ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas No.:1963/138
Karar No.:1964/71
Karar tarihi:11/12/1964
Resmi Gazete tarihsayı:2.4.1965/11969
Davacı
: Cumhuriyet Halk Partisi Türkiye Büyük Millet Meclisi Grupu.
Vekilleri
: Avukat Nüvid Yetkin, Reşit Ülker, Turan Güneş.
Dâvanın
konusu : Fevkalâde hallerde haksız olarak mal iktisap edenler hakkındaki 4237
sayılı kanunun 8 inci maddesinde yer alan ve muhakkiklere sorgu hâkiminin
yetkilerini vererek bu sıfatla sorgu hâkiminin yapabileceği bütün işlemleri
yapmalarını ve verebileceği bütün kararları almalarını öngören hükmün,
Anayasa'nın 30 uncu maddesine; ve aynı kanunun 13 üncü maddesinin birinci
fıkrasındaki emeklilik hakkından mahrumiyete ilişkin hükmünde; kazanılmış
hakları korumak zorunda olan hukuk devleti ilkesine dayanan Anayasanın 2 nci
maddesine ve tümüne aykırı bulunduğu bildirilerek sözü geçen 4237 sayılı
kanunun 8. ve 13 üncü maddelerinin Anayasaya aykırı hükümlerinin iptali
istenilmiştir.
İnceleme
: Anayasa Mahkemesi İçtüzüğünün 15 inci maddesi gereğince 8/3/1963 gününde
yapılan ilk incelemede, dâvayı açanların yetkileri noterlikçe düzenlenen
vekâletnamelerle belli edilmiş olduğundan bu hususun araştırılmasına yer
olmadığına, ancak Cumhuriyet Halk Partisi Türkiye Büyük Millet Meclisi Grupu
Genel Kurulunun 14/2/1963 gününde ve 57 nci birleşiminde verdiği kararda dâva
konusu kanun hükümlerinin iptali konusunda dâva açılacağı belirtilmemiş
olduğundan kararda sözü geçen önerge ve eklerinin 15 gün içinde gönderilmesi
için tebligat yapılmasına ve bu eksiklik dışında başvurmanın. Anayasa'nın 149.
ve Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkındaki 22/4/1962
günlü ve 44 sayılı kanunun 25. ve 26 ncı maddelerine uygun olduğuna oybirliğiyle
karar verilmiş, istenilen belgeler süresi içinde mahkemeye sunulduğundan
15/4/1963 günlü toplantıda işin esasının incelenmesi kararlaştırılmış olmakla
düzenlenen rapor, dâva dilekçesi, iptali istenilen 4237 sayılı kanunun ve
Anayasa'nın ilgili hükümleri ile gerekçeleri, komisyon raporları ve meclis
görüşme tutanakları okunduktan sonra gereği görüşülüp düşünüldü :
Gerekçe
:
l-
4237 sayılı kanunun iptali istenen 8 inci maddesi şöyledir :
"Madde
8- Tahkik memuru sorgu hâkiminin bütün selâhiyetlerini haizdir. Yapacağı
tahkikat ilk tahkikat mahiyetinde olup askerî kazaya tabi olmıyan işlerde umumi
usul hükümlerine göre cereyan eder. Bu gibi işlerde tahkik memurunun tevkif ve
tahliyeye dair vereceği kararlar bulunduğu yerin Asliye Ceza Hâkiminin
tasdikile tekemmül eder. Bu kararlar aleyhine ancak alâkalı tarafından kanun
yoluna müracaat olunabilir.
Askerî
kazaya tabi işlerde bu kanunda yazılı hükümler haricinde Askerî Muhakeme Usulü
Kanunu tatbik olunur. Tahkik memuru bu işlerde adlî âmirin haiz olduğu
selâhiyetleri haizdir. Şu kadarki tahkik memurunun tevkif ve tahliyeye dair
vereceği kararlar selâhiyetli adlî âmirin tasdikiyle tekemmül eder. Alâkalı bu
kararlar aleyhine mafevk adli âmire itiraz edebilir."
Bu
maddede sözü geçen tahkik memuru, 4237 sayılı kanun gereğince ilgiliden
beyanname istendikten sonra tahkikata lüzum görülürse, kanunda gösterilen
kimseler tarafından atanmaktadır. Maddenin birinci fıkrasında, bu memurun
yetkileri, uygulayacağı kanun ve vereceği tutuklama ve salıverme kararları
hakkında hükümler konulmuştur. Davacı, bu hükümlerin Anayasa'nın 30 uncu
maddesine aykırı olduğunu ileri sürmektedir". Dâvanın çözümlenebilmesi
için, sorgu hâkiminin yetkilerini belli etmek, bunları tahkik memuruna vermenin
ve aynı fıkrada yer alan, tahkik memurunun tutuklama ve salıverme karalarına
ilişkin hükmün Anayasaya uygun olup olmadığını incelemek gerekir.
Sorgu
hâkiminin görev ve yetkilerini gösteren Ceza Mahkemeleri Usulü Kanununa göre,
sorgu hâkiminin esas görevi ilk tahkikatı yapmaktır. İlk tahkikatın
"konusu, suçla ilgili delilleri toplamak ve amacı da bu deliller
karşısında, gene kanunun verdiği yetki sınırı içinde, sanık hakkında bir karara
varmaktır. Sorgu hâkimi, soruşturma işlemlerini bu maksatla yapar. Soruşturma
işlemleri olayına göre değişmekte ise de bunlar, genel olarak sanığı sorguya
çekmek, şahit dinlemek, arama ve keşif yapmak, bilirkişiye başvurmak ve
zabıttır. 4237 sayılı kanuna göre tahkik memuru soruşturma sonunda ayrıca bir
karar vermeğe yetkili olmadığından, olayda sorgu hâkiminin kararları yönünden
bir karşılaştırma yapmağa yer yoktur.
Sorgu
hâkimi yukarıda yazılı işlemleri yaparken, davet olunup ta gelmeyen tanıkları
ve sanığı ihzar müzekkeresi ile zorla getirtebilir ve tanığı para cezasına
mahkûm edebilir. Tanıklığa veya yemine cebretmek için tanığı hapsedebilir,
şüpheli kişilerin üzerini, eşyasını ve özel kağıtlarını arayabilir, konutlarda,
iş yerlerinde ve başka yerlerde arama yapabilir. Belli istisnalar dışında,
subut vasıtalarından olmak üzere faydalı görülen veya zoralıma bağlı olan şeyleri,
gerektiğinde zorla alabilir ve kaçırma halinde tazyik hapsi uygulayabilir.
Bir
kişinin tanık veya sanık olarak çağırıldığı yere gelmemesi halinde zorla
getirilmesi tanığın para cezasına ve hapse mahkûm edilmesi ve zaptı gereken
eşyanın kaçırılması halinde zilyedin hapisle tazyiki yoluna gidilmesi, kişi
dokunulmazlığını ve hürriyetini kayıtlayan tasarruflardır.
Anayasa
Komisyonu raporunun bu maddeye ilişkin kısmında "Temel hak ve
hürriyetlerin en başında geleni, bir şahsın kendi bedeni üzerinde sahip olduğu
hak ve fizik hürriyetidir...... Beden üzerinde fizik hürriyeti sağlamadıkça
ferdin iç huzuruna kavuşmasına ve diğer bir çok hürriyetlerin fiilen
gerçekleşmesine imkân yoktur." denilmektedir. Bu derece önem taşıyan kişi
dokunulmazlığı ve hürriyeti, Anayasa'nın 14 üncü maddesinde teminat altına
alınmış ve maddenin ikinci fıkrasında "Kişi dokunulmazlığı ve hürriyeti,
kanunun açıkça gösterdiği hallerde, usulüne göre verilmiş hâkim kararı
olmadıkça kayıtlanamaz; hükmü konulmuştur.
İptali
istenen 8 inci maddenin birinci fıkrası gereğince tahkik memuru sorgu
hâkiminin, zorla getirme ve hapisle tazyik yetkilerini kullanabilecektir.
Tahkik memuru ise Anayasa'nın 132 nci maddesinde belirtilen hâkim niteliğini
taşımadığından bu yetkileri kendisine veren hükmün, Anayasa'nın 14 üncü
maddesinde aykırılığı meydandadır.
Sorgu
hâkiminin söz konusu işlemlerinden, şüpheli kişilerin üzerinin, eşyasının ve
özel kâğıtlarının aranması Anayasa'nın özel hayatın gizliliğini öngören 15.
maddesine; konutda arama yapılması da Anayasa'nın konut dokunulmazlığı ilkesini
koyan 16 ncı maddesine ilişkindir. Tahkik memuru, sorgu hâkimi gibi bu
işlemleri de yapabilecektir.
Bu
maddeler aşağıya alınmıştır :
"Madde
15- Özel hayatın gizliliğine dokunulamaz. Adlî kovuşturmanın gerektirdiği istisnalar
saklıdır.
Kanunun
açıkça gösterdiği hallerde, usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça; kamu
düzeninin gerektirdiği hallerde de, kanunla yetkili kılınan merciin emri
bulunmadıkça, kimsenin üstü, özel kâğıtları ve eşyası aranamaz."
Madde
16- Konuta dokunulamaz.
Kanunun
açıkça gösterdiği hallerde, usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmakdıkça;
millî güvenlik veya kamu düzeni bakımından gecikmede sakınca bulunan hallerde
de kanunla, yetkili kılınan merciin emri bulunmadıkça, konuta girilemez, arama
yapılamaz, ve buradaki eşyaya el konulamaz."
Özel
hayatın gizliliği ve konut dokunulmazlığı da kişinin temel haklarındandır.
Anayasa Komisyonu raporunda belirtildiği üzere, bu gizlilik ve dokunulmazlık,
kişi hürriyetinin bir devamıdır. Taşıdıkları önem dolayısiyle Anayasa koyucusu
bunları da 15. ve 16 ncı maddeler de korumuş ve ancak usulü dairesinde verilmiş
hâkim kararı ile ihlâl edebileceklerini açıklamıştır. Prensip bu olmakla
birlikte 15 inci maddede (Kamu düzeninin gerektirdiği) 16 ncı maddede ise (Millî
güvenlik veya kamu düzeni bakımından gecikmede sakınca bulunan) hallerde,
kanunla yetkili kılınan merciin emri ile özel hayatın gizliliğine ve konuta
dokunulmasına cevaz verilmiştir. Her iki maddeden anlaşıldığı üzere ancak
metinde yazılı şartlar varsa bu konularda hâkimden gayrı merci emir
verebilecektir. Kamu düzeni ve millî güvenlik, bu şartlardandır. Ayrıca 15 inci
maddede, gecikmede sakınca bulunması şartı vardır. Tahkik memuru hâkim
olmadığından bu şartlarla bağlı kalmak zorundadır.
İptali
istenen 8 inci maddenin birinci fıkrasında ise tahkik memurunun, yalnız
Anayasa'nın 15. ve 16 ncı maddelerinde gösterilen şartların bulunması halinde
kendiliğinden veya kanunla yetkili kılınan bir rnerciden emir verildikten
sonra, bu arama yetkilerini kullanabileceği ve bu haller dışında hâkimden arama
için karar alması gerektiği hakkında bir kayıt yoktur.
Tahkik
memuru, Anayasa'nın 15 ve 16 ncı maddelerinde yazılı istisnai hallerde emir
vermeğe kanunla yetkili kılınmış bir merci olarak telâkki edilemez. Zira 4237 sayılı
kanunun uygulanacağı bütün olaylarda kamu düzeni yahut millî güvenlik veya kamu
düzeni bakımından gecikmede sakınca bulunacağı söylenemez. Yurt savunması gibi
özellik taşıyan hizmetlerde görevli bazı memurların haksız mal edinmek
suretiyle işleyecekleri suçlarda bu haller bulunabilir. Fakat bu nitelikte
olmayan ve acele tedbir alınmasını gerektirmeyen suçlar da islenebilir. 8 inci
maddenin mutlak hükmü karşısında tahkik memuru bu hallerde de özel hayatın
gizliliği ve konut dokunulmazlığı ilkelerini bozabilecektir. Şu halde, tahkik
memuru, kamu düzeni gerektirmesi yahut millî güvenlik ve kamu düzeni bakımından
gecikmede sakınca bulunmasa dahi özel hayata ve konuta kendiliğinden
dokunabilecek demektir. Tahkik memuruna bu sınırsız yetkiyi veren 8 inci maddenin
birinci fıkrası hükmü, Anayasa'nın sözü geçen 15. ve 16 ncı maddelerine de
aykırıdır.
4237
sayılı kanunun 8 inci maddesinin birinci fıkrasında (ikinci cümle) yer alan,
tutuklamaya ve salıvermeye ilişkin hükme gelince, bu da Anayasa'nın 30 uncu
maddesi ile ilgilidir. Tutuklama, temel hak ve hürriyetlerin başında gelen kişi
dokunulmazlığını kayıtlayan bir tedbir olduğundan Anayasa Koyucusu bunada büyük
önem vermiş ve 14 üncü madde de kişi dokunulmazlığını Koruyucu hükümler koyduğu
halde, kişi güvenliği kenar baslığını taşıyan 30 uncu maddede, tutuklama ve
salıverme konularını ayrıca düzenlemiştir. Bu maddenin birinci fıkrası şöyledir
:
"Madde
30- Suçluluğu hakkında kuvvetli belirti bulunan kişiler, ancak kaçmayı veya
delillerin yok edilmesini veya değiştirilmesini önlemek maksadiyle veya bunlar
gibi tutuklamayı zorunlu kılan ve kanunla gösterilen diğer hallerde hâkim
kararıyla tutuklanabilir. Tutukluluğun devamına karar verilebilmesi aynı
şartlara bağlıdır."
Bu
fıkra hükmüne göre, belli sebeplerin gerçekleşmesi halinde tutuklamaya ancak
hâkim karar verebilir.
Halbuki
iptali istenen 8 inci maddenin birinci fıkrasında, tahkik memuru tutuklamaya
karar vermeğe yetkili kılınmıştır. Her nekadar aynı fıkra hükmü gereğince,
tahkik memurunun bu kararları asliye ceza hâkiminin tasdiki ile tekemmül
etmekte ise de hâkimin bu tasarrufu tahkik memurunun gerçekte karar vermediği
anlamına gelmez. Metinde bu memurun tutuklamaya karar vereceği açıkça
yazılıdır. Hâkim olmayan tahkik memurunun tutuklama kararı vermesi, Anayasa'nın
30 uncu maddesinde tutuklama için hâkim kararı aranmakla kişi güvenliği
bakımından sağlanmak istenen teminatı zedelemektedir. Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanununun 124 üncü maddesi uyarınca, sorgu hâkiminin tutuklama kararları da
asliye hâkiminin tasdiki ile tekemmül etmektedir. Fakat sorgu hâkimi bir
hâkimdir. Bu bakımdan tahkik memurundan tamamiyle ayrı bir durumda
bulunmaktadır.
Bu
sebeplerden ötürü, 8 inci maddenin tutuklamaya ilişkin hükmü de, Anayasanın 30
uncu maddesinin özüne ve sözüne aykırıdır.
Öte
yandan 8 inci maddenin birinci fıkrasının üçüncü cümlesi hükmü gereğince,
tahkik memurunun salıvermeye ilişkin kararları da hâkimin tasdiki ile tekemmül
etmektedir. Bu hükümden, salıverme hakkında ilk önce karar vermeğe tahkik
memurunun yetkili olduğu, kendisi bu konuda bir karar almadıkça hâkimin işe el
koyamıyacağı anlaşılmaktadır. Şu halde tutukluluk, tahkik memurunun takdirine
göre, hâkim kararı olmadan devam edebilecek demektir. Kişi güvenliğine karşı
doğurduğu bu sonuç dolayısiyle sözü geçen üçüncü cümle hükmü de, Anayasa'nın 30
uncu maddesinin birinci fıkrasına aykırıdır.
2- 8
inci maddenin ikinci fıkrasında, tahkik memuruna, askerî kazaya tabi işlerde
birinci fıkradakilere benzer yetkiler tanınmıştır; şu fıkradaki sorgu hâkimi
yerine adlî âmirin yetkileri verilmekte, yakalama ve salıverme kararlarının
onaylama mercii olan asliye ceza hâkiminin yerine üst adlî âmir geçmekte ve
Askerî Muhakeme Usulü Kanunu uygulanmaktadır.
1631
sayılı Askerî Muhakeme Usulü Kanununa göre, askerî suçlarda yargı görevini adlî
âmirlerle askerî mahkemeler yapmakta, bu âmirler, asker olmayan sanıkları zorla
getirmeye, soruşturma sırasında sanığın tutuklanmasına karar vermeye ve
tutuklama müzekkeresi kesmeye asker kişiler hakkında zabıt ve arama kararı
almaya ve bunların kâğıtlarını incelemeye yetkilidirler. 8 inci maddenin ikinci
fıkrası gereğince tahkik memuru bu tasarrufları da yapabilecektir. Bunlar da,
benzerleri olan sorgu hâkimi tasarrufları gibi Anayasa'nın 14., 15., 16. ve 30
uncu maddelerinde yazılı temel hak ve hüriyetleri kayıtlamaktadır. Yukarıda
açıklanan sebeplerle hâkim olmayan tahkik memuruna, bu konularda mutlak, yetki
verilmesi de Anayasa'nın, bu maddelerine aykırıdır.
25/10/1963
günlü ve 353 sayılı Askerî Mahkemeler Kuruluşu ve Yargılama Usulü Kanunun ile adlî
amirlik kaldırılmış ve onun haiz olduğu yargı yetkilerinin bir kısmı askerî
mahkemelere ve bir kısmı da askerî savcılara tanınmıştır.
Bununla
birlikte, 4237 sayılı kanun olağanüstü hallere mahsus özel bir kanun olduğu ve
hiçbir hükmü de açık veya kapalı şekilde kaldırılmadığı için bu kanunun 8 inci
maddesinin ikinci fıkrasının verdiği yetkileri tahkik memurunun kullanmaya
devam edeceği düşünülebilir. Bu bakımdan bu fıkra hakkında da Anayasa yönünden
bir karar verilmesi uygun görülmüştür.
Yukarıki
sebeplerle 4237 sayılı kanunun 8 inci maddesinin birinci ve ikinci fıkralarının
iptali gerekir.
Üyelerden
Muhittin Gürün ve Ekrem Tüzemen, bu maddenin birinci fıkrasının Anayasa'ya
aykırı olmadığı ve ikinci fıkrası hakkında karar vermeye yer bulunmadığı
görüşünü savunmuşlardır.
3-
4237 sayılı kanunun, 13 üncü maddesinin I numaralı bendinde mahkemenin, duruşma
sonunda "Suçlunun haklı olarak iktisap ettiği sabit olmayan malların
müsaderesine ve müebbet surette âmme hizmetlerinden ve tekaüt hakkından
mahrumiyetine hüküm vereceği" yazılıdır. Dâvada bu bendin "Ve tekaüt
hakkından mahrumiyetine hüküm verir" şeklindeki hükmünün iptali istenilmiştir.
Bu hüküm sosyal güvenlik konusunu ilgilendirmektedir. Bunun Anayasa'ya aykırı
olup olmadığının belli edilmesi için, işin bu yönden incelenmesi gerekir.
İnsan,
toplum içinde çeşitli tehlikelerle karşı karşıya bulunmaktadır. Huzurla
yaşayabilmek ve dolayısiyle maddi ve manevi varlığını geliştirebilmek için bu
tehlikelere karşı korunmak ve geleceğine güvenle bakmak ihtiyacındadır. Bir gün
işsiz kalmak ve ihtiyarlık yahut malûllük gibi sebeplerle devamlı olarak
çalışmamak, bu tehlikelerin en önemlilerindendir. Bu hallerde insan yardıma
muhtaç olabilir ve bu yardımı görmezse, kendisi ve ailesi yoksulluğa düşebilir.
Böyle bir durum insan için kötü olduğu kadar toplum içinde zararlıdır.
Yoksulluğun artması yüzünden toplumun dengesi bozulacağı gibi varlığı da
tehlikeye düşebilir.
Sosyal
tehlikelere karşı korunma, insan topluluklarının ilkel şekli olan aileden
dayanışma ve yardımlaşma ile başlamış ve ekonomik koşulların etkisi altında bir
çok safhalardan geçmiştir. Birinci ve özellikle ikinci dünya savaşlarından
sonra, bu koşullardaki gelişmeler dolayısiyla artan sosyal tehlikeler geniş
kitleleri etkisi altına almış ve insanların tek başına bunlara karşı
kendilerini korumaları daha da güçleşmiştir. Böylece gerek kişiyi, gerekse
toplumu korumak için devletlerin daha etkili bir şekilde işe karışmaları
zorunluğu baş göstermiş, sosyal güvenlik tedbirleri kuvvetlendirilmiş ve bu
amaçla da bir çok kurullar kurulmuştur. Her devletin müdahale şekli kendi
bünyesine göre değişmekte ise de amaç aynıdır.
Önceleri
işçilerin korunması ön plânda tutulmuş fakat öteki sosyal grupların da
toplumdaki rolleri gözönünde tutularak sosyal güvenlik tedbirlerinden bunlarda
yararlandırılmışdır. Bu gruplar için de memurlarda vardır.
Özet
olarak denilebilir ki bu gün sosyal güvenlik, devletlerin kişilere sağladıkları
bir bağış değil, ekonomik ve politik gelişmelerin zorunlu kıldığı bir garanti
sistemidir. Bu sistem sosyal devletlerin ilkeleri arasına girmiş ve herkesi
kapsamına almağa doğru yönelmiştir. Uygar sosyal devletlerde görülen durum
budur.
Yurdumuzda
da, yeni Anayasa'dan önce, emeklilik kanunu ile memurlara ve İşçi Sigortaları
Kanunları ile işçilere, sosyal güvenlik niteliğinde haklar sağlanmıştır.
Yürürlükteki Anayasa da çağdaş demokrasinin gereklerinin uygun olarak, sosyal
ve ekonomik hakları ve bunlar içinde yer alan sosyal güvenlik konularını da ele
almıştır.
Anayasa
Komisyonu raporunun genel gerekçe kısmının IV işaretli bölümünde sosyal ve
ekonomik haklar ve ödevler üzerinde durulmuş ve "Tasarının, kişinin yalnız
hürriyete değil sosyete içinde bir iktisadi ünite olarak varlığını devam
ettirmeğe haklı olduğunu kabul ettiği" ve "elinde olmayan sebeplerle
çalışamıyacak bir hale düştüğü zaman da kendisini ve ailesini sefalete
düşmekten koruyacak garantiler elde etmek hakkının tanındığı" belirtilmiştir.
Komisyonun bu gerekçesine muvazi olarak, Türkiye Cumhuriyetinin nitelikleri
arasında sosyal devlet niteliği de yer almış ve üçüncü bölümünde, sosyal haklar
ve ödevler gösterilmiştir. Bu bölümdeki 48 inci maddede ise "Herkesin
güvenlik hakkına sahip olduğu, bu hakkı sağlamak için sosyal sigorta ve sosyal
yardım teşkilâtı kurmak ve kurdurmak devletin ödevlerinden olduğu"
açıklanmıştır. Demek oluyorki Anayasamıza göre de sosyal güvenlik herkes için
bir hak ve Devlet içinde bir ödev niteliğini almış bulunmaktadır. Memurlar ve
işçiler yararına daha önce kabul edilmiş olan kanunlarla tanınan hakların
Anayasa karşısında, devletin sosyal güvenlik alanında aldığı tedbir arasında
sayılmaları gerekir.
4237
sayılı kanunun 13 üncü maddesinin l numaralı bendinde bulunan ve iptali
istenilen hükümle, bu kanuna göre suçlu görülen kimseler, emeklilik hakkından
yoksun bırakılmaktadır. Bu hüküm, henüz hizmette bulunan, fakat emeklilik
mevzuatının belli ettiği süreyi tamamlamış ve ayrıldıkları takdirde emekli
aylığı almak hakkını kazanmış bulunanlar ile hizmetten ayrılarak emekli aylığı
almakta olanları da kapsamaktadır. Yani 4237 sayılı Kanun, devletin tanıdığı ve
ilgilinin kazandığı bir sosyal güvenlik hakkını geri almaktadır.
4237
sayılı Kanun emeklilikte prim usulünü koyan 5435 sayılı Türkiye C. Emekli
Sandığı Kanunundan ve sosyal güvenlik ilkesini bir hak olarak öngören
Anasaya'dan önce kabul olunmuştur. O zamanki hukuki durum karşısında, söz
konusu hükmü savunmanın mümkün olduğu düşünülebilir ise de; bu hüküm, Emeklilik
Kanununun prim usulü ile bağdaşmamakla birlikte özellikle Anayasa'nın sosyal
devlet ve sosyal güvenlik ilkelerine ve bunların amaçlarına aykırı düşmektedir.
Zira Emeklilik aylığının, memurlar için bir sosyal güvenlik tedbiri olduğunda
şüphe edilemez. Hizmetini devlete veya kamu hizmeti gören kurumlara hasreden
kimsenin, emekliye ayrıldığı zaman tek dayanağı, belki de, emekli aylığı
olacaktır. Bundan yoksun bırakılırsa kendisi ve ailesi yoksulluğa düşecektir.
Anayasa'nın, sözü edilen ilkelerle, önlenmek istediği bu durumdur.
Anayasa'nın
48 inci maddesi gereğince, sosyal güvenlik aynı zamanda herkes için bir haktır.
Anayasa koyucusu bu hükümle, bütün yurttaşların bu güvenlikten yararlanmalarını
sağlamak istemiş fakat bunun gerçekleşmesinin, zamana ve bazı koşullara bağlı
olduğunu gozönünde tutarak 53 üncü maddede, devletin, bu bölümde belirtilen
ekonomik ve sosyal amaçlara ulaşma ödevlerini, ancak ekonomik gelişme ile malî
kaynaklarının yeterliği ölçüsünde yerine getireceğini açıklamıştır. Bu hüküm
uyarınca, kanun koyucu sosyal güvenlik alanında bazı hakları vermemeye veya
sadece bir kısmını vermeğe yetkilidir. Fakat ekonomik gelişme ile malî
kaynakları yeterli görerek bir hakkı sağlayınca herkesi bunun kapsamına alması
zorunludur. Belli suçları işlemiş olmak gibi kişisel durumlar bakımından
ilgililer arasında bir ayırım yapamaz ve verdiği bir hakkı, özellikle
kazanıldıktan sonra, bazı kişilerden geri alamaz. Böyle bir ayırım veya geri
alma, Anayasa'nın 48 inci maddesinin hem amacına hem de bu maddedeki "Herkes"
kaydı anlamına aykırıdır. Aksi düşünülecek olursa, kanun koyucunun bütün sosyal
ve ekonomik haklar için aynı şeyi yapabileceğini de kabul etmek gerekir ki bu
halde yalnız sosyal güvenliğin değil Anayasa'nın kurduğu, sosyal devlet
düzeninin de zedelenmesine yol açılmış olur.
4237
sayılı kanunun, olağanüstü hallerde uygulanacağı ve emeklilik hakkından yoksun
bırakılacakların az sayıda olacağı yolundaki düşüncesi yukarıda belirtilen
sakıncaların yerinde görülmemesini gerektiremez. Mesele, prensibin korunmasında
ve sosyal güvenlik sisteminde gedikler açılmasına yer bırakılmamasındandır.
Bu
konuda, Anayasa'nın 33 üncü madesi üzerinde de durulmalıdır. Bu madde gereğince
suçları ve cezaları kanun belli eder, 4237 sayılı kanun da olağanüstü hallerde
haksız mal iktisap edilmesini suç saymış ve 13 üncü maddesinin bir numaralı
bendinde bu suçu işleyenlerin emeklilik bakımdan yoksun bırakılmalarını
öngörmüştür. Suçlular hakkında uygulandığına göre, bu müeyyide bir cezadır. Şu
halde Kanun Koyucunun, Anayasa'nın 33 üncü madesi ile verilen yetkiye dayanarak
bu cezayı koyduğu ve bu yasama tasarrufunda Anayasa'ya aykırılık söz konusu
olmadığı ilk bakışta hatıra gelebilir. Bu düşünce şöyle karşılanabilir : Bir
sosyal güvenlik tedbiri olan emeklilik haki devletin bir bağışı değildir. Bu
gün, genel bir yasama tasarrufu olan 5434 sayılı Türkiye C. Emekli Sandığı
Kanununda yer almakla Anayasaya göre verilmiş bir sosyal güvenlik hakkı
niteliğini almış bulunmaktadır. Anayasa'ya dayanan haklar, Anayasa'nın birçok
maddelerinde örnekleri görüldüğü üzere, gene ancak Anayasa'da gösterilen
hallerde kayıtlanabilir. Anayasa'da ise, sosyal güvenlik haklarının,
cezalandırılmak gerekçesi ile bazı kimselere verilmiyebileceğini veya
kendilerinden geri alınabileceğini öngören açık veya kapalı bir işaret yoktur.
Bu itibarla emeklilik bakından yoksun bırakma müeyyidesinin, kanunla bir ceza
olarak konulamıyacağı sonucuna varılmak gerekir.
Anayasa'nın
117 nci maddesinin ikinci fıkrasında, "Memurların nitelikleri, atanmaları,
ödev ve yetkileri, haklan ve yükümleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük
işleri kanunla düzenlenir." hükmü vardır. Bu hükümle Kanun Koyucuya,
memurların bağlı olacakları statü içinde düzenleyeceği konular bakında direktif
verilmiştir. Emekliliğe ilişkin esaslar da bu konulardandır. Kanun koyucunun,
bu görevi yerine getirirken, sınırsız bir yetkiye sahip olmadığı, bütün yasama
tasarruflarında olduğu gibi burada da, genel hukuk esasları ve özellikle
Anayasa'nın ilkeleri ile bağlı olduğu aşikârdır. Emeklilik hakkından yoksun
bırakmayı öngören söz konusu hüküm, genel hukuk esaslarından ve hatta hukuk
devleti ilkesinin gereklerinden olan kazanılmış hak kavramını zedelemekle
birlikte yukarda açıklandığı gibi sosyal güvenlik ilkesini de kayıtlamaktadır.
Söz konusu hükümler emeklilik bakından yoksun bırakılanların, devlet veya başka
kamu kurumu hizmetinde çalışmakta olmaları, genel hukuk esaslarının ve Anayasa
ileklerinin teminatından yoksun edilmeleri için sebep teşkil etmez. Bu
kimselerin de, bütün yurttaşlar gibi, bu teminattan yararlanmaya hakları
vardır. Söz konusu müeyyideden maksat, memurları uyarmak ve hizmetin iyi
işlemesini sağlamak ise, bunun hukuka ve Anayasa'ya uygun başka müeyyidelerle
gerçekleştirilmesi mümkündür. Bu bakımdan 13 üncü maddenin iptali istenilen
hükmünün, Anayasa'nın 11 inci maddesiyle bağdaştığı ve bu maddeye aykırı
olmadığı söylenemez.
Başkan
Lûtfi Akadlı ve üyelerden İsmail Hakkı Ülkmen, Ahmet Akar, Muhittin Gürün,
Lûtfi Ömerbaş ve Ekrem Tüzemen. bu hükmün Anayasa'ya aykırı olmadığı kanısında
bulunmuşlardır.
Sonuç
: Açıklanan sebeplerden ötürü :
1-
4237 sayılı kanunun 8 inci maddesinin birinci fıkrasının, Anayasa'nın 14, 15,
16 ve 30 uncu maddelerine aykırı olduğundan, iptaline üyelerden Muhittin Gürün
ve Ekrem Tüzemen'in muhalefelleriyle ve oyçokluğu ile;
2-
Aynı Kanunun, aynı maddesinin ikinci fıkrasının, Anayasa'nın, yukarıdaki bendde
açıklanan maddelerine aykırı bulunduğundan iptaline üyelerden Muhittin Gürün ve
Ekrem Tüzemen'in, 25/10/1963 günlü ve 353 sayılı Askerî Mahkemelerin Kuruluşu
ve Yargılama Usulü Kanununun adlî amirlik müessesesini, dâvanın açılmasından
sonra kaldırmış bulunması karşısında maddenin bu fıkrasına ilişkin bulunan ve
konusu kalmamış olan dâva hakkında bir karar verilmesine yer bulunmadığı
yolundaki muhalefetleriyle ve oyçokluğu ile;
3-
Her iki fıkraya ilişkin iptal hükmünün, Anaysa'nın 152. ve 22/4/1962 günlü ve
44 sayılı kanunun 50 inci maddeleri uyarınca, işbu kararın verildiği günden
başlayarak altı ay sonra yürürlüğe girmesine oybirli ile; .
4-
Aynı kanunun 13 üncü maddesinin l numaralı bendinde yer alan ve emeklilik
hakkından yoksun bırakmağa cevaz veren hükmün Anayasa'ya aykırı bulunduğundan
iptaline Başkan Lûtfi Akadlı ve Üyelerden İsmail Hakkı Ülkmen, Ahmet Akar,
Muhittin Gürün, Lûtfi Ömerbaş ve Ekrem Tüzemen'in muhalefetleri ile ve
oyçokluğu ile;
11/12/1964
gününde karar verildi.
Başkan
Lütfi
Akadlı
|
Üye
Cemalettin
Köseoğlu
|
Üye
Asım
Erkan
|
|
|
|
Üye
Rifat
Göksu
|
Üye
İ.
Hakkı Ülkmen
|
Üye
İbrahim
Senil
|
|
|
|
Üye
İhsan
Keçecioğlu
|
Üye
A.
Şeref Hocaoğlu
|
Üye
Salim
Başol
|
|
|
|
Üye
Celâlettin
Kuralmen
|
Üye
Hakkı
Ketenoğlu
|
Üye
Ahmet
Akar
|
|
|
|
Üye
Muhittin
Gürün
|
Üye
Lûtfi
Ömerbaş
|
Üye
Ekrem
Tüzemen
|
MUHALEFET
ŞERHİ
l-
Fevkalâde hallerde haksız olarak mal iktisap edenler hakkındaki 29/5/1942 günlü
ve 4237 sayılı kanunun 8 ve 13 üncü maddelerinin iptali için açılmış bulunan
dâvaya ait dilekçesinin 8 inci made ile ilgili olan kısmında: (Muhakkiklere
sorgu hâkimi yetkisi veren bu sıfatla da sorgu hâkiminin yapabileceği bütün
işlemleri yapmak ve ittihaz edebileceği bütün kararları vermek yetkisi
mevcuttur. Bu hüküm Anayasamızın 30 uncu madesine aykırı bulunmaktadır).
denilmek suretiyle Anayasa'nın 30 uncu maddesindeki kurallar bakımından bu
madde hükmünün Anayasa'ya aykırı olduğu belirtilmekte, dilekçenin sonucunda da:
8 inci maddenin "Anayasa'ya aykırı hükümlerinin" iptali
istenilmektedir.
Anayasa'nın
30 uncu maddesi, bilindiği gibi suçluluğu hakkında kuvveti belirti bulunan
kişilerin (Tutuklamaları) ile suçüstü halinde veya gecikmesinde sakınca bulunan
hallerde yapılacak (Yakalama) hakkında kurallar koyarak bir kimsenin ancak
maddede sayılan sebeplerle ve hâkim kararı ile (Tutuklanabileceğini) hükme
bağlamakta, hâkim kararına bağlı olmayan (Yakalama) nın ne suretle
uygulanacağının tesbitinide kanuna bırakmaktadır.
Madde
bu konuların dışında başkaca, bir hüküm ihtiva etmemektedir.
Şu
hale göre davacı Partinin; sözü geçen 8 inci madde ile verilmiş olan sorgu
hâkimliği yetkisinin Anayasa'nın 30 uncu maddesine aykırı bulunduğunu ileri
sürmek suretiyle maddenin, her iki madde de müşterek konu olan, (Tevkif) ile
ilgili hükümlerinin iptalini istediği anlaşılmaktadır. Diğer bir deyimle davacı
partinin istemi, tahkik memurlarına sorgu hâkimi yetkisi tanıyan 8 inci maddeye
dayanılarak "Tevkif" kararları verilmesinin Anayasa'nın 30 uncu
maddesine aykırı düşeceği mülâhazasiyle sözü geçen maddenin buna imkân veren
hükümlerinin iptalinden ibaret bulunmaktadır.
Bahse
konu 8 inci maddede her ne kadar (Tahkik memuru, sorgu hâkiminin bütün
selâhiyetlerini haizdir) denilmek suretiyle ilk bakışta tahkik memurlarına
genel ve mutlak mânada, bir yetki verilmiş gibi görülmekte ise de aslında bu,
kayıtlı bir yetkiden ibarettir.
Zira
sorgu hâkiminin esaslı ve en ehemmiyetli görevi bulunan; yapılacak tahkikat
sonunda sanığın lüzumu muhakemesine veya men'i muhakemesine karar verme
yetkisi, tahkik memuruna verilmemiştir. 4237 sayılı kanuna göre tahkik
memurları, yapacakları tahkikat sonunda evrakı olduğu gibi tahkik emrini veren
mercie tevdi etmekle mükellef olup sanığın mahkemeye şevki evrakın muameleden
kaldırılması tamamiyle bu mercilere ait bulunmaktadır.
Diğer
taraftan aynı maddede (... bu gibi işlerde tahkik memurunun tevkif ve tahliyeye
dair vereceği kararlar bulunduğu yerin Asliye Ceza Hâkiminin tasdikiyle
tekemmül eder. Bu kararlar aleyhine ancak alâkalı tarafından kanun yoluna
müracaat olunabilir), hükmü bulunmaktadır.
Görülüyor
ki dâva edilen madde, tahkik memurlarına bir kimsemin re'sen tevkifi yetkisini
de vermemiştir. Her ne kadar maddede (Tevkif ve tahliyeye dair vereceği
kararlar) ifadesi bulunmakta ise de hemen ifade edeceği, yani maddede (Karar)
olarak ifadelendirilen muamelelerin aslında tevkif lüzumunu belirten bir
(Talep) veya (Tevkif) den ibaret bulunduğu görülmektedir.
Anayasa'nın
30 uncu maddesindeki; kişilerin maddede belirtilen hallerde ancak hâkim kararı
ile tutuklanabileceğine dair olan hükmün, fiilî olarak tutuklamayı ön gördüğü
açıktır. Halbuki 8 inci madde ile tahkik memuruna verilmiş olan yetkinin,
kişileri doğrudan doğruya tutuklamaya gücü yetmemekte, bu gibi hallerde kişiler
ancak hâkim kararı ile tutuklanabilmektedir. Zira tahkik memurunun tevkif
kararı üzerine hâkimin ilgili şahsı tevkif etmeğe zorunlu olduğuna dair maddede
hiç bir hüküm bulunmadığından hâkim kendisine getirilen muamelede, tevkif için
gerekli sebepler görüldüğü takdirde teklifi uygun görerek tasdik etmek
suretiyle kişiyi tutuklayacak, aksi takdirde tahkik memurunun kararını geri
çevireceğinden kişinin tutuklanması, tahkik memurunun tevki kararına rağmen,
mümkün olmayacaktır. Bu nitelikteki bir kanun hükmünü, Anaysa'nın 30 uncu
maddesine aykırı görmenin imkânsızlığı meydandadır.
Buna
karşı Mahkememizin kararında, sorgu hâkiminin tutuklama yetkisinin de tasdike tabi
olduğu ileri sürülmek suretiyle bir mukayese ve bağlantı yolu aranmaktadır.
Habuki sorgu hâkiminin tabi olduğu bu hüküm, inceleme konusu yapılan kanunla
ilgisi olmayan Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununda yer almaktadır. Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanununda yapılacak bir değişiklik ile bu tasdik safhası
kaldırılarak sorgu hâkimleri re'sen tutuklamaya yetkili kılınabilirler ve onlar
hâkim oldukları için böyle bir hüküm Anayasa'ya da aykırı olamaz. Ancak Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanununda yapılacak böyle bir tadil hükmünün 4237 sayılı
kanuna bir etkisi olamıyacağından bu kanunun 8 inci madesi hükmü gereğince
tahkik memurlarının tevkifi ve tahliye ile ilgili kararları yine tasdike tabi
olmakta devam edecektir.
Bu
sebeple bu konuda sorgu hâkimleriyle tahkik memurları arasında kıyaslama
yaparak netice çıkarmak mümkün değildir.
Mahkememizi,
bu hükmün Anaysa'nın 30 uncu maddesine aykırı olduğu kanısına götüren diğer bir
sebep de kararda şöyle açıklanmaktadır: (Oteyandan 8 inci maddenin birinci
fıkrasının üçüncü cümlesi hükmü gereğince, tahkik memurunun salıvermeye ilişkin
kararları da hâkimin tasdikiyle tekemmül etmektedir. Bu hükümden, salıverme
hakkında ilk önce karar vermeğe tahkik memurunun yetkili olduğu, kendisi bu
konuda bir karar almadıkça ise el koyamıyacağı anlaşılmaktadır. Şu halde
tutukluluk tahkik memurunun takdirine göre, hâkim kararı olmadan devam
edebilecek demektedir).
Kanaatimizce
bu düşünceye katılmakta mümkün değildir. Zira tutuklama, hâkim kararı ile
tasdik edildiğine ve netice itibariyle tutuklamaya hâkim tarafından karar
verilmiş olduğuna göre ilgiliyi, kararı veren hâkimden tutuklamanın
kaldırılmasını istemekten ve böyle bir talep üzerine durumu inceleyen hâkimi
de, tutuklama, kararını kaldırmaktan men eden bir cihet düşünülemez. Kaldı ki
maddede bu kararlar aleyhine ilgililer tarafından kanun yoluna müracaat
olunabilecegide açıkça yazılıdır.
Şu
halde (Tutukluluğun, tahkik memurunun takdirine göre hâkim kararı olmadan devam
edebileceği) endişesi de bahis konusu olmadığından bu sebebe dayanan Anayasa'ya
aykırılık düşüncesi de yerinde değildir.
Mahkememizin
kararında, tahkik memurunun, sorgu hâkimi yetkilerini kullanmak suretiyle hapse
veya zora müncer olacak bazı işlemler yapabileceği mülâhazasiyle de bu hüküm
Anayasa'ya aykırı görülmektedir.
Halbuki
tahkik memurunun, gerek suçlu gerekse şahitler hakkında hapse müncer olacak
(Tazyik hapsi dâhil) bütün muameleleri 8 inci maddenin yukarıda açıklanan hükmü
karşısında Asliye Ceza Hâkiminin tasdikine bağlı olup re'sen tahkik memuru
tarafından tutuklama yapılamıyacağından bu muamelelerin hiç birisinde
Anayasa'nın 30 uncu maddesine ve evleviyetle de, kararda dolayısiyle temas
olunan, Anayasa'nın 14 üncü maddesine aykırı bir cihet düşünülemez.
Usulünde
yapılan davete gelmeyen şahitlerin ihzaren getirilmesi ise "Tevkif demek
olmadığı cihetle bu hükmün Anayasa'ya aykırılığı da söz konusu edilemez.
Bunların
dışında arama ve suçla ilgili eşyalara el koyma gibi sorgu hâkimlerine tanınmış
olan yetkilerin tahkik memurları tarafından kullanılması da Anayasa'ya aykırı
sayılamaz.
Zira
Anayasa'nın 15 inci maddesinde, (Kamu düzeninin gerektirdiği hallerde) ve 16
ncı maddesinde de (Millî güvenlik veya kamu düzeni bakımından gecikmede sakınca
bulunan hallerde) kanunen yetkili kılınan merciin emriyle kişilerin, üstlerinin
özel kâğıtlarının ve eşyalarının aranabileceği, konuta girilip arama
yapılabiceği, eşyalara el konulabileceği açıkça kabul edilmiştir.
Şüphesiz
bu maddelerde öngörülen, kamu düzeninin ve millî güven yetkili kılınacağı,
kanun koyucunun takdirine bağlı hususlardır ve Anateykili kılınacağı, kanun
koyucunun takdirine bağlı hususlardır ve Anayasa'nın söz konusu 15 inci ve 16
ncı maddeleri bunların tesbiti işini yasama organına bırakmıştır.
Temsilciler
Meclisinde bu maddelerin müzakeresi sırasında; bu gibi hallere misal olmak
üzere Genel sağlık ile ilgili olmak üzere alınacak bazı tedbirlere yetki veren
hükümlerin, vergi ve gümrük incelemeleri konusunda memurlara tanınan bir kısım
yetkilerin de, Anayasa'nın 15 ve 16 ncı maddelerinde öngörülen "Kamu
düzeni, Millî Güvenlik yetkili merci" terimleriyle ifade edilmek istenilen
hallerin ve konuların sınırları içerisinde olduklarının kabul edilmesi
gerektiği açıklanmıştır.
4237
sayılı kanun; fevkalâde hallerde, yani içten veya dıştan gelen etkilerle askerî
veya iktisadî veya sosyal bakımdan buhranlı durumlara düşen Devlet ve Cemiyet
düzeninin alınacak olağanüstü tedbirlerle korunması bahis konusu olduğu
zamanlarda, uygulanacak hükümleri ihtiva etmekte olması bakımından; "Kamu
düzeninin" veya "Millî Güvenliğin" gerektirdiği bir tedbirden
başka bir şey değildir ve bu kanunla görevlendirilen tahkik memuru da,
Anayasa'nın söz konusu 15 ve 16 ncı maddelerinde öngörülmüş bulunan
"Kanunla yetkili kılınan merciin" tam kendisidir.
Anayasa'nın
15 inci ve 16 ncı maddelerindeki söz konusu hükümlerin, mahkememizin yukarıdaki
kararında açıklandığı şekilde yorumlanması, bu maddelerin açık ifadesine,
Temsilciler Meclisindeki müzakerelerinde belirtilen fikirlere uymadığı gibi
Anayasa ile yasama organına bırakılmış düzenleme yetkisinin, belli bir mesnede
dayandırılmaksızın sınırlandırılmasına da yol açacak niteliktedir.
Gerçekten
Anayasa'nın 15 inci ve 16 ncı maddelerinde öngörülen (Kamu düzeninin
gerektirdiği) veya (Millî güvenlik veya kamu düzeni bakımından gecikmede
sakınca bulunan) hallerin mevcut olup olmadığı, bir konunun kanunla
düzenlenmesi sırasında kanun koyucu tarafından objektif olarak takdir ve tesbit
olunarak ona göre yetikli merciler tayin ve yetkileri belli edilecektir. Buna
göre uygulama sırasında memurlar, kanun hükümlerini aynen uygulamakla yetinmek
zorunda olup bu hallerin var olup olmadıklarını araştırmağa yetkili değildir.
Zira Mahkememizin kararında düşünüldüğü gibi bu haller, uygulama sırasında ve
karşılaşılan olayın özelliğine göre memurların ve mercilerin takdirleriyle
mevcut olup olmadıklarına karar verilmesi gereken hususlardan değildirler.
Halbuki yukarıdaki kararda (....Şu halde tahkik memuru, kamu düzeni
gerektirmesi yahut millî güvenlik ve kamu düzeni bakımından gecikmede sakınca
bulunmasa dahi özel hayata ve konuta kendiliğinden dokunabilecektir), denilmek
suretiyle tahkik konusu olan olayın özelliklerine göre memurlar tarafından bu hallerin
mevcut olup olmadığına karar verilmesi gerektiği kabul edilmekte ve binnetice
konuya, Anayasa koyucunun düşünmediği bir istikamet verilmiş bulunmaktadır.
Hele
kararda, (Yurt savunması gibi özellik taşıyan hizmetlerde görevli bazı
memurların haksız mal edinmek suretiyle işledikleri suçlarda); (Kamu düzeninin
gerektirmesi) yahut (Millî güvenlik ve kamu diizeni bakımından gecikmede
sakınca bulunması) hallerinin mevcut olabileceği, bunların dışında kalan haksız
mal edinmelerde bu hallerin bahis konusu olmıyacağı ileri sürülmekle, mesele,
kanunla ilgili olmayan bir başka sahaya kaydırılmış olmaktadır.
Çünkü,
sözü edilen kanuna göre, hakkında soruşturma açılan şahsın bilcümle mal ve
servetinin haklı olarak iktisap edildiğini isbat edememesi halinde suç meydana
gelmektedir. Yoksa görevin özelliklerinin etkisiyle suçun meydana gelmesi
(Meselâ görevin kötüye kullanılması, gizli tutulması gerekli bilgilerin çeşitli
sebepler ve şartlar altında açığa vurulması gibi fiiller neticesinde mal
edinilmiş olması) hallerinde uygulanacak hükümler, 4237 sayılı kanun olmayıp
suçun vasfına göre Ceza Kanununun genel hükümlerinden ibaret bulunmaktadır.
Bu
duruma göre, suçlunun görevinin, (Yurt savunması gibi özellik taşıyan bir
hizmet olması veya bu nitelikte olmayan sair hizmetlerden bulunması arasında,
4237 sayılı kanuna konu olan suçun meydana gelmesi bakımından etki yapacak bir
bünye farkı olmadığından kararda düşünüldüğü şekilde, bu kanuna konu olan
suçlar arasında Anayasa'nın 15 inci ve 16 ncı maddelerinin söz konusu hükümleri
yönünden bir ayırım gözetilmesi mümkün değildir.
Bu
sebeplerle 4237 sayılı kanunun 8 inci maddesinin ilk fıkrası hükümlerini
Anayasa'nın 15 inci veya 16 ncı maddelerine de aykırı saymak mümkün değildir.
2- 8
inci maddenin ikinci fıkrası; askerî işlerde görevlendirilecek tahkik memurunun
(Adlî âmirin haiz olduğu selâhiyetleri haiz olduğu, ancak tevkif ve tahliyeye
dair vereceği kararların selâhiyetli adlî âmirin tasdikiyle tekemmül edeceği,
ilgililerin bu kararlar aleyhine mafevk adlî âmire itiraz edebilecekleri),
hükümlerini ihtiva etmekte ve şu suretle fıkra hükmü, tahkik memurlarının
teklif niteliğinde olmak üzere tevkif ve tahliye kararları vermeleri bakımından
değil, hâkim olmıyan adlî âmirlere tevkif yetkisi vermesi bakımından
Anayasa'nın 30 uncu maddesine aykırı bulunmaktadır.
Ancak
yürürlükte bulunan kanunlarımız, (Adlî amirlik) adına bir müesseseye artık yer
vermemektedir. Zira 25/10/1963 günlü ve 353 sayılı (Askerî Mahkemeler Kuruluşu
ve Yargılama Usulü Kanunu) ile adlî amirlik müessesesi kaldırılmış ve bu
müesseseye evvelki kanunlara verilmiş olan görevlerden bir kısmı askerî
savcılara ve bir kısmı da (Bu arada tutuklama yetkisi de) askerî mahkemelere
devredilmiş olduğundan artık bugün için 8 inci maddenin ikinci fıkrası
gereğince tahkik memurlarının adlî âmir selâhiyetini kullanmaları ve tevkif ve
tahliyeye dair verecekleri kararların selâhiyetli adlî âmirler tarafından
tasdik olunması imkânı ve binnetice fıkra hükümlerinin uygulanma yeri
kalmamıştır.
Uygulama
alanından kalkan bir kanun hükmünün Anavasa'ya aykırılığı da bahis konusu
olamayacağından söz konusu fıkra hakında mahkememizce inceleme yapılarak bir
karar verilmesine yer bulunmamaktadır.
3-
4237 sayılı kanunun 13 üncü maddesinin l numaralı fıkrasında yer alan ve
duruşma sonunda suçluluğu sabit olan şahısların mahkemelerce emeklilik
hakkından mahrum edileceğine dair bulunan hükmün de: (Kazanılmış hakları
korumak zorunda olan hukuk Devletini esas alan Anayasanın 2 nci maddesine ve
tümünün esaslarına) aykırı olduğundan iptali istenilmektedir.
Mahkememiz,
bu istemi Anayasanın 48 inci maddesi bakımından incelemeye tabi tutarak
Anayasaya aykırı olduğu neticesine varmıştır.
Anayasa'nın
48 inci madesi :
(Madde
48- Herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Bu hakkı sağlamak için sosyal
sigortalar ve sosyal yardım teşkilâtı kurmak ve kurdurmak Devletin
ödevlerindendir) hükmünü taşımaktadır.
Görüldüğü
üzere maddenin öngördüğü sosyal güvenlik, Türk vatandaşı olan herkese sağlanan
bir sosyal güvenliktir. Bu da Anayasa'nın 53 üncü maddesindeki imkânlarla sınırlandırılmıştır.
Doktrinde
çeşitli açılardan incelemesi yapılan sosyal güvenlik kavramının genellikle
(Zümre veya sınıf farkı olmaksızın, ihtiyaçlarını karşılayamıyacak duruma düşen
bütün vatandaşların yardımlarına koşmak suretiyle geleceklerini emniyet altına
almağı hedef tutan müesseselerin toplamı),
Olarak
açıklamaya çalışıldığı görülmektedir.
Bu
açıklamalara göre sosyal güvenliğin gayesi; kişilerin, fizik yapılarından veya
mesleklerinden veya cemiyet şartlarından meydana gelen sebeplerle gelir veya kazançlarında
devamlı veya geçici olarak kesilme veya azalma meydana gelmesi neticesinde
sarsılan veya karşılanamayan geçinme ve yasama ihtiyaçlarının, cemiyetin uygun
göreceği bir seviyede, sağlanmasıdır.
Bu
hüviyetiyle sosyal güvenlik fikri, bir cemiyetteki gelir dağılışında belli
sebeplerle meydana gelen muvazenesizliği gidermek ve insan ve vatandaş olmak
haysiyetiyle her ferdin en zorunlu ihtiyaçlarını karşılamak için gerekli olan
geliri sağlamak maksadiyle millî gelirin bir kısmının yeni baştan dağıtılması
esasına dayanmakta ve yirminci yüzyılın ikinci çeyreğindenberi ileri
memleketlerin sosyal ve iktisadî siyasetlerinde hâkim olmağa başlayan yeni bir
anlayış ve düşünce akımının neticesi bulunmaktadır.
Halbuki
4237 sayılı kanunun 13 üncü maddesinin, kişinin mahrum bırakılmasını öngördüğü
emeklilik hakkı, Devlet veya Devlete ait kurumlarla buralada çalışanlar
arasındaki hizmet münasebetinin gereklerinden olmak üzere tanınmış bir haktan
ibarettir ve doğuşu oldukça eskidir.
Gerçekten
emeklilik hakkı, memurların, Türk vatandaşı olmaları ve Türk toplumunun bir
ferdi bulunmaları sebebiyle tanınmış, yukarıda açıkladığımız nitelikte bir
sosyal güvenlik hakkı olmayıp münhasıran memur oldukları için tanınmış ve bu
suretle hizmet münasebetinden doğmuş bir nevi sigorta müessesesinden ibaret
bulunmaktadır. Sigortaların ise bugünkü anlamında tam bir sosyal güvenlik
müesseseleri olmadıkları, ancak toplumların bu hedefe doğru tekâmüllerinde
geçirilen birer merhaleden ibaret bulundukları izahtan varestedir.
Emeklilik
müessesesinin kurulmasında; memurun, ihtiyarlık, malûllük sebepleriyle veya
belli bir yaş veya hizmet yılından sonra işinden ayrılması üzerine kendisine,
ölümünde de yetimlerine belli bir nispette irat sağlamak suretiyle gelecekteki
geçimlerini emniyet altına almak maksadı mevcut olduğu kadar ve belki de bundan
daha ziyade, böylece kurulan bir menfaat bağı ile memurun hizmette uzunca bir
süre kalmasının ve gelecek endişesinden kurtarılarak kendisinden en yüksek
verimin alınmasının ve hizmetin gereği gibi yürütülmesinin sağlanması maksadı
da vardır.
Esasen
emeklilik müessesesinin bünyesinin daha yakından incelenmesi, onun, yukarıda
belirtilen anlamda bir sosyal güvenlik müessesesi olmadığını açıkça ortaya
koymaktadır.
Zira
emeklilik kanunları, memurun, muhtaç durumda olup olmadığına veya çalışma
gücünü muhafaza edip etmediğine bakmaksızın belli bir yaştan veya hizmetten
veya malûllükten sonra görevden çıkartarak veya kendi isteği ile çıkmasına izin
vererek emekli aylığı bağlamakta ve bu suretle henüz çalışma gücünde olan ve iş
imkânları da bulunan ve hattâ bilfiil çalışarak kazanç sağlayan kimselere aylık
bağlandığı gibi büyük ölçülerde şahsî serveti olanlar bile bu haktan
faydalanmaktadır. Hattâ yine Devlete ait olan hizmetlerde çalışarak cemiyetteki
ortalama geçim haddinin kat kat üstünde gündelik, aylık, veya ödenek alanlara
da (Bunların emekliliğe tabi hizmet olmadıkları) gerekçesiyle söz konusu
gündelik, aylık veya ödeneklere ilâveten emekli aylıklarının ödenmesine de
devam olunmaktadır.
Esasen
emekli kanunları ile yapılan ödemelerin ölçüsünü, sosyal güvenlik ölçüsü olan
ve maruz kalınan riskler sebebiyle hasıl olan ihtiyaç derecesi değil, Emekli
Sandığının gelir kaynakları ile yüklendiği ödemeler ve faal devrede alman
memuriyet maaşları arasındaki hesabı denge teşkil etmektedir.
Görüldüğü
gibi emeklilik hakkının niteliği üzerinde yapılacak böyle basit bir müşahade
bile onun, tamamen ayrı prensiplere dayanan ve ayrı nitelikte olan bir sosyal
güvenlik hakkı olmadığını açıkça ortaya koymaktadır.
Bu
itibarla, konu Anayasa'nın 48 inci maddesini değil, memuriyet statüsünün bir
neticesi olması itibariyle Anayasa'nın 117 nci maddesini ilgilendirmektedir.
Gerçekten
bu madde de şöyle denilmektedir.
(Madde
117- Devletin ve diğer kamu tüzel kişilerinin, genel idare esaslarına göre
yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği aslî veya sürekli
görevler, memurlar eliyle görülür.
Memurların
nitelikleri, atanmaları, ödev ve yetkileri, hakları ve yükümleri, aylık ve
ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir).
Maddenin
son fıkrasiyle kanun koyucunun düzenlemesine bırakılan konular arasında
(Memurların haklarının ve yükümlerinin ve diğer özlük işlerinin) de bulunduğu
açıkça görülmektedir. Emekli aylıklarının memurlara tanınmış haklardan olduğu
ise, tereddüde yer vermeyecek kadar açıktır.
Bu
hükümlerden; Anayasa'nın memur haklarının ve karşılığında da yükümlülerin
düzenlenmesi konusunu, herhangi bir kayıt ve şart koymadan, yasama organlarının
takdirine bırakmış olduğu anlaşılmaktadır.
Yasama
organı da bu yetkiye dayanarak memurlara tanınan haklar arasında
"Emeklilik" hakkını kabul ederek bunu yürütecek müesseseyi kurmuş,
memurların hangi şartlarla bu hakkı kazanacaklarını, bunun için karşılıklı
katlanacak külfetlerin ve riayet edilecek esasların nelerden ibaret
bulunduğunu, hangi hallerde bu hakların kayıp edileceğini hükümlere
bağlamıştır. Emekli kanununda yer alan ve emekli haklarının hangi hallerde
kayıp edileceğini gösteren sebeplere, 4237 sayılı kanunda bir yenisini ilâve etmiştir.
Bütün
bu düzenlemeler Anayasa'nın 117 nci maddesinin kanun koyucuya tanıdığı yetkiler
içerisinde kalınarak yapılmış bulunmaktadır.
Bu
sebeple ortada davacı partinin ileri sürdüğü üzere "Kazanılmış hakların
tanınmaması" gibi bir durum yoktur. Zira hakkın kendisi esasen bu kayıt ve
şartlar altında doğmakta ve tanınmaktadır. Henüz doğmamış bir hakkın,
"Kazanılmış hak" sayılması ise mümkün değildir.
Diğer
taraftan düzenlenmenin Anayasa'nın 48 inci maddesine dokunan bir tarafı
olmadığı yukarıda açıklanmıştı. Gerçekten, emeklilik müessesesi, Anayasa'nın 48
inci maddesinde öngörülen "Sosyal güvenlik" ilkesiyle sağlanması
hedef tutulan tedbirlere muvazi bir kısım hakları, durumları itibariyle sosyal
güvenliğe muhtaç olmayanlar yanında ve onlarla birlikte muhtaç olanlara da
sağlanmak suretiyle kısmi bir şekilde sosyal güvenliğe yararlı olmakta ise de
yukarıda açıklanan esas bünyesi itibariyle bu müesseseyi Anayasa'nın 48 inci
maddesinde öngörülen bir sosyal güvenlik kuruluşu saymak mümkün değildir.
Kaldıki
bu düzenleme ile, Anayasa'nın 48 inci maddesinin işaret ettiği nitelikte bir
sosyal güvenlik tesisi meydana getirilmiş bulunduğu bir an için kabul edilse
bile 4237 sayılı kanunun 13 üncü maddesinin bahse konu hükmünün Anayasa'ya
aykırı olduğu, yine de, söylenemez.
Zira
48 inci maddenin hedef tuttuğu sosyal güvenlik hakkının da kanunlarla
düzenlenmesi ve bu kanunlarda da bu haklardan faydalanma şartları ve usulleri
ile istina hükümlerinin bulunması tabiidir. Ezcümle iktisadi güçleri bakımından
muhtaç durumda olmıyanlar veya hiç bir men'i sebep bulunmadığı ve çalışacak
güce ve imkâna da sahip oldukları halde çalışmayanların sosyal güvenlik dışında
bırakılmaları normal sayılmalıdır. Çünkü cemiyetin bir fedakârlığı olan sosyal
güvenlikten faydalanmak için hem bu desteğe muhtaç, hem de lâyık olmalıdır.
Tıpkı bunlar gibi kanun koyucunun toplumun tümünün iktisadî ve ahlâkî gücüne
kasteden kişileri sosyal güvenliğin koruyucu hükümlerinin himayesine lâyık
göreceğini de beklememelidir.
Anayasa'mızın
kurduğu hürriyetler ve demokratik hukuk devleti nizamını yıkmak için, yine onun
tanıdığı temel haklar ve hürriyetlerden faydalanılması nasıl mümkün değilse
memleketin iktisadî bünyesinin topyekûn tahribine çalışanların da sosyal
güvenlik teminatı ile kuvvetlendirilmelerine cevaz verilemez.
Esasen
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 25 inci maddesinin l numaralı fıkrasında
(Her şahsın ...... işsizlik, rahatsızlık, sakatlık, dulluk, ihtiyarlık veya
geçim imkânlarından iradesi dışında mahrum bırakacak diğer haller güvenliğe
hakkı vardır) denilmek suretiyle kendi iradeleriyle geçim imkânlarını
engelleyen kişilerin sosyal güvenlik hakkı isteyemiyecekleri de öngörülmüş
bulunmaktadır.
Kaldı
ki 4237 sayılı kanunun 13 üncü maddesiyle, bilerek ve isteyerek bu durumu
yaratmış olanların emeklilik hakları kaldırılırken aynı kanunun 15 inci
maddesiyle de yetimlerin hakları saklı tutulmakta yani bu durumda olanlardan
alınan hakkın yetimlerine verilmesi suretiyle sosyal gayenin gözden uzak
tutulmadığı da görülmektedir.
Netice
olarak, toplum için buhranlı devreler olan fevkalâde zamanlarda, kendisine
emanet edilen kamu hizmetinin sağladığı otoriteden veya kolaylıklardan
faydalanarak haksız şekilde mal iktisap edenlerin, bir başka deyimle toplumun
hem maddi hem de manevi yönlerden çekmesine ve ızdırabının çoğalmasına yardım
edecek istikâmette hareket etmiş olanların emeklilik hakkından mahrum
edilmeleri, yukarıdaki esas ve prensiplerin tabiî bir neticesi sayılmalıdır.
Buraya
kadar yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı üzere, emeklilik hakkı, ister Anayasa'nın
117 nci maddesine göre hizmetten doğma bir hak olarak tesis edilmiş olsun,
ister Anayasa'nın 48 inci maddesinin öngördüğü bir sosyal güvenlik müessesesi
olmak üzere düzenlenmiş sayılsın, fevkalâde zamanlarda haksız mal iktisap
edenlerden bu hakkın kaldırılmasına dair olan 4237 sayılı kanun hükmünün,
Anayasa'ya ve insan Hakları Beyannamesi esaslarına uygun olduktan başka âmme
hizmetlerinin aksamadan yürümesinin bir icabı ve aynı zamanda, kaderi, toplumun
iktisadî gücüne sıkı surette bağlı bulunan sosyal güvenlik fikrinin ve
müesseselerinin korunma tedbiri olmak üzere kanun koyucu tarafından kabul
edildiği neticesine varılmaktadır.
Bu
sebeplerle karara muhalifiz.
Üye
Ahmet
Akar
|
Üye
Muhittin
Gürün
|
Üye
Ekrem
Tüzemen
|
Üçüncü
bentteki düşüncelere katılıyoruz.
|
Üye
Lûtfü
Ömerbaş
|
Üye
Lûtfi
Akadlı
|