ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas No.:1963/4
Karar No.:1963/71
Karar tarihi:28/3/1963
Resmi Gazete tarih/sayı:18.10.1963/11534
İtirazda
bulunan : Ankara 3. Asliye Ceza Mahkemesi
İtirazın
konusu : Türk Parasının Kıymetini Koruma hakkındaki 1567 sayılı kanunun ve
tadillerinin Anayasa'ya aykırı olduğundan bahisle iptali istenilmiştir.
Olay
: Maliye Bakanlığının 7/4/1956 günlü izniyle yurda muaf olarak ithal edilen
otomobilin 14 sayılı kararın 1. ve 50. maddeleriyle bu karara ilişkin 30 sayılı
tebliğin 18. maddesine aykırı olarak ithal gününden başlayan 10 yıllık süre
geçmeden başkasına satıldığı ileri sürülerek 1567 sayılı kanunun 6258 sayılı
kanunla değiştirilen 3. maddesinin (A) bendi gereğince sanığın cezalandırılması
isteğiyle kamu dâvası açılmıştır.
Ankara
Asliye Üçüncü Ceza Mahkemesinde yapılan yargılaması sırasında; sanık ve müdafii
ve düşüncesine başvurulan C. Savcısı, uygulanması istenen kanun hükümlerinin
Anayasa'ya aykırı olduğu iddasında bulunmuşlardır.
Mahkemece
de sözü edilen 1567 sayılı kanunun;
A-
Değişik 1. maddesi yasama yetkisinin Bakanlar Kuruluna devrine cevaz
verdiğinden, yasama yetkisinin devredilemiyeceği hükmünü kapsayan Anayasa'nın
5. maddesine;
B-
Değişik 3. maddesi; Bakanlar Kuruluna, kararnamelerle suç ihdası yetkisi
tanınmış ve ayrıca hükmi şahısların da cezalandırılacaklarını kabul etmiş
olduğundan, suçların kanuniliğini ve ceza sorumluluğunun şahsi olduğunu hükme
bağlayan Anayasa'nın 33. maddesine;
C-
Değişik 4 maddesi; bu dâvaları rüyet edecek mahkemelerle bu mahkemelerin kaza
çevrelerinin Adalet ve Maliye Vekâletlerince müştereken tâyin ve ilân
edileceğini kabul etmekle hiçbir kimsenin tabiî hâkiminden başka bir merci
önüne çıkarılamıyacağına ilişkin Anayasa'nın 32. maddesine;
Ç-
Bakanlar Kuruluna kararname çıkarma yetkisini tanımakla Bakanlar Kurulunun
sadece Danıştay'ın incelemesinden geçirilmek suretiyle tüzükler çıkarabileceği
hükmünü kapsayan Anayasa'nın 107. maddesine;
Aykırı
olduğu kanısına varıldığı gerekçesiyle Anayasa'nın 151. maddesi uyarınca
dâvanın geri bırakılmasına ve bu kararla ilgili kâğıtların Örneklerinin
mahkememize gönderilmesine 28/12/1962 gününde karar verilmiştir.
İnceleme
: Anayasa Mahkemesinin, İçtüzüğün 15. maddesi gereğince 16/1/1963 gününde ilk
inceleme için yapılan toplantısında başvurmanın Anayasa'nın 151. ve Anayasa
Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri hakkındaki 22/4/1962 gün ve 44
sayılı kanunun 27. maddesine uygun olduğu anlaşıldığından esasın incelenmesine
dair verilen karar üzerine düzenlenen rapor, mahkeme kararı ve ekleri, 1567
sayılı kanun ve bunlara ait gerekçe ve komisyon raporları ile Meclis görüşme
tutanakları, Anayasa'nın ilgili maddeleri ile Anayasa Komisyonu raporu ve
Temsilciler Meclisi görüşme tutanakları okunduktan ve üyelerden Şemsettin
Akçaoğlu'nun görüşmenin kanunun tümü üzerinde yapılması ve Lûtfi Akadlı, ihsan
Keçecioğlu ve Muhittin Gürün'ün de bu kanunun 3. ve 4. maddeleriyle 1.
maddesinin yalınız (......... Türk Parası Kıymetinin Korunması zımnında
kararlar ittihazına İcra Vekilleri Heyeti selâhiyetlidir) cümlesine
hasredilmesi gerektiği yolundaki muhalefetleri ile incelemenin kanunun olayda
uygulanması gereken 1., 3. ve 4. maddelerine hasrı kararlaştırıldıktan sonra
gereği görüşülüp düşünüldü :
1567
sayılı kanunun 6258 sayılı kanunla değiştirilmiş 1. maddesi (Kambiyo, nükut,
esham ve tahvilât alım ve satımının ve bunlarla kıymetli madenler ve kıymetli
taşlarla bunlardan mamul veya bunları muhtevi her nevi eşya ve kıymetlerin ve
ticari senetlerle tediyeyi temine yarayan her türlü vasıta ve vesikaların
memleketten ihracı veya memlekete ithalinin tanzim ve tahdidine ve Türk
Parasının Kıymetinin Korunması zımnında kararlar ittihazına İcra Vekilleri
Heyeti salahiyetlidir).
Yine
aynı kanunla değiştirilmiş 3. maddenin birinci fıkrası, (İcra Vekilleri
Heyetince birinci maddeye istinaden ittihaz edilecek kararlara aykırı hareket
eden hakikî ve hükmî şahıslar hakkında "1000" liradan
"200.000" liraya kadar ağır para cezası ve 3 aydan 5 seneye kadar
ticaret ve meslekî faaliyetten men cezasiyle birlikte hakiki şahıslarla hükmî
şahısların müdür ve fiilde iştiraki olan memurların yukarıdaki cezalara zamimeten
7 aydan 5 seneye kadar hapis cezasiyle cezalandırılırlar.)
Yine
aynı kanunla değiştirilmiş 4. maddenin birinci fıkrasının dâvaya konu olan
kısmı, (...... bu dâvaları rüyet edecek mahkemelerle bu mahkemelerin kaza
çevreleri Adalet ve Maliye Vekâletlerince, müştereken tâyin ve ilân olunur
.....) şeklindedir.
Dâva
konusu hükümlerin aykırı bulundukları öne sürülen Anayasa maddeleri de
şunlardır:
Madde
5- "Yasama yetkisi Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki
devredilemez."
Madde
32- "Hiç kimse tabiî hâkiminden başka bir merci önüne çıkarılamaz."
Madde
33- "Kimse, işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir
fiilinden dolayı cezalandırılamaz."
Cezalar
ve ceza tedbirleri ancak kanunla konur. Kimseye suç işlediği zaman kanunda o
suç için konulmuş olan cezadan daha ağır bir ceza verilemez..."
Madde
107- "Bakanlar Kurulu kanunun uygulanmasını göstermek veya kanunun
emrettiği işleri belirtmek üzere kanunlara aykırı olmamak şartı ile Danıştay'ın
incelemesinden geçirilerek, tüzükler çıkarabilir.
Tüzükler,
Cumhurbaşkanınca imzalanır ve kanunlar gibi uygulanır."
Gerekçe
: Bir kısım hükümleri itiraza konu olan ve 1930 yılında yürürlüğe giren 1567
sayılı kanunun gerektirici sebepleri; memleketimizde iktisadî buhran halinin
devam etmesi, ithalât ile ihracat arasındaki dengesizlik sebebi ile paramızın
kıymetinin düşmekte olması ve bu arada isbekülâtörlerin de menfi rol oynamaları
ve bu hallerin iktisadî düzeni bozması ve çok önemli menfi etkiler yapmakta
olması karşısında; Devletin müdahale zorunluluğunun doğduğu ve çok akıcı ve
hareketli durumlara karşı konulması için alınacak tedbirlerin ve kontrol
sisteminin tümünü bir kanun içine almanın mümkün olamıyacağma göre de bu
hususta Hükümete yetki tanındığı noktalarında toplanmış bulunmaktadır. Bu kanunun
yürürlük sürelerinin uzatılması için çıkarılan kanunların gerektirici sebepleri
de aynıdır ve kanun bu uzatmalarla 33 yıldan beri uygulanmaktadır.
Şurasını
önceden belirtmek yerinde olur ki; kişinin ve toplumun huzur ve refahını
gerçekleştirmekle ödevli olan Devletin gerektiğinde demokratik hukuk
kurallarından ayrılmamak ve temel hak ve hürriyetleri zedelememek şartı ile
ekonomi alanına müdahaleye hakkı vardır ve Anayasa'mız da koyduğu birçok
hükümlerle bu gereği belirtmiştir.
Burada
çözümlenmesi gereken husus 1567 sayılı kanunun 1. maddesiyle yasama organının
doğrudan doğruya kullanması gereken yetkilerini, yürütme organına devretmiş
olup olmadığı ve başka bir deyimle, ortada Anayasa'nın 5. maddesine aykırı bir
hal bulunup bulunmadığıdır.
l-
Anayasamız yasama yetkisini, yürütme görevini, yargı yetkisini ayrı ayrı
organlara vermekle Anayasa Komisyonu raporundaki tabirle yumuşak kuvvetler
ayrılığı esasını kabul etmiştir. Buna göre şüphesiz yasama organı kanun yapma
yetkisini başka ellere bırakamaz. Bu prensip Anayasanın 5. maddesinde
açıklanmıştır. Yasama organı, herhangi bir sahayı Anayasaya uygun olması şartı
ile düzenleyebilir. Bu düzenlemede bütün ihtimalleri gözönünde bulundurarak
teferruata ait hükümleri de tesbit etmek yetkisini haiz ise de; zamanın
gereklerine göre sık sık tedbirler alınmasına veya alınan tedbirlerin
kaldırılmasına ve yerine göre tekrar konulmasına lüzum görülen hallerde, yasama
organının, yapısı bakımından, ağır işlemesi ve günlük olayları izleyerek
zamanında tedbirler almasının güçlüğü karşısında esaslı hükümleri tesbit
ettikten sonra ihtisasa ve idare tekniğine taallûk eden hususların düzenlenmesi
için Hükümeti görevlendirmesi de yasama yetkisini kullanmaktan başka bir şey
değildir. Şu hale göre; bu durumu yasama yetkisinin yürütme organına
bırakıldığı anlamına almak doğru olamaz.
İtiraz
konusu 1567 sayılı kanunun 1. maddesiyle kanun koyucu Hükümetin hangi sahayı
düzenleyeceğini tesbit etmiştir. Bunlar da; kambiyo nükut, esham ve tahvilât
alım ve satımının ve bunlarla kıymetli madenler ve kıymetli taşlarla bunlardan
mamul veya bunları muhtevi her nevi eşya ve kıymetlerin ve ticari senetlerle
tediyeyi sağlayan her türlü vasıta ve vesikaların memleketten ihracını veya
memlekete ithalini tanzim ve tahdit etmek ve Türk Parasının Kıymetinin
korunması zımnında kararlar almaktır. Bu hükümlerle düzenlemenin yönü tâyin ve
esası tesbit olunmuştur.
İktisad
kanunlarının kabul ettiği esaslara göre yürütülecek olan ve bunun dışına
çıkıldığı takdirde memleketi büyük malî zararlara uğratacağı şüphesiz bulunan
ve teknik konuları kapsayan ve geciktirmeden zamanında tedbirler alınması ve
icabında derhal kaldırılması ve değiştirilmesi gereken bu alanın, kanun koyucu
tarafından doğrudan doğruya düzenlenmesi bazı sakıncalar doğurabilir. Çünkü,
yukarıda da söylendiği gibi yasama organlarının yapısı itibariyle günlük
olayları izliyememesi ve ağır işlemesi yüzünden bunun zamanında sağlanması
mümkün olamaz. Bu sebepledir ki, kanun koyucu düzenleme alanının esaslarını
tesbit ve amacı tâyin ettikten sonra alınacak tedbirlerin ihtiyaca
uygunluğunu sağlamak üzere yürütme organım görevlendirmiş ve bu görevin
gerektirdiği tasarruflarda bulunmak yetkisini vermek suretiyle yasama yetkisini
bu yolda, kullanmayı uygun bulmuştur.
Yürütme
organının çıkaracağı ve tatbike koyacağı kararlarla maksat dışına çıkıp
çıkmadığının tâyini, kanunun Anayasa'ya aykırı olup olmadığının tesbiti
bakımından önem taşımaz. Çünkü, bu takdirde kararın kanuna aykırılığı söz
konusu olur. Bu hal, Anayasa'nın 114. maddesi uyarınca kazaî denetime tabidir.
Yukarıda yazılı sebeplerle; 1567 sayılı kanunun 1. maddesinin Anayasa'nın 5.
maddesine aykırı olduğu iddiası yerinde görülmemiştir.
2-
İtiraz sebeplerinden birisi de; Anayasa'nın 107. maddesiyle Bakanlar Kuruluna
sadece Tüzükler çıkartmak yetkisinin tanınmış olmasıdır. Gerçekten Anayasa'nın
107. maddesi, Bakanlar Kurulunun, kanunun uygulanmasını göstermek ve kanunun
emrettiği işleri belirtmek üzere kanunlara aykırı olmamak ve Danıştay'ın
incelemesinden geçmek şartı ile tanzim edici tasarruflarda bulunabileceğini
kabul etmiştir. Ancak bu hüküm; Bakanlar Kurulunun tüzükler dışında tanzim
edici hukukî tasarruflarda bulunamıyacağı anlamını taşımaz.
Anayasa'nın
6. maddesi, yürütme görevinin, kanunla çevresinde, Cumhurbaşkanı ve Bakanlar
Kurulu tarafından yerine getirileceğini âmir olduğu gibi, 98. maddesi de;
Cumhurbaşkanının bütün kararlarından Başbakan ve ilgili bakanın sorumlu
olacağını göstermektedir. Maddenin Anayasa Komisyonunca hazırlanan
gerekçesinde; bu maddenin Anayasa'da olduğu gibi muhafazası ile, Türkiye'de
Devlet ve idare tasarruflarının yerleşmiş olan şekillerinde herhangi bir
değişiklik yapmamak amacının güdüldüğü belirtilmektedir. Bu açık hükümler
karşısında yürütme görevini kanunlar çerçevesinde yerine getirmekle sorumlu
olan organın, tanzim edici tasaruflarının, yalnız tüzükler çıkarmak yolu ile
sağlayabileceğinin kabulü suretiyle kayd altına alınmasının; görevin
gerektirdiği süratle hareket edilmesini ve zamanında isabetli netice alınmasını
engelleyeceğinden de şüphe edilemez.
Anayasa'nın
107. maddesi tanzim şekillerinden birini göstermektedir. Yürütme organının
bunun dışında kanunun emrine uyarak ve kanuna aykırı olmamak şartı ile umuma şâmil
nitelikte hukukî tasarruflarda bulunması idare hukuku esaslarına da uygundur.
Aksi halde yürütme faaliyeti pek dar ve işlemesi güç bir çerçeve içerisine
sokulmuş olur ki; bunun da Anayasa'nın amacına ve ruhuna uygun düşmiyeceği ve
idare fonksiyonunun isterleri ile bağdaşamıyacağı meydandadır. Bu sebeplerle bu
yöne ilişkin itiraz da yerinde değildir.
3-
Mahkemece ileri sürülen itirazlardan biri de 1567 sayılı kanunun 3. maddesiyle.
Bakanlar Kuruluna bu konuda çıkaracağı kararnamelerle suç ihdası yetkisi
tanınmasının ve ayrıca hükmî şahısların da cezalandırılacaklarının kabul
edilmesinin Anayasa'nın 33. maddesine aykırı olduğudur.
Mahkemeye
açılan dâvanın sanığı gerçek kişidir. Bu itibarla 1567 sayılı kanunun 3.
maddesinin tüzel kişilerin cezalandırılmasına ilişkin hükümleri bu dâvada
uygulanmıyacaktır. Anayasa'nın 151. maddesi de; bir dâvaya bakmakta olan
mahkemenin uygulanacak kanun hükmünü Anayasa'ya aykırı gördüğü takdirde Anayasa
Mahkemesine başvuracağını âmir bulunmasına göre tüzel kişilerin cezalandırılması
meselesi inceleme konusu dışında bırakılmıştır.
(Kanunsuz
suç ve ceza olmaz) prensibi Anayasa'nın 33. maddesinde yer almaktadır. Bu
maddenin birinci fıkrasında "kimse işlendiği zaman yürürlükte bulunan
kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı cezalandırılamaz" ve ikinci
fıkrasında da "cezalar ve ceza tedbirleri ancak kanunla alınır"
denmektedir.
1567
sayılı kanunun 3. maddesi ise; "İcra Vekilleri Heyetince" 1. maddeye
istinaden ittihaz edilen kararlara aykırı hareket edenlere ceza tâyin etmiştir.
Bu hükümle; suçun kanunî unsuru "İcra Vekilleri Heyetinin" 1. maddeye
göre aldığı kararlara aykırı harekette bulunmakdır. Şu halde suçun ne olduğu
kanunla belirtilmiştir.
Kaldıki
Bakanlar Kurulu kararı, daha önce Resmî Gazete'de neşredilmek suretiyle kişilere
hangi fiillerin yasaklandığı duyurulmakta ve böylece kişinin teminatı
sağlanmakta ve ceza da kanunda gösterilmekte olmasına göre mücerret kararname
ile suç ihdası söz konusu olamıyacağından bu konuya ilişkin itiraz yerinde
görülmemiştir.
4-
İtirazın bir konusu da 1567 sayılı kanunun 4. maddesi ile Adalet ve Maliye
Bakanlarına 1567 sayılı kanuna göre suç teşkil eden fiillerin, muhakemesini
yapacak mahkemelerin ve kaza çevrelerinin tâyin yetkisinin verilmiş ve bu
suretle hiç kimsenin tabii hâkiminden başka bir merci önüne çıkarılamıyacağına
dair olan Anayasa'mızın 32. maddesinin ihlâl edilmiş bulunduğu hususudur.
Bu
maddenin metni ile gerekçesi itirazı cevaplandıracak ölçüdedir.
32.
maddede (Hiç kimse tabii hâkiminden başka bir merci önüne çıkarılamaz. Bir kimseyi
tabii hâkiminden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine
sahip olağanüstü merciler kurulamaz) şeklindeki hükümlerle olağanüstü
mercilerin tabii hâkim olamıyacağı belirtilmektedir.
Anayasa
Komisyonu raporunda ise (Herkesin, kanunun genel olarak koyduğu görev ve yetki
esasları ile belli olan hâkim tarafından muhakeme edilmesi, şahıs güvenliğin in
baş şartıdır. Kişinin kanunî yani tabii hâkiminden başka mercilerde muhakeme
edilmesi, bu alanda özel muameleye tabi tutulması, hukuk devletinin asla kabul
edemiyeceği bir tutum teşkil eder), ibareleri bulunmakta ve bunlarla 32; madde
esasları vuzuh kazanmaktadır.
Bunlardan
anlaşılmaktadır ki genel olarak ve herkes için kurulmuş, görev ve yetkileri
kanunla belli edilmiş olan mahkemeler tabiî mahkeme ve bunların hâkimleri de
tabiî hâkimdir. Bunlardan gayri merciler umumî değil Özeldir. Ve madde
prensiplerine aykırıdır.
1567
sayılı kanunun 4. maddesiyle iki bakana, bu kanuna giren dâvalara bakmak üzere
görevlendirilecek mahkemeleri gösterme görevinin verilmiş olması, esasen mevcut
mahkemeler arasından bazılarını seçme mahiyetindedir. Çünkü bu mahkemelerin
göreceği dâvaların konuları ayrı ve özel bir inceleme ve çalışma ister. Hâkimin
bu bilgilere vâkıf bulunması, dâvaların kavranmasında ve isabetli karar
verilmesinde faydalı olur. Kambiyo murakabe mercileri ile mahkemelerin
birbirlerine yakın olmalarının da tahkik ve tetkik işlerini çabuklaştıracağı
şüphesizdir. Bu yönden genel kanunlarla kurulan ve yine genel kanunlara uygun
olarak vazife gören mahkemelerin gösterilmesinde, adaletin gerçekleştirilmesi
bakımından fayda vardır. Bu gaye ile Adalet ve Maliye Bakanlarına görev
verilmesi kanun önünde hukukî eşitlik prensibini de sarsmamaktadır.
Her
suçlunun kapısı önünde muhakeme edilemiyeceğine, her yerde ve her köşede adalet
dağıtılamıyacağına bir örnek de ağır ceza mahkemelerinin kaza çevrelerinin
genişliğidir. Uzak köylerde ve kazalarda bulunan sanık ve tanıklar muayyen
merkezlerdeki ağır ceza mahkemelerine çağırılır ve duruşma bu merkezde yapılır.
Ağır ceza mahkemelerinin teşekkülündeki özellik ve bu mahkeme hâkimlerinde
aranan nitelik sözü geçen mahkemelerin belli yerlerde kurulmasını gerektirmiş
ve bunda da hukuka ve adalete aykırılık görülmemiştir.
32.
maddenin lâfız ve gerekçesindeki açıklık ye bunlara dayanan yukarıdaki izahat
sebebiyle 1567 sayılı kanunun 4. maddesiyle iki bakanın mevcut mahkemelerden
bazılarını, bu kanuna uygun olan suçluları muhakeme etmekle
görevlendirmelerinde Anayasa'nın 32. maddesine aykırılık bulunmadığı sonucuna varılmıştır.
Sonuç
:
1-
1567 sayılı kanunun 1. madesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına Üyelerden Rifat
Göksu, İsmail Hakkı Ülkmen, Şemsettin Akçoğlu, İbrahim Senil, Celâlettin
Kuralmen ve Ekrem Korkut'un maddenin tümünün Muhittin Gürün'ün de sadece
"....... ve Türk Parasının Kıymetinin Korunması zımnında kararlar
ittihazına icra Vekilleri Heyeti selâhiyetlidir" seklindeki cümlesinin
Anayasa'ya aykırı olduğu yolundaki muhalefetleriyle ve oyçokluğu ile;
2-
1567 sayılı kanunun olayda uygulanması gereken 3. maddesinin (A) bendinin
gerçek kişilere ilişkin hükmünün de Anayasa'ya aykırı olmadığına Üyelerden
Rifat Göksu, İsmail Hakkı Ülkmen, Celâlettin Kuralmen ve Ekrem Korkut'un
muhalefetleriyle ve oyçokluğu ile;
3-
Aynı kanunun 4. maddesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına Üyelerden Rifat Göksu,
Şemsettin Akçoğlu, İbrahim Senil , Salim Başol, Celâlettin Kuralmen ve Ekrem
Korkut'un muhalefetleriyle ve oyçokluğu ile;
28/3/1963
gününde karar verildi.
|
|
|
|
Başkan
Sünuhi
Arsan
|
Başkanvekili
Tevfik
Gerçeker
|
Üye
Rifat
Göksu
|
Üye
İ.
Hakkı Ülkmen
(muhalefet
şerhim bağlıdır.)
|
|
|
|
|
Üye
Lütfi
Akadlı
|
Üye
Şemsettin
Akçoğlu
|
Üye
İbrahim
Senil
|
Üye
İhsan
Keçecioğlu
|
|
|
|
|
Üye
Salim
Başol
(Üç
numaralı bende ait muhalefet şerhim ilişiktir)
|
Üye
Celalettun
Kuralmen
(muhalefet
şerhim eklidir)
|
Üye
Hakkı
Ketenoğlu
(Gerekçeye
Mu.)
|
Üye
Ekrem
Korkut
|
|
|
|
Üye
Muhittin
Gürün
(muhalefet
şerhim eklidir)
|
Üye
Lütfi
Ömerbaş
|
Üye
Ekrem
Tüzemen
|
MUHALEFET
ŞERHİ
Tabii
hâkim görevli ve yetkili hâkim demektir. Anayasa'nın 32. maddesinin birinci
fıkrası ile hedef tutulan maksat da herkesin tabiî hâkimi tarafından
yargılanmasıdır.
Hâkimlerin
görev ve yetkileri hususî kanunlarla değil mahkemelerin teşkilâtına ve muhakeme
usullerine ait kanunlarla umumî olarak tâyin edilir. Anayasa'nın 136.
maddesinde yer alan (Mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi ve
yargılama usulleri kanunla düzenlenir) hükmü ile bu esas kaidelendirilmiştir.
Bir mahkemenin yargı çevresinin değiştirilmesini dahi Yüksek Hâkimler Kurulunun
uygun görmesine bağlı tutan Anayasa'nın 144. maddesi hükmü de gözönünde
bulundurulunca :
-
Bir mahkemenin görev ve yetkisinin hususî bir kanunla düzenlenemiyeceği;
-
Yine hususî bir kanunla bir mahkemeye veya bazı mahkemelere görevi ve yetkisi
dışında bir dâvaya bakma vazifesinin yüklenemiyeceği;
-
Mahkeme kuruluşlarını, bunların görev ve yetkilerini ve yargılama usullerini
düzenlemek vazifesinin Bakanlar Kuruluna veya herhangi bir Bakanlığa
verilemiyeceği ortaya çıkar.
Halbuki,
1567 sayılı kanunun muaddel 4. maddesini değiştiren 6258 sayılı kanunun 3.
maddesine göre :
Bakanlar
Kurulurica ittihaz edilecek kararlara aykırı hareketlerden doğacak dâvalara
bakacak mahkemeler ve bunların kaza çevreleri Adalet ve Maliye Bakanlıklarınca
müştereken tâyin ve ilân olunacaktır.
Bu
hüküm, hem görevli ve yetkili mahkemeyi tâyin selâhiyetini iki bakanlığa
bıraktığı için Anayasa'nın 136. maddesine; hem, mahkemelerin kaza çevrelerini
bu iki bakanlığın tesbit etmesine ve değiştirmesine müsait bulunduğu için
Anayasa'nın 144. maddesine; hem de Türk Parasının Kıymetini Koruma Mevzuatına
aykırı hareket edenleri tabiî hâkimlerinden ayırıp bunların ekseriya görevli ve
yetkili olmıyan mahkemelerde yargılanmalarını mümkün kıldığı için Anayasa'nın
32. maddesine aykırıdır; iptali gerekir.
Çoğunluk
kararının 3. bendine bu sebeplerle muhalifiz.
|
|
|
|
Üye
Rifat
Göksu
|
Üye
Şemsettin
Akçoğlu
|
Üye
İbrahim
Senil
|
Üye
Celâlettin
Kuralmen
|
MUHALEFET
ŞERHİ
20/2/1930
tarihli ve 1567 sayılı (Türk Parasının Kıymetini Koruma hakkında) ki kanunun
6258 sayılı kanunla değiştirilen birinci maddesi aynen şöyledir :
Kambiyo
nukut, esham ve tahvilât alım ve satımının ve bunlar ile kıymetli madenler ve
kıymetli taşlarla bunlardan mamul veya bunları muhtevi her nevi eşya ve
kıymetlerin ve ticarî senetlerle tediyeyi temine yarayan her türlü vasıta ve
vesikaların memleketten ihracı veya memlekete ithalinin tanzim ve tahdidine ve
Türk Parasının Kıymetinin Korunması zımnında kararlar ittihazına İcra Vekilleri
Heyeti selâhiyetlidir.)
Görüldüğü
üzere madde metni iki kısımdan mürekkeptir : Birinci Kısım, Türk Parasının
Kıymetine tesir eden esaslı unsurlar olması, itibariyle ve paranın kıymetinin
korunması maksadına matuf olmak üzere, maddede sayılan para ve menkul
kıymetlerin alım satımlarının ve bunlarla birlikte kıymetli madenlerin ve
senetlerin memlekete giriş ve çıkış tanzim ve tahdidi konusunda Bakanlar
Kuruluna yetki vermektedir.
Bu
kısmın ihtiva ettiği hüküm belli bir sahada ve hudut ve şümulü tâyin edilen
istikametlerde idareye tanzim vazifesi vermekte olduğu cihetle, bu noktada
Anayasa'ya aykırılık görülmediğinden kararın, maddenin bu kısmına ilişkin
sonucuna katılmaktayım.
Buna
mukabil maddenin (... ve Türk Parasının Kıymetinin Korunması zımnında kararlar
ittihazına) İcra Vekilleri Heyetinin yetkili olduğunu ifade eden hükmü
Anayasa'ya aykırı bulunmaktadır.
Zira
bu hükümde görüldüğü üzere, sadece (Türk Parasının Kıymetinin Korunması gibi
müphem ve her sahaya yayılabilecek bir istikâmet gösterilmekle iktifa edilerek
fertlerin hususî hayatlarına ve gündelik alış verişlerine kadar gidilmesi
mümkün olacak surette memleketin bütün iktisadi ve ticari hayatını kayıtlara
sokabilecek bir yetki Hükümete verilmiş bulunmaktadır.
Çünkü
yurtdaşın çarşı, pazarla her münasebeti nihayet paranın kıymeti ile paranın
kıymeti de yurtdaşın bütün yaşayışı ile sıkı sıkıya İrtibatı olan konulardır.
Binaenaleyh Hükümetçe, bu umumi ifadeye dayanılarak alınacak kararlarla
kişilerin bilcümle iktisadi ve ticari münasebetlerine ve gelir, gider üretim,
tüketim ve ulaştırma faaliyetlerine varıncaya kadar hemen bütün yaşayışına
müdahale edilmesi mümkündür.
Nitekim
hâlen yurdun ithalât ve ihracat işlerinin oldukça geniş bir sahası bu umumi
ifadeye dayanılarak, Bakanlar Kurulunca konulan kaidelerle tanzim edilmekte,
yurttaşların özel seyahatlerinde, gümrük mevzuatı dışında, beraberlerinde veya
sonradan getirip götürebilecekleri eşya ve maddeler tahdit ve takyitlere tâbi
tutulmakta, hatta (Fon) adı ile vergi karekterinde mükellefiyetler ihdas
edilebilmekte ve kanunun diğer maddeleriyle de Hükümetçe bu konuda alınan
kararlara riayetsizlik ceza müeyyidesi altına konulmuş bulunmaktadır.
Halbuki
Anayasa'mıza göre, yurtdaşların Devlet gücüne dayanılarak riayetle mükellef
tutulacakları objektif kaideleri (Kanun) yürürlüğe koyma yetkisi (Yasama
yetkisi). Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olup Anayasa'nın 5 inci maddesine
göre bu yetkinin başka bir organa devri caiz değildir.
Bahse
konu birinci maddenin son fıkrası hükmü ise, yukarda açıklanan hüviyeti
bakımından idareye hududu, şümulü ve istikameti kanunla tâyin edilmiş bir
tanzim vazifesi dışında, adeta hudutsuz bir sahada (Yasa) koymak yetkisi vermek
suretiyle bu konudaki yasama yetkisini Hükümete devretmiş bulunmakta ve bu
bakımdan fıkra hükmü Anayasa'nın 5 inci maddesine aykırı düşmekte olduğundan
iptali gerekir.
Karara
bu sebeple muhalifim.
MUHALEFET
ŞERHİ
1567
sayılı kanunun l inci maddesinde, kanun koyucu, Bakanlar Kuruluna, memleketin
iktisadi ve ticari hayatını ilgilendiren kararlar almak yetkisini vermiştir.
Maddede bu kararların konulan gösterilmiş fakat güdülen amaca ulaşmak için
alınacak kararların kapsamı ve sınırları hakkında hiç bir direktif
verilmemiştir. Böylece Bakanlar Kurulu çok geniş bir alan içinde hudutsuz bir
yetki ile teçhiz edilmiş bulunuyor. Bakanlar Kurulunun bu yetkisine dayanarak,
Anayasa'nın kanunla düzenlenmesini emrettiği konulara müdahale etmesi ve
özellikle temel hak ve hürriyetlerden olan ve Anayasa'nın 40 ıncı maddesi ile
teminat altına alınmış bulunan çalışma ve sözleşme hürriyetini sınırlayan ve
hatta özüne dokunan yasaklar koyması mümkündür. Daha ileri gidilerek denebilir ki,
çalışma ve sözleşme hürriyeti sınırlanmadan güdülen amaç tamamen
gerçekleştirilemez. Bunun gibi, seyahat hürriyeti ve mülkiyet hakkı da
sınırlanabilir. Maddenin kapsadığı alanın genişliği ve metnin itlaki bu
gerçeği, ifadeye ve ispata kâfidir. Halbuki Anayasa'nın 11 inci maddesi
gereğince temel hak ve hürriyetler, özüne dokunmamak şartı ile ancak kanunla
düzenlenebilir. Şimdiye kadar alınan kararlar ile temel hak ve hürriyetlerin
sınırlanmış olup olmadığı tartışılmaksızın, sadece bu nitelikte kararlar almak
imkân ve ihtimalinin bulunması karşısında sözü geçen l inci maddenin
Anayasa'nın 11 inci maddesine aykırı olduğu söylenebilir. Zira bir kanunun
Anayasa'ya aykırı olduğunu tesbit etmek için, aykırılığın tatbikat ile meydana
çıkmasını beklemeğe mahal olmadığı gibi geçen tatbikat ile kanaat edinmek de
doğru olmaz. Bu itibarla, Anayasa'ya aykırılığı belirtmek için, olayda,
tatbikatta misaller aramağa lüzum yoktur.
Kanun
koyucunun, yürütme organına verdiği yetkinin ne derecede aşırı uygulamalara yol
açabileceğini ön görerek bu sonucu önlemesi ve bunun için de bu yetkinin hiç
olmazsa sınırlarını açıkça çizmesi gerekirdi. Kanunun l inci maddesinde
bırakılan bu boşluk 924 Anayasa'sına olduğu kadar, temel hak ve hürriyetlerin
korunmasında çok daha titiz davranan 961 Anayasa'sının ilkelerini ihlâl
eylemektedir.
Aksi
düşünce, kanun koyucunun, temel haklardan herhangi biri hakkında kararlar almak
yetkisini yürütme organına verebileceğini tecviz etmeğe kadar götürür ki,
bunun, asla kabul edilemiyeceği söz götürmez.
Yürütme
organının, duruma göre süratle işe müdahale ederek kararlar alması
zorunluluğunun, kendisine peşinen geniş ve hudutsuz yetkiler verilmesini
gerekli kıldığı yolunda bir mülâhaza da bahis konusu l inci maddenin Anayasa'ya
uygunluğunu ispat edemez. Verilen yetkinin sınırlarını açıkça çizmekle, yürütme
organının bu çevçeve içinde süratle müdahalesi Önlenmiş olmazdı.
1567
sayılı kanunun, fevkalâde halin ortaya koyduğu bir ihtiyacı karşılamak için
kabul edildiği gerekçeden anlaşılmaktadır. Fakat kanunun kabulünü gerektiren
sebep ve şartlar üzerinde durmaya mahal yoktur. Çünkü bu sebep ve şartlar ne
olursa olsun Anayasa'ya aykırı olan bir kanunun hukuk düzeninde yer alması
tecviz edilemez. Kaldı ki, Anayasa'nın 123 üncü maddesinde olağanüstü hallerde
dahi vatandaşlar için konulabilecek yükümlerin kanunla düzenleneceği
açıklanmıştır.
Bakanlar
Kurulu kararlarının kazaî murakabeye tabi olması da, kanunun Anayasa'ya
uygunluğunu tâyin için ölçü olamaz. Çünkü yürütme organı kanunun, çizdiği sınır
içinde kalabilir. Fakat bu hudut yetersiz veya Anayasa'ya aykırı olabilir.
Bundan başka Anayasa'da kanunların tatbikinin kazai murakabeye tabi olup
olmadıklarına göre mahkememizce denetlenecekleri hususunda bir sarahat veya
delâlet yoktur..
Yukarıda
belirtildiği üzere söz konusu l inci madde Anayasa'nın 11 inci maddesine aykırı
olunca gene Anayasa'nın yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet Meclisine ait
olduğu ve bu yetkinin devredilemiyeceği esasını koyan 5 inci maddesine de
aykırı düşmektedir.
Çoğunluk
kararının sözü geçen l inci maddeye ilişkin kararına bu sebeple muhalifiz.
|
|
|
Üye
Şemsettin
Akçoğlu
|
Üye
İbrahim
Senil
|
Üye
Celâlettin
Kuralmen
|
MUHALEFET
ŞERHİ
Yürütme
organına dâvaya bakacak mahkeme veya hâkimi seçme yetkisini tanımak, Anayasa
hükümlerince Yüksek Hâkimler Kurulu kurulduktan sonra, Anayasa'nın ruhuna
aykırı düşer. 1567 sayılı kanunun 4 üncü maddesi tabiî hâkim kavramını
genişletmiş durumdadır.
Bu
itibarla sözü geçen 4 üncü madde, Yüksek Hâkimler Kurulu Kanununun bölümlerin
yetki ve görevlerinden bahseden 28 ve müteakip maddeleri delaletiyle
Anayasa'nın 32 ve 136 ncı maddelerine aykırı bulunduğundan iptali oyu ile
çoğunluk kararının bu kısmına muhalifim.
MUHALEFET
ŞERHİ
1567
sayılı kanunun birinci maddesine ilişkin aykırılık iddiası biri yasama
yetkisinin devredildiği diğeri tüzükler dışında karar şeklinde bir tedvin
vasıtasının kabul olunduğu gibi iki ayrı sebebe dayanmaktadır. Bu itibarla
ihtilâfın çözümü için yasamanın devredilmiş sayılmasını gerektiren esasların
neler olduğunu ve yürütmenin umumi mahiyetteki hukuk kurallarını hangi usuller
ile koyacağını tesbit etmek lâzım gelecektir.
Yürütmenin
Anayasa'dan çıkan ve fonksiyonu icabı bulunan bir tanzim yetkisine sahip olduğu
ihtilaflı değildir. Binaenaleyh görevinin gereklerini münferit ve müşahhas
kararlar almak yahut tüzükler yolu ile umumi hukuk kaideleri koymak suretiyle
yerine getirmesi mümkündür. Anayasa'nın kabul ettiği bir tanzim vasıtası olarak
tüzüklerin, ister kanunların tatbik suretini göstermek ister emrettiği
hususları tesbit etmek üzere yayınlanmış olsunlar her iki şeklindede kanuna
bağlı olmak ve kanun hükümlerine aykırı bulunmamak şartiyle hukuk alemine yeni
kaideler getirdiği ve bu bakımdan inşai mahiyette bulunduğu bir gerçektir. Bu
düşünüş yönetmelikler hakkında da varit bulunmaktadır. Bu izahattan anlaşılmış
olacağı üzere icranın kaide tasarrufta bulunabilmesinin ön şartı bir kanunun
mevcut olmasıdır. Böyle olunca yürütme kanunun çizdiği hudutlar ve koyduğu
hükümler çerçevesi içinde hareket zorundadır. Koyacağı kaideler kanunun tatbik
suretlerini göstermek veya boşluklarını doldurmak maksadiyle olacağından sahası
daralacak ve kanun mevzuu olmayan meselelere taallûk edecektir. Diğer taraftan
kanunlara aykırı hüküm sevk edilmemiş olması için de kanunlara riayet edilecek,
bu nevi kaide tasarruflar ilga ve tadil iktidarından mahrum kalacaktır.
Halbuki
1567 sayılı kanunun birinci maddesiyle icra Vekilleri Heyetine tanınan tanzim
yetkisi bu nitelikte değildir. Hükümet kanundan aldığı selâhiyetle aslında
kanun mevzuu olması gereken sahalarda karar almaktadır. Kanunda başkaca bir
hüküm bulunmadığı için çizilmiş bir hudut ve konulmuş bir esasla bağlı kalmadan
dilediği şekilde ve genişlikte hukuk kaideleri koymaktadır. Bunlar yeni
tahditleri, mükellefiyetleri hatta cezai müeyyideleri ihtiva etmekte ve bir
sahayı en esaslı prensibinden en ince teferruatına kadar düzenlemektedir. Namık
Zeki Aral'ın da işaret ettiği gibi "teşkilâtı esasiye kanunundaki seyahat,
akit, sayü amel, temellük, tasarruf, şirket hak ve hürriyetlerini istediği gibi
tahdit ve hatta ref etmekte, Türkler için Teşkilâtı Esasiye Kanununca hukuku
tabiiyeden olan hürriyet haklarını adeta sıfıra indirecek kadar bir şümule
sahip" bulunmaktadır. Bu kararlarla kanunlara müdahale olunarak tadil ve
ilga yapılabilmektedir. Prof. Onar'ın ifadesiyle icra "adeta kanun vazıı
yerine kaim olarak hakikatte muvakkat bir müddet mer'i olacak kanunlar
yapmaktadır." Bu sebepledir ki Prof. Başgil'in "Büyük Millet
Meclisinin mevzuat fevkine çıkarak Hükümete bahis konusu yetkileri vermesinin
iktisadi ve malî Örfî idare ilânına müsaade etmesi demek olduğunu"
söylemesinde, tam bir isabet vardır.
Görüldüğü
üzere kanun bu hürriyeti ile icraya normal olmayan bir selâhiyet tanımaktadır.
Esasen istenilen de bu idi. Maksat yasamanın yardımına muhtaç olmadan fevkalâde
hallerin icaplarını karşılayacak süratli ve müessir karar alabilme bunun için
de kanunla bağh olmadın tasarrufta bulunabilmelidir. Hatta bunu kısaca
kanunları tadil ve ilga selâhiyetinin tanınması arzusu olarak ifade etmekde
mümkündür. Böylesine geniş yetki talebi fevkalâde zamanlarda ıshar edildiği ve
gerçek bir zarurete dayandığı cihetle verilecek yetkinin de halin icaplarını
karşılıyacak şekilde fevkalâde olması gerekiyordu. Ancak bütün bu sebepler
kanuna meşruiyet izafesi için kâfi değildir. Bu yüzden bir Anayasa desteği
bulmak ve kanunu bu yönden savunmak lâzımdı. Anayasa'da nelerin kanun mevzuu
olduğunun tasrih edilmemiş bulunmasından favdalanılarak bunun tâyinin yasamanın
takdirine bırakıldığı ve binaenaleyh bu organın dilediği mevzuu kanun sahası
olmaktan çıkarabileceği görüşü benimsenerek kanunun izahı yapılmak istenmiştir.
Buna göre yasama icraya yetki vermekle aslında kendisine ait tevzi işini
yapmıştır. Bir sahayı kanun, mevzuu olmaktan çıkarmış ve icraya tahsis
etmiştir. Bu itibarla yürütmenin bu nevi tasarruflariyle diğer tasarrufları
arasında bir mahiyet farkı yoktur. Sadece genişlik ayırımı vardı. Bahis konusu
olan, tanzimi tasarruftur. Bu noktada hemen işaret etmek yerinde olur ki, 1567
sayılı kanunun tedvini tarihinde mer'i Teşkilâtı Esasiye Kanunu, kazai
murakabeyi kabul etmemiştir. Binaenaleyh bir kanun Anayasa'ya aykırı dahi olsa
mer'iyette kalacak ve aynen uygulanacaktı. Binaenaleyh kanunun incelenmesinde,
Anayasa'ya uygunluk mevzuu üzerinde durulmamış yahut lâyık olduğu ehemmiyetle
ele alınmamış olması tabii idi. Nitekim bütün eserlerde derinliğine ve
genişliğine tahliller yapılmış olmasına rağmen durumun Anayasa bakımından
mütalâası lüzumu duyulmamıştır. Buna rağmen genişletilmiş tanzim yetkisini
kabul edenlerin dahi tereddüt içinde bulundukları görülebiliyordu. Bu
sebepledir ki Prof. Başgil "teşrii uzvunun umumi surette kendi vazife
sahasına giren bir teşri ve tanzim işini Teşkilâtı Esasiye Kanununda bir sarahat
bulunmadığı halde Hükümete bırakması hukukan caiz midir" diye soruyor ve
Prof. Onar'da "bu kanunun vazıı alelade bir meclis olduğuna göre Hükümete
verdiği bu salâhiyeti teşkilât hukukunun hangi maddesinden ve hükmünden
aldığı" sualini irad ediyordu.
Diğer
taraftan kanunun Anayasa'ya aykırı olduğunu söyliyenler veyahut bunun yasama
yetkisinin devri mahiyetinde bulunduğunu belirten hukukçular da mevcut
bulunuyordu. Filhakika Prof. Kubalı'ya göre : "Anayasa'nın teşrii
iktidarın icraya delege edilmesine cevaz vermiyen temerküz prensibine rağmen
Hükümetin, Anayasa'nın icra fonksiyonunun bir zarureti olarak kendisine
tanıdığı tanzim selâhiyeti ile iktifa etmiyerek bu kanunla teşrii iktidarın
delege edilmesini sağladığı ve Anayasa'nın sarih bir hükmünü hilâfına bir
teammülle değiştirmeye bir misal olarak Bakanlar Kurulunun mahiyetleri
itibariyle kanundan farksız kararnameler isdar etmesi gösterilebilir. Bu
Anayasa'mızın 6 ncı maddesine aykırıdır. Çünki bu maddeye göre Meclis teşri
selâhiyetini bizzat kullanır. O halde kararnameler maddi mahiyetleri bakımından
teşrii bir tasarruf oldukları için Bakanlar Kurulunun böyle bir tasarrufta
bulunması Anayasa'nın zikredilen maddesine muhaliftir. Böyle bir selâhiyeti
Bakanlar Kuruluua veren kanun da Anayasa'ya aykırıdır."
Prof.
Derbil ise şu kanaattedir: "1567 sayılı kanun Bakanlar Kuruluna tıpkı
kanun gibi herkesin uyması gereken kararlar almak yetkisini vermiş
bulunmaktadır. Hükümet bu kanundan aldığı yetki ile bir takım kararlar almakta
ve bunlar kanunlar gibi Resmî Gazete'de yayınlanarak yürürlüğe girmektedir.
Böylece Büyük Millet Meclisi yasama yetkisinin bir kısmını Hükümete devretmiş
demek olduğundan bu gibi Hükümet kararlarını birer yasama tasarrufu diye
vasıflandırmak mümkündür."
Hükümet
dahi kullandığı yetkinin mahiyetini "teşrii tasarruf" olarak
kıymetlendirmekte ve idari kaza mercileri önünde bu görüşü savunmaktadır. Bir
dâvayı kazanmak bahasına dahi olsa hukuk anlayışından feragat edilmiş
olamıyacağına göre yürütmenin bu mütalâasının hususi bir manası ve değeri olmak
lâzımdır.
Bir
gerçektir ki durumun "fevkalâde hal" yönünden müdafaasını yapmağa
imkân yoktur. Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sı fevkalâde hal rejimini ve bu
takdirde icranın haiz olacağı yetkileri hususî bir maddesiyle düzenlemiştir.
Binaenaleyh
bu hüküm dışında, fevkalâde hal sebebi ile icraya kanun dışı yetki tanınması,
Anayasa'ya aykırıdır.
Teşkilâtı
Esasiye Kanununun 26 ncı maddesindeki "... gibi vezaifi bizzat ifa
eder" cümlesinin mefhumu muhalifinden faydalanmak suretiyle yapılacak bir
izah da isabetli olmayacaktır. Bu hüküm, her şeyden önce, yazılanlar dışında
kalan ve bunlara benzeyen diğer işleri de yapabileceği anlamındadır. Başka bir
anlayışa lisan kaideleri kadar tefsir metodları müsait değildir. Genişletilmiş
tanzim yetkisinin gayesi, kanun mevzuu olan mesailin idareten tedvinidir. Buna
göre düzen sahasının hakikatte kanun işi olduğu ihtilafsız kalmaktadır. Eğer
bahis konusu Olan husus, aslında kanun mevzuu idi ise bu takdirde madde hükmüne
sadık kalınarak yasama tarafından bizzat yapılmalıdır. Yok kanun mevzuu
değilse, o zaman da mefhumu muhaliften istianeye lüzum görülmemiş olmalıdır.
Nitekim son kanunun 64 üncü maddesinde "yetkilerindendir" denmek
suretiyle, bir kısım yetkilere işaretle yetinildiğî ifade edilmiş ve metin
vuzuha kavuşturulmuştur.
Kaldıki
eski Anayasa'larda bulunmayan bir maddesiyle yeni kanun "yasamanın
devredilemiyeceğini" kabul etmiştir, iddialar hilâfına "bizzat ifa
eder" şeklindeki metin ile "devredilemez" hükmü arasında bir
benzerlik yoktur. Bunlar müteradif anlamda değildir. Eski kanunun 26 ncı
maddesi yeni kanunun 5 inci maddesine değil 64 üncü maddesine tekabül
etmektedir. Böyle olmasaydı aynı maksadı ifade edecek ve binnetîce haşiv
mahiyetinde kalacak mümasil bir maddenin şevki icabsız olurdu. 5 inci madde
yeni bir anlayışı göstermekte ve geçmiş tatbikata son vermek istemektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sının umumi istemi ve mantığı bunu açıkça isbat
etmektedir. Kanunun incelenmesi ile anlaşılacağı üzere hemen her sahanın
kanunla tanziminden bahsedilmiş ve bunlar dışında kalan bazı zaruri kanunlara
ayrıca işaret edilmiştir. İcra tanzim faaliyetlerinin dışında bırakılmıştır.
Esasen bizde yürütme kanunun tâyin ettiği sahada hareket eden tabiî bir
organdır. Kanun olmadan icra yoktur. Bu manadaki kanun, esas hükümleri koyan ve
bir sahayı düzenleyen kanundur. O kadar ki fevkalâde hal rejimi dahi bir kanun
mevzuu sayılmış ve icraya hak tanınmamıştır. Yürütmenin Anayasa ile sahip
olduğu yetkilerin Anayasa ile kontrole tabi tutulmuş olması da bu sebeptendir.
Tüzüklerin Danıştay'dan geçmesi, bir kısım Devletlerarası anlaşmaların
yasamanın tasdik ve tasvibine sunulması bu gerçeğin sonucudur.
64
üncü maddede "kanun koyma, değiştirme ve kaldırma" nın Büyük Millet
Meclisinin yetkileri meyanında olduğu gösterilmiş, mucip sebepler lâhiyasında
bunun "kaide tasarrufları koyma demek bulunduğu" belirtilmiştir. Bu
hale göre aslında kanun mevzuu olan hususlarda kaide tasarrufta bulunma
yetkisinin bir kanunla dahi olsa icraya bırakılması, görevin devri manasına
gelecektir.
Esasen
Anayasa temel hak ve hürriyetlerin kanunla sınırlandırılmasını esas koymuştur.
Böyle olunca bu yolda tasarruf imkânını veren bir kanunu Anayasa ile telife
imkân olmayacaktır.
Bir
kanunun "her şeyi kendi yapmaması lâzım geldiği fikrinde isabet vardır.
Esasen bu hem maslahatın icaplarına ve hem de kuvvetler ayrılığı prensibinin
gereklerine uygundur. Filhakika taşıdığı özellikler bakımından hususi bilgi ve
ihtisas isteyen hizmet sahalarının arttığı, bir vakıa olarak ortadadır. Yasama
organı ise bunu sağlayacak bir kudret ve iktidara hiçbir zaman sahip
olamıyacaktır. Diğer taraftan makul ve verimli bir kuvvetler ayrılığı,
organların karşılıklı yardımlarını zaruri kılmaktadır. Bu manada anlaşıldığı ve
tatbik edildiği surettedir ki kuvvetler ayrılığı ile güdülen gayeye ulaşılmış
ve Devlet hayatında Özlenen denge kurulmuş bulunacaktır. Binaenaleyh Anayasa'ya
uygun bir tatbikatta kanun icraya tekaddüm etmeli, mevzuun esas hükümlerini
tesbit ederek sahayı, tereddütlere mani olacak şekilde düzenlemelidir. Bir
sınır çizdikten ve takip edilecek siyaseti açıkladıktan sonradır ki, teknik ve
teferruata ait mesailin tanzimini icraya bırakmalıdır. Bunun dışında kalan her
kanun, yasama yetkisinin devri mahiyetinde olarak Anayasa'ya aykırı düşecektir.
Halbuki
1567 sayılı kanunun birinci maddesinde İcra Vekilleri Heyetine karar alma
yetkisinin verilmesiyle yetinilmiştir. Prof. Onar'ın da işaret ettiği gibi
birinci madde "kararların istinat edeceği esasları mevzu ve muhteva
bakımından göstermemektedir. Demek oluyorki icra uzvu, bu tasarrufların
mevzuunu dilediği gibi tâyin edecektir". Nitekim Prof. Sanca'da icranın
"A dan Z kadar en esaslı prensibinden teferruatına kadar
düzenleyebileceğini" söylemek suretiyle bu genişliğe ve sınırsızlığa
işaret etmektedir. Esasen kanunda - mevzuu düzenleyici hiç bir hüküm yoktur.
Böyle olunca tesbit edilmiş ana hükümlerden ve çizilmiş bir sınırdan bahsetmek
yersiz olacaktır. Bir sınırın mevcudiyeti, yetki veren kanunda icranın müdahale
edemiyeceği sahanın tereddüde mahal vermiyecek bir kesinlikle gösterilmiş olması
halinde kabul edilebilir. Bu itibarla Anayasa'larda Devlet kuvvetlerinin
yetkilerini gösteren umumi kaidelerin mevcudiyeti yahut Anayasa hükümlerinin
ferdler kadar Devlet organlarını da bağlayan temel kurallar olduğunun
belirtilmesi, bu manada bir sınırlama sayılamaz. Hukuk Devleti olmanın hukuk
nizamına riayet demek olduğunun bilinmesi de kâfi değildir. Böyle olsaydı, her
Anayasa'ya kıymet veren bu üstün hukuk kaidelerinin mevcudiyetinden sonra kazai
murakabe sisteminin kurulmasına mahal görülmez ve mevcut hükümlerle
yetinilirdi. Bu yetmediği, teşri ve icra daima bu ana kaideler dışına çıktığı
içindir ki, yetki devrine mani olacak tedbirler alınmış, icranın tahdit
edilmesi bu sebeple ön görülmüştür.
Kanun,
takip edilecek siyaseti de göstermiş değildir. Para kıymetini koruma amaciyle
karar alınacağının açıklanması,- siyasetin belli edilmesi anlamında değildir.
Para kıymeti sadece muayyen tahditlerle korunamaz. Bunun yanında malî ve
ekonomik politikanın detayları ile tesbit edilmesi istikâmetinin gösterilmiş
bulunması da zaruridir. Türk parasının bugün arzettiği kıymet durumu ve İkinci
Dünya Harbine girmiş memleketlerde bile kambiyo murakabesinin tamamen
kaldırılmış veya hissedilmez hale getirilmiş olmasına rağmen halen dahi böyle
bir kanunun mevcudiyetine 30 küsur sene sonra lüzum hissedilmekte olması,
programlı bir siyasetin mevcut olmadığını göstermeğe kâfidir.
Diğer
taraftan Türk hukukunda icranın kanunların şahıslara yahut olaylara uygulanması
hakkında aldığı kararlar alâkalı vekilin veya vekillerin imzasından sonra
Devlet reisinin tasdikine sunulmakta ve bir kararname şeklinde tecelli
etmektedir. Objektif hukuk kaidelerini ihtiva eden tüzük ve yönetmelikler de bu
usul ile kararnameye bağlanarak yürürlüğe konulmaktadır. Bütün bu tasarruflarda
bahis konusu olan yetkili makamın tecelli eden iradesi yani kararıdır. Bu
itibarla karar terimi, hakikatte icranın tasarrufları anlamına tekabül
etmektedir. Nitekim 98 inci maddede dahi Cumhurbaşkanının alacağı
"karar" lardan bahsedilmiştir. Binaenaleyh kararname bir tedvin
vasıtası değil, lügat manasının da işâret ettiği üzere "icranın aldığı
münferit Veya toplu, sübjektif yahut objektif kararlarının Reisicumhurun da
imzasını ihtiva eden yazılı şekilleri demektir. Hadisede ise ihtilâfa zemin
teşkil eden karar bu mahiyetteki icra tasarrufları olmayıp "kanun mevzuu
olan meselelerde kanunî yetkilere dayanılarak Bakanlar Kurulunca tüzük ve
yönetmelikler dışında çıkarılan "kaide - karar" lardır. Bunlara
yanlış olarak kararname denilmektedir.
Bu
nevi kararnameler fevkalâde hallerde fevkalâde kanunların tanıdığı yetkiler
için kullanılmakta ve görevin gerektirdiği süratle hareket edilmesi yahut
zamanında isabetli neticeler alınması bakımından tüzük ve yönetmeliklerin
maksada elverişli olmaması bakımından böyle bir tedvin vasıtasının kabulünde
mecburiyet bulunduğu ileri sürülmektedir. Normal zamanlar için icranın bir
iddiası yoktur. Kanun vazımın tüzük ve yönetmelikler dışında böyle bir tedvin
vasıtasına Anayasa'da yer vermemiş olması ve icranın hâdiselerin tazyiki
altında bu yolda karar almağa mecburiyet duymayarak normal vasıtalarla yetinmiş
bulunması, mevcut imkânların objektif karar almağa kifayetini göstermektedir.
Binaenaleyh normal zamanlarda icranın objektif karar alıp alamıyacağı gibi bir
mesele yoktur. Bunun içindir ki fevkalâde hal kanunu olan 1567 sayılı kanunla
tatbikat alanına giren bu kararname tipine, önceki tarihli hukuk kitaplarında
tesadüf edilmemekte sonrakiler de ise "kararnamelerin yeni şekli"
olarak vasıflandırılmak suretiyle istisnai durumuna işaret olunmaktadır. Esasen
bahis mevzuu kararnamelerin fevkalâde halin hitamı ile kanunla birlikte
yürürlükten kalkmaları da fevkalâde hallere münhasır bir tedvin vasıtası
olduğunu teyit etmektedir.
Hakikatte,
muvakkat bir zaman için mer'iyette kalacak kanun gibi hukuk kaideleri
konmaktadır. Kararların mevzuu, tamamen kanun mezzuudur. Ancak 1293 kanunu
esasinin 36 ncı maddesindeki kanunu muvakkat mahiyetinde karar rejimini 1924
Teşkilâtı Esasiye Kanunu reddettiği için, icraya kanun yapma yetkisinin
verildiği ifadeye cesaret gösterilememiş, kanun yerine karar denilerek, durum
maskelenmek istenmiştir Dikkate şayandır ki, bizde muvakkat kanun yahut karar,
müteradif anlamda terimlerdir. Böyle olunca, mahiyet farkı göstermeyen muvakkat
kanunla 1567 sayılı kanunun kararı, aynı sonuca varmaktadır.
491
sayılı kanunda açık bir hüküm bulunmamasına rağmen yönetmelik, karar, tebliğ
gibi vasıtalarla objektif kararlar alınmakta kaide tasarruflar yapılmakta idi.
Nazarî hukukun buna imkân verdiği kabul edilmiş bulunuyordu. Ancak bugün için
durum tamamen değişmiştir. Gerekçesinde belirtildiği gibi Türkiye'de idarenin
yönetmelik yapması bir örfü adet halinde bulunduğu cihetle, yeni kanunun
getirdiği hususiyetlerde gözönünde tutularak bu örfü âdet müessesesi yazılı
hukuk haline getirilmiş ve 113. madde ile yönetmeliklere Türkiye Cumhuriyeti
Anayasa'sında yer verilmiştir. O halde durum iki ihtimalden uzak değildir. Ya
kanun koyucu mevcut tatbikatı örfü âdetin kabulü için kâfi görmiyerek karar
usulünü yazılı hukuk müessesesi haline getirmemiştir, yahut tevlit ettiği
huzursuzluğu hesap ederek bu rejime son vermek istemiştir. Her iki takdirde de
artık karar sisteminden faydalanmağa ve ona Anayasa karşısında bir varlık
tanımağa imkân kalmamıştır. Bu sebepledir ki "Türk Parasının Kıymetini
Koruma kararlarının Türkiye Cumhuriyeti Anayasası muvacehesinde sıhhat ve
muteberiyeti yeniden gözden geçirilmesi ve düşünülmesi gerekli bir mesele
haline gelmiştir" diyen Prf. Duran'ın bu görüşünde bir hakikat
bulunmaktadır.
Kanunun
125. maddesinde kamu hizmetlerinde, herhangi bir sıfat ve suretle çalışmakta
olanların üstlerinden aldıkları emirleri icradan evvel bunların yönetmelik,
tüzük, kanun ve Anayasa'ya uygunluklarını incelemekle mükellef oldukları
gösterildiği halde kararnamelerden bahsedilmemiş olmasıda, yeni kanunun
kararnameyi tanımadığının bir başka delilidir. Hukuk kaidelerini muhtevi
metinlerin neşir ve ilân suretini gösteren ve normal bir devrin eseri bulunan
1225 sayılı kanunda Danıştay'ın bir kısım kararlarının dahi Resmî Gazete'de
neşri mecburi kılınır ve bu arada yönetmeliklere açıkça yer verilirken
kararnamelerin zikredilmemesi, bunun normal zamanlar için bir tedvin vasıtası
olarak kabul edilmediğini göstermektedir.
Hemen
işaret etmek yerinde olur ki 433 sayılı kanunun neşrinden sonra yayınlanan
eserlerde kararname rejimini mahkûm eden bir görüş birliği nazarı dikkati
çekmektedir. Bu cümleden olarak Prof. Dönmezer ile Ermanın ve Doçent Tosun'un
yazılarını hatırlatmak mümkündür.
Millet
Meclisi Anayasa Komisyonunun 20/2/1962 tarihli bir kararı, bu mevzu için
faydalı olabilecek bir gerekçeyi ihtiva etmektedir. Buna göre : "yürütme
organlarının umumî, objektif ve gayri şahsî kurallar koyması ancak Anayasa'da
açıkça cevaz verilmiş olan hallerde tüzük ve yönetmelikler yapılması suretiyle
olabilir. Bunlar dışında icranın yapabileceği tasarruflar ancak ve ancak
kanunlar çerçevesi içinde sübjektif, ferdî veya maddî tasarruflardır".
Binaenaleyh,
aslında kanun mevzuu olan meselelerde icraya sınırsız şekilde düzenleme
yetkisini veren ve bu maksatla da karar usulünü ihdas ve ihya eden 1567 sayılı
kanunun birinci maddesi Anayasa'nın 5, 11, 107. ve 113. maddelerinin lâfzına ve
ruhuna aykırıdır, iptalî lâzımdır.
2-
Aynı kânunun idarî metihlerle suç ihdasına imkân veren ve tabu hâkim anlayışına
aykırı olarak yürütmeye mahkeme tâyini ve kaza çevresi tesbiti iktidarı tanıyan
üçüncü maddesinin A bendi ile 4, maddesi, görüşümü aksettiren diğer muhalefet
şerhinde tafsilâtiyle bildirilen gerekçelerle Anayasa'ya aykırıdır, iptalleri
gereklidir.
MUHALEFET
ŞERHİ
2 ve
3 numaralı itirazın reddine dair gerekçelere aşağıdaki sebeplerle muhalifim.
1- 2
nci itirazın reddi gerekç;esinin ikinci paragrafında Anayasanın 98 inci
maddesine de dayanıldığı görülmektedir. Bu maddenin yürütmeye mütaallik
hükümlerden Cumhurbaşkanına ilişkin (A) kısmında bulunması ve 1567 sayılı
kanunun birinci maddesiyle vazifelendirilen "İcra Vekilleri Heyeti"
nin B bölümündeki 107 ve 113 üncü maddelerde yer alması ve yine 98 inci
maddenin ikinci fıkrasındaki (Cumhurbaşkanının bütün kararları, Başbakan ve
ilgili bakanlarca imzalanır. Bu kararlardan Başbakan ile ilgili bakan
sorumludur) hükümlerinin bu maddedeki kararı İcra Vekilleri Heyeti kararı
olmayıp Cumhurbaşkanı kararı olduğunu göstermesi ve ayrıca 98 inci maddedeki
kararları, İcra Vekilleri Heyetinin değil Başbakan ile alâkalı vekil veya
vekillerin imza edeceklerinin belirtilmesi gibi esaslar gerekçede isabet
bulunmadığı zannını hasıl etmektedir.
Aynı
zamanda 98 inci madde, sorumsuzluk maddesidir. Halbuki İcra Vekilleri Heyeti,
kararlarından sorumludur. Cumhurbaşkanı Vekiller Heyeti müzakerelerine
başkanlık etse bile karara iştirak edemez. Mevkiinin hususiyeti mânidir. 98
inci maddedeki kararlar, objektif kural kararlarından ziyade özel ve kişilere
yönelen kararları kapsamaktadır. Bu sebeplerinde gerekçenin bu kısmında
isabetsizlik bulunduğunu teyit ettiği kabul edilebilir.
2-
Üçüncü itiraz konusuna ait itirazın reddi gerekçesinde (1567 sayılı kanunun 3
üncü maddesi ise İcra Vekilleri Heyetince l inci maddeye istinaden ittihaz. edilen
kararlara aykırı hareket edenlere ceza tâyin etmiştir. Bu hükümle; suçun kanunî
unsuru "İcra Vekilleri Heyetinin" l inci maddeye göre aldığı
kararlara aykırı harekette bulunmaktır. O halde suçun ne olduğu kanunla
belirtilmiştir).
Denilmekte
ve bu sebebe dayanılarak itiraz reddolunmaktadır. Bu izah ve gerekçe
aşağıdaki sebeplerle kifayetsizdir.
Kararnamelere
muhalefet, 1567 sayılı kanuna giren suçları vücuda getiren tek unsur değil
suçun bir çok unsurları arasında sadece bir unsurdur; şekil unsurudur.
Bu
hüküm, yönetmelikle suç ihdasım önlemektedir. Kararın, l inci madde gereğince
tanzim edilmiş bulunması lüzumunu göstermektedir. Tanzimi tasarrufun kararname
ile yapılmış olmasını ve ancak kararname ile konan ve l inci maddeye uyan yasak
ve tedbirlere muhalefetin suç olabileceğini belirtmektedir.
Literatürde
münakaşa ve burada tetkik konusu olan husus ise kararnamelerle yasaklar ve
kaideler koyma yetkisinin Hükümete verilmesinin, yasama yetkisinin devri olup
olamayacağı noktasıdır. Bu yasak ve tedbirleri tesbit etme işi tamamen suç
teşkil eden fiillerin Hükümet tarafından gösterilmesi sonucunu vermekte ve
itirazda Hükümetin bu görevine teveccüh etmektedir Bu sebeple gerekçede
itirazın reddine yeter kifayet bulunmadığı görüşündeyim,
Halbuki
:
A-
Birinci itirazın reddi gerekçesinde Hükümetin tanzim yetkisine sahip bulunduğu
ve Anayasa'mızın kanunlar çerçevesinde bu görevi yürütmeye verdiği kabul
edilmiştir. Hükümet objektif nitelikte kaideler koyunca bunlara riayet edilmesi
de onun sonucu ve gereğidir. Çünkü âmme kudretinden bir kısmını da icra ve
idare, kendi sahasında kullanmak imkânına sahiptir. Millî hâkimiyeti kullanan
üç organdan birisi de icradır. Bu sebeple kaide tasarrufları, herkesçe muta ve
icrası lâzım olan tasarruflardır, icrası ve tenfizi lâzım bir emir şeklinde
olması icraî mahiyetinden doğmadır. Riayet edilmiyen bir kaide, sosyal nizamı
sağlayamaz. Hükûmetin zaafı ise Devletin büyük zararlarını doğurabilir. İşte bu
sebeple tanzimi tasarruftan doğan kaidelerin herkes tarafından saygı görmesi şarttır.
Müeyyidesiz hukuk kaidesi düşünmek dahi mümkün değildir. Hele bu kanun millî
sahayı ve cihanı saran bir para buhranını önlemek gayesiyle tedvin olunmuş ve
Hükümet bu sebeple selâhiyetlendirilmiş olursa... O halde dâva konusu kanunla
Hükümete verilen görevlerden (Türk Parasının Kıymetinin Korunması zımnında
kararlar ittihazına...) dair selâhiyet, bu uğurda ikdisat ve idare ilminin Öne
sürdüğü bütün tedbirleri almaya müteveccihtir. Bu sebeple ithalât ve ihracat
ticareti, şekil ve şartlara bağlanabilecek, yabancı para ve kıymetlerin
kaçmaması için vecibe ve yasaklar ihdas olunabilecektir. Bu tedbirlere riayet
etmeyiş, yasaklara aykırı hareket edişten ibaret olan fiiller ise suç
olacaktır. Yürütmenin kanunlara dayanan tanzimi tasarruflarla suç ihdas edebileceğinde
idare bilginleri arasında bariz muhalefete rastlanmamaktadır. Ancak idarenin bu
yetkisinin kaynağında tereddüt ve ayrılık bulunmaktadır.
B-
İtirazın dayandığı Anayasa'nın 33 üncü maddesi yine itirazı cevaplandıracak
genişlik, tertip ve ruhtadır.
Kanunsuz
suç ve ceza olamaz prensipleri, birbirine eşit kudret ve mahiyette ayrı iki
kural ise bunları tek fıkrada ifadesi icabederdi. Ayrı ayrı fıkralarda
ifadesinde iki prensibin niteliğinde ayrılık bulunduğunun düşünmek kabildir.
Birinci fıkrada "....... kanunun suç saymadığı...) fiilden ceza verilemez
denmekte, ikinci fıkrada ise "....... cezalar ve ceza tedbirleri ancak
kanunla konulur ....." ibaresi ile prensip izah edilmektedir. Eğer Anayasa
koyucusu kanunda unsurları yazılı olmayan fiilerin suç olamayacağını kasdetmiş
olsa idi o zaman birinci fıkranın "işlendiği zaman yürürlükte bulunan
kanunda suç olarak gösterilmemiş olan fiilden dolayı kimseye ceza
verilemez" tarzında yazılması gerekirdi. Diğer taraftan fıkra suç
saymadığı" ibaresiyle "itibarilik" e de yer vermiş ve kanunda
suç olarak gösterilen fiillerle kanuna müsteniden diğer hukuk kaynaklarında suç
sayılan fiilleri de içine almıştır. Bu anlayışa nazaran 1. fıkradaki
"kanun" maddî kanundur. Objektif hukuk kuralları kaynakları olan Anayasa,
kanun, nizamname, kararnameyi de şümulüne alan bir kavramdır.
Bu
görüş, Anayasa'mızın 125. maddesi hükümleri ile de desteklenmektedir. Bu
maddenin başlığı "kanunsuz emir" dir. Bu kanunsuz emir, madde
metninde "kamu hizmetlerinde herhangi bir sıfat ve surette çalışmakta olan
kimse üst'ünden aldığı emri, yönetmelik, tüzük, kanun veya Anayasa hükümlerine
aykırı görürse ..." şeklinde izah olunmakta ve başlıktaki
"kanun" dan hukuk kuralları kaynağının kastedildiği anlaşılmaktadır.
Bu maddenin gerekçesinde de "... aynı zamanda kanunilik prensibi ile idarî
hiyerarşi ve disiplin zaruretlerini telif eden hükümler sevkedilmiştir".
Cümlesi yazılı ve "kanunilik" in yönetmelik, tüzük, kanun ve Anayasa
hükümlerine uygun olduğu açıklanmaktadır.
33.
maddenin 2. fıkrasının yazılışıda birinci fıkradan çok farklıdır. Bu fıkrada
cezaların ancak kanunla konacağı esası belirtilmiştir. Eğer her
"kanun" kelimesinden sadece yasama organının yasama tasarrufu
niteliğinde olarak çıkarttığı objektif kaideler anlaşılsa idi fıkrada olduğu
gibi kanun kelimesinden Önce "ancak" kelimesine lüzum yoktu. 2.
fıkradaki "ancak" kelimesi ile 1. fıkradan ayrı olarak ve
"cezaların" her halde kanunla konulacağının kastedildiği
anlaşılmaktadır.
Yürütmenin
objektif kurallarına aykırılığın suç olacağı, ilim çevrelerince de
benimsenmiştir. Kanunların emrettiği tanzimi tasarruflarla yürütme tarafından
ortaya konan kurallara uymamak suç olabilecek ve kanun alanında suçlara
müteferri bazı unsurları yürütmenin tesbit etmesinde 33. maddeye aykırılık
bulunmıyacaktır. 1. fıkradaki "kanunun suç saymadığı ibaresi, dolayısiyle
suç sayma" hükmünü de kapsamaktadır.
İşte
bu gerekçelere dayanarak kararnamelerle suç ihdasında Anayasa'nın 33. maddesine
aykırılık bulunmadığı kanısındayım.
MUHALEFET
ŞERHİ
l-
Ankara 3 üncü Asliye Ceza Mahkemesince Türk Parası Kıymetini Koruma hakkındaki
1567 sayılı kanunun 6258 sayılı kanunla değiştirilen birinci maddesinin,
Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sının yasama yetkisinin devredilemiyeceğini beyan
eden beşinci maddesine aykırılığı ileri sürülmüştür. Bu itibarla kanunun hangi
hal ve şartlar içinde ve ne gibi maksat ve sebepler ile tedvin edildiğini
araştırmağa mahal yoktur. Çünkü kanunun tedvinine saik olan şartlar ne olursa
olsun Anayasa Mahkemesince incelenmesi gereken husus, sözü geçen madde hükmü
ile yasama yetkisinin devredilmiş olup olmadığını araştırmaktan ve neticesine
göre bir karara varmaktan ibarettir.
Anayasa'nın
beşinci maddesi yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olduğunu
ve bu yetkinin devredilemiyeceğini tasrih etmiştir. Şu halde her şeyden önce
yasama yetkisinin hangi hal ve şartlar içinde devredilmiş sayılacağını tesbit
etmek lâzım gelir.
Türk
ve yabancı hukuk doktrininde uzuri yıllar tartışılmış ve bazı prensipler
üzerinde görüş birliğine varılmış olan bu konuda tafsilâta girişmeden bu
prensipleri şu şekilde ifade etmek mümkündür : "Anayasa ile kanun sahası
olarak kabul edilmiş olan bir hususun düzenlenmesinin yürütme organına
bırakılması halinde takip edilecek siyasetin genel esasları etraflıca tâyin ve
tesbit edilmemiş olursa, yürütme organına verilen düzenleme yetkisi genellik ve
sınırsızlık gösterirse, diğer bir deyişle tereddüt ve şüpheyi davet etmiyecek
şekilde açık kaidelerden yoksun bulunursa" yetki devri vardır ve bunun
kabulü için şartlardan herhangi birinin mevcut olması kâfidir.
İtiraza
konu olan 1567 sayılı kanunun değişik birinci maddesi iki hüküm ihtiva
etmektedir. Bunlardan biri "Kambiyo, nükut, esham ve tahvilât alım ve
satımının ve bunlar ile kıymetli madenler ve kıymetli taşlarla bunlardan mamul
veya bunları muhtevi her nevi eşya ve kıymetlerin ve ticarî senetler ile
tediyeyi temine yarayan her türlü vasıta ve vesikaların memleketten ihracı veya
memlekete ithalinin tanzim, ve tahdi".
Diğeri
de "Türk Parası Kıymetinin Korunması",
Hususlarında
İcra Vekilleri Heyetinin kararlar ittihazına selâhiyetli olduğudur.
Kanun,
her iki husus hakkında da hiç bir sınır ve esas koymaksızın icra Vekilleri
Heyetine tanzim ve tahdit yetkisi vermiş olduğuna göre Bakanlar Kurulu Kambiyo,
nükut, esham ve tahvilât alım ve satımını, kıymetli maden ve taşların ve
bunlardan mamul eşyanın ve ticari senetler ile tediyeyi temine yarayan her
türlü vasıta ve vesikaların memleketten ihracını veya memlekete ithalini hiç
bir ciddi ve esaslı sebebe dayanmaksızın men edebilecektir.
Diğer
taraftan Türk Parası Kıymetinin Korunması gibi umumi ve müphem bir tabir ile
Bakanlar Kuruluna verilen yetkinin bu kurula Türk Parası ile uzaktan ve
yakından ilgili bulunan her mevzuu dilediği şekilde düzenlemek, ticaret ve
akit, seyahat, mülkiyet, çalışma hürriyetlerini istediği gibi tahdit etmek ve
hatta büsbütün ortadan kaldırmak, fertler üzerine malî ve iktisadi
mükellefiyetler yüklemek imkânını sağlamış bulunmaktadır. Bundan dolayıdır ki
bu kanunu inceleyen Türk hukukçuları ve ezcümle İdare Hukuku Profesörü Sıddık
Sami Onar "Birinci madde kararların istinad edeceği esasları mevzu ve
muhteva bakımından göstermemektedir. Demek oluyorki icra uzvu bu tasarrufların
mevzuunu dilediği gibi tâyin edebilecektir" demekte ve yine idare Hukuku
Profesörlerinden Ragıp Sarıca'da "Hükümetin A dan Z ye kadar en esaslı
prensiplerinden teferruatına kadar düzenleyebileceği" kanaatini izhar
etmektedir.
Gerçekten
sözü geçen birinci maddede Bakanlar Kurulunca alınacak kararların taallûk
edeceği konulara sadece işaret edilmekle yetinilmiş ve fakat bu kararların
hangi iktisadi ve malî siyasetle ne gibi bir amaca ulaşılmasını sağlayacağı
hakkında en ufak bir kayıt ve sarahate yer verilmemiştir. Böylece Bakanlar
Kurulu çok geniş bir alanda sınırsız ve genel bir yetki ile teçhiz edilmiş
bulunuyor.
Tatbikatta
Bakanlar Kurulu bu geniş ve sınırsız yetkiye dayanarak iktisadî ve ticari
hayatın her sahasına ilişkin geniş ve şümullü kararlar ile ithalât, ihracat,
kambiyo, nükut ve yabancı paralar, esham ve tahvilât, seyahat, tahsil, çalışma,
akit ve sözleşme konularında sayılamayacak kadar çok tahdid ve takyidler
vazetmiş ve bu sahalarda ferdler üzerine birçok mükellefiyet ve mecburiyetler
yüklenmiş, bir kelime ile memleketin bütün iktisadî hayatım ilgilendiren
hususlarda teferruat sayılamıyacak olan ve bir kanun konusu teşkil etmesi
gereken hukuk kuralları koymuş, diğer bir tabir ile bu sahalarda yasama
yetkisini mutlak ve sınırsız bir şekilde kullanmıştır.
334
sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasa'sı kanun konusu olacak hususları genel bir
surette tâyin ve tesbit etmemiş olmakla beraber bir çok maddelerinde bunu
belirttiği gibi 11 inci maddesiyle de temel hak ve hürriyetlerin, Anayasa'nın
sözüne ve ruhuna uygun olarak ancak bir kanunla sınırlanabileceğini ve 5, 64
üncü maddeleriyle de yasama yani kanunlar ile genel ve objektif hukuk kuralları
koyma yetkisinin Türkiye Büyük Millet Meclisine ait olduğunu belirtmiştir.
Kanun
koyucu ele aldığı bir konuyu en ince teferruatına kadar bizzat düzenliyeceği
gibi zamanımızda idare tekniğinin ve iktisadî mevzuların iktisap ettiği önemle
mütenasip ve ihtisasa taallûk eden ve teferruat sayılabilecek olan hususların
düzenlenmesini yürütme organına da bırakabilir. Ancak bu takdirde konunun
niteliğine göre takip edilecek siyasetin genel esaslarını tâyin ve yürütme
organının tanzimi tasarruflarda bulunabileceği alanın sınırlarını tereddüt ve
iştibaha yer bırakmıyacak şekilde tesbit etmesi gerekir. Şuraya da işaret etmek
lâzımdır ki yürütme organına verilecek teferruatı düzenleme yetkisinin Anayasa
ile mutlak surette bir kanun konusu sayılmış olan hususlara taallûk etmemesi de
şarttır. Aksi halde yasama yetkisi yürütme organına devredilmiş ve temel hak ve
hürriyetlerin idari emir ve kararlar ile sınırlandırılmasına yol açılmış olur.
1567
sayılı kanunun değişik birinci maddesi ile Bakanlar Kuruluna yetki verilmesinde
bu ana esas ve prensiblere riayet edilmemiş, Bakanlar Kuruluna müphem ve
sınırsız genel bir yetki verilmiş olduğu açıktır. Düzenlenmesi gereken mevzuu
ne kadar geniş ve seyyal olursa olsun takip edilecek siyasetin genel esasları
tâyin ve yürütme organının düzenleme yetkisinin sınırları tesbit edilmeden
sadece düzenlenecek konunun zikredilmesi suretiyle yürütme organına genel ve
objektif hukuk kuralları koymak yetkisi verilmesini, çoğunluk kararında ifade
edildiği gibi, yasama yetkisinin kullanılması ve yürütme organına teknik ve
ihtisasa taallûk eden teferruat hükümlerinin tesbiti yetkisinin bırakılması
mahiyetinde telâkki ve kabul etmek mümkün değildir.
Esasen
tatbikatta yürütme organının çıkaracağı ve uygulayacağı kararlar ile maksat
dışına çıkıp çıkmadığının yargı organlarınca denetlenebilmesi için de takip
edilecek siyasetin genel esaslarının ve yürütme organına verilen teferruatı
düzenleme yetkisinin sınırlarının kanunda belirtilmiş olması gereklidir.
1567
sayılı kanunun olağanüstü hal ve şartların ortaya çıkardığı bir kuruma karşı
tedbir almak maksadiyle kabul edildiği gerekçesinde ifade edilmektedir.
Olağanüstü hal, bünyevî olmayan dış sebep ve etkilerin meydana getirdiği, bir
durumdur. Kanunun, yapılan uzatmalar ile 33 yıldan beri uygulanmakta olması,
olağanüstü hal durumunun mevcudiyetini kabule imkân bırakmadığı gibi; Türk
Parası Kıymetinin, memleketin iktisadi bünyesindeki zaaftan doğduğunu, ithalât
ihtiyacını karşılayacak miktar ve kıymette ihracatın sağlanması, üretimin bu
maksadı temin edecek miktar ve kıymetlere çıkarılması ve tediye muvazenesi
başlıklarının kapatılması temin edilmedikçe istikrar bulamıyacağı bir gerçek
olmasına göre durumun tamamiyle bünyevi sebeplerden doğduğunu da
göstermektedir.
Öte
yandan 334 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın 5 inci maddesinin ikinci
görüşülmesi yapıldığı sırada Kurucu Meclis üyelerinden birinin olağanüstü
durumlarda geçici sürelerle yürütme organına tanzimi tasarruflarda bulunma
yetkisinin verilebileceği hakkında maddeye bir fıkra eklenmesine dair teklifi
Kurucu Meclisçe reddedilmiş olması bir tarafa, Anayasa'nın 123 üncü maddesi ile
"olağanüstü hallerde vatandaşlar için konabilecek para, mal ve çalışma hükümleriyle
bu hallerin ilânı, yürütülmesi ve kaldırılması ile ilgili usullerin kanunla
düzenleneceğinin" ve 124 üncü maddesiyle "sıkı yönetim halinde
uygulanacak hükümler ve yürütülecek işlemler ile hürriyetlerin ne suretle
kayıtlanacağının kanunla gösterileceğinin" hükme bağlanmış olması da,
olağanüstü hal sebebine dayanarak yürütme organına genel ve sınırsız yetkiler
verilemiyeceğini gösteren diğer bir delildir.
Bu
sebeplere binaen 1567 sayılı kanunun değişik birinci maddesi Anayasa'nın
beşinci maddesine aykırı bulunduğundan iptali gerekir.
2-
Mahkemece ileri sürülen Anayasa'ya aykırılık sebeplerinden bir diğeri 1567
sayılı kanunun üçüncü maddesiyle Bakanlar Kuruluna kararnameler ile suç ihdası
yetkisinin tanınmış olmasıdır.
Anayasa'nın
33 üncü maddesiyle suçda ve cezada kanunilik prensibi bir Anayasa hükmü olarak
tesbit edilmiştir. Suç, hürriyetlerin en vahim tahdidini intaç eden bir
fiildir. Bu bakımdan suçların tâyininde Anayasa'nın hürriyetlerin tahdidine
mütaallik kaide ve prensiplerinin uygulanması gerekir. Anayasa 11 inci
maddesiyle temel hak ve hürriyetlerin ancak kanunla tahdit edileceğini tam bir
kesinlikle ifade etmiştir. Bu sebepledir ki Temsilciler Meclisi Anayasa
Komisyonu raporunda "idarî karar ve nizamnameler ile temel hak ve
hürriyetlerin kayıtlanamıyacağı" teyiden belirtilmiştir.
Suçun
kanuniliği prensibinin tahakkuk edebilmesi için yalnız ceza müeyyidesinin
kanunda gösterilmiş bulunması kâfi olmayıp suçun maddi unsurlarının da kanun
ile tâyin edilmiş olması gereklidir. Kanunun cezalandırdığı fiil ve hareketler
"icra Vekilleri Heyetince birinci maddeye istinaden ittihaz edilecek
kararlara aykırı hareket etmek" den ibarettir. Bu fiil ve hareketlerin
neler olduğu kanunda gösterilmemiş olup ancak Bakanlar Kurulunca alınacak
kararlar ile belli olmaktadır, diğer bir deyişle bu kararlar suçun maddi
unsurlarını tâyin eden hukuk kuralları olmaktadır. Bu kurallar kanunla tâyin ve
tesbit edilmedikçe Bakanlar Kurulu kararlarının Resmî Gazete ile yayınlanıp
fertlerin bilgisine ulaştırılmış olması suçun kanunla tâyin edilmiş olduğunu
kabule imkân veren bir sebep telâkki edilemez.
Her
ne kadar yürütme organının kanunla verilen yetkiye dayanarak tüzük ve
yönetmelikler ile suç ihdas edebilmesini teşrii niyabet ve vekâlet
nazariyesiyle izah ederek yasama organının verdiği yetki ve vekâletle yürütme
organının bazı fiilleri suç haline koyabilmesinin "kanunsuz suç
olmaz" prensibini ihlâl etmiyeceği bazı hukukçular tarafından ileri
sürülmüş ise de bugünkü Anayasa'mızın kabul ettiği kuvvetler ayrılığı prensibi ve
4, 5, 11, 33, 107 ve 113 üncü maddelerinde yer almış olan hükümler karşısında
bu izah tarzının değerini muhafaza ettiğini kabul etmek mümkün değildir.
Anayasa'nın
33 üncü maddesi hükmüne rağmen tanzimi tasarruflar ile de suç ihdas
edilebileceği hakkındaki diğer bir görüş 33 üncü maddenin birinci fıkrasında
zikri geçen kanun tabirinin maddi mânada kanunu, "cezalar ve ceza
tedbirleri ancak kanunla konulur" hükmünü ihtiva eden ikinci fıkradaki
kanun tabirinin ise sekli mânada kanunu ifade ettiğine dair olan görüştür.
Kanunilik
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın bariz vasfıdır, bunun içindir ki hemen her
alanda kanunla düzenlemeden bahsedilmiş, yürütme, hemen hemen tanzim sahasından
çıkarılmış, olağanüstü yönetim halleri bile kanun konusu sayılmıştır.
Anayasa'nın çeşitli maddelerinde "bahis konusu ettiği kanunun şeklî kanun
olduğundan şüphe edilemez. Sözü geçen maddenin ikinci fıkrasında
"cezaların ve ceza tedbirlerinin ancak kanunla konulacağı" ifade
edilmiş olmasından birinci fıkradaki kanun tabirinin maddi mânada kanunu ifade
ettiği mânasını çıkarmak için ortada haklı bir sebep yoktur. (Ancak) kelimesine
dayanarak Anayasa'nın bu şekilde yorumlanması uygulama zorluklarına çıkar bir
yol sağlamış olsa bile Anayasa'nın metnine ve ruhuna uygun bir hal şekli olarak
kabul edilemez. Bir hukukçumuzun ifade ettiği veçhile "ceza ihdas etmek
demek o güne kadar fertlerin yapmasında mahzur olmayan fiilleri mubahlıktan
çıkarıp onları suç olarak kabul etmek demektir. Bir fiili mubah olmaktan
çıkarmak her halde Millet Meclisinin kararı ile olmak lâzımdır. Bu, o fiillerin
işlenmesinin cemiyet tarafından istenmemesi ve onun zararlı olduğunun kabul
edilmesi demektir. Cemiyetin bir aksülâmeli olan suç ihdası salâhiyeti bu
sebeple Millet Meclisine aittir. Bu yetkinin Hükümete verilmesi halinde Meclis'in
mevcudiyetine bir sebep kalmamış olacaktır." şeklindeki mütalâasında büyük
bir hakikat payı vardır.
Bu
sebeplere binaen 1567 sayılı kanunun Bakanlar Kuruluna kararnameler ile suç
ihdas etme yetkisi tanıyan üçüncü maddesi hükmü Anayasa'ya aykırı olduğundan
iptali gerekir.
|
|
Üye
Rifat
Göksu
|
Üye
İ.
Hakkı Ülkmen
|