“İtiraz konusu husus; işe iade davası açılmadan önce işçinin,
hem asıl işverene hem alt işverene karşı birlikte arabuluculuğa başvurmasında
zorunluluk bulunup bulunmadığı, akabinde yine ikisine birden dava açmasında
zorunluluk olup olmadığı noktasındadır.
Kanunun bu fıkrası ve gerekçesini, uygulama nazara alınarak değerlendirmek
gerekmektedir. Kanunun gerekçesine katılmak mümkün değildir. Şöyle ki; alt
işveren işe alımlarda ve çıkarmalarda asıl işverenden bağımsız hareket
etmektedir. Tek başına bu yetkilere sahiptir.
Asıl işveren-alt işveren ilişkisi, bir işyerinde yürütülen mal
veya hizmet üretimine ilişkin yardımcı işlerde veya asıl işin bir bölümünde
işletmenin ve işin gereği ile teknolojik nedenlerle uzmanlık gerektiren işlerde
kurulan bir iş ilişkisidir. Bu iş ilişkisinde alt işveren ile asıl işveren
arasında sınırlı bağımlı bir ilişki vardır. Yani özel bir hüküm yoksa asıl
işveren, alt işverenin kimi çalıştıracağına karışmaz. Asıl işveren için önemli
olan, verilen işin eksiksiz olarak yerine getirilmesidir. Çalışan işçiler alt
işverenin işçileridir. Her ne kadar işçilere emir talimat yetkisi ve üzerinde
yönetim hakkı olsa da asıl işveren işçiler ile ilgilenmez. İşçilerle arasındaki
ilişki, özlük işleri konusunda son derece sınırlıdır. Zaten işin doğası gereği
asıl işveren işçileri kendisi işe alıp tüm özlük işleri ile ilgilenip işten
çıkarıyorsa o işçinin alt işverenin işçisi olduğundan bahsedilemez. Alt
işverenin, asıl işverenden bağımsız bir yönetiminin ve iş organizasyonunun
bulunması gerekmektedir. Bu olgular karşısında asıl işveren ile alt işverenin
işçisi arasındaki böylesi bir ilişkide asıl işvereni arabuluculuk ve dava
sürecine zorunlu olarak dahil etmek hukuki menfaatten uzak olmakla hukuka
aykırıdır.
Asıl işveren alt işveren ilişkisinin şartları ve unsurları, İş
Kanununun 2. maddesinde düzenlenmiştir. Bu ilişkide asıl işveren, alt işverenin
işçilerine karşı o işyeri ile ilgili olarak bu Kanundan, iş sözleşmesinden veya
alt işverenin taraf olduğu toplu iş sözleşmesinden doğan yükümlülüklerinden alt
işveren ile birlikte sorumludur. Kanundaki “birlikte sorumluluk” kavramının
müşterek müteselsil sorumluluğu işaret ettiği noktasında herhangi bir
uyuşmazlık bulunmamaktadır. Asıl işveren alt işveren arasında maddi anlamda bir
zorunlu dava arkadaşlığının bulunduğu söylenemez ise de, Yargıtay (kapatılan)
22. Hukuk Dairesince asıl işveren-alt işveren ilişkisinin geçerli olup olmadığı
veya muvazaaya dayanıp dayanmadığına yönelik re’sen yapılması gereken yargısal
denetimin, ilişkinin taraflarının, yani asıl işveren ve alt işverenin davada
yer almalarını ve kendi hukuklarını koruyacak açıklama ve ispat haklarını
zorunlu kıldığı düşüncesinden yola çıkılarak sadece iade davalarına özgü bir
uygulama geliştirilmiştir. İşe iade talebiyle açılan davalarda asıl işveren ile
alt işveren arasında şekli anlamda zorunlu bir dava arkadaşlığı bulunduğu kanun
koyucu tarafından kabul edilmiş, işçinin açtığı işe iade davasında husumetin
hem asıl işverene hem alt işverene yöneltilmesi gerekliliği belirtilmiştir.
Ancak yasa koyucunun bu kuralı pratikten uzaktır. Çünkü burada zorunlu olarak hem
asıl işvereni hem de alt işvereni davalı gösterecek bir durum söz konusu
değildir. Tarafların davada yer almaları ve kendini korumaları davanın ihbarı
ile de sağlanabilecek bir durumdur. Alt işveren böyle bir durumun varlığını
düşünüyorsa davanın asıl işverene ihbarını sağlayarak davadan haberdar olmasını
ve sonrasında fer'i veya asli müdahil olarak davada yer almasını sağlayabilme
imkanına sahiptir. Davadan etkilenecek kişilerin davada yer almalarını ve kendi
hukuklarını koruyacak açıklama ve ispat haklarını savunmaları yönündeki yasa
koyucunun bu gerekçesi ihtiyari dava arkadaşlığında da söz konusu olabilir. Bu
varsayımdan yola çıkılırsa ihtiyari dava arkadaşlığının bir fonksiyonu
kalmayacaktır. Dava ile ilgisi olan herkese karşı zorunlu olarak dava açılması
gerekecektir.
Kanun koyucu her ne kadar işçinin, asıl işveren alt işveren
ilişkisinin geçersizliği veya muvazaalı olması ihtimaline binaen böyle bir
düzenleme yapmış olsa da bu saik kanunların konuluş amacına, felsefesine
aykırıdır. Yeri geldiğinde en spesifik konularda dahi yasalarla düzenleme
yapılması, olağan bir durum ise de bu şekilde, olma ihtimali çok düşük olan
olgular nedeniyle içerisinde muvazaa veya iş ilişkisinin geçersizliği olmayan
dosyaları da aynı olasılık, yani asıl işveren-alt işveren ilişkisinin geçerli
olup olmadığı veya muvazaaya dayanıp dayanmadı kapsamında değerlendirecek
şekilde yasal düzenleme yapmak hatalı bir yaklaşımdır. Kaldı ki bu ihtimal
alacak davalarında da vardır. O halde tüm alacak davalarında da şekli anlamda
zorunlu dava arkadaşlığının olduğu kabul edilip asıl ve alt işverenlerin
hepsine dava açılması gerekecektir. Ayrıca asıl işveren ile alt işveren
arasında geçersiz bir iş ilişkisi var ise zaten asıl işverene karşı dava
açmakta hukuki yarar yoktur.
İşe iade davalarında asıl işveren ile alt işveren arasında
muvazaa var ise bu durumun ıspatlanmasına dahi gerek yoktur. Zira işe iade
davalarında asıl muhattap alt işverendir. İşçi işe iade olduğunda alt işverene
iade olmaktadır. Maddi yönden de sorumlu tutmak istiyorsa bu tercih hakkı
işçidedir, asıl işverene karşı dava açıp açmaması kendi inisiyatifindedir. Yasa
ile -takdire bağlı olan- dava açma hakkını zorunlu kılmak doğru değildir. Ancak
kanun gerekçesi de yargıtay kararları da bam kararları da hatalı bir yaklaşımla
bu kanun çerçevesinde şekillenmiştir. Uygulamada asıl işverenlerin çoğunun asıl
işverenin işçilerinden dahi haberi yoktur. Buna rağmen asıl işvereni sürece
dahil etmek hukuki yararı olmayan bir durumdur. Ayrıca işten çıkarmalar da alt
işveren tarafından yapılmaktadır. Her ne kadar bazen asıl işveren emir ve
talimat verse de çalışan işçi alt işverene kayıtlıdır ve resmi olarak işçiyi
alt işveren işten çıkarmaktadır. İşten çıkarmada dahi kısıtlı ve hatta dolaylı
fonksiyonu olan asıl işvereni arabuluculukta ve devamında dava sürecinde sürece
zorunlu olarak dahil etmek ve işçiyi de her ikisine birden arabuluculuk ve dava
yoluna başvurmaya zorunlu kılmak adil yargılanma hakkının ilkelerinden olan hiç
kimse dava açmaya zorlanamaz ilkesine aykırıdır, davacının hak arama
özgünlüğünün engellenmesidir. Kanun her ne kadar şekli anlamda zorunlu bir dava
arkadaşlığı öngörmüşse de bunun da bir amacı olmadır. Bu amaç keyfilikten uzak
ve hukuki yararı olan bir amaç olmalıdır. Şekli anlamda zorunlu dava
arkadaşlığı olması hukuki yarardan yoksun olması anlamı taşımamalıdır. Yasalar
belirli amaçlarla konur ve belirli fonksiyonları vardır. Kaldı ki
arabuluculukta alt işverenle anlaşılsa bile asıl işverenle anlaşılamaması
ihtimalinde süreç olumsuz neticelendiğinde arabulculukta anlaşma oranı daha da
azalacaktır.
Çok düşük bir ihtimal de olsa, kanunun gerekçe yaptığı asıl
işveren ile alt işveren arasında muvazaa veya sözleşmenin geçersiz olduğu bir
olayı kabul ettiğimizde dahi dava yanlış davalıya açıldığında davacının 4857
sayılı Kanunun 7036 sayılı Kanunun 11. maddesi ile değişik 20. maddesine göre
kesinleşen ret kararının tebliğinden itibaren iki hafta içinde arabulucuya
başvurulabileceği hususu dikkate alındığında bir hak kaybının olmayacağı açık
ve nettir.
İşçilik alacakları davasında asıl işveren ile alt işverenin
sorumluluğu müteselsildir. Yani işçilik alacağını işçi isterse asıl işverenden
isterse alt işverenden isterse ikisinden birlikte isteyebilir. İşçinin seçimlik
hakkı vardır. Uygulamada karşılaştığımız davaların genelinde ikisine birlikte
açılmaktadır. Bunun sebebi ise işçin lehine karar verilmesi durumunda alacağın
davalıdan tahsil edilememe ihtimalidir. Bu nedenle davacı işçi, alacağın tahsil
kabiliyetini arttırmak için asıl ve alt işverenlerin tümüne karşı dava açmaktadır.
Aynı şekilde dava açmadan evvel işçi arabuluculuk yoluna başvurmakta da
dilediği şekilde hareket edebilir.
İşe iade davalarında ise bundan çok farklı bir uygulama söz
konusudur. İşe iade davalarında verilen hükmü iki kısma ayırmak gerekir. Hükmün
ilk kısmı işçinin işe iadesi, ikinci kısmı ise işe başlatmama tazminatı ile
boşta geçen süre tazminatıdır. İşe iade yargılamalarda işçiler için işe iade
kararı verildiğinde işçi son çalıştığı alt işverendeki işine iade edilmektedir.
Asıl işveren yönünden veya asıl işverene bağlı önceki alt işverenler yönünden
kesinlikle hüküm kurulmamaktadır. En önemli husus budur. Burada üzerinde
durulması gereken ve itiraz konusu olan kısım da burasıdır. İşe başlatmama
tazminatı ile boşta geçen süre, yani maddi sonuçlarına ilişkin olarak ise hem
asıl işveren hem alt işveren sorumlu tutulmaktadır. Yani maddi kısımlarına
ilişkin olarak normal alacak davasında olduğu gibi müşterek müteselsil
sorumluluğu yoluna gidilmektedir. Maddi kısımlar yönünden normal alacak
davasından hiçbir farkı yoktur. Yani mecburi dava arkadaşlığı bulunmamaktadır.
Davacı işe iade davasında son alt işverene karşı dava açmak zorundadır. Ancak
asıl işverene karşı dava açması hususunda ihtiyari dava arkadaşlığı söz konusu
olmalıdır. İşe geri alımda hiçbir fonksiyonu olmayan asıl işverene karşı
işçinin dava açmaya zorlanması kabul edilemez bir olgudur.
Kanun koyucunun tam aksine olarak doktrinde bazı görüşler; asıl
işveren alt işveren arasında ihtiyari dava arkadaşlığı olduğu, Türk Borçlar
Kanunu’nda müteselsil sorumlulukta alacaklının borcun tamamının veya bir
kısmının ifasını dilerse borçlulardan birinden, dilerse hepsinden
isteyebileceği, asıl işveren-alt işveren arasında rücu ilişkisinde geçerli olan
ve kendileri arasında davanın ihbarı ile yerine getirilmesi gereken usulî
işlemin davacı işçiye yükletilmesi ve mecburi olarak davaya diğer işverenin
dahil edilmesinin istenmesinin isabetli olmayacağı ifade edilmek suretiyle
kritik edilmiştir.(Yalçın Bostancı ve Süleyman Serhat Kırtıloğlu, “İşçinin Asıl
İşverene Karşı Dava Açması Durumunda Davanın Alt İşverene Teşmil Edilme
Zorunluluğu”, Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, C.8, S.2 (2013):
845-864)
Yargıtay uygulaması daha önceleri son alt işverene karşı davanın
açılması yönündeydi. Ancak 2011 yılındaki görüş değişikliğine gidilmiş ve işe
iade davalarında asıl işveren - alt işveren ilişkisinin muvazaaya dayanması
veya geçersiz olması ihtimali, davacının yanlış kişiye karşı dava açması
halinde daha sonra doğru kişiye karşı yeniden dava açmasının süreden red ile sonuçlanacağı
ve davacının hak kaybına uğrayacağı gerekçeleri gösterilmiştir. Yargıtayın bu
görüşüne katılmak mümkün değildir. Bahsi geçen muvazaaya dayanan iş ilişkisi
çok ender rastlanan bir durumdur. Kaldı ki işçi muvazaalı olarak başka bir
yerde gösterilse dahi işçi bu hususu dilekçesinde belirterek dava açacak ve
sonrasında ise bu hususu ispat ederek gerçek işverendeki işine iade
edilecektir. Yani asıl işveren muvazaalı bir şekilde alt işveren ilişkisi
oluşturması işçinin bilgisi dahilindedir. İşçinin talebi de bu yöndedir, asıl
işveren alt işveren ilişkisinin muvaazalı olduğu ve asıl işverendeki işe iadesi
taleplidir. Oysa normal asıl işveren alt işveren ilişkisi olan davalarda
işçinin böyle bir iddiası yoktur. Yargıtayın bu içtihadı, dolayısıyla bunu esas
alarak hüküm koyan kanun koyucunun saiki hatalıdır. Kanun koyucu yeri
geldiğinde en istisnai durumlara ilişkin düzenleme yapma yetkisine sahip olsa
da ihtimallere yönelik düzenleme yapması ve bu ihtimaller nedeniyle, ihtimal
dahilinde kalmayanlar için de ihtimal dahilinde olacak şekilde düzenleme
yapması kabul edilemez bir durumdur.
Kaldı ki geçersiz veya muvazaaya dayanan asıl işveren -alt
işverenlik ilişkisi söz konusu olduğunda dahi işverenler arasında da menfaat
çatışması söz konusu olacağından anlaşma sağlanmasının pek mümkün olmayacağı ve
düzenleme gerçek hayatla pek uyum gösteremeyeceği aşikardır.
Bu noktada belirtmek gerekir ki; işe iade konusunda işçinin asıl
muhatabının alt işveren olduğu düşünüldüğünde, arabuluculuk süreci sonunda işe
iade hususunun, alt işverenin feshin geçersizliği ve işçinin işe iadesi
konusundaki olumlu yaklaşımı ile çözüme kavuşturulması mümkündür. Bununla
birlikte söz konusu 3. maddenin 15. fıkrasındaki düzenleme itibariyle, asıl
işverenin anlaşmamaya ilişkin göstereceği olası tutum, işe iade uyuşmazlığının
arabuluculuk neticesinde çözüme kavuşturulmasına engel olabilecektir. Konuya bu
yönüyle baktığımızda söz konusu düzenlemenin zorunlu arabuluculuğun kanunla
getiriliş amacına hizmet etmediği ve iş yükünün azalmasına olanak
tanımadığından hareketle alt işveren ile işçi arasında söz konusu olabilecek
olası bir anlaşmanın önünü kapamanın isabetli olmadığı son derece açık ve
nettir. Zira bilindiği üzere, işe iade davasının esas muhatabı alt işverendir,
farklı bir ifadeyle, işçiyi işe başlatmakla yükümlü olan alt işveren olup asıl
işveren ise, işçinin alt işverence işe alınmaması halinde ortaya çıkacak
parasal haklardan sorumludur. Dolayısıyla, işe iadenin muhatabı asıl işveren
olmadığından, işe iadeye ilişkin olarak alt işverenle arabuluculuk
görüşmelerine başlanılması ve süreç sonunda da anlaşılmaması halinde alt
işverene karşı dava açıldığında, şekli yönden mecburi dava arkadaşı olduğu
gerekçesiyle asıl işverene karşı davanın yöneltilmesinde “asıl işveren
bakımından arabulucuya başvuru” dava şartı olarak kabul edilmemeli ve dava
usulden reddedilmemeliydi. Ancak yürürlükteki düzenlemede İMK m.3/15 hükmü
gereğince, belirttiğimiz sonuca ulaşmak mümkün değildir. (Faruk Barış MUTLAY,
İşe İade Davalarında Arabuluculuk, s.2149)
Bunun dışında kanun koyucu, asıl işveren-alt işveren ilişkisinin
muvazaalı olması durumunda, gerçek işverenin başlangıçtan itibaren asıl işveren
olacağını ve işe iade talebinin de kendisine karşı yönetilmemesi halinde,
arabuluculuğa başvurma süresinin geçirileceğini düşünerek de bu düzenlemeyi
yapmıştır. Ancak iş ilişkisinde asıl işveren-alt işveren ilişkisinin olup
olmadığını belirlemek kolay olmadığı gibi, bu belirlemeyi işçinin ya da
arabuluculuk bürosunun veya arabulucunun yapmasını beklemek de doğru bir
yaklaşım değildir. Konunun getirdiği zorluk nedeniyle, ilişkinin hukuki
niteliğini belirlemek, mahkemelerin görevi olmalıdır. Bu bakımdan belirtilen
saikle söz konusu düzenlemenin yapılmış olması uygulama açısından herhangi bir
fayda sağlamayacaktır. (Faruk Barış MUTLAY, İşe İade Davalarında Arabuluculuk,
s.2150)
Mahkememizce yapılan değerlendirmede aşağıda detaylı olarak
açıklanacağı üzere; ihtimale dayalı ve olma ihtimali oldukça düşük bir olguya
dayanılarak işçiyi, işe geri alımda hiçbir fonksiyonu olmayan asıl işverene
karşı da dava açmaya zorlayan, mantıksal doğruluğu gereği sadece son alt
işverene karşı dava açan davacılar ve vekillerinin, davaların usulden reddine
karar verilerek mağduriyetlerine sebebiyet veren bu yasa hükmünün iptali
gerekmektedir.
Şekli anlamda dava arkadaşlığında dahi bir menfaat ve gerekçe
olmadır. Yoksa anlaşılmamalıdır ki şekli anlamda dava arkadaşlığı kanun koyucu
tarafından konuldu ise tartışmaya gerek olmayan bir doğmadır. Hiçbir yararı
olmamasına rağmen şekli anlamda zorunlu dava arkadaşlığı getirmek ve vatandaşı
buna mahkum etmek açıkça hak arama hürriyetinin ihlalidir.
Sonuç olarak, asıl işveren alt işveren ilişkisinin varlığı
halinde, asıl işveren ile alt işveren aleyhine birlikte arabulucuya
başvurulmasının zorunlu olmasının hiçbir yararı yoktur. Aslolan alt işverene
karşı arabuluculuğa başvurulup anlaşamama halinde yine alt işverene karşı dava
açılmasıdır.
YÜKSEK YARGI KARARLARI:
Yargıtay 22. Hukuk Dairesinin, 18.11.2011, 2011/6169 esas,
2011/5306 karar sayılı ilamının değerlendirilmesi:
Daha önce asıl işveren-alt işveren arasında ihtiyari dava
arkadaşlığı bulunduğu görüşünde olan Yargıtay 22. Hukuk Dairesinin, 18.11.2011
tarih, 2011/6169 esas, 2011/5306 karar sayılı ilamı ile görüş değişikliğine
gitmiştir. Görüş değişikliğini şu şekilde açıklamıştır:
"1-Alt işveren işçisi tarafından, feshin geçersizliğine
karar verilmesi istemiyle yalnızca alt işveren hakkında veya geçersizlik yahut
muvazaa iddiasıyla sadece asıl işveren aleyhine açılan davalarda, asıl
işveren-alt işveren ilişkisinin geçersiz veya muvazaaya dayandığının
belirlenmesine bağlı olarak, davalı olarak gösterilen kişinin işçinin gerçek
işvereni olmadığının belirlenmesi halinde taraf sıfatı sorunu ortaya
çıkmaktadır. Davanın taraf sıfatı yokluğu nedeni ile reddedilmesi halinde,
gerçek işverene karşı açılacak davada işçi, çoğunlukla, işe iade davaları için
öngörülen bir aylık dava açma süresini kaçırma tehlikesi ile karşılaşmaktadır.
Böyle bir sonuç işçiyi mağdur edeceği gibi, bir aylık süre geçmemişse yeni bir
dava açılmasını gerektirmesi nedeni ile usul ekonomisine de uygun düşmez. Gerek
daha önce işe iade davalarına bakan Yargıtay 9. Hukuk Dairesince ve gerek
Dairemiz tarafından davacının temsilcide yanıldığı veya taraf sıfatında maddi
hataya düştüğü kabul edilmek suretiyle taraf değişikliği konusunda mülga 1086
sayılı HMK’nun katı kuralları aşılarak sorun çözülmeye çalışılmıştır.
Ne var ki, işe iade davası asıl işveren ve alt işverene karşı
birlikte açıldığında asıl işveren hakkında taraf sıfatı yokluğu gerekçesi ile
davanın reddine karar verilmezken, sadece asıl işveren hakkında dava açılmışsa
taraf sıfatının bulunmadığı ve taraf sıfatında yanılgı olduğunun kabulüne karar
verilmesi sözü edilen çözümün çelişkisi olarak dikkat çekmiştir.
Öte yandan, 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı
Kanunun 124. maddesinde kabul edilebilir yanılgıya dayanan iradi taraf
değişikliği taleplerinin mahkemece kabul edilmesi yönünde düzenleme
yapılmıştır. Ancak sözü edilen düzenlemede taraf değişikliğinin talep şartına bağlanması
karşısında, hâkim tarafından bu hususta taraflara hatırlatmada bulunulması
mümkün değildir. Bu nedenle talep olmadığı halde, taraf sıfatında maddi hataya
düşüldüğünden söz edilmek suretiyle mahkeme kararının bozulmasına yönelik
uygulamaya devam edilmesinin, kanunun belirtilen açık düzenlemesi karşısında,
mümkün olmadığı görülmektedir.
Hal böyle olunca, Dairemizde yukarıda belirtilen içtihadın
yeniden gözden geçirilerek değerlendirilmesi ihtiyacı doğmuştur.
Mahkemece verilecek hükmün etkisi bakımından mecburi dava
arkadaşlığı, maddi bakımdan mecburi dava arkadaşlığı ve şekli (usûlî) bakımdan
mecburi dava arkadaşlığı olarak ikiye ayrılmaktadır. Maddi bakımdan mecburi
dava arkadaşlığı, maddi hukuka göre bir hakkın birden fazla kimse tarafından
birlikte kullanılması veya birden fazla kimseye karşı birlikte ileri sürülmesi
ve tamamı hakkında tek hüküm verilmesi zorunlu hallerde söz konusu olur (6100
sayılı HMK.m.59). Şekli (usûlî) bakımdan mecburi dava arkadaşlığı ise, kanunun
özel hükümleri ve davanın niteliğinden kaynaklanan, birden fazla kişiye karşı
dava açılmasının ve yürütülmesinin zorunlu olduğu hallerde oluşan dava
arkadaşlığına denir. (PEKCANITEZ Hakan/ATALAY Oğuz/ÖZEKES Muhammet, Medeni Usul
Hukuku, 12. Bası, Ankara 2011, s.223). Şekli dava arkadaşlığı, gerçeğin tam
olarak ortaya çıkarılması ve taraflar arasındaki ilişkinin doğru karara
bağlanmasını sağlamak için kabul edilmiştir. Bu durumda, dava konusu hukuki
ilişki hakkında bütün dava arkadaşlarına yönelik tek ve aynı doğrultuda bir
karar verme zorunluluğu yoktur. Ayrıca dava arkadaşlarının yaptıkları usulî
işlemler birbirinden bağımsızdır.
4857 sayılı İş Kanununun 2. maddesinin altıncı ve yedinci
fıkralarına göre asıl işveren-alt işveren ilişkisinin geçerli olup olmadığı
veya muvazaaya dayanıp dayanmadığına yönelik re’sen yapılması gereken yargısal
denetim, ilişkinin taraflarının, yani asıl işveren ve alt işverenin davada yer
almalarını ve kendi hukuklarını koruyacak açıklama ve ispat haklarını zorunlu
kılmaktadır. Aksince bir düşünce Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 6.
maddesinde düzenlenen adil yargılanma hakkına ve 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri
Kanunu’nun 27. maddesinde öngörülen hukuki dinlenilme hakkına aykırılık teşkil
eder. Buna göre, işe iade davalarına özgü olarak, asıl işveren-alt işveren
ilişkisinin söz konusu olduğu davalarda, davalı taraf yönünden bir çeşit şekli
(usûlî) bakımdan mecburi dava arkadaşlığının mevcut olduğu kabul
edilmelidir..."
Yargıtayın bu görüş değişikliği sonrası vermiş olduğu istikrar
kazanan kararlarına göre işe iade davalarında muvaaza ihtimaline binaen davanın
hem asıl işverene hem de alt işverene birlikte yöneltilmesi ve ayrıca dava
öncesi her ikisine karşı arabuluculuğa başvurulması gerektiği yönünden içtihat
oluşmuş daha sonra da bu içtihat kanunlaşmıştır. Bu husus itiraz gerekçesi
bölümünde detaylıca tartışıldığından burada ayrıca tartışılmayacaktır. Bazı
bölge adliye mahkemelerince bu karara karşı haklı olarak muhalif kalınmıştır.
Mahkememizce de muhalif kalınan kararların amaca hizmet eden kararlar olduğu,
yani işe iade davalarında sadece son alt işverene karşı arabuluculuk yoluna
başvurulması gerektiği ve olumsuz sonuçlanması halinde de son alt işverene
karşı dava açılmasının yeterli ve gerekli olduğu kanaati ile bu itiraz davası
açılmıştır.
Burada maddi ve şekli anlamda zorunlu dava arkadaşlığına da
değinmek gerekir. Maddi bakımdan mecburi dava arkadaşlığında, mecburi dava
arkadaşlarının birlikte dava açması veya aleyhlerine de birlikte dava açılması
hem maddi hem de şekli zorunluluktur. Buna mukabil şekli bakımdan mecburi dava
arkadaşlığında, maddi bir zorunluluk olmadığı hâlde kanun gereği gerçeğin ve
hukuki ilişkinin daha iyi bir biçimde ortaya çıkarılması ve karara bağlanması
bakımından birden fazla kişiye karşı birlikte dava açılması zorunlu kılınmıştır.
Ayrıca her ne kadar içtihadın ve yasa koyucunun kabulünde olduğu
üzere bu maddenin getiriliş amacının şekli anlamda bir dava arkadaşlığı olduğu
savı olsa da şekli anlamda dava arkadaşlığının konuluş amacında da bir yarar
olmalıdır. Yasanın ilgili maddesini şekli anlamda zorunlu dava arkadaşlığı
olarak niteleyip eleştiriye kapatmak ve hukuk düzlemine katkısının sorgulamamak
ve bir dogmatik olgu gibi değerlendirmek hatalı bir yaklaşımdır.
Davacının muvazaa iddiası var ise zaten mantıken ikisine birden
dava açacaktır. Yani asıl işveren ile alt işveren arasında muvazaa olduğu
iddiasında ise hukuk mentalitesine göre ikisine birlikte dava açması olağan
olandır.
Burada kanun koyucunun saiki yanlış hasma dava açılması halinde
hak düşürücü süre nedeniyle davanın reddine karar verilmesinin önüne geçme
yönündedir. Bu eksiklik ise 4857 sayılı İş Kanunu'nun "Fesih bildirimine
itiraz ve usulü" madde başlığıyla düzenlenen 20. maddesinin 1. fıkrasına
12/10/2017 tarihinde 7036 sayılı kanunun 11. maddesi ile eklenen; "madde
20 – (Değişik birinci fıkra: 12/10/2017-7036/11 md.) İş sözleşmesi feshedilen
işçi, fesih bildiriminde sebep gösterilmediği veya gösterilen sebebin geçerli
bir sebep olmadığı iddiası ile fesih bildiriminin tebliği tarihinden itibaren
bir ay içinde işe iade talebiyle, İş Mahkemeleri Kanunu hükümleri uyarınca
arabulucuya başvurmak zorundadır. Arabuluculuk faaliyeti sonunda anlaşmaya
varılamaması hâlinde, son tutanağın düzenlendiği tarihten itibaren, iki hafta
içinde iş mahkemesinde dava açılabilir. Taraflar anlaşırlarsa uyuşmazlık aynı
sürede iş mahkemesi yerine özel hakeme de götürülebilir. Arabulucuya
başvurmaksızın doğrudan dava açılması sebebiyle davanın usulden reddi hâlinde
ret kararı taraflara resen tebliğ edilir. Kesinleşen ret kararının da resen tebliğinden
itibaren iki hafta içinde arabulucuya başvurulabilir." hükmü ile
giderilmiştir. Yargıtay'ın içtihat değişikliğinden sonra bu düzenlemenin
yapıldığı ve olası mağduriyetlerin önüne geçildiği aşikardır. Dolayısıyla bu
ihtimalin önemi kalmamış ve ihtimale dayalı olarak açılan bu davada kanun
koyucu davacıyı başka pratik bir yöntemle koruma altına almıştır.
İşe iade davalarında asıl işveren alt işveren ilişkisi bulunan
durumlarda dava açılmadan önce arabuluculuk aşamasında hem asıl işverenin hem
de alt işverenin yer alması, anlaşamama halinde davacının davayı her iki
işverene birlikte yöneltmesi gerektiği yönündeki kararlar:
Diyarbakır Bölge Adliye Mahkemesi 7. Hukuk Dairesi Dairesinin
18/02/2021 tarih, 2021/415 esas, 2021/274 karar sayılı
Diyarbakır Bölge Adliye Mahkemesi 7. Hukuk Dairesi Dairesinin
18/02/2021 tarih, 2021/131 esas, 2021/277 karar sayılı
Diyarbakır Bölge Adliye Mahkemesi 7. Hukuk Dairesi Dairesinin
18/12/2020 tarih, 2020/1335 esas, 2020/1249 karar sayılı
Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 9. Hukuk Dairesi'nin 14/01/2021
tarih, 2021/3 esas, 2021/30 karar sayılı,
Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 5. Hukuk Dairesi 20/01/2021 tarih,
2020/2090 esas, 2021/23 karar sayılı,
Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 7. Hukuk Dairesi'nin 07/07/2020
tarih, 2020/1354 esas, 2020/1678 karar sayılı kararları
Bu kararların genel gerekçesi, işe iade davalarında asıl
işveren-alt işveren arasında şekli anlamda zorunlu dava arkadaşlığı bulunduğu
ve asıl işveren-alt işveren ilişkisinin varlığı halinde işe iade talebiyle
arabulucuya başvurulduğunda, anlaşmanın gerçekleşebilmesi için işverenlerin
arabuluculuk görüşmelerine birlikte katılmaları ve iradelerinin birbirine uygun
olması şartının aranması gerektiği, arabuluculuğun dava açılmadan önce
uyuşmazlığın çözümü için getirilmiş bir düzenleme olduğu, zorunlu dava
arkadaşlarından tek tarafın katıldığı bir arabuluculuk sürecinde dava şartının
yerine geldiğinden bahsedilemeyeceği, hakkında arabuluculuğa başvurulmamış
tarafın arabuluculuk görüşmelerine katılmış olsaydı arabuluculuğun anlaşma ile
sona ermesinin her zaman ihtimal dahilinde olduğu, dolayısı ile arabuluculuk
dava şartının yerine getirilmediğinden davanın usulden reddine karar verilmesi
gerektiği yönündedir.
İşe iade davalarında asıl işveren alt işveren ilişkisi bulunan
durumlarda dava açılmadan önce arabuluculuk aşamasında alt işverenin yer
alması, anlaşamama halinde davacının davayı sadece alt işverene yöneltmesinin
yeterli olduğu yönündeki kararlar:
Ankara Bölge Adliye Mahkemesi 6. Hukuk Dairesi'nin 27/10/2020
tarih, 2020/1877 esas, 2020/2339 karar sayılı,
Erzurum Bölge Adliye Mahkemesi 6. Hukuk Dairesi'nin 16/05/2019
tarih, 2019/570 esas, 2019/1808 karar sayılı kararları
Bu kararların genel gerekçesi, asıl işverenin arabuluculuk
görüşmelerine katılmamasının görüşme sonunda uzlaşma sağlanamamış olması
nedeniyle sonuç itibariyle bir değeri yoktur. Zira; arabuluculuda anlaşmanın
gerçekleşmesi için asıl-alt işverenlerin iradelerinin birbiri ile uyumlu olması
şartı varken ve davacı alt işveren ile uzlaşamamışken davacıyı asıl işveren ile
uzlaşmaya zorlamak beklenemez. Ayrıca, işe iade davasının esas muhatabı
(muvazaa iddiası yoksa) alt işverendir, başka bir anlatımla, işçiyi işe
başlatmakla yükümlü olan alt işveren olup asıl işveren ise, işçinin alt
işverence işe alınmaması halinde ortaya çıkacak parasal haklardan sorumludur.
Dolayısıyla, işe iadenin muhatabı asıl işveren olmadığından, işe iadeye ilişkin
olarak alt işverenle arabuluculuk görüşmelerine başlanılması ve süreç sonunda
da anlaşılmaması halinde alt işverene karşı dava açıldığında, şekli yönden
mecburi dava arkadaşı olduğu gerekçesiyle asıl işverene karşı davanın
yöneltilmesinde “asıl işveren bakımından arabulucuya başvuru” dava şartı olarak
kabul edilmemesi gerekmektedir. Bunun dışında, iş ilişkisinde asıl işveren-alt
işveren ilişkisinin olup olmadığını, başka bir ifade ile ilişkinin hukuki
niteliğini belirlemek mahkemelerin görevi olup, bu belirlemeyi işçinin ya da
arabuluculuk bürosunun veya arabulucunun yapmasını beklemek de doğru bir
yaklaşım değildir. İşçinin, hak ve alacaklarını en kısa sürede ve en basit
yoldan almasını sağlamaya yönelik getirildiği anlaşılan bir kurumun, işçinin
hak arama özgürlüğünü engelleyecek şekilde aleyhe yorumlanması ve bu bağlamda
asıl işverenin arabuluculuk görüşmelerine katılmadığı gerekçesi ile hak
düşürücü süreye tabi bu davada davanın, dava şartı yokluğu nedeniyle reddine
karar verilmesi 7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu'nun genel gerekçesinde
belirtilen dava şartı olarak arabuluculuğa ilişkin madde ile diğer
düzenlemelerde iş yargısının temeli olan çabukluk, basitlik emredicilik,
zayıfın korunması ve ucuzluk ilkelerinin dikkate alındığı, arabuluculuğun bu
ilkeler doğrultusunda yürütülmesi amaçlandığı gerekçesi ile de örtüşmez,
şeklindedir.
7036 sayılı Kanununun 3. maddesinin on beşinci fıkrasında, işe
iade davaları öncesindeki arabuluculuk usulü özel olarak düzenlenmiş olup, bu
özel düzenlemenin sebebi maddenin gerekçesinde; “... Uygulamada alt işverenin
çalıştırdığı işçi tarafından işe iade talebiyle açılan davalarda, asıl
işveren-alt işveren ilişkisinin geçersiz olduğunun veya muvazaaya dayandığının
belirlenmesine bağlı olarak, davalının gerçek işveren olmadığının belirlenmesi
halinde taraf sıfatı sorunu ortaya çıkmaktadır. Davanın sıfat yokluğu sebebiyle
(husumet nedeniyle) reddi durumunda ise işçinin gerçek işverene karşı dava
açması gerektiğinden işçi, işe iade davaları için öngörülen bir aylık dava açma
süresini kaçırma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktadır. Bu durum işçiyi mağdur
etmekte ve bir aylık süre geçmemişse yeni bir dava açılması zorunluluğu da usul
ekonomisine aykırı düşmektedir ... Dolayısıyla asıl işveren-alt işveren
ilişkisinin söz konusu olduğu durumlarda, işe iade davalarına özgü olarak,
davalı taraf yönünden mecburi dava arkadaşlığının var olduğunun kabulü gerekir.
Bu sebeple Tasarıda, asıl işveren-alt işveren ilişkisinin varlığı halinde işe
iade talebiyle arabulucuya başvurulduğunda, anlaşmanın gerçekleşebilmesi için
işverenlerin arabuluculuk görüşmelerine birlikte katılmaları ve iradelerinin
birbirine uygun olması aranmaktadır. Bu düzenleme ile, hem işçi hem de işveren
tarafının haklarının ve çıkarlarının daha iyi bir şekilde korunması
amaçlanmaktadır” şeklinde açıklanmıştır. Bu açıklamalar zorunlu dava
arkadaşlığının amacı ve yararından ziyade konulan yasaya uygun bir gerekçe
hazırlanması gayesi üzerinedir. Yasanın ilgili fıkrası için konuluş amacını
ortaya koyan doyurucu bir gerekçe yoktur. Ayrıca davanın yanlış hasma
yöneltilmesi halinde dahi kanun koyucu ek bir süre tanımıştır. Davacıyı asıl
işverenin kim olduğunu tespit edip buna karşı da dava açmaya zorlamak davacının
hakkını korumanın ötesinde mahkemeye erişim hakkını sınırlamaktadır. Hukuk
muhakemeleri kanunun de düzenlenen tasarruf ilkesi gereği -her ne kadar yasal
olarak dava açma zorunluluğu olsa da- hukuki yararı olmadığından işçinin dava
açmaya zorlanması tasarruf ilkesine açıkça aykırıdır.
İPTALİ İSTENEN KANUN MADDESİNİN ANAYASA'ya ve AİHS'ye AYKIRILIĞI
VE HUKUKİ GEREKÇESİ:
Anayasa'nın 2. maddesi (Cumhuriyetin nitelikleri-Hukuk devleti)
uyarınca yapılan değerlendirmede;
Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti eylem ve
işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren,
hukuki güvenliği sağlayan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan,
hukuk kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir.
(AYM, E.2023/161, K.2024/53, 22/02/2024, § …) (AYM, E.2017/48, K.2017/129,
26/07/2017, § …)
Anayasa’nın anılan maddesinde güvence altına alınan hukuk
devleti ilkesi gereği kanunlar kamu yararı amacıyla çıkarılır. Anayasa
Mahkemesinin kararlarına göre kamu yararı genel bir ifadeyle bireysel, özel
çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan toplumsal yararı ifade etmektedir.
Kanunun amaç ögesi bakımından Anayasa’ya uygun sayılabilmesi için
çıkarılmasında kamu yararı dışında bir amacın gözetilmemiş olması gerekir.
Kanunun kamu yararı dışında bir amaçla yalnız özel çıkarlar için veya yalnızca
belirli kişilerin yararına olarak çıkarılmış olduğu açıkça anlaşılabiliyorsa
amaç unsuru bakımından Anayasa’ya aykırılık söz konusudur. (AYM, E.2023/161,
K.2024/53, 22/02/2024, § …)
Kural uyarınca davacının, davada sadece maddi yönlerden
sorumluluğu bulunan asıl işverene karşı dava açmaya zorlanması devletin adil
bir hukuk sistemi kurup geliştirme yükümlülüğüne aykırıdır. Ayrıca bu madde
hukuk devletinde kanunların konuluş amacı olan kamu yararına da aykırıdır.
Diğer yandan kanun koyucu, takdir yetkisi kapsamındaki
düzenlemeleri yaparken hukuk devleti ilkesinin de bir gereği olan ölçülülük
ilkesiyle bağlıdır. Söz konusu ilke, kuralda öngörülen düzenleme ile ulaşılmak
istenen amaç arasında makul bir dengenin bulunmasını gerektirmektedir (AYM,
E.2020/95, K.2022/3, 26/1/2022, § 17; E.2019/88, K.2022/159, 13/12/2022, § 28).
(AYM, E.2023/161, K.2024/53, 22/02/2024, § …)
Bu bağlamda asıl işverene de dava açılmasının zorunlu kılınması,
davacı ile davalılar arasındaki makul dengeyi sağlamadığından bu kuralın ölçülü
olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Davacı işçinin, son alt işverene dava açma
yönündeki seçimlik hakkına ölçüsüz bir sınırlama getirilmiştir.
Hukuk devletinin temel unsurlarından biri de belirlilik
ilkesidir. Bu ilkeye göre yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare
yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net,
anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî
uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi gerekir. Belirlilik ilkesi,
hukuksal güvenlikle bağlantılı olup kişinin kanundan belirli bir kesinlik
içinde hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun
bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini verdiğini bilmesini
zorunlu kılmaktadır. Kişi ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri
öngörebilir ve davranışlarını ayarlayabilir. Hukuki güvenlik ilkesi bireylerin
tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal
düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli
kılar (AYM, E.2020/80, K.2021/34, 29/4/2021, § 25; E.2022/9, K.2022/80,
21/6/2022, § 11).
Bu kapsamda yapılan değerlendirmede asıl işveren ve alt iş
verene birlikte dava açılmasının zorunlu kılınması, hukuki yarar sağlamayıp
mahkemeye erişimi zorlaştırdığından bu hali ile keyfi bir düzenlemedir, mantıken
tercih hakkı olan davacının sadece alt işverene karşı dava açması nedeniyle
usulden reddine karar verilmesi hukuki güvenlik ve belirlilik ilkelerine
aykırıdır, sırf bu sebeplerle davaların usulden reddedilmesi hukuk düzenine
güveni zedeleyen bir durumdur.
Anayasa'nın 5. (Devletin Temel Amaç Ve Görevleri-kişinin temel
hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak
surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak) uyarınca
yapılan değerlendirmede;
Anayasa'nın 5. maddesinde "Devletin temel amaç ve
görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin
bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun
refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini,
sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan
siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî
varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır."
denilmektedir. Buna göre kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu
sağlamak devletin temel amaç ve görevlerindendir.
Anayasa'nın 5. maddesinde; kişinin temel hak ve hürriyetlerini,
sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan
siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak, insanın maddi ve manevi
varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak devletin temel
amaç ve görevleri arasında sayılmıştır. Buna göre bireylerin yaşam şartlarının
iyileştirilmesi ve hak ve özgürlüklere ulaşmalarının önündeki her türlü engelin
kaldırılması devletin anayasal bir ödevidir. (Tuğçe Akgül Maraş, B. No:
2019/6744, 1/11/2023, § …) ilgili maddenin iptali ile vatandaşın şekli
kurallarla ihlal edilen yasal engellerin ortadan kaldırılarak hak kayıplarının
önüne geçilecektir.
Bu kapsamda yapılan değerlendirmede devletin vatandaşın adalete
erişimi engellenerek, dava açma serbestiyetine sahip olan vatandaşın bu
serbestliğe hukuki yararı olmayan bir sınırlama getirilmesi hukuk devleti
ilkesine aykırıdır.
Anayasa'nın 13. maddesi (Temel hak ve hürriyetlerin
sınırlanması) uyarınca yapılan değerlendirmede;
Anayasa’nın 13. maddesinde “Temel hak ve hürriyetler, özlerine
dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere
bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın
sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine
ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” denilmektedir. Buna göre mahkemeye erişim
hakkına sınırlama getiren düzenlemelerin kanunla yapılması, ayrıca Anayasa’da
öngörülen sınırlama sebebine uygun ve ölçülü olması gerekir.
Esasen temel hakları sınırlayan kanunun bu niteliklere sahip
olması Anayasa’nın 2. maddesinde güvenceye alınan hukuk devleti ilkesinin de
bir gereğidir. Hukuk devletinde, kanuni düzenlemelerin hem kişiler hem de idare
yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net,
anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî
uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi gerekir. Kanunda bulunması gereken
bu nitelikler hukuki güvenliğin sağlanması bakımından da zorunludur. Zira bu
ilke hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve
işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu
güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar (AYM,
E.2015/41, K.2017/98, 4/5/2017, §§ 153, 154). Dolayısıyla Anayasa’nın 13. maddesinde
sınırlama ölçütü olarak belirtilen kanunilik, Anayasa’nın 2. maddesinde
güvenceye bağlanan hukuk devleti ilkesi ışığında yorumlanmalıdır.
Anayasa’nın 13. maddesinde güvence altına alınan ölçülülük
ilkesi elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden
oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen sınırlamanın amaca ulaşmaya elverişli
olmasını, gereklilik amaç bakımından sınırlamanın zorunlu olmasını, diğer bir
ifadeyle aynı amaca daha hafif bir sınırlama ile ulaşılmasının mümkün
olmamasını, orantılılık ise hakka getirilen sınırlama ile amaç arasında makul
bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir. Kuralla mahkemeye
erişim hakkına getirilen sınırlamanın elverişlilik, gereklilik ve orantılılık
alt ilkelerine uygun olması gerekir.
Anayasa'nın 13. maddesi uyarınca hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılmasında dikkate alınacak ölçütlerden biri olan ölçülülük, hukuk
devleti ilkesinden doğmaktadır. Hukuk devletinde hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılması istisnai bir yetki olduğundan bu yetki, ancak durumun
gerektirdiği ölçüde kullanılması koşuluyla haklı bir temele oturabilir.
Bireylerin hak ve özgürlüklerinin somut koşulların gerektirdiğinden daha fazla
sınırlandırılması kamu otoritelerine tanınan yetkinin aşılması anlamına
geleceğinden hukuk devletiyle bağdaşmaz (AYM, E.2013/95, K.2014/176,
13/11/2014).
Bu kapsamda yapılan değerlendirmede ilgili maddedeki,
sınırlamanın belirtilen gerekçelerle amaca ulaşmaya elverişli olmadığı, çünkü
hak arama hürriyetinin davanın taraflarından başkasına karşı da dava açmaya
zorlaması, amaç bakımından sınırlamanın zorunlu olmaması nedeniyle gereklilik
ölçütüne aykırı olduğu çünkü bu sınırlamayı zorunlu kılacak bir durumun söz
konusu olmadığı, diğer bir ifadeyle aynı amaca daha hafif bir sınırlama ile
ulaşılmasının mümkün olduğu, hakka getirilen sınırlama ile amaç arasında makul
bir dengenin gözetilmemesi nedeniyle orantılılık ölçütüne aykırı olduğu, amaç
ve hukuki yarar unsurlarında sakatlık olduğundan yani hukuki yarar olmadığından
ve pozitif bir gayesi olmadığından kısıtlamanın keyfi olduğu sonucuna
varılmıştır.
Anayasa'nın 36. maddesi (Hak Arama Hürriyeti-adil yargılanma
hakkı) uyarınca yapılan değerlendirmede;
Anayasa’nın 36. maddesinde “Herkes, meşru vasıta ve yollardan
faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve
savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir./Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi
içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.” denilmektedir. Anılan maddeyle güvence
altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü, bir temel hak niteliği
taşımasının ötesinde diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını
ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden birini
oluşturmaktadır. Kişinin bir haksızlığa uğradığını iddia edebilmesinin ya da
maruz kaldığı haksız bir uygulama veya işleme karşı haklılığını ileri sürüp
kanıtlayabilmesinin, uğradığı zararı giderebilmesinin en etkili ve güvenceli
yolu yargı mercileri önünde dava hakkını kullanabilmesidir (AYM, E.2017/178,
K.2018/82, 11/7/2018, § 11).
Sözleşme’de açıkça yer almasa da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
(AİHM) mahkemeye erişim hakkını adil yargılanma hakkının en temel unsurlarından
biri olarak nitelendirmektedir (Roche/Birleşik Krallık [BD], B. No: 32555/96,
19/10/2005, § 117; Stanev/Bulgaristan [BD], B. No: 36760/06, 17/1/2012, § 229).
AİHM, mahkemeye ulaşmayı aşırı derecede zorlaştıran ya da imkânsız hâle getiren
uygulamaların mahkemeye erişim hakkını ihlal edebileceğini vurgulamaktadır
(Golder/Birleşik Krallık [GK], B. No: 4451/70, 21/2/1975, § 36).
Hak arama özgürlüğünün temel unsurlarından biri mahkemeye erişim
hakkıdır. Mahkemeye erişim hakkı, hukuki bir uyuşmazlığın bu konuda karar verme
yetkisine sahip bir mahkeme önüne götürülmesi hakkını da kapsar. Kişinin
uğradığı bir haksızlığa veya zarara karşı kendisini savunabilmesinin ya da
maruz kaldığı haksız bir uygulama veya işleme karşı haklılığını ileri sürüp
kanıtlayabilmesinin, zararını giderebilmesinin en etkili ve güvenceli yolu
yargı mercileri önünde dava hakkını kullanabilmesidir (AYM, E.2021/20,
K.2022/84, 30/6/2022, § 10).
İtiraz konusu kural davacıyı işe iade olması gereken işverenden
başka işverenlere karşı dava açmaya zorlanması suretiyle mahkemeye erişim
hakkına sınırlama getirmekte ve mahkemeye ulaşma hakkını sebepsiz yere
zorlaştırmaktadır.
AİHM; adil yargılanmanın bir unsurunu teşkil eden mahkemeye
erişim hakkının mutlak olmadığını, doğası gereği devletin düzenleme yapmasını
gerektiren bu hakkın belli ölçüde sınırlanabileceğini kabul etmektedir. Ancak
AİHM; bu sınırlamaların kişinin mahkemeye erişimini hakkın özünü zedeleyecek
şekilde ve genişlikte kısıtlamaması, zayıflatmaması gerektiğini ifade
etmektedir. AİHM'e göre meşru bir amaç taşımayan ya da uygulanan araç ile
ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir orantılılık ilişkisi kurmayan
sınırlamalar Sözleşme'nin 6. maddenin birinci fıkrasıyla uyumlu olmaz (Sefer
Yılmaz ve Meryem Yılmaz/Türkiye, B. No: 611/12, 17/11/2015, § 59; Eşim/Türkiye,
B. No: 59601/09, 17/9/2013, § 19; Edificaciones March Gallego S.A./İspanya, B.
No: 28028/95, 19/2/1998, § 34).
Devletin bu müdahalesi daha çok süreler veya usullerle
ilgilidir. Belirli kıstaslar konulması usul yargılamasının doğası gereğidir.
Fakat bu itiraza konu dosyadaki gibi dava açmaya zorlanması yönünde bir
düzenleme değildir. Asıl işveren yönünden arabuluculuğa başvuru ve anlaşamama
halinde iki tarafa birden dava açılması zorunluluğunun, kişilerin hak
aramalarını imkânsız hâle getiren veya aşırı derecede zorlaştıran etkisiz ve
sonuçsuz bir sürece neden olduğu, dava açma serbestiyetinin kısıtlandığı
anlaşılmakla hak arama hürriyetini sınırladığı sonucuna varılmıştır.
Anayasa'nın 40. maddesi (Temel Hak Ve Hürriyetlerin Korunması)
uyarınca yapılan değerlendirmede;
Anayasa’nın 40. maddesinin birinci fıkrasında “Anayasa ile
tanınmış hak ve hürriyetleri ihlâl edilen herkes, yetkili makama
geciktirilmeden başvurma imkânının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir.”
denilmiştir. Anılan hükme göre kişilerin yargı makamları ile idari makamlar
önünde haklarını arayabilmelerine kolaylık ve imkân sağlanması anayasal bir
zorunluluktur. Bu zorunluluk, temel hak ve özgürlüğü ihlal edilen ya da ihlal
edildiğini iddia eden kişilerin ilgili yargı veya idari merciler nezdinde
şikâyetlerini dile getirmesi hususunda devlete gerekli ve yeterli mekanizmaları
oluşturarak uygun koşulları sağlama yükümlülüğü getirmektedir (AYM, E.2019/102,
K.2019/99, 25/12/2019, § 16).
Bu çerçevede Anayasa’nın anılan maddesinde güvence altına alınan
etkili başvuru hakkı; anayasal bir hakkının ihlal edildiğini ileri süren
herkese hakkın niteliğine uygun olarak iddialarını inceletebileceği makul,
erişilebilir, etkili, ihlalin gerçekleşmesini veya sürmesini engellemeye ya da
sonuçlarını ortadan kaldırmaya elverişli idari ve yargısal yollara başvuruda
bulunabilme imkânının sağlanmasını teminat altına almaktadır (AYM, E.2019/102,
K.2019/99, 25/12/2019, § 17).
İtiraz konusu kural davacının bağlı olarak çalıştığı (alt
işveren) işveren dışındaki işverenlere karşı dava açma zorunluluğunu
düzenlemektedir. Bu hali ile davacı adil yargılama hakkının bir görünümü olan
mahkeme erişim hakkını yargı mercileri önünde ileri sürebilmesi için uygun
şartların sağlanması etkili başvuru hakkının bir gereğidir. İşçinin işe alımda
aktif bir yetkisi olmayan asıl işvereni arabuluculuk sürecine dahil ederek
anlaşma ihtimalinin düşürülmesi ve yine dava sürecinde davayı yöneltmeye mecbur
bırakılması suretiyle ek külfetler getirilerek yargı mekanizmalarını işlevsiz
kılmaktadır.
Anayasa'nın 141. maddesi (Duruşmaların Açık ve Kararların
Gerekçeli Olması-Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle
sonuçlandırılması) uyarınca yapılan değerlendirmede;
Yargılamada taraflara belirli usule ilişkin güvenceler sağlayan
adil yargılanma hakkının önemli unsurlarından biri de makul sürede yargılanma
hakkıdır. Anayasa'nın 141. maddesinde "Davaların en az giderle ve mümkün
olan süratle sonuçlandırılması yargının görevidir" denilmek suretiyle
davaların makul bir süre içinde bitirilmesi gerekliliği açıkça ifade
edilmiştir. Bu ilke gereğince devlet, yargılamaların gereksiz yere uzamasını
engelleyecek etkin çareler oluşturmak zorundadır. Bu bağlamda hukuk sisteminin
ve özellikle yargılama usulünün yargılamaların makul süre içinde bitirilmesini
mümkün kılacak şekilde düzenlenmesi ve davaların nedensiz olarak uzamasına yol
açacak usul kurallarına yer verilmemesi, mahkemelerin nicelik ve nitelik
bakımından yeterli miktarda insan kaynağı, araç ve gereçlerle donatılması makul
sürede yargılanma ilkesinin bir gereğidir (AYM, E.2013/4, K.2013/35,
28/2/2013). Dolayısıyla yargılamaların makul sürede tamamlanması amacıyla
mahkemeye erişim hakkına müdahalede bulunulması mümkündür.
Anayasa’nın hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkını
düzenleyen 36. maddesinde bu hakka yönelik herhangi bir sınırlama nedeni
öngörülmemiş ise de mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyişi ve
yargılama usullerinin kanunla düzenleneceğini öngören Anayasa’nın 142. ve
davaların mümkün olan süratle sonuçlandırılmasını ifade eden Anayasa’nın 141.
maddelerinin hak arama özgürlüğü ve adil yargılanma hakkının kapsamının
belirlenmesinde gözetilmesi gerektiği açıktır. Nitekim Anayasa’nın tüm
maddeleri aynı etki ve değerde olup aralarında bir üstünlük sıralaması
bulunmadığından uygulamada bunlardan birine öncelik tanımak mümkün değildir. Bu
nedenle Anayasa kurallarından biri, diğerinin sınırını oluşturabilmektedir. Bu
bağlamda hukuk sisteminin ve özellikle yargılama usulünün, yargılamaların makul
süre içerisinde bitirilmesini mümkün kılacak şekilde düzenlenmesi ve bu
düzenlemelerde davaların nedensiz olarak uzamasına yol açacak usul kurallarına
yer verilmemesi makul sürede yargılanma ilkesinin bir gereğidir. Ancak bu amaçla
alınacak kanuni tedbirlerin yargılama sonucunda işin esasına yönelik adil ve
hakkaniyete uygun bir karar verilmesine engel oluşturmaması gerektiği de
tartışmasızdır. Bu ilkelere uygun olmak kaydıyla yargılama yöntemini belirlemek
ise Anayasa’nın 142. maddesi gereğince kanun koyucunun takdir yetkisindedir.
Bu kapsamda yapılan değerlendirmede; davacı işçinin, alt işveren
dışındaki işverenleri de davaya dahil etmesi nedeniyle doğrudan hakka ulaşması
zorlaştırdığı, taraf sayısının artması nedeniyle arabuluculukta anlaşma
ihtimali zayıflattığı ve sonrasında dava yoluna gidilmesine neden olunarak
yargılamayı uzattığı, bu maddenin usul hukuku açısından etkin bir hak arama
yolu olmadığı anlaşılmakla Anayasa'nın 141. maddesine aykırı olduğu sonucuna
varılmıştır.
Netice itibariyle işe iade davalarında asıl işveren ile
davacının çalışmış olduğu alt işverene karşı birlikte arabuluculuğa
başvurulması ve dava açılmasının zorunlu olması Anayasaya'nın Hukuk devleti
ilkesine, Devletin Temel Amaç Ve Görevleri, Hak Arama Hürriyeti, Davaların en
az giderle ve mümkün olan süratle sonuçlandırılması ilkelerine aykırı olduğu
anlaşılmıştır.
6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri
Hakkında Kanunun 43. maddesinin 3. fıkrası uyarınca Mahkemenizce re'sen
gözetilecek diğer gerekçeler de göz önünde bulundurularak iptal kararı
verilmesi talep olunur.
GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ: Yukarıda açıklanan gerekçelerle;
1- Türkiye
Cumhuriyeti Anayasasının 152/1 maddesi uyarınca,
7036 sayılı İş Mahkemeleri Kanunu'nun 3. maddesinin 15. fıkrasının;
"(15) Asıl işveren-alt işveren ilişkisinin varlığı hâlinde
işe iade talebiyle arabulucuya başvurulduğunda, anlaşmanın gerçekleşebilmesi
için işverenlerin arabuluculuk görüşmelerine birlikte katılmaları ve
iradelerinin birbirine uygun olması aranır."
tamamının,
Anayasanın 2., 5., 13., 36., 40. ve 141. maddelerine aykırı
olması nedeniyle re'sen Anayasa Mahkemesine itiraz yoluna başvurulmasına ve
hükmün İPTALİNİN istenilmesine,
2- 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama
Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesi uyarınca;
a- Başvuru kararının aslı ile tutanağın ve dava dosyasında yer
alan evrakın onaylı birer örneğinin oluşturulacak dizi listesine bağlanılarak
bir dosya halinde Anayasa Mahkemesine GÖNDERİLMESİNE,
b- Başvuru dosyasının Anayasa Mahkemesine gönderilmesinden
itibaren 5 ay BEKLENİLMESİNE, bu süre içinde karar verilmezse davanın
yürürlükteki hükümlere göre (Anayasa Mahkemesinin kararı esas hakkında karar
kesinleşinceye kadar gelmesi halinde Anayasa Mahkemesi hükmüne uyulması koşuluyla)
SONUÇLANDIRILMASINA,
3- Sayın Mahkemenin iptal yönünde tam bir kanaate ulaşmaması ve
gerek görmesi halinde 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama
Usulleri Hakkında Kanunun 43/1. maddesi uyarınca, bilgilendirilmemiz halinde,
hazır BULUNULACAĞINA,
4- 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama
Usulleri Hakkında Kanunun 41/2; "İtiraz yoluna başvuran mahkemede itiraz
konusu kuralın uygulanacağı başka dava dosyalarının bulunması hâlinde, yapılmış
olan itiraz başvurusu bu dosyalar için de bekletici mesele sayılır."
maddesi uyarınca mahkememizde birçok davanın bekletici mesele yapılacağı, bu
minvalde tüm dosyalardaki yargılamaların uzayacağı anlaşılmakla hak kayıpların
mahal vermemek adına sayın Anayasa Mahkemesince uygun görülmesi halinde
itirazların İVEDİ OLARAK değerlendirilmesinin istenilmesine,
5- Kararın bir nüshasının bilgi amaçlı olarak taraflara
tebliğine,”