadığına göre,
yürütmenin durdurulmasını isteme hakkının, kişinin yargı yoluna baş vurma
konusundaki anayasal hakkı ile ancak dolaylı bir ilişkisi vardır. Başka bir
deyişle, yürütmenin durdurulmasını isteme hakkı, yargılama yönteminin öteki
müesseseleri gibi, gerekliliğini yasa koyucunun takdir edeceği, dava hakkına
göre ikincil nitelikte bir haktır.
Kuşkusuz, böyle bir nitelik taşıması, yasa koyucunun bu hakkı
tanıyıp tanımamakta tümden serbest olduğu anlamına da gelmez. Davacının hakkını
elde edebilmesi için yürütmenin durdurulması gereken durumlarda, kamu yararı
açısından da bir sakınca bulunmadıkça, yürütmeyi durdurma olanağını ortadan
kaldırmak Anayasa'ya aykırı düşer.
Konu iptali istenen 2172 sayılı Yasa yönünden ele alındıkta,
şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır:
Yukarıda öteki maddeler dolayısıyla açıklandığı gibi, bu yasa,
yönetsel işlemler için olduğu gibi, yargı yolu bakımından da çok ivedi bir
yöntem benimsemiştir. Gerçekten 16. maddede, dava açma süresi 15 güne
indirilmiş, 17. maddede, Danıştay'daki davalarda görev yapacak bilirkişilerin
seçimi çok kısa sürelere ve özel bir yönteme bağlanmış ve yine 16. maddenin son
fıkrasında da bu davaların öncelik ve ivedilikle görüleceği hüküm altına
alınmıştır.
Öte yandan, yine yukarda belirtildiği gibi, Anayasa'nın 130.
maddesinden kaynaklanan bu yasa, madenlerin aranma ve işletilmesi alanında kamu
yararının kişi yararına göre çok daha fazla ağırlığı bulunduğu temel
düşüncesine dayanmaktadır.
Bu durum karşısında, Danıştay da açacağı dava öncelik ve
ivedilikle görülecek olan kişinin, ayrıca yürütmenin durdurulması kararı
almasında uygulama açısından bir yarar bulunduğunu ileri sürmek güç olduğu
gibi, böyle bir yararın varlığı kabul edilse bile yasanın ivedilikle ve
kesintisiz olarak uygulanmasındaki kamu yararının, hak sahibi kişilerin
uğruyabileceği zarara göre çok daha fazla ağırlığı bulunduğundan, davacının
zararlarını önlemek için yürütmenin durdurulması anayasal açıdan savunulamaz.
Böylece, yasanın özel yapısından ve dayandığı "kamu
yararı" düşüncesinden kaynaklandığı anlaşılan iptal konusu hükmün, bu
yasaya özgü ve yargılama yöntemine ilişkin bir kural olarak, Anayasa'nın
"yargı yetkisi", "hak arama özgürlüğü", "yargı
yolu" ve "mahkemelerin bağımsızlığı" konularını düzenleyen 7.,
31., 114. ve 132. maddelerine aykırı bir yönü bulunmadığı gibi, konunun
yukarıda belirtilen özelliği nedeniyle, Yasa Koyucunun burada genel kuraldan
ayrılmasını, Anayasa'nın 2. maddesindeki hukuk devleti ve 12. maddesinde yer
alan "eşitlik" ilkelerine aykırı görmeye de olanak yoktur. Belirtilen
bu durumun doğal sonucu olarak, kamu yararı düşüncesi ile getirildiği anlaşılan
iptal konusu hükmün, Anayasa'nın "çalışma ve sözleşme özgürlüğü"
konusundaki 40. maddesine aykırı bir yönü bulunduğu da düşünülemez.
Muammer Yazar bu konuda ek gerekçe yazma hakkını saklı
tutmuştur. Yekta Güngör Özden, maddenin tümünü; Ahmet Erdoğdu, Rüştü Aral,
Ahmet Salih Çebi, İhsan N. Tanyıldız, Bülent Olcay ve Yılmaz Aliefendioğlu ise
son fıkrada yer alan "yürütmeyi durdurma kararı verilemez" tümcesinin
Anayasa'ya aykırı olduğunu öne sürerek bu görüşe katılmamışlardır.
f) 17. Maddenin Anayasa'ya aykırılığı sorunu :
Dava dilekçesinde, 17. maddenin, Yargı Organının bilirkişi seçme
yetkisini sınırladığı ve bu nedenle Anayasanın 2., 12., 31., 40. ve 132.
maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmektedir.
Madde, Danıştay'da görülen davalarda görevlendirilecek
bilirkişilerin Sayıştay Başkanlığı, Üniversitelerarası Kurul ve Maden
Mühendisleri Odasınca düzenlenecek aday listelerinden seçilmesini
öngörmektedir.
Bilirkişilerin bu konuda en yetkili ve deneyim sahibi kişiler
arasından seçilmesi ve davaların ivedilikle görülmesi amacıyla getirildiği
anlaşılan bu hüküm, listeleri hazırlayan kuruluşların seçkin ve uzman kadroları
yönünden, Danıştay'ın yargı yetkisini kısıtlamak şöyle dursun, tersine bu
yetkinin kullanılmasını büyük ölçüde çabuklaştırıcı ve kolaylaştırıcı nitelikte
görülmüş ve hükmün Anayasa'ya aykırı bir yönü bulunmamıştır.
g) 22. Maddenin Anayasa'ya aykırılığı sorunu :
Davacı, Bu maddede yer alan "... madenin devralınmasından
sonra da işe devamları uygun görülenler belirtilir." biçimindeki hükmün,
madende çalışan kişilerden işe devamları uygun görülenlerle görülmeyenler
arasında ayırıma neden olduğunu, bu durumun ise Anayasa'nın 12., 31., 40., 42.
ve 114. maddelerine aykırı düştüğünü ileri sürmektedir.
Oysa Anayasa'ya aykırı olduğu ileri sürülen bu hüküm, iş
yasalarında bir değişikliği öngörmemektedir. Devletçe işletilecek madenlerde
çalışan isçilerden durumları uygun görülmeyenlerin işine son verilmesi,
yürürlükteki iş hukuku hükümlerine göre yapılacaktır. Bu bakımdan, takdir
komisyonuna, madendeki incelemeleri sırasında, işçilerden hangilerinin işe
devamında yarar bulunduğunun saptanması görevini veren ve sırf uygulamada
kolaylık sağlamak amacıyla getirildiği anlaşılan hükmün Anayasa'ya aykırı bir
yönü bulunmamaktadır.
h) 23. Maddenin Anayasa'ya aykırılığı sorunu :
Davacı, bu yasaya göre madeni devralan kamu iktisadi teşebbüsü
hakkında 506 sayılı Sosyal Sigortalar Yasasının 82. maddesi hükmünün
uygulanamayacağını hüküm altına alan maddenin, Anayasa'nın 12. maddesindeki
"eşitlik" ilkesine aykırı olduğunu ileri sürmekte ise de, Sosyal
Sigortalar Yasasının olağan devir ve intikalleri düzenleyen söz konusu
maddesinin, 2172 sayılı Yasaya göre yönetsel izin ve sözleşmelerin tek yönlü
olarak sona erdirilmesi yoluyla yapılacak olağanüstü intikallerde
uygulanmamasını doğal saymak ve "eşitlik" ilkesi ile çatışır bir yönü
bulunmadığını kabul etmek gerekir.
i) 24. Maddenin Anayasa'ya aykırılığı sorunu :
Davacı, Anayasa'ya aykırılık savına konu ettiği bu son maddenin,
üçüncü kişiler yararına ipotek, haciz ve ihtiyati tedbir gibi yollardan doğmuş
bulunan hakları geçersiz saydığından, Anayasa'nın 2., 31. ve 40. maddelerine
aykırı olduğunu ileri sürmektedir.
Oysa, Devletçe işletilmek üzere devralınan maden üzerindeki
kayıtlamalar kaldırılırken, arama ruhsatnamesi ya da işletme hakkı sahibine
ödenecek tazminatın bir bölüğü, üçüncü kişilerin alacağına karşılık olarak
alıkonulduğuna göre, ortada üçüncü kişilerin haklarını tehlikeye düşüren bir
durum yoktur. Öte yandan, bu yönetsel sözleşmelerin sona erdirilmesi
Anayasa'nın 130. maddesine dayanmakta olduğundan, madenci yönünden, Anayasa'nın
40. maddesine aykırı bir durum bulunduğu da düşünülemez.
V - SONUÇ:
4/10/1978 günlü, 2172 sayılı "Devletçe İşletilecek Madenler
Hakkında Kanun" un;
A) Biçim yönünden Anayasa'ya aykırı olmadığına oybirliğiyle;
B) Öz yönünden Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal isteminin
reddine;
1 - Yekta Güngör Özden'in, 1. maddenin tümünün Anayasa'ya aykırı
olduğu ve iptali gerektiği yolundaki karşıoyuyla ve oyçokluğuyla,
2 - Rüştü Aral, Ahmet Salih Çebi, Muammer Yazar, İhsan N.
Tanyıldız ve Yekta Güngör Özden'in, 10. maddenin (A/2 - a) bendinin birinci
fıkrasındaki "... 1. maddede yazılı Bakanlar Kurulu kararının Resmî
Gazete'de yayımı tarihindeki ..." deyiminin Anayasa'ya aykırı olduğu ve
iptali gerektiği yolundaki karşıoylarıyla ve oyçokluğuyla,
3 - Rüştü Aral'ın, 10. maddenin (A/2 - a) bendinin ikinci
fıkrasının tümünün; Ahmet Salih Çebi, Muammer Yazar, İhsan N. Tanyıldız ve
Yekta Güngör Özden'in aynı fıkradaki "... Bakanlar Kurulu kararının yayımı
tarihine kadar geçen süre için..." deyiminin Anayasa'ya aykırı olduğu ve
iptali gerektiği yolundaki karşıoylarıyla ve oyçokluğuyla,
4 - Rüştü Aral'ın 10. maddenin (A/2-c) bendinin ikinci
fıkrasının tümünün; Ahmet Salih Çebi, Muammer Yazar, İhsan N. Tanyıldız ve
Yekta Güngör Özden'in aynı fıkradaki "... Bakanlar Kurulu kararının yayımı
tarihine kadar geçen süre için ..." deyiminin Anayasa'ya aykırı olduğu ve
iptali gerektiği yolundaki karşıoylarıyla ve oyçokluğuyla,
5 - Rüştü Aral, Ahmet Salih Çebi, Muammer Yazar,İhsan N. Tanyıldız
ve Yekta Güngör Özden'in, 10. maddenin (A/2-ç) bendindeki "... Bakanlar
Kurulu kararının yayımı tarihindeki ..." deyiminin Anayasa'ya aykırı
olduğu ve iptali gerektiği yolundaki karşıoylarıyla ve oyçokluğuyla,
6 - Rüştü Aral, ihsan N. Tanyıldız ve Yekta Güngör Özden'in, 10.
maddenin (A/4) paragrafındaki "Bakanlar Kurulu Kararının yayımı tarihinde
mevcut ve ..." deyiminin Anayasa'ya aykırı olduğu ve iptali gerektiği
yolundaki karşıoylarıyla ve oyçokluğuyla,
7 - Yekta Güngör Özden'in, 16. maddenin tümünün; Ahmet Erdoğdu,
Rüştü Aral, Ahmet Salih Çebi, İhsan N. Tanyıldız, Bülent Olcay ve Yılmaz
Aliefendioğlu'nun, aynı maddenin son fıkrasındaki "Yürütmeyi durdurma
kararı verilemez." hükmünün Anayasa'ya aykırı olduğu ve iptaline karar
verilmesi gerektiği yolundaki karşıoylarıyla ve oyçokluğuyla,
21/6/1979 gününde karar verildi.
|
|
|
Başkan
Şevket Müftügil
|
Üye
Lütfi Ömerbaş
|
Üye
Ahmet Erdoğdu
|
|
|
|
Üye
Osman Tokcan
|
Üye
Rüştü Aral
|
Üye
Ahmet Salih Çebi
|
|
|
|
Üye
Muammer Yazar
|
Üye
Nihat O. Akçakayalıoğlu
|
Üye
Nahit Saçlıoğlu
|
|
|
|
Üye
Hüseyin Karamüstantikoğlu
|
Üye
Necdet Darıcıoğlu
|
Üye
İhsan N. Tanyıldız
|
|
|
|
Üye
Bülent Olçay
|
Üye
Yılmaz Aliefendioğlu
|
Üye
Yekta Güngör Özden
|
KARŞIOY YAZISI
Anayasa'nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyetinin hukuk devleti
olduğu belirtilmiştir. Anayasa Mahkemesinin E. 1963/124, K. 1963/243 sayılı
kararında açıklandığı gibi, hukuk devleti, "insan haklarına saygı gösteren
ve bu hakları koruyucu, adil bir hukuk düzeni kuran ve bunu devam ettirmeye
kendini zorunlu sayan ve bütün faaliyetlerinde hukuka ve Anayasa'ya uyan bir
devlet..." demektir (AMKD Sayı 1.429). Devletin tüm işleviyle hukuka
uyması hukukla bağlı olmasını ve eksiksiz yargı denetimine uyruk bulunmasını
gerekli kılar. Nitekim Anayasa'nın 114. maddesinde "idarenin her türlü
eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıktır." denmekle, yönetsel işlemlerin
yargı denetiminin dışında kalamıyacağı kesin bir biçimde belirlenmiştir.
Öte yandan, Anayasa'nın 7. maddesinde de, yargı yetkisinin Türk
Ulusu adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağı hükme bağlanmıştır. Yargı
yetkisinin etkinliği, bu yetkinin "karar verme" biçimindeki aracının
özgürce ve eksiksiz kullanılmasına bağlıdır.
İptal davası, yönetsel yargı denetiminin başta gelen aracıdır.
Yönetsel yargı, hukuka aykırı işlemleri iptal ederek, yönetimi hukuksal
sınırlar içinde kalmaya zorlar ve hukuk devleti niteliğinin sürekliliğini
sağlar. Yönetsel yargının iptal kararı vermesi, işlemi verildiği tarihten
itibaren ortadan kaldırır ve işlem hiç yapılmamış, hukuk alemine doğmamış gibi
etki yapar.
Ancak, iptal hükmü geriye yürüyen bir etkiye sahip olsa bile,
yönetsel işlem, "iptal" kararı verilinceye değin, hukuka aykırı
niteliğiyle yürürlüğünü ve kişi güvenliği açısından olumsuz etkisini sürdürür.
Bu durumda, yönetsel yargıda kişi güvenliğini sağlamak, ilerde düzeltilemez
durumların ortaya çıkmasını önlemek, ayrıca yönetimin de büyüyen zararları
ödeme zorunluluğunda kalması olasılığını ortadan kaldırmak için, yargı yerine
"yürütmeyi durdurma" yetkisini tanımak zorunluğu ortaya çıkmıştır.
Böylece yürütmenin durdurulması, kararı, emredici, yapıcı ve koruyucu
niteliğiyle ilerde görülmesi veya düzeltilmesi olanaksız veya zor ve karışık
olan durumların ortaya çıkmasını önleyerek yönetimde yerleşik bir durum, uyum
ve süreklilik sağlar. Yürütme durdurulmakla, kişinin yararları yanında, kamu
düzeni ve yönetimin çıkarları da gözetilmiş olur.
Gerek işlev, gerekse hukuksal dayanaklar açısından yürütmenin
durdurulması kararlarıyla, genel yargıdaki "ihtiyati tedbir"
kararları arasında temelde farklılıklar vardır. Bu iki tür karar arasında
benzerlik kurulmaya çalışılması yanılgı olur. Yönetsel yargıda hakimin görevi,
uyuşmazlıkları kesin çözüme bağlama süreci içersinde, yönetsel işlemlerin
özelliğini ve yürürlüğünü dikkate alarak, tarafların hukukunu etkin biçimde
kollamaktadır. Bunun da yolu uyuşmazlığı kesin çözüme bağlayıncaya değin,
uyuşmazlık konusu işlemin yürürlüğünü durdurmak, bir anlamda askıya almaktır.
Bu açıdan, yürütmenin durdurulması kararları yargısal işlev ve
yargı yetkisinin bütünlüğü içinde yer alır ve yargısal yetkinin kullanma
araçlarından birini oluşturur. Nitekim, Anayasa'nın 140. maddesinde "...
kanunların başka idarî yargı mercilerine bırakmadığı konularda ilk derece ve
genel olarak üst derece idare mahkemesi..." olduğu belirtilen Danıştay,
521 sayılı Yasanın 94. ve Ek 1. maddeleriyle, aranan koşulların bulunması
durumunda, yürütmenin durdurulması kararı vermeye yetkili kılınmıştır.
Bu bakımdan, kimi yönetsel işlemlerin özelliğinden söz ederek,
bu işlemlerde hakimin yürütmenin durdurulması kararı verebilme yetkisinin
kaldırılması, yürütmenin durdurulması kararının yargı yetkisinin ayrılmaz bir
parçası ve yargısal denetimin vazgeçilmez bir aracı olması nedenleriyle, Anayasaya
aykırı düşer.
Kaldı ki, Anayasanın 132. maddesinde, "Hâkimler,
görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna, hukuka ve vicdani kanaatlarına
göre hüküm verirler. Hiçbir organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin
kullanılmasında mahkemelere ve hâkimlere emir ve talimat veremez..."
denmekle yargı yetkisinin kullanılma biçimi anayasal kurala bağlanmıştır.
Mahkemenin yürütmeyi durdurma kararı verebilme yetkisi yargı yetkisinin
ayrılmaz bir parçası olduğundan, bu yetkinin kullanılmasını önleyen bir yasa,
belirli bir olay için de olsa, "yargı yetkisinin kullanılmasını
sınırlayıcı" bir yasadır ve hâkimin vicdanî kanısına göre karar verme
olanağını kısıtlar. Anayasanın yargı yetkisine verdiği üstün yere uygun düşmez.
İşin özelliği, gecikmelere katlanmaya yer olmaması gibi gerekçeler bu
yetkisinin kısıtlanmasını haklı gösteremez. Karar verme durumundaki mahkemenin,
durumu değerlendireceği ve bütün olasılıkları gözönünde tutacağı kuşkusuzdur.
Anayasa'nın bağımsızlık tanıdığı mahkemelere güvenmek gerekir.
Sonuç alarak, açıklanan nedenlerle, yürütmenin durdurulması
yetkisinin belirli bir olayda sınırlı da olsa, yasayla kaldırılması, Yasama
organının Anayasa'ya aykırı biçimde yargı yetkisini kısıtlaması anlamına gelir.
Yukarda açıklanan nedenlerle, 4/10/1978 günlü, 2172 sayılı
Yasanın 16. maddesinin son fıkrasında yeralan, "yürütmeyi durdurma karârı
verilemez." yolundaki hükmün Anayasanın 2, 7, 114 ve 132. maddelerine
aykırı bulunduğundan iptali gerektiği oyu ile, çoğunluk görüşüne karşıyız.
|
|
|
Üye
Ahmet Erdoğdu
|
Üye
Bülent Olçay
|
Üye
Yılmaz Aliefendioğlu
|
|
|
|
KARŞIOY YAZISI
Dava konusu Devletçe İşletilecek Madenler Hakkındaki 2172 sayılı
Kanunun kimi maddelerinin Anayasa'ya aykırı olmadığı yolundaki çoğunluk
gerekçesine Devlet hükümranlık hakkı yerine, idari sözleşmenin esas tutulmaması
gerektiği ve ayrıca 10 ve 16. maddelerinin kimi bent ve fıkralarının Anayasa'ya
aykırı olduğu görüşündeyim. Bu görüşümün nedenleri aşağıda açıklanmış
bulunmaktadır.
I - Gerekçe bakımından :
l - 6309 sayılı Kanunla madenler üzerinde konulan haklardan
(Maden Kanunu md. 5) ancak işletme ruhsatnamesi ve işletme imtiyazı için bir
sözleşme (Maden Kanunu 62, 63. maddeler) yapılır. Diğer hallerde başvurma
üzerine ya kanundan doğan bir hak (Tekaddüm hakkı) vardır veya tek taraflı bir
işlem (Arama ruhsatnamesi) sözkonusudur.
Maden Kanununa göre yapılan sözleşmeler, bir kamu hizmeti
sözleşmesi niteliğinde değildir ve bunun nedenleri şöyledir:
a) 6309 sayılı Kanunun genel gerekçe ve ekonomik komisyonu
raporunda da açıklandığı üzere Maden Kanunu karşısında Devlet teşekkülleriyle fertler
arasında teşebbüs bakımından eşitlik ilkesi kabul edilmiş ve Devlet
teşekkülleri lehine olan farklar kaldırılmıştır. Resmi ve özel sektör Maden
Kanunu karşısında eşit durumdadırlar.
b) 6309 sayılı Maden Kanununa göre madenler üzerindeki haklar
malî haklar, Patrimuman haklarıdır. İrs yolu ile varislere intikal eder.
c) Maden hakkı sahibi Devlet nam ve hesabına değil kendi nam ve
hesabına, önceden saptanan şartlar içinde, çalışırlar. Maden sözleşmelerinin
konusu bir kamu hizmetinin işletilmesi ve yürütülmesi değildir.
d) Aynı kanunun 52, 62, 63 ve Danıştay Kanununun ilgili
maddelerinin incelenmesinden de anlaşılacağı üzere madenlerin işletilmesi ve
ilgili idari sözleşmeler ve şartnameler idarece tek taraflı olarak hazırlanır.
Maden hakkı sahibine önceden saptanan şartlar içinde madenden faydalanma ve
işletme hakkı verilir. Buna karşı Devletin madenciye karşı da hiç bir taahhüdü
yoktur.
e) Kaldı ki, madenlerdeki imtiyaz sözleşmeleri ve işletme
ruhsatnameleri dolayısıyle düzenlenen sözleşmeler bir kamu hizmeti sözleşmesi
niteliğinde olsaydı dava konusu 2172 sayılı Kanunun çıkarılmasına da gerek
kalmazdı. Zira kamu hizmeti sözleşmesine raşa yoluyle son vermek olanağı
bulunmaktaydı.
2 - T.C. Anayasası'nın 130. maddesine göre tabii servetler ve
kaynaklan Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. Bunların arama ve işletilmesi
Devlete aittir. Arama ve işletmenin doğrudan doğruya özel teşebbüs eliyle
yapılması kanunun açık iznine bağlıdır. Anayasa'nın öngördüğü bu izin ve
şartlar 6309 sayılı Kanunla, Anayasa'nın yayımından önce yerine getirilmiş
bulunmaktadır.
Anayasa'nın madenlerin devletin hüküm ve tasarrufu altında
bulunduğu hükmüne dayanılarak, bu madenlerin hukuki rejimini yeniden belirleme
veya değiştirme yasama organının yetkileri içindedir. Madenlerin devletin hüküm
ve tasarrufu altında olması aynı zamanda bunların özel mülkiyet konusu
olmadığını da gösterir. Madenler Devletin hüküm ve tasarrufu altında olduğu
için bunlardan faydalanma, kullanma biçimlerinin yasama organınca egemenlik
hakkına dayanarak saptanacağı kuşkusuzdur. Türk Kanuni Medenisinin 641. maddesi
de bu yoldadır.
Hukuki durum böyle olunca yasa koyucunun Devletin hüküm ve
tasarrufu altındaki madenler üzerinde ilgililere tanınan çeşitli kullanma ve
faydalanma haklarını yeni bir düzenlemeye tabi tutmasında ve maden üzerinde
ilgililere evvelce verilmiş olan hakları geri almasında veya geri alma
şartlarını belirlemesinde Anayasaya aykırılık olduğundan söz edilemez.
Bu nedenlerle çoğunluk gerekçesine kamu hizmeti sözleşmesinin,
esas tutulmaması gerektiği ve devletin egemenlik hükümranlık hakkına dayanarak
dava konusu düzenlemeyi yapabileceği kanısındayım.
II. Dava konusu kanunun 10 ve 16. maddelerinin kimi bent, fıkra
ve cümlelerinin Anayasa'ya aykırı olduğu hakkındaki görüşlerim ise şöyledir;
A) 10. maddenin bent ve fıkraları:
l - Bu maddenin (A - 2 - a) bendinin birinci fıkrasında yeralan
ve işletme hakkı sahibinin mülkiyetinde olup, madenin işletilmesi için gerekli
bulunan arazinin hangi gündeki alım - satım bedeli bulunduğunu gösteren,
"Bakanlar Kurulu kararının Resmî Gazete'de yayımı tarihindeki"
biçimindeki hüküm Anayasa'ya aykırıdır. Zira Bakanlar Kurulunun arama ve
işletme haklarının geri alınmasına dair kararıyla, alım -satım bedelinin tesbit
ve değerlendirme tarihi arasındaki zaman aralığı uzadıkça arazi sahibinin
hakları o oranda ihlâl edilmiş ve Anayasa'nın 38/1. maddesine aykırı
davranılmış olur. Böylece 38/1. maddenin peşin ödeme ve gerçek değer hükümleri
yerine getirilmemiş bulunur.
2 - Aynı maddenin (A - 2 - a) bendinin ikinci fıkrasına gelince;
Bu fıkra ile Maden Kanununun 125. maddesi gereğince işletme
hakkı sahibi lehine kamulaştırılmış olan arazinin alım - satım bedelinin
tesbitinde, eski kamulaştırma bedeli esas alınmakta ve geri alma tarihine kadar
geçen her yıl için % 11 faiz eklenmesi öngörülmektedir.
6309 sayılı Maden Kanununun 125/7. maddesinde, "İade
edilecek yerin bedeli hakkında taraflar anlaşamadıkları takdirde mezkûr yerin
eski sahibinin müracaatı üzerine mahkeme gerek o yerin ve gerek üzerinde
binalar mevcutsa bu binaların o günkü kıymetlerine göre işletme hakkı sahibine
tebliğ edilecek bedeli takdir eder" denilmektedir.
Maden Kanununun 125/7. maddesi arazinin eski sahibine iadesinde
gerçek değeri esas aldığı halde, madenlerin Bakanlar Kurulunca geri alınması
halinde eski kamulaştırma bedelinin esas tutulması Anayasanın 12. maddesindeki
eşitlik ve 38/1. maddesindeki gerçek değer esasına aykırı olur.
3 - Dava konusu Kanunun (A - 2 - ç) bendinin ikinci fıkrasının
maden sahibi lehine kamulaştırılan binaların alım - satım bedellerinin
saptanması ile ilgili hüküm de, yukarıda "A - 2" deki açıklamalar
karşısında Anayasa'ya aykırı bulunmaktadır.
4 - Aynı maddenin (A - 2 - ç) bendinin araç ve gereçlerle,
teçhizat ve malzeme gibi taşınır malların alım - satım bedellerinin hangi
tarihteki bedel olduğunu gösteren "Bakanlar Kurulu Kararının yayımı
tarihindeki" yolunda olan hükmün yukarıda (II A-1) de açıklanan nedenlerle
Anayasa'ya aykırı bulunmaktadır.
5 - Maden Kanununun (10 A-4) maddesinde yeralan kâr mahrumiyeti
tazminatı:
Dava konusu kanunun genel gerekçesinde; "İşletme hakkı
sahiplerine uğrayacakları kâr kaybının mevcut iş bağlantılarından başka bir iş
alanına yönelmelerine olanak verecek bir intibak tazminatı ölçüsünde
karşılanması" olduğu belirtilmiştir.
İşletme hakkının geri alınması tarihinde işletme hakkı süresinin
dolmasına (1) veya (40) yıl gibi değişik süreler kalmış olabilir. Ve yine
işletme hakkı sahibinin geri alma tarihinde herhangi bir sözleşmesi mevcut
bulunmayabilir. Kanun, (Bakanlar Kurulu, kararının yayımı tarihinde mevcut)
deyimiyle kâr mahrumiyetini yalnız işletme hakkının geri alınması tarihinde
sözleşmesi olan işletme sahiplerine inhisar ettirilmesi isabetsizdir. Bu hükme
göre geri alma yılında hiçbir sözleşmesi olmıyan işletme hakkı sahiplerine kâr
mahrumiyeti verilmiyecektir.
Aynı durumdaki işletmelerin intibak tazminatları sözleşme olup
olmamasına bağlanamaz.
Bu nedenlerle aynı şartlara haiz işletmelerinden bir kısmına
tazminat verilmesi diğerine verilmemesi eşitlik ilkesine aykırı olur (10 A - 4)
bendindeki "Bakanlar Kurulu kararının yayımı tarihinde mevcut" deyimi
Anayasaya aykırıdır.
B) 16. maddenin son fıkrasının son cümlesi:
1 - Yürütmenin durdurulması müessesesi:
İdare hukukunda yürütmenin durdurulması müessesesinin özel
nitelikleri vardır. Bu niteliklerden kimisi ise şöyledir:
Yürütmenin durdurulması kararı taraflardan birinin işlemine
karşı alınmış bir tedbirdir. Dava konusu işlemin hukuki sonuçlarını askıya
alır. İşlemin yürütülme, icra kabiliyetini ortadan kaldırır.
İptal davasında da işlem iptal edilir. Ve bu nedenle de işlem
artık hukuki sonuç doğuramaz.
Gerek iptal kararı ve gerek yürütmenin durdurulması kararı
işlemi hukuki sonuç doğuramaz hale getirmektedirler.
Böylece yürütmenin durdurulması kararı geçici de olsa bir hüküm
etkisini haizdir. Kesin hükümle yürütmenin durdurulması kararı arasındaki fark
birinin sürekli olmasına karşı diğerinin geçici olmasından ibarettir.
Alt derece mahkemelerin kararlarıyle Danıştayın kendi aldığı
esas hakkındaki kararların, yürütmenin durdurulması kararıyla yürürlükten
alıkonulması da yürütmenin durdurulması kararının bir hüküm etkisinde olduğunu
kanıtlar.
2 - Yürütmenin durdurulması kararının Anayasaya aykırılık
nedenleri :
a) Hukuk Devleti açısından :
Anayasanın ikinci maddesinde sözü edilen hukuk devleti insan
haklarına saygı gösteren, bütün davranışlarda hukuk ve Anayasaya uyan, bütün
işlem ve eylemleri yargı denetimine bağlı bulunan bir devlettir.
Yürütmenin durdurulması kararı ise, idarenin hukuka uygun
davranmasını sağlayan denetim araçlarından biridir. Danıştay Kanunu 1740 sayılı
kanunla eklenen ek 1. madde hükmüne göre "....... dilekçelerde ileri
sürülen hususların dosyanın durumuna göre ciddi ve idari veya yargı kararının
iptalini haklı gösterecek nitelikte olması halinde" verilebilir. Neyin
haklı ve neyin haksız olduğunu İse yargı organları arar, bulur ve söyler. Bu
konular yargı organlarının görev alanına girer.
Yürütmenin durdurulması kararı verilmekle idari işlemin doğruluk
karinesi geçici de olsa bir süre için ortadan kalkar. İşlem hukuka aykırı bir
işlem durumuna girer. Hukuka aykırı işlemlerin yürütülmesine devam hukuka
aykırı bir davranışın sürdürülmesi demek olur.
Bir kanunla yürütmenin durdurulması karariyle yapılan ilk
denetimin kaldırılması, hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmaz. Zira Dava konusu
işlem hukuka uygun olmasa da yürütülmesi sağlanmış olur. Nitekim Anayasa'nın
114. maddesi ile ilgili gerekçeler "İdarî kararlara karşı kazai müracaat
yollarının kapatılmış bulunduğu bilinen bir vakıadır. Bu hükümlerin hukuk
devleti anlayışına aykırılığı aşikâr olmakla" denilmek suretiyle idari
işlemlerin denetim dışı bırakılamayacağı doğrulanmıştır.
b) Hak arama hürriyeti açısından :
Anayasanın 31. maddesi herkesin meşru bütün vasıta ve yollardan
faydalanmak suretiyle iddia ve savunma hakkına sahip olduğunu öngörmüştür.
Dava tarihi ile hüküm tarihi arasında bir mesafe,
azımsanamıyacak bir zaman aralığı vardır. Bu zaman içinde işlem icra edilirse
telâfisi güç zararlar olabilir. Telafisi güç zararların önlenmesi yürütmenin
durdurulması karariyle olur. Danıştay Kanununa 1740 sayılı Kanunla eklenen ek
madde 1 de ....... yürütmeyi durdurma kararlarının telafisi güç durumlarda
ortaya çıkacağı" belirtilmiştir.
İptal davası açan bir kimse hakkını aynen, olduğu gibi
alabileceği gibi, hakkını elde edeceği tarihe kadar zamandaki zararlarını da
tam yargı davası yoluyla alabilir. Yürütmenin durdurulması kararının
tanınmaması halinde hakkın aynen alınması, olduğu gibi alınması olasılığı
kaldırılmış olur. Böylece iptal davasıyla sağlanmak istenen eski hukuki durumun
iadesi imkânı ortadan kalkmış ve sonuç olarak iptal davası yolu kaldırılmış
olur. Yürütmenin durdurulması kararı, yargı yetkisinin yani iptal davası
yolunun ortadan kalkmasını önlediği için meşru bir yoldur. Karşı düşünce iptal
davası yolunun ortadan kaldırılması sonucunu doğuracağı ve yargı yetkisini
daraltacağı, kısıtlayacağı için Anayasaya aykırıdır. Anayasanın 4. maddesine
göre hiçbir organ kaynağını Anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamaz ve
7. maddesine göre de, Anayasa hükümleri yasama organlarını da bağlar.
Yürütmenin durdurulması kararının ortadan kaldırılması iptal davası yoluyla
eski hukuki durumun aynen iade edilmesi olanağını da ortadan kaldırdığı için
Anayasaya aykırıdır.
Ayrıca iptal davası yoluyla sağlanan hukuki himayenin tam ve
etkin bir biçimde güvence altına alınmasının gerçekleşmesi yürütmeyi durdurma
kararıyla sağlanır. Yapı yıkılırsa ilgili binasına kavuşamaz. İptal davası
tarihiyle hüküm tarihi arasında iptal kararı verilmesi olasılığının ortadan
kalktığı hallerde bir hakkın zamanında alınması imkânsız hale gelir. Bir hakkın
zamanında alınması ancak yürütmenin durdurulması kararıyla sağlanır. Bir
öğrenci 2 yıl okul dışında kaldıktan sonra hakkını elde ederse emsalinden çok
geri kalmıştır. Yaş kaydı olan meslek ve görevlere girmek imkanından yoksun
kalır. Üniversite sınavları geçtikten yıllar sonra verilecek hüküm ilgilinin
zamanında bu imtihanlara girmesine ve okula devamına imkân vermemiş olur. Bir
hakkın aynen, olduğu gibi, tazminata dönüşmeden alınması ancak yürütmenin
durdurulması kararıyla olur.
Bu nedenledir ki, Yürütmenin durdurulması kararı hakkın elde
edilmesine yarayan meşru yollardan biridir. Yürütme yolunun maden işlerinde
ortadan kaldırılması Anayasaya aykırıdır.
c) Denetim aracı oluşu :
Anayasanın 114. maddesinde, idarenin her türlü eylem ve
işlemlerine karşı yargı yolu açık tutulmuştur. 140. maddenin gerekçesinde,
"....... Esas itibariyle Anayasa Mahkemesiyle Danıştay bir sistem içinde
toplanmaktadır. Bu sistem ile siyasi iktidarın ve idarenin tasarrufları yargı
denetimi altında bulundurulmaktadır. Danıştay icrai ve idari karar üzerinde
yargı denetimini yapan ...... bir kuruldur. Diğer taraftan Anayasa Mahkemesi
ise daha geniş ölçüdeki yetkilerle mücehhez bir kurul olarak, çıkan kanunların
Anayasaya uygunluğunun kazai murakabesini yapmakla" görevli olduğu
açıklanmıştır. İdari işlemlerin denetimi hüküm tesisi yoluyla olabileceği gibi
yürütmenin durdurulması kararıyle de olur. Yargı denetiminin yalnız hüküm
tesisi yoluyle olacağı yasalarımızda yeralmamıştır. Özellikle ivedi durumlarda
yürütmenin durdurulması kararı haksızlıkları Önler Eğitim zamanı başlamadan,
yürütme kararı almakla öğrenci zamanında okumak hakkına kavuşmuş olur. Eğitim
başladıktan ve yeni bir eğitim dönemi açıldıktan sonra hüküm tesisi yoluyla
alınan hak öğrencinin kaybolan yıllarını geri getiremez.
Yukarıda da açıklandığı üzere yürütme kararı verilmesinin
kaldırılması iptal davası yolunun kaldırılması sonucunu sağlar. İptal davası
yolunun kaldırılması ise 114. maddenin "her türlü eylem ve işlemlere karşı
yargı yolu açıktır." hükmüne aykırı olur.
Bu nedenlerle Maden Kanununun yürütme kararı verilmesini
önleyen, kaldıran 16. maddesinin son fıkrasının son cümlesi Anayasaya
aykırıdır.
KARŞIOY YAZISI
I - Dava konusu,4/10/1979 gün ve 2172 sayılı Yasanın :
a) 10. maddesinin (A/2 - a) bendinin birinci fıkrasındaki
"....... 1. maddede yazılı Bakanlar Kurulu Kararının Resmî Gazete'de
yayımı tarihindeki ......",
b) Aynı bendin ikinci fıkrasındaki ".......Bakanlar Kurulu
Kararının yayımı tarihine kadar geçen süre için ....",
c) Aynı maddenin (A/2 - c) bendinin ikinci fıkrasındaki
".... Bakanlar Kurulu Kararının yayımı tarihine kadar geçen süre için
....",
d) Aynı maddenin (A/2 - ç) bendindeki "...Bakanlar Kurulu
Kararının yayımı tarihindeki..." deyimleri;
Mülkiyet hakkının özünü zedeleyecek sonuçların doğmasına neden
olacak niteliktedirler. Gerçekten, Bakanlar Kurulu Kararının Resmî Gazete'de
yayımlandığı tarihte elkoyma işleminin yapılması olanağı yoktur. Elkoyma
işleminin gerçekleşmesi, idari işlemin bünyesinden gelen nedenlerle oldukça
uzun bir sürenin geçmesini gerektirir. Bu süre içinde mal fiyatlarının artmış
olacağı günümüzün inkâr edilemiyecek hatta olağan denilebilecek bir oluşumudur.
Bunun sonucu olarakta Bakanlar Kurulu Kararının yayımlanması tarihindeki
rayiçler üzerinden ödenecek bedel elkoyma tarihindeki bedelden düşük olacak,
madeni elinden alınan kimsenin malının elkoyma tarihindeki gerçek değerini
karşılayamayacaktır.
Elkoyma ister raşa, ister kamulaştırma ve ister devletleştirme
niteliğinde olsun, Ödenecek bedelin el konulduğu tarihteki gerçek bedeli
karşılaması Anayasanın 38. ve 39 maddelerinin gereğidir. Bu itibarla dava
konusu kanunun yukarda sözü edilen hükümlerinin iptali gerekir.
II - iptali istenen kanunun 16. maddesinin son fıkrasındaki
"Yürütmeyi durdurma kararı verilemez." yolundaki hükmünün iptali
gerektiğine ilişkin Ahmet Erdoğdu, Bülent Olcay ve Yılmaz Aliefendioğlu'nun
karşıoy yazılarında açıklanan gerekçelere aynen katılıyorum.
Sonuç;
Çoğunluk kararının yukarda belirtilen kısımlarına açıklanan bu
gerekçelerle karşıyım.
KARŞIOY YAZISI
1 - İptali gereken hükümler yönünden karşıoy yazısı,
2 - Yürütmeyi durdurma yönünden değişik gerekçe,
1 - İptali istenen 4/10/1979 günlü, 2172 sayılı Yasanın 10.
maddesinin A-2-a bendinde yer alan "l inci maddede yazılı Bakanlar Kurulu
Kararının Resmî Gazete'de yayımı tarihindeki." tümcesiyle A-2-b ve A-2-c
bendlerinde yer alan "Bakanlar Kurulu Kararının yayımı tarihine kadar
geçen süre için" biçimindeki hükümleri ve A-2-ç bendinde bulunan
"Bakanlar Kurulu Kararının yayımı tarihindeki" cümlesi Bakanlar
Kurulu Kararının yayımı ile el konulan mala el koyma günleri arasındaki değer
farkını karşılıksız bırakmaktadır. Paranın satın alma gücü devamlı olarak
azaldığına göre bu iki tarihteki değerler arasında önemsenmesi gereken farklar
meydana gelebilir, İşlem ister raşa, ister kamulaştırma ve ister devletleştirme
olsun hepsi bedelin el konulduğu gündeki değer üzerinden ödenmesini gerektirir.
Anayasanın 38. ve 39. maddelerinin buyruklarıda budur. Bu nedenle sözü geçen
hükümlerin iptali gerektiğinden istemin reddi kararına karşıyım
2 - Yürütmeyi durdurma yönünden değişik gerekçe :
Anayasanın 149. maddesi, iptal davası açma yetkisini belli
makam, merci, kurul ve kurumlara tanımış ve bu yetkinin kullanılması doksan
günlük bir süre ile sınırlandırılmıştır. Bir yasa hükmü Anayasa'ya aykırı olsa
ve bu aykırılıktan zarar gören ortaya çıkıp ona karşı bir yasal yol arasa bile
149. maddede gösterilenler dışında ise doğrudan doğruya iptal davası açamaz. Bu
gibilerin bu nitelikte bir dava açabilmeleri, Anayasanın 151. maddesinin
buyruğuna göre, Anayasaya aykırı görülen hüküm, Yasanın öngördüğü görevli
mahkemede usulüne uygun olarak açılmış bulunan bir davada uygulanmasının
gerekliliğine ve mahkemenin ya da Yargılayın Anayasaya aykırılık iddiasının
ciddi olduğu kanısına varmış bulunmasına bağlıdır. Bu koşullar meydana
gelmedikçe Anayasa'ya aykırılık denetimi yapılamaz. Bu da gösteriyor ki
yasaların Anayasaya uygunluk denetiminin yapılabilmesi, bir başka deyişle
Anayasaya aykırılık nedeniyle bir yasa hükmünün iptal edilebilmesi için
Anayasanın açtığı kapı, yorum ve benzetmelerle genişletmeyle elverişli
değildir.
Budurumda "Yürütmeyi durdurma kararı verilemez."
biçimindeki yasa hükmünün Anayasaya aykırı olduğu iddiasıyla açılan iptal
davasında önce yürütmeyi durdurma hukuksal kurumunun (Hukuki müessesesinin)
Anayasadaki yerini saptamak gerekir. Anayasanın dava dilekçesinde dayanılan 2,
7, 12, 31, 114 ve 132. maddelerinde yürütmenin durdurulması hukuksal kurumuna
sözle ve açıkça değinen bir hüküm bulunmadığı gibi diğer madde metinlerinde de
buna ilişkin bir düzenleme ya da işaret yoktur. Aslında söz konusu kurumun
Anayasa metnin de açıkça yer almamasına kendi niteliğinin mutlak olmayışı,
kısıtlı (Kasır) oluşu da neden olabilir. Zira bahsi geçen hukuksal kurum ne
salt (Mutlak) bir haktır, ne de salt (Mutlak) bir yetkidir : Danıştay Yasasının
94. maddesi bu açıdan genel bir hükümdür, genel kural koymaktadır, Maddenin
birinci fıkrasında, dava açmanın veya yasa yoluna başvurmanın yürütmeyi
durduramayacağı esası konulmuş, ikinci fıkra ile de durdurma isteğinin
incelenebilmesi, "halin icabı" dışında, teminat verilmesi koşuluna
bağlanmıştır. Eğer bu bir mutlak hak olsa idi istek halinde Danıştayın durdurma
kararı vermesi zorunlu olurdu. Mutlak bir yetki de değildir. Çünkü : Danıştay,
davada durdurma kararı vermeyi gerekli görse bile taraflardan biri istemedikçe
böyle bir karar veremez. Şu halde hem hak ve hem yetki, kısıtlıdır, eski
deyimiyle kasırdır.
18/6/1973 günlü, 1740. sayılı Yasa ile eklenen birinci madde
"yürütmeyi durdurma kararları, telafisi güç durumlar ortaya çıkarması veya
dilekçede ileri sürülen hususların dosyanın durumuna göre ciddi ve idari veya
yargı kararlarının iptalini haklı gösterecek nitelikte olması halinde
verilebilir." Genel kuralını getirmiş ve kısıtlı olan bu yetki böylece de
sınırlandırılmıştır. Bu kısıtlama ve sınırlamalar durdurma hakkının ya da
yetkisinin saltlık kazanabilmesi için onun içersinde bulunması gereken tamlık
öğesinin oluşmasına engeldir. Bu durum ile ne davacı için salt bir hak ve ne de
Danıştay için salt bir yetkidir. Bu nedenle Anayasamız bu konunun açık metin
halinde düzenlenmesini yasalara bırakmıştır.
Ancak Anayasanın espirisi ve dayandığı ilkeler arasındaki ilişki
hukukun çeşitli dallarında ve yasalarda eskiden beri yer almış bulunan
yürütmenin durdurulması müessesesinin tek bir yönile anayasal bir kurum
olduğunu kabule olanak vericidir. Şöyle ki : Kuvvetlerin ayrılığı temel
ilkesine dayalı olan anayasamız 114. maddesiyle "idarenin her türlü eylem
ve işlemine karşı yargı yolunun açık" olduğunu saptadıktan sonra
"yargı yetkisi, yürütme görevini kanunlarda gösterilen şekil ve esaslara
uygun olarak yerine getirilmesini sınırlayacak tarzda kullanılamaz. İdari eylem
ve işlem niteliğinde yargı kararı verilemez." hükmünü koymak suretiyle
yargı gücünün, yürütme gücüne verilen görevin yerine getirilmesine engel
olmasını önlemiş; 132. maddenin üçüncü fıkrasının "yasama ve yürütme
organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare
mahkeme kararlarını hiç bir suretle değiştiremez ve bunların yerine
getirilmesini geciktiremez "biçimindeki son tümcesi ile de yargının ve
yargı kararlarının etkinliğinin sağlanmasını istemiş ve bu suretle de güçler
arasında bir denge kurmuştur. Bu dengenin bozulması kamu düzenini temelinden
sarsacağı için bunun bozulmamasına önem vermiştir.
Bu konu "insan hakları evrensel beyannamesi" nin
konuları arasına da girmiştir. Türkiyenin de üyesi bulunduğu Birleşmiş
Milletler Genel Kurulunun 10/12/1948 tarihli ve 217 (111) sayılı kararı ile
kabul edilen "İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi" nin 8. maddesi
"her şahsın kendisine Anayasaya veya Kanun ile tanınan haklara aykırı
muamelelere karşı fiili netice verecek şekilde milli mahkemelere müracaat hakkı
vardır." hükmünü taşımaktadır.
Bu bildirinin okullarda ve diğer öğretim kurumlarında
okutulması, radyo ve gazetelerde yayımlanması Bakanlar Kurulunun 6/4/1949
tarihli, 3/9119 sayılı kararıyle kabul edilmiş 27 Mayıs 1949 günlü, Resmî
Gazetede yayınlanmıştır. Sözü geçen maddedeki (Milli Mahkemelere) başvurma
hakkının "Fiili netice" verebilmesinin güvencesi ve Anayasamızın
kurduğu dengeyi sağlamanın en etkin aracı veya önlemi, gerekli hallerde,
yürütmeyi durdurabilmedir. Bu nedenle yürütmeyi durdurma kurumu yalnız bu
yönile bir anayasal kurum olarak tanınmalıdır.
Anayasal kurumlar yasalarla ayrıntılı bir biçimde düzenlenebilir
ve kamu yararı ya da kamu düzeninin zorunlu kıldığı durumlarda sınırlanabilir.
Fakat tümüyle ortadan kaldırılamaz. Örneğin kişiliğe bağlı dokunulmaz,
devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetler anayasal hakların başında
geldiği halde bunların da kamu yararı ve kamu düzeninin korunması amacıyla sınırlanabileceğini
Anayasanın 11. maddesi açıkça belirtmiştir.
Esasen yürütmeyi durdurma hukuksal kurumunun anayasal
sayılabilme olanağı, yargı kararlarının etkinliğini sağlamak ve mahkemelere
başvurma hakkının kullanılmasına eylemli sonuç kazandırmak suretiyle kamu
yararını ve kamu düzenini koruma düşün ve amacından kaynaklandığına göre bu
amaca hizmet etmediği veya ona halel verdiği durumlarda Anayasanın koruyuculuğu
(himayesi) altında bulunduğu da savunulamaz. Bu itibarla yürütmenin
durdurulması kararı verilmesini yasaklayan bir yasa hükmünün Anayasaya
aykırılığının ileri sürülebilmesi, bu hükmün, yürütmeyi durdurma kurumunu,
hukuk düzeni içinden tümüyle kaldırmasına ya da yukarıda değinilen dengeyi
bozma amacına yönelik bulunmasına bağlıdır. Bu özellikleri içermedikçe, hele
kamu yararını koruma amacını taşıdıkça Anayasaya aykırılığından söz edilemez.
İptali istenilen yasa hükmünü kapsayan 4/10/1978 günlü, 2172
sayılı Yasayla yapılan düzenleme Anayasanın 130. maddesi gereğince Devletin
hüküm ve tasarrufu altında olup işletme hakkı da Devlete ait bulunan madenlerin
daha önce özel teşebbüse verilen işletme haklarının geri alınmasına ilişkindir.
Bu Yasanın ve iptali istenen hükmün, kamu yararı nedeniyle düzenlendiği ve
temelde Devlete ait olan işletme hakkının geri alınmasıyla ilgili davalarda
durdurma kararı verilemiyeceği hükmünün kabulünde kamu yararı bulunduğu Yasanın
gerekçesinde kuşkuya yer vermeyecek biçimde ve kanıtlarıyla açık açık
anlatılmıştır. Yönetsel yargıda verilebilen yürütmeyi durdurma kararlarile genel
yargıdaki "tedbir" kararları nitelik bakımından birbirinden çok
farklıdır. İster ceza konusunda olduğu gibi kamu hukukuna, ister özel hukuka
ilişkin bulunsun, genel yargı alanında verilen tedbir kararları genellikle
yargılama yapıp hüküm verme olanağını sağlamaya ve isabetsiz ya da yerine
getirilmesi hukuken olanaksız bir hüküm kurulmasını önlemeğe yönelik
bulunmaktadırlar.
Yönetsel hukuk alanındaki yürütmeyi durdurma kararlarının böyle
bir amacı veya işlevleri yoktur. Sadece yargılamaya konu edilen yönetsel karar
ve işlemlerin yerine getirilmesini durdurur. Varılacak hükme hiçbir etkisi
yoktur. Bu itibarla yürütmeyi durdurma kararları yönetsel yargının bütünü
içinde yer almazlar ve onun tamamlayıcı bir öğesi de değillerdir.
Yürütmeyi durdurma kararı yürütmeden doğacak zararı önlemesine
karşın bizzat kendisinin neden olduğu zararı önleyici bir özelliğe veya
yeteneğe sahip değildir: Danıştay Yasasının 94. maddesinin ikinci fıkrasında
"Ancak hâlin icabına göre iptal davalarında yetkili daire veya kurul teminat
aramayabilir." hükmü vardır. Bu hükme dayanarak Danıştayın güvence
(teminat) aramadan yürütmeyi durdurduğunu ve sonra da davayı reddettiğini
düşünelim. Bu gecikmeden doğan kamu zararının ödettirilmesindeki güçlük veya
olanaksızlık, yürütmenin durdurulmamasının yol açtığı birey zararının
ödenmesindeki güçlükten hiçte önemsiz değildir.
Bu nedenlerle yürütmeyi durdurma müessesesini yönetsel yargı
hukukunun bütünlüğü içinde ve ondan ayrılmaz bir öğe veya araç saymanın olanağı
yoktur.
Yasa açılan davaların "diğer davalara tercihen ve
ivedilikle" görüleceğini 16. maddesinde hükme bağlayarak yapılan yönetsel
işlemden doğabilecek zararın büyümesini önlemiş ve işin süratle bitirilmesi
önlemini almış olmasına, özellikle yürütmeyi durdurma hukuksal kurumunu tümü ile
kaldırmayıp sadece belli davalara hasren bu yolda bir karar verilemiyeceğini
belirterek sınırlama yapmış bulunmasına ve bu yasama işleminde kamu yararı
gözetildiğine göre yürütmenin durdurulması kararı verilemiyeceğine ilişkin yasa
hükmünün iptali isteminin reddi gerekir. Bu alandaki red kararına katılmakta
dayandığım gerekçeler bunlardır.
KARŞIOY YAZISI
I - İptali istenen 4/10/1979 gün ve 2172 sayılı Yasanın 10.
maddesinin;
1 - A-2/a bendinin birinci fıkrasında yer alan "... 1.
maddede yazılı Bakanlar Kurulu kararının Resmî Gazete'de yayımı
tarihindeki..." deyimi ile aynı bendin ikinci fıkrasında ve C bendinde yer
alan "... Bakanlar Kurulu kararının yayımı tarihine kadar geçen süre
için..." şeklindeki deyiminin,
2 - A-2/ç benddeki "... Bakanlar Kurulu kararının yayım
tarihindeki..." deyiminin,
3 - A/4 paragrafındaki "Bakanlar Kurulu kararının yayım
tarihinde mevcut ve..." deyiminin.
İdari işlemlerdeki gecikmeler nedeniyle Bakanlar Kurulu
kararlarının yayımı tarihleri ile madene el koyma işlemleri arasında gerçek
süreler zarfındaki fiyat değişikliklerinin vatandaşların zararına sonuçlar
doğurması muhtemel bulunduğundan, daha başka bir deyimle de Bakanlar Kurulu
kararlarının yayını tarihlerindeki değerler yerine el koyma tarihindeki
değerlerin esas alınması gerek vatandaş ve gerekse idare yönünden daha adil
olacağından buna karşı bir görüşün Anayasa'nın 2., 38. ve 39. maddelerine
aykırı düşeceği düşüncesi ile bu konudaki İptal isteminin reddi kararına
karşıyım.
II - Sözü edilen yasanın 16. maddesinin son fıkrasındaki
"yürütmeyi durdurma kararı verilemez" hükmü.
1 - Anayasa'nın 7. maddesindeki "yargı yetkisi, Türk
Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır" ilkesine aykırı olup bağımsızlığı
esas olan bir mahkemenin bu konudaki karar verme serbestisini önleyeceği gibi
takdirine de müdahale niteliğinde bulunduğundan,
2 - Yine Anayasa'nın 31. maddesindeki "Herkes, meşru bütün
vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri, önünde davacı veya
davalı olarak, iddia ve savunma hakkına sahiptir" hükmü ile ilke olarak
vatandaşa sonucu etkileyebilecek şekilde davanın her safhasında bütün vasıta ve
yollardan faydalanma hakkı tanındığı halde bazı tür davalarda bu yollardan birine
başvurma hakkının elinden alınması gerek savunmasını ve gerekse hak arama
hürriyetini kısıtlayacağından,
Bu hükmün Anayasa'nın sözü edilen maddelerine aykırı olduğu
düşüncesi ile çoğunluk görüşüne karşıyım.
KARŞIOY YAZISI
2172 Sayılı "Devletçe İşletilecek Madenler Hakkında
Kanun" un uygunluk denetiminde beliren l, 10 ve 16. maddelere ilişkin
çoğunluk görüşüne karşıyım. Gerekçemi, madde sırasına, göre aşağıda
açıklıyorum:
1. Türkiye doğasının ayrılmazlığı, bölünmezliği içinde bulunan
ve Anayasamızın 130. maddesi gereğince yalnız "Devletin
egemenliğinde" değil "Devletin tartışmasız ve kuşkusuz malı"
bulunan, "Ülke" tümlüğünü oluşturan madenler hakkında 11/3/1954
tarihinden başlıyarak yürürlükte bulunan 6309 sayılı Maden Kanunu vardır.
Üçüncü Beş Yıllık Kalkınma Plânı'nın öngördüğü biçimde "Madencilik Reformu
Kanunu" adını taşıyan 7/5/1973 günlü, 1713 Sayılı Yasa yürürlüğe konulmak
istenmişse de Anayasamızın 93. maddesi uyarınca Cumhurbaşkanı tarafından bir
kez daha görüşülmek üzere geri çevrilmiş, yeniden yasalaşma olanağı
doğmamıştır. Daha sonra zamanın Hükümeti tarafından "Devletçe İşletilecek
Madenler Üzerindeki Hakların Geri Alınması ve Hak Sahiplerine Ödenecek Tazminat
Hakkında Kanun Tasarısı" adı verilerek yasama organına sunulan metin
7/5/1975 günü 1895 sayıyı alarak kabul edilmiş ve 24/5/1975 günlü, 16245 sayılı
Resmi Gazete'de yayımlanarak yürürlüğe girmiştir. Anayasa Mahkemesinin 5/2/1976
gün ve Esas 1975/179, Karar 1976/8 sayılı karariyle biçim yönünden tümü iptal
edilince şimdi bir bölümünü Anayasamıza aykırı bulduğum 2172 sayılı Yasa
çıkarılmıştır. 6309 sayılı Yasanın kimi maddelerini değiştirmeyi ve bu yasaya
yeni ek ve geçici maddeler katmayı öngören 1713 sayıyı almakla birlikte
yayımlanmayarak geri çevrilen metnin yerine getirmek istedikleri 2172 Sayılı
Yasanın amacı ve konusu olmuştur. 30/5/1940 günlü, 3867 sayılı Yasa'dan bu yana
madenler konusu, Türkiye gündeminin başlıca sorunlarından birisidir. Özde,
Devlet malı bulunan madenlerin "İşletme düzeni" nin söz konusu olduğu
açıktır. Uygunluk denetimi yapılan yasa özde hiçbirşeyi değiştirmemiş, yalnızca
"İşletme, düzeni, özel kişi ve kuruluşlara verilen hakların geri alınma
biçimi" nde yeni düzenlemeler getirmiş, öz bu yolla tartışılabilir
olmuştur. Özün yöntemle etkilendiği gerçek bulunduğundan 2172 sayılı Yasa'nın
yöntem konusunda güçlü olması gerekirdi. Öngörülen düzenlemenin 6309 sayılı
Yasa'dan uzaklaştırılarak gerçekleştirilmesi, biçim ve hukuk tekniği yönünden
aykırılıklar taşımaktaysa da uygunluk denetiminin konusu, kapsamı dışında
kalmaktadır. 6309 sayılı Yasa'ya ek nitelikte bulunan 2172 sayılı Yasa,
zorunlu, yerindeliği yadsınmaz, üstelik gecikmiş bir yasadır. Davacının yönteme
ilişkin iptal nedenleri, geçmemesi gereken olgulardan bulunmakla birlikte
kararda belirtilen nedenler karşısında hukuksal değeri, yasalaşmayı engelleyici
önemi olan etkenler değildir. 2172 Sayılı Yasa, madenlerin iyeliği konusunda,
kaynakların bağı konusunda yeni bir kural getirmeyip adı üzerinde olduğu gibi
işletmenin Devlet kuruluşlarına geçirilmesini sağlayacak biçim ve koşullara
ilişkindir. 6309 Sayılı Yasa'nın 4. maddesi "Madenler Devletin hüküm ve
tasarrufu altında olup içinde bulundukları arzın mülkiyetine tâbi
değildir" hükmüyle ulusal damgasını vurmuştur. Kesenkes açıklanan bu durumun
ayrıntıları, gerçekleşme koşulları ve yöntemi 2172 sayılı Yasa'nın amacı ve
konusudur. Daha önce ilgili Bakanlıklarca verilen "arama ve işletme
ruhsatnameleri" ile Bakanlar Kurulunca verilen "İşletme
imtiyazlara"nın geri alınması yetkisi Bakanlar Kurulu'na tanınmıştır. Ülke
ekonomisinin durumuna ve Devletin akçalı kaynaklarının gücüne göre kullanacağı
tasarının gerekçesinde açıklanan yetkinin uygulamasında Bakanlar Kurulu'na
tanınan yetkinin genişlik ve sınırsızlığı yasama organının yetkisine elatma niteliğindedir.
Kaynaklarımızın ülke çıkarlarına kullanılması sorunu, politik yaklaşımlarla
değil, bilimsel dayanaklarla, gerçekçi bulgularla çözümleneceğinden yasa yolu
bunun ilk zorunlu koşuludur. Enerji politikası özkaynaklarımıza dayalı oldukça,
özvarlığımızın kanıtlanması anlamındadır. Madenleri elde etmekten kullanmaya
değin ulusal ve genel bir yöntem saptanmasının zorunluluğunu yasallaştıran 2172
sayılı Yasa'nın madenleri özel hukuk tüzel kişileriyle gerçek kişilerin malî
durumuna indirecek bir yöntemin sürdürülmesini önlemesi doğaldır. Bunun, akçalı
yükü ve Devlete getirdiği ağırlıklar bilinen kimi İktisadî Devlet
Teşekküllerine (KİT'lere) bırakılması siyasal takdire bağlı bir çözüm olmakla
birlikte yasa düzeyinde bir kararla Bakanlar Kurulu'nun takdirine bırakmak
hukuksal yönden uygunluk taşımamaktadır. Anayasamızın benimsediği ekonomik
düzene uygun bir hukuksal biçimlemeyle Devletin hakkı Devlete alınmalı, kamu
gereksinmeleri daha doyurucu düzeyde karşılanmalı, ulusal yarara öncelik
verilerek gerçek kişilerle özel hukuk tüzel kişilerinin yararsız işletmeciliği
yakınmaya yolaçmıyacak yöntemlerle durdurulmalıdır. Hem Anayasa, hem yönetim
hukuku alanına giren sorun'un karmaşık yapısı çözümünde duruluğa götüren yollar
getirmeliydi. Hukuk Devleti ilkesine her yönüyle uygun düşen bir geri alma
yöntemi Anayasamıza uygunluğu kuşkusuz kılardı. Yasa kuralı, öz nedeniyle de
yöntem nedeniyle de olsa Anayasamıza uygun bulunmazsa sonucun hukuksal değeri
değişmez, Anayasamızın 38 ve 39. maddelerinden birisine tam olarak bağlanamayan
kurallar, kamusal yararı üstün tutan ileri bir adımı yansıtmamakta, tersine
tutucu nitelikte hukuka aykırılıkta kullanılmaktadır. Yasama organının yerine
geçecek biçimde yürütme organına yetki tanımak, Anayasamızın amaçladığı güçler
ayrılığı ilkesine tümüyle aykırıdır. 1858 tarihli Arazi Kanunnamesinden önce
uygulanmış İmal Ruhsat Tezkeresi düzenlenmesine yaklaşılmıştır. Madenler ve
kaynaklarımız, devredilemez ve parçalanamaz özvarlığımızın içindedir. Ancak
"arama ve işletmesi Devletin Özel teşebbüsle birleşmesi suretiyle veya
doğrudan doğruya özel teşebbüs eliyle yapılması, kanunun açık izniyle"
olabilir (Anayasa Mad. 130). Madenlerin özel girişimler eliyle işletilmesinin
Anayasal sakıncası yoktur. Sakıncalı işletme durumunun, ulusal yarar ölçüsünün
geri almayı gerektirmesi kuralı getirilmektedir. Yasa kuralının yalnızca
amacının değil, yasalaşma biçimiyle uygulama düzeninin Anayasa'ya aykırı
olmaması gerekir. Aykırılığın en belirgin yanı "devredilemez olan yasama
yetkisi (Anayasa Mad. 5)"'nin Türkiye Büyük Millet Meclisi yerine Bakanlar
Kurulu'na bırakılmışcasına bölge ve maden türünün saptanması, açıklanmasıdır.
Anayasamızın, Kanun Hükmünde Kararname'ye olanak veren 64. maddesini de aşarak
getirilen 1. maddenin yasama organınca belirtilen kesin bir düzenlemeyle
üstelik geniş tutularak yerleri ve maden türlerini belirtmesi yasallık yönünden
daha geçerli ve uygun olacaktı. Medenî Yasa'nın 632 ve 911. maddeleriyle Özel
mülkiyet konusu olabilecek taşınmaz mallardan sayılan madenler, Anayasa'mızın
130. maddesi buyruğiyle Devletin hüküm ve tasarrufu altına alınmıştır. Ancak,
ormanların işletilmesini özel girişime bırakmadığı halde (Anayasa Mad. 131)
madenlerin işletilmesinde birlikte işletimle doğrudan işletim yollarını uygun
bulmuştur. Önceden verilen işletme hakkının geri alınmasının bu uygunluğa
aykırı olmaması gerekir. Devlet tekelini yer vermeyen Anayasamızın 130.
maddesinin anlayışına tümüyle aykırı bir geri alma yöntemi, işletme hakkını
vermeyi gereksiz kılar, böylece 130. maddeye aykırılık başlangıçta oluşur. Bir
yasa ile verilen hakkın, Bakanlar Kurulu kararıyla geri alınması, yasa konusu
durumların Bakanlar Kurulu'nun kararına bırakılması olacağından yasama
yetkisine elatma niteliği açıktır. Bakanlar Kurulu, yasa kuralını değiştirip
yürürlükten kaldıracak güçte ve düzeyde (64. madde ile tanınan ayrık) kural
getiremez.
Yönetmelik ve Tüzük sınırını aşan düzenlemeler Yasa ya da
"Kanun Hükmünde Kararname" türünde yapılabilir. Bu da yasa yönünden
yalnızca Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin yetkisindedir. Anayasamızın 130.
maddesi "Yasanın Açık İzni" açıklığını getirirken ayrıntıya
girilmesini gerekli bulmuştur. Ayrıntı yasayla yapılacak, ayrıntısız izin verme
gibi iznin geri alınması da yasasız geçersiz olacaktır. Bu nedenle 2172 sayılı
Yasa'nın 1. maddesi aykırılığı açıktır. Yasanın verdiği iznin yönetimce geri
alınması doğru değildir.
Anayasamızın 38. maddesi taşınmaz malların kamulaştırılmasını
Öngörürken özel girişimin kamulaştırma dışında kaldığını göstermektedir.
Anayasamızın 39. maddesi ise Devletleştirme yoluyla özel girişimin
alınabileceğini bildirmektedir. Öncekinde yönetime tanınan yetki, sonrakinde
yasaya bırakılmıştır. Maden konusu kamulaştırmada olduğu gibi sürekli bir
yasayı değil, yönetime yetki tanıyan bir yasayı değil, doğrudan yasama
organının belirlediği koşulları, düzenlemeyi içeren bir yasayı amaçlamıştır.
Yasa'nın "Devletleştirme" sözcüğünü kullanmaması, "...arama
ruhsatnameleri ve işletme haklarının geri alınması" (2172 Sayılı Yasa,
Mad. l, 2, 3, 8, 9, 10, 11, 13, 15, 16, 18, 19, 20, 21, 23, 24, 25). deyişinin
seçilmesi hukuksal niteliği değiştirmemektedir. Yönetsel sözleşmeden ilerde bir
yasal olur niteliği egemendir. Kamusal ayrıcalıkların süresinden Önce sona
erdirilerek taşınır ve taşınmaz malların tümünün belirli koşullara uyularak
satın alınması biçimi olan rachat (raşa) türünün seçilmiş olması temeldeki
yapıyı değiştiremez. Yasayla verilen Devlet izniyle yürüyen işlemler, çalışan
özel girişim Anayasamızın 40. maddesiyle Devlet güvencesine bağlıdır. Gerçek
karşılık yolunu seçmeyen kural Anayasa'ya bu yönüyle de aykırıdır. Görev ve
yetkileri yasayla düzenlenmiş KİT'lere görev yükleyen Bakanlar Kurulu'na bu
yetkiyi veren 2172 sayılı Yasa'nın 1/2. maddesi, yasa yerine kararı seçmekle
Anayasa'mıza aykırıdır. Yukarda özetlenen nedenlerle 2172 Sayılı Yasa'nın 1.
maddesinin öz yönünden, Anayasamızın 4, 5, 6, 38, 39, 40, 64, 129, 130.
maddelerine aykırıdır.
Devletleştirme adının verilip uygulamanın buna uygun olmayan
yöntemle gerçekleştirilmesi, çokluk kararıyla Devletleştirmenin benimsenip
kabulüne karşın sözlü açıklamada bile bundan kaçınılması özel bir yol
izlendiğinin belirgin kanıtıdır.
2. Sosyal hukuk devletinin hukuka aykırı eylem ve işlemlerine,
kamusal yarar nedeniyle bile geçerlik tanımaya olanak yoktur. Devletleştirme ya
da kamulaştırma yöntemlerinden hangisinin seçildiği açıklıkla ortaya konulmayan
bir yasada geri alma karşılığının düzenlenmesi uygunluk taşımamaktadır. Sınır
ve kapsam konulmadan Bakanlar Kurulu'na tanınan yasama yetkisine eşdeğer olan
yetki gibi 2172 Sayılı Yasa'nın 10. maddesinin işletme hakkı ve arama
ruhsatnamesi sahiplerine verilecek ödencenin hesabında "gerçek karşılık"
tan uzak kalınması amortisman hesabında "iktisap değeri" nin
gözetilerek eski ve yeni işletmeler arasında ayrılığı gidermiyerek eşitliği
bozması, Medenî Yasa'nın 132/3. maddesiyle temelde çelişmesi, imtiyaz süresinin
sonundaki "İtfa" durumu ile "maliyet" bağlantısının elkoyma
tarihindeki değerlerine uygunluk taşımaması. Kamulaştırma Yasası'ndaki genel
kurallardan ve haklı yollardan ayrılması, 6309 sayılı Yasa'ya ters düşmesi,
zorunlu giderlerin ödenmemesi ve tarihler konusunda kazanılmış haklara aykırı
durumlar, sonuçlar doğurması nedeniyle 10. maddenin A/2-a, A/2-c, A/2-ç ve A/4
bentlerindeki çokluk görüşüne katılamıyorum. Devlet, kendisinin veremiyeceği
nesneyi yurttaşından istememeli, özveri, sahibini yıkmamalıdır. Anayasamızın 2
ve 39. maddelerine aykırı bulduğum 10. maddenin yukarda sıraladığım bentleri
konusunda Üye Sayın Rüştü ARAL'ın görüşlerine de katılıyorum.
3. Devletin kendi varlığına sahip çıkarcasına malına sahip
çıkması, Devlet varlığına yönelik her tür elatmanın önlenmesi doğaldır. Bunun
Anayasa'ya uygun yasalarla yerine getirilmesi zorunludur. 2172 Sayılı Yasa'nın
kaynakta bu amacı taşımasına karşın yöntemde aykırılıklar getirmesi
sakıncasının en ağır yönü yargı denetimini daraltıp geçersiz kılan 16.
maddesindedir. Son fıkrasına ilişkin olarak Üyelerden Sayın Rüştü ARAL, Sayın
İhsan N. TANYILDIZ, Sayın Yılmaz ALİEFENDİOĞLU, Sayın Ahmet ERDOĞDU ve Sayın
Ahmet Salih ÇEBİ'nin karşıoylarına katılıyorum. Özel hukuk alanındaki bir
ilişki türünden doğan anlaşmazlığı Danıştay'ın denetimine bağlı tutan 16. maddenin
doğal yargı ilkesini bozduğu kanısındayım. Yürütmenin durdurulması kurumuyla
ilgili olarak ayrıca şu karışoy gerekçemi belirtiyorum.
Yargı yetkisi bütünlük taşır. Bölünmezdir. Mahkemenin, ihtiyatî
tedbir kararı (Hukuk Yargılama Yöntem Yasası Mad. 101 vd.), ihtiyatî haciz
kararı (İcra İflâs Yasası Mad. 257 vd.), tutuklama kararı (Ceza Yargılama
Yöntem Yasası Mad. 104 vd.), salıverme kararı (Ceza Yargılama Yöntem Yasası
Mad. 117 vd.) vermesi yargılama yetkisi içinde yasal gereklere bağlı bir hak -
ödevdir. Bunlardan kimini yargılama yetkisi içinde bulmak, kimini yargılama
yetkisi dışında tutmak hiçbir yasanın elinde değildir. Yargı yetkisini Anayasa
bile ancak süre, yer, örgütlenme düzeni, mahkemelerin görev yetkileri,
yargıçların özlük hakları bakımından yasalara bırakmıştır. Sınırlamayı bile 11.
madde ile belirlemiştir. Bunları aşarak, hak arama özgürlüğünü, yasal yargı
yolunu daraltmak anlamında, yukarda belirtilen kararlardan birini verip öbürünü
veremiyeceği anlamında, mahkemelere güvensizlik duyuracak doğrultuda yetki
kısıntısına gitmek Anayasamıza çok aykırı düşmektedir. Dâva kurumu içinde
yürütmenin durdurulması kurumu vardır. İkisini birbirinden ayırmak dâvayı
parçalamak, dâva olmaktan çıkarmaktır. Yönetim yargılığının (mahkemesinin)
yürütmeyi durdurma yetkisi, dâvayı görüp karara bağlama ödevi ve yetkisi içinde
bir aşamadır. Gerekli görürse bu yetkisini kullanır. Hukukta yürütmenin
durdurulması kurumu bulundukça bunu kimi konular için var sayıp geçerli görmek,
kimi konular için yok sayıp geçersiz görmek yasal çelişkidir. Önceki başka konu
ve olaya bağlı Anayasa Mahkemesi kararları şimdiki olay için örnek alınamaz.
Yürütmenin durdurulması kararının varlığı ve yararı Madenlerin Devletçe
İşletilmesi Yasası'nın öngördüğü işletme çabası kadar önemlidir. Tüm konuları
kapsadığından ondan da önemlidir, Hukukta ayrıcalık ayrılık getirir, bu da
aykırılığı oluşturur. Anayasal sakatlık burada başlar. Yargı organı yanlış
karar verebilir. Kimileri değişik nedenlerle yargı organından ve kararlarından
yakınabilirler. Bunda haklı olanlar da bulunabilir. Kazanılan her dâva haklı,
yitirilen her dâva haksız değildir. Kişilerden oluşan kurulların her zaman en
doğruyu, en uygunu gösterdiği de savunulamaz. Yanlışlık ve yanılma da doğaldır.
Yargı kararı, kişilerin hukuksal görüşlerinin yasal açıklanışıdır. Kararlardan
yakınarak ya da kuşku duyarak hukuksal kurumlar yıpratılamaz, yargı kuruluşları
yıkılamaz. Siyasal neden ya da etkenler yargıda hiç yeri olmayan değişik
olgulardır. Bugüne ve yarına göre düzenlemeye girişmek, düzenleyenlerin siyasal
eğilimlerine göre, iktidar ya da muhalefet konumuna göre kurallaştırmak hukukça
geçerli olmayan durumlardır. Bir konuda olsun yürütmenin durdurulması kararı
hakkını elinden almak, yargı organının elini-kolunu bağlamak ve hukuka karşı
çıkmak niteliğindedir. Yasama organının yargıya elatması ve yargı denetimini
kısıtlaması niteliğinde de bulduğum ve haksız girişim, sakıncalı tutum, Devlet
erkleri arasında gereksiz çatışmayı hukuksal karışıklık ve kargaşayı doğuracak
bir gidiştir.
Yürütmenin durdurulması kararı, yargı tümlüğü ilkesinin bir ön
uygulamasıdır. İlkeden Ödün verilemez. Bugün hoşgörüyle karşılanması yarın
başka konularda yinelenmesini getirebilir.
Bir Mahkemeye "Karar verebilirsin ama şunları verebilirsin,
bunları veremezsin" diyerek yetkisini sınırlamak, karara karışmak, kararı
karar olmaktan çıkarmak demektir. Kaldıki, yürütmenin durdurulması kararının
Devletimiz için de yararı büyüktür. Uygulamadan sonra dâva yerinde görülür
iptal kararı verilirse Devletin ödemek zorunda kalacağı zarar büyük olabilir.
Yürütmenin durdurulması kararı Devleti de koruyan, hukukun üstünlüğünü,
yasaların egemenliğini simgeleyen bir önlemdir. Öğretide ve uygulamada büyük
çoğunluğun benimseyip savunduğu, yargı kararlarının çoğunda da paylaşılan en gerçekçi,
en bilimsel, en yararlı görüşün yasakoyucu yönünden savsaklanması Anayasal
aykırılığın boyutunu katlanılmaz duruma getirmektedir. Yürütmenin durdurulması
kararı, son kararın dışında ama o dâvayla ilgili bir bölümdür. Son kararı
vermeye yetkili olan organdan ilk kararı aynı dâva için geri almak hukuk içinde
yeri güç bulunur bir tutumdur. Yürütmenin durdurulması kararının yargılama
yöntemiyle hiçbir ilgisi yoktur. Yönetime ve yürütme organına tanınan geniş,
sınırsız özgörü (takdir) karşısında kişilere ve özel kuruluşlara tanınan dâva
hakkının daha başlangıçta sınırlı tutulmasının Anayasamız karşısında hoşgörüyle
karşılanacak, hukukla bağdaştırılacak yanı yoktur. Yürütmenin durdurulması
kurumu, kişilere tanınan bir güvencedir. Bu yolla yargının güvencesidir. Bunun
içinde Devletin güvenirliği, güveni de vardır. Bunları tanımayan 16. madde,
Anayasamızın 2, 7, 31, 114 ve hattâ 132, maddelerine aykırıdır. Yargılama hakkı
kamu yararının özüdür. Yargı organının yansız, bağımsız çalışması kamusal
düzenin temelidir. Yürütmenin durdurulması kararının yargının elinden, yargıyı
parçalarcasına alınmasının madenlerin işletilmesi konusundaki kamu yararından
geride olduğunu savunmak güçtür. Yargı güvencesi, yaşam güvencesidir. Kamu
yararıyla yargı güvencesi sarsılamaz ve temelde sınırlanamaz. Anayasamızın 1488
Sayılı Yasa ile değişik 114. maddesinin 2. fıkrasındaki sınırlama, kararın
türüne ilişkindir, yapısına ilişkindir, özüne ve varlığına ilişkin değildir.
Yürütmenin durdurulması kararını böyle düşünüp yorumlamak yerinde de değildir.
İvedilik ve Öncelikle yargılama gereği yanında yürütmenin durdurulmasının
sakıncası da kalmamaktadır. Aslına karar veren yargı organı uygun bulmaz,
gerekli görmezse yürütmeyi durdurmaz. Bu olanak her zaman varken yargıyı
bağlamak, yargılamayı sınırlamak Anayasayı daraltmak demektir. Buna olur
verilemez.