“1) 26.05.2022 tarihli ve 7407 sayılı Bankacılık Kanunu ile Bazı
Kanunlarda ve 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 8. maddesiyle değiştirilen 5411 sayılı Kanun’un 129. maddesinin ikinci
fıkrasında yer alan ‘‘Devlet aleyhine açılan uluslararası davaların takibine
ilişkin Cumhurbaşkanlığınca’’ ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
7407 sayılı Kanun’un 8. maddesiyle 5411 sayılı Bankacılık
Kanunu’nun Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun bütçesini düzenleyen 129.
maddesinin ikinci fıkrası değiştirilmiştir. Değişik ikinci fıkraya göre Fon, bu
Kanun’da belirtilen usul ve esaslar çerçevesinde kendisine tahsis edilen
kaynaklarını, bu Kanun ve ilgili diğer kanunlar ile Devlet aleyhine açılan
uluslararası davaların takibine ilişkin Cumhurbaşkanlığınca verilen görev ve
yetkilerinin gerektirdiği ölçüde, serbestçe kullanacaktır. Bu kapsamda Fonun
kendisine tahsis edilen kaynakları, Devlet aleyhine açılan uluslararası
davaların takibine ilişkin Cumhurbaşkanlığınca verilen görev ve yetkilerinin
gerektirdiği ölçüde serbestçe kullanmasına cevaz veren, iptali talep edilen
ibare Anayasa’ya aykırıdır.
a)Hukuk devleti ve idarenin kanuniliği ilkeleri bakımından:
Hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu
başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı
amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen
kılan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı
duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa’ya ve hukuk
kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların
üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile
Anayasa’nın bulunduğu bilinci olan devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin 02.06.2009
tarihli ve 2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı Kararı). Hukuk devletinin ön
koşullarından olan hukuki güvenlik ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir
olmasını, hukuki belirlilik ilkesi de kanun hükümlerinin şüpheye yer vermeyecek
şekilde açık, net, anlaşılabilir olmasını ve ayrıca kamu otoritelerinin keyfi
uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (bkz. AYM
9.2.2017, 2016/143 E.– 2017/23 K. par. 13; RG. 12.4.2017-30036) (Anayasa
Mahkemesi’nin 04.05.2017 tarihli ve 2015/41 E.; 2017/98 K. sayılı Kararı).
Başka bir deyişle, hukuk devleti ilkesi gereğince, idareye davranışta
bulunurken veya görevlerini yerine getirirken belirli oranda hareket serbestliği
sağlayan takdir yetkisinin kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi biçimde
gerçekleşemez; idarenin takdir yetkisinin sınırları, keyfi işlem ve eylemleri
önlemek amacıyla kanunla çizilmelidir.
İlk fıkrası “İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve
kanunla düzenlenir” hükmünü içeren Anayasa’nın 123. maddesinde yer alan
idarenin kanuniliği ilkesinin iki boyutu bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin
secundum legem özelliğidir (kanuna dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin
düzenleme yetkisi kanundan kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intra legem
özelliğidir (kanuna aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve
eylemleri kanunun çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır.
Bu nedenle, Devlet aleyhine açılan uluslararası davaların hangi
türden davaları kapsadığına; bu davaların takibine ilişkin görev ve yetkilerin
ne olduğuna ilişkin usul ve esasların; normlar hiyerarşisinin ana halkası
olarak hukuk devletinin temel taşı olan maddi anlamdaki kanunilik kıstasının
gereklerinin karşılanması ve kanuna dayanması ile kanuna aykırı olmaması için;
genel çerçevesinin keyfi uygulamaya yer vermeyecek açıklıkta kanun düzeyinde
çizilmesi gerekmektedir. Ancak kanun koyucu; –Anayasal ilkelerin aksine- Devlet
aleyhine açılan uluslararası davaların takibine ilişkin görev ve yetkilerin
neler olduğu, hangi türden davaların bu kapsamda kalacağının nasıl
belirleneceği hakkında tamamen sessiz kalmış, bu konuların düzenlenmesini
idarenin (tüm idari teşkilatın makamına bağlı bulunduğu ve yürütme ve devleti
temsil yetkilerinin bir kişide birleştiği monist yapılı yürütme organının başı
konumunda bulunan Cumhurbaşkanının en üst amiri olduğu Cumhurbaşkanlığının)
uhdesine bırakmıştır. Bu hususların kanun düzeyinde açık ve net bir şekilde
düzenlenmemesi ve bunlara yönelik nesnel, somut ölçüt öngörülmemesi; farklı
türden davalara ilişkin giderlerin (davaların takibine ilişkin görev ve
yetkilerin) Fon bütçesinden karşılanmasına, keyfi uygulamalara neden olacaktır.
Yine Cumhurbaşkanlığının yapacağı düzenlemeleri, tek başına ve çok kısa vadede
değiştirebilmesi olasılığı da; davaların takibi bakımından hukuki
öngörülebilirlik ilkesini zedelemektedir. Cumhurbaşkanlığının uhdesine
sınırları belirsiz, çok geniş bir düzenleme alanının bırakılması, anılan
maddenin uygulanmasını sağlamaya ilişkin Anayasal işlevinin ötesine geçerek,
şekli anlamda kanun aracılığıyla, Cumhurbaşkanlığının (düzenleyici)
işlemlerine, maddi anlamda kanun koyma yetkisinin tanınması anlamına
gelecektir.
Yine, Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesi gereğince,
yasama işlemlerinin kişisel yararları değil kamu yararını gerçekleştirmek
amacıyla yapılması zorunludur (Anayasa Mahkemesi’nin 17. 06. 2015 karar tarihli
ve 2014/179 E.; 2015/54 K. sayılı Kararı). Aynı yönde; “Yasa koyucuya verilen
düzenleme yetkisi, hiçbir şekilde kamu yararını ortadan kaldıracak veya
engelleyecek... biçimde kullanılamaz …” (Anayasa Mahkemesi’nin 24.01.2008
tarihli ve 2007/76 E.; 2008/46 K. sayılı Kararı).
Cumhurbaşkanlığının bu alanda tesis edeceği düzenleyici ve birel
işlemlerin dayanacağı ve Anayasayla bağdaşır olması gereken esasların kanun
düzeyinde belirlenmemesi ve böylece tamamen öznel ve keyfî değerlendirme ve
işlemlere açık olması, hukuki belirlilik ve güvenlik ilkelerine aykırı olduğu
gibi; hukuk devleti ilkesinin içerdiği kamu yararı kavramı ile de bağdaşır
değildir. Zira, 5411 sayılı Kanun’un 111. maddesi uyarınca Fon, bu Kanun ve
ilgili diğer mevzuat ile verilen yetkiler çerçevesinde tasarruf sahiplerinin
hak ve menfaatlerinin korunması amacıyla, mevduatın ve katılım fonlarının
sigorta edilmesi, Fon bankalarının yönetilmesi, malî bünyelerinin
güçlendirilmesi, yeniden yapılandırılması, devri, birleştirilmesi, satışı,
tasfiyesi, Fon alacaklarının takip ve tahsili işlemlerinin yürütülmesi ve
sonuçlandırılması, Fon varlık ve kaynaklarının idare edilmesi ve Kanunla
verilen diğer görevlerin ifası için kurulmuştur. O halde Fonun bütçesinin
belirsiz bir biçimde kullanılmasına olanak tanıyan her düzenleme; Fonun
amaçlarını gerçekleştirmesini engelleyecek; Fonun kurulmasıyla güdülen kamu
yararına halel gelecektir. Başka bir anlatımla kapsama alınacak davaların ve
bunların takibine ilişkin görev ve yetkileri belirleme yetkisini hiçbir nesnel
ve somut ölçüt olmadan Cumhurbaşkanlığının haiz olduğu hükmü, söz konusu alan
bakımından kuşatıcı bir öngörülemezlik taşımasının yanında, Cumhurbaşkanlığının
kanunca çerçevelenmemiş öznel ve keyfî kararlar almasını mümkün kılması
itibarıyla da açıkça kamu yararına aykırıdır. İhtilaflı düzenleme, bu sebeple
Anayasa’nın 2. maddesini de ihlal etmektedir.
Bu itibarla; idarenin kanuniliği, hukuki belirlilik ve güvenlik
ile kamu yararı ilkelerinin asgari gereklerini sağlamayan iptali talep edilen
ibare, Anayasa’nın 2 ve 123. maddelerine aykırıdır.
b)Yasama yetkisinin devredilmezliği bakımından; Anayasa’nın 7.
maddesinde temelini bulan yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine göre
yasama yetkisi yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Bu nedenle
idareye düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının temel ilkeleri ortaya
koyması ve çerçeveyi çizmesi gerekir. Diğer bir deyişle idareye sınırsız ve
belirsiz bir düzenleme yetkisi bırakılamaz. Nitekim idarenin düzenleme yetkisi;
sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yasa ile yetkilendirme,
Anayasa’nın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamını taşımamaktadır
(Anayasa Mahkemesi’nin 02.05.2008 tarihli ve 2005/68 E.; 2008/102 K. sayılı
Kararı). İptali talep edilen ibarenin yer aldığı fıkra hükmünde olduğu gibi
temel ilkeleri belirlenmeksizin ve çerçevesi çizilmeksizin; Cumhurbaşkanlığına;
Devletin aleyhine açılan uluslararası davalardan hangilerinin kapsama
alınacağını ve bu davaların takibine ilişkin görev ve yetkileri belirleme
yetkisi, bir başka deyişle maddi anlamda kanun koyma yetkisi veren yasa hükmü,
Anayasa’nın 7. maddesine aykırılık oluşturur.
c)Eşitlik ilkesi bakımından: Ayrıca iptali talep edilen ibarenin
Cumhurbaşkanlığına verdiği sınırsız takdir yetkisi, Devlet aleyhine açılan
uluslararası davalar arasında idare tarafından kayırma/ayrımcılık yapılmasına
neden olabileceğinden; anılan ibare, Anayasa’nın 10. maddesinde yer alan
eşitlik ilkesine de aykırıdır.
Zira eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun
tespiti, münferit olayda benzer durumdaki kişi kategorileri arasında
gerçekleştirilen ayrıma ilişkin bir ‘‘haklı neden’’in var olup olmadığına göre
yapılır. Anayasa Mahkemesi’nin ifade ettiği üzere; “[Eşitlik ilkesi] ile
güdülen amaç, benzer koşullar içinde olan, özdeş nitelikte bulunan durumların
yasalarca aynı işleme uyruk tutulmasını sağlamaktır.” (Anayasa Mahkemesi’nin 13.04.1976
tarihli ve 1976/3 E.; 1976/3 K. sayılı Kararı). Yine AYM’ye göre; “Eşitlik
ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme
bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını
önlemektir” (Anayasa Mahkemesi’nin 07.02.2006 tarihli ve 2006/11 E.; 2006/17 K.
sayılı Kararı). Eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun tespitinde,
somut olayda yapılan ayrımın haklı bir nedene dayanıp dayanmadığı noktası
dikkate alınır: “Anayasa'nın 10. maddesinde öngörülen eşitlik, mutlak anlamda
bir eşitlik olmayıp, ortada haklı nedenlerin bulunması halinde, farklı
uygulamalara imkan veren bir ilkedir” (Anayasa Mahkemesi’nin 11.12.1986 tarihli
ve 1985/11 E.; 1986/29 K. sayılı Kararı).
Ancak iptali talep edilen ibarenin Cumhurbaşkanlığına verdiği
öznel ve keyfi uygulamalara sebep olabilecek sınırsız takdir yetkisi; söz
gelimi bazı şirketler nedeniyle Devlet aleyhine açılan uluslararası davaların
takibine ilişkin görev ve yetkilerin kapsama alınmasına; Fonun kuruluş amacıyla
ilgisi olmayan (örneğin ifade özgürlüğünün ihlal edildiği iddiasıyla) Devlet
aleyhine açılan uluslararası davaların takibine ilişkin görev ve yetkilerin
kapsama alınmasına; yargılamaya yönelik takip işlemleri ile icraya yönelik
takip işlemleri arasında ayrım yapılmasına ilişkin haklı nedeni somutlaştırmaya
elverişli değildir. Bir başka deyişle, Cumhurbaşkanlığına çerçevelenmemiş,
sınırsız bir takdir yetkisi bırakan ihtilaflı kural; kanun yoluyla nimetlerin
(avantajların) dağıtımında benzer durumda bulunan davalar arasında haklı sebebe
dayanmayan, keyfi muamele farklılıklarını mümkün hale getirmektedir. Bu nedenle
anılan ibare, Anayasa’nın 10. maddesine aykırıdır.
ç)Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırları ve
mülkiyet hakkı bakımından: Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Ek 1 No’lu
Protokolü’nün 1. maddesinde ve Anayasa’nın 35. maddesinde temelini bulan
mülkiyet hakkı; sahibine mülkiyetine müdahale edilmeksizin yararlanma,
mülkiyetten yoksun bırakılmama, mülkiyetinin kullanımının kontrol edilmemesi
imkanı sağlar. Bununla birlikte mülkiyet hakkı; bir kimsenin, başkasının
hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara da uymak koşulu ile
bir şey üzerinde dilediği biçimde kullanma, ürünlerinden yararlanma, tasarruf
etme (başkasına devretme, biçimini değiştirme, harcama ve tüketme, hatta yok
etme) şeklinde tanımlanmaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin 21.06.1989 tarihli ve
1988/ 34 E., 1989/26 K. sayılı Kararı).
İdarenin (Fonun) bütçesi üzerinde mülkiyet hakkı bulunmaktadır.
İptali talep edilen ibareyle idarenin (Cumhurbaşkanlığının) uhdesine sınırsız
takdir yetkisi bırakılmak suretiyle; mülkiyet hakkına (Anayasa’nın 13.
maddesinde yer alan temel hak ve özgürlükleri sınırlandırma ve güvence
ölçütlerinin -bilhassa kanunilik- gereklerinin aksine) öngörülemez, belirsiz ve
keyfiliğe açık idari işlemlerle, açıklandığı üzere kamu yararı olmaksızın,
müdahale edilmesinin önü açılmaktadır. Maddi anlamda bir kanun yokluğunda
mülkiyet hakkının sınırlanmasını mümkün kılan iptali talep edilen ibare,
Anayasa’nın 13 ve 35. maddelerine aykırıdır.
d)Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırları ve
adil yargılanma hakkı bakımından: Devlet aleyhine açılan uluslararası
davalarda, husumet Devlet tüzel kişiliğine yöneltilmektedir. O halde bu türden
davalar bakımından; Devlet tüzel kişiliğinin adil yargılanma hakkı söz
konusudur. Davaların takibi, takibinin akçalanması; adil yargılanma hakkının
verimli kullanımını etkileyecektir.
Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, ‘‘bireyin maddi durumu
nedeniyle yargılamaların engelleyici maliyeti’’ni adil yargılanma hakkı
kapsamında değerlendirmiştir:
‘‘bir başvuru kapsamında ceza yargılamalarına taraf olarak
katılmak için gerekli mahkeme masrafları teminat tutarının aşırı yüksek olması
(Aït-Mouhoub/Fransa, §§ 57-58, bk. ayrıca Garcia Manibardo/İspanya, §§ 38-45);
aşırı yüksek mahkeme masrafları (Kreuz/Polonya (no. 1), §§
60-67); Podbielski ve PPU PolPure/Polonya, §§ 65-66; Weissman ve
Diğerleri/Romanya, § 42; Georgel and Georgeta Stoicescu/Romanya, §§ 69-70 ve
Reuther /Almanya (k.k.)). Bu davalarda, Mahkeme, hukuk yargılamalarının tesis
edilmesinden önce ödenmesi zorunlu tutulan mahkeme giderlerini ele almış ve bu
giderlerin masrafları ödeyemeyen başvuranlar için ilk derece mahkemelerine veya
daha sonraki aşamalarda yer alan mahkemelere erişimine karşı bir engel teşkil
ettiği kanaatine varmıştır. Stankov/Bulgaristan, § 59 davasında, Mahkeme
yargılamaların sonunda ortaya çıkan yüksek mahkeme giderlerinin de aynı zamanda
mahkeme hakkına karşı bir kısıtlama teşkil edebileceğine karar vermiştir.
Mahkeme giderlerini ilgilendiren davalarda, dava taraflarının tutumu da ayrıca
göz önünde bulundurulmalıdır (Zubac/Hırvatistan [BD], § 120);’’
O halde iptali talep edilen ibareyle (Devlet aleyhine açılan
uluslararası davaların takibine ilişkin görev ve yetkilerin ve bunların
hangilerinin giderlerinin Fon bütçesinden karşılanacağının Cumhurbaşkanlığınca
belirlenmesi), Devlet tüzel kişiliğinin adil yargılanma hakkına, (Anayasa’nın
13. maddesinde yer alan sınırlandırma ve güvence ölçütlerine –bilhassa
kanunilik kaydı- hilafına) idari işlemlerle müdahale edilmesinin önü
açılmıştır, söz konusu hakkın verimli kullanılabilmesi için gerekli nakdi
kaynak temin edilmeyerek onun özüne dokunulmuştur.
e) Sınırlandırma yetkisinin kötüye kullanılması nedeniyle
Anayasa’nın 14. maddesi bakımından: Anayasa’nın 14. maddesi temel hak ve
hürriyetlerin kötüye kullanılamamasını düzenlemektedir. Kaboğlu’na göre:
‘‘Bu düzenleme biçimiyle, temel hak ve özgürlüklerin
kullanılması ile maddede sözü edilen eylemler arasında açık ve yakın bir
nedensellik ilişkisi bulunduğu takdirde ancak 14. maddede yazılı amaçları
gerçekleştirmek için kötüye kullanılmış sayılabilmelidir. ‘‘Yok etmeye yönelik
faaliyette bulunma’’ deyimi açıkça bir eylemi ifade ettiğinden, belli bir
özgürlüğün yok edilmesi ile söz konusu eylem arasında açık ve doğrudan bir
ilişkinin, yani nedensellik bağının bulunması gerekir. ‘‘Hak kaybı’’ yerine
‘‘yasayla belirlenecek yaptırımları öngören’’ (cezalar) öngören madde 14’ün ilk
şekli, özellikle yeni düzenleme şekliyle en azından 2. fıkra bakımından İHAS’ın
17. maddesiyle uyumlu hale getirildi. Devlete, yok etme yasağı ve sınırlama
ölçüsü yönünden yükümlülük getirmesi, Sözleşme ile uyum kaygısını
yansıtmaktadır.’’
Başka bir anlatımla Anayasa’nın 14. maddesinin ikinci fıkrası
uyarınca Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla
tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasa’da belirtilenden
daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı
mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz. Anılan maddenin üçüncü fıkrası uyarınca bu
hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler,
kanunla düzenlenir. Ancak iptali talep edilen kuralla; Anayasa’nın 14. maddesinin
ikinci fıkrasının aksine Cumhurbaşkanına tanınan yetki, geniş bir yelpazeye
yayılmakla birlikte, kendilerine aykırılık oluşturduğu kurallar ve
hak-özgürlükler çerçevesini aşmaktadır. Diğer bir deyişle Cumhurbaşkanına
tanınan yetki, ilgili hak ve özgürlükleri, “Anayasada belirtilenden daha geniş
şekilde sınırlandırılması” sonucunu doğurduğundan; bunun yaptırımı (Anayasa’nın
14. maddesinin üçüncü fıkrası mucibince), iptali istenen ibarenin AYM
tarafından iptalidir. Kanun koyucu, Cumhurbaşkanına çok geniş yetkiler tanımak
suretiyle; Cumhurbaşkanına tarafından anılan temel hak ve hürriyetlerin yok
edilmesine veya Anayasa’da belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasına
imkan verdiğinden; ihtilaflı kural, Anayasa’nın 14. maddesine aykırı olup
iptali gerekir.
f)Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 6 ve 104. maddelerine
aykırılık: Anayasa’nın 104. maddesinde, (Cumhurbaşkanlığının en üst amiri
konumunda bulunan) Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri sayılmıştır. Bu görev ve
yetkiler arasında ‘‘maddenin kapsamına alınacak Devlet aleyhine açılan
uluslararası davaları ve bunların takibine ilişkin görev ve yetkileri
belirleme’’ görev ve yetkisi sayılmadığı gibi; iptali talep edilen ibarede yer
alan düzenlemeleri yapmayı dayandırabileceği (Anayasa’nın 104. maddesinde)
genel ve kapsayıcı mahiyette bir hüküm de bulunmamaktadır. Yasama organı,
görevi ve yetkisi dahilinde olmayan bir konuda Cumhurbaşkanlığını dolayısıyla
söz konusu teşkilatın en üst konumunda bulunan Cumhurbaşkanını yetkilendirmek
suretiyle; Anayasa’nın Başlangıç bölümünde yer alan kuvvetler ayrılığı ilkesini
ve 6. maddesinde öngörülen hiçbir organın kaynağını Anayasa’dan almayan bir
devlet yetkisi kullanamamasına yönelik hükmü ve 104. maddesini ihlal etmiştir.
Kaldı ki Anayasa’nın 104. maddesinin 17. fıkrasının ‘‘Anayasanın ikinci
kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve
ödevleriyle dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevler Cumhurbaşkanlığı
kararnamesiyle düzenlenemez.’’ şeklindeki ikinci cümlesi uyarınca; iptali talep
edilen ibarede yer alan Devlet aleyhine açılan uluslar arası davaların takibine
ilişkin görev ve yetkilerin, yukarıda açıklandığı üzere mülkiyet hakkı ile adil
yargılanma hakkının kapsamında kaldığı gözetildiğinde; açıkça öngörülmüş konu
bakımından yetkisizlik hali sebebiyle, (Cumhurbaşkanlığının en üst amiri
konumunda bulunan) Cumhurbaşkanı tarafından bu hususlarda Cumhurbaşkanlığı
Kararnamesi de çıkarılamaz. Bu nedenlerle iptali talep edilen ibare,
Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 6 ve 104. maddelerine aykırıdır.
g)Uluslararası anlaşmaların iç hukuka etkisi bakımından: Bunun
yanında; Anayasa’nın 90. maddesine göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin
usulüne göre yürürlüğe konmuş uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı
koruyucu, kullanımını genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar
hiyerarşisinde kanunun üstündedir. İptali talep edilen ibare, Anayasa’nın 35 ve
36. maddeleriyle benzer hükümler içeren Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’nin 6.; Ek 1 No’lu Protokolü’nün mülkiyet hakkını düzenleyen
1. maddelerini de ihlal ettiğinden Anayasa’nın 90. maddesine de aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle 7407 sayılı Kanun’un 8. maddesiyle
değiştirilen 5411 sayılı Kanun’un 129. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan
‘‘Devlet aleyhine açılan uluslararası davaların takibine ilişkin
Cumhurbaşkanlığınca’’ ibaresi, Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 2, 6, 7, 10, 13,
14, 35, 36, 90, 104 ve 123. maddelerine aykırıdır; anılan ibarenin iptali
gerekir.
2) 26.05.2022 tarihli ve 7407 sayılı Bankacılık Kanunu ile Bazı
Kanunlarda ve 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 12. maddesiyle 13.06.2006 tarihli ve 5520 sayılı Kurumlar Vergisi
Kanunu’nun geçici 14. maddesine üçüncü fıkrasından sonra gelmek üzere eklenen
fıkraların Anayasa’ya aykırılığı
7407 sayılı Kanun’un 12. maddesiyle 5520 sayılı Kurumlar Vergisi
Kanunu’nun geçici 14. maddesine üçüncü fıkrasından sonra gelmek üzere; (4) ve
(5) numaralı iki fıkra eklenmiştir. Anılan dördüncü fıkraya göre; kurumların
31.03.2022 tarihli bilançolarında yer alan yabancı paralarını 2022 yılı sonuna
kadar Türk lirası mevduat ve katılma hesaplarına dönüşümün desteklenmesi
kapsamında dönüşüm kuru üzerinden Türk lirasına çevirmeleri ve bu suretle elde
edilen Türk lirası varlığı en az üç ay vadeli Türk lirası mevduat ve katılma
hesaplarında değerlendirmeleri durumunda söz konusu hesapların dönem sonu
değerlemesinden kaynaklananlar da dahil olmak üzere vade sonunda elde edilen faiz
ve kar payları ile diğer kazançlar, kurumlar vergisinden müstesna olacaktır;
Cumhurbaşkanı, istisnayı 30.06.2022 ve/veya 30.09.2022 tarihli bilançolarda yer
alan yabancı paralar itibarıyla da uygulatmaya yetkili olacaktır. Anılan
beşinci fıkraya göre; bu geçici madde kapsamındaki istisnalar, 2022 yılı sonuna
kadar vade sonunda yenilenen hesaplara da uygulanacaktır. Ancak söz konusu
dördüncü ve beşinci fıkra, Anayasa’ya aykırıdır.
Öncelikle Kur Korumalı Vadeli TL Mevduat Hesabı finansal aracına
ilişkin tarihsel süreci ortaya koymak gerekmektedir. 19.01.2022 tarihli ve 7351
sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanunu ile Bazı
Kanunlarda ve 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 12. maddesiyle 28.03.2002 tarihli ve 4749 sayılı Kamu Finansmanı ve
Borç Yönetiminin Düzenlenmesi Hakkında Kanun’a eklenen geçici madde 35,
finansal istikrara katkı sağlamak ve gerçek kişilerin mevduat ve katılma
hesaplarının getirilerini kur artışlarına karşı desteklemek amacıyla gerçek
kişilere verilecek destek ödemesini düzenlemektedir. Söz konusu geçici maddenin
ilgili hükümlerine karşı, 18.03.2022 tarihinde, (3033 E. sayılı dosya
üzerinden) Anayasa Mahkemesi’nde Anayasa’ya aykırılık iddiasıyla iptal davası
açılmıştır. Anılan geçici madde 35’in ardından; 20.01.2022 tarihli ve 7352
sayılı Vergi Usul Kanunu ile Kurumlar Vergisi Kanunu’nda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun’un 2. maddesiyle 13.06.2006 tarihli ve 5520 sayılı Kurumlar Vergisi
Kanunu’na kurumlar vergisinden müstesna tutulacak (Kur Korumalı Vadeli TL
Mevduat Hesabı mekanizmasından doğan) kazançları düzenleyen geçici 14. madde
eklenmiştir. Eklenen geçici madde 14’ün Anayasa’ya aykırı olması nedeniyle;
CHP’li milletvekilleri tarafından Anayasa Mahkemesi nezdinde 25.03.2022
tarihinde 2022/34 E. sayılı dosya üzerinden iptal davası açılmıştır.
Nihayetinde 7407 sayılı Kanun’un 12. maddesiyle 5520 sayılı Kanun’un geçici 14.
maddesine istisna hükümlerinin kapsamını genişleten ve iptali talep edilen
fıkralar eklenmiştir.
Başka bir anlatımla, 7352 sayılı Kanun’un 2. maddesiyle 5520
sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu’na geçici 14. madde eklenmiştir. Anılan geçici
maddenin ratio legis’i ‘‘bankacılık sistemindeki toplam mevduat ve katılım fonu
büyüklüğü içerisinde Türk Lirasının payının artırılarak finansal istikrarın
desteklenmesi amacıyla, yabancı paralarını Türk Lirasına çeviren kurumlar
vergisi mükelleflerinin dönüşüm esnasında oluşan kur farkı kazançları da dahil
olmak üzere bu kapsamda açılan vadeli Türk Lirası mevduat ve katılma hesaplarından
elde edecekleri faiz ve kar paylarının vergiden istisna edilmesi’’ şeklindedir.
İptali talep edilen fıkraların gerekçesi ise; ‘‘5520 sayılı Kurumlar Vergisi
Kanununun geçici 14. maddesinin mevcut halinde kurumların 31/12/2021 tarihli
bilançolarında mevcut olan yabancı paralarını maddede belirtilen sürelerde Türk
lirasına çevirmeleri durumunda istisna düzenlemeleri yer almaktadır. Maddeyle
31/12/2021 tarihli bilançolarda yer almasa dahi 31/3/2022 tarihli
bilançolarında yer alan yabancı paraların 2022 yılı sonuna kadar Türk lirasına
dönüştürülmesi durumunda, bu kapsamda açılacak mevduata tahakkuk ettirilecek
faiz ve kâr payları ile diğer kazançlar istisna kapsamına alınmaktadır. Ayrıca
Cumhurbaşkanına 30/6/2022 tarihli veya 30/9/2022 tarihli bilançolarda bulunan
yabancı paraların Türk lirasına dönüşümünde de istisnanın uygulanabilmesi
hususunda yetki verilmektedir. Eklenen diğer fıkrayla da Türk Lirasına dönüşen
bu hesapların 2022 yılı sonuna kadar geçerli olmak üzere vade sonunda Merkez
Bankasının düzenlemelerine uygun olarak yenilenmesi durumunda istisnanın
yenilenen hesaplara da uygulanması amaçlanmaktadır.’’ şeklindedir. Kanun
koyucu, anılan geçici 14. maddenin amacına istinaden; iptali talep edilen
fıkralarla istisnanın kapsamını genişletmiştir. Ancak Devletin, bu amaca
istinaden; iptali talep edilen fıkraların lafzında sayılı kazançlar bakımından
vergi alacağından feragat etmesi, Anayasa’ya aykırıdır.
Açıklamalara geçilmeden önce son olarak belirtmek gerekir ki;
5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu’nun kurumlar vergisi ve geçici vergi
oranını düzenleyen 32. maddesi ikinci fıkrası, ‘‘Kurumlar vergisi
mükelleflerince, (dar mükellefiyete tâbi kurumlarda ticarî ve ziraî kazançlarla
sınırlı olarak) câri vergilendirme döneminin kurumlar vergisine mahsup edilmek
üzere Gelir Vergisi Kanununda belirtilen esaslara göre ve câri dönemin kurumlar
vergisi oranında geçici vergi ödenir. Tam mükellef kurumlar için geçerli olan
esaslar, dar mükellef kurumlara da aynen uygulanır.’’ şeklindedir. 193 sayılı
Gelir Vergisi Kanunu’nun mükerrer 120. maddesinin üçüncü fıkrası ‘‘Hesaplanan
geçici vergi, üç aylık dönemi izleyen ikinci ayın on dördüncü günü akşamına
kadar bağlı olunan vergi dairesine beyan edilir ve on yedinci günü akşamına
kadar ödenir. Aynı dönem içinde tevkif edilmiş bulunan gelir vergisi (42.
maddede belirtilen kazançlardan yapılan tevkifat hariç) hesaplanan geçici
vergiden mahsup edilir.’’ şeklindedir. Anılan hükümler uyarınca 2022 yılı
birinci geçici vergi dönemine (Ocak-Şubat-Mart) ilişkin beyannamenin verilme
tarihi, 17.05.2022 tarihine tekabül etmektedir. Bu tarih, 213 sayılı Vergi Usul
Kanunu’nun beyanname verme ve ödeme sürelerinde yetkiyi düzenleyen mükerrer 28.
maddesindeki hükme istinaden; Hazine ve Maliye Bakanlığı Gelir İdaresi
Başkanlığı tarafından, 13.05.2022 tarihli ve VUK-140/ 2022-3 sayılı Vergi Usul
Kanunu Sirküleri/140 ile, 20.05.2022 tarihine kadar uzatılmıştır.
İptali talep edilen fıkralarla vergiden istisna tutulan haller,
aşağıdaki şekilde sıralanmıştır:
1) Kurumların ‘’31.03.2022 tarihli bilançolarında yer alan
yabancı paralarını 2022 yılı sonuna kadar Türk lirası mevduat ve katılma
hesaplarına dönüşümün desteklenmesi kapsamında dönüşüm kuru üzerinden Türk
lirasına çevirmeleri ve bu suretle elde edilen Türk lirası varlığı en az üç ay
vadeli Türk lirası mevduat ve katılma hesaplarında değerlendirmeleri durumunda
söz konusu hesapların dönem sonu değerlemesinden kaynaklananlar da dâhil olmak
üzere vade sonunda elde edilen faiz ve kâr payları ile diğer kazançlar’’
kurumlar vergisinden müstesna olacaktır. Cumhurbaşkanı istisnayı 30.06.2022
ve/veya 30.09.2022 tarihli bilançolarda yer alan yabancı paralar itibarıyla da
uygulatmaya yetkili olacaktır.
2) 2022 yılı sonuna kadar vade sonunda yenilenen hesaplara, söz
konusu geçici 14. madde kapsamındaki istisnalar uygulanacaktır.
İptali talep edilen fıkralarla kur korumalı Türk lirası vadeli
mevduat hesaplarına yönelik finansal aracın kurumlar vergisi mükellefleri
bakımından teşvik edilmesi amacıyla getirilen bu vergi istisnası, aşağıda sıralanan
gerekçelerle Anayasa’ya aykırıdır.
a) Sosyal devlet ilkesi, kamu yararı, eşitlik ilkesi, vergi
yükümlüsünün hakları bakımından:
‘‘Vergilendirme yetkisi, devletin ülkesi üzerindeki egemenliğine
dayanarak vergi alma konusunda sahip olduğu hukuki ve fiili gücü olarak
tanımlanabilir. Bu yetki devletin mali alanda sürdürdüğü egemenliğin içerdiği
yetkilerin (harcama, bütçe yapma, borçlanma vb.) en önemlilerinden biridir.
Devlet, kamu hizmetlerinin görülmesi için gereksinim duyduğu mali kaynakları
vergilendirme yetkisini kullanarak karşılar. … Her şeyden önce dar anlamda
vergilendirme yetkisi, devletin kamu gelirleri içinde sadece vergi koymaya
ilişkin yetkisini içerir. Geniş anlamda ise, devletin kamu giderlerini
karşılamak üzere gerçek ve tüzel kişiler üzerine koyduğu her çeşit mali
yükümlülüğe ilişkin yetkiyi kapsar.’’ Vergi toplanmasının nedeni, kamu
giderlerinin finansmanını teminen bütçe oluşturulmasıdır. Öte yandan bütçeleme
ilkeleri arasında yer alan denklik ilkesinden, ‘‘devletin ne kadar gelir
topluyorsa o kadar harcama yapması, açık bütçe uygulamasına başvurmaması
anlaşılır.’’ Planlama ilkesi ise, ‘‘geleceğe yönelik gelir ve gider
tahminlerinin sadece bir yılla sınırlı kalmamasını, birden fazla yılı
kapsayacak şekilde yapılmasını ifade eder.’’ O halde kamu giderleri ve kamu
gelirleri arasında bir program dahilinde denge gözetilmesi gerekmektedir.
Bununla birlikte Devlet, hakimiyet kudretine (jure imperii)
dayanarak tahsil ettiği ve kamu gelirleri arasında büyük bir paya sahip olan
vergi alacağından feragat edilebilir. Ancak söz konusu feragat müessesesi,
Anayasal vergilendirme ilkelerin gereklerini karşılamalıdır. Aksi bir tutum
(iptali talep edilen fıkralar hükmünde olduğu gibi); bütçe dengesinin
bozulmasına, planlanan çerçevenin dışına çıkılmasına, kamu harcamalarının
karşılanamamasına, mükelleflerin haklarının ve son tahlilde Anayasa’nın ihlal
edilmesine sebep olur.
Nitekim Anayasa Mahkemesi de bir kararında, ‘‘Vergi yasalarında
sosyal, ekonomik, mali ve kültürel amaçlı kimi muaflık, istisna ve indirimler
getirilmesi, yasa koyucunun takdirine bağlı bir konudur. Verginin bir
bölümünden (indirim) veya tümünden vazgeçme ya da vergi kapsamındaki kimi
konuları (istisna) veya kişileri (muaflık) vergi dışında tutma işlemi de en az
vergi koyma ölçüsünde büyük önem taşımaktadır. Vergilendirmede esas kural,
vergilerin yasayla konulup, değiştirilmesi veya kaldırılmasıdır. Buna göre,
birtakım nedenlerle, kimi kişi veya konuların vergi dışında bırakılması ya da
bir kısım vergiden vazgeçilmesi hususlarının da yasalarla belirlenmiş olması
gerekmektedir.’’ şeklinde hüküm kurmuştur (Anayasa Mahkemesi’nin 15.07.2004
tarihli ve 2003/33 E.; 2004/101 K. sayılı Kararı). O halde kanun koyucu,
istisnanın kapsamını belirlemeye yönelik takdir yetkisini hukuka uygun
kullanmalıdır. Ancak iptali talep edilen fıkraların hükmü, kanun koyucu
tarafından takdir yetkisinin hukuka aykırı ve kamu yararı amacı göz ardı
edilerek kullanımının açık bir örneğini teşkil etmektedir.
Ekonomik koşulların kötüleşmesi ve kamu maliye politikasının
gereği gibi oluşturulamaması minvalindeki ve diğer mahiyetteki sebepler
neticesinde ortaya çıkan kur artışlarına karşı, yabancı paralarını Türk
Lirasına çeviren kurumlar vergisi mükelleflerinin desteklenmesi amacıyla,
iptali talep edilen fıkralarda sayılı kazançlar ve yenilenen hesaplar
bakımından kurumlar vergisi istisnası öngörülmesi, kamu yararı
barındırmamaktadır. Zira; ihtilaflı kural ihdas edilirken izlenen amaçla
kullanılan araç (Türk lirasına güvenenleri karşılaştırmalı olarak bu avantajdan
mahrum bırakacak kapsamda bir vergi istisnası) arasında bir ölçülülük ilişkisi
bulunmamasının yanında, ne kadarlık bir vergi alacağından feragat edildiğinin
öngörülemez olması; toplumun, refah, huzur ve mutluluğunun sağlanmasının
finansal aracı olan bütçenin dengesinin kamu gelirleri aleyhine bozulmasına,
kamu hizmetlerinin verilmesinde aksaklıklara sebep olacaktır.
Başka bir anlatımla kurumlar vergisi mükelleflerinden tahsil
edilecek vergiden feragat edilmesi; vergi yükümlülerinin haklarını ihlal
etmektedir. Anayasa’nın 10. maddesi bağlamında vergi ödevi
değerlendirildiğinde; nimet ve külfetlerin dağılımı, hakkaniyeti gerektirir.
Diğer bir deyişle bir kimse, vergi yükümlüsü olmakla; bir taraftan kamu nimetlerinden
eşit biçimde yararlanır, diğer taraftan da kamu külfetleri karşısında eşittir.
Söz konusu vergi istisnasının kapsamında, (genel olarak) 31.03.2022 tarihli
bilançolarında yabancı para bulunan (ve 2022 yılı sonuna kadar vade sonunda
hesap yenilenen) kurumlar vergisi mükellefleri bulunmaktadır. Diğer bir deyişle
Türk lirasına güvenip; 31.03.2022 tarihli bilançolarında Türk lirası bulunan
mükellefler, bu istisnadan yararlanamayacaktır. Haklı neden olmaksızın;
vergisini ödemek suretiyle kamu külfetine katlanan mükellefler arasında;
31.03.2022 tarihli bilançosunda yabancı para bulunup bulunmadığı (ve 2022 yılı
sonuna kadar vade sonunda hesap yenileyip yenilemediği) esas alınarak; vergi
istisnası tanınması suretiyle ayrım yapılmaktadır. Devlet bütçesinde büyük bir
paya sahip kurumlar vergisinin yükü, Türk lirasına güvenip 31.03.2022 tarihli
bilançolarında Türk lirası bulunan mükellefler üzerinde bırakılmaktadır.
Halbuki istisna hükmünün getiriliş amaçlarından biri, Türk lirasının değerini
korumaktır. Türk lirasına güvenip 31.03.2022 tarihli bilançolarında Türk lirası
bulunan mükelleflerin kur artışlarına karşı desteklenmesi amacıyla kanun koyucu
tarafından bu türden bir tedbir alınmamıştır. Ezcümle istisna hükmünün amacı
ile neticesi, çelişmektedir. Öte yandan, avantajların dağıtımında (somut vakada
vergi istisnası tanınması) anılan kategoriler arasında muamele farklılığını
meşrulaştıracak haklı bir sebep bulunmamaktadır. Soyut olarak kamu yararı
içeren Türk lirasının korunması hedefine, ekonomi bilimine uygun tedbirlerle,
Devletin vergi kaybına yol açmadan ve eşitlik ilkesi çiğnenmeden ulaşılması
mümkündür. Bu açıdan, Türk lirasının değerinin korunması hususundaki yönetsel
zayıflık, Anayasa’nın yasakladığı ayrımcılığın haklı sebebi addedilemez.
İhtilaflı kural, bu itibarla Anayasa’nın 10. maddesine aykırıdır.
Söz konusu düzenleme, “Vergi yükünün adaletli ve dengeli
dağılımı, maliye politikasının sosyal amacıdır.” hükmünü öngören Anayasa madde
73/2’ye de aykırıdır.
Yukarıda tanımlanan bu durum; (Anayasa’nın 2 ve 5. maddelerinde
yer alan) sosyal devlet ilkesine aykırılık oluşturacak şekilde sosyal
adaletsizliğe neden olacaktır. Halbuki bir sosyal devlette; maliye politikası,
vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı ile verginin kamu giderleri karşılığında
toplanması, kamu gelirleri ile kamu giderleri arasında denge gözetilmesi
anlayışı üzerinden şekillendirilir. O halde, Hazine’nin büyük bir vergi kaybına
neden olacak anılan fıkralarda, bir kamu yararı bulunmamaktadır. Oysa
Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesi gereğince, yasama işlemlerinin
kişisel yararları değil kamu yararını gerçekleştirmek amacıyla yapılması
zorunludur (Anayasa Mahkemesi’nin 17. 06. 2015 karar tarihli ve 2014/179 E.;
2015/54 K. sayılı Kararı).
Nitekim Anayasa Mahkemesi bir kararında:
‘‘4. Anayasa’nın 73. maddesinin birinci fıkrasında “Herkes,
kamu giderlerini karşılamak üzere, malî gücüne göre, vergi ödemekle yükümlüdür”
denilmek suretiyle diğer ilkelerin yanı sıra verginin kamu giderlerinin
karşılığı olması ilkesine de yer verilmiştir. Bu ilke, kamu giderlerinin vergi
ile finanse edileceğini ve kamu giderleri gerektirmedikçe vergi alınamayacağını
ifade etmektedir. Anılan fıkrada mali yükümlülüklerden sadece verginin
belirtilmiş olması dolayısıyla bu ilke vergi ile ilgili olup diğer mali
yükümlülüklerle ilgili değildir.
5. Anayasa Mahkemesi kararlarında vergi, “kamu giderlerini
karşılamak amacıyla yasalarla gerçek ve tüzelkişilere malî güçlerine göre
getirilen bir yükümlülüktür. Belirli bir hizmetten doğrudan yararlanma
karşılığı olmayan vergi tüm kamu hizmetleri için yapılan giderlere ortak
katılma payıdır.” biçiminde tanımlanmıştır (AYM, E.1995/24, K.1995/52,
28/9/1995; E.2003/9, K.2004/47, 1/4/2004; E.2013/66, K.2014/19, 29/1/2014).
6. Verginin bireysel faydalanma karşılığı olmaksızın tüm kamu
giderlerini karşılamak üzere mükelleflerin mali güçlerine göre alınması; bir
tercihin değil bir zorunluluğun sonucudur. Bu zorunluluk, genel idare
esaslarına göre yürütülen hizmetlerden elde edilen bireysel faydaların tamamen
veya kısmen ölçülememesinden kaynaklanmaktadır. Bu hizmetlerin sunulması
dolayısıyla tüm topluma yayılan faydanın bireyselleştirilememesi, bu
hizmetlerin finansmanında faydalanmadan başka bir ölçütün geliştirilmesini
zorunlu kılmış ve verginin mükelleflerin gelir, servet ve harcamaları dikkate
alınarak belirlenen mali güçlerine göre alınması yoluna gidilmiştir. Buna göre
bireysel faydanın ölçülemediği kamu hizmetlerinin esas olarak mükelleflerin
mali güçlerine göre ödediği vergilerle finanse edilmesi gerekmektedir. Vergiler
bütün bu hizmetlerin anonim karşılığı olarak toplanacak ve bu hizmetlerin
finansmanında kullanılacaktır. Vergi mükellefleri de bu hizmetlerden bireysel
karşılık sağlamamakla birlikte bütün toplumla birlikte faydalanacaktır.
Dolayısıyla faydası topluma yayılmayan kamu hizmetlerinin finansmanına verginin
tahsis edilmemesi gerekmektedir.’’
şeklinde hüküm kurmuştur (Anayasa Mahkemesi’nin 13. 10. 2021
karar tarihli ve 2018/135 E.; 2021/71 K. sayılı Kararı). Anılan hükme rağmen
kanun koyucu, kamu giderlerinin finansmanında kullanılan ve büyük bir meblağa
karşılık gelen vergi kaleminden feragat etmektedir. (O kadar ki, istisnanın
Hazine’ye getireceği yük tahmin edilebilir dahi değildir. Zira, istisna
edilecek vergi miktarına ilişkin bir üst sınır öngörülmemiştir.) Diğer bir
deyişle; kur artışlarından kaynaklanan zarar neticesinde bütçe dengesi –
üstelik öngörülemez bir seviyede– bozulmaktadır. Tüm bu nedenlerle iptali talep
edilen fıkralar; Anayasa’nın 2, 5, 10 ve 73. maddelerine aykırıdır.
b)Kuvvetler ayrılığı ilkesi, hiçbir kimse veya organın kaynağını
Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaması ve bütçe hakkı bakımından;
Yasama organının, halk adına kamu gelirlerini toplama ve yine
halk adına bu gelirleri harcama konusunda yürütme organına sınırları
belirleyerek yetki vermesi ve sonuçlarını denetlemesine bütçe hakkı
denilmektedir. “Bütçe hakkı”, vergi ve benzeri gelirlerle kamu harcamalarının
çeşit ve miktarını belirleme ve onaylama hakkıdır. Bu hak, halk tarafından
seçilen temsilcilerden oluşan yasama organına aittir. Bütçe, yürütmenin
Meclis’e karşı temel sorumluluk düzeneğidir. Meclis, bütçe ile yürütmeye gelir
toplama ve gider yapma yetkisi vermekte, bütçede yıllık gelir ve giderleri
arasında fark bulunması halinde bu farkın ne kadarının borçlanma yöntemiyle
karşılanacağı hususunu da belirlemekte, bu yetkinin uygun kullanılmasını da
bütçe sürecinin bir parçası olan kesin hesap kanunu ile denetlemektedir.
Anayasa Mahkemesi’nin çeşitli kararlarında da belirtildiği
üzere; “Yasama organının, halk adına kamu gelirlerini toplama ve yine halk
adına bu gelirleri harcama konusunda yürütme organına sınırlarını belirleyerek
yetki vermesi ve sonuçlarını denetlemesine bütçe hakkı denilmektedir. (…) Bu
hak, demokratik parlamenter yönetim sistemini benimsemiş olan ülkelerde, halk
tarafından seçilen temsilcilerden oluşan ve en yetkili organ olan yasama
organına ait bulunmaktadır. (…) Bütçe yapısının fonksiyonunu ifa edebilmesi,
temel bütçe ilkelerine uyulması ile mümkün olmaktadır. Bütçe ilkeleri; bütçenin
hazırlanması, görüşülüp onaylanması, uygulanması ve denetlenmesi ile ilgili
olarak göz önünde bulundurulması gereken kuralları ifade eder. Bu ilkeler,
devlet bütçelerinin temel özellikleri ve amaçlarının gerçekleşmesi için
uygulanması zorunlu olan ulusal ve uluslararası alanda kabul görmüş klasik
maliye biliminin ilkeleridir.” (AYM’nin 30.12.2010 tarihli ve 2008/84 E.;
2010/121 K. ve 27.12.2012 tarihli ve 2012/102E.; 2012/207 K. sayılı Kararları).
Bütçe hakkı, Anayasa’nın 87. maddesiyle, yalnızca TBMM’ye
tanınmıştır. Bu nedenle bütçe hakkının diğer organlar tarafından kullanılması;
bir fonksiyon gaspına sebep olacak, Anayasa’nın Başlangıç bölümünde yer alan
erkler ayrılığı ilkesini ve 6. maddesinde öngörülen hiçbir organın kaynağını
Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi kullanmamasına yönelik hükmü ihlal
edecektir.
Ne var ki iptali talep edilen fıkraların hükmüyle; sayılı
hallerde kurumlar vergisinden feragat edilmek suretiyle; 17.12.2021 tarihli ve
7344 sayılı 2022 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu’nun gelir kalemlerinde ciddi
ve öngörülemez bir azalma meydana gelecektir. Kamu gelirleri, bütçe kanununun
bütçe hakkı kapsamında öngörmediği biçimde düşecektir; dolayısıyla kamu
harcamalarının finansmanı için ayrılan kaynakta azalma ve kamu hizmetlerinin
görülmesinde aksaklık meydana gelecektir. TBMM tarafından kabul edilen bütçe
kanununda yer alan gelir-gider dengesini bozacak ve bunun kesin hesap kanunu
ile denetlenmesini zorlaştıracak olan anılan fıkraların hükmü; TBMM’nin bütçe
hakkını, erkler ayrılığı ilkesini, hiçbir organın kaynağını Anayasa’dan almayan
bir devlet yetkisi kullanmamasına yönelik hükmü ihlal etmektedir. Bu nedenlerle
iptali talep edilen fıkralar, Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 6 ve 87.
maddelerine aykırıdır.
c) Devletin; mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli
işlemelerini sağlayıcı ve geliştirici tedbirleri alma yükümlülüğü bakımından:
‘‘Anayasa'nın 167. maddesinin ilk fıkrasında; 'Devlet, para, kredi, sermaye,
mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı ve
geliştirici tedbirleri alır; piyasalarda fiilî veya anlaşma sonucu doğacak
tekelleşme ve kartelleşmeyi önler.' denilmektedir. Maddede yalnız, tekelleşme
değil, tekel oluşturmayan üretim ve hizmet kuruluşlarının 'fiyat anlaşmaları', 'coğrafi
bölge paylaşma' ve 'benzeri suretle' gerçekleştirilecek kartelleşme de
yasaklanmış; Devlet, bunu engelleyici önlemleri almakla yükümlü tutulmuştur.
Böylece rekabetin ortadan kaldırılması, tekellerin ve kartellerin fiyatları
oluşturması ve etkilemesi önlenmek istenmiştir. Devletin tekelleşmeyi ve
kartelleşmeyi önlemek görevi, temelde tüketiciyi koruma amacı gütmektedir. Bu
da ancak, tekelleşme ve kartelleşmelerin önlenerek özgür rekabet ortamının
sağlanması ile güvenceye alınabilir. Piyasa ekonomisinin etkinliği, serbest
rekabet koşullarının varlığına bağlıdır. Tekelleşmeye veya kartelleşmeye olanak
veren ortamlarda piyasa ekonomisi etkinliğini yitirir. Bu nedenle, yasal
düzenlemelerde, tekelleşme ve kartelleşmeyi önlemeye, dolayısıyla bireyleri ve
toplumu korumaya yönelik kuralların bulunması zorunludur. Bu husus, Anayasa'nın
5. maddesindeki Devlet'in 'kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu
sağlamak' görevleri ile de doğrudan ilgilidir’’ (Anayasa Mahkemesi’nin
16.06.2011 tarihli ve 2009/9 E.; 2011/103 K. sayılı Kararı).
Bankacılık sistemindeki toplam mevduat ve katılım fonu büyüklüğü
içerisinde Türk Lirasının payının artırılarak finansal istikrarın desteklenmesi
amacıyla kanunlaştırılan geçici madde 14’e eklenen ve iptali talep edilen fıkralar,
açıklandığı üzere kamu yararı barındırmadığından; bankacılık sektörüne zarar
gelmesine; Hazine üzerine öngörülemez büyüklükte yük bırakılmasına; bütçe
dengesinin bozulmasına ve bütçe açığının artmasına; iktisadi büyümenin
gerilemesine; kamu harcamalarının finanse edilememesine; kamu yararına aykırı
şekilde (genel olarak) 31.03.2022 tarihli bilançolarında yabancı para bulunan
kurumlar vergisi mükelleflerinin (ve 2022 yılı sonuna kadar vade sonunda hesap
yenileyenlerin) himaye edilmesine; 31.03.2022 tarihli bilançolarında Türk
lirası bulunan kurumlar vergisi mükelleflerinin mameleklerinin korunmasına
elverişli ortam hazırlanamamasına; ekonomik istikrarın sürdürülemez hale
gelmesine; öngörülebilir bir ekonomik denge oluşturulamamasına; para
politikasının fayda – maliyet özelinde etki analizinde beklenmedik sonuçlar
görülmesine; gerçekçi ekonomik değerlendirme yapılamamasına; hesap verilebilir
ve şeffaf bir mali politika yönetilememesine; Türk parasının kıymetinin
korunamamasına; dolayısıyla milli ekonominin zarara uğramasına ve sonuç olarak,
kişilerin ve toplumun refah düzeyinin düşmesine neden olacağından; Anayasa’nın
5 ve 167. maddelerine de aykırıdır.
ç) Eşitlik ilkesi ve teşebbüs hürriyeti bakımından: 5520 sayılı
Kanun’un 1. maddesi gereğince sermaye şirketlerinin, kooperatiflerin, iktisadi
kamu kuruluşlarının, dernek veya vakıflara ait iktisadi işletmelerin, iş
ortaklıklarının kazançları; kurumlar vergisine tabidir. Anılan maddenin
lafzından anlaşılacağı üzere; kurumlar vergisinin mükellefleri (ekseriyeti),
özel teşebbüs niteliğindedir. Anayasa’nın 48. maddesinin ikinci fıkrası
uyarınca Devlet, özel teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve sosyal
amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak
tedbirleri alır. O halde kur artışları karşısında finansal istikrarın
desteklenmesi amacıyla, kurumlar vergisi mükelleflerine sayılı hallerde tanınan
vergi istisnasına ilişkin geçici 14. maddeye eklenen ve iptali talep edilen
fıkraları, Devletin, Anayasa’nın anılan hükmü bağlamındaki tedbir alma
yükümlülüğü kapsamında değerlendirmek mümkündür. Nitekim Anayasa Mahkemesi’ne
göre de Devletin, ‘‘özel teşebbüsün gelişmesini sağlamaya dönük ekonomik ve
sosyal politikalar uygulama ve özel teşebbüse güvenli çalışma ortamı sağlamak
için önlemler alma yetkisi de bulunmaktadır’’ (Anayasa Mahkemesi’nin 25.02.2010
tarihli ve 2007/65 E.; 2010/43 K. sayılı Kararı). Ancak kanun koyucu, söz
konusu tedbir alma yükümlülüğü doğrultusunda; özel teşebbüsleri, kur artışları
karşısında desteklemek amacıyla; sayılı hallerde kurumlar vergisinden vareste
tutmuştur. Ancak Devlet, bu yükümlülüğünü sadece 31.03.2022 tarihli
bilançolarında yabancı para bulunan kurumlar vergisi mükellefleri (ve 2022 yılı
sonuna kadar vade sonunda hesap yenileyenler) bakımından yerine getirmiştir.
Diğer bir deyişle bilançolarında Türk lirası hesabı bulunan kurumlar vergisi
mükellefleri, istisnadan yararlanamayacaktır. Oysa anılan koşul, söz konusu iki
kategoriyi kamusal avantajların dağıtımında birbirinden ayırmayı haklı kılacak şekilde
ilgili bir koşul değildir. Ezcümle haklı bir neden olmaksızın, aynı durumda
bulunan özel teşebbüslere sağlanan destek bakımından bir muamele farklılığı
yapılmıştır. Halbuki eşitlik ilkesi bağlamında teşebbüs özgürlüğü gereğince;
Devlet, kur artışlarından etkilenen tüm özel teşebbüsler bakımından gerekli
tedbirleri almalıdır. Bu yükümlülüğün aksine; bilançolarında Türk lirası hesabı
bulunan özel teşebbüslere, vergi istisnası tanınmayarak; onlar bakımından,
çalışma ortamları güvensiz ve belirsiz hale getirilmiştir. Avantajların
dağıtımında (somut vakada vergi istisnası tanınması) anılan kategoriler
arasında muamele farklılığını meşrulaştıracak haklı bir sebep bulunmamaktadır.
Soyut olarak kamu yararı içeren Türk lirasının korunması hedefine, ekonomi bilimine
uygun tedbirlerle, devletin vergi kaybına yol açmadan ve eşitlik ilkesi
çiğnenmeden ulaşılması mümkündür. Bu açıdan, Türk lirasının değerinin korunması
hususundaki yönetsel zaaf, ayrımcılığın haklı sebebi addedilemez. Öte yandan
vergi istisnasının bir kısım özel teşebbüslere tanınıp diğerlerine tanınmaması,
piyasa koşullarında firmaların rekabet kabiliyetine, yatırım ve istihdam
politikalarına etki edecektir. Bu nedenle anılan fıkralar, Anayasa’nın 10, 13
ve 48. maddelerine aykırıdır.
d) Devletin iktisadi ve sosyal ödevlerinin sınırları bakımından:
Anayasa’nın Devletin iktisadi ve sosyal ödevlerinin sınırlarını düzenleyen 65.
maddesine göre Devlet, sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen
görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek mali
kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirir. Anılan Anayasal hüküm;
Anayasa’nın 2 ve 5. maddelerinde nitelendirilen sosyal Devletin, Anayasal temel
hak ve özgürlüklere ilişkin (bilhassa pozitif) yükümlülüğünü yerine getirirken
esas alacağı mali ölçüttür. Bu hüküm, ‘‘işin mahiyetinin gerektirdiği bir
düzenlemedir; çünkü aksi halde, devletin hareketsizliği ya da yeterince sosyal
katkı sağlayamaması, sürekli anayasa ihlâli iddialarıyla karşılaşmak gibi bir
rahatsızlık doğurur. Fakat böyle bir hüküm sosyal ödevlerini savsaklayan devlet
organlarını ve iktidarlar için de bir mazeret ya da sığınak oluşturabilir.’’ O
halde anılan vergilerden feragat edilmesi suretiyle; Devletin mali
kaynaklarının azalması sonucunu doğuracak iptali talep edilen fıkralar, temel
hak ve özgürlükler bakımından Devlete yüklenen yükümlülüğün gereği gibi yerine
getirilememesi sonucunu doğuracağından; Anayasa’nın 2, 6 ve 65. maddelerine de
aykırıdır.
Öyle ki, Anayasa’nın 65. maddesi açık şekilde “Devlet, sosyal ve
ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına
uygun öncelikleri gözeterek malî kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine
getirir” hükmünü öngörmektedir. Güçsüzlerin koruyucusu olan sosyal devlet,
sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevini ifa ederken; kendi
iradesine binaen vergiden feragat edilmesi sebebiyle mali kaynakların
azaldığına yönelik bir mazereti ileri sürememelidir. Bu hüküm, Devletin, mali
kaynaklarını sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini,
bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek yerine getirme imkanını
bilerek ve isteyerek ve ölçüsüz şekilde azaltmaması yükümlülüğünü de içerir. 65.
maddede bu türden bir ön yükümlülüğün bulunduğunu kabul etmemek, bu
düzenlemenin etkililiğini son tahlilde ortadan kaldırır; zira, malî
kaynaklarının yeterliliğinin keyfi, hakkaniyetsiz ve ölçüsüz kanunlarla açık
şekilde zayıflatılmasının değerlendirilmesi bu madde dışına çıkarıldığında,
siyasi iktidar, mali kaynakların (kendisinin öngörülebilir şekilde sebebiyet
verdiği) yetersizliğini her seferinde sosyal devletin inkarı gerekçesi olarak
öne sürebilecek ve Anayasa’nın 2, 5 ve 65. maddeleri, bu açıdan uygulaması
olmayan, etkisiz normlara indirgenebilecektir. Soyut olarak kamu yararı içeren
Türk lirasının korunması hedefine, ekonomi bilimine uygun tedbirlerle, devletin
şirketler nezdinde vergi kaybına yol açmadan ve eşitlik ilkesi çiğnenmeden
ulaşılması mümkündür. Bu açıdan, Türk lirasının değerinin korunması hususundaki
yönetsel zayıflık, Hazine’nin, Anayasa’nın 2, 5 ve 65. maddelerinin
gereklerinin uygulanamayacağı bir duruma düşürülmesini meşru kılmaz. Kaldı ki,
ihtilaflı fıkraların yer aldığı geçici madde hükmünde vergi istisnasına ilişkin
bir üst sınır da öngörülmemiştir ve kanundaki bu eksiklik, kanunun lehine
değil, aksine, onun tehdit ettiği Anayasal ilkenin somut duruma uygulanması
bakımından dikkate alınmak gerekir. Bir başka deyişle, üst sınırsız söz konusu
vergi istisnasının Hazine üzerinde oluşturacağı yükün öngörülemezliğinin, Anayasa’nın
2, 5 ve 65. maddelerinin etkililiğini ortadan kaldırmasına ilişkin yalnızca
(ucu bucağı belirsiz) bir riskin varlığı, Anayasa Mahkemesi’nin burada ihlal
kararı vermesi için yeterlidir. Hiçbir kanuni düzenleme, uygulanması sırasında
potansiyel olarak Anayasa’nın bir hükmünü ihlal edebileceği bir kapsamda ya da
belirsizlikte kaleme alınamaz. İhtilaflı fıkralar, Anayasa’nın 2, 5 ve 65.
maddelerine de aykırıdır.
e)Eşitlik ilkesi ve mülkiyet hakkı bakımından: Anılan geçici
maddeye eklenen ve iptali talep edilen fıkralar, mülkiyet hakkı bağlamında
eşitlik ilkesini ihlal etmektedir. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Ek 1
No’lu Protokolü’nün 1. maddesinde ve Anayasa’nın 35. maddesinde temelini bulan
mülkiyet hakkı; sahibine mülkiyetine müdahale edilmeksizin yararlanma,
mülkiyetten yoksun bırakılmama, mülkiyetinin kullanımının kontrol edilmemesi
imkanı sağlar. Bununla birlikte mülkiyet hakkı; bir kimsenin, başkasının
hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara da uymak koşulu ile
bir şey üzerinde dilediği biçimde kullanma, ürünlerinden yararlanma, tasarruf
etme (başkasına devretme, biçimini değiştirme, harcama ve tüketme, hatta yok
etme) şeklinde tanımlamaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin 21.06.1989 tarihli ve
1988/ 34 E., 1989/26 K. sayılı Kararı).
Öte yandan eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun
tespiti, münferit olayda benzer kişi kategorileri arasında gerçekleştirilen
ayrıma ilişkin bir ‘‘haklı neden’’in var olup olmadığına göre yapılır. Anayasa
Mahkemesi’nin ifade ettiği üzere; “[Eşitlik ilkesi] ile güdülen amaç, benzer
koşullar içinde olan, özdeş nitelikte bulunan durumların yasalarca aynı işleme
uyruk tutulmasını sağlamaktır.” (Anayasa Mahkemesi’nin 13.04.1976 tarihli ve 1976/3
E.; 1976/3 K. sayılı Kararı). Yine AYM’ye göre; “Eşitlik ilkesinin amacı, aynı
durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını
sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir” (Anayasa
Mahkemesi’nin 07.02.2006 tarihli ve 2006/11 E.; 2006/17 K. sayılı Kararı).
Eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun tespitinde, somut olayda
yapılan ayrımın haklı bir nedene dayanıp dayanmadığı noktası dikkate alınır:
“Anayasa'nın 10. maddesinde öngörülen eşitlik, mutlak anlamda bir eşitlik
olmayıp, ortada haklı nedenlerin bulunması halinde, farklı uygulamalara imkan
veren bir ilkedir” (Anayasa Mahkemesi’nin 11.12.1986 tarihli ve 1985/11 E.;
1986/29 K. sayılı Kararı).
Ancak haklı neden olmaksızın bilançolarında –Türk lirası değil-
yabancı para bulunan kurumlar vergisi mükellefleri (ve 2022 yılı sonuna kadar
vade sonunda hesap yenileyenler) vergiden istisna tutulurken; aynı konumda
bulunmalarına rağmen kanun koyucu tarafından bilançolarında Türk lirası bulunan
kurumlar vergisi mükellefleri bakımından bu türden bir tedbir alınmamıştır.
Bilançolarında yabancı para bulunan ve bulunmayan kurumlar vergisi mükellefleri
(ve 2022 yılı sonuna kadar vade sonunda hesap yenileyen ve yenilemeyen), vergi
istisnası şeklinde tezahür eden böyle bir ekonomik avantajdan faydalanabilecek
olmak bakımından aynı durumdadırlar. Bu iki kategori arasında vergi istisnası
şeklinde somutlaşan ekonomik bir avantaja sahip olmak bakımından yapılan
muamele farklılığını meşrulaştıran (nihayetinde mülkiyet hakkına müdahale
edilmesi sonucunu doğuran) haklı bir sebep bulunmamaktadır. Bu nedenle anılan
fıkralar, Anayasa’nın 10 ve 35. maddelerine aykırıdır.
f)Hukuk devleti, vergilerin kanuniliği ve idarenin kanuniliği
ilkeleri bakımından: Hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk
kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir
hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan
haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa’ya
ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan,
yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri
ile Anayasa’nın bulunduğu bilinci olan devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin 02.06.2009
tarihli ve 2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı Kararı). Hukuk devletinin
önkoşullarından olan hukuki güvenlik ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir
olmasını, hukuki belirlilik ilkesi de kanun hükümlerinin şüpheye yer vermeyecek
şekilde açık, net, anlaşılabilir olmasını ve ayrıca kamu otoritelerinin keyfi
uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (bkz. AYM
9.2.2017, 2016/143 E.– 2017/23 K. par. 13; RG. 12.4.2017-30036) (Anayasa
Mahkemesi’nin 04.05.2017 tarihli ve 2015/41 E.; 2017/98 K. sayılı Kararı).
Başka bir deyişle, hukuk devleti ilkesi gereğince, idareye davranışta
bulunurken veya görevlerini yerine getirirken belirli oranda hareket
serbestliği sağlayan takdir yetkisinin kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi
biçimde gerçekleşemez; idarenin takdir yetkisinin sınırları, keyfi işlem ve
eylemleri önlemek amacıyla kanunla çizilmelidir.
Öte yandan Anayasa’nın 73. maddesinin amir hükmü uyarınca,
vergiler (istisnaları) kanunla konulur, değiştirilir veya kaldırılır.
İlk fıkrası, “İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve
kanunla düzenlenir” hükmünü içeren Anayasa’nın 123. maddesinde yer alan
idarenin kanuniliği ilkesinin iki boyutu bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin secundum
legem özelliğidir (kanuna dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin düzenleme
yetkisi kanundan kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intra legem özelliğidir
(kanuna aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve eylemleri
kanunun çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır.
Anılan vergi istisnasının uygulanmasına yönelik alt düzenleyici
işlemler, asıl olarak Hazine ve Maliye Bakanlığı ve Türkiye Cumhuriyet Merkez
Bankası tarafından tesis edilecektir. İdarenin düzenleyici işlemlerinin normlar
hiyerarşisinin ana halkası olarak hukuk devletinin temel taşı olan maddi
anlamdaki kanunilik kıstasının gereklerinin karşılanması ve kanuna dayanması
ile kanuna aykırı olmaması için ve vergilerin (istisnanın) kanuniliği ilkesi
gereğince; genel çerçevesinin keyfi uygulamaya yer vermeyecek açıklıkta kanun
düzeyinde çizilmesi gerekmektedir. Ancak iptali talep edilen fıkralar, birçok
muğlak ibareyi muhtevasında barındırmaktadır. Nitekim iptali talep edilen
dördüncü fıkranın lafzında yer alan (ve beşinci fıkrada yer alan ‘‘yenilenen
hesaplar’’ ibaresinin kapsamında kalan) ‘‘yabancı paralar’’ ibaresinin hangi
paraları (söz gelimi Kanada Doları, İsviçre Frangı, Japon Yeni, Çin Yuanı)
kapsadığı belirsizdir. Her ne kadar Tebliğ’de ‘‘ABD doları, Euro ve İngiliz
Sterlini’’ cinsi esas alınsa da; normlar hiyerarşisi teorisi, hukuki belirlilik
ilkesi, yasama yetkisinin devredilmezliği, vergilerin (istisnanın) kanuniliği,
idarenin kanuniliği ilkesi gereğince asıl olan yabancı paraların türünün kanun
lafzında zikredilmesidir. Yine iptali talep edilen dördüncü fıkrada istisnadan
yararlanmanın koşulu, ‘‘bu suretle elde edilen Türk lirası varlığı, en az üç ay
vadeli Türk lirası mevduat ve katılma hesaplarında değerlendirme’’ şeklinde
belirlenmiş iken; normlar hiyerarşisi teorisi, hukuki belirlilik ilkesi, yasama
yetkisinin devredilmezliği, vergilerin (istisnanın) kanuniliği, idarenin
kanuniliği ilkesinin aksine Tebliğ’de ‘‘6 ay veya 1 yıl vadeli Türk lirası
mevduat veya katılma hesabı açılacağı’’ öngörülmüştür. (2022/1 ve 2 sayılı
Tebliğlerde yurt içi yerleşik tüzel kişiler için vade, 6 ay veya 1 yıl olarak
öngörülmüşken; 2022/ 9 ve 10 sayılı Tebliğlerde 3 ay, 6 ay veya 1 yıl olarak
öngörülmüştür.) . 7407 sayılı Kanun’un 12. maddesiyle anılan geçici maddeye
eklenen ve iptali talep edilen fıkralar, (7407 sayılı Kanun’un 21. maddesinin
delaletiyle) 28.05.2022 tarihinde yürürlüğe girmiş ve fakat 28.05.2022
tarihinden itibaren geçen süre zarfında anılan fıkralara ilişkin tebliğ henüz
yayınlanmamıştır.
Yine mükelleflerin yurt dışındaki yabancı paralarını yurt içine
aktardığında nasıl bir hesaplama yöntemi izleneceği; bilançodaki yabancı
paranın kısmen dönüşümünün mümkün olup olmadığı, 2022 yılı sonuna kadar vade
sonunda yenilenen hesapların kapsamı net değildir. Bu nitelikteki hususların
kanun düzeyinde açık ve net bir şekilde düzenlenmemesi ve idarenin uhdesine
bırakılması, istisnadan faydalanmak isteyen kurumlar vergisi mükelleflerinin
(ve 2022 yılı sonuna kadar vade sonunda hesap yenileyenlerin) hukuki
öngörülebilirliklerinin ortadan kaldırılmasına, keyfi uygulamalara neden
olacaktır. Bu belirsizlik ise, söz konusu geçici maddenin lafzında zikredilen
ratio legis’in gerçekleşememesine ve iptali talep edilen fıkraların
gerekçesinin temelsiz kalmasına neden olacaktır; kur artışları karşısında
yabancı paralarını Türk lirasına çeviren özel teşebbüslerin işletme risklerinin
bertaraf edilmesine imkan vermeyecektir, Hazine üzerinde aşırı büyüklükte bir
yük bırakacaktır. Öte yandan (tüm idari teşkilatın makamına bağlı bulunduğu ve
yürütme ve devleti temsil yetkilerinin bir kişide birleştiği monist yapılı
yürütme organının başı konumunda bulunan) Cumhurbaşkanına iptali talep edilen
dördüncü fıkrada yer alan istisnayı 20.06.2022 ve/veya 30.09.2022 tarihli
bilançolarda yer alan yabancı paralar itibarıyla da uygulatma yetkisi tanınması
ve fakat Cumhurbaşkanının bu yetkiyi kullanırken kanuni, nesnel, somut, açık,
anlaşılabilir bir ölçütle kayıtlanmaması; kurumlar vergisi mükellefleri
bakımından belirsiz ve keyfi uygulamalara neden olacaktır. Yine Cumhurbaşkanının,
Bakanlığın veya TCMB’nin yapacağı düzenlemeleri, tek başına ve çok kısa vadede
değiştirebilmesi olasılığı da; söz konusu özel teşebbüsler bakımından hukuki ve
iktisadi öngörülebilirliğe halel getirmektedir. Dahası idarenin düzenleyici
işlemleriyle istisnanın kapsamının genişletilmesi veya daraltılması; vergilerin
(istisnanın) kanuniliği ilkesinin aksine; şekli anlamda kanun aracılığıyla,
idarenin (düzenleyici) işlemlerine, maddi anlamda vergiye (istisnaya) ilişkin
kanun koyma yetkisinin tanınması anlamına gelecektir. Tüm bu nedenlerle iptali
talep edilen fıkralar, Anayasa’nın 2, 73 ve 123. maddelerine aykırıdır.
g) Sınırlandırma yetkisinin kötüye kullanılması nedeniyle
Anayasa’nın 14. maddesi bakımından: Anayasa’nın 14. maddesi temel hak ve
hürriyetlerin kötüye kullanılamamasını düzenlemektedir. Kaboğlu’na göre:
‘‘Bu düzenleme biçimiyle, temel hak ve özgürlüklerin
kullanılması ile maddede sözü edilen eylemler arasında açık ve yakın bir
nedensellik ilişkisi bulunduğu takdirde ancak 14. maddede yazılı amaçları
gerçekleştirmek için kötüye kullanılmış sayılabilmelidir. ‘‘Yok etmeye yönelik
faaliyette bulunma’’ deyimi açıkça bir eylemi ifade ettiğinden, belli bir
özgürlüğün yok edilmesi ile söz konusu eylem arasında açık ve doğrudan bir
ilişkinin, yani nedensellik bağının bulunması gerekir. ‘‘Hak kaybı’’ yerine
‘‘yasayla belirlenecek yaptırımları öngören’’ (cezalar) öngören madde 14’ün ilk
şekli, özellikle yeni düzenleme şekliyle en azından 2. fıkra bakımından İHAS’ın
17. maddesiyle uyumlu hale getirildi. Devlete, yok etme yasağı ve sınırlama
ölçüsü yönünden yükümlülük getirmesi, Sözleşme ile uyum kaygısını
yansıtmaktadır.’’
Başka bir anlatımla Anayasa’nın 14. maddesinin ikinci fıkrası
uyarınca Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla
tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasa’da belirtilenden
daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı
mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz. Anılan maddenin üçüncü fıkrası uyarınca bu
hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler,
kanunla düzenlenir. Ancak iptali talep edilen kuralla; Anayasa’nın 14.
maddesinin ikinci fıkrasının aksine idareye (Bakanlığa, TCMB’ye,
Cumhurbaşkanına) tanınan yetki, geniş bir yelpazeye yayılmakla birlikte,
kendilerine aykırılık oluşturduğu kurallar ve hak-özgürlükler çerçevesini
aşmaktadır. Diğer bir deyişle idareye (Bakanlığa, TCMB’ye, Cumhurbaşkanına)
tanınan yetki, ilgili hak ve özgürlükleri, “Anayasada belirtilenden daha geniş
şekilde sınırlandırılması” sonucunu doğurduğundan; bunun yaptırımı (Anayasa’nın
14. maddesinin üçüncü fıkrası mucibince), iptali istenen kuralın AYM tarafından
iptalidir. Kanun koyucu, idareye (Bakanlığa, TCMB’ye, Cumhurbaşkanına) çok
geniş yetkiler tanımak suretiyle; idare tarafından anılan temel hak ve
hürriyetlerin yok edilmesine veya Anayasa’da belirtilenden daha geniş şekilde
sınırlandırılmasına imkan verdiğinden; ihtilaflı kural, Anayasa’nın 14.
maddesine aykırı olup iptali gerekir.
ğ) Yasama yetkisinin devredilmezliği bakımından; Anayasa’nın 7.
maddesinde temelini bulan yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine göre
yasama yetkisi yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Bu nedenle
idareye düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının temel ilkeleri ortaya
koyması ve çerçeveyi çizmesi gerekir. Diğer bir deyişle idareye sınırsız ve
belirsiz bir düzenleme yetkisi bırakılamaz. Nitekim idarenin düzenleme yetkisi;
sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yasa ile yetkilendirme, Anayasa’nın
öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamını taşımamaktadır (Anayasa
Mahkemesi’nin 02.05.2008 tarihli ve 2005/68 E.; 2008/102 K. sayılı Kararı).
İptali talep edilen fıkraların hükmünde olduğu gibi muğlak ibareleri
muhtevasında barındırması sebebiyle; idareye (Bakanlığa, TCMB’ye,
Cumhurbaşkanına) vergi istisnasının kapsamını belirleme yetkisi veren yasa
hükmü, Anayasa’nın 7. maddesine aykırılık oluşturur.
h) Kuvvetler ayrılığı ilkesi, normlar hiyerarşisi, kanunların
geriye yürümezliği ilkesi, hiçbir kimse veya organın kaynağını Anayasa’dan
almayan bir Devlet yetkisi kullanamaması ve vergilerin kanuniliği ile idarenin
kanuniliği ilkesi bakımından:
İptali talep edilen dördüncü fıkrada yer alan bir diğer hukuki
sorun, istisnaya konu kazançlara ilişkin tarihlerin hangi ölçüt nazara alınarak
belirlendiğidir.
Öncelikle yurt içi yerleşik gerçek kişilerin döviz tevdiat
hesaplarının ve döviz cinsinden katılım fonlarının Türk lirası vadeli mevduat
ve katılma hesaplarına dönüşmesi halinde mevduat ve katılım fonu sahiplerine
sağlanacak desteğe ilişkin usul ve esasları düzenleyen 21.12.2021 tarihli ve
31696 (Mükerrer) sayılı Resmi Gazete’de Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası
tarafından 2021/14 sayılı Türk Lirası Mevduat ve Katılma Hesaplarına Dönüşümün
Desteklenmesi Hakkında Tebliğ yayımlanmıştır. Öte yandan gerçek kişiler
hakkında Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından 21.12.2021 tarihinde basın
açıklaması yapılmıştır:
Bu Tebliğ ve basın açıklamasının ardından 11.01.2022 tarihli ve
31716 sayılı Resmi Gazete’de Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası tarafından
2022/1 sayılı Türk Lirası Mevduat ve Katılma Hesaplarına Dönüşümün
Desteklenmesi Hakkında Tebliğ (Sayı: 2021/14)’de Değişiklik Yapılmasına Dair
Tebliğ ile 2022/2 sayılı Altın Hesaplarından Türk Lirası Mevduat ve Katılma
Hesaplarına Dönüşümün Desteklenmesi Hakkında Tebliğ (Sayı: 2021/16)’de
Değişiklik Yapılmasına Dair Tebliğ yayınlanmıştır. Söz konusu Tebliğlerle, kur
korumalı Türk lirası vadeli mevduat hesaplarına yönelik finansal aracın
kapsamına (yurt içi yerleşik) tüzel kişiler de dahil edilmiştir.
Söz konusu Tebliğlerin akabinde, 20.01.2022 tarihli ve 7352
sayılı Kanun’un 2. maddesiyle 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu’na Tebliğlere
konu kazançlara ilişkin vergi istisnasını düzenleyen Geçici Madde 14 eklenmiştir.
Söz konusu geçici maddenin lafzında yer alan tarihler (01.10.2021, 31.12.2021);
7352 sayılı Kanun’un yayımı tarihinden (anılan Kanun’un 3. maddesinin
delaletiyle 29.01.2022 tarihinden) önceki bir zaman dilimine tekabül
etmektedir. Her ne kadar son radde olarak dördüncü geçici vergi dönemine
ilişkin beyannamenin verilme tarihi (25.02.2022: 7352 sayılı Kanun’un Resmi
Gazete’de yayımlanmasından -29.01.2022 tarihinden- sonraki bir tarih) esas
alınsa da; 01.10.2021 ve 31.12.2021 tarihleri, kur korumalı Türk lirası vadeli
mevduat hesaplarına yönelik finansal aracın, kamuoyu ile paylaşıldığı ve
Tebliğlerin yayınlandığı tarih aralığıyla çakışmaktadır.
Yine kanun koyucu; iptali talep edilen fıkralarda esas alınacak
bilanço tarihini; (iptali talep edilen fıkraların yürürlüğe girdiği tarih olan
28.05.2022 tarihinden önceki bir tarih) 31.03.2022 şeklinde belirlemiştir. O
halde kanun koyucu, iktisadi ve hukuki öngörülebilirlik olmaksızın tarih
tespiti yapmaya yönelik tutumunu sürdürmektedir.
Fuller’in, kanun koyucunun kanun yaparken uyması gerektiğini
belirttiği sekiz temel ilkenin biri, geçmişe yürümezlik ilkesidir. Ona göre;
‘‘Hukukun davranışa rehber olabilmesi için bu ilke, açık bir gerekliliktir.
Vatandaşların davranışları henüz var olmayan kurallarla yönlendirilemez.
Bununla birlikte politikacılar için geçmişe yürür yasa yapma, hataları
düzeltmek ve hukuku kendi çıkarları için kullanmaları açısından ideal bir
araçtır. …’’
Yine Anayasa Mahkemesi’nin bir kararına göre, ‘‘Hukuk devletinin
gereği olan hukuk güvenliğini sağlama yükümlülüğü, kural olarak yasaların
geriye yürütülmemesini gerekli kılar. “Yasaların geriye yürümezliği ilkesi”
uyarınca yasalar, kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış
hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar
dışında ilke olarak yürürlük tarihlerinden sonraki olay, işlem ve eylemlere
uygulanmak üzere çıkarılırlar. Yürürlüğe giren yasaların geçmişe ve kesin
nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel
ilkelerindendir.’’ (AYM’nin22.12.2011 tarihli ve 2010/7 E.; 2011/172 K. sayılı
Kararı). Görüldüğü üzere, Anayasa bakımından yasaların geçmişe yürütülmemesi
kural, geçmişe yürütülmesi istisnadır.
Anılan Tebliğlerin ve söz konusu geçici maddenin ratio legis’i
ve iptali talep edilen fıkraların gerekçesi kur artışlarına karşı
bilançolarında yabancı para bulunan kurumlar vergisi mükelleflerini korumaktır.
7352 sayılı Kanunla 5520 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde
14’e 7407 sayılı Kanunla iptali talep edilen fıkralar eklenmeden önce; anılan
Tebliğlere istinaden gerçekleştirilen işlemler sonucu elde edilen kazançlar,
vergiden vareste tutulmaktaydı. Anılan Tebliğler ile söz konusu geçici madde,
benzer finansal araçları havi idi. Bu Tebliğler uygulamaya konulduktan belli
bir süre sonra, anılan geçici madde hükmü kanunlaştırılmış ve fakat kanun
hükmüne konu bilançoların tarihi belirlenirken; Tebliğlerin yayım tarihi
aralıkları esas alınmıştı. Diğer bir deyişle TCMB ve Bakanlık tarafından özel
teşebbüslerin yabancı paralarını Türk Lirasına çevirmesi için gerekli
düzenleyici işlem zemini hazırlanmış daha sonra bu işlemlerden doğan kazançlar,
anılan geçici madde hükmüyle vergiden vareste tutulmuştu. Her ne kadar son
radde olarak dördüncü geçici vergi dönemine ilişkin beyannamenin verilme tarihi
belirlense de; vergi doğuran olay, istisna hükmünün yürürlüğe girişinden önce
gerçekleşmişti. Ezcümle kanun koyucu, söz konusu geçici maddenin kapsamını
geçmişe etkili kılmıştı. Ancak anılan geçici maddenin bizatihi kendisi,
Anayasa’ya aykırı olduğundan vergi istisnasının kapsamının geçmişe etkili
kılınması, kanunların geçmişe yürüme yasağına istisna oluşturabilecek bir kamu
yararı haline ilişkin değildi.
Kanun koyucu, Kur Korumalı Vadeli TL Mevduat Hesabı finansal
aracının işlerliğinin arttırılması kapsamında kanunlaştırdığı geçici maddenin
lafzını kaleme alırken; gösterdiği tutumu, iptali talep edilen fıkralarda da
sürdürmüştür. Başka bir anlatımla kanun koyucu; iptali talep edilen fıkralarda
esas alınacak bilanço tarihini; (iptali talep edilen fıkraların yürürlüğe
girdiği tarih olan 28.05.2022 tarihinden önceki bir tarih) 31.03.2022 şeklinde
belirlemek suretiyle; söz konusu fıkranın kapsamını geçmişe etkili kılmıştır.
Ancak anılan fıkranın bizatihi kendisi, Anayasa’ya aykırı olduğundan vergi
istisnasının kapsamının geçmişe etkili kılınması, kanunların geçmişe yürüme
yasağına istisna oluşturabilecek bir kamu yararı haline ilişkin değildir.
Öte yandan hukuk devleti ilkesinin temelinde yer alan Kelsen’in
normlar hiyerarşisi teorisine göre, ‘‘Devletin hukuk düzeni bir hiyerarşik
normlar sistemidir. … Bir hukuk normunun diğerine dayanması demek, bir hukuk
normu geçerli olduğu için diğer normun geçerli olması demektir.’’ Diğer
taraftan vergilerin kanuniliği ve idarenin kanuniliği ilkeleri ile hukuk
mantığı gereğince, bir adsız düzenleyici işlemin (tebliğin) hukuki varlığının
amacı bir üst normun (kanunun) somut olaya uygulanmasını mümkün kılmaktır.
‘‘Yasamanın iradesini yerine getirmeğe yürütme dersek’’ ; bilakis anılan geçici
madde (7352 sayılı Kanunla 5520 sayılı Kanun’a eklenmek suretiyle)
kanunlaştırıldığında; önce yürütmenin iradesi (tebliğ) oluşmuş; sonra bu
iradenin gerçekleştirilmesinin kolaylaştırılması için; kanun koyucu, iradesini
(kanun) ortaya koymuştur. Bu şekilde, normlar hiyerarşisi ters yüz edilmiştir.
Başka bir anlatımla öncelikle tebliğle özel teşebbüslere yabancı
paralarını Türk lirasına çevirmeleri için (hukuka aykırı) olanak tanınmış; ama
bu olanağa beklenen seviyede talep gösterilmeyince; özel teşebbüsler, anılan
geçici madde hükmüyle yabancı paralarını Türk lirasına çevirmeleri için; bu
işlemlerden sağlanan kazançları vergiden vareste tutmak suretiyle; teşvik
edilmiştir. Diğer bir deyişle tebliğin işlevini yerine getirmesi, kanun
hükmüyle sağlanmaya çalışılmıştır. İptali talep edilen fıkralarla da istisnanın
süre bakımından kapsamı geçmişe yürütülerek; tebliğin işlevini yerine
getirmesini teminen kanun koymaya devam edilmektedir.
O halde vergi istisnasının kapsamının geçmişe etkili olarak
genişletilmesi suretiyle; tebliğin işlevini yerine getirmesi için
kanunlaştırılan geçici madde 14’e eklenen ve iptali talep edilen fıkralar; bir
fonksiyon gaspına sebep olacak, Anayasa’nın Başlangıç bölümünde yer alan
kuvvetler ayrılığı ilkesini ve 6. maddesinde yer alan hiçbir organın kaynağını
Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi kullanmamasına yönelik hükmü ihlal
edecektir. Zira Anayasa gereği idarenin bir kanun hükmünün uygulanması için
işlem tesis etmesi gerekirken; kanun koyucu, bir idari işlemin uygulanması için
kanun koymuş ve bu kanun hükmüne iptali talep edilen fıkraları eklemiş; yasama
kuvveti ile yürütme kuvveti arasındaki ayrılığa halel getirmiştir. O nedenle
iptali talep edilen dördüncü fıkra bakımından vergi istisnasının kapsamı
belirlenirken 31.03.2022 tarihinin esas alınması, Anayasa’nın Başlangıç
bölümüne, 2, 6, 73 ve 123. maddelerine aykırıdır.
i)Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 6 ve 104. maddelerine
aykırılık: Anayasa’nın 104. maddesinde, Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri
sayılmıştır. Bu görev ve yetkiler arasında ‘‘istisnayı 30.06.2022 ve/veya
30.09.2022 tarihli bilançolarda yer alan yabancı paralar itibarıyla da
uygulatma’’ görev ve yetkisi sayılmadığı gibi; iptali talep edilen dördüncü
fıkrada yer alan (ve iptali talep edilen beşinci fıkraya, kapsamının belirlenmesi
bakımından, sirayet edecek) düzenlemeleri yapmayı dayandırabileceği
(Anayasa’nın 104. maddesinde) genel ve kapsayıcı mahiyette bir hüküm de
bulunmamaktadır. Yasama organı, görevi ve yetkisi dahilinde olmayan bir konuda
Cumhurbaşkanını yetkilendirmek suretiyle; Anayasa’nın Başlangıç bölümünde yer
alan kuvvetler ayrılığı ilkesini ve 6. maddesinde yer alan hiçbir organın
kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi kullanamamasına yönelik hükmü
ve 104. maddesini ihlal etmiştir. Kaldı ki Anayasa’nın 104. maddesinin 17.
fıkrasının ‘‘Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan
temel haklar, kişi hakları ve ödevleriyle dördüncü bölümde yer alan siyasi
haklar ve ödevler Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle düzenlenemez.’’ şeklindeki
ikinci cümlesi uyarınca; iptali talep edilen fıkralarda yer alan vergi
istisnasının, açıklandığı üzere mülkiyet hakkı ile teşebbüs hürriyeti
kapsamında kaldığı gözetildiğinde; açıkça öngörülmüş konu bakımından
yetkisizlik hali sebebiyle, Cumhurbaşkanı tarafından bu hususlarda
Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi de çıkarılamaz. Bu nedenlerle iptali talep edilen
fıkralar, Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 6 ve 104. maddelerine aykırıdır.
ı)Uluslararası anlaşmaların iç hukuka etkisi bakımından: Bunun
yanında; Anayasa’nın 90. maddesine göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin
usulüne göre yürürlüğe konmuş uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı
koruyucu, kullanımını genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar
hiyerarşisinde kanunun üstündedir. İptali talep edilen fıkralar, Anayasa’nın 35.
maddesiyle benzer hükümler içeren Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin Ek 1 No’lu Protokolü’nün, mülkiyet hakkını düzenleyen 1.
maddesini de ihlal ettiğinden Anayasa’nın 90. maddesine de aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle 7407 sayılı Kanun’un 12. maddesiyle 13.06.2006
tarihli ve 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu’nun geçici 14. maddesine üçüncü
fıkrasından sonra gelmek üzere eklenen fıkralar, Anayasa’nın Başlangıç
bölümüne, 2, 5, 6, 7, 10, 13, 14, 35, 48, 65, 73, 87, 90, 104, 123 ve 167.
maddelerine aykırıdır; anılan fıkraların iptali gerekir.
3) 26.05.2022 tarihli ve 7407 sayılı Bankacılık Kanunu ile Bazı
Kanunlarda ve 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 14. maddesiyle 19.08.2016 tarihli ve 6741 sayılı Türkiye Varlık Fonu
Yönetimi Anonim Şirketinin Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun’un 8. maddesinin değiştirilen dördüncü fıkrasında yer alan ‘‘tabi
değildir’’ ibaresi ile beşinci fıkrasına eklenen cümlede yer alan
‘‘uygulanmaz’’ ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
7407 sayılı Kanun’un 14. maddesiyle 6741 sayılı Türkiye Varlık
Fonu Yönetimi Anonim Şirketinin Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun’un muafiyet ve istisnaları düzenleyen 8. maddesinde
birtakım değişiklikler yapılmıştır.
a) 26.05.2022 tarihli ve 7407 sayılı Bankacılık Kanunu ile Bazı
Kanunlarda ve 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 14. maddesiyle 19.08.2016 tarihli ve 6741 sayılı Türkiye Varlık Fonu
Yönetimi Anonim Şirketinin Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun’un 8. maddesinin değiştirilen dördüncü fıkrasında yer alan ‘‘tabi
değildir’’ ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
7407 sayılı Kanun’un 14. maddesiyle 6741 sayılı Kanun’un 8.
maddesinin dördüncü fıkrası değiştirilmiştir. Buna göre Şirket (Türkiye Varlık
Fonu Yönetimi Anonim Şirketi) ve Türkiye Varlık Fonu ile Şirket veya Türkiye
Varlık Fonu tarafından hakim hissedar olarak kurulacak şirketler ve alt fonlar
ile bunların bedellerini ödemek suretiyle sermayesinin veya katılım paylarının
yarısından fazlasına sahip olduğu şirketler ve alt fonlar ile bunların bağlı
ortaklıkları hisse devir tarihinden itibaren kamu iktisadi teşebbüsleri de
dahil, sermayesinin yarısından fazlası kamuya ait olan veya özel kanunla
kurulan kamu kurum, kuruluş ve ortaklıklarına uygulanan mevzuat, uygulama ve
kısıtlamalara tabi değildir.
Ancak iptali talep edilen ibareyle Şirket (Türkiye Varlık Fonu
Yönetimi Anonim Şirketi) ve Türkiye Varlık Fonu ile (diğerleri:) Şirket veya
Türkiye Varlık Fonu tarafından hakim hissedar olarak kurulacak şirketler ve alt
fonlar ile bunların bedellerini ödemek suretiyle sermayesinin veya katılım
paylarının yarısından fazlasına sahip olduğu şirketler ve alt fonlar ile
bunların bağlı ortaklıklarının; hisse devir tarihinden itibaren; (ilgili:) kamu
iktisadi teşebbüsleri de dahil, sermayesinin yarısından fazlası kamuya ait olan
veya özel kanunla kurulan kamu kurum, kuruluş ve ortaklıklarına uygulanan
mevzuat, uygulama ve kısıtlamalardan vareste tutulması, Anayasa’ya aykırıdır.
Şirket ve Türkiye Varlık Fonunun (ile diğerlerinin)
faaliyetlerinin, ilgili mevzuat, uygulama ve kısıtlamaların öngördüğü (Anayasal
ilkelerin tecessüm ettiği) usul ve esaslar dahilinde yürütülmesi gerekmektedir.
Ancak iptali talep edilen ibare, söz konusu faaliyetlerin anılan normatif
çerçeve içinde yürütülmesine engeldir. Başka bir anlatımla Şirket ve Türkiye
Varlık Fonunun (ile diğerlerinin) hisse devir tarihinden itibaren; ilgili
mevzuat, uygulama ve kısıtlamalardan istisna edilmesi Anayasa’ya aykırıdır.
a)Kamu yararı ilkesi ve hukuk devleti bakımından: İptali talep
edilen ibare, öncelikle Anayasa’nın hukuk devleti ilkesini öngören 2. maddesine
aykırıdır. Zira kamu iktisadi teşebbüsleri de dahil, sermayesinin yarısından
fazlası kamuya ait olan veya özel kanunla kurulan kamu kurum, kuruluş ve
ortaklıklarına uygulanan mevzuat, uygulama ve kısıtlamaların amacı genel olarak
(söz gelimi 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu; 4046 sayılı Özelleştirme
Uygulamaları Hakkında Kanunu; 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu; 4735 sayılı Kamu
İhale Sözleşmeleri Kanunu; 233 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Hakkında Kanun
Hükmünde Kararname; 399 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Personel Rejiminin
Düzenlenmesi ve 233 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Bazı Maddelerinin
Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname) saydamlığı, rekabeti,
eşit muameleyi, güvenirliği, gizliliği, kamuoyu denetimini, ihtiyaçların uygun
şartlarla ve zamanında karşılanmasını ve kaynakların verimli kullanılmasını,
özerk bir tarzda ve ekonominin kurallarına uygun olarak yönetilmelerini,
ekonomik gereklere uygun olarak verimlilik ve karlılık ilkeleri doğrultusunda
kendi aralarında ve milli ekonomi ile uyum içinde çalışarak sermaye birikimine
yardım etmelerini ve bu suretle daha fazla yatırım kaynağı yaratmalarını,
kendilerine verilen görev ve kamu hizmetlerini ekonomik ve sosyal gereklere
uygun olarak verimlilik ilkesi doğrultusunda yürütmelerini sağlamaktadır.
Şirket ve Türkiye Varlık Fonunu (ile diğerlerini) hisse devir tarihinden
itibaren; ilgili mevzuat, uygulama ve kısıtlamalardan, dolayısıyla sayılı
ilkelerden vareste tutmakta, (hukuk devleti ilkesinin ögelerinden olan) kamu
yararı yoktur. Şirket (Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketi) ve Türkiye
Varlık Fonu ile Şirket veya Türkiye Varlık Fonu tarafından hakim hissedar
olarak kurulacak şirketler ve alt fonlar ile bunların bedellerini ödemek
suretiyle sermayesinin veya katılım paylarının yarısından fazlasına sahip
olduğu şirketler ve alt fonlar ile bunların bağlı ortaklıklarının faaliyetlerinin
etkin, verimli, şeffaf, dürüst, hesap verilebilir, ekonomik şekilde yürütülmesi
gerekir. Ancak bu istisna hükmü, kamu yararını gerçekleştirmeye yönelik sayılı
ilkeleri, kaynakların etkin kullanımına ilişkin güvenceleri dışarıda
bırakmaktadır. Diğer bir deyişle iptali talep edilen ibare, Şirket ve Türkiye
Varlık Fonunun (ile diğerlerinin) faaliyetlerinin, kamu yararı ilkesine taban
tabana zıt şekilde, ranta açık hale gelmesine neden olabilecektir.
Anayasa Mahkemesi’nin de birçok kararında (söz gelimi Anayasa
Mahkemesi’nin 13.01.2016 tarihli ve 2015/60 E.; 2016/2 K. sayılı Kararı, § 8;
28.12.2017 tarihli ve 2016/150 E.; 2017/179 K. sayılı Kararı, § 158-161) işaret
ettiği üzere; elbette Şirket ve Türkiye Varlık Fonunun (ile diğerlerinin) ilgili
mevzuat, uygulama ve kısıtlamalara tabi olacağını zorunlu kılan bir Anayasa
kuralı bulunmadığından, kanun koyucunun Şirket ve Türkiye Varlık Fonu (ile
diğerleri) yönünden farklı usuller benimsemesinde Anayasal açıdan bir engel
yoktur. Ancak Şirket ve Türkiye Varlık Fonu (ile diğerleri), ilgili mevzuat,
uygulama ve kısıtlamalarda öngörülen saydamlık, rekabet, eşit muamele,
güvenirlilik, gizlilik, verimlilik vb. esas alınarak belirlenen usullerin
dışına çıkarılırken; hukuk devleti ilkesinin bir gereği olan kamu yararı amacı
gözetilmelidir. Diğer bir deyişle Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti
ilkesi gereğince, yasama işlemlerinin kişisel yararları değil kamu yararını
gerçekleştirmek amacıyla yapılması zorunludur (Anayasa Mahkemesi’nin 17. 06.
2015 karar tarihli ve 2014/179 E.; 2015/54 K. sayılı Kararı).
Şu halde;
1) Kanun koyucu tarafından bu alanda yaratılan istisnanın;
saydamlık, rekabet, eşit muamele, güvenilirlik, gizlilik, verimlilik vb.
ilkelerinden istisnaen sapmayı haklı kılacak somut bir kamu yararı amacı
izlemesi,
2) Genel kuraldan ayrılırken, istisnai usule ilişkin çerçevenin,
öznel ve keyfî işlemelere engel olacak şekilde, kanunda çizilmesi
gerekir.
Başka bir anlatımla istisna hükümlerinin varlığı, Roma hukukuna
kadar dayanmaktadır. Nitekim ‘‘Bu kuralın dayanağını bulduğu, Roma hukukunda
genel hukuk kuralları veya genele ait olan hukuk (ius commune) karşısında; bu
kuralları ihlal eden, özel durumlar gereği yaratılan ve bu özel durumların
gerektirdiği menfaatleri gerçekleştirmeye hizmet eden hukuk kuralları da (ius
singularia) bulunmaktaydı. Digestada ius singularia, “genel kurallara aykırı
olarak, belirli bir menfaatin temini için kanun koyucunun otoritesi ile ihdas
edilen hukuk” şeklinde tanımlanmıştır (D. 1.3.16 Paul).’’ Şirket ve Türkiye
Varlık Fonu (ile diğerleri) hisse devir tarihinden itibaren; kamu yararına
yönelik ilgili mevzuat, uygulama ve kısıtlamalardan bağışık tutulmuştur. Her ne
kadar iptali talep edilen ibarenin yer aldığı fıkra hükmü bakımından ‘‘…TVF’nin
veya kurmuş olduğu alt şirketlerin değer kaybına uğramaması ve şirketlerin özel
sektörlerle adil bir şekilde devam edebilmesi için… stratejik yatırımların
Türkiye Varlık Fonu’nun sektöre (finans, teknoloji, liman yatırımları gibi)
özgülenmiş şirketleri tarafından yapılmasının önünün açılması
hedeflenmektedir…’’ şeklindeki gerekçe ileri sürülse de; iptali istenen
ibareyle Şirket ve Türkiye Varlık Fonunun (ile diğerlerinin) ilgili mevzuat,
uygulama ve kısıtlamalardan bağışık tutulmasını haklı kılacak herhangi bir
somut kamu yararı ve kamu hizmeti gereği gösterilmemiştir ve bulunmamaktadır.
Başka bir anlatımla gerekçede gösterilen hedefin gerçekleştirilmesini sağlamaya
yönelik yegane yöntem, istisna hükmünün ihdas edilmesi değildir. Bu nedenle,
iptali istenen ibarenin kanun koyucunun takdir yetkisi alanında olduğu kabul
edilemez. İhtilaflı düzenleme, gerekli bir tedbir oluşturmadığı gibi, bu
şekilde, kamu yararına yönelik yürütülen Şirket ve Türkiye Varlık Fonunun (ile
diğerlerinin) faaliyetlerinin öznel ve keyfî ilişkilere terk edilme riskine yol
açma olasılığı da yüksektir. İptali istenilen kural; Şirket ve Türkiye Varlık
Fonunu (ile diğerlerini) ilgili mevzuat, uygulama ve kısıtlamalardan bağışık
tutarken, söz konusu mevzuat uygulanmazken; kamu yararının gerçekleştirilmesini
sağlayacak alternatif güvenceler de öngörmemiştir. (Kaldı ki 6741 sayılı
Kanun’un 8. maddesinde yapılan tüm değişiklikler -söz gelimi 16.04.2020 tarihli
ve 7244 sayılı Kanun’un 16. maddesiyle yapılan değişiklikler-, muafiyet ve
istisnanın kapsamını genişletmeye yönelik olup, Türkiye Varlık Fonu veya Şirket
ile herhangi bir hukuki ilişkiye giren tüm şirketler için, anılan muafiyet ve
istisna hükmü, kural haline getirilmektedir.) Tüm bu nedenlerle anılan ibare,
hukuk devleti ilkesinin kamu yararı ögesi bakımından Anayasa’nın 2. maddesine
aykırıdır.
b)Hukuk devleti ilkesi, yasama yetkisinin devredilmezliği ve
idarenin kanuniliği ilkesi bakımından: 6741 sayılı Kanun’un 2. maddesinin
birinci fıkrasına göre Cumhurbaşkanlığına bağlı, ana faaliyet konusu bu Kanunla
belirtilen Türkiye Varlık Fonu ve alt fonların kurulması ve yönetimi olan,
profesyonel yönetim ilkelerine göre yönetilen, özel hukuk hükümlerine tabi
Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketi kurulmuştur. Anılan Kanun’un 3.
maddesinin birinci fıkrasına göre Şirketin yapısına ve işleyişine ilişkin usul
ve esaslar Cumhurbaşkanı tarafından belirlenir. O halde Şirket ve Türkiye
Varlık Fonu (ile diğerleri); ilgili mevzuat, uygulama ve kısıtlamalardan
bağışık tutulduğu için; Şirket ve Türkiye Varlık Fonunun (ile diğerlerinin)
faaliyetlerinin yürütülmesine ilişkin usul ve esasları, Cumhurbaşkanı
belirleyecektir.
Bu belirleme işleminin, hiçbir kanuni kayıt, temel alınacak ilke
bütünü ve çerçeve getirilmeksizin (tüm idari teşkilatın makamına bağlı
bulunduğu ve yürütme ve devleti temsil yetkilerinin bir kişide birleştiği
monist yapılı yürütme organının başı konumunda bulunan) Cumhurbaşkanının öznel
ve hatta sınırsız takdir yetkisine bırakılması, Anayasa’nın 2, 7 ve 123.
maddelerine aykırıdır.
Hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına
uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni
kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına
egemen kılan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına
saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa’ya ve hukuk
kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların
üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile
Anayasa’nın bulunduğu bilinci olan devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin 02.06.2009
tarihli ve 2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı Kararı). Hukuk devletinin ön
koşullarından olan hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir
olmasını, hukuki belirlilik ilkesi de kanun hükümlerinin şüpheye yer vermeyecek
şekilde açık, net, anlaşılabilir olmasını ve ayrıca kamu otoritelerinin keyfi
uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (bkz. AYM
9.2.2017, 2016/143 E.– 2017/23 K. par. 13; RG. 12.4.2017-30036) (Anayasa Mahkemesi’nin
04.05.2017 tarihli ve 2015/41 E.; 2017/98 K. sayılı Kararı). Başka bir deyişle,
hukuk devleti ilkesi gereğince, idareye davranışta bulunurken veya görevlerini
yerine getirirken belirli oranda hareket serbestliği sağlayan takdir yetkisinin
kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi biçimde gerçekleşemez; idarenin takdir
yetkisinin sınırları, keyfi işlem ve eylemleri önlemek amacıyla kanunla
çizilmelidir. Öte yandan; Anayasa’nın 123. maddesinde yer alan idarenin
kanuniliği ilkesinin iki boyutu bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin secundum
legem özelliğidir (kanuna dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin düzenleme
yetkisi kanundan kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intra legem özelliğidir
(kanuna aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve eylemleri
kanunun çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır.
Ancak iptali talep edilen ibarenin yer aldığı fıkra hükmü,
Şirket ve Türkiye Varlık Fonunun (ile diğerlerinin) faaliyetlerinin
yürütülmesine ilişkin hiçbir nesnel ölçüt ve usul öngörmemektedir. Oysaki,
ilgili mevzuat, uygulama ve kısıtlamalar, Şirket ve Türkiye Varlık Fonunun (ile
diğerlerinin) faaliyetlerinin kanuna dayanarak ve aykırı olmadan
yürütülebilmesi adına; bunlara ilişkin ayrıntılı hükümler ihtiva etmektedir.
İptali talep edilen ibare; Şirket ve Türkiye Varlık Fonunun (ile diğerlerinin)
faaliyetlerinin yürütülmesini, söz konusu mevzuat, uygulama ve kısıtlamaların
güvence ve öngörülebilirlik alanından çıkarmakta ve idarenin (tüm idari
teşkilatın makamına bağlı bulunduğu ve yürütme ve devleti temsil yetkilerinin
bir kişide birleştiği monist yapılı yürütme organının başı konumunda bulunan
Cumhurbaşkanının) sınırları belirsiz keyfi düzenleme alanına bırakmaktadır. Bu
durum, faaliyetlerin öngörülemez biçimde yürütülmesine, diğer bir deyişle
Şirket ve Türkiye Varlık Fonunun (ile diğerlerinin) iş ve işlemlerinin
denetimsiz ve verimsiz bir şekilde yapılmasına neden olacaktır. Öte yandan
şekli ve maddi anlamda kanunilik ilkesinin gereği olarak; ilgili mevzuat,
uygulama ve kısıtlamaların ne olduğu kanun düzeyinde belirlenmelidir. Zira
‘‘mevzuat’’, ‘‘uygulama’’ ve ‘‘kısıtlama’’ kelimelerinin; hukuki normların
(kanun, uluslararası sözleşme, cumhurbaşkanlığı kararnamesi, yönetmelik – 2017
Anayasa Değişikliği öncesinde tüzük, kanun hükmünde kararname) hangi türüne
(başka bir anlatımla hangi normatif değere sahip olan düzenleme türüne) tekabül
ettiği belirsizdir. Nitekim anılan kelimeler, Anayasal kavramlar değildir.
Ekonomik perspektifte çok ciddi getirileri olan sayılı muafiyetlerin ve
istisnaların kapsamı öngörülebilir olmalıdır. Zira istisnalar, dar yorumlanır.
Ancak kelimelerdeki belirsizlik, muafiyetlerin ve istisnaların dar
yorumlanmasını mümkün kılmaz. Bu nedenle kamuya ait (Zira 6741 sayılı Kanun’un
kuruluş amacı, 1. maddesi uyarınca, yurtiçinde kamuya ait olan varlıkları
ekonomiye kazandırmaktır.) nakdi kaynakların hukuki belirlilik ilkesine uygun
ve kanunilik ilkesi çerçevesinde verimli harcanmasını bertaraf eden, Şirket ve
Türkiye Varlık Fonu (ile diğerleri) ile hukuki işlem yapmaya talip özel teşebbüsler
bakımından bir güvenlik ve öngörülebilirlik sağlamayan ve normlar hiyerarşisine
uygun olmayan iptali talep edilen ibare, Anayasa’nın 2 ve 123. maddelerine
aykırıdır.
Buna ek olarak Anayasa’nın 7. maddesinde temelini bulan yasama
yetkisinin devredilmezliği ilkesine göre yasama yetkisi yalnız Türkiye Büyük
Millet Meclisi’ne aittir. Bu nedenle idareye düzenleme yetkisi veren bir yasa
kuralının temel ilkeleri ortaya koyması ve çerçeveyi çizmesi gerekir. Diğer bir
deyişle idareye sınırsız ve belirsiz bir düzenleme yetkisi bırakılamaz. Nitekim
idarenin düzenleme yetkisi; sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yasa
ile yetkilendirme, Anayasa’nın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamını
taşımamaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin 02.05.2008 tarihli ve 2005/68 E.;
2008/102 K. sayılı Kararı). İptali talep edilen ibareyle Şirket ve Türkiye
Varlık Fonu ile Şirket veya Türkiye Varlık Fonu tarafından hakim hissedar
olarak kurulacak şirketler ve alt fonlar ile bunların bedellerini ödemek
suretiyle sermayesinin veya katılım paylarının yarısından fazlasına sahip
olduğu şirketler ve alt fonlar ile bunların bağlı ortaklıklarının hisse devir
tarihinden itibaren kamu iktisadi teşebbüsleri de dahil, sermayesinin
yarısından fazlası kamuya ait olan veya özel kanunla kurulan kamu kurum,
kuruluş ve ortaklıklarına uygulanan mevzuat, uygulama ve kısıtlamalardan
bağışık tutulmasının ve (açıklandığı üzere) 6741 sayılı Kanun’un 2 ve 3.
maddelerinin birinci fıkralarının delaletiyle; temel ilkeleri belirlenmeksizin
ve çerçevesi çizilmeksizin; idareye (tüm idari teşkilatın makamına bağlı
bulunduğu ve yürütme ve devleti temsil yetkilerinin bir kişide birleştiği
monist yapılı yürütme organının başı konumunda bulunan Cumhurbaşkanına) Şirket
ve Türkiye Varlık Fonunun (ile diğerlerinin) faaliyetlerinin yürütülmesine
ilişkin usul ve esasları belirleme yetkisi veren yasa hükmü, Anayasa’nın 7.
maddesine aykırılık oluşturur.
c)Eşitlik ilkesi, temel hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılmasının sınırları, teşebbüs hürriyeti bakımından: Kamu iktisadi
teşebbüsleri de dahil, sermayesinin yarısından fazlası kamuya ait olan veya
özel kanunla kurulan kamu kurum, kuruluş ve ortaklıklarına uygulanan mevzuat,
uygulama ve kısıtlamalar, hem Şirket ve Türkiye Varlık Fonu ile Şirket veya
Türkiye Varlık Fonu tarafından hakim hissedar olarak kurulacak şirketler ve alt
fonlar ile bunların bedellerini ödemek suretiyle sermayesinin veya katılım
paylarının yarısından fazlasına sahip olduğu şirketler ve alt fonlar ile
bunların bağlı ortaklıkları hem de bunlar ile yapılacak hukuki işlemlerin karşı
tarafı olmayı talep edenleri korumaktadır. Diğer bir deyişle kamu iktisadi
teşebbüsleri de dahil, sermayesinin yarısından fazlası kamuya ait olan veya
özel kanunla kurulan kamu kurum, kuruluş ve ortaklıklarına uygulanan mevzuat,
uygulama ve kısıtlamalar; Şirket ve Türkiye Varlık Fonu ile Şirket veya Türkiye
Varlık Fonu tarafından hakim hissedar olarak kurulacak şirketler ve alt fonlar
ile bunların bedellerini ödemek suretiyle sermayesinin veya katılım paylarının
yarısından fazlasına sahip olduğu şirketler ve alt fonlar ile bunların bağlı
ortaklıkların, bunların var olduğu sektörlerdeki diğer özel teşebbüslerin ve
bunlar ile yapılacak hukuki işlemlerin karşı tarafı olmayı talep eden özel
teşebbüslerin fırsat eşitliği içinde rekabet edebilmesine olanak tanımaktadır.
Bu durumun Anayasal temeli, eşitlik ilkesi bağlamında teşebbüs hürriyetindedir.
Zira Anayasa’nın 48. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca Devletin, özel
teşebbüslerin güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasına yönelik tedbirleri
almaya ilişkin pozitif yükümlülüğü vardır ve Anayasa’nın 10. maddesi uyarınca
Devlet, bu pozitif yükümlülüğü her bir özel teşebbüs bakımından (benzer
koşullar içinde olan, özdeş nitelikte bulunanlar için) eşit şekilde yerine
getirmekle mükelleftir. Bir özel teşebbüs bakımından eşitlik ilkesinin ihlal
edilip edilmediği hususunun tespiti de, somut olayda benzer durumda olanlara
ilişkin bir muamele farklılığı yapmayı meşrulaştıracak ‘‘haklı neden’’in var
olup olmadığına göre yapılır. Ancak iptali talep edilen ibare ile Şirket ve
Türkiye Varlık Fonunun (ile diğerlerinin) hisse devir tarihinden itibaren;
ilgili mevzuat, uygulama ve kısıtlamalardan bağışık tutulması ve bunlar
bakımından kanun düzeyinde alternatif usullerin belirlenmemesi, aynı şartları
sağlayan iki özel teşebbüs arasında idare tarafından kayırma/ayrımcılık
yapılmasına neden olabileceğinden; anılan ibare, Anayasa’nın 10 ve 48.
maddelerine aykırıdır. Diğer bir deyişle Devletin ihtilaflı kurala tabi olmayan
bir alandaki bir özel teşebbüs bakımından pozitif yükümlülüğünü yerine
getirmesini ve fakat ihtilaflı kurala tabi alanda konumlanan bir diğerini
gözetmemesini; daha somut bir anlatımla, benzer durumdaki özel teşebbüsler
arasındaki muamele farklılığını haklı kılacak bir nedenin temellendirilmesini
sağlayacak nesnel bir ölçüt bulunmamaktadır. Yine bu durumda, Şirket ve Türkiye
Varlık Fonu (ile diğerleri) ile hukuki işlem yapmaya talip iki teşebbüs,
eşitsiz bir uygulamayla karşı karşıya kalabilecek, ilgili sektörlerdeki mal ve
hizmet alımı, yapım işi vb. istikrarlı bir biçimde işleyemeyecektir. Ayrıca
iptali talep edilen ibare; kamu yararı barındırmadan, idarenin düzenleyici işlemlerinin
kanuni çerçevesini çizmeden, ayrımcı, öngörülemez ve keyfî işlem ve eylemlere
açık uygulamalara sebep olarak teşebbüs hürriyetini sınırlandırdığından, bir
başka deyişle yasallık ve gereklilik ölçütlerini karşılamadığından; Anayasa’nın
13. maddesine de aykırıdır.
ç)Hak arama özgürlüğü, etkili başvuru hakkı, idarenin her türlü
eylem ve işleminin yargı denetimine tabi olması bakımından: İptali istenilen
ibareyle Şirket ve Türkiye Varlık Fonunun (ile diğerlerinin) ilgili mevzuat,
uygulama ve kısıtlamalardan bağışık tutulması; hak arama özgürlüğünü düzenleyen
Madde 36, etkili başvuru hakkını koruyan Madde 40 ve “İdarenin her türlü eylem
ve işlemlerine karşı yargı yolu”nun açık olduğunu öngören Madde 125’e
aykırıdır.
Anayasa Mahkemesi bir kararında; ‘‘Anayasanın hak arama
özgürlüğüne ilişkin 36. maddesinde, herkesin meşru vasıta ve yollardan
faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve
savunma ile adil yargılanma hakkına sahip bulunduğu belirtilmiştir. Maddeyle
güvence altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak
niteliği taşımanın ötesinde, diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde
yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden
birini oluşturmaktadır. Kişinin uğradığı bir haksızlığa veya zarara karşı
kendisini savunabilmesinin ya da maruz kaldığı haksız bir uygulama veya işleme
karşı haklılığını ileri sürüp kanıtlayabilmesinin, zararını giderebilmesinin en
etkili ve güvenceli yolu, yargı mercileri önünde dava hakkını kullanabilmesidir.
Kişilere yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması adil yargılamanın ön
koşulunu oluşturur. Anayasa'nın 40. maddesinde; 'Anayasa ile tanınmış hak ve
hürriyetleri ihlâl edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma
imkânının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir. Devlet, işlemlerinde, ilgili
kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağını ve sürelerini
belirtmek zorundadır...' … denilmektedir.’’ şeklinde hüküm kurmuştur (Anayasa
Mahkemesi’nin 25.06.2009 tarihli ve 2008/30 E.; 2009/96 K. sayılı Kararı). Buna
ilave olarak Anayasa’nın 125. maddesine göre idarenin her türlü eylem ve
işlemine karşı yargı yolu açıktır.
Ancak Şirket ve Türkiye Varlık Fonunu (ile diğerlerini), ilgili
mevzuat, uygulama ve kısıtlamaların kapsamı dışında bırakmak; bu faaliyetler
dolayısıyla hakları ihlal edilenlerin (söz gelimi ihaleye teklif sunanın 4734
sayılı Kanun’da öngörülen idareye şikayet usulüne, Kamu İhale Kurumu’na
itirazen şikayet usulüne başvuramaması, kamu ihalesi aşamaları sırasında gerçekleşen
eylem ve işlemleri idari yargı huzuruna taşıyamaması, ihale işlemlerinin
hazırlanması, yürütülmesi ve sonuçlandırılması sırasında yapılan yasaklı fiil
ve davranışlara yönelik yasal yollara başvurulamaması; 4735 sayılı Kanun’da
öngörülen sözleşme uygulamalarına yönelik itiraz başvurularının yapılamaması;
ve anlaşmazlıkların çözüm usullerinin işletilememesi; Yüksek Fen Kurulu’na
başvurulamaması nedeniyle) hak arama özgürlüğüne ve etkili başvuru hakkına
halel getirecek ve (söz gelimi Kamu İhale Kurumu incelemesinin yapılamaması,
Kamu İhale Kurumu kararları üzerinden ihalelerin yargısal denetimine ve
görevlilerin sorumluluğuna başvurulamaması nedeniyle) idarenin her türlü eylem
ve işlemlerinin yargı denetimine tabi olduğu kuralını ihlal edecektir. Bu
nedenle iptali talep edilen ibare, Anayasa’nın 36, 40 ve 125. maddelerine de
aykırıdır.
d)Sınırlandırma yetkisinin kötüye kullanılması nedeniyle
Anayasa’nın 14. maddesi bakımından: Anayasa’nın 14. maddesi temel hak ve
hürriyetlerin kötüye kullanılamamasını düzenlemektedir. Kaboğlu’na göre:
‘‘Bu düzenleme biçimiyle, temel hak ve özgürlüklerin
kullanılması ile maddede sözü edilen eylemler arasında açık ve yakın bir
nedensellik ilişkisi bulunduğu takdirde ancak 14. maddede yazılı amaçları
gerçekleştirmek için kötüye kullanılmış sayılabilmelidir. ‘‘Yok etmeye yönelik
faaliyette bulunma’’ deyimi açıkça bir eylemi ifade ettiğinden, belli bir
özgürlüğün yok edilmesi ile söz konusu eylem arasında açık ve doğrudan bir
ilişkinin, yani nedensellik bağının bulunması gerekir. ‘‘Hak kaybı’’ yerine
‘‘yasayla belirlenecek yaptırımları öngören’’ (cezalar) öngören madde 14’ün ilk
şekli, özellikle yeni düzenleme şekliyle en azından 2. fıkra bakımından İHAS’ın
17. maddesiyle uyumlu hale getirildi. Devlete, yok etme yasağı ve sınırlama
ölçüsü yönünden yükümlülük getirmesi, Sözleşme ile uyum kaygısını
yansıtmaktadır.’’
Başka bir anlatımla Anayasa’nın 14. maddesinin ikinci fıkrası
uyarınca Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla
tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasa’da belirtilenden
daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı
mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz. Anılan maddenin üçüncü fıkrası uyarınca bu
hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler,
kanunla düzenlenir. Ancak iptali talep edilen kuralla; Anayasa’nın 14.
maddesinin ikinci fıkrasının aksine Cumhurbaşkanına tanınan yetki, geniş bir
yelpazeye yayılmakla birlikte, kendilerine aykırılık oluşturduğu kurallar ve
hak-özgürlükler çerçevesini aşmaktadır. Diğer bir deyişle Cumhurbaşkanına
tanınan yetki, ilgili hak ve özgürlükleri, “Anayasada belirtilenden daha geniş
şekilde sınırlandırılması” sonucunu doğurduğundan; bunun yaptırımı (Anayasa’nın
14. maddesinin üçüncü fıkrası mucibince), iptali istenen kuralın AYM tarafından
iptalidir. Kanun koyucu, Cumhurbaşkanına çok geniş yetkiler tanımak suretiyle;
Cumhurbaşkanı tarafından anılan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesine veya
Anayasa’da belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasına imkan
verdiğinden; ihtilaflı kural, Anayasa’nın 14. maddesine aykırı olup iptali
gerekir.
e)Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 6 ve 104. maddelerine
aykırılık: Anayasa’nın 104. maddesinde, Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri
sayılmıştır. Bu görev ve yetkiler arasında ‘‘Şirket ve Türkiye Varlık Fonu ile
Şirket veya Türkiye Varlık Fonu tarafından hakim hissedar olarak kurulacak
şirketler ve alt fonlar ile bunların bedellerini ödemek suretiyle sermayesinin
veya katılım paylarının yarısından fazlasına sahip olduğu şirketler ve alt
fonlar ile bunların bağlı ortaklıklarının faaliyetlerinin yürütülmesine ilişkin
usul ve esasları belirleme’’ görev ve yetkisi sayılmadığı gibi; bu türden
düzenlemeleri yapmayı dayandırabileceği (Anayasa’nın 104. maddesinde) bir hüküm
de bulunmamaktadır. Yasama organı, görevi ve yetkisi dahilinde olmayan bir
konuda Cumhurbaşkanını yetkilendirmek suretiyle; Anayasa’nın Başlangıç
bölümünde yer alan kuvvetler ayrılığı ilkesini ve 6. maddesinde yer alan hiçbir
organın kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi kullanamamasına
yönelik hükmü ve 104. maddesini ihlal etmiştir. Kaldı ki Anayasa’nın 104.
maddesinin 17. fıkrasının ‘‘Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci
bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleriyle dördüncü
bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevler Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle
düzenlenemez.’’ şeklindeki ikinci cümlesi uyarınca; iptali talep edilen
ibarenin bulunduğu fıkrada yer alan kamu iktisadi teşebbüsleri de dahil,
sermayesinin yarısından fazlası kamuya ait olan veya özel kanunla kurulan kamu
kurum, kuruluş ve ortaklıklarına uygulanan mevzuat, uygulama ve kısıtlamaların
adil yargılanma hakkının (ve teşebbüs hürriyetinin) kapsamında kaldığı
gözetildiğinde; Cumhurbaşkanı tarafından bu hususlarda Cumhurbaşkanlığı
Kararnamesi de çıkarılamaz. Bu nedenlerle iptali talep edilen ibare,
Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 6 ve 104. maddelerine aykırıdır.
f)Para kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının düzenlenmesi
bakımından: ‘‘Anayasa'nın 167. maddesinin ilk fıkrasında; 'Devlet, para, kredi,
sermaye, mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı
ve geliştirici tedbirleri alır; piyasalarda fiilî veya anlaşma sonucu doğacak
tekelleşme ve kartelleşmeyi önler.' denilmektedir. Maddede yalnız, tekelleşme
değil, tekel oluşturmayan üretim ve hizmet kuruluşlarının 'fiyat anlaşmaları',
'coğrafi bölge paylaşma' ve 'benzeri suretle' gerçekleştirilecek kartelleşme de
yasaklanmış; Devlet, bunu engelleyici önlemleri almakla yükümlü tutulmuştur.
Böylece rekabetin ortadan kaldırılması, tekellerin ve kartellerin fiyatları
oluşturması ve etkilemesi önlenmek istenmiştir. Devletin tekelleşmeyi ve
kartelleşmeyi önlemek görevi, temelde tüketiciyi koruma amacı gütmektedir. Bu
da ancak, tekelleşme ve kartelleşmelerin önlenerek özgür rekabet ortamının
sağlanması ile güvenceye alınabilir. Piyasa ekonomisinin etkinliği, serbest
rekabet koşullarının varlığına bağlıdır. Tekelleşmeye veya kartelleşmeye olanak
veren ortamlarda piyasa ekonomisi etkinliğini yitirir. Bu nedenle, yasal
düzenlemelerde, tekelleşme ve kartelleşmeyi önlemeye, dolayısıyla bireyleri ve
toplumu korumaya yönelik kuralların bulunması zorunludur. Bu husus, Anayasa'nın
5. maddesindeki Devlet'in 'kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu
sağlamak' görevleri ile de doğrudan ilgilidir’’ (Anayasa Mahkemesi’nin
16.06.2011 tarihli ve 2009/9 E.; 2011/103 K. sayılı Kararı). Öte yandan
‘‘Anayasa'nın 167. maddesinin ikinci fıkrasının vermiş olduğu yetkiye dayanarak
Yasama Organı, "dış ticaretin düzenlenmesini yürütme organına bırakmıştır.
O halde, Bakanlar Kurulu, Anayasa'ya uygun olmak koşuluyla bu konunun
çerçevesini, genel esaslarını, temel yönlerini ve ayrıntılarını tümüyle
düzenleme yetkisine sahiptir.’’ (Anayasa Mahkemesi’nin 11.01.1985 tarihli ve
1984/6 E.; 1985/1 K. sayılı Kararı).
Ancak Şirket ve Türkiye Varlık Fonunu (ile diğerlerini), ilgili
mevzuat, uygulama ve kısıtlamalardan vareste tutmak, Şirket ve Türkiye Varlık
Fonunun (ile diğerlerinin) yürüttüğü faaliyetlere ilişkin sektörlerde, söz
gelimi mal ve hizmet alımlarının, yapım işlerinin vb.’nin rekabet içinde
yapılamamasına ve kamu yararına aykırı şekilde belli özel teşebbüslerin himaye
edilmesine neden olacaktır. Başka bir anlatımla Şirket ve Türkiye Varlık Fonu
(ile diğerleri), ilgili mevzuat, uygulama ve kısıtlamalardan bağışık
tutulmasına rağmen; bu mevzuat, uygulama ve kısıtlamaların ratio legis’ine
eşdeğer alternatif bir kanuni usul ihdas edilmeyerek; Şirket ve Türkiye Varlık
Fonu (ile diğerleri) tarafından yürütülecek faaliyetler, hiçbir kanuni kayda
tabi olmayan idari işlemlerin konusu yapılmıştır. Vareste tutulacak hükümlerin
ekonomik etkisi, hukuki işlemlerin karşı tarafının seçiminin nesnel ölçütlere
bağlanmaması; Fonun bünyesindeki değerlerin rayiç bedelinden daha düşük bir
meblağ üzerinden işlem görmesine neden olabilecektir. Halbuki 6741 sayılı
Kanun’un 1. maddesi gereğince Fonun ihdas edilmesindeki amaç sermaye
piyasalarında araç çeşitliliği ve derinliğine katkı sağlamak, yurtiçinde kamuya
ait olan varlıkları ekonomiye kazandırmak, dış kaynak temin etmek, stratejik,
büyük ölçekli yatırımlara iştirak etmektir. İptali talep edilen ibare, 6741
sayılı Kanun’un amacıyla uyum içinde değildir. Başka bir anlatımla Şirket ve
Türkiye Varlık Fonunun (ile diğerlerinin) büyük meblağlar mukabilinde yapacağı
faaliyetler için rekabetçi piyasa koşullarının hazırlanamaması ve sürekli aynı
firmalar lehine söz konusu hukuki işlemlerin sonuçlanabilmesi; bu faaliyetlerin
ilgili olduğu sektörlerin tekelleşmesine, (kamuya ait değerleri kullanan)
Şirket ve Türkiye Varlık Fonunun (ile diğerlerinin) mali bakımdan zarara
uğramasına ve dolayısıyla kişilerin ve toplumun refah düzeyinin düşmesine neden
olacağından; iptali talep edilen ibare, Anayasa’nın 5 ve 167. maddelerine de
aykırıdır.
g)Uluslararası andlaşmaların iç hukuka etkisi bakımından:
Anayasa’nın 90. maddesine göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin usulüne göre
yürürlüğe konmuş uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı koruyucu,
kullanımını genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar hiyerarşisinde
kanunun üstündedir. İptali talep edilen ibare, adil yargılanma hakkına ilişkin
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesini ihlal ettiğinden Anayasa’nın
90. maddesine de aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle 7407 sayılı Kanun’un 14. maddesiyle 19.08.2016
tarihli ve 6741 sayılı Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketinin Kurulması
ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 8. maddesinin
değiştirilen dördüncü fıkrasında yer alan ‘‘tabi değildir’’ ibaresi, Anayasa’nın
Başlangıç bölümüne, 2, 5, 6, 7, 10, 13, 14, 36, 40, 48, 90, 104, 123, 125 ve
167. maddelerine aykırıdır; anılan ibarenin iptali gerekir.
b) 26.05.2022 tarihli ve 7407 sayılı Bankacılık Kanunu ile Bazı
Kanunlarda ve 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 14. maddesiyle 19.08.2016 tarihli ve 6741 sayılı Türkiye Varlık Fonu
Yönetimi Anonim Şirketinin Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun’un 8. maddesinin beşinci fıkrasına eklenen cümlede yer alan ‘‘uygulanmaz’’
ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
7407 sayılı Kanun’un 14. maddesiyle 6741 sayılı Kanun’un 8.
maddesinin beşinci fıkrasına cümle eklenmiştir. Buna göre Şirketin (Türkiye
Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketi), Türkiye Varlık Fonunun veya bunlar
tarafından hakim hissedar olarak kurulan ve kurulacak şirketlerin veya alt
fonların; kurucusu olduğu veya bedellerini ödemek suretiyle sermayesinin ya da
katılım paylarının yarısından fazlasına sahip olduğu şirketler, alt fonlar ve
bunların bağlı ortaklıkları hakkında 6741 sayılı Kanun’un beşinci fıkrasındaki
Kanunlardan 6362 sayılı Kanun ile 4054 sayılı Kanun haricindekiler
uygulanmayacaktır. Ancak iptali talep edilen ibareyle Şirketin (Türkiye Varlık
Fonu Yönetimi Anonim Şirketi), Türkiye Varlık Fonunun veya bunlar tarafından
hakim hissedar olarak kurulan ve kurulacak şirketlerin veya alt fonların;
kurucusu olduğu veya bedellerini ödemek suretiyle sermayesinin ya da katılım
paylarının yarısından fazlasına sahip olduğu şirketler, alt fonlar ve bunların
bağlı ortaklıkları hakkında beşinci fıkradaki Kanunlardan 6362 sayılı Sermaye
Piyasası Kanunu ile 4054 sayılı Rekabetin Korunması Hakkında Kanun
haricindekilerin uygulanmaması, Anayasa’ya aykırıdır.
6741 sayılı Kanun’un 8. maddesinin beşinci fıkrası:
‘‘3/12/2010 tarihli ve 6085 sayılı Sayıştay Kanunu, 6362 sayılı
Kanun ile bu Kanun uyarınca yürürlüğe konulan ikincil mevzuat, 8/6/1984 tarihli
ve 233 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname,
22/1/1990 tarihli ve 399 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Personel Rejiminin
Düzenlenmesi ve 233 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Bazı Maddelerinin
Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname, 14/7/1965 tarihli ve
657 sayılı Devlet Memurları Kanunu, 4/7/2001 tarihli ve 631 sayılı Memurlar ve
Diğer Kamu Görevlilerinin Mali ve Sosyal Haklarında Düzenlemeler ile Bazı Kanun
ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde
Kararname, 13/12/1983 tarihli ve 190 sayılı Genel Kadro ve Usulü Hakkında Kanun
Hükmünde Kararname, 18/5/1994 tarihli ve 527 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu
Görevlileri ile İlgili Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname, 10/2/1954 tarihli ve 6245 sayılı
Harcırah Kanunu, 2/4/1987 tarihli ve 3346 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri ile
Fonların Türkiye Büyük Millet Meclisince Denetlenmesinin Düzenlenmesi Hakkında
Kanun, 4/1/2002 tarihli ve 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu, 5/1/2002 tarihli ve
4735 sayılı Kamu İhale Sözleşmeleri Kanunu, 8/9/1983 tarihli ve 2886 sayılı
Devlet İhale Kanunu, 5/1/1961 tarihli ve 237 sayılı Taşıt Kanunu, 9/11/1983
tarihli ve 2946 sayılı Kamu Konutları Kanunu, 2/1/1961 tarihli ve 195 sayılı
Basın-İlân Kurumu Teşkiline Dair Kanun, 7/12/1994 tarihli ve 4054 sayılı Rekabetin
Korunması Hakkında Kanun, 24/11/1994 tarihli ve 4046 sayılı Özelleştirme
Uygulamaları Hakkında Kanun ile bunların ek ve değişikliklerine ilişkin
hükümler Türkiye Varlık Fonu ve Şirket ile alt fonlar ve Şirket veya Türkiye
Varlık Fonu tarafından hakim hissedar olarak kurulan diğer şirketler hakkında
uygulanmaz.’’
şeklindedir. O halde iptali talep edilen ibareyle Şirketin,
Türkiye Varlık Fonunun veya bunlar tarafından hakim hissedar olarak kurulan ve
kurulacak şirketlerin veya alt fonların; kurucusu olduğu veya bedellerini
ödemek suretiyle sermayesinin ya da katılım paylarının yarısından fazlasına
sahip olduğu şirketler, alt fonlar ve bunların bağlı ortaklıkları hakkında 6085
sayılı Sayıştay Kanunu, 233 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Hakkında Kanun
Hükmünde Kararname, 399 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Personel Rejiminin
Düzenlenmesi ve 233 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Bazı Maddelerinin
Yürürlükten Kaldırılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname, 657 sayılı Devlet
Memurları Kanunu, 631 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Mali ve
Sosyal Haklarında Düzenlemeler ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, 190 sayılı Genel Kadro
ve Usulü Hakkında Kanun Hükmünde Kararname, 527 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu
Görevlileri ile İlgili Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun Hükmünde Kararname, 6245 sayılı Harcırah Kanunu, 3346
sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri ile Fonların Türkiye Büyük Millet Meclisince
Denetlenmesinin Düzenlenmesi Hakkında Kanun, 4734 sayılı Kamu İhale Kanunu,
4735 sayılı Kamu İhale Sözleşmeleri Kanunu, 2886 sayılı Devlet İhale Kanunu,
237 sayılı Taşıt Kanunu, 2946 sayılı Kamu Konutları Kanunu, 195 sayılı
Basın-İlân Kurumu Teşkiline Dair Kanun, 4046 sayılı Özelleştirme Uygulamaları
Hakkında Kanun ile bunların ek ve değişikliklerine ilişkin hükümler
uygulanmayacaktır. Halbuki Şirketin, Türkiye Varlık Fonunun veya bunlar
tarafından hakim hissedar olarak kurulan ve kurulacak şirketlerin veya alt
fonların; kurucusu olduğu veya bedellerini ödemek suretiyle sermayesinin ya da
katılım paylarının yarısından fazlasına sahip olduğu şirketler, alt fonlar ve
bunların bağlı ortaklıklarının (sayılı hukuki öznelerin) faaliyetlerini, anılan
Kanunların öngördüğü (Anayasal ilkelerin tecessüm ettiği) usul ve esaslar
dahilinde yürütülmesi gerekmektedir. Ancak iptali talep edilen ibare, söz
konusu faaliyetlerin anılan normatif çerçeve içinde yürütülmesine engeldir.
Başka bir anlatımla sayılı hukuki öznelerin anılan Kanunlardan istisna
edilmesi, hukuka aykırıdır.
a)Kamu yararı ilkesi ve hukuk devleti bakımından: İptali talep
edilen ibare, öncelikle Anayasa’nın hukuk devleti ilkesini öngören 2. maddesine
aykırıdır. Zira anılan Kanunların amacı genel olarak saydamlığı, rekabeti, eşit
muameleyi, güvenirliği, gizliliği, hesap verilebilirliği, TBMM ve kamuoyu
denetimini, ihtiyaçların uygun şartlarla ve zamanında karşılanmasını ve
kaynakların verimli kullanılmasını, özerk bir tarzda ve ekonominin kurallarına
uygun olarak yönetilmelerini, ekonomik gereklere uygun olarak verimlilik ve
karlılık ilkeleri doğrultusunda kendi aralarında ve milli ekonomi ile uyum
içinde çalışarak sermaye birikimine yardım etmelerini ve bu suretle daha fazla
yatırım kaynağı yaratmalarını, kendilerine verilen görev ve kamu hizmetlerini
ekonomik ve sosyal gereklere uygun olarak verimlilik ilkesi doğrultusunda
yürütmelerini, kamu giderlerinin azalmasını, Hazine’ye ait taşınmazları
değerlendirilmesini, kamuya gelir elde edilmesini, kamu konutlarının -
taşıtların verimli kullanımını, bünyelerinde istihdam edilecek personel
rejiminin - harcıraha ilişkin usul ve esasların düzenlenmesini vd.
sağlamaktadır. Sayılı hukuki özneleri, anılan Kanunlardan dolayısıyla sayılı
ilkelerden vareste tutmakta, (hukuk devleti ilkesinin ögelerinden olan) kamu
yararı yoktur.
Şirketin, Türkiye Varlık Fonunun veya bunlar tarafından hakim
hissedar olarak kurulan ve kurulacak şirketlerin veya alt fonların; kurucusu
olduğu veya bedellerini ödemek suretiyle sermayesinin ya da katılım paylarının
yarısından fazlasına sahip olduğu şirketler, alt fonlar ve bunların bağlı
ortaklıklarının faaliyetlerinin etkin, verimli, şeffaf, dürüst, hesap
verilebilir, ekonomik şekilde yürütülmesi gerekir. Ancak bu istisna hükmü, kamu
yararını gerçekleştirmeye yönelik sayılı ilkeleri, kaynakların etkin
kullanımına ilişkin güvenceleri dışarıda bırakmaktadır. Diğer bir deyişle
iptali talep edilen ibare, sayılı hukuki öznelerin faaliyetlerinin, kamu yararı
ilkesine taban tabana zıt şekilde, ranta açık hale gelmesine neden
olabilecektir.
Anayasa Mahkemesi’nin de birçok kararında (söz gelimi Anayasa
Mahkemesi’nin 13.01.2016 tarihli ve 2015/60 E.; 2016/2 K. sayılı Kararı, § 8;
28.12.2017 tarihli ve 2016/150 E.; 2017/179 K. sayılı Kararı, § 158-161) işaret
ettiği üzere; elbette sayılı hukuki öznelerin anılan Kanunlara tabi olacağını
zorunlu kılan bir Anayasa kuralı bulunmadığından, kanun koyucunun sayılı hukuki
özneler yönünden farklı usuller benimsemesinde Anayasal açıdan bir engel
yoktur. Ancak sayılı hukuki özneler, anılan Kanunlarda öngörülen saydamlık,
rekabet, eşit muamele, güvenirlilik, gizlilik, verimlilik vb. esas alınarak
belirlenen usullerin dışına çıkarılırken; hukuk devleti ilkesinin bir gereği
olan kamu yararı amacı gözetilmelidir. Diğer bir deyişle Anayasa’nın 2.
maddesindeki hukuk devleti ilkesi gereğince, yasama işlemlerinin kişisel
yararları değil kamu yararını gerçekleştirmek amacıyla yapılması zorunludur
(Anayasa Mahkemesi’nin 17. 06. 2015 karar tarihli ve 2014/179 E.; 2015/54 K. sayılı
Kararı).
Şu halde;
1) Kanun koyucu tarafından bu alanda yaratılan istisnanın;
saydamlık, rekabet, eşit muamele, güvenilirlik, gizlilik, verimlilik vb.
ilkelerinden istisnaen sapmayı haklı kılacak somut bir kamu yararı amacı
izlemesi,
2) Genel kuraldan ayrılırken, istisnai usule ilişkin çerçevenin,
öznel ve keyfî işlemelere engel olacak şekilde, kanunda çizilmesi
gerekir.
Başka bir anlatımla istisna hükümlerinin varlığı, Roma hukukuna
kadar dayanmaktadır. Nitekim ‘‘Bu kuralın dayanağını bulduğu, Roma hukukunda
genel hukuk kuralları veya genele ait olan hukuk (ius commune) karşısında; bu
kuralları ihlal eden, özel durumlar gereği yaratılan ve bu özel durumların
gerektirdiği menfaatleri gerçekleştirmeye hizmet eden hukuk kuralları da (ius
singularia) bulunmaktaydı. Digestada ius singularia, “genel kurallara aykırı
olarak, belirli bir menfaatin temini için kanun koyucunun otoritesi ile ihdas
edilen hukuk” şeklinde tanımlanmıştır (D. 1.3.16 Paul).’’ Sayılı hukuki
özneler, kamu yararına yönelik anılan Kanunlardan bağışık tutulmuştur. Her ne
kadar iptali talep edilen ibarenin yer aldığı fıkra hükmü bakımından ‘‘…satın
alınan şirketlerin kamu sermayeli şirketlere uygulanan mevzuata tabi olmamaları
ve özel sektörde rekabetlerine devam edebilmelerinin sağlanması
amaçlanmaktadır…’’ şeklindeki gerekçe ileri sürülse de; iptali istenen ibareyle
sayılı hukuki öznelerin anılan Kanunlardan bağışık tutulmasını haklı kılacak
herhangi bir somut kamu yararı ve kamu hizmeti gereği gösterilmemiştir ve
bulunmamaktadır. Başka bir anlatımla gerekçede gösterilen hedefin
gerçekleştirilmesini sağlamaya yönelik yegane yöntem, istisna hükmünün ihdas
edilmesi değildir. Bu nedenle, iptali istenen ibarenin kanun koyucunun takdir
yetkisi alanında olduğu kabul edilemez. İhtilaflı düzenleme, gerekli bir tedbir
oluşturmadığı gibi, bu şekilde, kamu yararına yönelik yürütülen sayılı hukuki
öznelerin faaliyetlerinin öznel ve keyfî ilişkilere terk edilme riskine yol
açma olasılığı da yüksektir. İptali istenilen ibare; sayılı hukuki özneleri anılan
Kanunlardan bağışık tutarken, söz konusu mevzuat uygulanmazken; kamu yararının
gerçekleştirilmesini sağlayacak alternatif güvenceler de öngörmemiştir. (Kaldı
ki 6741 sayılı Kanun’un 8. maddesinde yapılan tüm değişiklikler -söz gelimi
16.04.2020 tarihli ve 7244 sayılı Kanun’un 16. maddesiyle yapılan
değişiklikler-, muafiyet ve istisnanın kapsamını genişletmeye yönelik olup,
Türkiye Varlık Fonu veya Şirket ile herhangi bir hukuki ilişkiye giren tüm
şirketler için, anılan muafiyet ve istisna hükmü, kural haline
getirilmektedir.)
Belirtmek gerekir ki kanun koyucunun sayılı hukuki özneleri söz
konusu beşinci fıkrada yer alan 6362 ve 4054 sayılı Kanunlara tabi kılıp; diğer
Kanunlara tabi kılmamasında ne türden bir kamu yararı güttüğü de belirsizdir.
Kanun koyucu, söz konusu tüm Anayasal ilkeleri gözeterek sermaye piyasası ve
rekabetin korunması yönünden 6362 ve 4054 sayılı Kanunların güvencelerini temin
etmiş ve fakat haklı bir neden olmaksızın diğer iş ve işlemleri korumasız
bırakmıştır. Kaldı ki söz gelimi denetim, personel rejimi, ihalelerin yapımı da
sermaye piyasası ve rekabetin korunması kadar bir önemi haizdir; o halde
denetim, personel rejimi, ihalelerin yapımına vb. ilişkin temel Kanunların
gerekçesiz şekilde uygulanmamasının hüküm altına alınmasında bir kamu yararı
bulunmamaktadır. Öte yandan anılan Kanunların uygulama sahası; sayılı hukuki
öznelerin görev – yetki – sorumluluk alanında yürüteceği faaliyetlerin
neredeyse tamamını içermektedir. Sayılı hukuki öznelerin görev – yetki –
sorumluluk alanında yürüteceği faaliyetleri, bir yandan 6362 ve 4054 sayılı
Kanunlara tabi kılıp öte yandan söz konusu beşinci fıkradaki diğer Kanunlara
tabi kılmamak; sayılı hukuki öznelerin faaliyet gösterdiği sektörlerde tutarsız
şekilde kendine özgü bir rejimin doğmasına sebep olacaktır. Tüm bu nedenlerle
anılan ibare, Anayasa’nın 2. maddesine aykırıdır.
b)Hukuk devleti ilkesi, yasama yetkisinin devredilmezliği ve
idarenin kanuniliği ilkesi bakımından: 6741 sayılı Kanun’un 2. maddesinin
birinci fıkrasına göre Cumhurbaşkanlığına bağlı, ana faaliyet konusu bu Kanunla
belirtilen Türkiye Varlık Fonu ve alt fonların kurulması ve yönetimi olan,
profesyonel yönetim ilkelerine göre yönetilen, özel hukuk hükümlerine tabi
Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketi kurulmuştur. Anılan Kanun’un 3.
maddesinin birinci fıkrasına göre Şirketin yapısına ve işleyişine ilişkin usul
ve esaslar Cumhurbaşkanı tarafından belirlenir. O halde Şirketin, Türkiye
Varlık Fonunun veya bunlar tarafından hakim hissedar olarak kurulan ve
kurulacak şirketlerin veya alt fonların; kurucusu olduğu veya bedellerini
ödemek suretiyle sermayesinin ya da katılım paylarının yarısından fazlasına
sahip olduğu şirketler, alt fonlar ve bunların bağlı ortaklıkları; anılan
Kanunlardan bağışık tutulduğu için; sayılı hukuki öznelerin faaliyetlerinin
yürütülmesine ilişkin usul ve esasları, Cumhurbaşkanı belirleyecektir.
Bu belirleme işleminin, hiçbir kanuni kayıt, temel alınacak ilke
bütünü ve çerçeve getirilmeksizin (“Parti Başkanlığı yoluyla Devlet Başkanlığı
ve Yürütme” sıfatlarıyla) Cumhurbaşkanının sınırsız takdir yetkisine
bırakılması, Anayasa’nın 2, 7 ve 123. maddelerine aykırıdır.
Hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına
uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni
kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına
egemen kılan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına
saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa’ya ve hukuk
kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların
üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile
Anayasa’nın bulunduğu bilinci olan devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin 02.06.2009
tarihli ve 2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı Kararı). Hukuk devletinin ön
koşullarından olan hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir
olmasını, hukuki belirlilik ilkesi de kanun hükümlerinin şüpheye yer vermeyecek
şekilde açık, net, anlaşılabilir olmasını ve ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına
karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (bkz. AYM 9.2.2017, 2016/143
E.– 2017/23 K. par. 13; RG. 12.4.2017-30036) (Anayasa Mahkemesi’nin 04.05.2017
tarihli ve 2015/41 E.; 2017/98 K. sayılı Kararı). Başka bir deyişle, hukuk
devleti ilkesi gereğince, idareye davranışta bulunurken veya görevlerini yerine
getirirken belirli oranda hareket serbestliği sağlayan takdir yetkisinin
kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi biçimde gerçekleşemez; idarenin takdir
yetkisinin sınırları, keyfi işlem ve eylemleri önlemek amacıyla kanunla
çizilmelidir. Öte yandan; Anayasa’nın 123. maddesinde yer alan idarenin
kanuniliği ilkesinin iki boyutu bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin secundum
legem özelliğidir (kanuna dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin düzenleme
yetkisi kanundan kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intra legem özelliğidir
(kanuna aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve eylemleri
kanunun çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır.
Ancak iptali talep edilen ibarenin yer aldığı cümle hükmü,
sayılı hukuki öznelerin faaliyetlerinin yürütülmesine ilişkin hiçbir nesnel
ölçüt ve usul öngörmemektedir. Oysaki, anılan Kanunlar, sayılı hukuki öznelerin
faaliyetlerinin kanuna dayanarak ve aykırı olmadan yürütülebilmesi adına;
ayrıntılı hükümler ihtiva etmektedir. İptali talep edilen ibare; sayılı hukuki
öznelerin faaliyetlerinin yürütülmesini, anılan Kanunların güvence ve
öngörülebilirlik alanından çıkarmakta ve idarenin (tüm idari teşkilatın
makamına bağlı bulunduğu ve yürütme ve devleti temsil yetkilerinin bir kişide
birleştiği monist yapılı yürütme organının başı konumunda bulunan
Cumhurbaşkanının) sınırları belirsiz öznel ve keyfi düzenleme alanına
bırakmaktadır. Bu durum, faaliyetlerin öngörülemez biçimde yürütülmesine, diğer
bir deyişle sayılı hukuki öznelerin iş ve işlemlerinin denetimsiz ve verimsiz
bir şekilde yapılmasına neden olacaktır. Bu nedenle kamuya ait (Zira 6741
sayılı Kanun’un kuruluş amacı, 1. maddesi uyarınca, yurtiçinde kamuya ait olan
varlıkları ekonomiye kazandırmaktır.) nakdi kaynakların hukuki belirlilik
ilkesine uygun ve kanunilik ilkesi çerçevesinde verimli harcanmasını bertaraf
eden, sayılı hukuki özneler ile hukuki işlem yapmaya talip özel teşebbüsler
bakımından bir güvenlik ve öngörülebilirlik sağlamayan ve normlar hiyerarşisine
uygun olmayan iptali talep edilen ibare, Anayasa’nın 2 ve 123. maddelerine
aykırıdır.
Buna ek olarak Anayasa’nın 7. maddesinde temelini bulan yasama
yetkisinin devredilmezliği ilkesine göre yasama yetkisi yalnız Türkiye Büyük
Millet Meclisi’ne aittir. Bu nedenle idareye düzenleme yetkisi veren bir yasa
kuralının temel ilkeleri ortaya koyması ve çerçeveyi çizmesi gerekir. Diğer bir
deyişle idareye sınırsız ve belirsiz bir düzenleme yetkisi bırakılamaz. Nitekim
idarenin düzenleme yetkisi; sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yasa
ile yetkilendirme, Anayasa’nın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamını
taşımamaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin 02.05.2008 tarihli ve 2005/68 E.;
2008/102 K. sayılı Kararı). İptali talep edilen ibareyle Şirketin, Türkiye
Varlık Fonunun veya bunlar tarafından hakim hissedar olarak kurulan ve
kurulacak şirketlerin veya alt fonların; kurucusu olduğu veya bedellerini
ödemek suretiyle sermayesinin ya da katılım paylarının yarısından fazlasına
sahip olduğu şirketler, alt fonlar ve bunların bağlı ortaklıklarının anılan
Kanunlardan bağışık tutulmasının ve (açıklandığı üzere) 6741 sayılı Kanun’un 2
ve 3. maddelerinin birinci fıkralarının delaletiyle; temel ilkeleri
belirlenmeksizin ve çerçevesi çizilmeksizin; idareye (tüm idari teşkilatın
makamına bağlı bulunduğu ve yürütme ve devleti temsil yetkilerinin bir kişide
birleştiği monist yapılı yürütme organının başı konumunda bulunan
Cumhurbaşkanına) sayılı hukuki öznelerin faaliyetlerinin yürütülmesine ilişkin
usul ve esasları belirleme yetkisi veren yasa hükmü, Anayasa’nın 7. maddesine
aykırılık oluşturur.
c)Eşitlik ilkesi, temel hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılmasının sınırları, teşebbüs hürriyeti bakımından: Anılan Kanunlar,
hem Şirketin, Türkiye Varlık Fonunun veya bunlar tarafından hakim hissedar
olarak kurulan ve kurulacak şirketlerin veya alt fonların; kurucusu olduğu veya
bedellerini ödemek suretiyle sermayesinin ya da katılım paylarının yarısından
fazlasına sahip olduğu şirketler, alt fonlar ve bunların bağlı ortaklıklarını
hem de bunlar ile yapılacak hukuki işlemlerin karşı tarafı olmayı talep
edenleri korumaktadır. Diğer bir deyişle anılan Kanunlar Şirketin, Türkiye
Varlık Fonunun veya bunlar tarafından hakim hissedar olarak kurulan ve
kurulacak şirketlerin veya alt fonların; kurucusu olduğu veya bedellerini
ödemek suretiyle sermayesinin ya da katılım paylarının yarısından fazlasına
sahip olduğu şirketler, alt fonlar ve bunların bağlı ortaklıklarının, bunların
var olduğu sektörlerdeki diğer özel teşebbüslerin ve bunlar ile yapılacak
hukuki işlemlerin karşı tarafı olmayı talep eden özel teşebbüslerin fırsat
eşitliği içinde rekabet edebilmesine olanak tanımaktadır. Bu durumun Anayasal
temeli, eşitlik ilkesi bağlamında teşebbüs hürriyetindedir. Zira Anayasa’nın 48.
maddesinin ikinci fıkrası uyarınca Devletin, özel teşebbüslerin güvenlik ve
kararlılık içinde çalışmasına yönelik tedbirleri almaya ilişkin pozitif
yükümlülüğü vardır ve Anayasa’nın 10. maddesi uyarınca Devlet, bu pozitif
yükümlülüğü her bir özel teşebbüs bakımından (benzer koşullar içinde olan,
özdeş nitelikte bulunanlar için) eşit şekilde yerine getirmekle mükelleftir.
Bir özel teşebbüs bakımından eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği
hususunun tespiti de, somut olayda benzer durumda olanlara ilişkin bir muamele
farklılığı yapmayı meşrulaştıracak ‘‘haklı neden’’in var olup olmadığına göre
yapılır. Ancak iptali talep edilen ibare ile sayılı hukuki öznelerin anılan
Kanunlardan bağışık tutulması ve bunlar bakımından kanun düzeyinde alternatif
usullerin belirlenmemesi, aynı şartları sağlayan iki özel teşebbüs arasında
idare tarafından kayırma/ayrımcılık yapılmasına neden olabileceğinden; anılan
ibare, Anayasa’nın 10 ve 48. maddelerine aykırıdır. Diğer bir deyişle Devletin
ihtilaflı kurala tabi olmayan bir alandaki bir özel teşebbüs bakımından pozitif
yükümlülüğünü yerine getirmesini ve fakat ihtilaflı kurala tabi alanda
konumlanan bir diğerini gözetmemesini; daha somut bir anlatımla, benzer
durumdaki özel teşebbüsler arasındaki muamele farklılığını haklı kılacak bir
nedenin temellendirilmesini sağlayacak nesnel bir ölçüt bulunmamaktadır. Yine
bu durumda, sayılı hukuki özneler ile hukuki işlem yapmaya talip iki teşebbüs,
eşitsiz bir uygulamayla karşı karşıya kalabilecek, ilgili sektörlerdeki mal ve
hizmet alımı, yapım işi vb. istikrarlı bir biçimde işleyemeyecektir. Ayrıca
iptali talep edilen ibare; kamu yararı barındırmadan, idarenin düzenleyici
işlemlerinin kanuni çerçevesini çizmeden, ayrımcı, öngörülemez ve keyfî işlem
ve eylemlere açık uygulamalara sebep olarak teşebbüs hürriyetini
sınırlandırdığından, bir başka deyişle yasallık ve gereklilik ölçütlerini
karşılamadığından; Anayasa’nın 13. maddesine de aykırıdır.
ç)Hak arama özgürlüğü, etkili başvuru hakkı, idarenin her türlü
eylem ve işleminin yargı denetimine tabi olması bakımından: İptali istenilen
ibareyle sayılı hukuki öznelerin anılan Kanunlardan bağışık tutulması; hak
arama özgürlüğünü düzenleyen Madde 36, etkili başvuru hakkını koruyan Madde 40
ve “İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu”nun açık olduğunu
öngören Madde 125’e aykırıdır.
Anayasa Mahkemesi bir kararında; ‘‘Anayasanın hak arama
özgürlüğüne ilişkin 36. maddesinde, herkesin meşru vasıta ve yollardan
faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak iddia ve
savunma ile adil yargılanma hakkına sahip bulunduğu belirtilmiştir. Maddeyle
güvence altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü, kendisi bir temel hak
niteliği taşımanın ötesinde, diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde
yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden
birini oluşturmaktadır. Kişinin uğradığı bir haksızlığa veya zarara karşı
kendisini savunabilmesinin ya da maruz kaldığı haksız bir uygulama veya işleme
karşı haklılığını ileri sürüp kanıtlayabilmesinin, zararını giderebilmesinin en
etkili ve güvenceli yolu, yargı mercileri önünde dava hakkını
kullanabilmesidir. Kişilere yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması adil
yargılamanın ön koşulunu oluşturur. Anayasa'nın 40. maddesinde; 'Anayasa ile
tanınmış hak ve hürriyetleri ihlâl edilen herkes, yetkili makama
geciktirilmeden başvurma imkânının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir.
Devlet, işlemlerinde, ilgili kişilerin hangi kanun yolları ve mercilere
başvuracağını ve sürelerini belirtmek zorundadır...' … denilmektedir.’’
şeklinde hüküm kurmuştur (Anayasa Mahkemesi’nin 25.06.2009 tarihli ve 2008/30
E.; 2009/96 K. sayılı Kararı). Buna ilave olarak Anayasa’nın 125. maddesine
göre idarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıktır.
Ancak sayılı hukuki özneleri sayılı Kanunların kapsamı dışında
bırakmak; bu faaliyetler dolayısıyla hakları ihlal edilenlerin (söz gelimi
ihaleye teklif sunanın 4734 sayılı Kanun’da öngörülen idareye şikayet usulüne,
Kamu İhale Kurumu’na itirazen şikayet usulüne başvuramaması, kamu ihalesi
aşamaları sırasında gerçekleşen eylem ve işlemleri idari yargı huzuruna
taşıyamaması, ihale işlemlerinin hazırlanması, yürütülmesi ve sonuçlandırılması
sırasında yapılan yasaklı fiil ve davranışlara yönelik yasal yollara
başvurulamaması; 4735 sayılı Kanun’da öngörülen sözleşme uygulamalarına yönelik
itiraz başvurularının yapılamaması; ve anlaşmazlıkların çözüm usullerinin
işletilememesi; Yüksek Fen Kurulu’na başvurulamaması nedeniyle) hak arama
özgürlüğüne ve etkili başvuru hakkına halel getirecek ve (söz gelimi Kamu İhale
Kurumu incelemesinin yapılamaması, Kamu İhale Kurumu kararları üzerinden
ihalelerin yargısal denetimine ve görevlilerin sorumluluğuna başvurulamaması
nedeniyle) idarenin her türlü eylem ve işlemlerinin yargı denetimine tabi
olduğu kuralını ihlal edecektir. Bu nedenle iptali talep edilen ibare,
Anayasa’nın 36, 40 ve 125. maddelerine de aykırıdır.
d) Sınırlandırma yetkisinin kötüye kullanılması nedeniyle
Anayasa’nın 14. maddesi bakımından: Anayasa’nın 14. maddesi temel hak ve
hürriyetlerin kötüye kullanılamamasını düzenlemektedir. Kaboğlu’na göre:
‘‘Bu düzenleme biçimiyle, temel hak ve özgürlüklerin
kullanılması ile maddede sözü edilen eylemler arasında açık ve yakın bir
nedensellik ilişkisi bulunduğu takdirde ancak 14. maddede yazılı amaçları
gerçekleştirmek için kötüye kullanılmış sayılabilmelidir. ‘‘Yok etmeye yönelik
faaliyette bulunma’’ deyimi açıkça bir eylemi ifade ettiğinden, belli bir
özgürlüğün yok edilmesi ile söz konusu eylem arasında açık ve doğrudan bir ilişkinin,
yani nedensellik bağının bulunması gerekir. ‘‘Hak kaybı’’ yerine ‘‘yasayla
belirlenecek yaptırımları öngören’’ (cezalar) öngören madde 14’ün ilk şekli,
özellikle yeni düzenleme şekliyle en azından 2. fıkra bakımından İHAS’ın 17.
maddesiyle uyumlu hale getirildi. Devlete, yok etme yasağı ve sınırlama ölçüsü
yönünden yükümlülük getirmesi, Sözleşme ile uyum kaygısını yansıtmaktadır.’’
Başka bir anlatımla Anayasa’nın 14. maddesinin ikinci fıkrası
uyarınca Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla
tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasa’da belirtilenden
daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı
mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz. Anılan maddenin üçüncü fıkrası uyarınca bu
hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler,
kanunla düzenlenir. Ancak iptali talep edilen kuralla; Anayasa’nın 14.
maddesinin ikinci fıkrasının aksine Cumhurbaşkanına tanınan yetkiler, geniş bir
yelpazeye yayılmakla birlikte, kendilerine aykırılık oluşturduğu kurallar ve
hak-özgürlükler çerçevesini aşmaktadır. Diğer bir deyişle Cumhurbaşkanına
tanınan yetkiler, ilgili hak ve özgürlükleri, “Anayasada belirtilenden daha
geniş şekilde sınırlandırılması” sonucunu doğurduğundan; bunun yaptırımı
(Anayasa’nın 14. maddesinin üçüncü fıkrası mucibince), iptali istenen kuralın
AYM tarafından iptalidir. Kanun koyucu, Cumhurbaşkanına çok geniş yetkiler
tanımak suretiyle; Cumhurbaşkanı tarafından anılan temel hak ve hürriyetlerin
yok edilmesine veya Anayasa’da belirtilenden daha geniş şekilde
sınırlandırılmasına imkan verdiğinden; ihtilaflı kural, Anayasa’nın 14.
maddesine aykırı olup iptali gerekir.
e)Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 6 ve 104. maddelerine
aykırılık: Anayasa’nın 104. maddesinde, Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri
sayılmıştır. Bu görev ve yetkiler arasında ‘‘Şirketin, Türkiye Varlık Fonunun
veya bunlar tarafından hakim hissedar olarak kurulan ve kurulacak şirketlerin
veya alt fonların; kurucusu olduğu veya bedellerini ödemek suretiyle
sermayesinin ya da katılım paylarının yarısından fazlasına sahip olduğu
şirketler, alt fonlar ve bunların bağlı ortaklıklarının faaliyetlerinin
yürütülmesine ilişkin usul ve esasları belirleme’’ görev ve yetkisi sayılmadığı
gibi; bu türden düzenlemeleri yapmayı dayandırabileceği (Anayasa’nın 104.
maddesinde) bir hüküm de bulunmamaktadır. Yasama organı, görevi ve yetkisi
dahilinde olmayan bir konuda Cumhurbaşkanını yetkilendirmek suretiyle;
Anayasa’nın Başlangıç bölümünde yer alan kuvvetler ayrılığı ilkesini ve 6.
maddesinde yer alan hiçbir organın kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet
yetkisi kullanamamasına yönelik hükmü ve 104. maddesini ihlal etmiştir. Kaldı
ki Anayasa’nın 104. maddesinin 17. fıkrasının ‘‘Anayasanın ikinci kısmının
birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve
ödevleriyle dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevler Cumhurbaşkanlığı
kararnamesiyle düzenlenemez.’’ şeklindeki ikinci cümlesi uyarınca; iptali talep
edilen ibarenin işaret ettiği anılan Kanunların adil yargılanma hakkının (ve
teşebbüs hürriyetinin) kapsamında kaldığı gözetildiğinde; Cumhurbaşkanı
tarafından bu hususlarda Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi de çıkarılamaz. Bu
nedenlerle iptali talep edilen ibare, Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 6 ve 104.
maddelerine aykırıdır.
f)Para kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının düzenlenmesi
bakımından: ‘‘Anayasa'nın 167. maddesinin ilk fıkrasında; 'Devlet, para, kredi,
sermaye, mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı
ve geliştirici tedbirleri alır; piyasalarda fiilî veya anlaşma sonucu doğacak
tekelleşme ve kartelleşmeyi önler.' denilmektedir. Maddede yalnız, tekelleşme
değil, tekel oluşturmayan üretim ve hizmet kuruluşlarının 'fiyat anlaşmaları',
'coğrafi bölge paylaşma' ve 'benzeri suretle' gerçekleştirilecek kartelleşme de
yasaklanmış; Devlet, bunu engelleyici önlemleri almakla yükümlü tutulmuştur.
Böylece rekabetin ortadan kaldırılması, tekellerin ve kartellerin fiyatları
oluşturması ve etkilemesi önlenmek istenmiştir. Devletin tekelleşmeyi ve
kartelleşmeyi önlemek görevi, temelde tüketiciyi koruma amacı gütmektedir. Bu
da ancak, tekelleşme ve kartelleşmelerin önlenerek özgür rekabet ortamının
sağlanması ile güvenceye alınabilir. Piyasa ekonomisinin etkinliği, serbest
rekabet koşullarının varlığına bağlıdır. Tekelleşmeye veya kartelleşmeye olanak
veren ortamlarda piyasa ekonomisi etkinliğini yitirir. Bu nedenle, yasal
düzenlemelerde, tekelleşme ve kartelleşmeyi önlemeye, dolayısıyla bireyleri ve
toplumu korumaya yönelik kuralların bulunması zorunludur. Bu husus, Anayasa'nın
5. maddesindeki Devlet'in 'kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu
sağlamak' görevleri ile de doğrudan ilgilidir’’ (Anayasa Mahkemesi’nin
16.06.2011 tarihli ve 2009/9 E.; 2011/103 K. sayılı Kararı). Öte yandan
‘‘Anayasa'nın 167. maddesinin ikinci fıkrasının vermiş olduğu yetkiye dayanarak
Yasama Organı, "dış ticaretin düzenlenmesini yürütme organına bırakmıştır.
O halde, Bakanlar Kurulu, Anayasa'ya uygun olmak koşuluyla bu konunun
çerçevesini, genel esaslarını, temel yönlerini ve ayrıntılarını tümüyle
düzenleme yetkisine sahiptir.’’ (Anayasa Mahkemesi’nin 11.01.1985 tarihli ve
1984/6 E.; 1985/1 K. sayılı Kararı).
Ancak sayılı hukuki özneleri anılan Kanunlardan vareste tutmak, sayılı
hukuki öznelerin yürüttüğü faaliyetlere ilişkin sektörlerde, söz gelimi mal ve
hizmet alımlarının, yapım işlerinin vb.’nin rekabet içinde yapılamamasına ve
kamu yararına aykırı şekilde belli özel teşebbüslerin himaye edilmesine neden
olacaktır. Başka bir anlatımla sayılı hukuki özneler, anılan Kanunlardan
bağışık tutulmasına rağmen; anılan Kanunların ratio legis’ine eşdeğer
alternatif bir kanuni usul ihdas edilmeyerek; sayılı hukuki özneler tarafından
yürütülecek faaliyetler, hiçbir kanuni kayda tabi olmayan idari işlemlerin
konusu yapılmıştır. Vareste tutulacak hükümlerin ekonomik etkisi, hukuki
işlemlerin karşı tarafının seçiminin nesnel ölçütlere bağlanmaması; Fonun
bünyesindeki değerlerin rayiç bedelinden daha düşük bir meblağ üzerinden işlem
görmesine neden olabilecektir. Halbuki 6741 sayılı Kanun’un 1. maddesi
gereğince Fonun ihdas edilmesindeki amaç sermaye piyasalarında araç çeşitliliği
ve derinliğine katkı sağlamak, yurtiçinde kamuya ait olan varlıkları ekonomiye
kazandırmak, dış kaynak temin etmek, stratejik, büyük ölçekli yatırımlara
iştirak etmektir. İptali talep edilen ibare, 6741 sayılı Kanun’un amacıyla uyum
içinde değildir. Başka bir anlatımla sayılı hukuki öznelerin büyük meblağlar
mukabilinde yapacağı faaliyetler için rekabetçi piyasa koşullarının
hazırlanamaması ve sürekli aynı firmalar lehine söz konusu hukuki işlemlerin
sonuçlanabilmesi; bu faaliyetlerin ilgili olduğu sektörlerin tekelleşmesine,
(kamuya ait değerleri kullanan) sayılı hukuki öznelerin mali bakımdan zarara
uğramasına ve dolayısıyla kişilerin ve toplumun refah düzeyinin düşmesine neden
olacağından; iptali talep edilen ibare, Anayasa’nın 5 ve 167. maddelerine de
aykırıdır.
g)Demokratik hukuk devleti ilkesi ve denetim bakımından:
Anayasa’nın 160. maddesinde Sayıştay’ın, merkezi yönetim bütçesi kapsamındaki
kamu idareleri ile sosyal güvenlik kurumlarının bütün gelir ve giderleri ile
mallarını Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetlemek ve sorumluların hesap
ve işlemlerini kesin hükme bağlamak ve kanunlarla verilen inceleme, denetleme
ve hükme bağlama işlerini yapmakla görevli olduğu; 165. maddesinde ise
sermayesinin yarısından fazlası doğrudan doğruya veya dolaylı olarak Devlete
ait olan kamu kuruluş ve ortaklıklarının Türkiye Büyük Millet Meclisince
denetlenmesi esaslarının kanunla düzenleneceği hüküm altına alınmıştır.
İptali talep edilen ibareyle Şirketin, Türkiye Varlık Fonunun
veya bunlar tarafından hakim hissedar olarak kurulan ve kurulacak şirketlerin
veya alt fonların; kurucusu olduğu veya bedellerini ödemek suretiyle
sermayesinin ya da katılım paylarının yarısından fazlasına sahip olduğu
şirketler, alt fonlar ve bunların bağlı ortaklıkları, hem 6085 sayılı Sayıştay
Kanunu’ndan hem de 3346 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri ile Fonların Türkiye
Büyük Millet Meclisince Denetlenmesinin Düzenlenmesi Hakkında Kanun’dan vareste
tutulmuştur. O halde kanun koyucu, sayılı hukuki öznelerin anılan Kanunlar
kapsamındaki denetime tabi olduğunu zımnen kabul etmiş ve fakat iptali talep
edilen ibareyle sayılı hukuki özneleri, alternatif denetim usulü öngörmeksizin,
anılan Kanunlara tabi olmaktan çıkarmıştır.
Halbuki Anayasa Mahkemesi bir kararında:
‘‘209. 6085 sayılı Kanun'un 4. maddesinde, Sayıştayın denetimine
tabi kurum ve kuruluşlar arasında, özel kanunlar ile kurulmuş anonim
ortaklıklar ile maddenin (a) bendinde sayılan idarelere bağlı veya bu
idarelerin kurdukları veya doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak bunların ortak
oldukları her çeşit idare, kuruluş, müessese, birlik, işletme ve şirketler de
sayılmış, ancak dava konusu ibarelerle anılan bu kuruluşların Sayıştay tarafından
denetlenebilmesi için bunların sermayesindeki kamu payının % 50'den fazla
olması kuralına yer verilerek Sayıştayın bu kuruluşlara ilişkin denetim yetkisi
sınırlandırılmıştır.
210. Anayasa'nın "Sayıştay" başlıklı 160. maddesinin
birinci fıkrasının ilk cümlesinde " Sayıştay, merkezi yönetim bütçesi
kapsamındaki kamu idareleri ile sosyal güvenlik kurumlarının bütün gelir ve
giderleri ile mallarını Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetlemek ve
sorumluların hesap ve işlemlerini kesin hükme bağlamak ve kanunlarla verilen
inceleme, denetleme ve hükme bağlama işlerini yapmakla görevlidir. "
denilmiş; üçüncü fıkrasında, " Mahalli idarelerin hesap ve işlemlerinin
denetimi ve kesin hükme bağlanması Sayıştay tarafından yapılır. " hükmüne
yer verilmiş; 2. maddesinde ise Türkiye Cumhuriyetinin demokratik bir hukuk
devleti olduğu vurgulanmıştır.
211. Buna göre, merkezi yönetim bütçesi kapsamındaki kamu
idareleri ve sosyal güvenlik kurumlarının bütün gelir ve giderleri ile
mallarının ve mahalli idarelerin hesap ve işlemlerinin denetimi ve kesin hükme
bağlanması görevlerinin, Türkiye Büyük Millet Meclisi adına Sayıştay tarafından
yerine getirilmesi gerekmektedir.
212. Anayasa'da, Sayıştay denetiminin kapsamı ve niteliğine
ilişkin herhangi bir hüküm bulunmamakla birlikte bu denetimin, demokrasinin
temel gereklerinden olan şeffaflık, saydamlık, yasamanın yürütmeyi denetleme
hakkı ve yürütmenin yasamaya ve halka hesap verme sorumluluğu anlayışına uygun
olarak yapılması gerektiği açıktır.
213. Kuvvetler ayrılığı esasına dayanan demokratik yönetim
biçiminde, yürütme organına gelir toplama ve harcama yetkisi tanıyan bütçelerin
yapımı, halkın temsilcilerinden oluşan yasama organının asli görevlerindendir.
Yasama organı açısından aynı zamanda bir hak olan bu görev, yürütmenin bütçe
ile ilgili işlemlerinin doğru, güvenilir ve kanunlara uygun bir şekilde
yürütülüp yürütülmediğinin denetimini de kaçınılmaz kılmaktadır. Bu bağlamda,
yasama organının, halk adına kamu gelirlerini toplama ve yine halk adına bu
gelirleri harcama konusunda yürütme organına sınırları belirlenmiş yetki
vermesi ve sonuçlarını denetlemesine "bütçe hakkı" denilmektedir.
Bütçe hakkı, vergi ve benzeri gelirlerle kamu harcamalarının çeşit ve miktarını
belirleme ve onaylama hakkıdır. Bu hak, demokratik parlamenter yönetim
sistemini benimsemiş olan ülkelerde, halk tarafından seçilen temsilcilerden
oluşan ve en yetkili organ olan yasama organına ait bulunmaktadır. Anayasa'nın
87., 160., 162. ve 164. maddelerine göre bütçe hakkı TBMM'nindir. Bütçe,
hükümetin Meclis'e karşı temel sorumluluk mekanizmasıdır. Meclis, bütçe ile
hükümete gelir toplama ve gider yapma yetkisi vermekte, bu yetkinin uygun
kullanılmasını da bütçe sürecinin bir parçası olan kesin hesap faaliyeti ile
denetlemektedir. Bütçe uygulamalarının denetimi görevi, bütçe işlemlerinin gün
geçtikçe nitelik ve nicelik itibariyle artması ve karmaşıklaşması nedeniyle
yasama organı adına tarafsız ve uzman kuruluşlar tarafından yerine
getirilmektedir. Ülkemizde de bu görev, Anayasa'nın 160. maddesiyle Sayıştaya
verilmiştir. Yasama organının, yürütme organı üzerindeki bütçe denetimi büyük
ölçüde Sayıştay tarafından yapılan bu denetimlere dayanmaktadır. Dolayısıyla,
yasama organının işlevini etkin ve sağlıklı bir biçimde yürütmesinde Sayıştay
denetiminin önemi yadsınamaz. Öte yandan, Sayıştay denetimi, demokratik devlet
ilkesinin bir gereği olarak yürütmenin, halka ve yasama organına hesap verme
sorumluluğunun işlevselleştirilmesinin en önemli araçlarındandır.
214. 6085 sayılı Kanun'un 4. maddesinde, Sayıştay'ın denetimine
tabi kurum ve kuruluşlar arasında, sermayesinde kamu payı bulunan ve özel
kanunlarla kurulmuş anonim ortaklıkları ile maddenin (a) bendinde sayılan
idarelere bağlı veya bu idarelerin kurdukları veya doğrudan doğruya ya da
dolaylı olarak bunların ortak oldukları her çeşit idare, kuruluş, müessese,
birlik, işletme ve şirketler de sayılmış olmasına rağmen dava konusu ibarelerle
anılan bu kuruluşların Sayıştay tarafından denetlenebilmesi için bunların
sermayesindeki kamu payının % 50'den fazla olması kuralına yer verilmektedir.
Bu durum, Sayıştayın anılan kamu kaynaklarının kullanımına ilişkin denetim
yetkisini ortadan kaldırmakta, dolayısıyla yasama organının yürütmenin bütçe
ile ilgili işlemlerini kanunlara uygun bir şekilde yürütüp yürütmediğini
denetleme imkânını sınırlayarak demokratik devlet ilkesine zarar vermektedir.
215. Açıklanan nedenlerle dava konusu ibareler, Anayasa'nın 2.
ve 160. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.’’
Değerlendirme, gerekçelendirme ve sonucuna (karar) varmıştır
(Anayasa Mahkemesi’nin 04.12.2014 tarihli ve 2013/114 E.; 2014/184 K. sayılı
Kararı). Anılan Anayasa Mahkemesi Kararı göz önüne alındığında; 6741 sayılı
Kanun’un ‘‘Türkiye Varlık Fonunun kaynakları ve finansman sağlanması’’ başlıklı
4. maddesi uyarınca kamu kaynaklarını kullanan Türkiye Varlık Fonu ve Şirket
ile alt fonlar ve Şirket veya Türkiye Varlık Fonu tarafından kurulan diğer
şirketlerin Sayıştay tarafından denetlenmesi gerekmektedir. (Nitekim 6085
sayılı Sayıştay Kanunu’nun 4. maddesinin birinci fıkrasının (ç) bendi de
‘‘Sayıştay, kamu idareleri bütçelerinde yer alıp almadığına bakılmaksızın özel
hesaplar dahil tüm kamu hesapları, fonları, kaynakları ve faaliyetlerini
denetler.’’ şeklindedir.)
Ancak Anayasa Mahkemesi bir başka kararında:
‘‘37. Dava konusu kuralla 3.12.2010 tarihli ve 6085 sayılı
Sayıştay Kanunu hükümleri, Türkiye Varlık Fonu ve Şirket ile alt fonlar ve
Şirket tarafından kurulan diğer şirketler hakkında uygulanmayacak kanunlar
arasında sayılmıştır.
38. Anayasa’nın “Sayıştay” başlıklı 160. maddesinin birinci
fıkrasının ilk cümlesinde “Sayıştay, merkezî yönetim bütçesi kapsamındaki kamu
idareleri ile sosyal güvenlik kurumlarının bütün gelir ve giderleri ile
mallarını Türkiye Büyük Millet Meclisi adına denetlemek ve sorumluların hesap
ve işlemlerini kesin hükme bağlamak ve kanunlarla verilen inceleme, denetleme
ve hükme bağlama işlerini yapmakla görevlidir…” hükmüne, üçüncü fıkrasında ise
“Mahallî idarelerin hesap ve işlemlerinin denetimi ve kesin hükme bağlanması
Sayıştay tarafından yapılır.” hükmüne yer verilmiştir.
39. Buna göre, merkezî yönetim bütçesi kapsamındaki kamu
idareleri ve sosyal güvenlik kurumlarının bütün gelir ve giderleriyle
mallarının ve mahallî idarelerin hesap ve işlemlerinin denetimi ve kesin hükme
bağlanması görevlerinin Sayıştay tarafından yerine getirilmesi anayasal bir
zorunluluk olup belirtilen idare ve kurumların Sayıştay tarafından denetlenmesi
görevini ortadan kaldıracak bir düzenleme yapılması mümkün değildir.
40. Sayıştayın belirtilen görevinin yanı sıra Anayasa’nın 160. maddesinin
birinci fıkrasının ilk cümlesinde ifade edildiği üzere “kanunlarla verilen
inceleme, denetleme ve hükme bağlama işlerini yapmakla görevli” olması
nedeniyle bu kapsamda Sayıştaya bir görev verilip verilmemesi konusunda kanun
koyucunun takdir yetkisine sahip olduğu açıktır.
41. Anayasa’nın 160. maddesinde belirtilen idare ve kuruluşlar
dışında kalan idare ve kuruluşlara ilişkin kamu kaynaklarının kamu yararına
yönelik olarak hukuka uygun bir şekilde kullanılıp kullanılmadığının
denetlenmesi de Anayasa’nın 2. maddesinde düzenlenen hukuk devletinin bir
gereği olmakla birlikte Anayasa’da bu denetimin hangi kurum aracılığıyla ve
hangi usullerle yapılacağı konusunda sınırlayıcı bir düzenleme bulunmamaktadır.
Dolayısıyla bu denetimin Sayıştay aracılığıyla yapılması zorunluluğu bulunmayıp
söz konusu denetimin hangi kurum aracılığıyla yaptırılacağı hususu kanun
koyucunun takdir yetkisi kapsamında kalmaktadır.
42. Anayasa Mahkemesinin 28.12.2016 tarihli ve E.2016/21,
K.2016/199 sayılı kararında da “Kanun koyucunun, Anayasa’nın 160. maddesinde
belirtilenler dışında kalan anılan nitelikteki ve sermayesinde belli bir
miktarda kamu payı bulunan şirketleri, bunların iştiraklerini ve bağlı
ortaklıklarını Sayıştay denetimine tabi kılıp kılmama, ayrıca Sayıştay denetimine
tabi kıldığı takdirde denetim yetkisinin kapsamını, yöntemini ve usulünü
belirleme konusunda takdir yetkisi bulunduğu açıktır” denilmek suretiyle kanun
koyucunun Anayasa’nın 160. maddesinde belirtilen kamu idare ve kurumları
dışında kalan kurum ve kuruluşların Sayıştay denetimine tabi olup olmamaları ve
denetimin kapsamı ile yöntemini belirleme konularında takdir yetkisine sahip
olduğu ifade edilmiştir.
43. Türkiye Varlık Fonu, 6741 sayılı Kanun’un amaç ve kapsamını
belirleyen 1. maddesinde ve genel gerekçesinde belirtildiği üzere sermaye
piyasalarında araç çeşitliliği ve derinliğine katkı sağlamak, yurt içinde
kamuya ait olan varlıkları ekonomiye kazandırmak, stratejik büyük ölçekli
yatırımlara iştirak etmek yanında yurt içi ve yurt dışında finansal risklerin
artmasıyla yaşanan ekonomik dalgalanma dönemlerinde, yabancı yatırımcıların
gerçekleştirdikleri fon çıkışlarının varlık fiyatlarında sert düşüşlere yol
açması ve yerli yatırımcıların spekülatif döviz talebinin artması, piyasalarda
likiditenin azalması ve finansal istikrara yönelik endişelere yol açması gibi
sorunları çözmek için finansal stres ortamında piyasalarda stabilize edici bir
görev üstlenerek, kamu fonlarının konsolide olarak yönetildiği, ülke
tasarruflarının büyüklüğünü ve gücünü görünür kılarak piyasalarda gerekli güven
ortamını yaratarak stratejik düzeyde Türk ekonomisini dışarıdan yönlendirilen
müdahalelere karşı kuvvetlenmesinde önemli rol üstlenmek, garanti mahiyetinde
bir fon olmak üzere kurulmuştur.
44. Bu amaçlar yanında 6741 sayılı Kanun’un genel gerekçesinde
ifade edildiği gibi Türkiye Varlık Fonunun kurulmasıyla büyüme oranına ilave
artış sağlanması, sermaye piyasalarının büyüme ve derinleşmesinin
hızlandırılması, bazı finans varlıklarının kullanımının yaygınlaşması,
yapılacak yatırımlarla ek istihdam sağlanması, savunma, havacılık ve yazılım
gibi teknoloji yoğun stratejik sektörlerdeki yerli şirketlerin sermaye ve proje
bazında desteklenmesi, küresel oyuncu olmalarının sağlanması, büyük alt yapı
projelerine kamu kesimi borcu artırılmadan finansman sağlanması, katılım
finansmanı sektör payının artırılması, arz güvenliğini sağlamak üzere Türkiye
için önem taşıyan doğal gaz ve petrol gibi yurt dışındaki stratejik sektörlere
kısıtlamalara bağlı olmadan doğrudan yatırım yapılabilmesi hedeflenmektedir.
45. Bu şekilde önemli finansal ve yapısal hedef ve beklentileri
olan Türkiye Varlık Fonu ve Şirket gerekçede ifade edildiği gibi 6102 sayılı
Türk Ticaret Kanunu hükümlerine tabi ancak bir devlet şirketi formunda, birçok
konuda muafiyet ve istisnalara sahip olarak özel bir statüde kurulmuştur. Kanun
koyucunun Türkiye Varlık Fonu ile anonim şirket statüsünü haiz kendine özgü bir
kuruluş olan Şirket hakkında söz konusu hedef ve beklentileri yerine getirirken
klasik yöntemlerin dışında farklı bir çalışma ve denetim usulü benimsediği
anlaşılmaktadır. Bu bağlamda Fon ve Şirket ile alt fon ve Şirket tarafından
kurulacak diğer şirketler, Anayasa’nın 160. maddesinde Sayıştay denetimi
öngörülen merkezî yönetim bütçesi kapsamındaki kamu idareleri ile sosyal
güvenlik kurumları arasında yer almadığı gibi aynı madde uyarınca bunlar
hakkında inceleme, denetleme ve hükme bağlama işleri de takdir yetkisi
kapsamında kanunla özel olarak da Sayıştaya verilmemiştir. Ayrıca söz konusu
Fon ve Şirkete genel bütçeden doğrudan bir kaynak aktarımı da yapılmadığı
dikkate alındığında özel bir statüye sahip olarak kurulan ve farklı bir çalışma
usulü öngörülen Türkiye Varlık Fonu ve Şirket ile alt fonlar ve diğer şirketler
hakkında 6085 sayılı Sayıştay Kanunu’nun uygulanmaması hakkında dava konusu
kuralın Anayasa’nın 160. maddesine aykırı bir yönü bulunmamaktadır.
46. Öte yandan Anayasa’nın 165. maddesinde “Sermayesinin
yarısından fazlası doğrudan doğruya veya dolaylı olarak Devlete ait olan kamu
kuruluş ve ortaklıklarının Türkiye Büyük Millet Meclisince denetlenmesi
esasları kanunla düzenlenir.” hükmü yer almaktadır. Devlet gelir ve giderleri
ile malları üzerinde denetimle ilgili olarak Anayasa’da Sayıştay denetimi
yanında kabul edilen diğer yöntem Anayasa’nın 165. maddesinde belirtildiği
üzere kanun gereğince kurulan ve denetimin Türkiye Büyük Millet Meclisi
tarafından yapılması öngörülen sistemle gerçekleştirilen denetimdir. Bu
bağlamda denetim bakımından tek yetkili organ Sayıştay değildir. Kanun koyucu
bazı durumlarda Sayıştaydan başka kurumlara da denetim görevini
verebilmektedir. Ancak Anayasa’nın 165. maddesi dikkate alındığında kurulacak
denetim sisteminin mutlaka Türkiye Büyük Millet Meclisi denetimini sağlayacak
bir nitelikte olması gerekmektedir.
47. Türkiye Varlık Fonu, Anayasa’nın 165. maddesi içinde sayılan
bir kamu kuruluşudur. 1961 Anayasası’nın 127. maddesinin son fıkrasında sadece
kamu iktisadi teşebbüslerinin Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından
denetlenmesi öngörülmüşken 1982 Anayasası’nın 165. maddesinde “Sermayesinin
yarısından fazlası doğrudan doğruya veya dolaylı Devlete ait olan kamu kuruluş
ve ortaklıklarının” denilerek kapsam genişletilmiştir. Nitekim maddenin Danışma
Meclisindeki gerekçesi aynen 1961 Anayasası’nda olduğu gibi “Kamu İktisadi
Teşebbüslerinin Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından denetlenmesi usul ve
esasları kanunla düzenlenmelidir” şeklinde iken madde, Millî Güvenlik
Konseyinde yapılan değişiklikle şimdiki durumunu almıştır. Bu gerekçede
“Payının yarısından fazlasına Devletin sahip olduğu kamu kuruluş ve
ortaklıklarının Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce, Yüksek Denetleme Kurulu
raporlarıyla, düzenlenecek diğer raporlar da esas alınarak denetlenmesine imkân
verecek şekilde madde yeniden düzenlenmiştir.” ifadelerine yer verilmiştir. Dolayısıyla
Anayasa’nın 165. maddesi “Kamu İktisadi Teşebbüsleri denetimi” başlığını
taşıyor ise de bütçe içi ya da bütçe dışı kamu kaynaklarından oluşan, tüzel
kişiliğe sahip ve bir kamu hizmeti yapmak üzere bir amaca tahsis edilen
fonların da Türkiye Büyük Millet Meclisince denetlenmesi gerektiği kuşkusuzdur.
Bu bağlamda Türkiye Varlık Fonu ile Türkiye Varlık Fonu bünyesinde kurulacak
alt fonların Türkiye Büyük Millet Meclisince denetlenmesi esasları da kanunla
düzenlenmesi gereken bir husustur.
48. 6741 sayılı Kanun’un “Denetim” başlıklı 6. maddesinde
Şirket, Şirket tarafından kurulacak diğer şirketler, Türkiye Varlık Fonu ve
Türkiye Varlık Fonu bünyesinde kurulacak alt fonların bağımsız denetime tabi
olduğu, Şirketin 6362 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu kapsamında kurumsal
yönetim düzenlemelerine uyacağı, Şirket ile Şirket tarafından kurulacak diğer
şirketlerin, Türkiye Varlık Fonu ve Türkiye Varlık Fonu bünyesinde kurulacak
alt fonların bağımsız denetimden geçmiş yıllık mali tabloları ile
faaliyetlerinin, Başbakan tarafından görevlendirilecek sermaye piyasaları,
finans, ekonomi, maliye, bankacılık, kalkınma alanlarında uzman en az üç
merkezî denetim elemanı tarafından bağımsız denetim standartları çerçevesinde
denetleneceği, denetim sonucunda hazırlanacak raporun her yıl haziran ayı
sonuna kadar Bakanlar Kuruluna sunulacağı, Şirketin, Şirket tarafından
kurulacak diğer şirketlerin, Türkiye Varlık Fonu ve Türkiye Varlık Fonu
bünyesinde kurulacak alt fonların bir önceki yıla ait mali tabloları ile
faaliyetlerinin, her yıl ekim ayında Türkiye Büyük Millet Meclisi Plan ve Bütçe
Komisyonu tarafından, 6. maddenin birinci ve ikinci fıkraları kapsamında
hazırlanan ve Başbakanlık tarafından gönderilen denetim raporları üzerinden
görüşülerek denetleneceği hüküm altına alınmıştır.
49. Öngörülen denetimin Türkiye Varlık Fonu ile bu Fon
bünyesinde kurulacak alt fonlar hakkında Türkiye Büyük Millet Meclisinin
denetimine yer verdiği, bu bağlamda Anayasa’nın 165. maddesinde belirtilen
Türkiye Büyük Millet Meclisince yapılacak denetimin esaslarının kanunla
düzenlendiği anlaşılmaktadır.
50. Ayrıca 6362 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu’nun başta 14.
maddesi olmak üzere diğer maddelerinde bağımsız denetime ilişkin ayrıntılı
düzenlemeler bulunmakta olup Şirket 6741 sayılı Kanun’un 6. maddesi gereğince
bu kapsamdaki kurumsal yönetim düzenlemelerine uyacaktır. Dolayısıyla dava
konusu kuralla Sayıştay denetiminin kapsamı dışına çıkarılan Fon ve Şirket ile
alt fon ve Şirket tarafından kurulacak diğer şirketlerin, gerek 6741 sayılı
Kanun gerekse diğer kanunlarda çok yönlü ve etkili olarak denetimlerinin
sağlanmasına yönelik ayrıntılı düzenlemelere yer verilmiş olduğundan denetim
dışı kaldıkları veya söz konusu denetimin yetersiz olduğu söylenemez. Bu
denetimlere ek olarak Anayasa’nın 160. maddesi gereğince Sayıştaya görev
verilmesi ve bu denetimin kapsamının belirlenmesi kanun koyucunun takdir
yetkisi içindedir. Bu bağlamda kanun koyucunun söz konusu Fon ve Şirket ile alt
fon ve Şirket tarafından kurulacak diğer şirketler bakımından Sayıştay denetimi
dışında ayrı bir denetim usulü öngörmesinde Anayasa’nın 2. maddesine aykırılık
bulunmamaktadır.
51. Açıklanan nedenlerle kural Anayasa’nın 2. ve 160.
maddelerine aykırı değildir. İptal talebinin reddi gerekir.’’
şeklindeki gerekçeyle kanun koyucu tarafından söz konusu Fon ve
Şirket ile alt fon ve Şirket tarafından kurulacak diğer şirketler bakımından
Sayıştay denetimi dışında ayrı bir denetim usulü öngörülmesine cevaz
verilmiştir (Anayasa Mahkemesi’nin 18.01.2018 tarihli ve 2016/180 E.; 2018/4 K.
sayılı Kararı). Ancak söz konusu 6. madde; Anayasa’nın 160 ve 165. maddelerinin
gereklerini karşılamamaktadır (Benzer yönde bkz.: Anayasa Mahkemesi’nin
18.01.2018 tarihli ve 2016/180 E.; 2018/4 K. sayılı Kararı hakkında Serruh
KALELİ’nin Karşıoyu, Osman Alifeyyaz PAKSÜT’ün Karşıoy Yazısı, Recep
KÖMÜRCÜ’nün Karşıoy Gerekçesi, Celal Mümtaz AKINCI’nın Karşıoy Gerekçesi). Yine
Anayasa Mahkemesi, 1961 Anayasası döneminde verdiği bir kararında: ‘‘933 sayılı
Yasaya göre ödünç verilecek paralar bütçede yer alıyor ise de, bunların aracı
kuruluşlara verilişinden sonraki evrede denetlenmesi Sayıştay Kanunu
hükümlerince artık Sayıştay'ın inceleme alanı dışında kalmaktadır. Demek ki
ödünç verilen paraların aracı kuruluşlarca yerinde kullanılmış olup olmadıkları
ve zamanında geri alınmış bulunup bulunmadıkları Türkiye Büyük Millet Meclisinin
Sayıştay aracılığıyle yapacağı denetimden kurtulmaktadır. Bu bakımdan incelenen
bentte düzenlenmiş bulunan ödünç verme kuralları, Anayasa'nın 127. maddesine dahi
aykırıdır.’’ şeklindeki temellendirmeyi kaleme almıştır (Anayasa Mahkemesi’nin
23, 24 ve 25.10.1969 tarihli ve 1967/41 E.; 1969/57 K. sayılı Kararı).
Kaldı ki 6. maddenin kapsama alanına (Şirket, Şirket tarafından
kurulacak diğer şirketler, Türkiye Varlık Fonu ve Türkiye Varlık Fonu
bünyesinde kurulacak alt fonlar), iptali talep edilen ibarenin yer aldığı
cümlede bulunan ‘‘Şirketin, Türkiye Varlık Fonunun veya bunlar tarafından hakim
hissedar olarak kurulan ve kurulacak şirketlerin veya alt fonların; kurucusu
olduğu veya bedellerini ödemek suretiyle sermayesinin ya da katılım paylarının
yarısından fazlasına sahip olduğu şirketler, alt fonlar ve bunların bağlı
ortaklıkları’’nın dahil olup olmadığı dahi belirsizdir. Nitekim, 6741 sayılı
Kanun’un ‘‘Denetim’’ başlıklı 6. maddesi:
‘‘(1) Şirket, Şirket tarafından kurulacak diğer şirketler, Türkiye
Varlık Fonu ve Türkiye Varlık Fonu bünyesinde kurulacak alt fonlar bağımsız
denetime tabidir. Şirket, 6362 sayılı Kanun kapsamında kurumsal yönetim
düzenlemelerine uyar.
(2) Şirket, Şirket tarafından kurulacak diğer şirketler, Türkiye
Varlık Fonu ve Türkiye Varlık Fonu bünyesinde kurulacak alt fonların bağımsız
denetimden geçmiş yıllık mali tabloları ile faaliyetleri, Cumhurbaşkanı
tarafından görevlendirilecek sermaye piyasaları, finans, ekonomi, maliye,
bankacılık, kalkınma alanlarında uzman en az üç merkezi denetim elemanı
tarafından bağımsız denetim standartları çerçevesinde denetlenir. Denetim
sonucunda hazırlanacak rapor her yıl ağustos ayı sonuna kadar Cumhurbaşkanına
sunulur.[6]
(3) Şirket, Şirket tarafından kurulacak diğer şirketler, Türkiye
Varlık Fonu ve Türkiye Varlık Fonu bünyesinde kurulacak alt fonların bir önceki
yıla ait mali tabloları ile faaliyetleri, her yıl ekim ayında Türkiye Büyük
Millet Meclisi Plan ve Bütçe Komisyonu tarafından, birinci ve ikinci fıkralar
kapsamında hazırlanan ve Cumhurbaşkanlığı tarafından gönderilen denetim
raporları üzerinden görüşülerek denetlenir.’’
şeklindedir. Öte yandan, 6. madde kapsamında yapılan
denetimlerde gecikme olması, denetime konu bilgi ve belgelerin ticari sır
olduğu iddia edilerek denetim elemanlarına verilmemesi, cezai sorumluluğun
doğmasına neden olabilecek eylemlerin tespit (ve dahi ihbar) edilememesi
uygulamada karşılaşılabilecek olasılıklardandır.
Sayılı hukuki öznelerin anılan Kanunların uygulama alanından
çıkarılması, demokratik hukuk devleti ilkesinin aksine; nihayetinde kamu
kaynaklarının kullanımının hukukilik ve verimlilik bakımından denetlenmesinin
önüne geçeceğinden; mali yönden hesap verilebilirliği olmayan mahfuz bir alan
yaratılacaktır. (Halbuki 6085 sayılı Sayıştay Kanunu’nun ratio legis’i
‘‘Dünyada kabul gören temel yaklaşım, tüm kamu fonlarının, kaynaklarının ve
faaliyetlerinin parlamento adına dış denetim görevi yapan sayıştaylar
tarafından denetlenmesidir.’’. ). Kaldı ki sayılı hukuki öznelerin
faaliyetlerinin denetlenmesini sağlayacak Anayasa’nın 160 ve 165. maddelerinin
öngördüğü bağlamda şekli ve maddi anlamda kanunilik ilkesinin gereklerini
karşılayacak yeni bir kanun hükmü de ihdas edilmemiştir. [Yukarıda belirtildiği
gibi 6741 sayılı Kanun’un 6. maddesinin kapsamında dahi, sayılı hukuki
öznelerin olup olmadığı tartışmalıdır. Kaldı ki söz konusu 6. madde;
Anayasa’nın 160 ve 165. maddelerinin gereklerini karşılamamaktadır (Benzer
yönde bkz.: Anayasa Mahkemesi’nin 18.01.2018 tarihli ve 2016/180 E.; 2018/4 K.
sayılı Kararı hakkında Serruh KALELİ’nin Karşıoyu, Osman Alifeyyaz PAKSÜT’ün
Karşıoy Yazısı, Recep KÖMÜRCÜ’nün Karşıoy Gerekçesi, Celal Mümtaz AKINCI’nın
Karşıoy Gerekçesi).]
Açıklandığı üzere sayılı hukuki özneler, Sayıştay tarafından
denetlenmelidir ancak bir an için sayılı hukuki öznelerin (Anayasa Madde 160
gereği) Sayıştay denetimine tabi olmadığı ileri sürülürse; muhakkak (Anayasa
Madde 165 gereği) Türkiye Büyük Millet Meclisince denetlenmesinin esasları
kanunla düzenlenmelidir. Ancak iptali talep edilen ibare, sayılı hukuki
öznelerin denetiminin nasıl yapılacağına ilişkin bir boşluk yaratmıştır. Oysa
hukuk devletinde hiçbir kamusal işlem ve eylem denetim dışı bırakılamaz. Bu
nedenlerle anılan ibare, Anayasa’nın 2, 160 ve 165. maddelerine aykırıdır.
ğ)Uluslararası andlaşmaların iç hukuka etkisi bakımından:
Anayasa’nın 90. maddesine göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin usulüne göre
yürürlüğe konmuş uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı koruyucu,
kullanımını genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar hiyerarşisinde
kanunun üstündedir. İptali talep edilen ibare, adil yargılanma hakkına ilişkin
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 6. maddesini ihlal ettiğinden Anayasa’nın
90. maddesine de aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle 7407 sayılı Kanun’un 14. maddesiyle 19.08.2016
tarihli ve 6741 sayılı Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketinin Kurulması
ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 8. maddesinin beşinci
fıkrasına eklenen cümlede yer alan ‘‘uygulanmaz’’ ibaresi, Anayasa’nın
Başlangıç bölümüne, 2, 5, 6, 7, 10, 13, 14, 36, 40, 48, 90, 104, 123, 125, 160,
165 ve 167. maddelerine aykırıdır; anılan ibarenin iptali gerekir.
4) 26.05.2022 tarihli ve 7407 sayılı Bankacılık Kanunu ile Bazı
Kanunlarda ve 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 16. maddesiyle 10.11.2016 tarihli ve 6758 sayılı Olağanüstü Hal
Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin
Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’un 19. maddesinin değiştirilen
sekizinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan ‘‘yeni şirket kurulmasına
karar verilebilir’’ ibaresi, ikinci cümlesinde yer alan ‘‘izin ve muvafakati
aranmaz’’ ibaresi, yedinci cümlesi ile değiştirilen dokuzuncu fıkrasında yer
alan ‘‘13/1/2011 tarihli ve 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu hükümlerine tabi
olunmaksızın Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından kullanılabilir’’
ibaresinin, eklenen on birinci fıkranın dördüncü cümlesinin Anayasa’ya
aykırılığı
15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişiminin ardından 21 Temmuz 2016
Tarihli ve 29777 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 2016/9064 sayılı
‘‘Anayasanın 120. Maddesi ile 2935 Sayılı Olağanüstü Hal Kanununun 3.
Maddesinin Birinci Fıkrasının (b) Bendine Göre, Ülke Genelinde 21/7/2016
Perşembe Günü Saat 01.00’dan İtibaren Doksan Gün Süreyle Olağanüstü Hal İlan
Edilmesi Hakkında Karar’’ ile ülke genelinde olağanüstü hal ilan edilmiştir;
yedi kez uzatılan olağanüstü hal, Temmuz 2018’de sona ermiştir. Olağanüstü hal
döneminde birçok kanun hükmünde kararname çıkarılmış; daha sonra bunlar,
kanunlaştırılmıştır. Ancak söz konusu kanunların hukuki etkisi, olağanüstü hal
dönemiyle sınırlı kalmayıp günümüze dek sürmektedir.
7407 sayılı Kanun’un 16. maddesiyle ise 6758 sayılı Olağanüstü
Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin
Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’un kayyımlık yetkisinin devri ve
tasfiyeyi düzenleyen 19. maddesinde birtakım değişiklikler yapılmıştır.
Öncelikle Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’nun (TMSF) hukuki
statüsünü ortaya koymak gerekmektedir. 5411 sayılı Bankacılık Kanunu’nun 111.
maddesi uyarınca; bu Kanun ve ilgili diğer mevzuat ile verilen yetkiler
çerçevesinde tasarruf sahiplerinin hak ve menfaatlerinin korunması amacıyla,
mevduatın ve katılım fonlarının sigorta edilmesi, Fon bankalarının yönetilmesi,
mali bünyelerinin güçlendirilmesi, yeniden yapılandırılması, devri,
birleştirilmesi, satışı, tasfiyesi, Fon alacaklarının takip ve tahsili
işlemlerinin yürütülmesi ve sonuçlandırılması, Fon varlık ve kaynaklarının
idare edilmesi ve Kanunla verilen diğer görevlerin ifası için kamu tüzel
kişiliğini haiz, idari ve mali özerkliğe sahip TMSF kurulmuştur. Bununla birlikte
2018/1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin ek listesinde TMSF,
Cumhurbaşkanlığı ile ilgilendirilmiştir.
Gözler, bağımsız idari otoritelerin ortak özelliklerini ‘‘1)
faaliyet konuları; 2) Devlet adına çalışma; 3) icrai karar alma yetkisi; 4)
yargısal değil, idari nitelik; 5) kararlarının yargısal denetime tabi olması;
6) kamu tüzel kişiliği; 7) kamu kurumu olma; 8) bağımsızlık özelliği; 9)
vesayet denetimine tabi olabilme; 10) müeyyide uygulama yetkisi; 11) düzenleme
yetkisi; 12) ilişikli kurum olma; 13) kendilerine has bütçeleri vardır; 14)
mali denetimleri Sayıştay tarafından yapılır’’ şeklinde sıralamıştır. . TMSF;
tasarruf, mevduat ve katılım fonları hususunda faaliyet göstermektedir; bu
faaliyetlerin yürütülmesini Devlet nam ve hesabına temin ederek bir türden kamu
hizmeti görür; anılan Kanun’un 122. maddesi uyarınca Fon Kurulu kararlarının
uygulanmasını sağlar; yargısal değil idari nitelikte karar alır ve idari usulle
karar alır; kararları idari yargı denetimine tabidir ; kamu tüzel kişiliğini haizdir;
kamu tüzel kişiliğini haiz olduğundan bir türden kamu kurumu niteliğindedir;
idari özerliğe dolayısıyla bağımsızlığa sahiptir; düzenleme yapma yetkisi
vardır ; Cumhurbaşkanlığı ile ilgilendirilmiştir; mali özerkliğe sahiptir
dolayısıyla kendilerine has bütçeleri vardır; anılan Kanun’un 124. maddesi
uyarınca Sayıştay tarafından denetlenir. Ancak EPDK, BDDK gibi bağımsız idari
otoritelerin uyguladığı bağlamda müeyyide uygulama yetkisi bulunmamaktadır ve
5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’na ekli (III) sayılı cetvelde
sayılan düzenleyici ve denetleyici kurumlar arasında TMSF yer almamaktadır.
Sayıştay ise; TMSF’yi bağımsız idari otorite olarak nitelendirmektedir. Her ne
kadar TMSF’nin bağımsız idari otorite olup olmadığı hususu tartışmalı olsa,
literatürde ‘‘üst kurul benzeri, fon tipi yönetim’’ ve benzeri isimlerle
adlandırılsa da; Anayasa’nın 123. maddesi bağlamında; merkezi idari teşkilat
içinde konumlanmaktadır.
Bununla birlikte 6758 sayılı Kanun’un 19. maddesinin birinci ve
ikinci fıkrasına göre bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce terör
örgütlerine aidiyeti, iltisakı veya irtibatı nedeniyle 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanunu’nun (şirket yönetimi için kayyım tayinini düzenleyen) 133.
maddesi uyarınca kayyım atanmasına karar verilen şirketlerde görev yapan
kayyımların yetkileri, hakim veya mahkeme tarafından Tasarruf Mevduatı Sigorta
Fonuna devredilir ve devirle birlikte kayyımların görevleri sona erer. Bu
maddenin yürürlüğe girdiği tarihten sonra ve olağanüstü halin devamı süresince
terör örgütlerine aidiyeti, iltisakı veya irtibatı nedeniyle Ceza Muhakemesi
Kanunu’nun 133. maddesi uyarınca şirketlere ve bu Kanun’un 13. maddesi uyarınca
varlıklara kayyım atanmasına karar verildiği takdirde, kayyım olarak Tasarruf
Mevduatı Sigorta Fonu atanır.
a) 26.05.2022 tarihli ve 7407 sayılı Bankacılık Kanunu ile Bazı
Kanunlarda ve 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 16. maddesiyle 10.11.2016 tarihli ve 6758 sayılı Olağanüstü Hal
Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin
Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’un 19. maddesinin değiştirilen
sekizinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan ‘‘yeni şirket kurulmasına
karar verilebilir’’ ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
İptali talep edilen ibarenin yer aldığı cümle hükmüne göre
kayyımların yetkileri Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna devredilen veya Tasarruf
Mevduatı Sigorta Fonunun kayyım olarak atandığı şirketlerde, şirketin
ortaklarının şirkette sahip olduğu pay oranında yeni kurulacak şirketlerde pay
sahibi olmaları koşuluyla şirket yönetim organının önerisi ve Fon Kurulu
kararıyla yeni şirket kurulmasına karar verilebilir. Ancak kayyımlarının
yetkileri Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna devredilen veya Tasarruf Mevduatı Sigorta
Fonunun kayyım olarak atandığı şirketlerde, şirketin ortaklarının şirkette
sahip olduğu pay oranında yeni kurulacak şirketlerde pay sahibi olmaları
koşuluyla şirket yönetim organının önerisi ve Fon Kurulu kararıyla yeni şirket
kurulabilmesine cevaz veren iptali talep edilen ibare, Anayasa’ya aykırıdır.
a)Hukuk devleti ve idarenin kanuniliği ilkeleri bakımından:
Hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu
başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı
amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen
kılan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı
duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa’ya ve hukuk
kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların
üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile
Anayasa’nın bulunduğu bilinci olan devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin 02.06.2009
tarihli ve 2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı Kararı). Hukuk devletinin ön
koşullarından olan hukuki güvenlik ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir
olmasını, hukuki belirlilik ilkesi de kanun hükümlerinin şüpheye yer vermeyecek
şekilde açık, net, anlaşılabilir olmasını ve ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına
karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (bkz. AYM 9.2.2017, 2016/143
E.– 2017/23 K. par. 13; RG. 12.4.2017-30036) (Anayasa Mahkemesi’nin 04.05.2017
tarihli ve 2015/41 E.; 2017/98 K. sayılı Kararı). Başka bir deyişle, hukuk
devleti ilkesi gereğince, idareye işlem tesis ederken ve eylemde bulunurken
veya görevlerini yerine getirirken belirli ölçüde hareket serbestliği sağlayan
takdir yetkisinin kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi biçimde gerçekleşemez;
idarenin takdir yetkisinin sınırları, keyfi işlem ve eylemleri önlemek amacıyla
kanunla çizilmelidir.
Anayasa’nın 123. maddesinde yer alan idarenin kanuniliği
ilkesinin iki boyutu bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin secundum legem
özelliğidir (kanuna dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin düzenleme
yetkisi kanundan kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intra legem özelliğidir
(kanuna aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve eylemleri
kanunun çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır.
Fon Kurulunun yeni şirket kurulmasına ilişkin kararının;
yukarıda tanımlandığı anlamda hukuki güvenlik ve belirlilik ilkelerinin
gereklerini yerine getirmesi ve kanuna dayanması ile kanuna aykırı olmaması
için; Fon Kurulunun takdir yetkisinin genel çerçevesinin keyfi uygulamaya yer
vermeyecek açıklıkta ve saydam, öngörülebilir, anlaşılabilir ve nesnel biçimde
kanun düzeyinde çizilmesi (söz gelimi finansal tablolarda şirket yıllık
karının, sermayesinin, firma / marka / borsa değerinin belirli bir oranı
geçmesi veya şirketin borcu bulunmaması) gerekmektedir. Ancak kanun
koyucu;–Anayasal ilkelerin aksine- sınırsız bir takdir yetkisini idarenin
uhdesine bırakmıştır. Her ne kadar iptali talep edilen ibarenin yer aldığı
cümle lafzında ‘‘şirketin ortaklarının şirkette sahip olduğu pay oranında yeni
kurulacak şirketlerde pay sahibi olmaları’’, bir koşul olarak ileri sürülse de;
bu kayıt, doğası gereği yeni şirketin kurulmasına yönelik iradenin oluşumuna
etki edemez. Başka bir anlatımla bu kayıt, Fon Kurulu tarafından yeni şirket
kurulmasına karar verildikten sonraki bir aşamaya ilişkindir. Zira artık yeni
şirket kurulacaktır ve mevcut şirketin ortaklarının yeni şirkette nasıl pay
sahibi olacağına bu kayıt esas alınarak karar verilecektir. Öte yandan şirket
yönetim organının önerisi de Fon Kurulunu sınırlayamayacaktır. Zira yönetim
organının önerisi, yerine getirilmesi zorunlu olan bir irade açıklaması
niteliğini haiz değildir. Bu nedenlerle iptali talep edilen ibare, Anayasa’nın
2 ve 123. maddelerine aykırıdır.
b)Yasama yetkisinin devredilmezliği bakımından: Anayasa’nın 7.
maddesinde temelini bulan yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine göre
yasama yetkisi yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Bu nedenle
idareye düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının temel ilkeleri ortaya
koyması ve çerçeveyi çizmesi gerekir. Diğer bir deyişle idareye sınırsız ve
belirsiz bir düzenleme yetkisi bırakılamaz. Nitekim idarenin düzenleme yetkisi;
sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yasa ile yetkilendirme,
Anayasa’nın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamını taşımamaktadır
(Anayasa Mahkemesi’nin 02.05.2008 tarihli ve 2005/68 E.; 2008/102 K. sayılı
Kararı). İptali talep edilen ibarenin yer aldığı cümle hükmünde olduğu gibi
idareye, (Fon Kuruluna) kayyımlarının yetkileri Fona devredilen veya Fonun kayyım
olarak atandığı şirketlerde, (şirketin ortaklarının şirkette sahip olduğu pay
oranında yeni kurulacak şirketlerde pay sahibi olmaları koşuluyla şirket
yönetim organının önerisi üzerine) yeni şirket kurulmasına ilişkin karar alma
yetkisi veren yasa hükmü, Anayasa’nın 7. maddesine aykırılık oluşturur.
c)Mülkiyet hakkı, sözleşme özgürlüğü ve temel hak ve
özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırları bakımından: Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin Ek 1 No’lu Protokolü’nün 1. maddesinde ve Anayasa’nın 35. maddesinde
temelini bulan mülkiyet hakkı; sahibine mülkiyetine müdahale edilmeksizin
yararlanma, mülkiyetten yoksun bırakılmama, mülkiyetinin kullanımının kontrol
edilmemesi imkanı sağlar. Bununla birlikte mülkiyet hakkı; bir kimsenin,
başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara da uymak
koşulu ile bir şey üzerinde dilediği biçimde kullanma, ürünlerinden yararlanma,
tasarruf etme (başkasına devretme, biçimini değiştirme, harcama ve tüketme,
hatta yok etme) şeklinde tanımlamaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin 21.06.1989
tarihli ve 1988/ 34 E., 1989/26 K. sayılı Kararı). Anayasa’nın 48. maddesinde
yer alan sözleşme özgürlüğü; tarafların bir sözleşmeyi yapıp yapmama
özgürlüğünü, sözleşmeye son verme özgürlüğünü, sözleşmenin içeriğini belirleme
/değiştirme özgürlüğünü, sözleşmenin tipini belirleme özgürlüğünü içerir.
O halde iptali talep edilen ibarenin yer aldığı cümle hükmünün
kapsamındaki yeni şirket kurulmasına yönelik hukuki işlem; mülkiyet hakkının ve
sözleşme özgürlüğünün kesişim alanındadır. Zira Şener’e göre:
‘‘Her ortak ticaret ortaklıklarına maddi değeri olan katılma
payıyla iştirak etmek zorundadır. Bu açıdan sermaye koyma borcu asli adim
yükümüdür. Ancak bazı ortaklıkların özellikleri sebebiyle, kanun koyucu
bunlarda bazı değerlerin sermaye olarak getirilemeyeceğini düzenlemiştir. Bu
çerçevede adi komandit ortaklıkta komanditerler kişisel emek ve ticari
itibarlarını sermaye olarak getiremezler. Anonim ve limited ortaklıklarda ise,
getirilecek sermaye paylarının sorunsuz olması aranmış ve bunlar sermaye
ortaklığı olduğundan, maddi değeri kolaylıkla hesaplanamayacak ve tahsil edilip
edilmeyeceği belli olmayan bazı değerlerin sermaye olarak getirilmesi
engellenmiştir. Bu kapsamda hizmet edimleri, kişisel emek, ticari itibar veya
vadesi gelmemiş alacakların bu ortaklıklarda katılma payı olarak taahhüt
edilmesi olanaksızdır. Ortaklık sözleşmeleri taahhüt işlemidir. Ortakların
sermaye borçları ortaklığa karşıdır. Ayrıca kanun koyucu TTK’da sermaye olarak
getirilecek değerlerin taahhüt ve tasarruf aşamalarına ilişkin olarak da özel
kurallar getirmiştir. Ticaret ortaklıklarına ticari işletmeler de sermaye
olarak getirilebilirler. Ticari işletmeler bakımından yeni TTK tasarruf işlemi
olarak yazılı devir sözleşmesi yapılmasını öngördüğünden, taahhüt işlemi
niteliğindeki ortaklık sözleşmesinden sonra, ortak tarafından yazılı devir
sözleşmesi yapılarak ticari işletmeye ilişkin sermaye koyma borcu ifa edilir.’’
Yine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından ‘‘Sovtransavto
Ukrayna’ya karşı davasında ise başvurucunun şirketine ait olan mülkiyet
haklarının, bir şirketteki hissedarlığının sınırlandırılmasına ve şirketin
faaliyetlerinin kontrolünün ve varlığının kaybolmasına ilişkin adil olmayan
davalar sonucunda ihlal edildiği sonucuna varılmıştır. (Sovtransavto Holding -
Ukrayna (dec.), no. 48553/99, 27 Eylül 2001)’’ .
O halde hayatın olağan akışında mevcut şirket ortakları
(mülkiyet hakkına binaen) mameleklerini arttırmak amacıyla; (sözleşme
özgürlüğüne binaen) yeni şirket kuracaktır. Fon Kurulunun yeni şirket
kurulmasına yönelik karar alması; nihayetinde mülkiyet hakkının ve teşebbüs
özgürlüğünün kullanımına etki edecektir. Mülkiyet hakkına ve özel teşebbüs
kurma hürriyetine yapılan söz konusu müdahalenin hukuka uygun nitelik kazanması
için; Anayasa’nın 13. maddesinde düzenlenen temel hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılmasının sınırları çerçevesinde yapılması gerekmektedir. (Zira
Temmuz 2018 tarihi itibarıyla olağanüstü hal dönemi sona ermiştir ve iptali
talep edilen ibare, olağan dönemde uygulanacaktır.) Bu sınırlardan olan
kanunilik kaydı gereğince; iptali talep edilen ibarede yeni şirket kurulmasına
ilişkin karar almaya yönelik ölçütün kanun düzeyinde açık, net, anlaşılabilir
biçimde belirlenmesi gerekmektedir. Ancak kanun koyucu, Fon Kurulunun karar
alma yetkisini kanun düzeyinde sınırlandırmamak suretiyle; anılan hak ve
hürriyete idari işlemlerle müdahale edilmesinin önünü açmıştır. Dahası iptali
talep edilen ibarenin yer aldığı cümlenin devamında; şirket ortaklarının yen şirket
kurulmasına ilişkin izin ve muvafakatlerinin alınmayacağı hüküm altına
alınarak; nihayetinde sorumluluğu üstlenecek ortakların iradesi büsbütün
dışarıda bırakılmaktadır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, kayyım atanan bir şirketin
mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasıyla ilgili verdiği bir kararında:
‘‘81. Kayyum atama tedbirinin bir müsadere yani mülkiyetten
yoksun bırakma değil, mülklerin mal sahibi tarafından kullanımını geçici olarak
kısıtlayan önleyici bir tedbir olduğunu kaydetmektedir. Niteliği dikkate
alındığında, müdahale 1 No.lu Protokol’ün 1. maddesinin ikinci fıkrası
anlamında, devletlerin, mülklerin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını
düzenlemek konusunda sahip oldukları hak açısında incelenmelidir (bk. diğer
birçok karar arasından, Smirnov/Rusya, no. 71362/01, § 54, AİHM 2007 VII,
Borjonov /Rusya, no.18274/04, § 57, 22 Ocak 2009).
82. Mahkeme bu tedbirin CMK'nın 133. maddesiyle öngörüldüğünü ve
yeni suçların işlenmesinin önlenmesi (Michaud/Fransa, no. 12323/11, § 123, AİHM
2012, Filkin/Portekiz, no. 69729/12, § 82, 3 Mart 2020) delil yönetimini
kolaylaştırma (Lachikhina/Rusya, no. 38783/07, § 59, 10 Ekim 2017) ve yargılama
sonunda mahkemelerce verilebilecek muhtemel bir müsadere kararının yerine
getirilmesini sağlamak (Karahasanoğlu/Türkiye, no. 21392/08 ve diğer 2 başvuru,
§ 148, 16 Mart 2021) olmak üzere meşru amaç izlediğini gözlemlemektedir.
83. Diğer hususların yanı sıra, bilhassa usuli nitelikteki
güvencelerin varlığını gerektiren müdahalenin orantılılığı ile ilgili olarak,
Mahkeme ilk olarak başvuranın ihtilaf konusu tedbire itiraz edebildiğini ve
ileri sürdüğü argümanların, gerekçeli yanıtlar veren Anayasa Mahkemesi de dâhil
olmak üzere ulusal mahkemeler tarafından dikkatli bir şekilde incelendiğini
kaydetmektedir (bk. aksi yönde bir karar için (a contrario),
Džinić/Hırvatistan, no. 38359/13, §§ 78 ve 79, 17 Mayıs 2016).
84. Söz konusu tedbirin uygulanmasına, bağımsız bir yargı makamı
tarafından teknik raporlara dayanılarak karar verilmiştir. Bu hususla ilgili
olarak, Mahkeme, sulh ceza hâkimliklerinin bağımsızlığı konusunda başvuranın
şikâyetlerine benzer şikâyetler hakkında daha önce karar verdiğini ve bunları
kabul edilemez bulduğunu hatırlatmaktadır (bk. yukarıda anılan Baş kararı, §§
269 ila 281). Mahkeme, somut olayda bu sonuçtan uzaklaşmak için herhangi bir
sebep görmemektedir.
91. Başvuran, kayyum atama usulüne dâhil edilmediğinden şikâyet
etse de, Mahkeme, Sözleşme’nin böyle bir hakkı güvence altına almadığını
değerlendirmektedir. Mahkeme, ilk kayyumların uzmanlıkları esas alınarak
mahkemeler tarafından seçildiğini ve daha sonrasında bu görevin, şirketlerin
yönetimi konusunda yetki ve deneyim sahibi bir kamu kurumu olan Tasarruf
Mevduatı Sigorta Fonu’na verildiğini ve kamusal niteliği nedeniyle,
yükümlülüğünün doğması halinde herhangi bir acizlik riski taşımadığını, bu
durumun başvuran için bir güvence sunduğunu gözlemlemektedir.
92. Mahkeme ayrıca, yargı makamlarının, yönetim kayyumları
yerine denetim kayyumları atanmasının kabul edilebilir olup olmadığı soruna yanıt
verdiklerini ve böyle bir tedbirin, kayyum atanmasıyla hedeflenen amaçlara
ulaşmayı mümkün kılmayacağı kanaatinde olduklarını gözlemlemektedir.
93. Öte yandan, Mahkeme, ihtilaf konusu tedbirin bir dizi başka
güvencelerle çevrili olduğunu gözlemlemektedir.
94. Başvuran böylelikle, kayyumun eylemlerine yargı yoluyla
itiraz etme, kayyumların faaliyetlerine bağlı bir zarar meydana gelmesi
durumunda Devletten tazminat alma ve beraat durumunda kayyumlara ödenen
ücretlerin iade edilmesi imkânına sahiptir.
95. Tedbirin süresiyle ilgili olarak, Mahkeme, söz konusu
sürenin başvurunun yapıldığı sırada üç yıldan biraz fazla olduğunu ve bunu
aşırı olarak değerlendirmediğini kaydetmektedir. Tedbirin halen yürürlükte
olduğu varsayılsa bile, Mahkeme, davanın karmaşıklığı, tedbirle izlenen
amaçlar, başvuranın zimmetine geçirmekle suçlandığı meblağlar ve sahip olduğu
güvenceler göz önünde bulundurulduğunda, tedbirin süresinin adil dengeyi
bozacak nitelikte olmadığı kanısındadır (bk. yukarıda anılan Karahasanoğlu
kararı, §§ 151 ve 153 ila 154, Mahkeme, ilgili kişiye tanınan usuli güvenceleri
dikkate alarak, başvuranın taşınmaz malları üzerinde yedi yıl, taşınır malları
üzerinde altı yıl süren tedbirlerin adil dengeyi bozmadığı değerlendirmesinde
bulunmuştur).
96. Son olarak, Mahkeme, başvuranın herhangi bir zamanda yasal
merciden tedbirin kaldırılması talebinde bulunabileceğini ve gerektiği
takdirde, bilhassa tedbirin süresinin aşırı hale gelmesi veya başkaca
unsurların tedbirin kaldırılması lehinde ağır basması halinde yeniden Anayasa
Mahkemesine başvurabileceğini gözlemlemektedir.’’
şeklinde hüküm kurmuştur (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin
21.1.2021 tarihli ve 4158/19 Başvuru No’lu Hamdi Akın İpek/ Türkiye Kararı).
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, kayyım mekanizması özelindeki müdahalenin usuli
nitelikteki güvencelere sahip, orantılı olduğu takdirde; meşru bir amaç
güttüğünü ve mülkiyet hakkını ihlal etmediğini hüküm altına almıştır. Ancak
şirket ortaklarının izin ve muvafakati olmaksızın; Fon Kurulunun yeni şirket kurulması
hususunda aşırı bir takdir yetkisine sahip olması, söz konusu usuli güvenceleri
bertaraf edebilecek niteliktedir.
Bu nedenle anılan ibare, Anayasa’nın 13, 35 ve 48. maddelerine
aykırıdır.
ç)Eşitlik ilkesi, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının
sınırları, teşebbüs hürriyeti bakımından: Ayrıca iptali talep edilen ibarenin
Fon Kuruluna verdiği sınırsız takdir yetkisi, kayyımlarının yetkileri Tasarruf
Mevduatı Sigorta Fonuna devredilen veya Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun
kayyım olarak atandığı şirketler arasında idare tarafından kayırma/ayrımcılık
yapılmasına neden olabileceğinden; anılan ibare, Anayasa’nın 10. maddesinde yer
alan eşitlik ilkesine de aykırıdır. Zira eşitlik ilkesinin ihlal edilip
edilmediği hususunun tespiti, münferit olayda benzer durumdaki kişi
kategorileri arasında gerçekleştirilen ayrıma ilişkin bir ‘‘haklı neden’’in var
olup olmadığına göre yapılır ve ancak ihtilaflı düzenlemede haksız nedenlere
dayalı keyfi muamele farklılıklarını engelleyecek hiçbir objektif kıstas ve
güvence bulunmamaktadır.
Anayasa Mahkemesi’nin ifade ettiği üzere; “[Eşitlik ilkesi] ile
güdülen amaç, benzer koşullar içinde olan, özdeş nitelikte bulunan durumların
yasalarca aynı işleme uyruk tutulmasını sağlamaktır.” (Anayasa Mahkemesi’nin
13.04.1976 tarihli ve 1976/3 E.; 1976/3 K. sayılı Kararı). Yine AYM’ye göre;
“Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında
aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık
tanınmasını önlemektir” (Anayasa Mahkemesi’nin 07.02.2006 tarihli ve 2006/11
E.; 2006/17 K. sayılı Kararı). Eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği
hususunun tespitinde, somut olayda yapılan ayrımın haklı bir nedene dayanıp
dayanmadığı noktası dikkate alınır: “Anayasa'nın 10. maddesinde öngörülen
eşitlik, mutlak anlamda bir eşitlik olmayıp, ortada haklı nedenlerin bulunması
halinde, farklı uygulamalara imkan veren bir ilkedir” (Anayasa Mahkemesi’nin
11.12.1986 tarihli ve 1985/11 E.; 1986/29 K. sayılı Kararı).
Ancak iptali talep edilen ibarenin Fon Kuruluna verdiği öznel ve
keyfi uygulamalara sebep olabilecek sınırsız takdir yetkisi; söz gelimi
kayyımlarının yetkileri Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna devredilen veya
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun kayyım olarak atandığı aynı finansal tablolara
sahip şirketlerin bazıları bakımından yeni şirket kurulmasına ve fakat
diğerleri bakımından kurulmamasına ilişkin muamele farklılıklarını temelleyecek
haklı bir nedene dayanmamaktadır. Bu nedenle anılan ibare, Anayasa’nın 10.
maddesine aykırıdır.
Kayyımlarının yetkileri Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna
devredilen veya Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun kayyım olarak atandığı
şirketlerde yeni şirket kurulmasına karar verilmesi, eşitlik ilkesi bağlamında
teşebbüs hürriyetinin konusu kapsamında kalmaktadır. Zira Anayasa’nın 48.
maddesinin ikinci fıkrası uyarınca Devletin, özel teşebbüslerin güvenlik ve
kararlılık içinde çalışmasına yönelik tedbirleri almaya ilişkin pozitif
yükümlülüğü vardır ve Anayasa’nın 10. maddesi uyarınca Devlet, bu pozitif
yükümlülüğü her bir özel teşebbüs bakımından (benzer koşullar içinde olan,
özdeş nitelikte bulunanlar için) eşit şekilde yerine getirmekle mükelleftir. Bir
özel teşebbüs bakımından eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun
tespiti de, somut olayda benzer durumda olanlara ilişkin bir muamele farklılığı
yapmayı meşrulaştıracak ‘‘haklı neden’’in var olup olmadığına göre yapılır.
Ancak açıklandığı üzere; iptali talep edilen ibare nedeniyle kayyımının TMSF
olduğu her bir şirket bakımından farklı uygulamalar yapılabileceğinden; aynı
şartları sağlayan iki özel teşebbüs arasında idare tarafından
kayırma/ayrımcılık yapılabileceğinden ve bunu engelleyecek herhangi bir kanuni
güvence de öngörülmediğinden; anılan ibare, Anayasa’nın 10 ve 48. maddelerine
aykırıdır. Diğer bir deyişle Devletin bir özel teşebbüs bakımından pozitif
yükümlülüğünü yerine getirmesini ve fakat bir diğerini gözetmemesini; daha
somut bir anlatımla, benzer durumdaki özel teşebbüsler arasındaki muamele
farklılığını haklı kılacak bir nedenin temellendirilmesini sağlayacak nesnel
bir ölçüt bulunmamaktadır. Yine bu durumda, kayyımının TMSF olduğu iki
teşebbüs, eşitsiz bir uygulamayla karşı karşıya kalabilecektir. Ayrıca iptali
talep edilen ibare; idarenin işlemlerinin kanuni çerçevesini çizmeden, ayrımcı,
öngörülemez ve keyfî işlem ve eylemlere açık uygulamalara sebep olarak teşebbüs
hürriyetini sınırlandırdığından, bir başka deyişle yasallık ve gereklilik
ölçütlerini karşılamadığından; Anayasa’nın 13. maddesine de aykırıdır.
d) Sınırlandırma yetkisinin kötüye kullanılması nedeniyle
Anayasa’nın 14. maddesi bakımından: Anayasa’nın 14. maddesi temel hak ve
hürriyetlerin kötüye kullanılamamasını düzenlemektedir. Kaboğlu’na göre:
‘‘Bu düzenleme biçimiyle, temel hak ve özgürlüklerin
kullanılması ile maddede sözü edilen eylemler arasında açık ve yakın bir
nedensellik ilişkisi bulunduğu takdirde ancak 14. maddede yazılı amaçları
gerçekleştirmek için kötüye kullanılmış sayılabilmelidir. ‘‘Yok etmeye yönelik
faaliyette bulunma’’ deyimi açıkça bir eylemi ifade ettiğinden, belli bir
özgürlüğün yok edilmesi ile söz konusu eylem arasında açık ve doğrudan bir
ilişkinin, yani nedensellik bağının bulunması gerekir. ‘‘Hak kaybı’’ yerine
‘‘yasayla belirlenecek yaptırımları öngören’’ (cezalar) öngören madde 14’ün ilk
şekli, özellikle yeni düzenleme şekliyle en azından 2. fıkra bakımından İHAS’ın
17. maddesiyle uyumlu hale getirildi. Devlete, yok etme yasağı ve sınırlama
ölçüsü yönünden yükümlülük getirmesi, Sözleşme ile uyum kaygısını
yansıtmaktadır.’’
Başka bir anlatımla Anayasa’nın 14. maddesinin ikinci fıkrası
uyarınca Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla
tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasa’da belirtilenden
daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı
mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz. Anılan maddenin üçüncü fıkrası uyarınca bu
hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler,
kanunla düzenlenir. Ancak iptali talep edilen kuralla; Anayasa’nın 14.
maddesinin ikinci fıkrasının aksine Fon Kuruluna tanınan yetki, geniş bir
yelpazeye yayılmakla birlikte, kendilerine aykırılık oluşturduğu kurallar ve
hak-özgürlükler çerçevesini aşmaktadır. Diğer bir deyişle Fon Kuruluna tanınan
yetkiler, ilgili hak ve özgürlükleri, “Anayasada belirtilenden daha geniş
şekilde sınırlandırılması” sonucunu doğurduğundan; bunun yaptırımı (Anayasa’nın
14. maddesinin üçüncü fıkrası mucibince), iptali istenen kuralın AYM tarafından
iptalidir. Kanun koyucu, Fon Kuruluna çok geniş yetki tanımak suretiyle; Fon
Kurulu tarafından anılan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesine veya
Anayasa’da belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasına imkan
verdiğinden; ihtilaflı kural, Anayasa’nın 14. maddesine aykırı olup iptali
gerekir.
e)Devletin; mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli
işlemelerini sağlayıcı ve geliştirici tedbirleri alma yükümlülüğü bakımından:
‘‘Anayasa'nın 167. maddesinin ilk fıkrasında; 'Devlet, para, kredi, sermaye,
mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı ve
geliştirici tedbirleri alır; piyasalarda fiilî veya anlaşma sonucu doğacak
tekelleşme ve kartelleşmeyi önler.' denilmektedir. Maddede yalnız, tekelleşme
değil, tekel oluşturmayan üretim ve hizmet kuruluşlarının 'fiyat anlaşmaları',
'coğrafi bölge paylaşma' ve 'benzeri suretle' gerçekleştirilecek kartelleşme de
yasaklanmış; Devlet, bunu engelleyici önlemleri almakla yükümlü tutulmuştur.
Böylece rekabetin ortadan kaldırılması, tekellerin ve kartellerin fiyatları
oluşturması ve etkilemesi önlenmek istenmiştir. Devletin tekelleşmeyi ve
kartelleşmeyi önlemek görevi, temelde tüketiciyi koruma amacı gütmektedir. Bu
da ancak, tekelleşme ve kartelleşmelerin önlenerek özgür rekabet ortamının
sağlanması ile güvenceye alınabilir. Piyasa ekonomisinin etkinliği, serbest
rekabet koşullarının varlığına bağlıdır. Tekelleşmeye veya kartelleşmeye olanak
veren ortamlarda piyasa ekonomisi etkinliğini yitirir. Bu nedenle, yasal
düzenlemelerde, tekelleşme ve kartelleşmeyi önlemeye, dolayısıyla bireyleri ve toplumu
korumaya yönelik kuralların bulunması zorunludur. Bu husus, Anayasa'nın 5.
maddesindeki Devlet'in 'kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu
sağlamak' görevleri ile de doğrudan ilgilidir’’ (Anayasa Mahkemesi’nin
16.06.2011 tarihli ve 2009/9 E.; 2011/103 K. sayılı Kararı).
İptali talep edilen ibareyle Fon Kuruluna yeni şirket
kurulmasına ilişkin geniş takdir yetkisi bırakılacağından (ve dahi ortakların
izin ve muvafakati aranmayacağından); hiçbir kanuni kayda tabi olmayan anılan
ibare, kayyım atanan şirketlerin hakim olduğu sektörlerde kötü ekonomik
koşullara maruz kalan firmaların rekabet kabiliyetine zarar gelmesine; kamu
yararına aykırı şekilde belli özel teşebbüslerin himaye edilmesine; özel
teşebbüslerin mameleklerinin ve teşebbüs hürriyetlerinin korunmasına elverişli
ortam hazırlanamamasına; en nihayetinde kamu maliyesi bakımından yük doğmasına
dolayısıyla milli ekonominin zarara uğramasına ve dolayısıyla kişilerin ve
toplumun refah düzeyinin düşmesine neden olacağından; Anayasa’nın 5 ve 167.
maddelerine de aykırıdır.
f)Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırları ve
temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması bakımından: Olağanüstü
dönemler de hukuk içi rejimlerdir. Nitekim Kaboğlu’na göre:
‘‘Olağanüstü yönetimi gerekleri ortaya çıktığı zaman, ortak
hukukta geçerli özgürlükler düzeninden ayrılma anlamına gelebilecek önlemler
alınır. Askıya alma veya sapma (derogation) olarak adlandırılan önlemler, amaç
ve yerle sınırlı olup geçicidir; keyfi olmayıp denetime bağlıdır, bu nedenle
olağanüstü yönetimler de hukuk rejimi olarak adlandırılır. Buna karşın, artan
yetkileri keyfi olarak kullanma olasılığı nedeniyle, olağanüstü yönetimler
doğaları gereği insan hakları ve demokrasi için tehdit oluştururlar. Bütün
özgürlükler değil, düzenin sağlanması bakımından hassas olanlar kayıtlamaya
tabi tutulur. Olağanüstü rejimi ilân etmeyi gerekli kılan nedenler ortadan
kalkınca, olağan düzene geçilir. Doğallıkla, olağanüstü hal ve/veya
sıkıyönetim, ‘‘geçici’’ özelliğe sahiptir. Kısacası, olağanüstü yönetimler,
hukuki, geçici ve ölçülü olmalıdır.’’
Anayasa Mahkemesi eldeki dava konusuyla benzer bir hüküm
hakkında verdiği (red) kararında:
‘‘123. Dava konusu kuralın düzenlenme ihtiyacının olağanüstü hâl
KHK’ları ile verilen görevlerin niteliğinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
Nitekim terör örgütlerine aidiyet, iltisak ve irtibat nedeniyle el konulan
şirketleri veya mal varlığı değerlerini yönetmek amacıyla kayyım atanması veya
görevlendirilmesi olağanüstü hâl kapsamında üstlenilen bir görevin icrasından
ibaret olup söz konusu görevin önemli bir kısmı olağanüstü hâlde alınması
gereken, dolayısıyla olağan dönemin hukuki düzenlemelerinden oldukça farklı
olan tedbirlere yöneliktir. Söz konusu tedbirlerin anılan niteliği dikkate
alındığında bunlara ilişkin görevlerin etkili biçimde uygulanması hususunda
tereddüt oluşabilir. Bu bağlamda dava konusu kuralla kanun koyucunun olağanüstü
hâl kapsamında şirket, ortaklık payları ve varlıkların yönetimi ve bu
kapsamdaki işlerin yürütülmesi için atananların veya görevlendirilenlerin
olağanüstü hâl süresince yayımlanan KHK’lar kapsamında görevlerini herhangi bir
endişe ve tereddüt duymadan yerine getirmelerini ve çalışmalarında başarılı
olmalarını amaçladığı anlaşılmaktadır. Bu itibarla kural kanun koyucunun takdir
yetkisi kapsamında olup hukuk devleti ilkesine aykırılık oluşturmamaktadır.’’
şeklinde hüküm kurmuştur (Anayasa Mahkemesi’nin 13.10.2021
tarihli ve 2018/93 E.; 2021/69 K. sayılı Kararı) (Aynı yönde Anayasa
Mahkemesi’nin 24.12.2020 tarihli ve 2017/21 E.; 2020/77 K. sayılı Kararı, §
241-254).
O halde bir an için iptali talep edilen ibarenin olağanüstü
halin koşulları sebebiyle kanunlaştırıldığı ileri sürülse dahi; söz konusu yeni
şirket kurmaya yönelik sınırsız takdir yetkisi, Anayasa’nın 15. maddesinde
belirtilen ‘‘durumun gerektirdiği ölçü’’ kaydının sınırlarını aşmaktadır.
Kaldı ki 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişiminin ardından
21 Temmuz 2016 Tarihli ve 29777 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 2016/9064
sayılı ‘‘Anayasanın 120. Maddesi ile 2935 Sayılı Olağanüstü Hal Kanununun 3.
Maddesinin Birinci Fıkrasının (b) Bendine Göre, Ülke Genelinde 21/7/2016
Perşembe Günü Saat 01.00’dan İtibaren Doksan Gün Süreyle Olağanüstü Hal İlan
Edilmesi Hakkında Karar’’ ile ülke genelinde olağanüstü hal ilan edilmiştir;
yedi kez uzatılan olağanüstü hal, Temmuz 2018’de sona ermiştir.
O halde olağan dönemde iptali talep edilen ibarenin
kanunlaştırıldığı göz önüne alındığında; söz konusu yeni şirket kurmaya yönelik
sınırsız takdir yetkisinin, -artık Anayasa madde 15’in uygulanması söz konusu
olmadığına göre- Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan sınırlandırma ve güvence
ölçütlerinin (bilhassa kanunilik ilkesi) gereklerini karşılamadığı açıkça
ortadadır. İhtilaflı kural, olağanüstü hale ilişkin tedbirlerin olağanüstü
halin kaldırılmasının akabinde geçerli olamayacaklarına dair temel anayasal
prensibi de ihlal etmektedir (Bkz. Anayasa m.15/1 : “ … olağanüstü hallerde …
durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya
tamamen durdurulabilir … Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler
alınabilir.” Bkz. ayrıca AİHS, m.15/1). Açık olduğu üzere, olağanüstü haller
bile, hak ve özgürlüklerin yalnızca “ölçülü durdurulması” kapsamındaki
önlemlere olanak tanıyor.
g)Uluslararası anlaşmaların iç hukuka etkisi bakımından: Bunun
yanında; Anayasa’nın 90. maddesine göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin
usulüne göre yürürlüğe konmuş uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı
koruyucu, kullanımını genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar
hiyerarşisinde kanunun üstündedir. İptali talep edilen ibare, Anayasa’nın 35.
maddesiyle benzer hükümler içeren Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin Ek 1 No’lu Protokolü’nün, mülkiyet hakkını düzenleyen 1.
maddesini de ihlal ettiğinden Anayasa’nın 90. maddesine de aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle 7407 sayılı Kanun’un 16. maddesiyle 10.11.2016
tarihli ve 6758 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması
Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair
Kanun’un 19. maddesinin değiştirilen sekizinci fıkrasının birinci cümlesinde
yer alan ‘‘yeni şirket kurulmasına karar verilebilir’’ ibaresi, Anayasa’nın 2,
5, 7, 10, 13, 14, 15, 35, 48, 90, 123 ve 167. maddelerine aykırıdır; anılan
ibarenin iptali gerekir.
b) 26.05.2022 tarihli ve 7407 sayılı Bankacılık Kanunu ile Bazı
Kanunlarda ve 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 16. maddesiyle 10.11.2016 tarihli ve 6758 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında
Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek
Kabul Edilmesine Dair Kanun’un 19. maddesinin değiştirilen sekizinci fıkrasının
ikinci cümlesinde yer alan ‘‘izin ve muvafakati aranmaz’’ ibaresinin Anayasa’ya
aykırılığı
7407 sayılı Kanun’un 16. maddesiyle 6758 sayılı Kanun’un 19.
maddesinin değiştirilen sekizinci fıkrasının birinci cümlesine göre
kayyımlarının yetkileri Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna devredilen veya
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun kayyım olarak atandığı şirketlerde, şirketin
ortaklarının şirkette sahip olduğu pay oranında yeni kurulacak şirketlerde pay
sahibi olmaları koşuluyla şirket yönetim organının önerisi ve Fon Kurulu
kararıyla yeni şirket kurulmasına karar verilebilir. İptali talep edilen ibarenin
yer aldığı cümle hükmüne göre; bu halde, şirket ortaklarının yeni şirket
kurulmasına ilişkin izin ve muvafakati aranmayacaktır. Ancak bu halde şirket
ortaklarının yeni şirket kurulmasına ilişkin izin ve muvafakatinin aranmasını
yasal olarak engelleyen iptali talep edilen ibare, Anayasa’ya aykırıdır.
a)Mülkiyet hakkı, sözleşme özgürlüğü, teşebbüs hürriyeti ve
temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırları bakımından: Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Ek 1 No’lu Protokolü’nün 1. maddesinde ve
Anayasa’nın 35. maddesinde temelini bulan mülkiyet hakkı; sahibine mülkiyetine
müdahale edilmeksizin yararlanma, mülkiyetten yoksun bırakılmama, mülkiyetinin
kullanımının kontrol edilmemesi imkanı sağlar. Bununla birlikte mülkiyet hakkı;
bir kimsenin, başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu
sınırlamalara da uymak koşulu ile bir şey üzerinde dilediği biçimde kullanma,
ürünlerinden yararlanma, tasarruf etme (başkasına devretme, biçimini
değiştirme, harcama ve tüketme, hatta yok etme) şeklinde tanımlamaktadır
(Anayasa Mahkemesi’nin 21.06.1989 tarihli ve 1988/ 34 E., 1989/26 K. sayılı
Kararı). Anayasa’nın 48. maddesinde yer alan sözleşme özgürlüğü; tarafların bir
sözleşmeyi yapıp yapmama özgürlüğünü, sözleşmeye son verme özgürlüğünü,
sözleşmenin içeriğini belirleme /değiştirme özgürlüğünü, sözleşmenin tipini
belirleme özgürlüğünü içerir.
O halde yeni şirket kurulmasına yönelik hukuki işleme ilişkin
verilecek izin ve muvafakat; mülkiyet hakkının ve sözleşme özgürlüğünün kesişim
alanındadır. Zira Şener’e göre:
‘‘Her ortak ticaret ortaklıklarına maddi değeri olan katılma
payıyla iştirak etmek zorundadır. Bu açıdan sermaye koyma borcu asli adim
yükümüdür. Ancak bazı ortaklıkların özellikleri sebebiyle, kanun koyucu
bunlarda bazı değerlerin sermaye olarak getirilemeyeceğini düzenlemiştir. Bu
çerçevede adi komandit ortaklıkta komanditerler kişisel emek ve ticari
itibarlarını sermaye olarak getiremezler. Anonim ve limited ortaklıklarda ise,
getirilecek sermaye paylarının sorunsuz olması aranmış ve bunlar sermaye
ortaklığı olduğundan, maddi değeri kolaylıkla hesaplanamayacak ve tahsil edilip
edilmeyeceği belli olmayan bazı değerlerin sermaye olarak getirilmesi
engellenmiştir. Bu kapsamda hizmet edimleri, kişisel emek, ticari itibar veya
vadesi gelmemiş alacakların bu ortaklıklarda katılma payı olarak taahhüt
edilmesi olanaksızdır. Ortaklık sözleşmeleri taahhüt işlemidir. Ortakların
sermaye borçları ortaklığa karşıdır. Ayrıca kanun koyucu TTK’da sermaye olarak
getirilecek değerlerin taahhüt ve tasarruf aşamalarına ilişkin olarak da özel
kurallar getirmiştir. Ticaret ortaklıklarına ticari işletmeler de sermaye
olarak getirilebilirler. Ticari işletmeler bakımından yeni TTK tasarruf işlemi
olarak yazılı devir sözleşmesi yapılmasını öngördüğünden, taahhüt işlemi niteliğindeki
ortaklık sözleşmesinden sonra, ortak tarafından yazılı devir sözleşmesi
yapılarak ticari işletmeye ilişkin sermaye koyma borcu ifa edilir.’’
Yine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından ‘‘Sovtransavto
Ukrayna’ya karşı davasında ise başvurucunun şirketine ait olan mülkiyet
haklarının, bir şirketteki hissedarlığının sınırlandırılmasına ve şirketin
faaliyetlerinin kontrolünün ve varlığının kaybolmasına ilişkin adil olmayan
davalar sonucunda ihlal edildiği sonucuna varılmıştır. (Sovtransavto Holding -
Ukrayna (dec.), no. 48553/99, 27 Eylül 2001)’’ .
O halde hayatın olağan akışında mevcut şirket ortakları
(mülkiyet hakkına binaen) mameleklerini arttırmak amacıyla; (sözleşme
özgürlüğüne binaen) yeni şirket kuracaktır. Ancak yeni şirket kurulurken ortakların
izin ve muvafakatinin aranmaması, ortakların mülkiyet hakkını ve teşebbüs
hürriyetini ihlal edecektir. Mülkiyet hakkına ve özel teşebbüs kurma
hürriyetine yapılan söz konusu müdahalenin hukuka uygun nitelik kazanması için;
Anayasa’nın 13. maddesinde düzenlenen temel hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılmasının sınırları çerçevesinde yapılması gerekmektedir. (Zira Temmuz
2018 tarihi itibarıyla olağanüstü hal dönemi sona ermiştir ve iptali talep
edilen ibare, olağan dönemde uygulanacaktır.) Şirket ortaklarının yeni şirket
kurulmasına ilişkin izin ve muvafakatlerinin alınmayacağı hüküm altına
alınarak; nihayetinde sorumluluğu üstlenecek ortakların iradesi büsbütün
dışarıda bırakılmaktadır. Başka bir anlatımla yeni şirket kurulması nedeniyle
sorumlulukları doğacak ortakların izin veya muvafakatinin aranmaması; ortağa
iradesi olmaksızın yükümlülük yüklenmesine, ortağın istemediği bir hukuki
ilişkinin tarafı haline gelmesine neden olacaktır. İptali talep edilen ibare,
Anayasa’nın 13. maddesinin gereklerinin aksine, hakkın kullanımını
(kullanılmamasını) ortadan kaldırarak anılan hakkın ve özgürlüğün özüne
dokunmaktadır. Kaldı ki iptali talep edilen ibarenin bulunduğu cümlenin
öncesinde yer alan cümleye göre; yeni şirket kurulmasına Fon Kurulu tarafından
karar verilecektir ve Fon Kurulunun bu kararı verirken esas alacağı hiçbir
kanun düzeyinde açık, net, anlaşılabilir ölçüt belirlenmemiştir. Bu durum,
dolaylı olarak ortakların anılan hak ve özgürlüğüne idari işlemlerle müdahale
edilmesinin önünü açmıştır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, kayyım atanan bir şirketin
mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasıyla ilgili verdiği bir kararında:
‘‘81. Kayyum atama tedbirinin bir müsadere yani mülkiyetten
yoksun bırakma değil, mülklerin mal sahibi tarafından kullanımını geçici olarak
kısıtlayan önleyici bir tedbir olduğunu kaydetmektedir. Niteliği dikkate
alındığında, müdahale 1 No.lu Protokol’ün 1. maddesinin ikinci fıkrası
anlamında, devletlerin, mülklerin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını
düzenlemek konusunda sahip oldukları hak açısında incelenmelidir (bk. diğer
birçok karar arasından, Smirnov/Rusya, no. 71362/01, § 54, AİHM 2007 VII,
Borjonov /Rusya, no.18274/04, § 57, 22 Ocak 2009).
82. Mahkeme bu tedbirin CMK'nın 133. maddesiyle öngörüldüğünü ve
yeni suçların işlenmesinin önlenmesi (Michaud/Fransa, no. 12323/11, § 123, AİHM
2012, Filkin/Portekiz, no. 69729/12, § 82, 3 Mart 2020) delil yönetimini
kolaylaştırma (Lachikhina/Rusya, no. 38783/07, § 59, 10 Ekim 2017) ve yargılama
sonunda mahkemelerce verilebilecek muhtemel bir müsadere kararının yerine
getirilmesini sağlamak (Karahasanoğlu/Türkiye, no. 21392/08 ve diğer 2 başvuru,
§ 148, 16 Mart 2021) olmak üzere meşru amaç izlediğini gözlemlemektedir.
83. Diğer hususların yanı sıra, bilhassa usuli nitelikteki
güvencelerin varlığını gerektiren müdahalenin orantılılığı ile ilgili olarak,
Mahkeme ilk olarak başvuranın ihtilaf konusu tedbire itiraz edebildiğini ve
ileri sürdüğü argümanların, gerekçeli yanıtlar veren Anayasa Mahkemesi de dâhil
olmak üzere ulusal mahkemeler tarafından dikkatli bir şekilde incelendiğini
kaydetmektedir (bk. aksi yönde bir karar için (a contrario),
Džinić/Hırvatistan, no. 38359/13, §§ 78 ve 79, 17 Mayıs 2016).
84. Söz konusu tedbirin uygulanmasına, bağımsız bir yargı makamı
tarafından teknik raporlara dayanılarak karar verilmiştir. Bu hususla ilgili
olarak, Mahkeme, sulh ceza hâkimliklerinin bağımsızlığı konusunda başvuranın
şikâyetlerine benzer şikâyetler hakkında daha önce karar verdiğini ve bunları
kabul edilemez bulduğunu hatırlatmaktadır (bk. yukarıda anılan Baş kararı, §§
269 ila 281). Mahkeme, somut olayda bu sonuçtan uzaklaşmak için herhangi bir
sebep görmemektedir.
91. Başvuran, kayyum atama usulüne dâhil edilmediğinden şikâyet
etse de, Mahkeme, Sözleşme’nin böyle bir hakkı güvence altına almadığını
değerlendirmektedir. Mahkeme, ilk kayyumların uzmanlıkları esas alınarak
mahkemeler tarafından seçildiğini ve daha sonrasında bu görevin, şirketlerin
yönetimi konusunda yetki ve deneyim sahibi bir kamu kurumu olan Tasarruf Mevduatı
Sigorta Fonu’na verildiğini ve kamusal niteliği nedeniyle, yükümlülüğünün
doğması halinde herhangi bir acizlik riski taşımadığını, bu durumun başvuran
için bir güvence sunduğunu gözlemlemektedir.
92. Mahkeme ayrıca, yargı makamlarının, yönetim kayyumları
yerine denetim kayyumları atanmasının kabul edilebilir olup olmadığı soruna
yanıt verdiklerini ve böyle bir tedbirin, kayyum atanmasıyla hedeflenen
amaçlara ulaşmayı mümkün kılmayacağı kanaatinde olduklarını gözlemlemektedir.
93. Öte yandan, Mahkeme, ihtilaf konusu tedbirin bir dizi başka
güvencelerle çevrili olduğunu gözlemlemektedir.
94. Başvuran böylelikle, kayyumun eylemlerine yargı yoluyla
itiraz etme, kayyumların faaliyetlerine bağlı bir zarar meydana gelmesi
durumunda Devletten tazminat alma ve beraat durumunda kayyumlara ödenen
ücretlerin iade edilmesi imkânına sahiptir.
95. Tedbirin süresiyle ilgili olarak, Mahkeme, söz konusu
sürenin başvurunun yapıldığı sırada üç yıldan biraz fazla olduğunu ve bunu
aşırı olarak değerlendirmediğini kaydetmektedir. Tedbirin halen yürürlükte
olduğu varsayılsa bile, Mahkeme, davanın karmaşıklığı, tedbirle izlenen
amaçlar, başvuranın zimmetine geçirmekle suçlandığı meblağlar ve sahip olduğu
güvenceler göz önünde bulundurulduğunda, tedbirin süresinin adil dengeyi bozacak
nitelikte olmadığı kanısındadır (bk. yukarıda anılan Karahasanoğlu kararı, §§
151 ve 153 ila 154, Mahkeme, ilgili kişiye tanınan usuli güvenceleri dikkate
alarak, başvuranın taşınmaz malları üzerinde yedi yıl, taşınır malları üzerinde
altı yıl süren tedbirlerin adil dengeyi bozmadığı değerlendirmesinde
bulunmuştur).
96. Son olarak, Mahkeme, başvuranın herhangi bir zamanda yasal
merciden tedbirin kaldırılması talebinde bulunabileceğini ve gerektiği
takdirde, bilhassa tedbirin süresinin aşırı hale gelmesi veya başkaca
unsurların tedbirin kaldırılması lehinde ağır basması halinde yeniden Anayasa
Mahkemesine başvurabileceğini gözlemlemektedir.’’
şeklinde hüküm kurmuştur (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin
21.1.2021 tarihli ve 4158/19 Başvuru No’lu Hamdi Akın İpek/ Türkiye Kararı).
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, kayyım mekanizması özelindeki müdahalenin usuli
nitelikteki güvencelere sahip, orantılı olduğu takdirde; meşru bir amaç
güttüğünü ve mülkiyet hakkını ihlal etmediğini hüküm altına almıştır. Ancak şirket
ortaklarının izin ve muvafakati olmaksızın; Fon Kurulunun yeni şirket kurulması
hususunda geniş takdir yetkisine sahip olması, söz konusu usuli güvenceleri
bertaraf edebilecek niteliktedir. Başka bir anlatımla Fon Kurulunun yeni şirket
kurulmasına ilişkin takdir yetkisinin genel çerçevesinin keyfi uygulamaya yer
vermeyecek açıklıkta ve saydam, öngörülebilir, anlaşılabilir ve nesnel biçimde
kanun düzeyinde çizilmemesi, kayyım mekanizmasının usuli güvencelerden yoksun
bırakıldığının bir görünümüdür. Bu durumda, bir de ortakların izin ve
muvafakatinin aranmaması, onların mülkiyet hakkını ve sözleşme özgürlüğünü
büsbütün korumasız bırakmaktadır.
Öte yandan Anayasa’nın 48. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca
Devletin, özel teşebbüslerin güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasına yönelik
tedbirleri almaya ilişkin pozitif yükümlülüğü vardır. Ancak bir özel teşebbüs
olan şirketin ortaklarının, yeni şirket kurulması için izin ya da muvafakatinin
alınmasının kanunla yasaklanması; Devletin, söz konusu pozitif yükümlülüğüyle
çelişmektedir. Zira mevcut ortakların cevaz vermediği bir hukuki işlemle yeni
şirket kurulması; o yeni şirketin (özel teşebbüsün) güvenlik ve kararlılık
içinde çalışmasını, işin doğası gereği, engeller. Bu nedenle anılan ibare,
Anayasa’nın 13, 35 ve 48. maddelerine aykırıdır.
b)Devletin; mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli
işlemelerini sağlayıcı ve geliştirici tedbirleri alma yükümlülüğü bakımından:
‘‘Anayasa'nın 167. maddesinin ilk fıkrasında; 'Devlet, para, kredi, sermaye,
mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı ve
geliştirici tedbirleri alır; piyasalarda fiilî veya anlaşma sonucu doğacak
tekelleşme ve kartelleşmeyi önler.' denilmektedir. Maddede yalnız, tekelleşme
değil, tekel oluşturmayan üretim ve hizmet kuruluşlarının 'fiyat anlaşmaları',
'coğrafi bölge paylaşma' ve 'benzeri suretle' gerçekleştirilecek kartelleşme de
yasaklanmış; Devlet, bunu engelleyici önlemleri almakla yükümlü tutulmuştur.
Böylece rekabetin ortadan kaldırılması, tekellerin ve kartellerin fiyatları
oluşturması ve etkilemesi önlenmek istenmiştir. Devletin tekelleşmeyi ve
kartelleşmeyi önlemek görevi, temelde tüketiciyi koruma amacı gütmektedir. Bu
da ancak, tekelleşme ve kartelleşmelerin önlenerek özgür rekabet ortamının
sağlanması ile güvenceye alınabilir. Piyasa ekonomisinin etkinliği, serbest
rekabet koşullarının varlığına bağlıdır. Tekelleşmeye veya kartelleşmeye olanak
veren ortamlarda piyasa ekonomisi etkinliğini yitirir. Bu nedenle, yasal
düzenlemelerde, tekelleşme ve kartelleşmeyi önlemeye, dolayısıyla bireyleri ve
toplumu korumaya yönelik kuralların bulunması zorunludur. Bu husus, Anayasa'nın
5. maddesindeki Devlet'in 'kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu
sağlamak' görevleri ile de doğrudan ilgilidir’’ (Anayasa Mahkemesi’nin
16.06.2011 tarihli ve 2009/9 E.; 2011/103 K. sayılı Kararı).
İptali talep edilen ibareyle ortakların izin ve muvafakati
aranmayacağından (ve dahi Fon Kuruluna yeni şirket kurulmasına ilişkin geniş
takdir yetkisi bırakılacağından) anılan ibare, kayyım atanan şirketlerin hakim
olduğu sektörlerde kötü ekonomik koşullara maruz kalan firmaların rekabet
kabiliyetine zarar gelmesine; kamu yararına aykırı şekilde belli özel
teşebbüslerin himaye edilmesine; özel teşebbüslerin mameleklerinin ve teşebbüs
hürriyetlerinin korunmasına elverişli ortam hazırlanamamasına; en nihayetinde
kamu maliyesi bakımından yük doğmasına dolayısıyla milli ekonominin zarara
uğramasına ve dolayısıyla kişilerin ve toplumun refah düzeyinin düşmesine neden
olacağından; Anayasa’nın 5 ve 167. maddelerine de aykırıdır.
c)Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırları ve
temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması bakımından: Olağanüstü
dönemler de hukuk içi rejimlerdir. Nitekim Kaboğlu’na göre:
‘‘Olağanüstü yönetimi gerekleri ortaya çıktığı zaman, ortak
hukukta geçerli özgürlükler düzeninden ayrılma anlamına gelebilecek önlemler
alınır. Askıya alma veya sapma (derogation) olarak adlandırılan önlemler, amaç
ve yerle sınırlı olup geçicidir; keyfi olmayıp denetime bağlıdır, bu nedenle
olağanüstü yönetimler de hukuk rejimi olarak adlandırılır. Buna karşın, artan
yetkileri keyfi olarak kullanma olasılığı nedeniyle, olağanüstü yönetimler
doğaları gereği insan hakları ve demokrasi için tehdit oluştururlar. Bütün özgürlükler
değil, düzenin sağlanması bakımından hassas olanlar kayıtlamaya tabi tutulur.
Olağanüstü rejimi ilân etmeyi gerekli kılan nedenler ortadan kalkınca, olağan
düzene geçilir. Doğallıkla, olağanüstü hal ve/veya sıkıyönetim, ‘‘geçici’’
özelliğe sahiptir. Kısacası, olağanüstü yönetimler, hukuki, geçici ve ölçülü
olmalıdır.’’
Anayasa Mahkemesi eldeki dava konusuyla benzer bir hüküm
hakkında verdiği (red) kararında:
‘‘123. Dava konusu kuralın düzenlenme ihtiyacının olağanüstü hâl
KHK’ları ile verilen görevlerin niteliğinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
Nitekim terör örgütlerine aidiyet, iltisak ve irtibat nedeniyle el konulan
şirketleri veya mal varlığı değerlerini yönetmek amacıyla kayyım atanması veya
görevlendirilmesi olağanüstü hâl kapsamında üstlenilen bir görevin icrasından
ibaret olup söz konusu görevin önemli bir kısmı olağanüstü hâlde alınması
gereken, dolayısıyla olağan dönemin hukuki düzenlemelerinden oldukça farklı
olan tedbirlere yöneliktir. Söz konusu tedbirlerin anılan niteliği dikkate alındığında
bunlara ilişkin görevlerin etkili biçimde uygulanması hususunda tereddüt
oluşabilir. Bu bağlamda dava konusu kuralla kanun koyucunun olağanüstü hâl
kapsamında şirket, ortaklık payları ve varlıkların yönetimi ve bu kapsamdaki
işlerin yürütülmesi için atananların veya görevlendirilenlerin olağanüstü hâl
süresince yayımlanan KHK’lar kapsamında görevlerini herhangi bir endişe ve
tereddüt duymadan yerine getirmelerini ve çalışmalarında başarılı olmalarını
amaçladığı anlaşılmaktadır. Bu itibarla kural kanun koyucunun takdir yetkisi
kapsamında olup hukuk devleti ilkesine aykırılık oluşturmamaktadır.’’
şeklinde hüküm kurmuştur (Anayasa Mahkemesi’nin 13.10.2021
tarihli ve 2018/93 E.; 2021/69 K. sayılı Kararı) (Aynı yönde Anayasa
Mahkemesi’nin 24.12.2020 tarihli ve 2017/21 E.; 2020/77 K. sayılı Kararı, §
241-254).
O halde bir an için iptali talep edilen ibarenin olağanüstü
halin koşulları sebebiyle kanunlaştırıldığı ileri sürülse dahi; ortakların yeni
şirket kurulmasına ilişkin izin ve muvafakatinin aranmaması, Anayasa’nın 15.
maddesinde belirtilen ‘‘durumun gerektirdiği ölçü’’ kaydının sınırlarını
aşmaktadır.
Kaldı ki 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişiminin ardından
21 Temmuz 2016 Tarihli ve 29777 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 2016/9064
sayılı ‘‘Anayasanın 120. maddesi ile 2935 Sayılı Olağanüstü Hal Kanununun 3.
Maddesinin Birinci Fıkrasının (b) Bendine Göre, Ülke Genelinde 21/7/2016
Perşembe Günü Saat 01.00’dan İtibaren Doksan Gün Süreyle Olağanüstü Hal İlan
Edilmesi Hakkında Karar’’ ile ülke genelinde olağanüstü hal ilan edilmiştir;
yedi kez uzatılan olağanüstü hal, Temmuz 2018’de sona ermiştir.
O halde olağan dönemde iptali talep edilen ibarenin
kanunlaştırıldığı göz önüne alındığında; ortakların yeni şirket kurulmasına
ilişkin izin ve muvafakatinin aranmamasının, Anayasa’nın 13. maddesinde yer
alan sınırlandırmanın sınırlarının (bilhassa öze dokunma yasağı, demokratik bir
toplum düzeninin gerekleri) gereklerini karşılamadığı açıkça ortadadır.
İhtilaflı kural, olağanüstü hale ilişkin tedbirlerin olağanüstü halin
kaldırılmasının akabinde geçerli olamayacaklarına dair temel anayasal prensibi
de ihlal etmektedir (Bkz. Anayasa m.15/1 : “ … olağanüstü hallerde … durumun
gerektirdiği ölçüde temel hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen
durdurulabilir … Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir.”
Bkz. ayrıca AİHS, m.15/1). Açık olduğu üzere, olağanüstü haller bile, hak ve
özgürlüklerin yalnızca “ölçülü durdurulması” kapsamındaki önlemlere olanak
tanıyor.
ç) Sınırlandırma yetkisinin kötüye kullanılması nedeniyle
Anayasa’nın 14. maddesi bakımından: Anayasa’nın 14. maddesi temel hak ve
hürriyetlerin kötüye kullanılamamasını düzenlemektedir. Kaboğlu’na göre:
‘‘Bu düzenleme biçimiyle, temel hak ve özgürlüklerin
kullanılması ile maddede sözü edilen eylemler arasında açık ve yakın bir
nedensellik ilişkisi bulunduğu takdirde ancak 14. maddede yazılı amaçları
gerçekleştirmek için kötüye kullanılmış sayılabilmelidir. ‘‘Yok etmeye yönelik
faaliyette bulunma’’ deyimi açıkça bir eylemi ifade ettiğinden, belli bir
özgürlüğün yok edilmesi ile söz konusu eylem arasında açık ve doğrudan bir
ilişkinin, yani nedensellik bağının bulunması gerekir. ‘‘Hak kaybı’’ yerine
‘‘yasayla belirlenecek yaptırımları öngören’’ (cezalar) öngören madde 14’ün ilk
şekli, özellikle yeni düzenleme şekliyle en azından 2. fıkra bakımından İHAS’ın
17. maddesiyle uyumlu hale getirildi. Devlete, yok etme yasağı ve sınırlama
ölçüsü yönünden yükümlülük getirmesi, Sözleşme ile uyum kaygısını
yansıtmaktadır.’’
Başka bir anlatımla Anayasa’nın 14. maddesinin ikinci fıkrası
uyarınca Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla
tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasa’da belirtilenden
daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı
mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz. Anılan maddenin üçüncü fıkrası uyarınca bu
hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler,
kanunla düzenlenir. Ancak iptali talep edilen ibare; Anayasa’nın 14. maddesinin
ikinci fıkrasının aksine kendilerine aykırılık oluşturduğu kurallar ve
hak-özgürlükler çerçevesini aşmaktadır. Diğer bir deyişle iptali talep edilen
ibare, ilgili hak ve özgürlükleri, “Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde
sınırlandırılması” sonucunu doğurduğundan; bunun yaptırımı (Anayasa’nın 14.
maddesinin üçüncü fıkrası mucibince), iptali istenen kuralın AYM tarafından
iptalidir. Kanun koyucu, izin ve muvafakati aranmamak suretiyle; idare (Fon
Kurulu) tarafından anılan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesine veya
Anayasa’da belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasına imkan
verdiğinden; ihtilaflı kural, Anayasa’nın 14. maddesine aykırı olup iptali
gerekir.
d)Uluslararası anlaşmaların iç hukuka etkisi bakımından: Bunun
yanında; Anayasa’nın 90. maddesine göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin
usulüne göre yürürlüğe konmuş uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı
koruyucu, kullanımını genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar
hiyerarşisinde kanunun üstündedir. İptali talep edilen ibare, Anayasa’nın 35.
maddesiyle benzer hükümler içeren Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin Ek 1 No’lu Protokolü’nün, mülkiyet hakkını düzenleyen 1.
maddesini de ihlal ettiğinden Anayasa’nın 90. maddesine de aykırıdır
Tüm bu nedenlerle 7407 sayılı Kanun’un 16. maddesiyle 10.11.2016
tarihli ve 6758 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması
Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair
Kanun’un 19. maddesinin değiştirilen sekizinci fıkrasının ikinci cümlesinde yer
alan ‘‘izin ve muvafakati aranmaz’’ ibaresi, Anayasa’nın 5, 13, 14, 15, 35, 48,
90 ve 167. maddelerine aykırıdır; anılan ibarenin iptali gerekir.
c) 26.05.2022 tarihli ve 7407 sayılı Bankacılık Kanunu ile Bazı
Kanunlarda ve 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 16. maddesiyle 10.11.2016 tarihli ve 6758 sayılı Olağanüstü Hal
Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin
Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’un 19. maddesinin değiştirilen
sekizinci fıkrasının yedinci cümlesinin Anayasa’ya aykırılığı
7407 sayılı Kanun’un 16. maddesiyle 6758 sayılı Kanun’un 19.
maddesinin değiştirilen sekizinci fıkrasına göre kayyımlarının yetkileri,
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna (TMSF/Fon) devredilen veya Tasarruf Mevduatı
Sigorta Fonunun kayyım olarak atandığı şirketlerde, şirketin ortaklarının
şirkette sahip olduğu pay oranında yeni kurulacak şirketlerde pay sahibi
olmaları koşuluyla şirket yönetim organının önerisi ve Fon Kurulu kararıyla
yeni şirket kurulmasına karar verilebilecektir; bu halde şirket ortaklarının
yeni şirket kurulmasına ilişkin izin ve muvafakati aranmayacaktır; kurulacak
şirketin sermayesi kayyımlarının yetkileri Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna
devredilen veya Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun kayyım olarak atandığı şirket
tarafından ayni veya nakdi olarak karşılanacaktır; yeni şirket kuruluşuna
ilişkin hususlar, şirketlerin yönetim organlarınca hazırlanacak ve Fon
Kurulunun onayına sunulacaktır; Fon Kurulu kararıyla kuruluş gerçekleşecektir
ve tescile tabi tüm hususlar her türlü vergi, resim ve harçtan muaf olmak üzere
ilgili ticaret sicilinde resen tescil ve ilan olunacaktır; bu fıkra uyarınca
gerçekleştirilecek kuruluş işlemleri ilgili mevzuata tabi olmaksızın
uygulanacaktır; yeni kurulan şirkette kayyımlık yetkisi, bir mahkeme veya hakim
kararına gerek olmaksızın Fona devredilmiş sayılacaktır. Ancak iptali talep
edilen cümleyle yeni kurulan şirkette kayyımlık yetkisinin bir mahkeme veya
hakim kararına gerek olmaksızın Fona devredilmiş sayılması, Anayasa’ya
aykırıdır.
Açıklamalara geçilmeden önce belirtmek gerekir ki anılan 19.
maddenin birinci ve ikinci fıkraları:
‘‘(1) Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce terör
örgütlerine aidiyeti, iltisakı veya irtibatı nedeniyle 4/12/2004 tarihli ve
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 133. maddesi uyarınca kayyım atanmasına
karar verilen şirketlerde görev yapan kayyımların yetkileri, hakim veya mahkeme
tarafından Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna devredilir ve devirle birlikte
kayyımların görevleri sona erer.
(2) Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten sonra ve olağanüstü
halin devamı süresince terör örgütlerine aidiyeti, iltisakı veya irtibatı
nedeniyle Ceza Muhakemesi Kanununun 133. maddesi uyarınca şirketlere ve bu
Kanunun 13. maddesi uyarınca varlıklara kayyım atanmasına karar verildiği
takdirde, kayyım olarak Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu atanır.’’
şeklindedir.
5271 sayılı Kanun’un (CMK) ‘‘Şirket yönetimi için kayyım
tayini’’ başlıklı 133. maddesi ise;
‘‘Madde 133 – (1) Suçun bir şirketin faaliyeti çerçevesinde
işlenmekte olduğu hususunda kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı ve maddi
gerçeğin ortaya çıkarılabilmesi için gerekli olması halinde; soruşturma ve
kovuşturma sürecinde, hâkim veya mahkeme, şirket işlerinin yürütülmesiyle
ilgili olarak kayyım atayabilir. Atama kararında, yönetim organının karar ve
işlemlerinin geçerliliğinin kayyımın onayına bağlı kılındığı veya yönetim
organının yetkilerinin ya da yönetim organının yetkileri ile birlikte ortaklık
payları veya menkul kıymetler idare yetkilerinin tümüyle kayyıma verildiği
açıkça belirtilir. Kayyım tayinine ilişkin karar, ticaret sicili gazetesinde ve
diğer uygun vasıtalarla ilan olunur.(26)
(2) Hâkim veya mahkemenin kayyım hakkında takdir etmiş bulunduğu
ücret, şirket bütçesinden karşılanır. Ancak, soruşturma veya kovuşturma konusu
suçtan dolayı kovuşturmaya yer olmadığı veya beraat kararının verilmesi
halinde; ücret olarak şirket bütçesinden ödenen paranın tamamı, kanunî faiziyle
birlikte Devlet Hazinesinden karşılanır.
(3) İlgililer, atanan kayyımın işlemlerine karşı, görevli
mahkemeye 22.11.2001 tarihli ve 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu ve 29.6.1956
tarihli ve 6762 sayılı Türk Ticaret Kanunu hükümlerine göre başvurabilirler.
(4) Bu madde hükümleri ancak aşağıda sayılan suçlarla ilgili
olarak uygulanabilir.
a) Türk Ceza Kanununda yer alan,
1. Göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti (madde 79, 80),
2. Uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti (madde 188),
3. Parada sahtecilik (madde 197),
4. Fuhuş (madde 227),
5. Kumar oynanması için yer ve imkân sağlama (madde 228),
6. Zimmet (madde 247),
7. Suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama (madde 282),
8. Silahlı örgüt (madde 314) veya bu örgütlere silah sağlama
(madde 315),
9. Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk (madde 328, 329,
330, 331, 333, 334, 335, 336, 337),
Suçları,
b) Ateşli Silahlar ve Bıçaklar İle Diğer Aletler Hakkında
Kanunda tanımlanan silah kaçakçılığı (madde 12) suçları,
c) Bankalar Kanununun 22. maddesinin (3) ve (4) numaralı
fıkralarında tanımlanan zimmet suçu,
d) Kaçakçılıkla Mücadele Kanununda tanımlanan ve hapis cezasını
gerektiren suçlar,
e) Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 68 ve 74.
maddelerinde tanımlanan suçlar.
(5) Bu madde uyarınca atanan kayyımların görevleriyle ilgili iş
ve işlemlerinden dolayı tazminat davaları, 142 ila 144. maddeler uyarınca
Devlet aleyhine açılır. Devlet, ödediği tazminattan dolayı görevinin
gereklerine aykırı hareket etmek suretiyle görevini kötüye kullanan kayyımlara
bir yıl içinde rücu eder.’’
şeklindedir.
İhtilaflı düzenleme, aşağıda sıralanan gerekçelerle Anayasa’ya
aykırıdır.
a)Kuvvetler ayrılığı ilkesi, hiçbir kimse veya organın kaynağını
Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaması, temel hak ve
özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırları, hak arama özgürlüğü, masumiyet
karinesi bakımından: İptali talep edilen cümle, Anayasa’nın hak arama
hürriyetini düzenleyen 36. maddesinde teminat altına alınan adil yargılanma
hakkını ve Anayasa’nın 38. maddesinde temelini bulan masumiyet karinesini ihlal
etmektedir. Zira CMK’nin 133. maddesi, Birinci Kitap-Dördüncü Kısım-Dördüncü
Bölümünde yer aldığından bir koruma tedbiridir. Koruma tedbiri, ‘‘Hukukun diğer
alanlarında da rastlanılan bir müessese olup ‘‘tehlike tedbirinin’’ bir
çeşididir. Hüküm makamlarının ve özellikle yargılama makamlarının görevlerini
yapmada, yani hüküm vermede kullandıkları üçüncü vasıta da ‘‘koruma
tedbiri’’dir. Tehlike yakınsa ve önlemek için çok geçse, kendimizi ancak
tehlikeli sonuçtan koruyabiliriz. Bunlara ‘‘koruma tedbiri’’ denir.’’. O halde
söz konusu koruma tedbirlerinin doğası gereği mahkeme veya hakim tarafından
verilmesi lazım gelmektedir. Nitekim CMK’nin 133. maddesinde şirkete kayyım
atamaya yetkili mercii (hakim-savcı), kesin yetki ile belirlenmiştir. Ancak
kanun koyucu, yeni kurulan şirketler bakımından söz konusu yetkiyi bertaraf
etmiş ve kayyımlık yetkisinin ‘‘kendiliğinden’’ Fona devredilmiş sayılacağını
hüküm altına almıştır. Yeni kurulacak şirketlerin, CMK’nin 133. maddesi
kapsamında kalıp kalmadığına; kapsamında ise 6758 sayılı Kanun’un 19.
maddesinin (kayyımın TMSF olacağı hakkında düzenlemeler içeren) birinci ve
ikinci fıkralarının somut olaya uygulanıp uygulanmayacağına ilişkin hakim veya
mahkeme tarafından yapılacak değerlendirme, iptali talep edilen cümleyle
ortadan kaldırılmaktadır. Halbuki koruma tedbirlerinin de adil yargılanma hakkı
gereğince bağımsız ve tarafsız hakim veya mahkeme tarafından uygulanması lazım
gelmektedir.
Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de bu tür tedbirleri:
adil yargılanma hakkı kapsamında değerlendirmektedir: ‘‘50. Prensipte,
haklarında herhangi bir cezai soruşturma tehdidinin bulunmadığı durumlarda,
üçüncü şahısların mülkiyet haklarını olumsuz etkileyen müsadere tedbirleri,
“suç isnadının tespiti” e” (Birleşik Krallık'ta bir uçağa el konulması Air
Canada v. Birleşik Krallık, § 54; veya altın paralara el konulması AGOSI v.
Birleşik Krallık, §§ 65-66.. (Silickienė v. Litvanya, §§ 45-46). anlamına
gelmez. Bu tür tedbirler, bunun yerine 6. maddenin hukuk başlığı altına
girmektedir.’’. Ancak kanun koyucu söz konusu yeni şirketlere TMSF’nin kayyım
olarak atanmasına ilişkin yargısal güvenceyi bertaraf etmiştir. Bu durum,
(Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan sınırlandırmanın sınırlarının gereklerini
karşılamayarak) demokratik bir toplum düzeninde olmayacak biçimde yeni kurulan
şirketlerin adil yargılanma hakkının özüne dokunmaktadır.
Öte yandan masumiyet karinesi, kural olarak hakkında bir suç
isnadı bulunan ve henüz mahkûmiyet kararı verilmemiş kişileri kapsayan bir
ilkedir (Kürşat Eyol, B. No: 2012/665, 13/6/2013, §§ 26, 27). Anayasa
Mahkemesi’nin ifade ettiği üzere, “Ceza hukukunun temel ilkelerinden olan
suçsuzluk karinesi, hakkında suç isnadı bulunan bir kişinin adil bir yargılama
sonunda suçlu olduğuna dair kesin hüküm tesis edilene kadar masum sayılması
gerektiğini ifade etmekte ve hukuk devleti ilkesinin de bir gereğini
oluşturmaktadır” (AYM, E. 2017/109, K. 2018/39, K.T. 02.05.2018, R.G. 6/6/2018 –
30443, III-8). Adil yargılanma hakkının bir unsuru olan masumiyet karinesinin
sağladığı güvencenin iki yönü bulunmaktadır. Güvencenin ilk yönü; kişi
hakkındaki ceza yargılaması sonuçlanıncaya kadar geçen, bir başka ifadeyle
kişinin ceza gerektiren bir suçla itham edildiği (suç isnadı altında olduğu)
sürece ilişkin olup suçlu olduğuna dair hüküm tesis edilene kadar kişinin
suçluluğu ve eylemleri hakkında erken açıklamalarda bulunulmasını yasaklar.
Güvencenin bu yönünün kapsamı sadece ceza yargılamasını yürüten mahkemeyle
sınırlı değildir. Güvence aynı zamanda diğer tüm idari ve adli makamların da
işlem ve kararlarında, suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kişinin suçlu
olduğu yönünde ima ya da açıklamalarda bulunmamasını gerekli kılar. Dolayısıyla
sadece suç isnadına konu ceza yargılaması kapsamında değil ceza yargılaması ile
eş zamanlı olarak yürütülen diğer hukuki süreç ve yargılamalarda da (idari,
hukuk, disiplin gibi) masumiyet karinesinin ihlali söz konusu olabilir (Galip
Şahin, B. No: 2015/6075, 11/6/2018, § 39; Turgut Duman, B. No: 2014/15365,
29/5/2019, § 103). Güvencenin ikinci yönü ise ceza yargılaması sonucunda
mahkûmiyet dışında bir hüküm kurulduğunda devreye girer ve daha sonraki
yargılamalarda ceza gerektiren suçla ilgili olarak kişinin masumiyetinden şüphe
duyulmamasını, kamu makamlarının toplum nezdinde kişinin suçlu olduğu
izlenimini uyandıracak işlem ve uygulamalardan kaçınmasını gerektirir (Galip
Şahin, § 40; Turgut Duman, § 104 ). Ancak Fon Kurulu kararıyla kurulan yeni
şirketlere mahkeme veya hakim kararı olmaksızın kayyım atanmasını ve bu
kayyımın Fon olarak belirlenmesini, diğer bir deyişle bu şirketlere kayyım
atanmasını ve atanacak kayyımın TMSF olarak belirlenmesini temellendirecek
yargısal işlem bulunmadan, kanun hükmüyle yeni şirketlere TMSF’nin kayyım
atanması; masumiyet karinesini ihlal edecektir.
Bu nedenlerle iptali talep edilen cümle, Anayasa’nın 13, 36 ve
38. maddelerine aykırıdır.
Diğer taraftan bu durum; bir fonksiyon gaspına sebep olacak,
Anayasa’nın Başlangıç bölümünde yer alan kuvvetler ayrılığı ilkesini ve 6.
maddesinde yer alan hiçbir organın kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet
yetkisi kullanmamasına yönelik hükmü ihlal edecektir. Zira yeni kurulan
şirketlerin kayyımlık yetkisinin bir mahkeme veya hakim kararı olmaksızın Fona
devredilmiş sayılması, yasama kuvveti ile yargı kuvveti arasındaki ayrılığa
halel getirmiştir. O nedenle iptali talep edilen cümle, Anayasa’nın Başlangıç
bölümüne, 2 ve 6. maddelerine aykırıdır.
b)Mülkiyet hakkı, sözleşme özgürlüğü ve temel hak ve
özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırları bakımından: Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin Ek 1 No’lu Protokolü’nün 1. maddesinde ve Anayasa’nın 35.
maddesinde temelini bulan mülkiyet hakkı; sahibine mülkiyetine müdahale
edilmeksizin yararlanma, mülkiyetten yoksun bırakılmama, mülkiyetinin
kullanımının kontrol edilmemesi imkanı sağlar. Bununla birlikte mülkiyet hakkı;
bir kimsenin, başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu
sınırlamalara da uymak koşulu ile bir şey üzerinde dilediği biçimde kullanma,
ürünlerinden yararlanma, tasarruf etme (başkasına devretme, biçimini
değiştirme, harcama ve tüketme, hatta yok etme) şeklinde tanımlamaktadır
(Anayasa Mahkemesi’nin 21.06.1989 tarihli ve 1988/ 34 E., 1989/26 K. sayılı
Kararı). Anayasa’nın 48. maddesinde yer alan sözleşme özgürlüğü; tarafların bir
sözleşmeyi yapıp yapmama özgürlüğünü, sözleşmeye son verme özgürlüğünü,
sözleşmenin içeriğini belirleme /değiştirme özgürlüğünü, sözleşmenin tipini
belirleme özgürlüğünü içerir. O halde iptali talep edilen cümleyle yeni
kurulacak şirketlere Fonun kayyım tayin edilmesi; mülkiyet hakkının ve sözleşme
özgürlüğünün kesişim alanındadır.
Zira Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından ‘‘Sovtransavto
Ukrayna’ya karşı davasında ise başvurucunun şirketine ait olan mülkiyet
haklarının, bir şirketteki hissedarlığının sınırlandırılmasına ve şirketin
faaliyetlerinin kontrolünün ve varlığının kaybolmasına ilişkin adil olmayan
davalar sonucunda ihlal edildiği sonucuna varılmıştır. (Sovtransavto Holding -
Ukrayna (dec.), no. 48553/99, 27 Eylül 2001)’’ .
Yine Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, kayyım atanan bir şirketin
mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasıyla ilgili verdiği bir kararında:
‘‘81. Kayyum atama tedbirinin bir müsadere yani mülkiyetten
yoksun bırakma değil, mülklerin mal sahibi tarafından kullanımını geçici olarak
kısıtlayan önleyici bir tedbir olduğunu kaydetmektedir. Niteliği dikkate
alındığında, müdahale 1 No.lu Protokol’ün 1. maddesinin ikinci fıkrası
anlamında, devletlerin, mülklerin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını
düzenlemek konusunda sahip oldukları hak açısında incelenmelidir (bk. diğer
birçok karar arasından, Smirnov/Rusya, no. 71362/01, § 54, AİHM 2007 VII,
Borjonov /Rusya, no.18274/04, § 57, 22 Ocak 2009).
82. Mahkeme bu tedbirin CMK'nın 133. maddesiyle öngörüldüğünü ve
yeni suçların işlenmesinin önlenmesi (Michaud/Fransa, no. 12323/11, § 123, AİHM
2012, Filkin/Portekiz, no. 69729/12, § 82, 3 Mart 2020) delil yönetimini
kolaylaştırma (Lachikhina/Rusya, no. 38783/07, § 59, 10 Ekim 2017) ve yargılama
sonunda mahkemelerce verilebilecek muhtemel bir müsadere kararının yerine
getirilmesini sağlamak (Karahasanoğlu/Türkiye, no. 21392/08 ve diğer 2 başvuru,
§ 148, 16 Mart 2021) olmak üzere meşru amaç izlediğini gözlemlemektedir.
83. Diğer hususların yanı sıra, bilhassa usuli nitelikteki
güvencelerin varlığını gerektiren müdahalenin orantılılığı ile ilgili olarak,
Mahkeme ilk olarak başvuranın ihtilaf konusu tedbire itiraz edebildiğini ve
ileri sürdüğü argümanların, gerekçeli yanıtlar veren Anayasa Mahkemesi de dâhil
olmak üzere ulusal mahkemeler tarafından dikkatli bir şekilde incelendiğini
kaydetmektedir (bk. aksi yönde bir karar için (a contrario),
Džinić/Hırvatistan, no. 38359/13, §§ 78 ve 79, 17 Mayıs 2016).
84. Söz konusu tedbirin uygulanmasına, bağımsız bir yargı makamı
tarafından teknik raporlara dayanılarak karar verilmiştir. Bu hususla ilgili
olarak, Mahkeme, sulh ceza hâkimliklerinin bağımsızlığı konusunda başvuranın
şikâyetlerine benzer şikâyetler hakkında daha önce karar verdiğini ve bunları
kabul edilemez bulduğunu hatırlatmaktadır (bk. yukarıda anılan Baş kararı, §§
269 ila 281). Mahkeme, somut olayda bu sonuçtan uzaklaşmak için herhangi bir
sebep görmemektedir.
91. Başvuran, kayyum atama usulüne dâhil edilmediğinden şikâyet
etse de, Mahkeme, Sözleşme’nin böyle bir hakkı güvence altına almadığını
değerlendirmektedir. Mahkeme, ilk kayyumların uzmanlıkları esas alınarak
mahkemeler tarafından seçildiğini ve daha sonrasında bu görevin, şirketlerin
yönetimi konusunda yetki ve deneyim sahibi bir kamu kurumu olan Tasarruf
Mevduatı Sigorta Fonu’na verildiğini ve kamusal niteliği nedeniyle,
yükümlülüğünün doğması halinde herhangi bir acizlik riski taşımadığını, bu
durumun başvuran için bir güvence sunduğunu gözlemlemektedir.
92. Mahkeme ayrıca, yargı makamlarının, yönetim kayyumları
yerine denetim kayyumları atanmasının kabul edilebilir olup olmadığı soruna
yanıt verdiklerini ve böyle bir tedbirin, kayyum atanmasıyla hedeflenen
amaçlara ulaşmayı mümkün kılmayacağı kanaatinde olduklarını gözlemlemektedir.
93. Öte yandan, Mahkeme, ihtilaf konusu tedbirin bir dizi başka
güvencelerle çevrili olduğunu gözlemlemektedir.
94. Başvuran böylelikle, kayyumun eylemlerine yargı yoluyla
itiraz etme, kayyumların faaliyetlerine bağlı bir zarar meydana gelmesi durumunda
Devletten tazminat alma ve beraat durumunda kayyumlara ödenen ücretlerin iade
edilmesi imkânına sahiptir.
95. Tedbirin süresiyle ilgili olarak, Mahkeme, söz konusu
sürenin başvurunun yapıldığı sırada üç yıldan biraz fazla olduğunu ve bunu
aşırı olarak değerlendirmediğini kaydetmektedir. Tedbirin halen yürürlükte
olduğu varsayılsa bile, Mahkeme, davanın karmaşıklığı, tedbirle izlenen
amaçlar, başvuranın zimmetine geçirmekle suçlandığı meblağlar ve sahip olduğu
güvenceler göz önünde bulundurulduğunda, tedbirin süresinin adil dengeyi
bozacak nitelikte olmadığı kanısındadır (bk. yukarıda anılan Karahasanoğlu
kararı, §§ 151 ve 153 ila 154, Mahkeme, ilgili kişiye tanınan usuli güvenceleri
dikkate alarak, başvuranın taşınmaz malları üzerinde yedi yıl, taşınır malları
üzerinde altı yıl süren tedbirlerin adil dengeyi bozmadığı değerlendirmesinde
bulunmuştur).
96. Son olarak, Mahkeme, başvuranın herhangi bir zamanda yasal
merciden tedbirin kaldırılması talebinde bulunabileceğini ve gerektiği
takdirde, bilhassa tedbirin süresinin aşırı hale gelmesi veya başkaca
unsurların tedbirin kaldırılması lehinde ağır basması halinde yeniden Anayasa
Mahkemesine başvurabileceğini gözlemlemektedir.’’
şeklinde hüküm kurmuştur (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin
21.1.2021 tarihli ve 4158/19 Başvuru No’lu Hamdi Akın İpek/ Türkiye Kararı).
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, kayyım mekanizması özelindeki müdahalenin usuli
nitelikteki güvencelere sahip, orantılı olduğu takdirde; meşru bir amaç
güttüğünü ve mülkiyet hakkını ihlal etmediğini hüküm altına almıştır. Ancak
yeni kurulacak şirkete hakim veya mahkeme kararı olmaksızın Fonun kayyım tayin
edilmesi, söz konusu usule ilişkin güvenceleri bertaraf edebilecek
niteliktedir.
Başka bir anlatımla mevcut şirket ortaklarının (mülkiyet hakkına
binaen) mameleklerini arttırmak amacıyla; (sözleşme özgürlüğüne binaen)
kurulacak yeni şirketin kayyım tarafından yönetilmesi, nihayetinde mülkiyet
hakkının ve teşebbüs özgürlüğünün kullanımına etki edecektir. Mülkiyet hakkına
ve özel teşebbüs kurma hürriyetine yapılan söz konusu müdahalenin hukuka uygun
nitelik kazanması için; Anayasa’nın 13. maddesinde düzenlenen temel hak ve
özgürlükleri sınırlandırma ve güvence ölçütleri çerçevesinde yapılması
gerekmektedir. (Zira Temmuz 2018 tarihi itibarıyla olağanüstü hal dönemi sona
ermiştir ve iptali talep edilen ibare, olağan dönemde uygulanacaktır.) Ancak
söz konusu yeni şirkette kayyımlık yetkisinin bir mahkeme veya hakim kararına
gerek olmaksızın Fona devredilmiş sayılması, (Anayasa’nın 13. maddesinde yer
alan sınırlandırmanın sınırlarının gereklerini karşılamayarak yani) asgari usul
güvencelerini karşılamayarak ve demokratik bir toplum düzeninde olmayacak
biçimde ortakların sözleşme özgürlüğünün ve mülkiyet hakkının özüne
dokunacaktır. Bu nedenle anılan cümle, Anayasa’nın 13, 35 ve 48. maddelerine
aykırıdır.
c)Eşitlik ilkesi, temel hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılmasının sınırları, teşebbüs hürriyeti bakımından: İptali talep
edilen cümle, Anayasa’nın 10. maddesine aykırıdır. Zira eşitlik ilkesinin ihlal
edilip edilmediği hususunun tespiti, münferit olayda benzer durumdaki kişi
kategorileri arasında gerçekleştirilen ayrıma ilişkin bir ‘‘haklı neden’’in var
olup olmadığına göre yapılır ve ancak ihtilaflı düzenlemede haksız nedenlere
dayalı keyfi muamele farklılıklarını engelleyecek hiçbir objektif kıstas ve
güvence bulunmamaktadır.
Anayasa Mahkemesi’nin ifade ettiği üzere; “[Eşitlik ilkesi] ile
güdülen amaç, benzer koşullar içinde olan, özdeş nitelikte bulunan durumların
yasalarca aynı işleme uyruk tutulmasını sağlamaktır.” (Anayasa Mahkemesi’nin
13.04.1976 tarihli ve 1976/3 E.; 1976/3 K. sayılı Kararı). Yine AYM’ye göre;
“Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında
aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık
tanınmasını önlemektir” (Anayasa Mahkemesi’nin 07.02.2006 tarihli ve 2006/11
E.; 2006/17 K. sayılı Kararı). Eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği
hususunun tespitinde, somut olayda yapılan ayrımın haklı bir nedene dayanıp
dayanmadığı noktası dikkate alınır: “Anayasa'nın 10. maddesinde öngörülen
eşitlik, mutlak anlamda bir eşitlik olmayıp, ortada haklı nedenlerin bulunması
halinde, farklı uygulamalara imkan veren bir ilkedir” (Anayasa Mahkemesi’nin
11.12.1986 tarihli ve 1985/11 E.; 1986/29 K. sayılı Kararı).
Ayrıca iptali talep edilen cümleyle mevcut şirketler ile yeni
şirketler arasında haklı nedene dayanmayan ayrım yapılmıştır. Başka bir
anlatımla mevcut şirketlere hakim veya mahkeme tarafından kayyım atanmasına
karar verilmekte ve kayyım mercii olarak TMSF tayin edilmekteydi. Ancak yeni
şirketlere kayyım atanması bakımından eşitlik ilkesi bağlamında belirli
güvenceler sağlayan mevcut yargısal usul, haklı bir neden olmaksızın
terkedilmiştir.
Yeni kurulan şirkette kayyımlık yetkisinin bir mahkeme veya
hakim kararına gerek olmaksızın Fona devredilmiş sayılması, eşitlik ilkesi
bağlamında teşebbüs hürriyetinin konusu kapsamında kalmaktadır. Zira
Anayasa’nın 48. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca Devletin, özel teşebbüslerin
güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasına yönelik tedbirleri almaya ilişkin
pozitif yükümlülüğü vardır ve Anayasa’nın 10. maddesi uyarınca Devlet, bu
pozitif yükümlülüğü her bir özel teşebbüs bakımından (benzer koşullar içinde
olan, özdeş nitelikte bulunanlar için) eşit şekilde yerine getirmekle
mükelleftir. Bir özel teşebbüs bakımından eşitlik ilkesinin ihlal edilip
edilmediği hususunun tespiti de, somut olayda benzer durumda olanlara ilişkin
bir muamele farklılığı yapmayı meşrulaştıracak ‘‘haklı neden’’in var olup
olmadığına göre yapılır. Ancak açıklandığı üzere; yargısal usuli güvencelerin
mevcut şirketler bakımından öngörülüp yeni şirketler bakımından öngörülmemesi,
Devletin bir özel teşebbüs bakımından pozitif yükümlülüğünü yerine getirmesini
ve fakat bir diğerini gözetmemesinin bir örneğini teşkil etmektedir. Ayrıca
iptali talep edilen cümle; demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı
biçimde ve hakkın özünü ihlal ederek, ayrımcı uygulamalara sebep olarak
teşebbüs hürriyetini sınırlandırdığından; Anayasa’nın 13. maddesine de
aykırıdır.
ç)Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırları ve
temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması bakımından: Olağanüstü
dönemler de hukuk içi rejimlerdir. Nitekim Kaboğlu’na göre:
‘‘Olağanüstü yönetimi gerekleri ortaya çıktığı zaman, ortak
hukukta geçerli özgürlükler düzeninden ayrılma anlamına gelebilecek önlemler
alınır. Askıya alma veya sapma (derogation) olarak adlandırılan önlemler, amaç
ve yerle sınırlı olup geçicidir; keyfi olmayıp denetime bağlıdır, bu nedenle
olağanüstü yönetimler de hukuk rejimi olarak adlandırılır. Buna karşın, artan
yetkileri keyfi olarak kullanma olasılığı nedeniyle, olağanüstü yönetimler
doğaları gereği insan hakları ve demokrasi için tehdit oluştururlar. Bütün
özgürlükler değil, düzenin sağlanması bakımından hassas olanlar kayıtlamaya
tabi tutulur. Olağanüstü rejimi ilân etmeyi gerekli kılan nedenler ortadan
kalkınca, olağan düzene geçilir. Doğallıkla, olağanüstü hal ve/veya
sıkıyönetim, ‘‘geçici’’ özelliğe sahiptir. Kısacası, olağanüstü yönetimler,
hukuki, geçici ve ölçülü olmalıdır.’’
Anayasa Mahkemesi eldeki dava konusuyla benzer bir hüküm
hakkında verdiği (red) kararında:
‘‘123. Dava konusu kuralın düzenlenme ihtiyacının olağanüstü hâl
KHK’ları ile verilen görevlerin niteliğinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
Nitekim terör örgütlerine aidiyet, iltisak ve irtibat nedeniyle el konulan
şirketleri veya mal varlığı değerlerini yönetmek amacıyla kayyım atanması veya
görevlendirilmesi olağanüstü hâl kapsamında üstlenilen bir görevin icrasından
ibaret olup söz konusu görevin önemli bir kısmı olağanüstü hâlde alınması
gereken, dolayısıyla olağan dönemin hukuki düzenlemelerinden oldukça farklı
olan tedbirlere yöneliktir. Söz konusu tedbirlerin anılan niteliği dikkate
alındığında bunlara ilişkin görevlerin etkili biçimde uygulanması hususunda
tereddüt oluşabilir. Bu bağlamda dava konusu kuralla kanun koyucunun olağanüstü
hâl kapsamında şirket, ortaklık payları ve varlıkların yönetimi ve bu
kapsamdaki işlerin yürütülmesi için atananların veya görevlendirilenlerin
olağanüstü hâl süresince yayımlanan KHK’lar kapsamında görevlerini herhangi bir
endişe ve tereddüt duymadan yerine getirmelerini ve çalışmalarında başarılı
olmalarını amaçladığı anlaşılmaktadır. Bu itibarla kural kanun koyucunun takdir
yetkisi kapsamında olup hukuk devleti ilkesine aykırılık oluşturmamaktadır.’’
şeklinde hüküm kurmuştur (Anayasa Mahkemesi’nin 13.10.2021
tarihli ve 2018/93 E.; 2021/69 K. sayılı Kararı) (Aynı yönde Anayasa
Mahkemesi’nin 24.12.2020 tarihli ve 2017/21 E.; 2020/77 K. sayılı Kararı, §
241-254).
O halde bir an için iptali talep edilen cümlenin olağanüstü
halin koşulları sebebiyle kanunlaştırıldığı ileri sürülse dahi; yeni kurulan
şirkette kayyımlık yetkisinin bir mahkeme veya hakim kararına gerek olmaksızın
Fona devredilmiş sayılması, Anayasa’nın 15. maddesinde belirtilen ‘‘durumun
gerektirdiği ölçü’’ kaydının sınırlarını aşmaktadır.
Kaldı ki 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişiminin ardından
21 Temmuz 2016 Tarihli ve 29777 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 2016/9064
sayılı ‘‘Anayasanın 120. Maddesi ile 2935 Sayılı Olağanüstü Hal Kanununun 3.
Maddesinin Birinci Fıkrasının (b) Bendine Göre, Ülke Genelinde 21/7/2016
Perşembe Günü Saat 01.00’dan İtibaren Doksan Gün Süreyle Olağanüstü Hal İlan
Edilmesi Hakkında Karar’’ ile ülke genelinde olağanüstü hal ilan edilmiştir;
yedi kez uzatılan olağanüstü hal, Temmuz 2018’de sona ermiştir.
O halde olağan dönemde iptali talep edilen cümlenin
kanunlaştırıldığı göz önüne alındığında; yeni kurulan şirkette kayyımlık
yetkisinin bir mahkeme veya hakim kararına gerek olmaksızın Fona devredilmiş
sayılmasının, Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan sınırlandırmanın sınırlarının
(bilhassa öze dokunma yasağı, demokratik bir toplum düzeninin gerekleri)
gereklerini karşılamadığı açıkça ortadadır. İhtilaflı kural, olağanüstü hale
ilişkin tedbirlerin olağanüstü halin kaldırılmasının akabinde geçerli
olamayacaklarına dair temel anayasal prensibi de ihlal etmektedir (Bkz. Anayasa
m.15/1 : “ … olağanüstü hallerde … durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve
hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir … Anayasada
öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir.” Bkz. ayrıca AİHS, m.15/1).
d) Sınırlandırma yetkisinin kötüye kullanılması nedeniyle
Anayasa’nın 14. maddesi bakımından: Anayasa’nın 14. maddesi temel hak ve
hürriyetlerin kötüye kullanılamamasını düzenlemektedir. Kaboğlu’na göre:
‘‘Bu düzenleme biçimiyle, temel hak ve özgürlüklerin
kullanılması ile maddede sözü edilen eylemler arasında açık ve yakın bir
nedensellik ilişkisi bulunduğu takdirde ancak 14. maddede yazılı amaçları
gerçekleştirmek için kötüye kullanılmış sayılabilmelidir. ‘‘Yok etmeye yönelik
faaliyette bulunma’’ deyimi açıkça bir eylemi ifade ettiğinden, belli bir
özgürlüğün yok edilmesi ile söz konusu eylem arasında açık ve doğrudan bir
ilişkinin, yani nedensellik bağının bulunması gerekir. ‘‘Hak kaybı’’ yerine
‘‘yasayla belirlenecek yaptırımları öngören’’ (cezalar) öngören madde 14’ün ilk
şekli, özellikle yeni düzenleme şekliyle en azından 2. fıkra bakımından İHAS’ın
17. maddesiyle uyumlu hale getirildi. Devlete, yok etme yasağı ve sınırlama
ölçüsü yönünden yükümlülük getirmesi, Sözleşme ile uyum kaygısını
yansıtmaktadır.’’
Başka bir anlatımla Anayasa’nın 14. maddesinin ikinci fıkrası
uyarınca Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla
tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasa’da belirtilenden
daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı
mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz. Anılan maddenin üçüncü fıkrası uyarınca bu
hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler,
kanunla düzenlenir. Ancak iptali talep edilen kuralla; Anayasa’nın 14.
maddesinin ikinci fıkrasının aksine yeni kurulan şirkette kayyımlık yetkisinin
bir mahkeme veya hakim kararına gerek olmaksızın Fona devredilmiş sayılması,
kendilerine aykırılık oluşturduğu kurallar ve hak-özgürlükler çerçevesini
aşmaktadır. Diğer bir deyişle yeni kurulan şirkette kayyımlık yetkisinin bir
mahkeme veya hakim kararına gerek olmaksızın Fona devredilmiş sayılması, ilgili
hak ve özgürlükleri, “Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde
sınırlandırılması” sonucunu doğurduğundan; bunun yaptırımı (Anayasa’nın 14.
maddesinin üçüncü fıkrası mucibince), iptali istenen kuralın AYM tarafından
iptalidir. Kanun koyucu, yeni kurulan şirkette kayyımlık yetkisinin bir mahkeme
veya hakim kararına gerek olmaksızın Fona devredilmiş saymak suretiyle; idare
tarafından anılan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesine veya Anayasa’da
belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasına imkan verdiğinden;
ihtilaflı kural, Anayasa’nın 14. maddesine aykırı olup iptali gerekir.
e)Uluslararası anlaşmaların iç hukuka etkisi bakımından: Bunun
yanında; Anayasa’nın 90. maddesine göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin
usulüne göre yürürlüğe konmuş uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı
koruyucu, kullanımını genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar
hiyerarşisinde kanunun üstündedir. İptali talep edilen cümle, Anayasa’nın 35.
maddesiyle benzer hükümler içeren Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin adil yargılanma hakkını ve masumiyet karinesini düzenleyen 6. ve
Ek 1 No’lu Protokolü’nün, mülkiyet hakkını düzenleyen 1. maddelerini de ihlal
ettiğinden Anayasa’nın 90. maddesine de aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle 7407 sayılı Kanun’un 16. maddesiyle 10.11.2016
tarihli ve 6758 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması
Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair
Kanun’un 19. maddesinin değiştirilen sekizinci fıkrasının yedinci cümlesi,
Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 2, 6, 10, 13, 14, 15, 35, 36, 48 ve 90.
maddelerine aykırıdır; anılan cümlenin iptali gerekir.
ç) 26.05.2022 tarihli ve 7407 sayılı Bankacılık Kanunu ile Bazı
Kanunlarda ve 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 16. maddesiyle 10.11.2016 tarihli ve 6758 sayılı Olağanüstü Hal
Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin
Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’un 19. maddesinin değiştirilen
dokuzuncu fıkrasında yer alan ‘‘13/1/2011 tarihli ve 6102 sayılı Türk Ticaret
Kanunu hükümlerine tabi olunmaksızın Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından
kullanılabilir’’ ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
7407 sayılı Kanun’un 16. maddesiyle 6758 sayılı Kanun’un 19.
maddesinin dokuzuncu fıkrası değiştirilmiştir. Buna göre, Tasarruf Mevduatı
Sigorta Fonunun (TMSF/Fon) kayyımlık görevini yürüttüğü şirketlerin genel
kurullarının yetkileri, 13.01.2011 tarihli ve 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu
(TTK) hükümlerine tabi olunmaksızın Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından
kullanılabilecektir; bu kapsamda bir şirketin bölünmesine karar verilmesi
halinde Fon, bölünme yolu ile kurulan bu şirkete kayyım atanacaktır. Ancak
Fonun kayyımlık görevini yürüttüğü şirketlerin genel kurullarının yetkilerini
TTK hükümlerine tabi olunmaksızın Fon tarafından kullanılabilmesine cevaz veren
ve iptali talep edilen ibare, Anayasa’ya aykırıdır.
Şener’in de belirttiği üzere;
‘‘Anonim ortaklıkta iki zorunlu organ vardır. … Yönetim kurulu
dışında diğer kanuni organ, genel kuruldur. Bir iç organ olan genel kurul,
yönetim kurulunun aksine daimi bir organ değildir. Yani genel kurul kanunen
belirlenen veya gerektiği zamanlarda toplanan bir organ niteliğini haizdir.
Genel kurul kural olarak etkisi dış ilişkiye yansıyan karar alamaz, ortaklığı
yönetim kurulu gibi temsil edemez. Yine genel kurulun ortaklığın yönetimine
ilişkin görev ve yetkileri yoktur. Genel kurulla yönetim kurulu arasındaki
ilişki, eşitlik ilkesi esasına dayanır. Anonim ortaklıklarda kanunen her organa
kural olarak tek başına kullanabileceği yetkiler tanınmış olup, bu yetki ve
görevler çerçevesinde her organ eşittir.’’.
Fonun kayyımlık görevini yürüttüğü şirketlerin genel
kurullarının yetkilerini, genel olarak ortaya koymak gerekmektedir. Türk Ticaret
Kanunu’nun 124. maddesi uyarınca ticaret şirketleri; kollektif, komandit,
anonim, limited ve kooperatif şirketlerden ibarettir. İptali talep edilen ibare
bağlamında karar organı olan genel kurul yetkilerini, (en yaygın türlerden biri
olması itibarıyla) anonim şirket özelinde incelemek, konuyu daha anlaşılır
kılacaktır.
TTK’nin 407 ilâ 451. maddelerinde, anonim şirketlerde genel
kurula ilişkin düzenlemeler bulunmaktadır. Bu kapsamda 408. maddede genel
kurulların devredilemeyecek görev ve yetkileri:
‘‘a) Esas sözleşmenin değiştirilmesi
b) Yönetim kurulu üyelerinin seçimi, süreleri, ücretleri ile
huzur hakkı, ikramiye ve prim gibi haklarının belirlenmesi, ibraları hakkında
karar verilmesi ve görevden alınmaları
c) Kanunda öngörülen istisnalar dışında denetçinin seçimi ile
görevden alınması
d) Finansal tablolara, yönetim kurulunun yıllık raporuna, yıllık
kâr üzerinde tasarrufa, kâr payları ile kazanç paylarının belirlenmesine, yedek
akçenin sermayeye veya dağıtılacak kâra katılması dâhil, kullanılmasına dair kararların
alınması
e) Kanunda öngörülen istisnalar dışında şirketin feshi
f) Önemli miktarda şirket varlığının toptan satışı’’
şeklinde tahdidi olarak sayılmıştır. Buna ilave olarak TTK’de
anonim şirketlerin genel kurullarının görev ve yetkilerine ilişkin başka
hükümler de bulunmaktadır. Zira TTK’nin kanunlaştırılmasının amacı, ticari
hayat içinde ticari işletmelerin belli bir düzen içinde yürütülmesinin
sağlamaktır. Nitekim Arkan’ın belirttiği üzere;
‘‘XX. Yüzyılda ortaya çıkmış olan modern görüş, gelişmiş bir
ekonomide ticarî faaliyetlerin büyük işletmeler (ticarî işletme) eliyle
yürütüldüğünü, değişik unsurlardan oluşan bir organizasyonu ifade eden ticarî
işletmelerin, onları işleten tacirlere oranla daha büyük önem arz ettiğini
dikkate alarak, ticaret hukukunu, ticarî işletmelerin hukuku olarak kabul eder.
İtalya’da 1942 yılında kabul edilmiş olan ve ticarî faaliyetleri düzenleyen
Medeni Kanun’da, bu esastan hareket edildiği söylenir. Ülkemizde gerek 6762
sayılı eski Ticaret Kanunu ve gerek 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nda ticarî
işletme esasına dayalı modern sistemin kabul edildiği belirtilmiştir.’’
O halde söz konu şirketlerin genel kurullarının yetkilerinin Fon
tarafından kullanılmasının TTK hükümlerinden bağışık tutulması, bir ticari
işletme olarak söz konusu şirketlerin keyfi biçimde yönetilmesinin önünü
açacaktır. Bu durum, aşağıda sıralanan gerekçelerle Anayasa’ya aykırıdır.
a)Kamu yararı ilkesi ve hukuk devleti bakımından: İptali talep
edilen ibare, öncelikle Anayasa’nın hukuk devleti ilkesini öngören 2. maddesine
aykırıdır. Zira 6102 sayılı Kanun’un amacı, genel olarak, ulusal ve
uluslararası gelişmeler/anlaşmalar ışığında ve teknolojinin ilerlemesi sonucu
ticari alanın yeniden düzenlenmesi ve ticari işletmelerin çağdaş normlara göre
yönetilmesinin sağlanmasıdır. Ancak söz konusu şirketlerin genel kurullarının
yetkilerinin kullanımını, TTK hükümlerinden vareste tutmakta, (hukuk devleti
ilkesinin ögelerinden olan) kamu yararı yoktur. Nitekim söz konusu şirketlerin
genel kurul yetkilerinin; etkin, verimli, şeffaf, dürüst, hesap verilebilir,
ekonomik şekilde kullanılması gerekir. Ancak bu istisna hükmü, genel kurul
yetkilerinin hukuka uygun kullanımına ilişkin güvenceleri dışarda bırakmakta,
TTK’de öngörülen usul ve esasları ortadan kaldırmaktadır. Diğer bir deyişle
iptali talep edilen ibare, söz konusu şirketlerin genel kurullarının
yetkilerinin, kamu yararı ilkesine taban tabana zıt şekilde, şirketlerin ranta
açılması için kullanılmasına neden olabilecek niteliktedir. Elbette tüm
şirketlerin genel kurul yetkilerinin TTK’ye uygun olarak kullanılmasını zorunlu
kılan bir Anayasa kuralı bulunmadığından, kanun koyucunun (kayyım atanan şirketler
gibi) bazı şirketler yönünden farklı usuller benimsemesinde Anayasal açıdan bir
engel yoktur. Ancak bazı şirketlerin genel kurul yetkilerinin kullanımı, TTK’de
öngörülen esas ve usullerin dışına çıkarılırken; hukuk devleti ilkesinin bir
gereği olan kamu yararı amacı gözetilmelidir. Diğer bir deyişle Anayasa’nın 2.
maddesindeki hukuk devleti ilkesi gereğince, yasama işlemlerinin kişisel
yararları değil kamu yararını gerçekleştirmek amacıyla yapılması zorunludur
(Anayasa Mahkemesi’nin 17. 06. 2015 karar tarihli ve 2014/179 E.; 2015/54 K.
sayılı Kararı).
Şu halde;
1) Kanun koyucu tarafından bu alanda yaratılan istisnanın;
TTK’de öngörülen esas ve usullerden istisnaen sapmayı haklı kılacak somut bir
kamu yararı amacı izlemesi,
2) Genel kuraldan ayrılırken, istisnai usule ilişkin çerçevenin,
öznel ve keyfî işlemelere engel olacak şekilde, kanunda çizilmesi
gerekir.
Başka bir anlatımla TMSF’nin kayyımlık görevini yürüttüğü
şirketlerin, ticari hayatta basiretli bir tacir gibi davranabilmesi için;
TTK’de öngörülen usul ve esaslar çerçevesinde yönetilmesi gerekir. İptali
istenen ibareyle söz konusu şirketlerin genel kurul yetkilerinin anılan
mevzuattan bağışık tutulmasını haklı kılacak (bilhassa olağan dönemde) herhangi
bir somut kamu yararı ve kamu hizmeti gereği gösterilmemiştir ve
bulunmamaktadır. Bu nedenle, iptali istenen kuralın kanun koyucunun takdir
yetkisi alanında olduğu kabul edilemez. İhtilaflı düzenleme, söz konusu
şirketlerin genel kurul yetkilerinin nasıl kullanılacağına ilişkin kanun düzeyinde
başka usul ve esaslar öngörmediği gibi, bu şekilde, kamu yararına yönelik
kullanılan yetkilerin öznel ve keyfî ilişkilere terk edilme riskine yol açma
olasılığı da yüksektir. Başka bir anlatıma iptali istenilen ibare; anılan
yetkilerin kullanımını TTK’den bağışık tutarken, söz konusu mevzuat
uygulanmazken kamu yararının gerçekleştirilmesini sağlayacak alternatif
güvenceler de öngörmemiştir. Tüm bu nedenlerle anılan ibare, Anayasa’nın 2.
maddesine aykırıdır.
b)Yasama yetkisinin devredilmezliği ve idarenin kanuniliği
ilkeleri bakımından: Fon, söz konusu şirketlerin genel kurullarının
yetkilerinin kullanımına ilişkin usul ve esasları kendisi belirleyecektir. Bu
belirleme işleminin, hiçbir kanuni kayıt ve çerçeve getirilmeksizin idari
teşkilat içinde yer alan Fonun sınırsız takdir yetkisine bırakılması,
Anayasa’nın 2, 7 ve 123. maddelerine aykırıdır.
Hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına
uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni
kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına
egemen kılan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına
saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa’ya ve hukuk
kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların
üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile
Anayasa’nın bulunduğu bilinci olan devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin 02.06.2009
tarihli ve 2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı Kararı). Hukuk devletinin ön
koşullarından olan hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir
olmasını, hukuki belirlilik ilkesi de kanun hükümlerinin şüpheye yer vermeyecek
şekilde açık, net, anlaşılabilir olmasını ve ayrıca kamu otoritelerinin keyfi
uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (bkz. AYM
9.2.2017, 2016/143 E.– 2017/23 K. par. 13; RG. 12.4.2017-30036) (Anayasa
Mahkemesi’nin 04.05.2017 tarihli ve 2015/41 E.; 2017/98 K. sayılı Kararı).
Başka bir deyişle, hukuk devleti ilkesi gereğince, idareye davranışta
bulunurken veya görevlerini yerine getirirken belirli oranda hareket
serbestliği sağlayan takdir yetkisinin kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi
biçimde gerçekleşemez; idarenin takdir yetkisinin sınırları, keyfi işlem ve
eylemleri önlemek amacıyla kanunla çizilmelidir. Öte yandan; Anayasa’nın 123.
maddesinde yer alan idarenin kanuniliği ilkesinin iki boyutu bulunmaktadır. İlk
boyutu, idarenin secundum legem özelliğidir (kanuna dayanma ilkesidir). Bu
ilkeye göre idarenin düzenleme yetkisi kanundan kaynaklanır. İkinci boyutu,
idarenin intra legem özelliğidir (kanuna aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye
göre idarenin işlem ve eylemleri kanunun çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır.
Ancak iptali talep edilen ibare, söz konusu yetkilerin
kullanımına ilişkin hiçbir nesnel ölçüt ve usul öngörmemektedir. Oysaki TTK,
şirketlerin iktisadi hayatın gereklerine ve hukuka uygun idare edilebilmesi
adına; ayrıntılı hükümler ihtiva etmektedir. İptali talep edilen ibare; söz
konusu yetkilerin kullanımını, TTK’nin güvence ve öngörülebilirlik alanından
çıkarmakta ve idarenin sınırları belirsiz keyfi düzenleme alanına
bırakmaktadır. Bu durum, söz konusu yetkilerin öngörülemez biçimde
kullanılmasına, diğer bir deyişle söz konusu şirketlerin keyfi biçimde
yönetilmesine neden olmaktadır. Fonun söz konusu şirketlerin genel kurullarının
yetkilerini kullanırken; yukarıda tanımlandığı anlamda hukuki güvenlik ve
belirlilik ilkelerinin gereklerini yerine getirmesi ve kanuna dayanması ile
kanuna aykırı olmaması için; Fonun takdir yetkisinin genel çerçevesinin keyfi
uygulamaya yer vermeyecek açıklıkta ve saydam, öngörülebilir, anlaşılabilir ve
nesnel biçimde kanun düzeyinde çizilmesi gerekmektedir. Ancak kanun koyucu;
–Anayasal ilkelerin aksine- Fonu TTK’ye tabi kılmamak suretiyle; genel kurul
yetkilerinin kullanımına yönelik sınırsız takdir yetkisini, idarenin uhdesine
bırakmıştır. Bu nedenle söz konusu şirketlerin hukuki belirlilik ilkesine uygun
ve kanunilik ilkesi çerçevesinde verimli yönetilmesini bertaraf eden, söz
konusu şirketler bakımından keyfi muamelelere yol açacak olan, hukuki ve
iktisadi güvenlik ve öngörülebilirlik sağlamayan ve normlar hiyerarşisine uygun
olmayan iptali talep edilen ibare, Anayasa’nın 2 ve 123. maddelerine aykırıdır.
Buna ek olarak Anayasa’nın 7. maddesinde temelini bulan yasama
yetkisinin devredilmezliği ilkesine göre yasama yetkisi yalnız Türkiye Büyük
Millet Meclisi’ne aittir. Bu nedenle idareye düzenleme yetkisi veren bir yasa
kuralının temel ilkeleri ortaya koyması ve çerçeveyi çizmesi gerekir. Diğer bir
deyişle idareye sınırsız ve belirsiz bir düzenleme yetkisi bırakılamaz. Nitekim
idarenin düzenleme yetkisi; sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yasa
ile yetkilendirme, Anayasa’nın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamını
taşımamaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin 02.05.2008 tarihli ve 2005/68 E.;
2008/102 K. sayılı Kararı). İptali talep edilen ibarenin yer aldığı fıkra
hükmünde olduğu gibi temel ilkeleri belirlenmeksizin ve çerçevesi
çizilmeksizin; idareye (Fona); TTK’ye tabi olmaksızın söz konusu şirketlerin
genel kurullarının yetkilerinin kullanımına ilişkin usul ve esasları belirleme
yetkisi veren yasa hükmü, Anayasa’nın 7. maddesine aykırılık oluşturur.
c)Eşitlik ilkesi, temel hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılmasının sınırları, teşebbüs hürriyeti bakımından: Ayrıca iptali
talep edilen ibarenin Fona verdiği sınırsız takdir yetkisi, TMSF’nin kayyımlık
görevlerini yürüttüğü şirketler arasında idare tarafından kayırma/ayrımcılık
yapılmasına neden olabileceğinden; anılan ibare, Anayasa’nın 10. maddesinde yer
alan eşitlik ilkesine de aykırıdır. Zira eşitlik ilkesinin ihlal edilip
edilmediği hususunun tespiti, münferit olayda benzer durumdaki kişi
kategorileri arasında gerçekleştirilen ayrıma ilişkin bir ‘‘haklı neden’’in var
olup olmadığına göre yapılır ve ancak ihtilaflı düzenlemede haksız nedenlere
dayalı keyfi muamele farklılıklarını engelleyecek hiçbir objektif kıstas ve
güvence bulunmamaktadır.
Anayasa Mahkemesi’nin ifade ettiği üzere; “[Eşitlik ilkesi] ile
güdülen amaç, benzer koşullar içinde olan, özdeş nitelikte bulunan durumların
yasalarca aynı işleme uyruk tutulmasını sağlamaktır.” (Anayasa Mahkemesi’nin
13.04.1976 tarihli ve 1976/3 E.; 1976/3 K. sayılı Kararı). Yine AYM’ye göre;
“Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında
aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık
tanınmasını önlemektir” (Anayasa Mahkemesi’nin 07.02.2006 tarihli ve 2006/11
E.; 2006/17 K. sayılı Kararı). Eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği
hususunun tespitinde, somut olayda yapılan ayrımın haklı bir nedene dayanıp
dayanmadığı noktası dikkate alınır: “Anayasa'nın 10. maddesinde öngörülen
eşitlik, mutlak anlamda bir eşitlik olmayıp, ortada haklı nedenlerin bulunması
halinde, farklı uygulamalara imkan veren bir ilkedir” (Anayasa Mahkemesi’nin
11.12.1986 tarihli ve 1985/11 E.; 1986/29 K. sayılı Kararı).
Ancak iptali talep edilen ibarenin Fona verdiği öznel ve keyfi
uygulamalara sebep olabilecek sınırsız takdir yetkisi; söz gelimi Fonun genel
kurul yetkilerinin her bir şirket bakımından ayrı biçimde kullanılmasına
ilişkin muamele farklılıklarını temelleyecek haklı bir nedene dayanmamaktadır.
Bu nedenle anılan ibare, Anayasa’nın 10. maddesine aykırıdır.
Fonun söz konusu şirketlerin genel kurul yetkilerini TTK’ye tabi
olmadan kullanabilmesi, eşitlik ilkesi bağlamında teşebbüs hürriyetinin konusu
kapsamında kalmaktadır. Zira Anayasa’nın 48. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca
Devletin, özel teşebbüslerin güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasına yönelik
tedbirleri almaya ilişkin pozitif yükümlülüğü vardır ve Anayasa’nın 10. maddesi
uyarınca Devlet, bu pozitif yükümlülüğü her bir özel teşebbüs bakımından
(benzer koşullar içinde olan, özdeş nitelikte bulunanlar için) eşit şekilde
yerine getirmekle mükelleftir. Bir özel teşebbüs bakımından eşitlik ilkesinin
ihlal edilip edilmediği hususunun tespiti de, somut olayda benzer durumda
olanlara ilişkin bir muamele farklılığı yapmayı meşrulaştıracak ‘‘haklı
neden’’in var olup olmadığına göre yapılır. Ancak açıklandığı üzere; iptali
talep edilen ibare ile söz konusu yetkilerinin kullanımının TTK’den bağışık
tutulması ve bu yetkilerin kullanımına ilişkin usul ve esasları belirlemeye
yönelik sınırsız takdir yetkisinin Fona verilmesi, TMSF’nin kayyımlık görevini
yürüttüğü her bir şirket bakımından genel kurul yetkileri farklı biçimde
kullanılabileceğinden; aynı şartları sağlayan iki özel teşebbüs arasında idare
tarafından kayırma/ayrımcılık yapılabileceğinden ve bunu engelleyecek herhangi
bir kanuni güvence de öngörülmediğinden; anılan ibare, Anayasa’nın 10 ve 48.
maddelerine aykırıdır. Diğer bir deyişle Devletin bir özel teşebbüs bakımından
pozitif yükümlülüğünü yerine getirmesini ve fakat bir diğerini gözetmemesini;
daha somut bir anlatımla, benzer durumdaki özel teşebbüsler arasındaki muamele
farklılığını haklı kılacak bir nedenin temellendirilmesini sağlayacak nesnel
bir ölçüt bulunmamaktadır. Yine bu durumda, kayyımının TMSF olduğu iki
teşebbüs, eşitsiz bir uygulamayla karşı karşıya kalabilecektir. Ayrıca iptali
talep edilen ibare; kamu yararı barındırmadan, idarenin işlemlerinin kanuni
çerçevesini çizmeden, ayrımcı, öngörülemez ve keyfî işlem ve eylemlere açık
uygulamalara sebep olarak teşebbüs hürriyetini sınırlandırdığından, bir başka
deyişle yasallık ve gereklilik ölçütlerini karşılamadığından; Anayasa’nın 13.
maddesine de aykırıdır.
ç)Mülkiyet hakkı, sözleşme özgürlüğü ve temel hak ve
özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırları bakımından: Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin Ek 1 No’lu Protokolü’nün 1. maddesinde ve Anayasa’nın 35.
maddesinde temelini bulan mülkiyet hakkı; sahibine mülkiyetine müdahale
edilmeksizin yararlanma, mülkiyetten yoksun bırakılmama, mülkiyetinin
kullanımının kontrol edilmemesi imkanı sağlar. Bununla birlikte mülkiyet hakkı;
bir kimsenin, başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu
sınırlamalara da uymak koşulu ile bir şey üzerinde dilediği biçimde kullanma,
ürünlerinden yararlanma, tasarruf etme (başkasına devretme, biçimini
değiştirme, harcama ve tüketme, hatta yok etme) şeklinde tanımlamaktadır
(Anayasa Mahkemesi’nin 21.06.1989 tarihli ve 1988/ 34 E., 1989/26 K. sayılı
Kararı). Anayasa’nın 48. maddesinde yer alan sözleşme özgürlüğü; tarafların bir
sözleşmeyi yapıp yapmama özgürlüğünü, sözleşmeye son verme özgürlüğünü,
sözleşmenin içeriğini belirleme /değiştirme özgürlüğünü, sözleşmenin tipini
belirleme özgürlüğünü içerir.
O halde iptali talep edilen ibarenin yer aldığı cümle hükmünün
kapsamındaki genel kurulların yetkilerinin kullanımı; mülkiyet hakkının ve
sözleşme özgürlüğünün kesişim alanındadır. Nitekim Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi tarafından ‘‘Sovtransavto Ukrayna’ya karşı davasında ise başvurucunun
şirketine ait olan mülkiyet haklarının, bir şirketteki hissedarlığının
sınırlandırılmasına ve şirketin faaliyetlerinin kontrolünün ve varlığının
kaybolmasına ilişkin adil olmayan davalar sonucunda ihlal edildiği sonucuna
varılmıştır. (Sovtransavto Holding - Ukrayna (dec.), no. 48553/99, 27 Eylül
2001)’’ .
O halde hayatın olağan akışında mevcut şirketlerin genel
kurulları (mülkiyet hakkına binaen) mameleklerini arttırmak amacıyla; (sözleşme
özgürlüğüne binaen) genel kurul yetkilerini kullanacaktır. Fonun söz konusu
şirketlerin genel kurullarının yetkilerini kullanması; nihayetinde mülkiyet
hakkının ve sözlşeme özgürlüğünün kullanımına etki edecektir. Mülkiyet hakkına
ve sözleşme hürriyetine yapılan söz konusu müdahalenin hukuka uygun nitelik
kazanması için; Anayasa’nın 13. maddesinde düzenlenen temel hak ve
özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırları çerçevesinde yapılması
gerekmektedir. (Zira Temmuz 2018 tarihi itibarıyla olağanüstü hal dönemi sona
ermiştir ve iptali talep edilen ibare, olağan dönemde uygulanacaktır.) Bu
sınırlardan olan kanunilik kaydı gereğince; iptali talep edilen ibarede söz
konusu şirketlerin genel kurul yetkilerinin nasıl kullanılacağının kanun
düzeyinde açık, net, anlaşılabilir biçimde belirlenmesi gerekmektedir. Ancak
kanun koyucu Fonu, TTK hükümlerinden bağışık tutmak suretiyle; anılan hak ve
hürriyete idari işlemlerle müdahale edilmesinin önünü açmıştır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, kayyım atanan bir şirketin
mülkiyet hakkının ihlal edildiği iddiasıyla ilgili verdiği bir kararında:
‘‘81. Kayyum atama tedbirinin bir müsadere yani mülkiyetten
yoksun bırakma değil, mülklerin mal sahibi tarafından kullanımını geçici olarak
kısıtlayan önleyici bir tedbir olduğunu kaydetmektedir. Niteliği dikkate
alındığında, müdahale 1 No.lu Protokol’ün 1. maddesinin ikinci fıkrası
anlamında, devletlerin, mülklerin kamu yararına uygun olarak kullanılmasını
düzenlemek konusunda sahip oldukları hak açısında incelenmelidir (bk. diğer
birçok karar arasından, Smirnov/Rusya, no. 71362/01, § 54, AİHM 2007 VII,
Borjonov /Rusya, no.18274/04, § 57, 22 Ocak 2009).
82. Mahkeme bu tedbirin CMK'nın 133. maddesiyle öngörüldüğünü ve
yeni suçların işlenmesinin önlenmesi (Michaud/Fransa, no. 12323/11, § 123, AİHM
2012, Filkin/Portekiz, no. 69729/12, § 82, 3 Mart 2020) delil yönetimini
kolaylaştırma (Lachikhina/Rusya, no. 38783/07, § 59, 10 Ekim 2017) ve yargılama
sonunda mahkemelerce verilebilecek muhtemel bir müsadere kararının yerine
getirilmesini sağlamak (Karahasanoğlu/Türkiye, no. 21392/08 ve diğer 2 başvuru,
§ 148, 16 Mart 2021) olmak üzere meşru amaç izlediğini gözlemlemektedir.
83. Diğer hususların yanı sıra, bilhassa usuli nitelikteki güvencelerin
varlığını gerektiren müdahalenin orantılılığı ile ilgili olarak, Mahkeme ilk
olarak başvuranın ihtilaf konusu tedbire itiraz edebildiğini ve ileri sürdüğü
argümanların, gerekçeli yanıtlar veren Anayasa Mahkemesi de dâhil olmak üzere
ulusal mahkemeler tarafından dikkatli bir şekilde incelendiğini kaydetmektedir
(bk. aksi yönde bir karar için (a contrario), Džinić/Hırvatistan, no.
38359/13, §§ 78 ve 79, 17 Mayıs 2016).
84. Söz konusu tedbirin uygulanmasına, bağımsız bir yargı makamı
tarafından teknik raporlara dayanılarak karar verilmiştir. Bu hususla ilgili
olarak, Mahkeme, sulh ceza hâkimliklerinin bağımsızlığı konusunda başvuranın
şikâyetlerine benzer şikâyetler hakkında daha önce karar verdiğini ve bunları
kabul edilemez bulduğunu hatırlatmaktadır (bk. yukarıda anılan Baş kararı, §§
269 ila 281). Mahkeme, somut olayda bu sonuçtan uzaklaşmak için herhangi bir
sebep görmemektedir.
91. Başvuran, kayyum atama usulüne dâhil edilmediğinden şikâyet
etse de, Mahkeme, Sözleşme’nin böyle bir hakkı güvence altına almadığını
değerlendirmektedir. Mahkeme, ilk kayyumların uzmanlıkları esas alınarak
mahkemeler tarafından seçildiğini ve daha sonrasında bu görevin, şirketlerin
yönetimi konusunda yetki ve deneyim sahibi bir kamu kurumu olan Tasarruf
Mevduatı Sigorta Fonu’na verildiğini ve kamusal niteliği nedeniyle,
yükümlülüğünün doğması halinde herhangi bir acizlik riski taşımadığını, bu
durumun başvuran için bir güvence sunduğunu gözlemlemektedir.
92. Mahkeme ayrıca, yargı makamlarının, yönetim kayyumları
yerine denetim kayyumları atanmasının kabul edilebilir olup olmadığı soruna
yanıt verdiklerini ve böyle bir tedbirin, kayyum atanmasıyla hedeflenen
amaçlara ulaşmayı mümkün kılmayacağı kanaatinde olduklarını gözlemlemektedir.
93. Öte yandan, Mahkeme, ihtilaf konusu tedbirin bir dizi başka
güvencelerle çevrili olduğunu gözlemlemektedir.
94. Başvuran böylelikle, kayyumun eylemlerine yargı yoluyla
itiraz etme, kayyumların faaliyetlerine bağlı bir zarar meydana gelmesi
durumunda Devletten tazminat alma ve beraat durumunda kayyumlara ödenen
ücretlerin iade edilmesi imkânına sahiptir.
95. Tedbirin süresiyle ilgili olarak, Mahkeme, söz konusu
sürenin başvurunun yapıldığı sırada üç yıldan biraz fazla olduğunu ve bunu
aşırı olarak değerlendirmediğini kaydetmektedir. Tedbirin halen yürürlükte
olduğu varsayılsa bile, Mahkeme, davanın karmaşıklığı, tedbirle izlenen
amaçlar, başvuranın zimmetine geçirmekle suçlandığı meblağlar ve sahip olduğu
güvenceler göz önünde bulundurulduğunda, tedbirin süresinin adil dengeyi bozacak
nitelikte olmadığı kanısındadır (bk. yukarıda anılan Karahasanoğlu kararı, §§
151 ve 153 ila 154, Mahkeme, ilgili kişiye tanınan usuli güvenceleri dikkate
alarak, başvuranın taşınmaz malları üzerinde yedi yıl, taşınır malları üzerinde
altı yıl süren tedbirlerin adil dengeyi bozmadığı değerlendirmesinde
bulunmuştur).
96. Son olarak, Mahkeme, başvuranın herhangi bir zamanda yasal
merciden tedbirin kaldırılması talebinde bulunabileceğini ve gerektiği
takdirde, bilhassa tedbirin süresinin aşırı hale gelmesi veya başkaca
unsurların tedbirin kaldırılması lehinde ağır basması halinde yeniden Anayasa
Mahkemesine başvurabileceğini gözlemlemektedir.’’
şeklinde hüküm kurmuştur (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin
21.1.2021 tarihli ve 4158/19 Başvuru No’lu Hamdi Akın İpek/ Türkiye Kararı).
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, kayyım mekanizması özelindeki müdahalenin usuli
nitelikteki güvencelere sahip, orantılı olduğu takdirde; meşru bir amaç
güttüğünü ve mülkiyet hakkını ihlal etmediğini hüküm altına almıştır. Ancak Fonun
söz konusu şirketlerin genel kurul yetkilerini TTK’ye tabi olmaksızın geniş
takdir yetkisine istinaden kullanması; söz konusu usuli güvenceleri bertaraf
edebilecek niteliktedir.
Öte yandan Anayasa’nın temel hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılmasının sınırlarını düzenleyen 13. maddesi gereğince mülkiyet
hakkı da kanunla ve Anayasa’nın mülkiyet hakkını düzenleyen 35. maddesinde
öngörülen özel sınırlama sebebi olan kamu yararının varlığı halinde
sınırlandırılabilir. Ancak Fonun söz konusu şirketlerin genel kurullarının
yetkilerinin kullanımını (şirketlerin mülkiyetlerinin korunması bakımından
çeşitli güvenceleri haiz) TTK’den vareste tutmak; şirketlerin etkin, verimli,
şeffaf olarak yönetilmesine engel olacaktır. Açıklandığı üzere iptali talep
edilen ibarenin kamu yararı barındırmaması ve kanunilik ilkesinin gereklerini
karşılamaması nedeniyle söz konusu şirketler bakımından (mülkiyet haklarının
korunmasına yönelik) güvence sağlanmaması; Anayasa’nın 13 ve 35. maddelerine
aykırıdır.
Bu nedenle anılan ibare, Anayasa’nın 13, 35 ve 48. maddelerine
aykırıdır.
d)Devletin; mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli
işlemelerini sağlayıcı ve geliştirici tedbirleri alma yükümlülüğü bakımından:
‘‘Anayasa'nın 167. maddesinin ilk fıkrasında; 'Devlet, para, kredi, sermaye,
mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı ve
geliştirici tedbirleri alır; piyasalarda fiilî veya anlaşma sonucu doğacak
tekelleşme ve kartelleşmeyi önler.' denilmektedir. Maddede yalnız, tekelleşme
değil, tekel oluşturmayan üretim ve hizmet kuruluşlarının 'fiyat anlaşmaları',
'coğrafi bölge paylaşma' ve 'benzeri suretle' gerçekleştirilecek kartelleşme de
yasaklanmış; Devlet, bunu engelleyici önlemleri almakla yükümlü tutulmuştur.
Böylece rekabetin ortadan kaldırılması, tekellerin ve kartellerin fiyatları
oluşturması ve etkilemesi önlenmek istenmiştir. Devletin tekelleşmeyi ve
kartelleşmeyi önlemek görevi, temelde tüketiciyi koruma amacı gütmektedir. Bu
da ancak, tekelleşme ve kartelleşmelerin önlenerek özgür rekabet ortamının
sağlanması ile güvenceye alınabilir. Piyasa ekonomisinin etkinliği, serbest
rekabet koşullarının varlığına bağlıdır. Tekelleşmeye veya kartelleşmeye olanak
veren ortamlarda piyasa ekonomisi etkinliğini yitirir. Bu nedenle, yasal
düzenlemelerde, tekelleşme ve kartelleşmeyi önlemeye, dolayısıyla bireyleri ve
toplumu korumaya yönelik kuralların bulunması zorunludur. Bu husus, Anayasa'nın
5. maddesindeki Devlet'in 'kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu
sağlamak' görevleri ile de doğrudan ilgilidir’’ (Anayasa Mahkemesi’nin
16.06.2011 tarihli ve 2009/9 E.; 2011/103 K. sayılı Kararı).
İptali talep edilen ibareyle Fona söz konusu şirketlerin genel
kurul yetkilerinin kullanımına ilişkin geniş takdir yetkisi bırakılacağından;
hiçbir kanuni kayda tabi olmayan anılan ibare, kayyım atanan şirketlerin hakim
olduğu sektörlerde kötü ekonomik koşullara maruz kalan firmaların rekabet
kabiliyetine zarar gelmesine; kamu yararına aykırı şekilde belli özel
teşebbüslerin himaye edilmesine; özel teşebbüslerin mameleklerinin ve teşebbüs
hürriyetlerinin korunmasına elverişli ortam hazırlanamamasına; en nihayetinde
kamu maliyesi bakımından yük doğmasına dolayısıyla milli ekonominin zarara
uğramasına ve dolayısıyla kişilerin ve toplumun refah düzeyinin düşmesine neden
olacağından; Anayasa’nın 5 ve 167. maddelerine de aykırıdır.
e)Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırları ve
temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması bakımından: Olağanüstü
dönemler de hukuk içi rejimlerdir. Nitekim Kaboğlu’na göre:
‘‘Olağanüstü yönetimi gerekleri ortaya çıktığı zaman, ortak
hukukta geçerli özgürlükler düzeninden ayrılma anlamına gelebilecek önlemler
alınır. Askıya alma veya sapma (derogation) olarak adlandırılan önlemler, amaç
ve yerle sınırlı olup geçicidir; keyfi olmayıp denetime bağlıdır, bu nedenle
olağanüstü yönetimler de hukuk rejimi olarak adlandırılır. Buna karşın, artan
yetkileri keyfi olarak kullanma olasılığı nedeniyle, olağanüstü yönetimler
doğaları gereği insan hakları ve demokrasi için tehdit oluştururlar. Bütün
özgürlükler değil, düzenin sağlanması bakımından hassas olanlar kayıtlamaya
tabi tutulur. Olağanüstü rejimi ilân etmeyi gerekli kılan nedenler ortadan
kalkınca, olağan düzene geçilir. Doğallıkla, olağanüstü hal ve/veya
sıkıyönetim, ‘‘geçici’’ özelliğe sahiptir. Kısacası, olağanüstü yönetimler,
hukuki, geçici ve ölçülü olmalıdır.’’
Anayasa Mahkemesi eldeki dava konusuyla benzer bir hüküm
hakkında verdiği (red) kararında:
‘‘123. Dava konusu kuralın düzenlenme ihtiyacının olağanüstü hâl
KHK’ları ile verilen görevlerin niteliğinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
Nitekim terör örgütlerine aidiyet, iltisak ve irtibat nedeniyle el konulan
şirketleri veya mal varlığı değerlerini yönetmek amacıyla kayyım atanması veya
görevlendirilmesi olağanüstü hâl kapsamında üstlenilen bir görevin icrasından
ibaret olup söz konusu görevin önemli bir kısmı olağanüstü hâlde alınması
gereken, dolayısıyla olağan dönemin hukuki düzenlemelerinden oldukça farklı
olan tedbirlere yöneliktir. Söz konusu tedbirlerin anılan niteliği dikkate
alındığında bunlara ilişkin görevlerin etkili biçimde uygulanması hususunda
tereddüt oluşabilir. Bu bağlamda dava konusu kuralla kanun koyucunun olağanüstü
hâl kapsamında şirket, ortaklık payları ve varlıkların yönetimi ve bu
kapsamdaki işlerin yürütülmesi için atananların veya görevlendirilenlerin
olağanüstü hâl süresince yayımlanan KHK’lar kapsamında görevlerini herhangi bir
endişe ve tereddüt duymadan yerine getirmelerini ve çalışmalarında başarılı
olmalarını amaçladığı anlaşılmaktadır. Bu itibarla kural kanun koyucunun takdir
yetkisi kapsamında olup hukuk devleti ilkesine aykırılık oluşturmamaktadır.’’
şeklinde hüküm kurmuştur (Anayasa Mahkemesi’nin 13.10.2021
tarihli ve 2018/93 E.; 2021/69 K. sayılı Kararı) (Aynı yönde Anayasa
Mahkemesi’nin 24.12.2020 tarihli ve 2017/21 E.; 2020/77 K. sayılı Kararı, §
241-254).
O halde bir an için iptali talep edilen ibarenin olağanüstü
halin koşulları sebebiyle kanunlaştırıldığı ileri sürülse dahi; söz konusu
genel kurul yetkilerinin TTK hükümlerine tabi olunmaksızın Fon tarafından
kullanılabilmesi, Anayasa’nın 15. maddesinde belirtilen ‘‘durumun gerektirdiği
ölçü’’ kaydının sınırlarını aşmaktadır.
Kaldı ki 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişiminin ardından
21 Temmuz 2016 Tarihli ve 29777 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 2016/9064
sayılı ‘‘Anayasanın 120. Maddesi ile 2935 Sayılı Olağanüstü Hal Kanununun 3.
Maddesinin Birinci Fıkrasının (b) Bendine Göre, Ülke Genelinde 21/7/2016
Perşembe Günü Saat 01.00’dan İtibaren Doksan Gün Süreyle Olağanüstü Hal İlan
Edilmesi Hakkında Karar’’ ile ülke genelinde olağanüstü hal ilan edilmiştir;
yedi kez uzatılan olağanüstü hal, Temmuz 2018’de sona ermiştir.
O halde olağan dönemde iptali talep edilen ibarenin
kanunlaştırıldığı göz önüne alındığında; söz konusu genel kurul yetkilerinin
TTK hükümlerine tabi olunmaksızın Fon tarafından kullanılabilmesinin,
Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan sınırlandırmanın sınırlarının (bilhassa
kanunilik ilkesi, öze dokunma yasağı, demokratik bir toplum düzeninin
gerekleri) gereklerini karşılamadığı açıkça ortadadır. İhtilaflı kural,
olağanüstü hale ilişkin tedbirlerin olağanüstü halin kaldırılmasının akabinde
geçerli olamayacaklarına dair temel anayasal prensibi de ihlal etmektedir (Bkz.
Anayasa m.15/1 : “ … olağanüstü hallerde … durumun gerektirdiği ölçüde temel
hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir …
Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir.” Bkz. ayrıca AİHS,
m.15/1).
f) Sınırlandırma yetkisinin kötüye kullanılması nedeniyle
Anayasa’nın 14. maddesi bakımından: Anayasa’nın 14. maddesi temel hak ve
hürriyetlerin kötüye kullanılamamasını düzenlemektedir. Kaboğlu’na göre:
‘‘Bu düzenleme biçimiyle, temel hak ve özgürlüklerin
kullanılması ile maddede sözü edilen eylemler arasında açık ve yakın bir
nedensellik ilişkisi bulunduğu takdirde ancak 14. maddede yazılı amaçları
gerçekleştirmek için kötüye kullanılmış sayılabilmelidir. ‘‘Yok etmeye yönelik
faaliyette bulunma’’ deyimi açıkça bir eylemi ifade ettiğinden, belli bir
özgürlüğün yok edilmesi ile söz konusu eylem arasında açık ve doğrudan bir
ilişkinin, yani nedensellik bağının bulunması gerekir. ‘‘Hak kaybı’’ yerine
‘‘yasayla belirlenecek yaptırımları öngören’’ (cezalar) öngören madde 14’ün ilk
şekli, özellikle yeni düzenleme şekliyle en azından 2. fıkra bakımından İHAS’ın
17. maddesiyle uyumlu hale getirildi. Devlete, yok etme yasağı ve sınırlama
ölçüsü yönünden yükümlülük getirmesi, Sözleşme ile uyum kaygısını
yansıtmaktadır.’’
Başka bir anlatımla Anayasa’nın 14. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca
Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla tanınan temel
hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasa’da belirtilenden daha geniş
şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı mümkün kılacak
şekilde yorumlanamaz. Anılan maddenin üçüncü fıkrası uyarınca bu hükümlere
aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler, kanunla
düzenlenir. Ancak iptali talep edilen kuralla; Anayasa’nın 14. maddesinin
ikinci fıkrasının aksine Fona şirketler bakımından tanınan yetkiler, geniş bir
yelpazeye yayılmakla birlikte, kendilerine aykırılık oluşturduğu kurallar ve
hak-özgürlükler çerçevesini aşmaktadır. Diğer bir deyişle Fona tanınan
yetkiler, ilgili hak ve özgürlükleri, “Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde
sınırlandırılması” sonucunu doğurduğundan; bunun yaptırımı (Anayasa’nın 14.
maddesinin üçüncü fıkrası mucibince), iptali istenen kuralın AYM tarafından
iptalidir. Kanun koyucu, Fona çok geniş yetkiler tanımak suretiyle; Fon
tarafından anılan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesine veya Anayasa’da
belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasına imkan verdiğinden;
ihtilaflı kural, Anayasa’nın 14. maddesine aykırı olup iptali gerekir.
g)Uluslararası anlaşmaların iç hukuka etkisi bakımından: Bunun
yanında; Anayasa’nın 90. maddesine göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin
usulüne göre yürürlüğe konmuş uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı
koruyucu, kullanımını genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar
hiyerarşisinde kanunun üstündedir. İptali talep edilen ibare, Anayasa’nın 35.
maddesiyle benzer hükümler içeren Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin Ek 1 No’lu Protokolü’nün, mülkiyet hakkını düzenleyen 1. maddesini
de ihlal ettiğinden Anayasa’nın 90. maddesine de aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle 7407 sayılı Kanun’un 16. maddesiyle 10.11.2016
tarihli ve 6758 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması
Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair
Kanun’un 19. maddesinin değiştirilen dokuzuncu fıkrasında yer alan ‘‘13/1/2011
tarihli ve 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu hükümlerine tabi olunmaksızın
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından kullanılabilir’’ ibaresi, Anayasa’nın
2, 5, 7, 10, 13, 14, 15, 35, 48, 90, 123 ve 167. maddelerine aykırıdır; anılan
ibarenin iptali gerekir.
d) 26.05.2022 tarihli ve 7407 sayılı Bankacılık Kanunu ile Bazı
Kanunlarda ve 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 16. maddesiyle 10.11.2016 tarihli ve 6758 sayılı Olağanüstü Hal
Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin
Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’un 19. maddesine eklenen on birinci
fıkranın dördüncü cümlesinin Anayasa’ya aykırılığı
7407 sayılı Kanun’un 16. maddesiyle 6758 sayılı Kanun’un 19.
maddesine on birinci fıkra eklenmiştir. Eklenen on birinci fıkraya göre,
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun (Fon), yönetim organı yetkilerini ya da
yönetim organı yetkileri ile birlikte ortaklık payları veya menkul kıymetler
idare yetkilerini haiz kayyım olarak görevlendirildiği şirketlerde ana
sözleşmelerine bağlı olmaksızın, kayyım atanmasından önceki dönem bilanço ve
kâr/zarar hesaplarını tasdik ile bu dönemlerde görev yapan yönetim/müdürler
kurullarını ibra etmek anlamına gelmemek kaydıyla, 19. maddenin dokuzuncu
fıkrası çerçevesinde, şirketlere kayyım atanan faaliyet dönemini izleyen
dönemden başlamak üzere kısmen ya da tamamen kâr dağıtımına karar
verilebilecektir; dağıtımına karar verilen kâr; milli güvenliğe tehdit
oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum veya gruplara ya da terör örgütlerine
üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla irtibatı nedeniyle haklarında mahkumiyet
kararı bulunmayan hissedarlara payları oranında ödenecektir; soruşturma veya
kovuşturması devam edenlerin hissesine isabet edecek kâr payı; kovuşturmaya yer
olmadığına, beraate, ceza verilmesine yer olmadığına, davanın reddine veya
düşmesine ilişkin kararın kesinleşmesine kadar ödenmeyerek Fon hesaplarında
tutulacaktır; hakkında soruşturma, kovuşturma bulunmama veya müsadere kararı
verilmemiş olma koşulu, borsada işlem gören hisseler bakımından aranmayacaktır;
kâr dağıtımı kararı ilişkili olduğu faaliyet dönemi mali verilerinin ve
tablolarının tasdiki anlamına gelmeyecektir; dağıtıma ilişkin hususlar Fon
Kurulu tarafından belirlenecektir. Ancak iptali talep edilen cümleyle hakkında
soruşturma, kovuşturma bulunmama veya müsadere kararı verilmemiş olma
koşulunun, borsada işlem gören hisseler bakımından aranmaması, aşağıda
belirtilen gerekçelerle Anayasa’ya aykırıdır.
a)Kamu yararı ilkesi ve hukuk devleti bakımından: İptali talep
edilen cümle, öncelikle Anayasa’nın hukuk devleti ilkesini öngören 2. maddesine
aykırıdır. Zira kanun koyucu genel kuralı ihdas etmiş ve fakat somut bir
gerekçe göstermeksizin istisna hükmü öngörmüştür. Başka bir anlatımla kanun
koyucu, dağıtımına karar verilen kârın; milli güvenliğe tehdit oluşturduğu
tespit edilen yapı, oluşum veya gruplara ya da terör örgütlerine üyeliği veya
iltisakı ya da bunlarla irtibatı nedeniyle haklarında mahkumiyet kararı
bulunmayan hissedarlara payları oranında ödeneceğini ve soruşturma veya
kovuşturması devam edenlerin hissesine isabet edecek kâr payının; kovuşturmaya
yer olmadığına, beraate, ceza verilmesine yer olmadığına, davanın reddine veya
düşmesine ilişkin kararın kesinleşmesine kadar ödenmeyerek Fon hesaplarında
tutulacağını hüküm altına alarak genel kuralı ihdas etmiştir. Ancak iptali
talep edilen cümleyle, genel kurala istisna getirmiştir. Buna göre borsada işlem
gören hisseler bakımından hakkında soruşturma, kovuşturma bulunsa veya müsadere
kararı verilse dahi kâr payı dağıtımı yapılacaktır. Kanun koyucu, iptali talep
edilen cümlenin yer aldığı fıkranın gerekçesinde, istisna hükmü öngörmesine
(borsada işlem gören hisseler bakımından farklılık oluşturmasına) ilişkin haklı
nedeni temellendirmemiştir. Halbuki Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti
ilkesi gereğince, yasama işlemlerinin kişisel yararları değil kamu yararını
gerçekleştirmek amacıyla yapılması zorunludur (Anayasa Mahkemesi’nin 17. 06.
2015 karar tarihli ve 2014/179 E.; 2015/54 K. sayılı Kararı).
Başka bir anlatımla istisna hükümlerinin varlığı, Roma hukukuna
kadar dayanmaktadır. Nitekim ‘‘Bu kuralın dayanağını bulduğu, Roma hukukunda
genel hukuk kuralları veya genele ait olan hukuk (ius commune) karşısında; bu
kuralları ihlal eden, özel durumlar gereği yaratılan ve bu özel durumların
gerektirdiği menfaatleri gerçekleştirmeye hizmet eden hukuk kuralları da (ius
singularia) bulunmaktaydı. Digestada ius singularia, “genel kurallara aykırı
olarak, belirli bir menfaatin temini için kanun koyucunun otoritesi ile ihdas
edilen hukuk” şeklinde tanımlanmıştır (D. 1.3.16 Paul).’’ Borsada işlem gören
hisseler bakımından hakkında soruşturma, kovuşturma bulunmama veya müsadere
kararı verilmemiş olma koşulunun niçin aranmadığı; bu hisselerin ne türden bir
özellik arz ettiği; söz konusu koşulun bu hisseler bakımından aranmamasında
güdülen kamu yararı açıkça ortaya konulmamıştır. Bu nedenlerle anılan cümle,
Anayasa’nın 2. maddesine aykırıdır.
b)Eşitlik ilkesi, temel hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılmasının sınırları ve mülkiyet hakkı bakımından: İptali talep
edilen cümle, mülkiyet hakkı bağlamında eşitlik ilkesini ihlal etmektedir. Zira
hissedarların hissesine isabet edecek kâr payları üzerinde mülkiyet hakkı
bulunmaktadır. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne göre ‘‘Genel olarak,
ekonomik bir değer taşıyan ve paydaşın bir şirket üzerinde nüfuz kullanmasını
temin eden çeşitli haklar içeren şirket hisseleri malvarlığı kapsamında
görülebilirler (Olczak v. Poland (dec.), § 60; Sovtransavto Holding v. Ukraine,
§ 91; Shesti Mai Engineering OOD and Others v. Bulgaria, § 77). Bu, hem söz
konusu şirketin malvarlığı üzerinde örneğin tasfiye halinde anılan malvarlığı üzerinde
pay hakkı gibi dolaylı bir talebi içermekte hem de oy hakkı ile şirket yönetim
ve politikasını etkileme hakkı gibi diğer bağlantılı hakları kapsamaktadır
(Company S. and T. v. Sweden, Komisyon kararı; Reisner v. Turkey, § 45; Marini
v. Albania, § 165).’’.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Ek 1 No’lu Protokolü’nün 1.
maddesinde ve Anayasa’nın 35. maddesinde temelini bulan mülkiyet hakkı;
sahibine mülkiyetine müdahale edilmeksizin yararlanma, mülkiyetten yoksun
bırakılmama, mülkiyetinin kullanımının kontrol edilmemesi imkanı sağlar.
Bununla birlikte mülkiyet hakkı; bir kimsenin, başkasının hakkına zarar
vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara da uymak koşulu ile bir şey
üzerinde dilediği biçimde kullanma, ürünlerinden yararlanma, tasarruf etme
(başkasına devretme, biçimini değiştirme, harcama ve tüketme, hatta yok etme)
şeklinde tanımlamaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin 21.06.1989 tarihli ve 1988/ 34
E., 1989/26 K. sayılı Kararı).
Öte yandan eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun
tespiti, münferit olayda benzer kişi kategorileri arasında gerçekleştirilen
ayrıma ilişkin bir ‘‘haklı neden’’in var olup olmadığına göre yapılır. Anayasa
Mahkemesi’nin ifade ettiği üzere; “[Eşitlik ilkesi] ile güdülen amaç, benzer
koşullar içinde olan, özdeş nitelikte bulunan durumların yasalarca aynı işleme
uyruk tutulmasını sağlamaktır.” (Anayasa Mahkemesi’nin 13.04.1976 tarihli ve
1976/3 E.; 1976/3 K. sayılı Kararı). Yine AYM’ye göre; “Eşitlik ilkesinin
amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı
tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir”
(Anayasa Mahkemesi’nin 07.02.2006 tarihli ve 2006/11 E.; 2006/17 K. sayılı
Kararı). Eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun tespitinde, somut
olayda yapılan ayrımın haklı bir nedene dayanıp dayanmadığı noktası dikkate
alınır: “Anayasa'nın 10. maddesinde öngörülen eşitlik, mutlak anlamda bir
eşitlik olmayıp, ortada haklı nedenlerin bulunması halinde, farklı uygulamalara
imkan veren bir ilkedir” (Anayasa Mahkemesi’nin 11.12.1986 tarihli ve 1985/11
E.; 1986/29 K. sayılı Kararı).
Ancak kanun koyucu borsada işlem gören ve görmeyen hisseler
bakımından haklı neden ortaya koymaksızın ayrım yapmıştır. Başka bir deyişle
borsada işlem görmeyen hisseler bakımından dağıtımına karar verilen kâr; milli
güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum veya gruplara ya da
terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla irtibatı nedeniyle
haklarında mahkûmiyet kararı bulunmayan hissedarlara payları oranında ödenecek;
ve fakat soruşturma veya kovuşturması devam edenlerin hissesine isabet edecek
kâr payı; kovuşturmaya yer olmadığına, beraate, ceza verilmesine yer
olmadığına, davanın reddine veya düşmesine ilişkin kararın kesinleşmesine kadar
ödenmeyerek Fon hesaplarında tutulacaktır. Ancak borsada işlem gören hisseler
bakımından (hakkında soruşturma, kovuşturma bulunmama veya müsadere kararı
verilmemiş olma koşulu aranmaksızın) her halükarda; dağıtımına karar verilen
kâr, hissedarlara payları oranında ödenecektir. O halde hakkında soruşturma,
kovuşturma bulunanlara veya müsadere kararı verilenlere (mülkiyet haklarına
binaen) kâr payı dağıtılması usulünün, borsada işlem görme temelinde
farklılaştırılmasını meşrulaştıran haklı bir sebep ortaya konulmamıştır. Bu
durum, aynı zamanda hakkında soruşturma, kovuşturma bulunan veya müsadere
kararı verilen ve fakat borsada işlem görmeyen hisseler üzerinden kâr payı
alacak kimselerin, kâr paylarının ilgili kararın kesinleşmesine kadar
ödenmeyerek Fon hesabında tutulması suretiyle; mülkiyet hakkına (Anayasa’nın 13.
maddesinde yer alan sınırlandırmanın sınırları arasında bulunan özel sebep:)
kamu yararı / meşru bir neden olmaksızın müdahale edilmesi sonucunu
doğuracaktır.
c)Eşitlik ilkesi ve teşebbüs hürriyeti bakımından: İptali talep
edilen cümlenin yer aldığı fıkrada yer alan Fonun, yönetim organı yetkilerini
ya da yönetim organı yetkileri ile birlikte ortaklık payları veya menkul
kıymetler idare yetkilerini haiz kayyım olarak görevlendirildiği şirketler,
özel teşebbüs niteliğindedir. Anayasa’nın 48. maddesinin ikinci fıkrası
uyarınca Devlet, özel teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve sosyal
amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak
tedbirleri alır. Anayasa Mahkemesi’ne göre de Devletin, ‘‘özel teşebbüsün
gelişmesini sağlamaya dönük ekonomik ve sosyal politikalar uygulama ve özel
teşebbüse güvenli çalışma ortamı sağlamak için önlemler alma yetkisi de
bulunmaktadır’’ (Anayasa Mahkemesi’nin 25.02.2010 tarihli ve 2007/65 E.;
2010/43 K. sayılı Kararı). Devletin, Anayasa’nın anılan hükmü bağlamındaki
tedbir alma yükümlülüğü kapsamında kanun koyucu da söz konusu şirketlerde,
anılan fıkrada sayılı koşulların oluşması halinde; hissedarlara kâr dağıtımı
yapılabilmesine cevaz vermiştir. Ancak kanun koyucu, borsada işlem gören
hisseler bakımından kâr dağıtımının usulüne ilişkin farklılık öngörmüştür. Söz
konusu usul farklılığı (hakkında soruşturma, kovuşturma bulunmama veya müsadere
kararı verilmemiş olma koşulunun aranmaması); Devletin anılan yükümlülüğünü,
haklı bir neden olmaksızın bazı şirketler için yerine getirmesine, bazı şirketler
için yerine getirememesine neden olacaktır. Zira bu türden bir usul
farklılığının niçin öngörüldüğü, özel teşebbüsler bakımından ne türden bir
avantaj sağladığı ortaya konulmamıştır.
Ezcümle haklı bir neden olmaksızın, benzer durumdaki özel
teşebbüslerde kâr dağıtım usulü bakımından bir muamele farklılığı yapılmıştır.
Halbuki eşitlik ilkesi bağlamında teşebbüs özgürlüğü gereğince; Devlet, anılan
on birinci fıkra kapsamındaki tüm özel teşebbüslerin güvenlik ve kararlılık
içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri almalıdır. Bu yükümlülüğün aksine;
borsada işlem gören hisseler bakımından hakkında soruşturma, kovuşturma
bulunmama veya müsadere kararı verilmemiş olma koşulu aranmayarak; borsada
işlem gören ve görmeyen hisselere sahip şirketlerin (Anayasa’nın 13. maddesinde
yer alan sınırlandırmanın sınırlarından olan demokratik toplum düzeninin
gereklerinin aksine) çalışma ortamları, güvensiz ve belirsiz hale
getirilmiştir. Öte yandan söz konusu koşulun bazı hisseler bakımından aranıp
diğerleri bakımından aranmaması; piyasa koşullarında firmaların rekabet
kabiliyetine, yatırım ve istihdam politikalarına etki edecektir. Bu nedenle
anılan cümle, Anayasa’nın 10, 13 ve 48. maddelerine aykırıdır.
ç)Para kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının düzenlenmesi
bakımından: ‘‘Anayasa'nın 167. maddesinin ilk fıkrasında; 'Devlet, para, kredi,
sermaye, mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı
ve geliştirici tedbirleri alır; piyasalarda fiilî veya anlaşma sonucu doğacak
tekelleşme ve kartelleşmeyi önler.' denilmektedir. Maddede yalnız, tekelleşme
değil, tekel oluşturmayan üretim ve hizmet kuruluşlarının 'fiyat anlaşmaları',
'coğrafi bölge paylaşma' ve 'benzeri suretle' gerçekleştirilecek kartelleşme de
yasaklanmış; Devlet, bunu engelleyici önlemleri almakla yükümlü tutulmuştur.
Böylece rekabetin ortadan kaldırılması, tekellerin ve kartellerin fiyatları
oluşturması ve etkilemesi önlenmek istenmiştir. Devletin tekelleşmeyi ve
kartelleşmeyi önlemek görevi, temelde tüketiciyi koruma amacı gütmektedir. Bu
da ancak, tekelleşme ve kartelleşmelerin önlenerek özgür rekabet ortamının
sağlanması ile güvenceye alınabilir. Piyasa ekonomisinin etkinliği, serbest
rekabet koşullarının varlığına bağlıdır. Tekelleşmeye veya kartelleşmeye olanak
veren ortamlarda piyasa ekonomisi etkinliğini yitirir. Bu nedenle, yasal
düzenlemelerde, tekelleşme ve kartelleşmeyi önlemeye, dolayısıyla bireyleri ve
toplumu korumaya yönelik kuralların bulunması zorunludur. Bu husus, Anayasa'nın
5. maddesindeki Devlet'in 'kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu
sağlamak' görevleri ile de doğrudan ilgilidir’’ (Anayasa Mahkemesi’nin
16.06.2011 tarihli ve 2009/9 E.; 2011/103 K. sayılı Kararı). Öte yandan
‘‘Anayasa'nın 167. maddesinin ikinci fıkrasının vermiş olduğu yetkiye dayanarak
Yasama Organı, "dış ticaretin düzenlenmesini yürütme organına bırakmıştır.
O halde, Bakanlar Kurulu, Anayasa'ya uygun olmak koşuluyla bu konunun
çerçevesini, genel esaslarını, temel yönlerini ve ayrıntılarını tümüyle
düzenleme yetkisine sahiptir.’’ (Anayasa Mahkemesi’nin 11.01.1985 tarihli ve
1984/6 E.; 1985/1 K. sayılı Kararı).
Ancak borsada işlem gören hisseler bakımından hakkında
soruşturma, kovuşturma bulunmama veya müsadere kararı verilmemiş olma koşulunun
aranmayıp, işlem görmeyen hisseler bakımından bu koşulun aranması; söz gelimi
anılan on birinci fıkra kapsamındaki şirketlerin rekabet edebilme kabiliyetinin
azalmasına; bazı şirketlerin hisse senedi piyasasında finansal
istikrarsızlığına; şirket değerinin ve itibarının düşmesine; borsa endeksinin değişkenliğine;
belirlenen para politikasından yeterli iktisadi verimlilik alınamamasına; kamu
yararına aykırı şekilde belli özel teşebbüslerin himaye edilmesine ve
dolayısıyla kişilerin ve toplumun refah düzeyinin düşmesine neden olacağından;
iptali talep edilen cümle, Anayasa’nın 5 ve 167. maddelerine de aykırıdır.
d)Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırları ve
temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması bakımından: Olağanüstü
dönemler de hukuk içi rejimlerdir. Nitekim Kaboğlu’na göre:
‘‘Olağanüstü yönetimi gerekleri ortaya çıktığı zaman, ortak
hukukta geçerli özgürlükler düzeninden ayrılma anlamına gelebilecek önlemler
alınır. Askıya alma veya sapma (derogation) olarak adlandırılan önlemler, amaç
ve yerle sınırlı olup geçicidir; keyfi olmayıp denetime bağlıdır, bu nedenle
olağanüstü yönetimler de hukuk rejimi olarak adlandırılır. Buna karşın, artan
yetkileri keyfi olarak kullanma olasılığı nedeniyle, olağanüstü yönetimler
doğaları gereği insan hakları ve demokrasi için tehdit oluştururlar. Bütün
özgürlükler değil, düzenin sağlanması bakımından hassas olanlar kayıtlamaya
tabi tutulur. Olağanüstü rejimi ilân etmeyi gerekli kılan nedenler ortadan
kalkınca, olağan düzene geçilir. Doğallıkla, olağanüstü hal ve/veya
sıkıyönetim, ‘‘geçici’’ özelliğe sahiptir. Kısacası, olağanüstü yönetimler,
hukuki, geçici ve ölçülü olmalıdır.’’
Anayasa Mahkemesi eldeki dava konusuyla benzer bir hüküm
hakkında verdiği (red) kararında:
‘‘123. Dava konusu kuralın düzenlenme ihtiyacının olağanüstü hâl
KHK’ları ile verilen görevlerin niteliğinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
Nitekim terör örgütlerine aidiyet, iltisak ve irtibat nedeniyle el konulan
şirketleri veya mal varlığı değerlerini yönetmek amacıyla kayyım atanması veya
görevlendirilmesi olağanüstü hâl kapsamında üstlenilen bir görevin icrasından
ibaret olup söz konusu görevin önemli bir kısmı olağanüstü hâlde alınması
gereken, dolayısıyla olağan dönemin hukuki düzenlemelerinden oldukça farklı
olan tedbirlere yöneliktir. Söz konusu tedbirlerin anılan niteliği dikkate
alındığında bunlara ilişkin görevlerin etkili biçimde uygulanması hususunda
tereddüt oluşabilir. Bu bağlamda dava konusu kuralla kanun koyucunun olağanüstü
hâl kapsamında şirket, ortaklık payları ve varlıkların yönetimi ve bu
kapsamdaki işlerin yürütülmesi için atananların veya görevlendirilenlerin
olağanüstü hâl süresince yayımlanan KHK’lar kapsamında görevlerini herhangi bir
endişe ve tereddüt duymadan yerine getirmelerini ve çalışmalarında başarılı
olmalarını amaçladığı anlaşılmaktadır. Bu itibarla kural kanun koyucunun takdir
yetkisi kapsamında olup hukuk devleti ilkesine aykırılık oluşturmamaktadır.’’
şeklinde hüküm kurmuştur (Anayasa Mahkemesi’nin 13.10.2021
tarihli ve 2018/93 E.; 2021/69 K. sayılı Kararı) (Aynı yönde Anayasa Mahkemesi’nin
24.12.2020 tarihli ve 2017/21 E.; 2020/77 K. sayılı Kararı, § 241-254).
O halde bir an için iptali talep edilen cümlenin olağanüstü
halin koşulları sebebiyle kanunlaştırıldığı ileri sürülse dahi; hakkında
soruşturma, kovuşturma bulunmama veya müsadere kararı verilmemiş olma
koşulunun, borsada işlem gören hisseler bakımından aranmaması, Anayasa’nın 15.
maddesinde belirtilen ‘‘durumun gerektirdiği ölçü’’ kaydının sınırlarını
aşmaktadır.
Kaldı ki 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişiminin ardından
21 Temmuz 2016 Tarihli ve 29777 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 2016/9064
sayılı ‘‘Anayasanın 120. Maddesi ile 2935 Sayılı Olağanüstü Hal Kanununun 3.
Maddesinin Birinci Fıkrasının (b) Bendine Göre, Ülke Genelinde 21/7/2016
Perşembe Günü Saat 01.00’dan İtibaren Doksan Gün Süreyle Olağanüstü Hal İlan
Edilmesi Hakkında Karar’’ ile ülke genelinde olağanüstü hal ilan edilmiştir;
yedi kez uzatılan olağanüstü hal, Temmuz 2018’de sona ermiştir.
O halde olağan dönemde iptali talep edilen cümlenin
kanunlaştırıldığı göz önüne alındığında; hakkında soruşturma, kovuşturma
bulunmama veya müsadere kararı verilmemiş olma koşulunun, borsada işlem gören
hisseler bakımından aranmamasının, Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan
sınırlandırmanın sınırlarının (bilhassa özel sınırlama sebebi: kamu yararı
ilkesi) gereklerini karşılamadığı açıkça ortadadır. İhtilaflı kural, olağanüstü
hale ilişkin tedbirlerin olağanüstü halin kaldırılmasının akabinde geçerli
olamayacaklarına dair temel anayasal prensibi de ihlal etmektedir (Bkz. Anayasa
m.15/1 : “ … olağanüstü hallerde … durumun gerektirdiği ölçüde temel hak ve
hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir … Anayasada
öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir.” Bkz. ayrıca AİHS, m.15/1).
e)Sınırlandırma yetkisinin kötüye kullanılması nedeniyle
Anayasa’nın 14. maddesi bakımından: Anayasa’nın 14. maddesi temel hak ve
hürriyetlerin kötüye kullanılamamasını düzenlemektedir. Kaboğlu’na göre:
‘‘Bu düzenleme biçimiyle, temel hak ve özgürlüklerin
kullanılması ile maddede sözü edilen eylemler arasında açık ve yakın bir
nedensellik ilişkisi bulunduğu takdirde ancak 14. maddede yazılı amaçları
gerçekleştirmek için kötüye kullanılmış sayılabilmelidir. ‘‘Yok etmeye yönelik
faaliyette bulunma’’ deyimi açıkça bir eylemi ifade ettiğinden, belli bir
özgürlüğün yok edilmesi ile söz konusu eylem arasında açık ve doğrudan bir
ilişkinin, yani nedensellik bağının bulunması gerekir. ‘‘Hak kaybı’’ yerine
‘‘yasayla belirlenecek yaptırımları öngören’’ (cezalar) öngören madde 14’ün ilk
şekli, özellikle yeni düzenleme şekliyle en azından 2. fıkra bakımından İHAS’ın
17. maddesiyle uyumlu hale getirildi. Devlete, yok etme yasağı ve sınırlama
ölçüsü yönünden yükümlülük getirmesi, Sözleşme ile uyum kaygısını
yansıtmaktadır.’’
Başka bir anlatımla Anayasa’nın 14. maddesinin ikinci fıkrası
uyarınca Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla
tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasa’da belirtilenden
daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı
mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz. Anılan maddenin üçüncü fıkrası uyarınca bu
hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler,
kanunla düzenlenir. Ancak iptali talep edilen kuralla; Anayasa’nın 14.
maddesinin ikinci fıkrasının aksine hakkında soruşturma, kovuşturma bulunmama
veya müsadere kararı verilmemiş olma koşulunun, borsada işlem gören hisseler
bakımından aranmaması, kendilerine aykırılık oluşturduğu kurallar ve
hak-özgürlükler çerçevesini aşmaktadır. Diğer bir deyişle hakkında soruşturma,
kovuşturma bulunmama veya müsadere kararı verilmemiş olma koşulunun, borsada
işlem gören hisseler bakımından aranmaması, ilgili hak ve özgürlükleri,
“Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılması” sonucunu doğurduğundan;
bunun yaptırımı (Anayasa’nın 14. maddesinin üçüncü fıkrası mucibince), iptali
istenen kuralın AYM tarafından iptalidir. Kanun koyucu, hakkında soruşturma,
kovuşturma bulunmama veya müsadere kararı verilmemiş olma koşulunu, borsada
işlem gören hisseler bakımından aramamak suretiyle; idare tarafından anılan
temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesine veya Anayasa’da belirtilenden daha
geniş şekilde sınırlandırılmasına imkan verdiğinden; ihtilaflı kural,
Anayasa’nın 14. maddesine aykırı olup iptali gerekir.
f)Uluslararası anlaşmaların iç hukuka etkisi bakımından: Bunun
yanında; Anayasa’nın 90. maddesine göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin
usulüne göre yürürlüğe konmuş uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı
koruyucu, kullanımını genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar
hiyerarşisinde kanunun üstündedir. İptali talep edilen cümle, Anayasa’nın 35.
maddesiyle benzer hükümler içeren Türkiye’nin taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin Ek 1 No’lu Protokolü’nün, mülkiyet hakkını düzenleyen 1.
maddesini de ihlal ettiğinden Anayasa’nın 90. maddesine de aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle 7407 sayılı Kanun’un 16. maddesiyle 10.11.2016
tarihli ve 6758 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması
Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair
Kanun’un 19. maddesine eklenen on birinci fıkranın dördüncü cümlesi,
Anayasa’nın 2, 5, 10, 13, 14, 15, 35, 48, 90 ve 167. maddelerine aykırıdır;
anılan cümlenin iptali gerekir.
5) 26.05.2022 tarihli ve 7407 sayılı Bankacılık Kanunu ile Bazı
Kanunlarda ve 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 17. maddesiyle 6758 sayılı Kanun’un 20. maddesinin değiştirilen
birinci fıkrasının son cümlesinin Anayasa’ya aykırılığı
7407 sayılı Kanun’un 17. maddesiyle 6758 sayılı Olağanüstü Hal
Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin
Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’un Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun
satış ve tasfiyeye ilişkin yetkilerini düzenleyen 20. maddesinin birinci
fıkrası değiştirilmiştir. Buna göre, 5411 sayılı Bankacılık Kanunu ile temettü
hariç ortaklık hakları ile yönetim ve denetimi Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu
tarafından devralınan banka/şirketler ve bunların varlıkları ile ilgili olarak
Fona verilen yetkiler, 6758 sayılı Kanun ile Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonuna
verilen kayyımlık görevi ile satış veya tasfiye işlemlerinde, bu şirketlerin
yahut bunların sahiplerinin Fona borçlu olup olmadığına ve varlıkları üzerinde
Fon haczi bulunup bulunmadığına bakılmaksızın kıyasen uygulanacaktır; yönetim
ve denetimi veya kayyımlık yetkisi Fona devredilen veya Fonun kayyım olarak
atandığı banka/şirketleri ve ortaklık paylarını soruşturma, kovuşturma veya
iflas ve tasfiye süresince yönetmek ve temsil etmek üzere atananlar,
görevlendirilenler veya atananlar tarafından temsil yetkisini haiz olmak üzere
görevlendirilenler ile 5271 sayılı Kanun’un 128. maddesinin onuncu fıkrasına
göre malvarlığı değerlerinin yönetimi amacıyla atananlar, görevlendirilenler
veya atananlar tarafından temsil yetkisini haiz olmak üzere görevlendirilenler
ve bu kapsamda icra edilen iş ve işlemler hakkında 6755 sayılı Olağanüstü Hal
Kapsamında Alınması Gereken Tedbirler ile Bazı Kurum ve Kuruluşlara Dair
Düzenleme Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul
Edilmesine Dair Kanun’un 37. maddesi uygulanacaktır; şirketlerin tasfiye
işlemlerini yürütmek üzere Fon Kurulu tarafından görevlendirilen tasfiye
komisyonu, adli işlemler veya davalar bakımından taraf ehliyetine sahip
olacaktır; Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonunun kayyım olarak atandığı şirketlerin
ya da ortaklık paylarının bu madde kapsamında satışından elde edilecek
tutardan, Fonun satış, dava veya avukatlık masrafları düşüldükten sonra kalan
tutar yargılamanın kesin hükümle sonuçlandırılmasına kadar bir hesapta
nemalandırılacaktır; şirket varlıklarının veya malvarlığı değerlerinin bu madde
kapsamında satışından elde edilecek tutarlar ise, 5411 sayılı Kanun’un (Fonun
alacaklarının tahsiline ilişkin diğer yetkileri düzenleyen) 134. maddesi
uyarınca oluşturulan sıra cetveline göre dağıtılacaktır; sıra cetveline göre
dağıtım yapıldıktan sonraki bakiye, 6758 sayılı Kanun’un 19. maddesinin
dördüncü fıkrasında yer alan işlemlerin tesisi için şirket hesaplarına aktarılacaktır;
ortaklık paylarının satışında, satışa ilişkin masraflar ile dava veya avukatlık
masrafları, milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum veya
gruplara ya da terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla irtibatı bulunmayan
hissedarların payından düşülmeyecektir.
Başka bir anlatımla iptali talep edilen cümlenin mefhum-u
muhalifinden şu anlam çıkacaktır: ortaklık paylarının satışında, satışa ilişkin
masraflar ile dava veya avukatlık masrafları,
1) milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum
veya gruplara ya da terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla
irtibatı bulunmayan hissedarların payından düşülmeyecektir,
2) milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum
veya gruplara ya da terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla
irtibatı bulunan hissedarların payından düşülecektir.
Bu durum, Anayasa’ya çok yönlü olarak aykırıdır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki; milli güvenliğe tehdit oluşturan
yapıyı, oluşumu veya grupları ya da terör örgütlerini tespit etmeye yetkili
mercii, cümle lafzında zikredilmemiştir. Yine iptali talep edilen cümle
lafzında milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum veya
gruplara ya da terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla irtibatı
bulunmaya / bulunmamaya ilişkin mahkeme kararının kesin hükümle (res judicata)
sonuçlanması aranmamaktadır.
a)Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırları, hak
arama hürriyeti, masumiyet karinesi, temel hak ve hürriyetlerin korunması
bakımından: İptali talep edilen cümle, Anayasa’nın hak arama hürriyetini
düzenleyen 36. maddesinde teminat altına alınan adil yargılanma hakkını, Anayasa’nın
38. maddesinde temelini bulan masumiyet karinesini, Anayasa’nın 40. maddesinde
güvencelenen Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen herkesin
yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkanının sağlanmasını isteme hakkını
ihlal etmektedir.
Zira ortaklık paylarının satışında, satışa ilişkin masraflar ile
dava veya avukatlık masrafları, milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit
edilen yapı, oluşum veya gruplara ya da terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı
ya da bunlarla irtibatı bulunmayan hissedarların payından düşülmeyecektir.
Ancak iptali talep edilen cümlede milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit
edilen yapı, oluşum veya gruplara ya da terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı
ya da bunlarla irtibatı bulunmaya / bulunmamaya ilişkin mahkeme kararının
kesinleşmesinin beklenmesi, öngörülmemiştir. Halbuki kesin hüküm, bir yargı
kararının bağlayıcı hale gelmesinin bir ön şartıdır. Başka bir anlatımla ‘‘Res
judicata’nın anlamı bir hukuk mahkemesi kararının veya bir beraat kararının
kesinleşmesiyle birlikte derhal bağlayıcı hale gelmesi ve iptal edilme riskinin
bulunmamasıdır (Brumărescu)’’. O halde yargı kararı, idare makamları
bakımından henüz bağlayıcı hale gelmeden; milli güvenliğe tehdit oluşturduğu
tespit edilen yapı, oluşum veya gruplara ya da terör örgütlerine üyeliği veya
iltisakı ya da bunlarla irtibatı bulunmayan hissedarların payından düşülmemesi
ve fakat bulunanlardan düşülmesi, kesin hükmün bağlayıcılığı ilkesini
dolayısıyla adil yargılanma hakkını ihlal edecektir. Başka bir anlatımla milli
güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum veya gruplara ya da
terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla irtibatı bulunmaya /
bulunmamaya ilişkin mahkeme kararının kesin hükümle karara bağlanması, bir ön
şart olarak tespit edilmediğinden; (Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan
sınırlandırma ve güvence ölçütlerine aykırı olarak) adil yargılanma hakkının
özüne dokunulacaktır.
Öte yandan adil yargılanma hakkının tüm unsurlarının (kanunla
kurulmuş-bağımsız-tarafsız bir mahkemede, makul bir sürede, adil ve aleni
biçimde yargılanma hakkı, mahkemeye erişim hakkı, silahların
eşitliği-yargılamada çelişme-yargılamada vicahilik ilkelerinin) tecessüm
edeceği bir mahkumiyet (kesin nitelikteki) hükmü aranmadan, milli güvenliğe
tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum veya gruplara ya da terör
örgütlerine üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla irtibatı bulunmayan
hissedarların payından düşülmemesi ve fakat bulunanlardan düşülmesi,
Anayasa’nın 38. maddesinde düzenlenen masumiyet karinesini de ihlal edecektir.
Gerçekten de; Anayasa’nın 38. maddesinde güvence altına alınan masumiyet
(suçsuzluk) karinesi, kişinin suç işlediğine dair kesinleşmiş bir yargı kararı
olmadan suçlu olarak kabul edilmemesini güvence altına alır. Bunun sonucu olarak
kişinin masumiyeti asıl olduğundan suçluluğu ispat külfeti iddia makamına ait
olup kimseye suçsuzluğunu ispat mükellefiyeti yüklenemez. Ayrıca hiç kimse
suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar yargılama makamları ve kamu otoriteleri
tarafından suçlu olarak nitelendirilemez ve suçlu muamelesine tabi tutulamaz.
Bu çerçevede masumiyet karinesi, kural olarak hakkında bir suç isnadı bulunan
ve henüz mahkûmiyet kararı verilmemiş kişileri kapsayan bir ilkedir (Kürşat
Eyol, B. No: 2012/665, 13/6/2013, §§ 26, 27). Anayasa Mahkemesi’nin ifade
ettiği üzere, “Ceza hukukunun temel ilkelerinden olan suçsuzluk karinesi,
hakkında suç isnadı bulunan bir kişinin adil bir yargılama sonunda suçlu
olduğuna dair kesin hüküm tesis edilene kadar masum sayılması gerektiğini ifade
etmekte ve hukuk devleti ilkesinin de bir gereğini oluşturmaktadır” (AYM, E.
2017/109, K. 2018/39, K.T. 02.05.2018, R.G. 6/6/2018 – 30443, III-8). Adil
yargılanma hakkının bir unsuru olan masumiyet karinesinin sağladığı güvencenin
iki yönü bulunmaktadır. Güvencenin ilk yönü; kişi hakkındaki ceza yargılaması
sonuçlanıncaya kadar geçen, bir başka ifadeyle kişinin ceza gerektiren bir
suçla itham edildiği (suç isnadı altında olduğu) sürece ilişkin olup suçlu
olduğuna dair hüküm tesis edilene kadar kişinin suçluluğu ve eylemleri hakkında
erken açıklamalarda bulunulmasını yasaklar. Güvencenin bu yönünün kapsamı,
sadece ceza yargılamasını yürüten mahkemeyle sınırlı değildir. Güvence aynı
zamanda diğer tüm idari ve adli makamların da işlem ve kararlarında, suçluluğu hükmen
sabit oluncaya kadar kişinin suçlu olduğu yönünde ima ya da açıklamalarda
bulunmamasını gerekli kılar. Dolayısıyla sadece suç isnadına konu ceza
yargılaması kapsamında değil ceza yargılaması ile eş zamanlı olarak yürütülen
diğer hukuki süreç ve yargılamalarda da (idari, hukuk, disiplin gibi) masumiyet
karinesinin ihlali söz konusu olabilir (Galip Şahin, B. No: 2015/6075,
11/6/2018, § 39; Turgut Duman, B. No: 2014/15365, 29/5/2019, § 103). Güvencenin
ikinci yönü ise ceza yargılaması sonucunda mahkûmiyet dışında bir hüküm
kurulduğunda devreye girer ve daha sonraki yargılamalarda ceza gerektiren suçla
ilgili olarak kişinin masumiyetinden şüphe duyulmamasını, kamu makamlarının
toplum nezdinde kişinin suçlu olduğu izlenimini uyandıracak işlem ve uygulamalardan
kaçınmasını gerektirir (Galip Şahin, § 40; Turgut Duman, § 104 ).
Nasıl ki AYM, masumiyet karinesinin kamu otoritelerini
bağladığını ifade ediyorsa, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, masumiyet
karinesinin ihlalinin bir hâkim veya mahkemeden kaynaklanabileceği gibi, başka
kamu otoritelerinden de gelebileceğine dikkat çekmektedir (AİHM, Allenet de
Ribemont-Fransa, 10 Şubat 1995, başvuru no : 15175/89, § 36). Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’ne göre, Sözleşme'nin 6. maddesinin ikinci fıkrasında güvence
altına alınan masumiyet karinesinin iki boyutu bulunmaktadır. Buna göre, ilk
boyut, bir suç isnadında bulunulmasından ceza yargılamasının sonuçlanmasına
kadar geçen süreci güvence altına almaktadır. İkinci boyut ise, mahkûmiyet
hükmüyle sonuçlanmayan ceza yargılamalarıyla bağlantılı müteakip yargılamalar
bağlamında kişinin masumiyetine saygı gösterilmesini sağlamayı amaçlamaktadır.
Ceza yargılamasının devam ettiği sürece ilişkin ilk unsurun kapsamı sadece ceza
yargılamalarının adilliğini temin etmek adına usule ilişkin bir güvence olmakla
sınırlı değildir. Bu ilke daha geniş kapsamlı olup hiçbir devlet temsilcisinin
kişinin suçluluğu bir mahkeme tarafından tespit edilmeden o kişinin suçlu ilan
edilmemesini veya suçlu muamelesine tabi tutulmamasını gerektirir. (AİHM, Kemal
Coşkun/Türkiye, B. No: 45028/07, 28/3/2017, §§ 41, 43; AİHM, Seven/Türkiye, B.
No: 60392/08, 23/1/2018, § 43).
Bu itibarla, ihtilaflı cümle; suçluluğu yargı kararıyla hükmen
sabit olmayan hissedarların ortaklık payından söz konusu masrafların düşülmesi,
bu kişilere suçlu muamelesi yapılarak sonuçlandırılacağı anlamına geldiğinden;
Anayasa’nın 38. maddesini ihlal etmektedir.
Yine Anayasa’nın 40. maddesi mucibince herkes, Anayasa ile
tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen herkesin yetkili makama
geciktirilmeden başvurma imkanının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir. Kanun
koyucu da hakkında milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı,
oluşum veya gruplara ya da terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı ya da
bunlarla irtibatı olduğu iddiası bulunanların mahkemeye başvurabileceğini
öngörmüş ve fakat iptali talep edilen cümleyle söz konusu mahkeme kararının
kesin hükümle sonuçlanmasını beklemeden hissedarın ortaklık payından sayılı
masrafların düşüleceğini hüküm altına almak suretiyle; Anayasa’nın 40.
maddesinde yer alan etkili başvuru hakkının kullanımını hukuken etkisiz hale
getirmiş, (Anayasa’nın temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının
sınırlarını düzenleyen 13. maddesinin aksine) onun özüne dokunmuştur.
Bu nedenlerle iptali talep edilen cümle, Anayasa’nın 13, 36, 38
ve 40. maddelerine aykırıdır.
b)Eşitlik ilkesi, mülkiyet hakkı ve temel hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılmasının sınırları bakımından: İptali talep edilen cümle, mülkiyet
hakkı bağlamında eşitlik ilkesini ihlal etmektedir. Zira hissedarların ortaklık
payları üzerinde mülkiyet hakkı bulunmaktadır. Nitekim Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’ne göre ‘‘Genel olarak, ekonomik bir değer taşıyan ve paydaşın bir
şirket üzerinde nüfuz kullanmasını temin eden çeşitli haklar içeren şirket
hisseleri malvarlığı kapsamında görülebilirler (Olczak v. Poland (dec.), § 60;
Sovtransavto Holding v. Ukraine, § 91; Shesti Mai Engineering OOD and Others v.
Bulgaria, § 77). Bu, hem söz konusu şirketin malvarlığı üzerinde örneğin
tasfiye halinde anılan malvarlığı üzerinde pay hakkı gibi dolaylı bir talebi
içermekte hem de oy hakkı ile şirket yönetim ve politikasını etkileme hakkı
gibi diğer bağlantılı hakları kapsamaktadır (Company S. and T. v. Sweden,
Komisyon kararı; Reisner v. Turkey, § 45; Marini v. Albania, § 165).’’.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Ek 1 No’lu Protokolü’nün 1.
maddesinde ve Anayasa’nın 35. maddesinde temelini bulan mülkiyet hakkı;
sahibine mülkiyetine müdahale edilmeksizin yararlanma, mülkiyetten yoksun
bırakılmama, mülkiyetinin kullanımının kontrol edilmemesi imkanı sağlar.
Bununla birlikte mülkiyet hakkı; bir kimsenin, başkasının hakkına zarar
vermemek ve yasaların koyduğu sınırlamalara da uymak koşulu ile bir şey
üzerinde dilediği biçimde kullanma, ürünlerinden yararlanma, tasarruf etme
(başkasına devretme, biçimini değiştirme, harcama ve tüketme, hatta yok etme)
şeklinde tanımlanmaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin 21.06.1989 tarihli ve 1988/ 34
E., 1989/26 K. sayılı Kararı).
Ancak ortaklık paylarının satışında, satışa ilişkin masraflar
ile dava veya avukatlık masraflarının hissedarların payından düşülmesi için
milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum veya gruplara ya
da terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla irtibatı bulunmasına ilişkin
mahkeme kararının kesinleşmesinin beklenmemesi, hissedarların mülkiyet hakkını
ihlal edecektir. Zira bu kimseler, mülkiyet haklarına binaen hisselerine düşen
meblağı talep edecek ve fakat idare, talepte bulunan hissedarın milli güvenliğe
tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum veya gruplara ya da terör
örgütlerine üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla irtibatı bulunuyorsa; bu
meblağdan sayılı masrafları düşecektir. Ancak milli güvenliğe tehdit
oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum veya gruplara ya da terör örgütlerine
üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla irtibatı bulunup bulunmadığına ilişkin
mahkeme kararının kesinleşmesi beklenmeksizin masrafların düşülüp
düşülmeyeceğinin belirlenmesi, mülkiyet hakkını korumasız bırakacak ve onun
özüne dokunacaktır.
Başka bir anlatımla kanun koyucu, hukuk devleti ilkesine aykırı
şekilde belirsiz kavramlar aracılığıyla ve kesin nitelikteki bir yargı kararı
olmaksızın hissedarlar hakkında idare tarafından işlem yapılmasına cevaz vermek
suretiyle; Anayasa’nın 13. maddesinde düzenlenen temel hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılmasının sınırlarının gereklerini karşılamayarak; onların mülkiyet
hakkını ihlal etmiştir. Nitekim Anayasa Mahkemesi’nin belirttiği üzere;
Anayasa'nın 35. maddesi usule ilişkin açık bir güvenceden söz etmemektedir.
Bununla birlikte mülkiyet hakkının gerçek anlamda korunabilmesi bakımından bu
madde, Anayasa Mahkemesinin çeşitli kararlarında da ifade edildiği üzere mülk
sahibine müdahalenin kanun dışı veya keyfî ya da makul olmayan şekilde uygulandığına
ilişkin savunma ve itirazlarını sorumlu makamlar önünde etkin bir biçimde
ortaya koyabilme olanağının tanınması güvencesini kapsamaktadır. Bu
değerlendirme ise, uygulanan sürecin bütününe bakılarak yapılmalıdır (Züliye
Öztürk, B. No: 2014/1734, 14/9/2017, § 36; Bekir Yazıcı [GK], B. No: 2013/3044,
17/12/2015, § 71) (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, §
62) (Anayasa Mahkemesi’nin 01.07.2020 tarihli ve 2016/4293 Bireysel Başvuru
No’lu Güven Bostan Başvurusu, § 48). Ancak söz konusu hissedarlar bakımından
kanunilik ilkesine saygı gösterilmeyerek, yargı kararı kesin hükümle
bağlanmayarak ve dolayısıyla hakkı koruyucu usuli güvenceler bertaraf edilmek
suretiyle hakkın özüne dokunularak mülkiyet hakkı ihlal edilmiştir. Bu nedenle
anılan cümle, Anayasa’nın 13 ve 35. maddelerine aykırıdır.
Buna ilave olarak Anayasa Mahkemesi’nin ifade ettiği üzere;
“[Eşitlik ilkesi] ile güdülen amaç, benzer koşullar içinde olan, özdeş
nitelikte bulunan durumların yasalarca aynı işleme uyruk tutulmasını sağlamaktır.”
(Anayasa Mahkemesi’nin 13.04.1976 tarihli ve 1976/3 E.; 1976/3 K. sayılı
Kararı). Yine AYM’ye göre; “Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan
kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım
yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir” (Anayasa Mahkemesi’nin
07.02.2006 tarihli ve 2006/11 E.; 2006/17 K. sayılı Kararı). Eşitlik ilkesinin
ihlal edilip edilmediği hususunun tespitinde, somut olayda yapılan ayrımın
haklı bir nedene dayanıp dayanmadığı noktası dikkate alınır: “Anayasa'nın 10.
maddesinde öngörülen eşitlik, mutlak anlamda bir eşitlik olmayıp, ortada haklı
nedenlerin bulunması halinde, farklı uygulamalara imkan veren bir ilkedir”
(Anayasa Mahkemesi’nin 11.12.1986 tarihli ve 1985/11 E.; 1986/29 K. sayılı
Kararı).
Anılan cümle, Anayasa’nın 10. maddesinde yer alan eşitlik
ilkesine de aykırıdır. Zira hissedarlar arasında ‘‘milli güvenliğe tehdit
oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum veya gruplara ya da terör örgütlerine
üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla irtibatı bulunma’’ şeklindeki gerekçeyle
bir ayrım yapılmıştır. Açıklandığı üzere; söz konusu gerekçe, Anayasa’ya aykırı
olduğundan, benzer durumdaki hissedarlar arasında ayrım yapmayı haklı
kılmamaktadır. Diğer bir deyişle eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği
hususunun tespiti, münferit olayda benzer durumdaki kişi kategorileri arasında
gerçekleştirilen ayrıma ilişkin bir ‘‘haklı neden’’in var olup olmadığına göre
yapılır ve ancak ihtilaflı düzenlemede hakkında (milli güvenliğe tehdit
oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum veya gruplara ya da terör örgütlerine
üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla irtibatı) bulunan ile bulunmayan (mülkiyet
hakkına binaen ortaklık payını talep eden) hissedarlar arasında haklı bir
nedene dayanmayan (kesinleşmiş yargı kararı yokluğunda) muamele farklılığı
yapılacaktır. Zira milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı,
oluşum veya gruplara ya da terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı ya da
bunlarla irtibatına ilişkin yargı kararı bakımından kesin hüküm şartı aranmadığından;
masumiyet karinesine istinaden bu hissedarlar, aynı koşullarda ve eşit
konumdadır. Bu nedenle anılan cümle, Anayasa’nın 10. maddesine aykırıdır.
c)Hukuk devleti ve idarenin kanuniliği ilkeleri bakımından:
Hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu
başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı
amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen
kılan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı
duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa’ya ve hukuk
kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların
üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile
Anayasa’nın bulunduğu bilinci olan devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin 02.06.2009
tarihli ve 2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı Kararı). Hukuk devletinin ön
koşullarından olan hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir
olmasını; hukuki belirlilik ilkesi de, kanun hükümlerinin şüpheye yer
vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılabilir olmasını ve ayrıca kamu
otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlemler içermesini ifade
etmektedir (bkz. AYM 9.2.2017, 2016/143 E.– 2017/23 K. par. 13; RG.
12.4.2017-30036) (Anayasa Mahkemesi’nin 04.05.2017 tarihli ve 2015/41 E.;
2017/98 K. sayılı Kararı). Başka bir deyişle, hukuk devleti ilkesi gereğince,
idareye işlem yaparken ve eylem tesisi ederken veya görevlerini yerine
getirirken belirli oranda hareket serbestliği sağlayan takdir yetkisinin
kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi biçimde gerçekleşemez; idarenin takdir
yetkisinin sınırları, keyfi işlem ve eylemleri önlemek amacıyla kanunla
çizilmelidir. Öte yandan; Anayasa’nın 123. maddesinde yer alan idarenin
kanuniliği ilkesinin iki boyutu bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin secundum
legem özelliğidir (kanuna dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin düzenleme
yetkisi kanundan kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intra legem özelliğidir
(kanuna aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve eylemleri,
kanunun çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır.
İptali talep edilen cümlede milli güvenliğe tehdit oluşturan
yapı, oluşum, grup veya terör örgütlerini tespit etmeye yetkili mercii, tayin
edilmemiştir. (Kaldı ki bir an için milli güvenliğe tehdit oluşturan yapı,
oluşum, grup veya terör örgütlerinin yargı organı tarafından tespit edileceği
kabul edilse dahi; anılan cümle hükmünde, yargı mercii tarafından verilen
kararın kesin hüküm niteliği taşıması şartı aranmamaktadır.) Öte yandan milli
güvenliğe tehdit oluşturan yapı, oluşum, grup veya terör örgütlerini tespit
etmeye yetkili mercii, idare ise; anılan cümle lafzında idareyi kayıtlayacak,
idarenin takdir yetkisini keyfi biçimde kullanmasını önleyecek hiçbir nesnel,
açık, net, anlaşılabilir ölçüt bulunmamaktadır.
Başka bir anlatımla kanun koyucu, iptali istenen cümle hükmünü
bütünüyle muğlak kavramlarla ifade ederek keyfi uygulamaların önünü açmıştır. Zira
“milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen, yapı, oluşum veya gruplara ya
da terör örgütlerine üyelik veya iltisak ya da bunlarla irtibat” fiillerinin
içeriği, hangi somut eylemlerin bu suçları oluşturduğu, öngörülemez
niteliktedir. Milli güvenliğe tehdit oluşturduğuna karar verilen yapı, oluşum
veya gruplara ya da terör örgütlerine üyeliğin, iltisakın yahut bunlarla
irtibatın nasıl ve kim tarafından tespit edileceği, hissedarların tespit
sırasında usule yönelik güvencelerden yararlandırılıp yararlandırılmayacağı,
verilen karara karşı yargı yollarına başvurulup başvurulamayacağı, idarenin bu
tespiti yaparken kanuna dayanması ve aykırı olmaması için esas alacağı kanuni
çerçeve belirsizdir. Söz konusu karar yetkisi, ne esas ne de usul yönlerinden
objektif olarak tanımlanmıştır ve son tahlilde, tamamen uygulayıcının keyfî
kararına tabi şekilde öngörülmüştür.
Kanun koyucu, pek çok kez milli güvenliğe tehdit oluşturan yapı,
oluşum, grup veya terör örgütlerini tespit etmeye yetkili mercii olarak, Milli
Güvenlik Kurulu’nu tayin etmiştir. Ancak milli güvenliğe tehdit oluşturan yapı,
oluşum, grup veya terör örgütlerinin Milli Güvenlik Kurulunca tespit edilmesi,
Anayasa Mahkemesi’nin birçok iptal kararına konu olmuştur. Anılan emsal
kararlardan birinin gerekçesi:
‘‘28. 6136 sayılı Kanun’un 7. maddesinin birinci fıkrasının (7)
numaralı bendi, en az bir dönem köy veya mahalle muhtarlığı ya da belediye
başkanlığı yapmış bulunan kişilerden, yapılan soruşturma sonucu veya
kesinleşmiş yargı kararı üzerine görevine son verilenler ile terör örgütlerine
veya MGK’ca devletin millî güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar
verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut
bunlarla irtibatı olanların ateşli silah taşıyamamasını ve bulunduramamasını
öngörmekte olup anılan bentte yer alan “…Milli Güvenlik Kurulunca…” ibaresi
dava konusu kuralı oluşturmaktadır.
29. Anayasa’nın 118. maddesinin üçüncü fıkrasında “Millî
Güvenlik Kurulu; Devletin millî güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve
uygulanması ile ilgili alınan tavsiye kararları ve gerekli koordinasyonun
sağlanması konusundaki görüşlerini Cumhurbaşkanına bildirir. Kurulun, Devletin
varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve bölünmezliği, toplumun huzur ve
güvenliğinin korunması hususunda alınmasını zorunlu gördüğü tedbirlere ait
kararlar Cumhurbaşkanınca değerlendirilir.” denilmektedir.
30. Bu bağlamda MGK’nın başlıca görevleri, devletin millî
güvenlik siyasetinin tayini, tespiti ve uygulanması ile ilgili tavsiye
kararları almak ve gerekli koordinasyonun sağlanması konusundaki görüşlerini
bildirmektir. MGK’nın devletin varlığı ve bağımsızlığı, ülkenin bütünlüğü ve
bölünmezliği, toplumun huzur ve güvenliğinin korunması hususunda alınmasını
zorunlu gördüğü tedbirlere ait kararları Cumhurbaşkanlığınca değerlendirilir.
31. Cumhurbaşkanı yardımcıları ve Genelkurmay Başkanı’nın
önerileri dikkate alınarak Cumhurbaşkanınca gündemi düzenlenen MGK’nın
kararlarının hukuki niteliği Anayasa’nın anılan maddesinde açıkça
belirlenmiştir. Buna göre MGK’nın alacağı kararlar tavsiye niteliğinde olup bu
kararlar Cumhurbaşkanı’na bildirilir.
32. Nitekim Anayasa’nın 104. maddesinde devletin başı olan
Cumhurbaşkanı’nın millî güvenlik politikalarını belirleyeceği ve bu kapsamda
gerekli tedbirleri alacağı düzenlenmiştir. Yine Cumhurbaşkanı’nın millî
güvenliğin sağlanmasından sorumlu olduğu Anayasa’nın 117. maddesinde hükme
bağlanmıştır.
33. Bu itibarla istişari nitelikte bir danışma organı olan
MGK’nın icrai karar alma yetkisine sahip olmadığı gözetildiğinde
Cumhurbaşkanınca ayrı bir kararla benimsenmemiş MGK kararlarına hukuki sonuç
bağlanamayacağı ve bu kararların kendiliğinden icra edilemeyeceği açıktır.
34. Dava konusu ibarenin de yer aldığı kural MGK’ca devletin
millî güvenliğine karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı oluşum veya
gruplara üyeliği, mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olan köy
veya mahalle muhtarlığı ya da belediye başkanlığı yapmış kişilerin ateşli silah
taşımamasını ve bulundurmamasını düzenlemektedir. Millî güvenliğe karşı
tehditlerin belirlenmesi ve bu tehditlerin hangi kaynak, kişi ya da yapıdan
geldiğinin tespit edilmesinde Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan MGK’nın
tavsiye niteliğinde karar alamayacağı söylenemez.
35. Bununla birlikte dava konusu “…Milli Güvenlik Kurulunca…”
ibaresi, tavsiye niteliğindeki MGK kararına kendiliğinden hukuki bir sonuç bağlamaktadır.
Şüphesiz MGK’nın tavsiye niteliğindeki kararlarının yürütme organı tarafından
dikkate alınması ve hukuk aleminde hayata geçirilmesi mümkündür. Ancak MGK’nın
kararları hakkında başkaca icrai bir karar alınmadan bu kararlara hukuk
aleminde sonuçlar bağlanması Anayasa’nın lafzıyla bağdaşmamaktadır.
36. Açıklanan nedenlerle kural Anayasa’nın 118. maddesine
aykırıdır. İptali gerekir.’’
şeklindedir (Anayasa Mahkemesi’nin 03.06.2021 tarihli ve 2020/9
E.; 2021/37 K. sayılı Kararı; aynı yönde bkz.: Mahkemesi’nin 03.06.2021 tarihli
ve 2020/18 E.; 2021/38 K. sayılı Kararı, § 4-12; 16.12.2021 tarihli ve 2021/80
E.; 2021/99 K. sayılı Kararı, § 34-41). Ancak Anayasa Mahkemesi’nin anılan
kararlarına istinaden; bu tespit işleminin Milli Güvenlik Kurulunca
gerçekleştirilemeyeceğinin bilincinde olan kanun koyucu; iptali talep edilen
cümlede, herhangi bir idari makamı söz konusu tespit işlemini gerçekleştirme yetkisiyle
donatmamıştır, yetkili merciin kim olacağı hususunda sessiz kalmıştır.
Bununla birlikte Anayasa Mahkemesi (iptali talep edilen cümle
hükmünde yer alan ibarelere benzer ibareler içeren iptal davası konusu üzerine
verdiği bir kararında), ‘‘Kuralda terör örgütleriyle irtibatlı veya iltisaklı
bulunan kişilerin noterliğe kabul edilemeyecekleri belirtilmekte olup kuralda
geçen iltisaklı kavramı kavuşan, bitişen, birleşen; irtibatlı kavramı ise
bağlantılı anlamına gelmektedir. Anılan kavramlar genel kavram niteliğinde
olmakla birlikte bunların belirsiz ve öngörülemez nitelikte olduğu söylenemez.
Bu kavramların hukuki niteliği ve objektif anlamı yargı içtihatlarıyla
belirlenebilecek durumdadır.’’ şeklinde gerekçe kaleme alsa da; bunun devamında
‘‘Diğer yandan anılan kavramların, içinde bulunulan döneme göre farklı
yorumlanabilmesi de mümkündür. Bu bağlamda olağanüstü hâlin ilanına neden olan
tehdit ve tehlikeler gözetilerek olağanüstü hâl döneminde terör örgütleriyle
iltisaklı veya irtibatlı bulunulup bulunulmadığının tespiti bakımından terör
örgütleriyle üyeler arasındaki bağın varlığı konusunda yapılacak değerlendirme
ile olağan dönemde yapılacak değerlendirmenin farklı olabileceğinin kabul
edilmesi gerekir.’’ şeklinde bir temellendirme yapmak suretiyle (Anayasa
Mahkemesi’nin 14.11.2019 tarihli ve 2018/89 E.; 2019/84 sayılı Kararı, ,§ 30,
31); olağan dönemde söz konusu hissedarlar bakımından keyfi uygulamalar
olabileceğine delalet etmiştir. O halde olağanüstü hale özgü koşulların ve
kanuni lafzın; (iptali talep edilen cümle hükmünde olduğu gibi), hukuk devleti
ve kanunilik ilkelerine aykırı şekilde, olağan döneme sirayet etmesi (söz
gelimi üyelik, mensubiyet, iltisak, irtibata yönelik ilişkilerin –kesin
hükümle- yargı makamları yerine idarece tespiti) Anayasa’nın 2 ve 123.
maddelerine aykırıdır.
ç)Yasama yetkisinin devredilmezliği bakımından; Anayasa’nın 7.
maddesinde temelini bulan yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine göre
yasama yetkisi yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Bu nedenle idareye
düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının temel ilkeleri ortaya koyması ve
çerçeveyi çizmesi gerekir. Diğer bir deyişle idareye sınırsız ve belirsiz bir
düzenleme yetkisi bırakılamaz. Nitekim idarenin düzenleme yetkisi; sınırlı,
tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yasa ile yetkilendirme, Anayasa’nın
öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamını taşımamaktadır (Anayasa
Mahkemesi’nin 02.05.2008 tarihli ve 2005/68 E.; 2008/102 K. sayılı Kararı).
İptali talep edilen cümle hükmünde olduğu gibi temel ilkeleri belirlenmeksizin
ve çerçevesi çizilmeksizin; idareye; milli güvenliğe tehdit oluşturan yapı,
oluşum, grup veya terör örgütlerini tespit etme yetkisi veren yasa hükmü,
Anayasa’nın 7. maddesine aykırılık oluşturur.
d)Kuvvetler ayrılığı ilkesi, hiçbir kimsenin veya organın
Anayasa’dan kaynaklanmayan bir yetkiyi kullanamaması ve Anayasa Mahkemesi
kararlarının bağlayıcılığı bakımından: Anayasa Mahkemesi kararlarında
Anayasa'nın 153. maddesinde belirtilen bağlayıcılık ilkesine aykırılıktan söz
edilebilmesi için iptal edilen kuralla dava konusu yeni düzenlemenin içerik ve
kapsam bakımından aynı ya da benzeri olması gerektiği belirtilmektedir (Anayasa
Mahkemesi’nin 12.11.1991 tarihli ve 1991/7 E.: 1991/43 K. sayılı Kararı).
Anayasa Mahkemesi, eldeki dava konusuyla benzer bir hüküm ihtiva eden düzenleme
hakkında verdiği bir iptal kararında:
‘‘42. 1416 sayılı Kanun’un geçici 4. maddesinin beşinci
fıkrasında terör örgütlerine veya MGK’ca devletin millî güvenliğine karşı
faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üyeliği,
mensubiyeti veya iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu gerekçesi ile
öğrencilikle veya mecburi hizmetle yükümlü bulundukları süre içerisinde
kadrolarıyla ilişiği kesilenler hakkında bu madde hükümlerinin uygulanmayacağı
öngörülmekte olup anılan fıkrada yer alan “…üyeliği, mensubiyeti veya…” ibaresi
dava konusu kuralı oluşturmaktadır.
43. Öncelikle terör örgütlerine üyelik ve mensubiyet
kavramlarıyla kişilere yönelik suç isnadında bulunulup bulunulmadığının
değerlendirilmesi gerekmektedir. Terör örgütüne üye olmak, -kanundaki tanımıyla
suç işlemek amacıyla kurulmuş olan örgüte üye olmak- 26/9/2004 tarihli ve 5237
sayılı Türk Ceza Kanunu ile 12/4/1991 tarihli ve 3713 sayılı Terörle Mücadele
Kanunu kapsamında suç olarak düzenlenmiştir. Bu nedenle kuralın Anayasa’nın 36.
maddesinin birinci ve 38. maddesinin dördüncü fıkralarında güvence altına
alınan masumiyet karinesi kapsamında incelenmesi gerekmektedir.
44. Masumiyet karinesi, Anayasa’nın 38. maddesinin dördüncü
fıkrasında “Suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kimse suçlu sayılamaz”
şeklinde düzenlenmiştir. Anayasa’nın 36. maddesinde de herkesin iddia ve
savunma ile adil yargılanma hakkına sahip olduğu belirtilmiştir. Anılan maddeye
“…adil yargılanma…” ibaresinin eklenmesine ilişkin gerekçede, Türkiye’nin taraf
olduğu uluslararası sözleşmelerce de güvence altına alınan adil yargılanma
hakkının madde metnine dâhil edildiği vurgulanmıştır. Nitekim Sözleşme’nin 6.
maddesinin (2) numaralı fıkrasında kendisine bir suç isnat edilen kişinin
suçluluğu yasal olarak sabit oluncaya kadar suçsuz sayılacağı düzenlenmiştir.
Bu itibarla masumiyet karinesi, Anayasa’nın 36. maddesinde güvence altına
alınan adil yargılanma hakkının bir unsuru olmakla beraber suçluluğu hükmen
sabit oluncaya kadar kimsenin suçlu sayılamayacağına dair Anayasa’nın 38.
maddesinin dördüncü fıkrasında ayrıca düzenlenmiştir (Adem Hüseyinoğlu, B. No:
2014/3954, 15/2/2017, § 33).
45. Masumiyet karinesi, hakkında suç isnadı bulunan bir kişinin
adil bir yargılama sonucunda suçlu olduğuna dair kesin hüküm tesis edilene
kadar masum sayılması gerektiğini ifade etmekte ve hukuk devleti ilkesinin de
bir gereğini oluşturmaktadır. Anılan karine, kişinin suç işlediğine dair
kesinleşmiş bir yargı kararı olmadan suçlu olarak kabul edilmemesini güvence
altına almaktadır. Ayrıca hiç kimse, suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar
yargılama makamları ve kamu otoriteleri tarafından suçlu olarak
nitelendirilemez ve suçlu muamelesine tabi tutulamaz.
46. Masumiyet karinesinin sağladığı güvencenin iki yönü
bulunmaktadır: Dava konusu kuralla da ilgisi olan güvencenin ilk yönü, kişi
hakkındaki ceza yargılaması sonuçlanıncaya kadar geçen, bir başka ifadeyle
kişinin ceza gerektiren bir suçla itham edildiği (suç isnadı altında olduğu)
sürece ilişkin olup suçlu olduğuna dair hüküm tesis edilene kadar kişinin
suçluluğu ve eylemleri hakkında erken açıklamalarda bulunulmasını yasaklar.
Güvencenin bu yönünün kapsamı sadece ceza yargılamasını yürüten mahkemeyle
sınırlı değildir. Güvence aynı zamanda diğer tüm devlet kurumlarının da işlem
ve kararlarında, suçluluğu hükmen sabit oluncaya kadar kişinin suçlu olduğu
yönünde ima ya da açıklamalarda bulunmamasını gerekli kılar. Dolayısıyla sadece
suç isnadına konu ceza yargılaması kapsamında değil ceza yargılaması ile eş zamanlı
olarak yürütülen diğer hukuki süreç ve yargılamalarda da (idari, hukuk,
disiplin gibi) masumiyet karinesinin ihlali söz konusu olabilir (Galip Şahin,
B. No: 2015/6075, 11/6/2018, § 39).
47. Dava konusu kural, terör örgütlerine veya devletin millî güvenliğine
karşı faaliyette bulunduğuna karar verilen yapı, oluşum veya gruplara üye veya
mensup oldukları gerekçesiyle öğrencilikle veya mecburi hizmetle yükümlü
bulundukları süre içerisinde kadrolarıyla ilişiği kesilen kişilerin, 1416
sayılı Kanun’dan kaynaklanan öğrenim masrafları ile buna ilişkin faiz borcunun
ödenebilmesini kolaylaştırmak amacıyla getirilen imkânlardan
faydalandırılmamasını öngörmektedir. Bu yönüyle kural, terör örgütü üyeliği
suçundan ceza soruşturması veya kovuşturmasına maruz kalan ancak haklarındaki
süreç tamamlanıp suçlu olduklarına dair kesin hüküm tesis edilmeyen kişilerin
terör örgütü üyesi veya mensubu olarak nitelendirilmelerine sebebiyet
verebilecek niteliktedir. Bunun yanı sıra kuralda kapsama giren kişiler
hakkında kesin hükümle sonuçlanan herhangi bir yargısal sürecin varlığına
yönelik açıklama da yapılmamıştır.
48. Bu itibarla kesinleşmiş mahkûmiyet hükmü olmadan kişilerin
suçlu sayılmasına neden olabilecek ifadeler içeren kural masumiyet karinesini
ihlal etmektedir.
49. Açıklanan nedenlerle kural Anayasa’nın 36. ve 38.
maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.’’
şeklinde gerekçe kaleme almıştır (Anayasa Mahkemesi’nin
16.12.2021 tarihli ve 2021/80 ve 2021/99 sayılı Kararı). Anayasa Mahkemesi’nin
verdiği iptal kararı karşısında; kanun koyucunun Anayasa’nın 36 ve 38.
maddelerine -benzer sakatlıktan muzdarip olması hasebiyle- aykırı olan iptali
talep edilen cümleyi kanunlaştırması, Anayasa’nın 153. maddesini ihlal ettiği
gibi, hiçbir kimse ve organın kaynağını Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi
kullanamayacağını öngören 6. maddesine ve Anayasa’nın Başlangıç bölümünde yer
alan kuvvetler ayrılığı ilkesine de halel getirmektedir.
e)Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırları ve
temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasının durdurulması bakımından: Olağanüstü
dönemler de hukuk içi rejimlerdir. Nitekim Kaboğlu’na göre:
‘‘Olağanüstü yönetimi gerekleri ortaya çıktığı zaman, ortak
hukukta geçerli özgürlükler düzeninden ayrılma anlamına gelebilecek önlemler
alınır. Askıya alma veya sapma (derogation) olarak adlandırılan önlemler, amaç
ve yerle sınırlı olup geçicidir; keyfi olmayıp denetime bağlıdır, bu nedenle
olağanüstü yönetimler de hukuk rejimi olarak adlandırılır. Buna karşın, artan
yetkileri keyfi olarak kullanma olasılığı nedeniyle, olağanüstü yönetimler
doğaları gereği insan hakları ve demokrasi için tehdit oluştururlar. Bütün
özgürlükler değil, düzenin sağlanması bakımından hassas olanlar kayıtlamaya
tabi tutulur. Olağanüstü rejimi ilân etmeyi gerekli kılan nedenler ortadan
kalkınca, olağan düzene geçilir. Doğallıkla, olağanüstü hal ve/veya
sıkıyönetim, ‘‘geçici’’ özelliğe sahiptir. Kısacası, olağanüstü yönetimler,
hukuki, geçici ve ölçülü olmalıdır.’’
Anayasa Mahkemesi eldeki dava konusuyla benzer bir hüküm
hakkında verdiği (red) kararında:
‘‘123. Dava konusu kuralın düzenlenme ihtiyacının olağanüstü hâl
KHK’ları ile verilen görevlerin niteliğinden kaynaklandığı anlaşılmaktadır.
Nitekim terör örgütlerine aidiyet, iltisak ve irtibat nedeniyle el konulan
şirketleri veya mal varlığı değerlerini yönetmek amacıyla kayyım atanması veya
görevlendirilmesi olağanüstü hâl kapsamında üstlenilen bir görevin icrasından
ibaret olup söz konusu görevin önemli bir kısmı olağanüstü hâlde alınması
gereken, dolayısıyla olağan dönemin hukuki düzenlemelerinden oldukça farklı
olan tedbirlere yöneliktir. Söz konusu tedbirlerin anılan niteliği dikkate
alındığında bunlara ilişkin görevlerin etkili biçimde uygulanması hususunda
tereddüt oluşabilir. Bu bağlamda dava konusu kuralla kanun koyucunun olağanüstü
hâl kapsamında şirket, ortaklık payları ve varlıkların yönetimi ve bu
kapsamdaki işlerin yürütülmesi için atananların veya görevlendirilenlerin
olağanüstü hâl süresince yayımlanan KHK’lar kapsamında görevlerini herhangi bir
endişe ve tereddüt duymadan yerine getirmelerini ve çalışmalarında başarılı
olmalarını amaçladığı anlaşılmaktadır. Bu itibarla kural kanun koyucunun takdir
yetkisi kapsamında olup hukuk devleti ilkesine aykırılık oluşturmamaktadır.’’
şeklinde hüküm kurmuştur (Anayasa Mahkemesi’nin 13.10.2021
tarihli ve 2018/93 E.; 2021/69 K. sayılı Kararı) (Aynı yönde Anayasa
Mahkemesi’nin 24.12.2020 tarihli ve 2017/21 E.; 2020/77 K. sayılı Kararı, §
241-254).
O halde bir an için iptali talep edilen cümlenin olağanüstü
halin koşulları sebebiyle kanunlaştırıldığı ileri sürülse dahi; ortaklık
paylarının satışında, satışa ilişkin masraflar ile dava veya avukatlık
masraflarının hissedarların payından düşülmesi için milli güvenliğe tehdit
oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum veya gruplara ya da terör örgütlerine
üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla irtibatı bulunmasına ilişkin mahkeme
kararının kesinleşmesinin beklenmemesi, Anayasa’nın 15. maddesinde belirtilen
‘‘durumun gerektirdiği ölçü’’ kaydının sınırlarını aşmaktadır.
Kaldı ki 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişiminin ardından
21 Temmuz 2016 Tarihli ve 29777 Sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 2016/9064
sayılı ‘‘Anayasanın 120. Maddesi ile 2935 Sayılı Olağanüstü Hal Kanununun 3.
Maddesinin Birinci Fıkrasının (b) Bendine Göre, Ülke Genelinde 21/7/2016
Perşembe Günü Saat 01.00’dan İtibaren Doksan Gün Süreyle Olağanüstü Hal İlan
Edilmesi Hakkında Karar’’ ile ülke genelinde olağanüstü hal ilan edilmiştir;
yedi kez uzatılan olağanüstü hal, Temmuz 2018’de sona ermiştir.
O halde olağan dönemde iptali talep edilen cümlenin
kanunlaştırıldığı göz önüne alındığında; ortaklık paylarının satışında, satışa
ilişkin masraflar ile dava veya avukatlık masraflarının hissedarların payından
düşülmesi için milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum veya
gruplara ya da terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla irtibatı
bulunmasına ilişkin mahkeme kararının kesinleşmesinin beklenmemesinin,
Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan sınırlandırmanın sınırlarının (bilhassa öze
dokunma yasağı) gereklerini karşılamadığı açıkça ortadadır. İhtilaflı kural,
olağanüstü hale ilişkin tedbirlerin olağanüstü halin kaldırılmasının akabinde
geçerli olamayacaklarına dair temel anayasal prensibi de ihlal etmektedir (Bkz.
Anayasa m.15/1 : “ … olağanüstü hallerde … durumun gerektirdiği ölçüde temel
hak ve hürriyetlerin kullanılması kısmen veya tamamen durdurulabilir …
Anayasada öngörülen güvencelere aykırı tedbirler alınabilir.” Bkz. ayrıca AİHS,
m.15/1).
f)Sınırlandırma yetkisinin kötüye kullanılması nedeniyle Anayasa’nın
14. maddesi bakımından: Anayasa’nın 14. maddesi temel hak ve hürriyetlerin
kötüye kullanılamamasını düzenlemektedir. Kaboğlu’na göre:
‘‘Bu düzenleme biçimiyle, temel hak ve özgürlüklerin
kullanılması ile maddede sözü edilen eylemler arasında açık ve yakın bir
nedensellik ilişkisi bulunduğu takdirde ancak 14. maddede yazılı amaçları
gerçekleştirmek için kötüye kullanılmış sayılabilmelidir. ‘‘Yok etmeye yönelik
faaliyette bulunma’’ deyimi açıkça bir eylemi ifade ettiğinden, belli bir
özgürlüğün yok edilmesi ile söz konusu eylem arasında açık ve doğrudan bir
ilişkinin, yani nedensellik bağının bulunması gerekir. ‘‘Hak kaybı’’ yerine
‘‘yasayla belirlenecek yaptırımları öngören’’ (cezalar) öngören madde 14’ün ilk
şekli, özellikle yeni düzenleme şekliyle en azından 2. fıkra bakımından İHAS’ın
17. maddesiyle uyumlu hale getirildi. Devlete, yok etme yasağı ve sınırlama
ölçüsü yönünden yükümlülük getirmesi, Sözleşme ile uyum kaygısını
yansıtmaktadır.’’
Başka bir anlatımla Anayasa’nın 14. maddesinin ikinci fıkrası
uyarınca Anayasa hükümlerinden hiçbiri, Devlete veya kişilere, Anayasayla
tanınan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesini veya Anayasa’da belirtilenden
daha geniş şekilde sınırlandırılmasını amaçlayan bir faaliyette bulunmayı
mümkün kılacak şekilde yorumlanamaz. Anılan maddenin üçüncü fıkrası uyarınca bu
hükümlere aykırı faaliyette bulunanlar hakkında uygulanacak müeyyideler,
kanunla düzenlenir. Ancak iptali talep edilen kuralla; Anayasa’nın 14.
maddesinin ikinci fıkrasının aksine ortaklık paylarının satışında, satışa
ilişkin masraflar ile dava veya avukatlık masraflarının hissedarların payından
düşülmesi için milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum
veya gruplara ya da terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla
irtibatı bulunmasına ilişkin mahkeme kararının kesinleşmesinin beklenmemesi,
kendilerine aykırılık oluşturduğu kurallar ve hak-özgürlükler çerçevesini
aşmaktadır. Diğer bir deyişle ortaklık paylarının satışında, satışa ilişkin
masraflar ile dava veya avukatlık masraflarının hissedarların payından
düşülmesi için milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum
veya gruplara ya da terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla
irtibatı bulunmasına ilişkin mahkeme kararının kesinleşmesinin beklenmemesi,
ilgili hak ve özgürlükleri, “Anayasada belirtilenden daha geniş şekilde
sınırlandırılması” sonucunu doğurduğundan; bunun yaptırımı (Anayasa’nın 14.
maddesinin üçüncü fıkrası mucibince), iptali istenen kuralın AYM tarafından
iptalidir. Kanun koyucu, ortaklık paylarının satışında, satışa ilişkin
masraflar ile dava veya avukatlık masraflarının hissedarların payından
düşülmesi için milli güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum
veya gruplara ya da terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla
irtibatı bulunmasına ilişkin mahkeme kararının kesinleşmesini beklememek
suretiyle; idare tarafından anılan temel hak ve hürriyetlerin yok edilmesine
veya Anayasa’da belirtilenden daha geniş şekilde sınırlandırılmasına imkan
verdiğinden; ihtilaflı kural, Anayasa’nın 14. maddesine aykırı olup iptali
gerekir.
g)Uluslararası anlaşmaların iç hukuka etkisi bakımından: Bunun
yanında; Anayasa’nın 90. maddesine göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin
usulüne göre yürürlüğe konmuş uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı
koruyucu, kullanımını genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar
hiyerarşisinde kanunun üstündedir. İptali talep edilen cümle, Anayasa’nın 35,
36, 38 ve 40. maddeleriyle benzer hükümler içeren Türkiye’nin taraf olduğu
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin adil yargılanma hakkına ilişkin 6. ve
etkili başvuru hakkına ilişkin 13. maddelerini; Ek 1 No’lu Protokolü’nün
mülkiyet hakkını düzenleyen 1. maddesini de ihlal ettiğinden Anayasa’nın 90.
maddesine de aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle 7407 sayılı Kanun’un 17. maddesiyle 6758
sayılı Kanun’un 20. maddesinin değiştirilen birinci fıkrasının son cümlesi,
Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 2, 6, 7, 10, 13, 14, 15, 35, 36, 38, 40, 90,
123 ve 153. maddelerine aykırıdır; anılan cümlenin iptali gerekir.
6) 26.05.2022 tarihli ve 7407 sayılı Bankacılık Kanunu ile Bazı
Kanunlarda ve 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 19. maddesiyle yeniden düzenlenen 26.09.2011 tarihli ve 655 sayılı
Ulaştırma ve Altyapı Alanına İlişkin Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanun Hükmünde
Kararname’nin 15. maddesinin ikinci fıkrasının üçüncü cümlesinde yer alan
‘‘azami %5’i oranında Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde
hesaplanan kesinti tutarının’’ ibaresi ile ikinci fıkrasına beşinci cümlesinden
sonra gelmek üzere eklenen ilk cümlede yer alan ‘‘Cumhurbaşkanınca’’ ibaresinin
Anayasa’ya aykırılığı
7407 sayılı Kanun’un 19. maddesiyle 655 sayılı Ulaştırma ve
Altyapı Alanına İlişkin Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin
altyapı yatırımlarını düzenleyen 15. maddesinde birtakım değişiklikler
yapılmıştır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki söz konusu değişikliklerin
yapılmasındaki saiklerden birisi, Anayasa Mahkemesi (AYM) kararlarının
bağlayıcılığı ilkesine istinaden; 17.01.2019 tarihli ve 7161 sayılı Vergi
Kanunları ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun’un 67. maddesiyle 26.09.2011 tarihli ve 655 sayılı
Ulaştırma ve Altyapı Alanına İlişkin Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanun Hükmünde
Kararname’nin 15. maddesinin değiştirilen (2) numaralı fıkrasının üçüncü
cümlesinde yer alan “...Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar
çerçevesinde hesaplanan kesinti tutarının...” ibaresinin; CHP milletvekilleri
tarafından açılan iptal davası neticesinde; Anayasa Mahkemesi’nin 14.07.2021
tarihli ve 2019/32 E.; 2021/54 K. sayılı kararıyla iptal edilmesi ve anılan
iptal kararının yürürlüğünün (22.12.2021 tarihli ve 31697 sayılı) Resmi
Gazete’de yayımlanmasından başlayarak dokuz ay sonraya (22.09.2022 tarihine)
bırakılmasıdır.
İptali talep edilen ibarelerin yer aldığı ikinci fıkraya göre;
Cumhurbaşkanınca yapımının üstlenilmesine karar verilen teleferik, füniküler,
monoray, metro ve şehir içi raylı ulaşım sistemlerinin Bakanlıkça yapımının
tamamlanmasından sonra, Bakanlık bağlı, ilgili veya ilişkili kuruluşları
dışında bir kuruluşa mülkiyetinin maliyet bedeli üzerinden devri düzenlenecek
protokoller ile gerçekleştirilir. Ancak proje, projenin tümü tamamlanmadan önce
işletmeye açılabilecek durumda ise düzenlenecek protokoller ile mülkiyet
devrine kadar işletmenin devri ile hizmete açılabilir. İptali talep edilen
ibarelerle Cumhurbaşkanının uhdesine şu iki husus bırakılmıştır:
1) Devralan kuruluş, merkezi yönetim bütçesinden karşılanan
ve/veya karşılanacak olan toplam proje maliyet bedelini, mülkiyet ve/veya
işletme devir tarihinden itibaren bu bedelin ifa tarihine kadar her ay ilgili
belediyenin genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılacak
paylarının azami %5’i oranında Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar
çerçevesinde hesaplanan kesinti tutarının Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından
ilgili hesaba aktarılmasıyla ödeyecektir.
2) Projenin mevcut şehir içi raylı sistem hatlarının devamı
olmayıp müstakil işletilebilir durumda olması halinde veya projenin kombine
taşımacılığa hizmet etmesi halinde; bu cümleyi ihdas eden maddenin yürürlük
tarihinden önce hizmete açılmış olanlar hariç olmak üzere, mülkiyet devrine
konu edilmeksizin raylı sistemin işletmesinin Bakanlık veya bağlı, ilgili,
ilişkili kuruluşları, bu kuruluşların bağlı ortaklıkları veya iştiraki olan
şirketler eliyle yürütülmesine Cumhurbaşkanınca karar verilebilecektir.
İhtilaflı kural, aşağıdaki açılardan Anayasa’ya aykırıdır.
a) 26.05.2022 tarihli ve 7407 sayılı Bankacılık Kanunu ile Bazı
Kanunlarda ve 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 19. maddesiyle yeniden düzenlenen 26.09.2011 tarihli ve 655 sayılı
Ulaştırma ve Altyapı Alanına İlişkin Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanun Hükmünde
Kararname’nin 15. maddesinin ikinci fıkrasının üçüncü cümlesinde yer alan
‘‘azami %5’i oranında Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde
hesaplanan kesinti tutarının’’ ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
655 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 15. maddesinin ikinci
fıkrasının ilgili bölümünün Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmesinin
akabinde yeniden düzenlenen haline göre Cumhurbaşkanınca yapımının
üstlenilmesine karar verilen teleferik, füniküler, monoray, metro ve şehir içi
raylı ulaşım sistemlerinin Bakanlıkça yapımının tamamlanmasından sonra,
Bakanlık bağlı, ilgili veya ilişkili kuruluşları dışında bir kuruluşa mülkiyetinin
maliyet bedeli üzerinden devri düzenlenecek protokoller ile gerçekleştirilir.
Ancak proje, projenin tümü tamamlanmadan önce işletmeye açılabilecek durumda
ise düzenlenecek protokoller ile mülkiyet devrine kadar işletmenin devri ile
hizmete açılabilir. Devralan kuruluş, merkezi yönetim bütçesinden karşılanan
ve/veya karşılanacak olan toplam proje maliyet bedelini, mülkiyet ve/veya
işletme devir tarihinden itibaren bu bedelin ifa tarihine kadar her ay ilgili
belediyenin genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılacak
paylarının azami %5’i oranında Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar
çerçevesinde hesaplanan kesinti tutarının Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından
ilgili hesaba aktarılmasıyla öder. Ancak her ay ilgili belediyenin genel bütçe
vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılacak paylarından yapılacak
kesinti tutarına ilişkin (azami %5’i oranında) usul ve esasların
Cumhurbaşkanınca belirlenmesi, aşağıda belirtilen gerekçelerle Anayasa’ya
aykırıdır.
a)İdarenin bütünlüğü ilkesine ve yerel yönetimlerin özerkliği
bakımından: Öncelikle belediyelerin hukuki statüsünü belirtmekte ve bunların
merkezi teşkilatın en üst konumunda bulunan Cumhurbaşkanı ile ilişkisini ortaya
koymakta fayda bulunmaktadır. Bilindiği üzere Anayasa’nın 123. maddesi uyarınca
idarenin kuruluş ve görevleri merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına
dayanır. Belediyeler, Anayasa’nın 127. maddesi uyarınca mahalli idareler (yerel
yönetimler) kapsamında kalan tüzel kişilerdir. Merkezi idare, belediye üzerinde
idari vesayet yetkisine sahiptir. Ancak bu yetki, kayıtsız değildir. İdari
vesayet yetkisinin kullanılabilmesi için; mahalli hizmetlerin idarenin
bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin
sağlanması, toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi
karşılanması amacı güdülmelidir. Aynı zamanda idari vesayet yetkisi, kanunda
gösterilen usul ve esaslar çerçevesinde kullanılabilir. Bununla birlikte
belediyelere görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanır.
Öte yandan Anayasa Mahkemesi’ne göre ‘‘Anayasa’nın 127.
maddesinin birinci fıkrasında mahallî idarelerin il, belediye veya köy halkının
mahallî müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere kuruluş esasları kanunla
belirtilen ve karar organları yine kanunda gösterilen seçmenler tarafından
seçilerek oluşturulan kamu tüzelkişileri oldukları ifade edilmiştir. Anayasa’da
merkezî yönetim-yerel yönetim ayrımının yapılması, yerel yönetimlerin
organlarının seçimle göreve gelmesinin öngörülmesi, seçimlerinin süreli olması,
kararlarını kendi organları eliyle alması ve uygulatması, kendilerine özgü
bütçelerinin bulunması, görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanması gibi
yetki ve ayrıcalıkların tanınmış olması, bu idarelerin özerkliklerinin
göstergeleridir (Anayasa Mahkemesi’nin 16.07.2020 tarihli ve 2018/104 E.;
2020/39 K. sayılı Kararı, §174). Yine Anayasa Mahkemesi’ne göre ‘‘Mahallî
idareler, kendilerine verilen görevleri yerine getirebilmek için yeterli gelir
kaynaklarına ihtiyaç duymaktadır. Yerel yönetim birimi olarak belediyelerin
etkin ve verimli hizmet sunabilmeleri, belediyelere verilen görevlerin etkin
şekilde yerine getirilmesi, bunların mali açıdan güçlü olması ile yakından
ilgilidir. Bu nedenden dolayı mahallî idarelere, merkezî idarenin kontrolü
altındaki birtakım maddi kaynaklardan pay ayrılmaktadır.’’ (Anayasa
Mahkemesi’nin 14.07.2021 tarihli ve 2019/32 E.; 2021/54 K. sayılı Kararı,
§135). İptali talep edilen ibare, ilgili belediyenin genel bütçe vergi
gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılacak paylarından kesinti yapılmasını
öngördüğü için, mahalli idarelerin mali özerkliği ile ilgilidir.
Diğer bir deyişle 5779 sayılı İl Özel İdarelerine ve
Belediyelere Genel Bütçe Vergi Gelirlerinden Pay Verilmesi Hakkında Kanun , il
özel idareleri ve belediyelere genel bütçe vergi gelirleri tahsilatı toplamı
üzerinden ayrılacak payları düzenlemektedir. Diğer bir deyişle bu paylar, il
özel idarelerinin ve belediyelerin bütçesinin bir kısmını oluşturmaktadır.
Bütçede yer alan söz konusu meblağın nasıl değerlendirileceğine karar verme
yetkisi, yerel yönetimlerin mali özerkliği ilkesi gereğince; il özel
idarelerinin ve belediyelerin uhdesindedir, merkezi idarenin söz konusu
payların nasıl değerlendirileceğine ilişkin karar verme yetkisi yoktur.
Nitekim Anayasa’nın 123. maddesinde düzenlenen idarenin
bütünlüğü, idari görevleri yerine getiren kurumlar arasında birliğin sağlanması
ve idari yapı içinde yer alan kurumların bir bütünlük içinde çalışmasını
öngörmektedir. İdarede bütünlüğü sağlamak için başlıca iki hukuksal araç hiyerarşi
ve idari vesayet kullanılmaktadır. Hiyerarşi, hem merkezi yönetim içinde yer
alan örgütler ve bunlara bağlı birimler arasındaki hem de yerinden yönetim
kuruluşlarının kendi içerisindeki bütünleşmeyi sağlamaktadır. İdari vesayet ise
merkezi yönetim ile yerinden yönetim kuruluşları arasındaki bütünleşmeyi
sağlayan araçtır (Anayasa Mahkemesi’nin 05.07.2018 tarihli ve 2018/15 E.;
2018/78 K. sayılı Kararı, § 7). İdari vesayet yetkisi, hiyerarşik denetimde
olduğu gibi genel bir yetki olmayıp kanunla çerçevesi çizilen sınırlar
içerisinde kullanılması gereken istisnai bir yetkidir. İstisnailik ve kanunilik
idari vesayetin en belirgin iki temel özelliğidir. Bu bağlamda vesayet yetkisi
mutlak bir kullanım zorunluluğunu da içermez. Anayasa’da belirtilen amaç ve
çerçeve içinde kalmak koşuluyla bu yetkinin kapsam ve sınırını belirleme
yetkisi kanun koyucuya aittir (Anayasa Mahkemesi’nin 14.11.2019 tarihli ve
2018/90 E.; 2019/85 K. sayılı Kararı, § 20). Diğer yandan idari özerklik ile
idari vesayet arasında ters orantılı bir ilişki bulunmaktadır. İdari vesayet
yetkisinin kapsamının genişlemesi idari özerkliği daraltmaktayken idari vesayet
yetkisinin kapsamının daralması ise idari özerkliği genişletmektedir. Bu
sebeple idari vesayet yetkisi idari özerkliğin sınırını oluşturmaktadır
(Anayasa Mahkemesi’nin 05.07.2018 tarihli ve 2018/15 E.; 2018/78 K. sayılı
Kararı, § 7).
İptali talep edilen ibare, merkezi idare olan Cumhurbaşkanının
mahalli idare olan belediye üzerindeki idari vesayet yetkisini sınırsız şekilde
aşmak ve belediyenin idari ve mali özerklik alanını daraltmak suretiyle;
yerinden yönetim ilkesine aykırıdır. Başka deyişle iptali talep edilen ibareyle
idari vesayet yetkisinin kayıtsız ve geniş kullanımı; idarenin bütünlüğü ilkesi
içinde teşkilatlanan ikili idari yapı arasındaki dengeyi merkezi yönetim lehine
bozmakta, idari vesayeti istisnai değil kural yetki haline getirmektedir. Zira
belediyelerin 5779 sayılı Kanun gereğince ayrılan payları, merkezi idare
tarafından kaynağında kesilmektedir. Başka bir deyişle iptali talep edilen
ibare nedeniyle belediyelerin görevleri ile orantılı olan gelirlerine,
Cumhurbaşkanı tarafından ölçüsüz şekilde el koyulmaktadır. Halbuki belediyelere
mahalli idare vasfını kazandıran unsurlardan biri mali özerkliktir. Ayrıca belediyeler
şehir içi raylı ulaşım sistemlerinin ve bunların altyapılarının oluşturulmasına
ilişkin kamu hizmetinin yürütülememesi tehdidiyle karşı karşıya kalmaktadır.
İhtilaflı düzenlemenin, uygulamada taraflı şekilde uygulanma ve yalnızca
merkezi yönetimin muhalif olarak sınıflayabileceği belediyelere karşı
kullanılma ihtimalinin bulunduğu da açıktır. Mahalli idarelerde merkezi
yönetime karşı derin bir güvensizlik yaratacak bu türden bir yaklaşımın,
idarenin bütünlüğü ilkesine hizmet etmeyeceği açıktır. Öte yandan, böyle bir
düzenleme, hukuk devletinin varlık nedeni ile de çelişmektedir. Gerçekten, “yöneticileri
ve yönetilenleri, hukukça yönetilebilirlik bakımından eşitleme” hedefine
dayanan hukuk devleti, merkezi ve yerel yönetim arasında, bir tür makamlar
hiyerarşisi anlayışını yansıtan ölçüsüz bir kesinti düzeneğini meşru ve haklı
kılamaz.
Ayrıca imzalayıp onaylamış olduğumuz Avrupa Yerel Yönetimler
Özerklik Şartı’nın 3. maddesi gereğince özerk yerel yönetim kavramı, yerel
makamların, kanunlarla belirlenen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli
bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları
doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkanı anlamını taşır. Anılan
Şart’ın 9. maddesi uyarınca ekonomik politika çerçevesinde, yerel makamlara
kendi yetkileri dahilinde serbestçe kullanabilecekleri yeterli mali kaynaklar
sağlanacaktır. Ancak iptali talep edilen ibare; söz konusu 3. ve 9. maddelerle
güvence altına alınan belediyelerin idari ve mali özerkliklerini ölçüsüz
şekilde sınırlandırdığından Şart’a da aykırıdır.
Bu nedenle iptali talep edilen ibare, Anayasa’nın 123 ve 127.
maddelerine aykırıdır.
b)Ölçülülük ilkesi bakımından: Mahalli idare olan ilgili
belediyenin genel bütçe vergi gelirler tahsilat toplamı üzerinden ayrılacak paylardan
yapılacak kesinti oranı bakımından %5 oranında üst had belirlenmesi,
Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesine dayanan ve 13.
maddesinde açıkça hüküm alına alınan ölçülülük ilkesine (elverişlilik,
gereklilik ve orantılılık unsurları) aykırıdır. Gerçekten, doğuşunda “makul
olma” kavram ve anlayışının belirleyici olduğu hukuk devletinde [gereklilik
(aracın, amacı gerçekleştirmek için gerekli olması), elverişlilik (aracın,
amacı gerçekleştirmeye elverişli olması), orantılılık (amaç ile araç arasında
oran olması) olmak üzere üç teknik ögeyi içeren] ölçülülük, hem devlet
organlarının sahip olduğu yetkiler hem her alanda konulan hukuk kuralları
bakımından geçerli olmalıdır.
Ancak iptali talep edilen ibarenin yer aldığı hükümle; toplam
proje maliyet bedelinin, daha uzun bir süre zarfında ve daha az meblağlarla
karşılanması yerine; belediye paylarından fahiş düzeyde kesinti yapılması usulü
öngörülmüştür. İlgili belediyeye ayrılacak paylardan %5 oranında kesinti
yapılabilmesi, (ülkemizdeki mevcut kötü ekonomik koşullar da göz önüne
alındığında) ilgili belediyenin kamu hizmetlerini yürütmesini engelleyecek
niteliktedir. Halbuki Anayasa’nın 127. maddesi gereğince belediyelere ve il
özel idarelerine görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanır. Başka bir
anlatımla amaç (proje maliyet bedelinin ödenmesi) ile araç (belediyeye ayrılan
paylardan %5 oranında kesinti yapılması) arasında orantı gözetilmemiştir. Bu
nedenle iptali talep edilen ibare, Anayasa’nın 2 ve 13. maddelerine aykırıdır.
c) Kuvvetler ayrılığı ilkesi, normlar hiyerarşisi, hiçbir kimse
veya organın kaynağını Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaması ve
idarenin kanuniliği ilkesi bakımından: Yukarıda belirtilen hususlara ek olarak;
azami olarak %5 oranında bir haddin hangi nesnel ölçüte göre belirlendiği
ortaya konulmamıştır. 01.05.2019 tarihli ve 30761 sayılı Resmi Gazete’de
yayınlanan 30.04.2019 tarihli ve 1014 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile ‘‘Şehir
İçi Raylı Ulaşım Sistemleri, Metrolar ve Bunlarla İlgili Tesislerin Ulaştırma
ve Altyapı Bakanlığınca Üstlenilmesi, Devralınması ve Tamamlanmasını Müteakip
Devri ile İlgili Şartların Belirlenmesine İlişkin Kararda Değişiklik Yapılması
Hakkında Karar’’ yürürlüğe konulmuştur. Söz konusu Kararın 1. maddesiyle değişik
25.10.2010 tarihli ve 2010/1115 sayılı Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlüğe
konulan Şehir İçi Raylı Ulaşım Sistemleri, Metrolar ve Bunlarla İlgili
Tesislerin Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığınca Üstlenilmesi, Devralınması ve
Tamamlanmasını Müteakip Devri ile İlgili Şartların Belirlenmesine İlişkin
Kararın 8. maddesinin ikinci fıkrası ‘‘02.07.2008 tarihli ve 5779 sayılı İl
Özel İdarelerine ve Belediyelere Genel Bütçe Vergi Gelirlerinden Pay Verilmesi
Hakkında Kanunun kesintileri düzenleyen 7. maddesine göre yürürlüğe konulan
15.03.2010 tarihli ve 2010/238 sayılı Bakanlar Kurulu Kararında belirtilen
oranlara ilave olarak ve kesintisiz ödemeler dahil olmak üzere, devralan
kuruluş, merkezi yönetim bütçesinden karşılanan ve/veya karşılanacak olan
toplam proje maliyet bedelini, mülkiyet ve/veya işletme devir tarihinden
itibaren bu bedelin ifa tarihine kadar her ay ilgili belediyenin genel bütçe
vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılacak paylardan %5 kesintinin
Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından ilgili hesaba aktarılmasıyla öder.’’
şeklindedir. İptali talep edilen (ve 28.05.2022 tarihinde yürürlüğe giren) ibarenin
yer aldığı cümle hükmü ise ‘‘Devralan kuruluş, merkezi yönetim bütçesinden
karşılanan ve/veya karşılanacak olan toplam proje maliyet bedelini, mülkiyet
ve/veya işletme devir tarihinden itibaren bu bedelin ifa tarihine kadar her ay
ilgili belediyenin genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden
ayrılacak paylarının azami %5’i oranında Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve
esaslar çerçevesinde hesaplanan kesinti tutarının Hazine ve Maliye Bakanlığı
tarafından ilgili hesaba aktarılmasıyla öder. ’’ şeklindedir. Anılan cümlelerin
lafzından anlaşılacağı üzere kanun koyucu, Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu
iptal kararının akabinde idarenin düzenleyici işlemini (Cumhurbaşkanı
Kararını), kanun hükmü haline getirmiş ve %5’lik azami haddi, bu Karara
istinaden belirlemiştir. Başka bir anlatımla kanun koyucu, kesinti sınırı
bakımından de facto hali, de jure hale getirmiştir.
Halbuki hukuk devleti ilkesinin temelinde yer alan Kelsen’in
normlar hiyerarşisi teorisine göre ‘‘Devletin hukuk düzeni bir hiyerarşik
normlar sistemidir. … Bir hukuk normunun diğerine dayanması demek, bir hukuk
normu geçerli olduğu için diğer normun geçerli olması demektir.’’ Öte yandan
idarenin kanuniliği ilkesi ile hukuk mantığı gereğince, bir düzenleyici işlemin
(Kararın) hukuki varlığının amacı bir üst normun (kanunun) somut olaya
uygulanmasını mümkün kılmaktır. ‘‘Yasamanın iradesini yerine getirmeğe yürütme
dersek’’ ; bilakis iptali talep edilen ibare kanunlaştırıldığında; önce
yürütmenin iradesi (Karar) oluşmuş; de facto hali de jure hale getirmek için;
sonra kanun koyucu, iradesini (kanun-iptali talep edilen ibare) ortaya
koymuştur.
Başka bir anlatımla öncelikle (söz konusu iptal kararından önce)
655 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 15. maddesine istinaden yürürlüğe
konulan anılan Karar gereğince (hukuka aykırı) kesinti yapılmış; (söz konusu
iptal kararından sonra) anılan Karar hükmü, kanun metni haline getirilmiştir.
Bu durum; bir fonksiyon gaspına sebep olacak, Anayasa’nın Başlangıç bölümünde
yer alan kuvvetler ayrılığı ilkesini ve 6. maddesinde yer alan hiçbir organın
kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi kullanmamasına yönelik hükmü
ihlal edecektir. Zira Anayasa gereği idarenin bir kanun hükmünün uygulanması
için işlem tesis etmesi gerekirken; kanun koyucu, bir idari işlemin hukuka
uygun kılınması için iptali talep edilen ibareyi kanunlaştırmış; yasama kuvveti
ile yürütme kuvveti arasındaki ayrılığa halel getirmiştir. O nedenle iptali
talep edilen ibare, Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 2, 6 ve 123. maddelerine
aykırıdır.
ç)Hukuk devleti ve idarenin kanuniliği ilkeleri bakımından:
Hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca
geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan
ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan,
Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak
bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa’ya ve hukuk kurallarına
bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa
koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasa’nın
bulunduğu bilinci olan devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin 02.06.2009 tarihli ve
2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı Kararı). Hukuk devletinin ön koşullarından olan
hukuki güvenlik ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, hukuki
belirlilik ilkesi de kanun hükümlerinin şüpheye yer vermeyecek şekilde açık, net,
anlaşılabilir olmasını ve ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı
koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (bkz. AYM 9.2.2017, 2016/143 E.–
2017/23 K. par. 13; RG. 12.4.2017-30036) (Anayasa Mahkemesi’nin 04.05.2017
tarihli ve 2015/41 E.; 2017/98 K. sayılı Kararı). Başka bir deyişle, hukuk
devleti ilkesi gereğince, idareye işlem tesis ederken ve eylemde bulunurken
veya görevlerini yerine getirirken belirli ölçüde hareket serbestliği sağlayan
takdir yetkisinin kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi biçimde gerçekleşemez;
idarenin takdir yetkisinin sınırları, keyfi işlem ve eylemleri önlemek amacıyla
kanunla çizilmelidir.
Anayasa’nın 123. maddesinde yer alan idarenin kanuniliği
ilkesinin iki boyutu bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin secundum legem
özelliğidir (kanuna dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin düzenleme
yetkisi kanundan kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intra legem özelliğidir
(kanuna aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve eylemleri
kanunun çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır.
Bu nedenle, kesinti tutarının hesaplama yöntemine ilişkin usul
ve esasların; normlar hiyerarşisinin ana halkası olarak hukuk devletinin temel
taşı olan maddi anlamdaki kanunilik kıstasının gereklerinin karşılanması ve
kanuna dayanması ile kanuna aykırı olmaması için; genel çerçevesinin keyfi
uygulamaya yer vermeyecek açıklıkta kanun düzeyinde çizilmesi gerekmektedir.
Ancak kanun koyucu; –Anayasal ilkelerin aksine- kesinti tutarının hesaplama
yöntemine ilişkin usul ve esasların genel çerçevesi hakkında tamamen sessiz
kalmış, bu konuların düzenlenmesini idarenin (tüm idari teşkilatın makamına
bağlı bulunduğu ve yürütme ve devleti temsil yetkilerinin bir kişide birleştiği
monist yapılı yürütme organının başı konumunda bulunan Cumhurbaşkanının)
uhdesine bırakmıştır; Cumhurbaşkanını, sadece (fahiş düzeydeki) %5’lik azami
had ile kayıtlamıştır. Bu hususların kanun düzeyinde açık ve net bir şekilde
düzenlenmemesi ve bunlara yönelik nesnel, somut ölçüt öngörülmemesi; ilgili
belediyelere ayrılan paylardan farklı kesinti yapılmasına, keyfi uygulamalara
neden olacaktır. Yine Cumhurbaşkanının yapacağı düzenlemeleri, tek başına ve
çok kısa vadede değiştirebilmesi olasılığı da; ilgili belediyeler bakımından
hukuki ve iktisadi öngörülebilirliğe halel getirmektedir. Cumhurbaşkanının
uhdesine sınırları belirsiz, çok geniş bir düzenleme alanının bırakılması,
anılan maddenin uygulanmasını sağlamaya ilişkin Anayasal işlevinin ötesine
geçerek, şekli anlamda kanun aracılığıyla, Cumhurbaşkanının (düzenleyici) işlemlerine,
maddi anlamda kanun koyma yetkisinin tanınması anlamına gelecektir. Tüm bu
nedenlerle iptali talep edilen ibare, Anayasa’nın 2 ve 123. maddelerine
aykırıdır.
d)Yasama yetkisinin devredilmezliği bakımından: Anayasa’nın 7.
maddesinde temelini bulan yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine göre
yasama yetkisi yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Bu nedenle
idareye düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının temel ilkeleri ortaya
koyması ve çerçeveyi çizmesi gerekir. Diğer bir deyişle idareye sınırsız ve
belirsiz bir düzenleme yetkisi bırakılamaz. Nitekim idarenin düzenleme yetkisi;
sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yasa ile yetkilendirme,
Anayasa’nın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamını taşımamaktadır
(Anayasa Mahkemesi’nin 02.05.2008 tarihli ve 2005/68 E.; 2008/102 K. sayılı
Kararı). İptali talep edilen ibarenin yer aldığı cümle hükmünde olduğu gibi
idareye (Cumhurbaşkanına) ilgili belediyenin genel bütçe vergi gelirleri
tahsilat toplamı üzerinden ayrılacak paylardan (azami %5 oranında) yapılacak
kesintinin hesaplanmasına ilişkin usul ve esasları belirleme yetkisi veren yasa
hükmü, Anayasa’nın 7. maddesine aykırılık oluşturur.
e)Eşitlik ilkesi bakımından: İptali talep edilen ibarenin
idareye verdiği sınırsız takdir yetkisi, ilgili belediyeler arasında idare
tarafından kayırma/ayrımcılık yapılmasına neden olabileceğinden; anılan ibare,
Anayasa’nın 10. maddesinde yer alan eşitlik ilkesine de aykırıdır. Zira eşitlik
ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun tespiti, münferit olayda benzer
durumdaki kişi kategorileri arasında gerçekleştirilen ayrıma ilişkin bir
‘‘haklı neden’’in var olup olmadığına göre yapılır ve ancak ihtilaflı düzenlemede
haksız nedenlere dayalı keyfi muamele farklılıklarını engelleyecek hiçbir
objektif kıstas ve güvence bulunmamaktadır.
Anayasa Mahkemesi’nin ifade ettiği üzere; “[Eşitlik ilkesi] ile
güdülen amaç, benzer koşullar içinde olan, özdeş nitelikte bulunan durumların
yasalarca aynı işleme uyruk tutulmasını sağlamaktır.” (Anayasa Mahkemesi’nin
13.04.1976 tarihli ve 1976/3 E.; 1976/3 K. sayılı Kararı). Yine AYM’ye göre;
“Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında
aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık
tanınmasını önlemektir” (Anayasa Mahkemesi’nin 07.02.2006 tarihli ve 2006/11
E.; 2006/17 K. sayılı Kararı). Eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği
hususunun tespitinde, somut olayda yapılan ayrımın haklı bir nedene dayanıp
dayanmadığı noktası dikkate alınır: “Anayasa'nın 10. maddesinde öngörülen
eşitlik, mutlak anlamda bir eşitlik olmayıp, ortada haklı nedenlerin bulunması
halinde, farklı uygulamalara imkan veren bir ilkedir” (Anayasa Mahkemesi’nin 11.12.1986
tarihli ve 1985/11 E.; 1986/29 K. sayılı Kararı).
Ancak iptali talep edilen ibarenin idareye verdiği öznel ve
keyfi uygulamalara sebep olabilecek sınırsız takdir yetkisi; söz gelimi aynı
nitelikteki projeler bakımından ilgili belediyelerden farklı meblağlarla
kesinti yapılmasına, kesintinin daha uzun bir zaman dilimine yayılmasına
ilişkin haklı nedeni somutlaştırmaya elverişli değildir. Bir başka deyişle,
ihtilaflı düzenleme, haklı bir sebebe dayanmayan muamele farklılıklarını
idarenin yetki alanına dahil etmektedir. İdare, haklı bir neden olmaksın ilgili
belediyelere farklı hesaplama yöntemi uygulamak suretiyle; kesinti
mekanizmasının, (merkezi idare karşısında) belediyeler üzerinde mali baskı
aracına dönüştürülmesine imkan bulacaktır. Bu nedenle anılan ibare, Anayasa’nın
10. maddesine aykırıdır.
f)Mülkiyet hakkı, sözleşme özgürlüğü ve temel hak ve
özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırları bakımından: Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin Ek 1 No’lu Protokolü’nün 1. maddesinde ve Anayasa’nın 35.
maddesinde temelini bulan mülkiyet hakkı; sahibine mülkiyetine müdahale
edilmeksizin yararlanma, mülkiyetten yoksun bırakılmama, mülkiyetinin
kullanımının kontrol edilmemesi imkanı sağlar. Bununla birlikte mülkiyet hakkı;
bir kimsenin, başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu
sınırlamalara da uymak koşulu ile bir şey üzerinde dilediği biçimde kullanma,
ürünlerinden yararlanma, tasarruf etme (başkasına devretme, biçimini
değiştirme, harcama ve tüketme, hatta yok etme) şeklinde tanımlamaktadır
(Anayasa Mahkemesi’nin 21.06.1989 tarihli ve 1988/ 34 E., 1989/26 K. sayılı
Kararı). Anayasa’nın 48. maddesinde yer alan sözleşme özgürlüğü; tarafların bir
sözleşmeyi yapıp yapmama özgürlüğünü, sözleşmeye son verme özgürlüğünü,
sözleşmenin içeriğini belirleme /değiştirme özgürlüğünü, sözleşmenin tipini
belirleme özgürlüğünü içerir. O halde iptali talep edilen ibarenin yer aldığı
fıkra hükmünün kapsamındaki mülkiyet ve/veya işletme devrine ilişkin
protokoller; mülkiyet hakkının ve sözleşme özgürlüğünün kesişim alanındadır.
Başka bir anlatımla devralan kuruluş, (mülkiyet edinmeyi talep etme hakkına
binaen) sözleşme konusunun mülkiyetini yahut işletmesini kendi uhdesine almak
amacıyla; (sözleşme özgürlüğüne binaen) söz konusu protokolleri akdetmeyi talep
etmiştir. O halde devralan kuruluşun merkezi yönetim bütçesinden karşılanan
ve/veya karşılanacak olan toplam proje maliyet bedelini, ‘‘mülkiyet ve/veya
işletme devir tarihinden itibaren bu bedelin ifa tarihine kadar her ay ilgili
belediyenin genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılacak
paylarının azami %5’i oranında Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar
çerçevesinde hesaplanan kesinti tutarının Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından
ilgili hesaba aktarılmasıyla’’ ödemesi; nihayetinde mülkiyet hakkının ve
teşebbüs özgürlüğünün kullanımına etki edecektir. Mülkiyet hakkına ve özel
teşebbüs kurma hürriyetine yapılan söz konusu müdahalenin hukuka uygun nitelik
kazanması için; Anayasa’nın 13. maddesinde düzenlenen temel hak ve
özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırları çerçevesinde yapılması gerekmektedir.
Bu sınırlardan olan kanunilik kaydı gereğince; iptali talep edilen ibarede yer
alan hususların kanun düzeyinde açık, net, anlaşılabilir biçimde belirlenmesi
gerekmektedir. Ancak kanun koyucu, bu hususların düzenlenmesini idarenin
uhdesine bırakmak suretiyle; anılan hak ve hürriyete idari işlemlerle müdahale
edilmesinin önünü açmıştır. Bu nedenle anılan ibare, Anayasa’nın 13, 35 ve 48.
maddelerine aykırıdır.
g)Hiçbir kimsenin veya organın Anayasa’dan kaynaklanmayan bir
yetkiyi kullanamaması ve Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı
bakımından: Anayasa Mahkemesi kararlarında Anayasa'nın 153. maddesinde
belirtilen bağlayıcılık ilkesine aykırılıktan söz edilebilmesi için iptal
edilen kuralla dava konusu yeni düzenlemenin içerik ve kapsam bakımından aynı
ya da benzeri olması gerektiği belirtilmektedir (Anayasa Mahkemesi’nin
12.11.1991 tarihli ve 1991/7 E.: 1991/43 K. sayılı Kararı). Yukarıda
açıklandığı üzere; eldeki dava konusunun kanunlaştırılmasının saiklerinden
birisi olan iptal kararının gerekçesinin müteallik bölümü:
‘‘133. 655 sayılı KHK’nın 15. maddesinin üçüncü cümlesinde
Cumhurbaşkanınca yapımının üstlenilmesine karar verilen teleferik, füniküler,
monoray, metro ve şehir içi raylı ulaşım sistemlerinin yapımının
tamamlanmasından sonra, devralan kuruluşun, merkezî yönetim bütçesinden
karşılanan ve/veya karşılanacak olan toplam proje maliyet bedelini, mülkiyet
ve/veya işletme devir tarihinden itibaren bu bedelin ifa tarihine kadar her ay
ilgili belediyenin genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden
ayrılacak paylardan Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde
hesaplanan kesinti tutarının Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından ilgili
hesaba aktarılmasıyla ödeyeceği hüküm altına alınmış olup anılan cümlede yer
alan “…Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde hesaplanan
kesinti tutarının…” ibaresi dava konusu kuralı oluşturmaktadır.
134. Anayasa’nın 127. maddesi uyarınca mahallî idarelerin
kuruluş amacı olarak gösterilen mahallî müşterek ihtiyaç, herhangi bir yerel
yönetim biriminin sınırları içinde yaşayanların, aynı yörede birlikte
yaşamaktan doğan somut durumların yarattığı, yoğunlaştırdığı ve sürekli
güncelleştirdiği, özünde etkinlik, ölçek ve sağladığı yarar bakımından yerel
sınırları aşmayan, bölünebilir ve rekabet konusu olabilen yerel ve kamusal
hizmet karakterinin ağır bastığı ortak beklentileri ifade etmektedir.
135. Mahallî idareler, kendi¬lerine verilen görevleri yerine
getirebilmek için yeterli gelir kaynaklarına ihti¬yaç duymaktadır. Yerel
yönetim birimi olarak belediyelerin etkin ve verimli hizmet sunabilmeleri,
belediyelere verilen görevlerin etkin şekilde yerine getirilmesi, bunların mali
açıdan güçlü olması ile yakından ilgilidir. Bu nedenden dolayı mahallî
idarelere, merkezî idarenin kontrolü altındaki birtakım maddi kaynaklardan pay
ayrılmaktadır.
136. İl özel idareleri ve belediyelere genel bütçe vergi
gelirleri tahsilatı toplamı üzerinden ayrılacak paylara ilişkin usul ve
esasların düzenlendiği 5779 sayılı Kanun’un 2. maddesinin (1) numaralı fıkrasında,
il özel idareleri ve belediyelere genel bütçe vergi gelirleri tahsilatı toplamı
üzerinden pay verileceği; (2) numaralı fıkrasında, genel bütçe vergi gelirleri
tahsilatı toplamının %1,50’sinin büyükşehir dışındaki belediyelere, %4,50’sinin
büyükşehirlerdeki ilçe belediyelerine ve %0,5’inin il özel idarelerine
ayrılacağı; (3) numaralı fıkrasında, 6/6/2002 tarihli ve 4760 sayılı Özel
Tüketim Vergisi Kanunu’na ekli (I) sayılı listede yer alan mallardan tahsil
edilen özel tüketim vergisi hariç olmak üzere büyükşehir belediye sınırları
içinde yapılan genel bütçe vergi gelirleri tahsilatı toplamının %6’sı ile genel
bütçe vergi gelirleri tahsilatı toplamı üzerinden büyükşehirlerdeki ilçe
belediyelerine ayrılan payların %30’unun büyükşehir belediye payı olarak
ayrılacağı belirtilmiştir.
137. Dava konusu kuralın yer aldığı maddede, Cumhurbaşkanınca
yapımının üstlenilmesine karar verilen teleferik, füniküler, monoray, metro ve
şehir içi raylı ulaşım sistemlerinin yapımının tamamlanmasından sonra, merkezî
yönetim bütçesinden karşılanan ve/veya karşılanacak olan toplam proje maliyet
bedelinin, belediyenin genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden
ayrılacak paylardan ödeneceği düzenlemesi yer almakla birlikte belediyenin
genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılacak paylardan
yapılacak kesinti tutarının ne kadar olacağına ilişkin bir düzenlemeye yer
verilmemiş, sadece kesinti tutarının Cumhurbaşkanınca belirleneceği hüküm
altına alınmıştır.
138. Kuralda, Cumhurbaşkanı’na verilen bu yetkinin
kullanılabilmesi için objektif bir ölçüt belirlenmediği gibi genel bütçe vergi
gelirleri tahsilat toplamından ayrılacak paylar üzerinden hesaplanacak kesinti
tutarının ne kadar olacağına ilişkin alt ve üst sınırların da öngörülmediği
görülmektedir. Bu itibarla kuralla Cumhurbaşkanı’na bırakılan belediyenin genel
bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamından ayrılacak paylar üzerinden
hesaplanacak kesinti tutarını belirleme yetkisinin genel çerçevesinin
çizilmediği, kesinti tutarının ne kadar olacağına ilişkin temel esaslar ve
ilkelerin belirlenmediği anlaşılmaktadır.
139. Buna göre belediyelerin, kendilerine verilmiş olan
görevleri gerçekleştirebilmeleri için ihtiyaç duydukları en önemli gelir
kaynaklarından birisi olan genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamından
ayrılacak paylar üzerinden hesaplanacak kesinti tutarının herhangi bir ölçüt ve
sınır belirlemeksizin Cumhurbaşkanınca belirlenmesine imkân tanıyan kural,
belirlilik ilkesi ve yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesi ile yerel
yönetimlerin özerkliği ilkesiyle bağdaşmamaktadır.
140. Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa’nın 2., 7. ve 127.
maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.’’
şeklindedir (Anayasa Mahkemesi’nin 14.07.2021 tarihli ve 2019/32
ve 2021/54 sayılı Kararı). Anayasa Mahkemesi’nin verdiği iptal kararı
karşısında; kanun koyucunun Anayasa’nın 2, 7 ve 127. maddelerine -benzer
sakatlıktan muzdarip olması hasebiyle- aykırı olan iptali talep edilen ibareyi
kanunlaştırması, Anayasa’nın 153. maddesini ihlal ettiği gibi, hiçbir kimse ve
organın kaynağını Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağını
öngören 6. maddesine de halel getirmektedir.
e)Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 6 ve 104. maddelerine
aykırılık: Anayasa’nın 104. maddesinde, Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri
sayılmıştır. Bu görev ve yetkiler arasında ‘‘devralan kuruluş, merkezi yönetim
bütçesinden karşılanan ve/veya karşılanacak olan toplam proje maliyet bedelini,
mülkiyet ve/veya işletme devir tarihinden itibaren bu bedelin ifa tarihine
kadar her ay ilgili belediyenin genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı
üzerinden ayrılacak paylarından yapılacak kesinti tutarının hesaplanmasına
ilişkin (azami %5’i oranında) usul ve esasları belirleme’’ görev ve yetkisi
sayılmadığı gibi; iptali talep edilen ibarede yer alan düzenlemeleri yapmayı
dayandırabileceği (Anayasa’nın 104. maddesinde) genel ve kapsayıcı mahiyette
bir hüküm de bulunmamaktadır. Yasama organı, görevi ve yetkisi dahilinde
olmayan bir konuda Cumhurbaşkanını yetkilendirmek suretiyle; Anayasa’nın
Başlangıç bölümünde yer alan kuvvetler ayrılığı ilkesini ve 6. maddesinde yer
alan hiçbir organın kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi
kullanamamasına yönelik hükmü ve 104. maddesini ihlal etmiştir. Kaldı ki
Anayasa’nın 104. maddesinin 17. fıkrasının ‘‘Anayasanın ikinci kısmının birinci
ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve ödevleriyle
dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevler Cumhurbaşkanlığı
kararnamesiyle düzenlenemez.’’ şeklindeki ikinci cümlesi uyarınca; iptali talep
edilen ibarede yer alan Cumhurbaşkanınca belirlenecek söz konusu hususun,
açıklandığı üzere mülkiyet hakkı ile sözleşme özgürlüğünün kapsamında kaldığı
gözetildiğinde; açıkça öngörülmüş konu bakımından yetkisizlik hali sebebiyle,
Cumhurbaşkanı tarafından bu hususlarda Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi de
çıkarılamaz. Bu nedenlerle iptali talep edilen ibare, Anayasa’nın Başlangıç
bölümüne, 6 ve 104. maddelerine aykırıdır.
h)Uluslararası anlaşmaların iç hukuka etkisi bakımından:
Anayasa’nın 90. maddesine göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin usulüne göre
yürürlüğe konmuş uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı koruyucu,
kullanımını genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar hiyerarşisinde
kanunun üstündedir. İptali talep edilen ibare, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin Ek 1 No’lu Protokolü’nün, sınırlama koşulu olarak kanunilik
kaydını da içermek suretiyle mülkiyet hakkını düzenleyen 1. maddelerini ihlal
ettiğinden Anayasa’nın 90. maddesine de aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle 7407 sayılı Kanun’un 19. maddesiyle yeniden
düzenlenen 26.09.2011 tarihli ve 655 sayılı Ulaştırma ve Altyapı Alanına
İlişkin Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin 15. maddesinin
ikinci fıkrasının üçüncü cümlesinde yer alan ‘‘azami %5’i oranında
Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde hesaplanan kesinti
tutarının’’ ibaresi, Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 2, 6, 7, 10, 13, 35, 48,
90, 104, 123, 127 ve 153. maddelerine aykırıdır; anılan ibarenin iptali
gerekir.
b) 26.05.2022 tarihli ve 7407 sayılı Bankacılık Kanunu ile Bazı
Kanunlarda ve 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 19. maddesiyle 26.09.2011 tarihli ve 655 sayılı Ulaştırma ve Altyapı
Alanına İlişkin Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin 15.
maddesinin ikinci fıkrasına beşinci cümlesinden sonra gelmek üzere eklenen ilk
cümlede yer alan ‘‘Cumhurbaşkanınca’’ ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
7407 sayılı Kanun’un 19. maddesiyle 655 sayılı Ulaştırma ve
Altyapı Alanına İlişkin Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin
altyapı yatırımlarını düzenleyen 15. maddesinin ikinci fıkrasına beşinci
cümlesinden sonra gelmek üzere iki cümle eklenmiştir. Eklenen cümlelerin ilkine
göre; projenin mevcut şehir içi raylı sistem hatlarının devamı olmayıp müstakil
işletilebilir durumda olması halinde veya projenin kombine taşımacılığa hizmet
etmesi halinde; bu cümleyi ihdas eden maddenin yürürlük tarihinden önce (7407
sayılı Kanun’un 21. maddesinin delaletiyle 28.05.2022 tarihinden önce) hizmete
açılmış olanlar hariç olmak üzere, mülkiyet devrine konu edilmeksizin raylı
sistemin işletmesinin Bakanlık veya bağlı, ilgili, ilişkili kuruluşları, bu
kuruluşların bağlı ortaklıkları veya iştiraki olan şirketler eliyle
yürütülmesine Cumhurbaşkanınca karar verilebilecektir. Cumhurbaşkanının
uhdesine projenin mevcut şehir içi raylı sistem hatlarının devamı olmayıp
müstakil işletilebilir durumda olması halinde veya projenin kombine
taşımacılığa hizmet etmesi halinde; bu cümleyi ihdas eden maddenin yürürlük
tarihinden önce (7407 sayılı Kanun’un 21. maddesinin delaletiyle 28.05.2022
tarihinden önce) hizmete açılmış olanlar hariç olmak üzere, mülkiyet devrine
konu edilmeksizin raylı sistemin işletmesinin Bakanlık veya bağlı, ilgili,
ilişkili kuruluşları, bu kuruluşların bağlı ortaklıkları veya iştiraki olan
şirketler eliyle yürütülmesine karar verme yetkisi bırakan ve iptali talep
edilen ibare, aşağıdaki gerekçelerle Anayasa’ya aykırıdır.
a)Hukuk devleti ve idarenin kanuniliği ilkeleri bakımından:
Hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu
başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı
amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen
kılan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı
duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa’ya ve hukuk
kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların
üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile
Anayasa’nın bulunduğu bilinci olan devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin 02.06.2009
tarihli ve 2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı Kararı). Hukuk devletinin ön
koşullarından olan hukuki güvenlik ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir
olmasını, hukuki belirlilik ilkesi de kanun hükümlerinin şüpheye yer vermeyecek
şekilde açık, net, anlaşılabilir olmasını ve ayrıca kamu otoritelerinin keyfi
uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (bkz. AYM
9.2.2017, 2016/143 E.– 2017/23 K. par. 13; RG. 12.4.2017-30036) (Anayasa
Mahkemesi’nin 04.05.2017 tarihli ve 2015/41 E.; 2017/98 K. sayılı Kararı).
Başka bir deyişle, hukuk devleti ilkesi gereğince, idareye işlem tesis ederken
ve eylemde bulunurken veya görevlerini yerine getirirken belirli ölçüde hareket
serbestliği sağlayan takdir yetkisinin kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi
biçimde gerçekleşemez; idarenin takdir yetkisinin sınırları, keyfi işlem ve
eylemleri önlemek amacıyla kanunla çizilmelidir.
Anayasa’nın 123. maddesinde yer alan idarenin kanuniliği
ilkesinin iki boyutu bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin secundum legem
özelliğidir (kanuna dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin düzenleme
yetkisi kanundan kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intra legem özelliğidir
(kanuna aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve eylemleri
kanunun çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır.
Bu nedenle, Cumhurbaşkanı tarafından verilecek projenin mevcut
şehir içi raylı sistem hatlarının devamı olmayıp müstakil işletilebilir durumda
olması halinde veya projenin kombine taşımacılığa hizmet etmesi halinde; bu
cümleyi ihdas eden maddenin yürürlük tarihinden önce (7407 sayılı Kanun’un 21.
maddesinin delaletiyle 28.05.2022 tarihinden önce) hizmete açılmış olanlar
hariç olmak üzere, mülkiyet devrine konu edilmeksizin raylı sistemin
işletmesinin Bakanlık veya bağlı, ilgili, ilişkili kuruluşları, bu kuruluşların
bağlı ortaklıkları veya iştiraki olan şirketler eliyle yürütülmesine ilişkin
kararın; normlar hiyerarşisinin ana halkası olarak hukuk devletinin temel taşı
olan maddi anlamdaki kanunilik kıstasının gereklerinin karşılanması ve kanuna
dayanması ile kanuna aykırı olmaması için; söz konusu karara yönelik iradenin
hangi nesnel, somut, net, anlaşılabilir ölçüte istinaden oluşacağının keyfi
uygulamaya yer vermeyecek açıklıkta ortaya konulması gerekmektedir. Ancak kanun
koyucu; –Anayasal ilkelerin aksine- (tüm idari teşkilatın makamına bağlı
bulunduğu ve yürütme ve devleti temsil yetkilerinin bir kişide birleştiği
monist yapılı yürütme organının başı konumunda bulunan) Cumhurbaşkanının
iradesi oluşurken onu kayıtlayacak herhangi bir sınır öngörmemiştir. Cumhurbaşkanının
iradesinin tarafsız biçimde oluşmasını temin edecek kayıtların öngörülmemesi,
Bakanlık (veya bağlı, ilgili, ilişkili kuruluşları, bu kuruluşların bağlı
ortaklıkları veya iştiraki olan şirketler) ile belediyeler arasında keyfi
uygulamalara neden olacaktır. Yine Cumhurbaşkanının alacağı kararı, tek başına
ve çok kısa vadede değiştirebilmesi olasılığı da; Bakanlık (veya bağlı, ilgili,
ilişkili kuruluşları, bu kuruluşların bağlı ortaklıkları veya iştiraki olan
şirketler) ile belediyeler bakımından hukuki ve iktisadi öngörülebilirliğe
halel getirmektedir. Cumhurbaşkanının uhdesine sınırları belirsiz, çok geniş
bir karar verme alanının bırakılması, anılan maddenin uygulanmasını sağlamaya
ilişkin Anayasal işlevinin ötesine geçerek, şekli anlamda kanun aracılığıyla,
Cumhurbaşkanının (düzenleyici ve dahi birel) işlemlerine, maddi anlamda kanun
koyma yetkisinin tanınması anlamına gelecektir. Tüm bu nedenlerle iptali talep
edilen ibare, Anayasa’nın 2 ve 123. maddelerine aykırıdır.
b)Yasama yetkisinin devredilmezliği bakımından: Anayasa’nın 7.
maddesinde temelini bulan yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine göre
yasama yetkisi yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Bu nedenle
idareye düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının temel ilkeleri ortaya
koyması ve çerçeveyi çizmesi gerekir. Diğer bir deyişle idareye sınırsız ve
belirsiz bir düzenleme yetkisi bırakılamaz. Nitekim idarenin düzenleme yetkisi;
sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yasa ile yetkilendirme,
Anayasa’nın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamını taşımamaktadır
(Anayasa Mahkemesi’nin 02.05.2008 tarihli ve 2005/68 E.; 2008/102 K. sayılı
Kararı). İptali talep edilen ibarenin yer aldığı cümle hükmünde olduğu gibi
idareye (Cumhurbaşkanına) projenin mevcut şehir içi raylı sistem hatlarının
devamı olmayıp müstakil işletilebilir durumda olması halinde veya projenin
kombine taşımacılığa hizmet etmesi halinde; bu cümleyi ihdas eden maddenin
yürürlük tarihinden önce (7407 sayılı Kanun’un 21. maddesinin delaletiyle
28.05.2022 tarihinden önce) hizmete açılmış olanlar hariç olmak üzere, mülkiyet
devrine konu edilmeksizin raylı sistemin işletmesinin Bakanlık veya bağlı,
ilgili, ilişkili kuruluşları, bu kuruluşların bağlı ortaklıkları veya iştiraki
olan şirketler eliyle yürütülmesine ilişkin karar alma yetkisi veren yasa
hükmü, Anayasa’nın 7. maddesine aykırılık oluşturur.
c)Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 6 ve 104. maddelerine
aykırılık: Anayasa’nın 104. maddesinde, Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri
sayılmıştır. Bu görev ve yetkiler arasında ‘‘projenin mevcut şehir içi raylı
sistem hatlarının devamı olmayıp müstakil işletilebilir durumda olması halinde
veya projenin kombine taşımacılığa hizmet etmesi halinde; bu cümleyi ihdas eden
maddenin yürürlük tarihinden önce (7407 sayılı Kanun’un 21. maddesinin
delaletiyle 28.05.2022 tarihinden önce) hizmete açılmış olanlar hariç olmak
üzere, mülkiyet devrine konu edilmeksizin raylı sistemin işletmesinin Bakanlık
veya bağlı, ilgili, ilişkili kuruluşları, bu kuruluşların bağlı ortaklıkları
veya iştiraki olan şirketler eliyle yürütülmesine ilişkin karar verme’’ görev
ve yetkisi sayılmadığı gibi; iptali talep edilen ibarede yer alan düzenlemeleri
yapmayı dayandırabileceği (Anayasa’nın 104. maddesinde) genel ve kapsayıcı
mahiyette bir hüküm de bulunmamaktadır. Yasama organı, görevi ve yetkisi
dahilinde olmayan bir konuda Cumhurbaşkanını yetkilendirmek suretiyle;
Anayasa’nın Başlangıç bölümünde yer alan kuvvetler ayrılığı ilkesini ve 6.
maddesinde yer alan hiçbir organın kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet
yetkisi kullanamamasına yönelik hükmü ve 104. maddesini ihlal etmiştir. Bu
nedenlerle iptali talep edilen ibare, Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 6 ve 104.
maddelerine aykırıdır.
ç)Eşitlik ilkesi bakımından: İptali talep edilen ibarenin
idareye verdiği sınırsız takdir yetkisi, raylı sistemler arasında, Bakanlık
veya bağlı, ilgili, ilişkili kuruluşları, bu kuruluşların bağlı ortaklıkları
veya iştiraki olan şirketlerin kendi içinde yahut Bakanlık (veya bağlı, ilgili,
ilişkili kuruluşları, bu kuruluşların bağlı ortaklıkları veya iştiraki olan
şirketler) ile belediyeler arasında idare tarafından kayırma/ayrımcılık
yapılmasına neden olabileceğinden; anılan ibare, Anayasa’nın 10. maddesinde yer
alan eşitlik ilkesine de aykırıdır. Zira eşitlik ilkesinin ihlal edilip
edilmediği hususunun tespiti, münferit olayda benzer durumdaki kişi
kategorileri arasında gerçekleştirilen ayrıma ilişkin bir ‘‘haklı neden’’in var
olup olmadığına göre yapılır ve ancak ihtilaflı düzenlemede haksız nedenlere
dayalı keyfi muamele farklılıklarını engelleyecek hiçbir objektif kıstas ve
güvence bulunmamaktadır.
Anayasa Mahkemesi’nin ifade ettiği üzere; “[Eşitlik ilkesi] ile
güdülen amaç, benzer koşullar içinde olan, özdeş nitelikte bulunan durumların
yasalarca aynı işleme uyruk tutulmasını sağlamaktır.” (Anayasa Mahkemesi’nin
13.04.1976 tarihli ve 1976/3 E.; 1976/3 K. sayılı Kararı). Yine AYM’ye göre;
“Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında
aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık
tanınmasını önlemektir” (Anayasa Mahkemesi’nin 07.02.2006 tarihli ve 2006/11
E.; 2006/17 K. sayılı Kararı). Eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği
hususunun tespitinde, somut olayda yapılan ayrımın haklı bir nedene dayanıp
dayanmadığı noktası dikkate alınır: “Anayasa'nın 10. maddesinde öngörülen
eşitlik, mutlak anlamda bir eşitlik olmayıp, ortada haklı nedenlerin bulunması
halinde, farklı uygulamalara imkan veren bir ilkedir” (Anayasa Mahkemesi’nin
11.12.1986 tarihli ve 1985/11 E.; 1986/29 K. sayılı Kararı).
Ancak iptali talep edilen ibarenin idareye verdiği öznel ve
keyfi uygulamalara sebep olabilecek sınırsız takdir yetkisi; söz gelimi aynı
nitelikteki projeler bakımından (kâr oranı yüksek veya düşük olan) raylı
sistemin işletmeninin yürütülmesini bazı şehirlerde Bakanlığa diğer şehirlerde
belediyelere verilmesine ilişkin haklı nedeni somutlaştırmaya elverişli
değildir. Bir başka deyişle, ihtilaflı düzenleme, haklı bir sebebe dayanmayan
muamele farklılıklarını idarenin yetki alanına dahil etmektedir. Bu nedenle
anılan ibare, Anayasa’nın 10. maddesine aykırıdır.
d)İdarenin bütünlüğü ilkesine ve yerel yönetimlerin özerkliği
bakımından: Öncelikle belediyelerin hukuki statüsünü belirtmekte ve bunların
merkezi teşkilatın en üst konumunda bulunan Cumhurbaşkanı ile ilişkisini ortaya
koymakta fayda bulunmaktadır. Bilindiği üzere Anayasa’nın 123. maddesi uyarınca
idarenin kuruluş ve görevleri merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına
dayanır. Belediyeler, Anayasa’nın 127. maddesi uyarınca mahalli idareler (yerel
yönetimler) kapsamında kalan tüzel kişilerdir. Merkezi idare, belediye üzerinde
idari vesayet yetkisine sahiptir. Ancak bu yetki, kayıtsız değildir. İdari
vesayet yetkisinin kullanılabilmesi için; mahalli hizmetlerin idarenin
bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin
sağlanması, toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi
karşılanması amacı güdülmelidir. Aynı zamanda idari vesayet yetkisi, kanunda
gösterilen usul ve esaslar çerçevesinde kullanılabilir. Bununla birlikte
belediyelere görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanır.
Öte yandan Anayasa Mahkemesi’ne göre ‘‘Anayasa’nın 127. maddesinin
birinci fıkrasında mahallî idarelerin il, belediye veya köy halkının mahallî
müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere kuruluş esasları kanunla belirtilen ve
karar organları yine kanunda gösterilen seçmenler tarafından seçilerek
oluşturulan kamu tüzelkişileri oldukları ifade edilmiştir. Anayasa’da merkezî
yönetim-yerel yönetim ayrımının yapılması, yerel yönetimlerin organlarının
seçimle göreve gelmesinin öngörülmesi, seçimlerinin süreli olması, kararlarını
kendi organları eliyle alması ve uygulatması, kendilerine özgü bütçelerinin
bulunması, görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanması gibi yetki ve
ayrıcalıkların tanınmış olması, bu idarelerin özerkliklerinin göstergeleridir
(Anayasa Mahkemesi’nin 16.07.2020 tarihli ve 2018/104 E.; 2020/39 K. sayılı
Kararı, §174).
Nitekim Anayasa’nın 123. maddesinde düzenlenen idarenin
bütünlüğü, idari görevleri yerine getiren kurumlar arasında birliğin sağlanması
ve idari yapı içinde yer alan kurumların bir bütünlük içinde çalışmasını
öngörmektedir. İdarede bütünlüğü sağlamak için başlıca iki hukuksal araç
hiyerarşi ve idari vesayet kullanılmaktadır. Hiyerarşi, hem merkezi yönetim
içinde yer alan örgütler ve bunlara bağlı birimler arasındaki hem de yerinden
yönetim kuruluşlarının kendi içerisindeki bütünleşmeyi sağlamaktadır. İdari
vesayet ise merkezi yönetim ile yerinden yönetim kuruluşları arasındaki
bütünleşmeyi sağlayan araçtır (Anayasa Mahkemesi’nin 05.07.2018 tarihli ve
2018/15 E.; 2018/78 K. sayılı Kararı, § 7). İdari vesayet yetkisi, hiyerarşik
denetimde olduğu gibi genel bir yetki olmayıp kanunla çerçevesi çizilen
sınırlar içerisinde kullanılması gereken istisnai bir yetkidir. İstisnailik ve
kanunilik idari vesayetin en belirgin iki temel özelliğidir. Bu bağlamda
vesayet yetkisi mutlak bir kullanım zorunluluğunu da içermez. Anayasa’da
belirtilen amaç ve çerçeve içinde kalmak koşuluyla bu yetkinin kapsam ve
sınırını belirleme yetkisi kanun koyucuya aittir (Anayasa Mahkemesi’nin
14.11.2019 tarihli ve 2018/90 E.; 2019/85 K. sayılı Kararı, § 20). Diğer yandan
idari özerklik ile idari vesayet arasında ters orantılı bir ilişki
bulunmaktadır. İdari vesayet yetkisinin kapsamının genişlemesi idari özerkliği
daraltmaktayken idari vesayet yetkisinin kapsamının daralması ise idari
özerkliği genişletmektedir. Bu sebeple idari vesayet yetkisi idari özerkliğin sınırını
oluşturmaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin 05.07.2018 tarihli ve 2018/15 E.;
2018/78 K. sayılı Kararı, § 7).
İptali talep edilen ibarenin bulunduğu cümle hükmünde yer alan
raylı sistemin işletmesinin yürütülmesi, şehir içi ulaşım hizmetinin konusudur.
Şehir içi ulaşım hizmetinin verilmesi, belediyelerin görevleri arasında
sayılmaktadır. Nitekim 10.07.2004 tarihli ve 5216 sayılı Büyükşehir Belediye
Kanunu (söz gelimi 7, 9 ve 26. maddeler) ve 03.07.2005 tarihli ve 5393 sayılı
Belediye Kanunu (söz gelimi 14, 15 ve 67. maddeler) ile büyükşehir
belediyelerine ve belediyelere ulaşım hizmetlerinin yürütülmesi için görevler
tevdii edilmiştir. O halde şehir içi ulaşım hizmetinin verilmesi, Anayasa’nın
127. maddesi bağlamında belediye halkının mahalli müşterek ihtiyaçları
kapsamında kalmaktadır. Şehir içi raylı sistemin işletilmesi özelinde ulaşım
hizmetinin kim (ilgili belediye yahut Bakanlık) tarafından yürütüleceğine karar
verme yetkisinin (hiçbir sınırla kayıtlanmaksızın) Cumhurbaşkanına tevdi
edilmesi; belediyelerin, belediye halkının mahalli müşterek ihtiyacını
karşılamaya yönelik Anayasal görevinin ifasını engelleyebilecek niteliktedir.
Halbuki belediyelere, mahalli idare vasfını kazandıran unsurlardan biri idari
özerkliktir. Bu durum da nihayetinde merkezi yönetimin (Cumhurbaşkanının) yerel
yönetimler üzerinde idari vesayet kurmasına neden olacaktır.
Başka bir anlatımla yerel yönetimler, idari ve mali özerklik
ilkeleri esas alınarak teşkilatlandırılmıştır. İdari özerklik ilkesi gereğince;
yerel yönetimlerin (idarenin kanuniliği ilkesi çerçevesinde), kendilerine tevdi
edilen görevlerini; merkezi idarenin (hukuka aykırı) baskısı olmaksızın yerine
getirmesi gerekmektedir. Ancak iptali talep edilen ibareyle, belediyeler; şehir
içi ulaşım hizmetlerinin yerine getirilmesi bakımından Cumhurbaşkanına bağlı
kalacaktır, bağımlı kılınacaktır. Zira Cumhurbaşkanının bir raylı sistemin
işletilmesinin Bakanlık eliyle yürütülmesine karar vermesi halinde; belediye,
bu görevini kendiliğinden yerine getiremeyecektir.
Nitekim Anayasa Mahkemesi de bir kararında, ‘‘Anayasa, idarî
vesayetin hangi amaçlarla kullanılacağını kurala bağlamakla yetinmemiş, ilke ve
yöntemlerinin de yasa ile belli edilmesi koşulunu aramıştır. İdarî vesayetin
ayrık bir türü olan, yasa ile yerel yönetime bırakılan işlemlerin yerine geçme
yolu ile merkezî yönetimce yapılması, ancak kapsam ve sınırının yasada açıkça
belirtilmesi, bu yetkinin yerel yönetimin yasalarla kendisine verilen görevi
yerine getirmekten kaçınması, bunda çok gecikmesi gibi kamu yararı ya da haklı
bir nedene dayalı olması ve anayasal ölçütler dışına çıkmamasına bağlıdır.’’
şeklindeki gerekçeyi kaleme almıştır (Anayasa Mahkemesi’nin 26.09.1991 tarihli
ve 1990/38 E.; .1991/32 K. sayılı Kararı). Ancak kanun koyucu, kanunilik
ilkesinin aksine bu hususta karar verme yetkisini, Cumhurbaşkanın geniş takdir
yetkisine bırakmıştır.
Diğer bir söyleyişle iptali talep edilen ibare, merkezi idare
olan Cumhurbaşkanının mahalli idare olan belediye üzerindeki idari vesayet
yetkisini sınırsız şekilde aşmak ve belediyenin idari özerklik alanını
daraltmak suretiyle; yerinden yönetim ilkesine aykırıdır. İptali talep edilen
ibareyle idari vesayet yetkisinin kayıtsız ve geniş kullanımı; idarenin
bütünlüğü ilkesi içinde teşkilatlanan ikili idari yapı arasındaki dengeyi
merkezi yönetim lehine bozmakta, idari vesayeti istisnai değil kural yetki
haline getirmektedir.
İhtilaflı düzenlemenin, uygulamada taraflı şekilde uygulanma ve
yalnızca merkezi yönetimin muhalif olarak sınıflayabileceği belediyelerin
bulunduğu şehirlerde kullanılma ihtimalinin bulunduğu da açıktır. Mahalli
idarelerde merkezi yönetime karşı derin bir güvensizlik yaratacak bu türden bir
yaklaşımın, idarenin bütünlüğü ilkesine hizmet etmeyeceği açıktır. Öte yandan,
böyle bir düzenleme, hukuk devletinin varlık nedeni ile de çelişmektedir.
Gerçekten, “yöneticileri ve yönetilenleri, hukukça yönetilebilirlik bakımından
eşitleme” hedefine dayanan hukuk devleti, merkezi ve yerel yönetim arasında,
bir tür makamlar hiyerarşisi anlayışını yansıtan sınırsız takdir yetkisine
dayanan karar verme mekanizmasını meşru ve haklı kılamaz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf olduğu Avrupa Yerel Yönetimler
Özerklik Şartı’nın 3. maddesi gereğince özerk yerel yönetim kavramı, yerel
makamların, kanunlarla belirlenen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli
bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları
doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkanı anlamını taşır. Ancak iptali
talep edilen ibare; söz konusu 3. maddede güvence altına alınan belediyelerin
idari özerkliğini kanunilik kaydının aksine şekilde sınırlandırdığından Şart’a
da aykırıdır.
Bu nedenle iptali talep edilen ibare, Anayasa’nın 123 ve 127.
maddelerine aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle 7407 sayılı Kanun’un 19. maddesiyle 26.09.2011
tarihli ve 655 sayılı Ulaştırma ve Altyapı Alanına İlişkin Bazı Düzenlemeler
Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin 15. maddesinin ikinci fıkrasına beşinci
cümlesinden sonra gelmek üzere eklenen ilk cümlede yer alan
‘‘Cumhurbaşkanınca’’ ibaresi, Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 2, 6, 7, 10, 104,
123 ve 127. maddelerine aykırıdır; anılan ibarenin iptali gerekir.
7) 26.05.2022 tarihli ve 7407 sayılı Bankacılık Kanunu ile Bazı
Kanunlarda ve 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 20. maddesiyle yeniden düzenlenen 655 sayılı Kanun Hükmünde
Kararname’nin geçici 10. maddesinin birinci cümlesinin Anayasa’ya aykırılığı
7407 sayılı Kanun’un 20. maddesiyle 655 sayılı Ulaştırma ve
Altyapı Alanına İlişkin Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin
geçici 10. maddesinin birinci cümlesi, Anayasa Mahkemesi’nin 14.07.2021 tarihli
ve 2019/32 E.; 2021/54 K. sayılı iptal kararının üzerine yeniden
düzenlenmiştir.
Başka bir anlatımla 17.01.2019 tarihli ve 7161 sayılı Vergi
Kanunları ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun’un 68. maddesiyle 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’ye
geçici 10. madde eklenmiştir:
‘‘Bakiye tutarların tahsili
GEÇİCİ MADDE 10- (1) Bu maddeyi ihdas eden Kanunla değiştirilen
15 inci maddenin ikinci fıkrası, bu maddenin yayımı tarihi itibarıyla
hâlihazırda işletmesi devredilmiş olan projelerin bu maddenin yayımı tarihinden
önce hesaplanan yönteme göre ödenmeyen bakiye tutarlarını da kapsar. Bu
maddenin yayımı tarihinden önce bu projeler kapsamında kısmen veya tamamen
ödenmeyen tutarlar bu maddenin yayımı tarihinden itibaren 180 gün içinde Hazine
ve Maliye Bakanlığının Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasındaki ilgili hesabına
defaten aktarılır.”
Anılan geçici madde, 7161 sayılı Kanun’un 69. maddesinin
delaletiyle 18.01.2019 tarihinde yürürlüğe girmiştir. Akabinde anılan geçici
maddenin birinci cümlesi, (CHP milletvekilleri tarafından açılan iptal davası
üzerine) Anayasa Mahkemesi tarafından Anayasa’nın 2, 7 ve 127. maddelerine
aykırı olduğundan bahisle iptal edilmiş ve bu iptal kararının Resmi Gazete’de
yayımlanmasından (22.12.2021 tarihinden) başlayarak dokuz ay sonra (22.09.2022
tarihinde) yürürlüğe girmesine karar verilmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin bahsi
geçen Kararı’nın müteallik bölümü:
‘‘İ. Kanun’un 68. Maddesiyle 655 Sayılı KHK’ya Eklenen Geçici
10. Maddenin İncelenmesi
1. İptal Talebinin Gerekçesi
141. Dava dilekçesinde özetle; Kanun’un 67. maddesiyle 655
sayılı KHK’nın 15. maddesinin değiştirilen (2) numaralı fıkrasının birinci cümlesinde
yer alan “Cumhurbaşkanınca yapımının üstlenilmesine karar verilen…” ve üçüncü
cümlesinde yer alan “…Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde
hesaplanan kesinti tutarının…” ibareleri ile altıncı cümlesine yönelik ileri
sürülen Anayasa’ya aykırılık gerekçelerinin bu madde için de geçerli olduğu
belirtilerek kuralın Anayasa’nın 2., 7., 10. ve 127. maddelerine aykırı olduğu
ileri sürülmüştür.
2. Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
a. Maddenin Birinci Cümlesi
142. Dava konusu kuralla, 655 sayılı KHK’nın 15. maddesinin 7161
sayılı Kanun’la değiştirilen (2) numaralı fıkrasının, KHK’nın geçici 10.
maddesinin yayımı tarihi itibarıyla hâlihazırda işletmesi devredilmiş olan
projelerin bu maddenin yayımı tarihinden önce hesaplanan yönteme göre ödenmeyen
bakiye tutarlarını da kapsadığı hükme bağlanmıştır.
143. Dava konusu kural, mülkiyet devri yapılmaksızın bu maddenin
yayımı tarihinden önce hâlihazırda işletme devri yoluyla işletmeye açılan metro
ve şehir içi raylı ulaşım sistemlerine ilişkin proje maliyet bedelinin 655
sayılı KHK’nın 15. maddesinin (2) numaralı fıkrasında öngörülen yöntemle ilgili
belediyeden tahsiline imkân vermektedir. Anılan maddede ise Cumhurbaşkanınca
yapımının üstlenilmesine karar verilen teleferik, füniküler, monoray, metro ve
şehir içi raylı ulaşım sistemlerinin yapımının tamamlanmasından sonra, merkezî
yönetim bütçesinden karşılanan ve/veya karşılanacak olan toplam proje maliyet
bedelinin, belediyenin genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden
ayrılacak paylardan Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde
hesaplanan kesinti tutarının Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından ilgili
hesaba aktarılmasıyla ödeneceği belirtilmiştir.
144. Maddenin (2) numaralı fıkrasının üçüncü cümlesinde yer alan
“…Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde hesaplanan kesinti
tutarının...” ibaresinin Anayasa’ya uygunluk denetimi bölümünde belirtilen
gerekçeler bu kural yönünden de geçerlidir.
145. Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa’nın 2., 7. ve 127.
maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.
Kadir ÖZKAYA, Recai AKYEL, Yıldız SEFERİNOĞLU ve Selahaddin
MENTEŞ bu görüşe katılmamışlardır.
Kuralın Anayasa’nın 10. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.’’
şeklindedir. Bunun üzerine anılan geçici 10. maddenin birinci
cümlesi 7407 sayılı Kanun’un 20. maddesiyle yeniden düzenlenmiştir:
“18.01.2019 tarihinden önce işletilmesi devredilmiş olan
projelerin ödenmeyen bakiye tutarları 15. maddenin ikinci fıkrası kapsamındaki
usul ve esaslara göre tahsil edilir.”
Cümlenin lafzından anlaşılacağı üzere 655 sayılı Kanun Hükmünde
Kararname’nin 15. maddenin ikinci fıkrası kapsamındaki usul ve esaslar,
18.01.2019 tarihinden önce işletilmesi devredilmiş olan projelerin ödenmeyen
bakiye tutarların tahsilatında da uygulanacaktır.
Belirtmek gerekir ki iptali talep edilen cümlede yer alan
18.01.2019 tarihi; anılan geçici maddenin, 655 sayılı Kanun Hükmünde
Kararname’ye 7161 sayılı Kanunla eklendiği tarihe tekabül etmektedir. Anayasa
Mahkemesi’nin iptal kararı sonrasında hukuki boşluk doğmaması adına; yeniden
düzenlenen birinci cümle, makabline şamil kılınmıştır. Ancak kanun koyucu, söz
konusu bakiye tutarların tahsili bakımından 655 sayılı Kanun Hükmünde
Kararname’nin 15. maddenin ikinci fıkrasına atıfta bulunmuştur. Açıklandığı
üzere söz konusu 15. maddenin ikinci fıkrası, Anayasa’ya aykırı olduğundan ;
yeniden düzenlenen ve iptali talep edilen cümle de kendiliğinden Anayasa’ya
aykırı hale gelmektedir. İptali talep edilen cümlenin atıfta bulunduğu ana
kuraldaki Anayasa’ya aykırılık gerekçeleri, iptali talep edilen cümle
bakımından da geçerlidir.
Başka bir anlatımla 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 15.
maddesinin ikinci fıkrasının ilgili bölümünün Anayasa Mahkemesi tarafından
(14.07.2021 tarihli ve 2019/32 E.; 2021/54 K. sayılı Kararı ile) iptal
edilmesinin akabinde 7407 sayılı Kanun’un 19. maddesiyle yeniden düzenlenen
haline göre Cumhurbaşkanınca yapımının üstlenilmesine karar verilen teleferik,
füniküler, monoray, metro ve şehir içi raylı ulaşım sistemlerinin Bakanlıkça
yapımının tamamlanmasından sonra, Bakanlık bağlı, ilgili veya ilişkili
kuruluşları dışında bir kuruluşa mülkiyetinin maliyet bedeli üzerinden devri
düzenlenecek protokoller ile gerçekleştirilir. Ancak proje, projenin tümü
tamamlanmadan önce işletmeye açılabilecek durumda ise düzenlenecek protokoller
ile mülkiyet devrine kadar işletmenin devri ile hizmete açılabilir. Devralan
kuruluş, merkezi yönetim bütçesinden karşılanan ve/veya karşılanacak olan
toplam proje maliyet bedelini, mülkiyet ve/veya işletme devir tarihinden
itibaren bu bedelin ifa tarihine kadar her ay ilgili belediyenin genel bütçe
vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılacak paylarının azami %5’i
oranında Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde hesaplanan
kesinti tutarının Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından ilgili hesaba
aktarılmasıyla öder. O halde 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 15.
maddesinin ikinci fıkrasında yer alan tahsilat usulü: ‘‘her ay ilgili
belediyenin genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılacak
paylarından azami %5’i oranında Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar
çerçevesinde kesinti yapılması’’dır. İptali talep edilen cümle uyarınca;
18.01.2019 tarihinden önce işletilmesi devredilmiş olan projelerin ödenmeyen bakiye
tutarlarının tahsilatı usulü de ‘‘her ay ilgili belediyenin genel bütçe vergi
gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılacak paylarından azami %5’i oranında
Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde kesinti
yapılması’’dır. Bu durum, aşağıdaki gerekçelerle Anayasa’ya aykırıdır.
a)İdarenin bütünlüğü ilkesine ve yerel yönetimlerin özerkliği
bakımından: Öncelikle belediyelerin hukuki statüsünü belirtmekte ve bunların
merkezi teşkilatın en üst konumunda bulunan Cumhurbaşkanı ile ilişkisini ortaya
koymakta fayda bulunmaktadır. Bilindiği üzere Anayasa’nın 123. maddesi uyarınca
idarenin kuruluş ve görevleri merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına
dayanır. Belediyeler, Anayasa’nın 127. maddesi uyarınca mahalli idareler (yerel
yönetimler) kapsamında kalan tüzel kişilerdir. Merkezi idare, belediye üzerinde
idari vesayet yetkisine sahiptir. Ancak bu yetki, kayıtsız değildir. İdari
vesayet yetkisinin kullanılabilmesi için; mahalli hizmetlerin idarenin
bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin
sağlanması, toplum yararının korunması ve mahalli ihtiyaçların gereği gibi
karşılanması amacı güdülmelidir. Aynı zamanda idari vesayet yetkisi, kanunda
gösterilen usul ve esaslar çerçevesinde kullanılabilir. Bununla birlikte
belediyelere görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanır.
Öte yandan Anayasa Mahkemesi’ne göre ‘‘Anayasa’nın 127.
maddesinin birinci fıkrasında mahallî idarelerin il, belediye veya köy halkının
mahallî müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere kuruluş esasları kanunla
belirtilen ve karar organları yine kanunda gösterilen seçmenler tarafından
seçilerek oluşturulan kamu tüzelkişileri oldukları ifade edilmiştir. Anayasa’da
merkezî yönetim-yerel yönetim ayrımının yapılması, yerel yönetimlerin
organlarının seçimle göreve gelmesinin öngörülmesi, seçimlerinin süreli olması,
kararlarını kendi organları eliyle alması ve uygulatması, kendilerine özgü
bütçelerinin bulunması, görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanması gibi
yetki ve ayrıcalıkların tanınmış olması, bu idarelerin özerkliklerinin
göstergeleridir (Anayasa Mahkemesi’nin 16.07.2020 tarihli ve 2018/104 E.;
2020/39 K. sayılı Kararı, §174). Yine Anayasa Mahkemesi’ne göre ‘‘Mahallî
idareler, kendilerine verilen görevleri yerine getirebilmek için yeterli gelir
kaynaklarına ihtiyaç duymaktadır. Yerel yönetim birimi olarak belediyelerin
etkin ve verimli hizmet sunabilmeleri, belediyelere verilen görevlerin etkin
şekilde yerine getirilmesi, bunların mali açıdan güçlü olması ile yakından
ilgilidir. Bu nedenden dolayı mahallî idarelere, merkezî idarenin kontrolü
altındaki birtakım maddi kaynaklardan pay ayrılmaktadır.’’ (Anayasa
Mahkemesi’nin 14.07.2021 tarihli ve 2019/32 E.; 2021/54 K. sayılı Kararı,
§135). İptali talep edilen cümle, anılan 15. maddenin ikinci fıkrasına atıfta
bulunmak suretiyle; ilgili belediyenin genel bütçe vergi gelirleri tahsilat
toplamı üzerinden ayrılacak paylarından kesinti yapılmasını öngördüğü için,
mahalli idarelerin mali özerkliği ile ilgilidir.
Diğer bir deyişle 5779 sayılı İl Özel İdarelerine ve
Belediyelere Genel Bütçe Vergi Gelirlerinden Pay Verilmesi Hakkında Kanun , il
özel idareleri ve belediyelere genel bütçe vergi gelirleri tahsilatı toplamı
üzerinden ayrılacak payları düzenlemektedir. Diğer bir deyişle bu paylar, il özel
idarelerinin ve belediyelerin bütçesinin bir kısmını oluşturmaktadır. Bütçede
yer alan söz konusu meblağın nasıl değerlendirileceğine karar verme yetkisi,
yerel yönetimlerin mali özerkliği ilkesi gereğince; il özel idarelerinin ve
belediyelerin uhdesindedir, merkezi idarenin söz konusu payların nasıl
değerlendirileceğine ilişkin karar verme yetkisi yoktur.
Nitekim Anayasa’nın 123. maddesinde düzenlenen idarenin
bütünlüğü, idari görevleri yerine getiren kurumlar arasında birliğin sağlanması
ve idari yapı içinde yer alan kurumların bir bütünlük içinde çalışmasını
öngörmektedir. İdarede bütünlüğü sağlamak için başlıca iki hukuksal araç
hiyerarşi ve idari vesayet kullanılmaktadır. Hiyerarşi, hem merkezi yönetim
içinde yer alan örgütler ve bunlara bağlı birimler arasındaki hem de yerinden
yönetim kuruluşlarının kendi içerisindeki bütünleşmeyi sağlamaktadır. İdari
vesayet ise merkezi yönetim ile yerinden yönetim kuruluşları arasındaki
bütünleşmeyi sağlayan araçtır (Anayasa Mahkemesi’nin 05.07.2018 tarihli ve 2018/15
E.; 2018/78 K. sayılı Kararı, § 7). İdari vesayet yetkisi, hiyerarşik denetimde
olduğu gibi genel bir yetki olmayıp kanunla çerçevesi çizilen sınırlar
içerisinde kullanılması gereken istisnai bir yetkidir. İstisnailik ve kanunilik
idari vesayetin en belirgin iki temel özelliğidir. Bu bağlamda vesayet yetkisi
mutlak bir kullanım zorunluluğunu da içermez. Anayasa’da belirtilen amaç ve
çerçeve içinde kalmak koşuluyla bu yetkinin kapsam ve sınırını belirleme
yetkisi kanun koyucuya aittir (Anayasa Mahkemesi’nin 14.11.2019 tarihli ve
2018/90 E.; 2019/85 K. sayılı Kararı, § 20). Diğer yandan idari özerklik ile
idari vesayet arasında ters orantılı bir ilişki bulunmaktadır. İdari vesayet
yetkisinin kapsamının genişlemesi idari özerkliği daraltmaktayken idari vesayet
yetkisinin kapsamının daralması ise idari özerkliği genişletmektedir. Bu
sebeple idari vesayet yetkisi idari özerkliğin sınırını oluşturmaktadır
(Anayasa Mahkemesi’nin 05.07.2018 tarihli ve 2018/15 E.; 2018/78 K. sayılı
Kararı, § 7).
İptali talep edilen cümle, 18.01.2019 tarihinden önce
işletilmesi devredilmiş olan projelerin ödenmeyen bakiye tutarlarının tahsilatı
bakımından merkezi idare olan Cumhurbaşkanının mahalli idare olan belediye
üzerindeki idari vesayet yetkisini sınırsız şekilde aşmak ve belediyenin idari
ve mali özerklik alanını daraltmak suretiyle; yerinden yönetim ilkesine
aykırıdır. Başka deyişle iptali talep edilen cümleyle idari vesayet yetkisinin
kayıtsız ve geniş kullanımı; idarenin bütünlüğü ilkesi içinde teşkilatlanan
ikili idari yapı arasındaki dengeyi merkezi yönetim lehine bozmakta, idari
vesayeti istisnai değil kural yetki haline getirmektedir. Zira belediyelerin
5779 sayılı Kanun gereğince ayrılan payları, merkezi idare tarafından
kaynağında kesilmektedir. Başka bir deyişle 18.01.2019 tarihinden önce
işletilmesi devredilmiş olan projelerin ödenmeyen bakiye tutarlarının tahsilatı
bakımından iptali talep edilen cümle nedeniyle belediyelerin görevleri ile
orantılı olan gelirlerine, Cumhurbaşkanı tarafından ölçüsüz şekilde el koyulmaktadır.
Halbuki belediyelere mahalli idare vasfını kazandıran unsurlardan biri mali
özerkliktir. Ayrıca belediyeler şehir içi raylı ulaşım sistemlerinin ve
bunların altyapılarının oluşturulmasına ilişkin kamu hizmetinin yürütülememesi
tehdidiyle karşı karşıya kalmaktadır. 18.01.2019 tarihinden önce işletilmesi
devredilmiş olan projelerin ödenmeyen bakiye tutarlarının tahsilatı bakımından
ihtilaflı düzenlemenin, uygulamada taraflı şekilde uygulanma ve yalnızca
merkezi yönetimin muhalif olarak sınıflayabileceği belediyelere karşı
kullanılma ihtimalinin bulunduğu da açıktır. Mahalli idarelerde merkezi
yönetime karşı derin bir güvensizlik yaratacak bu türden bir yaklaşımın,
idarenin bütünlüğü ilkesine hizmet etmeyeceği açıktır. Öte yandan, böyle bir
düzenleme, hukuk devletindin varlık nedeni ile de çelişmektedir. Gerçekten, “yöneticileri
ve yönetilenleri, hukukça yönetilebilirlik bakımından eşitleme” hedefine
dayanan hukuk devleti, merkezi ve yerel yönetim arasında, bir tür makamlar
hiyerarşisi anlayışını yansıtan ölçüsüz bir kesinti düzeneğini meşru ve haklı
kılamaz.
Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf olduğu Avrupa Yerel Yönetimler
Özerklik Şartı’nın 3. maddesi gereğince özerk yerel yönetim kavramı, yerel
makamların, kanunlarla belirlenen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli
bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları
doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkanı anlamını taşır. Anılan
Şart’ın 9. maddesi uyarınca ekonomik politika çerçevesinde, yerel makamlara
kendi yetkileri dahilinde serbestçe kullanabilecekleri yeterli mali kaynaklar
sağlanacaktır. Ancak iptali talep edilen cümle; söz konusu 3. ve 9. maddelerle
güvence altına alınan belediyelerin idari ve mali özerkliklerini ölçüsüz
şekilde sınırlandırdığından Şart’a da aykırıdır.
Bu nedenle iptali talep edilen cümle, Anayasa’nın 123 ve 127.
maddelerine aykırıdır.
b)Ölçülülük ilkesi bakımından: Mahalli idare olan ilgili
belediyenin genel bütçe vergi gelirler tahsilat toplamı üzerinden ayrılacak
paylardan yapılacak kesinti oranı bakımından %5 oranında üst had belirlenmesi,
Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesine dayanan ve 13.
maddesinde açıkça hüküm alına alınan ölçülülük ilkesine (elverişlilik,
gereklilik ve orantılılık unsurları) aykırıdır. Gerçekten, doğuşunda “makul
olma” kavram ve anlayışının belirleyici olduğu hukuk devletinde [gereklilik
(aracın, amacı gerçekleştirmek için gerekli olması), elverişlilik (aracın,
amacı gerçekleştirmeye elverişli olması), orantılılık (amaç ile araç arasında
oran olması) olmak üzere üç teknik öğeyi içeren] ölçülülük, hem devlet
organlarının sahip olduğu yetkiler, hem her alanda konulan hukuk kuralları
bakımından geçerli olmalıdır.
Ancak iptali talep edilen cümle hükmüyle; 18.01.2019 tarihinden
önce işletilmesi devredilmiş olan projelerin ödenmeyen bakiye tutarlarının daha
uzun bir süre zarfında ve daha az meblağlarla karşılanması yerine; belediye
paylarından fahiş düzeyde kesinti yapılması öngörülmüştür. İlgili belediyeye
ayrılacak paylardan %5 oranında kesinti yapılabilmesi, (ülkemizdeki mevcut kötü
ekonomik koşullar da göz önüne alındığında) ilgili belediyenin kamu
hizmetlerini yürütmesini engelleyecek niteliktedir. Halbuki Anayasa’nın 127.
maddesi gereğince belediyelere ve il özel idarelerine görevleri ile orantılı
gelir kaynakları sağlanır. Başka bir anlatımla amaç (18.01.2019 tarihinden önce
işletilmesi devredilmiş olan projelerin ödenmeyen bakiye tutarlarının
tahsilatı) ile araç (belediyeye ayrılan paylardan %5 oranında kesinti
yapılması) arasında orantı gözetilmemiştir. Bu nedenle iptali talep edilen
cümle, Anayasa’nın 2 ve 13. maddelerine aykırıdır.
c) Kuvvetler ayrılığı ilkesi, normlar hiyerarşisi, hiçbir kimse
veya organın kaynağını Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamaması ve
idarenin kanuniliği ilkesi bakımından: Azami olarak %5 oranında bir haddin
hangi nesnel ölçüte göre belirlendiği ortaya konulmamıştır. 01.05.2019 tarihli
ve 30761 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan 30.04.2019 tarihli ve 1014 sayılı
Cumhurbaşkanı Kararı ile ‘‘Şehir İçi Raylı Ulaşım Sistemleri, Metrolar ve
Bunlarla İlgili Tesislerin Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığınca Üstlenilmesi,
Devralınması ve Tamamlanmasını Müteakip Devri ile İlgili Şartların Belirlenmesine
İlişkin Kararda Değişiklik Yapılması Hakkında Karar’’ yürürlüğe konulmuştur.
Söz konusu Kararın 1. maddesiyle değişik 25.10.2010 tarihli ve 2010/1115 sayılı
Bakanlar Kurulu kararıyla yürürlüğe konulan Şehir İçi Raylı Ulaşım Sistemleri,
Metrolar ve Bunlarla İlgili Tesislerin Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığınca
Üstlenilmesi, Devralınması ve Tamamlanmasını Müteakip Devri ile İlgili
Şartların Belirlenmesine İlişkin Kararın 8. maddesinin ikinci fıkrası
‘‘02.07.2008 tarihli ve 5779 sayılı İl Özel İdarelerine ve Belediyelere Genel
Bütçe Vergi Gelirlerinden Pay Verilmesi Hakkında Kanunun kesintileri düzenleyen
7. maddesine göre yürürlüğe konulan 15.03.2010 tarihli ve 2010/238 sayılı
Bakanlar Kurulu Kararında belirtilen oranlara ilave olarak ve kesintisiz
ödemeler dahil olmak üzere, devralan kuruluş, merkezi yönetim bütçesinden
karşılanan ve/veya karşılanacak olan toplam proje maliyet bedelini, mülkiyet
ve/veya işletme devir tarihinden itibaren bu bedelin ifa tarihine kadar her ay
ilgili belediyenin genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden
ayrılacak paylardan %5 kesintinin Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından ilgili
hesaba aktarılmasıyla öder.’’ şeklindedir. 7407 sayılı Kanun’un 19. maddesiyle
yeniden düzenlenen (ve 28.05.2022 tarihinde yürürlüğe giren) 655 sayılı Kanun
Hükmünde Kararname’nin 15. maddesinin ikinci fıkrasının ilgili bölümü ise ‘‘Devralan
kuruluş, merkezi yönetim bütçesinden karşılanan ve/veya karşılanacak olan
toplam proje maliyet bedelini, mülkiyet ve/veya işletme devir tarihinden itibaren
bu bedelin ifa tarihine kadar her ay ilgili belediyenin genel bütçe vergi
gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılacak paylarının azami %5’i oranında
Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde hesaplanan kesinti
tutarının Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından ilgili hesaba aktarılmasıyla
öder. ’’ şeklindedir. Anılan cümlelerin lafzından anlaşılacağı üzere kanun
koyucu, Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu iptal kararının akabinde idarenin
düzenleyici işlemini (Cumhurbaşkanı Kararını), kanun hükmü haline getirmiş ve
%5’lik azami haddi, bu Karara istinaden belirlemiştir. Başka bir anlatımla
kanun koyucu, kesinti sınırı bakımından de facto hali, de jure hale
getirmiştir.
Halbuki hukuk devleti ilkesinin temelinde yer alan Kelsen’in
normlar hiyerarşisi teorisine göre ‘‘Devletin hukuk düzeni bir hiyerarşik
normlar sistemidir. … Bir hukuk normunun diğerine dayanması demek, bir hukuk
normu geçerli olduğu için diğer normun geçerli olması demektir.’’ Öte yandan
idarenin kanuniliği ilkesi ile hukuk mantığı gereğince, bir düzenleyici işlemin
(Kararın) hukuki varlığının amacı bir üst normun (kanunun) somut olaya
uygulanmasını mümkün kılmaktır. ‘‘Yasamanın iradesini yerine getirmeğe yürütme
dersek’’ ; bilakis 7407 sayılı Kanun’un 19. maddesiyle 655 sayılı Kanun
Hükmünde Kararname’nin 15. maddesinin ikinci fıkrasındaki “Cumhurbaşkanınca
belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde hesaplanan kesinti tutarının” ibaresi
“azami %5’i oranında Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde
hesaplanan kesinti tutarının” şeklinde yeniden düzenlendiğinde; önce yürütmenin
iradesi (Karar) oluşmuş; de facto hali de jure hale getirmek için; sonra kanun
koyucu, iradesini (kanun-yeniden düzenlenen ibare) ortaya koymuştur.
Başka bir anlatımla öncelikle (söz konusu iptal kararından önce)
655 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 15. maddesine istinaden yürürlüğe
konulan anılan Karar gereğince (hukuka aykırı) kesinti yapılmış; (söz konusu
iptal kararından sonra) anılan Karar hükmü, kanun metni haline getirilmiştir. İptali
talep edilen cümleyle de bu fıkra kapsamındaki usul ve esaslara atıfta
bulunulmuştur. Bu durum; bir fonksiyon gaspına sebep olacak, Anayasa’nın
Başlangıç bölümünde yer alan kuvvetler ayrılığı ilkesini ve 6. maddesinde yer
alan hiçbir organın kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet yetkisi
kullanmamasına yönelik hükmü ihlal edecektir. Zira Anayasa gereği idarenin bir
kanun hükmünün uygulanması için işlem tesis etmesi gerekirken; kanun koyucu,
bir idari işlemin hukuka uygun kılınması için 7407 sayılı Kanun’un 19.
maddesiyle 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 15. maddesinin ikinci
fıkrasındaki “Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde
hesaplanan kesinti tutarının” ibaresini “azami %5’i oranında Cumhurbaşkanınca
belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde hesaplanan kesinti tutarının” şeklinde
yeniden düzenlemiş; yasama kuvveti ile yürütme kuvveti arasındaki ayrılığa
halel getirmiştir. O nedenle anılan ikinci fıkraya atıfta bulunması hasebiyle
iptali talep edilen cümle, Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 2, 6 ve 123.
maddelerine aykırıdır.
ç)Hukuk devleti ve idarenin kanuniliği ilkeleri bakımından:
Hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu
başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı
amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen
kılan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı
duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa’ya ve hukuk
kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların
üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile
Anayasa’nın bulunduğu bilinci olan devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin 02.06.2009
tarihli ve 2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı Kararı). Hukuk devletinin ön
koşullarından olan hukuki güvenlik ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir
olmasını, hukuki belirlilik ilkesi de kanun hükümlerinin şüpheye yer vermeyecek
şekilde açık, net, anlaşılabilir olmasını ve ayrıca kamu otoritelerinin keyfi
uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (bkz. AYM
9.2.2017, 2016/143 E.– 2017/23 K. par. 13; RG. 12.4.2017-30036) (Anayasa
Mahkemesi’nin 04.05.2017 tarihli ve 2015/41 E.; 2017/98 K. sayılı Kararı).
Başka bir deyişle, hukuk devleti ilkesi gereğince, idareye işlem tesis ederken
ve eylemde bulunurken veya görevlerini yerine getirirken belirli ölçüde hareket
serbestliği sağlayan takdir yetkisinin kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi
biçimde gerçekleşemez; idarenin takdir yetkisinin sınırları, keyfi işlem ve
eylemleri önlemek amacıyla kanunla çizilmelidir.
Anayasa’nın 123. maddesinde yer alan idarenin kanuniliği
ilkesinin iki boyutu bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin secundum legem
özelliğidir (kanuna dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin düzenleme
yetkisi kanundan kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intra legem özelliğidir
(kanuna aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve eylemleri
kanunun çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır.
Bu nedenle, 18.01.2019 tarihinden önce işletilmesi devredilmiş
olan projelerin ödenmeyen bakiye tutarlarının tahsilatı bakımından kesinti
tutarının hesaplama yöntemine ilişkin usul ve esasların; normlar hiyerarşisinin
ana halkası olarak hukuk devletinin temel taşı olan maddi anlamdaki kanunilik
kıstasının gereklerinin karşılanması ve kanuna dayanması ile kanuna aykırı
olmaması için; genel çerçevesinin keyfi uygulamaya yer vermeyecek açıklıkta
kanun düzeyinde çizilmesi gerekmektedir. Ancak kanun koyucu; –Anayasal
ilkelerin aksine- kesinti tutarının hesaplama yöntemine ilişkin usul ve
esasların genel çerçevesi hakkında tamamen sessiz kalmış, 655 sayılı Kanun
Hükmünde Kararname’nin 15. maddesinin ikinci fıkrasına atıfta bulunmuştur. 655
sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 15. maddesinin ikinci fıkrası ise; bu
konuların düzenlenmesini idarenin (tüm idari teşkilatın makamına bağlı
bulunduğu ve yürütme ve devleti temsil yetkilerinin bir kişide birleştiği
monist yapılı yürütme organının başı konumunda bulunan Cumhurbaşkanının)
uhdesine bırakmıştır; Cumhurbaşkanını, sadece (fahiş düzeydeki) %5’lik azami
had ile kayıtlamıştır. Bu hususların kanun düzeyinde açık ve net bir şekilde
düzenlenmemesi ve bunlara yönelik nesnel, somut ölçüt öngörülmemesi; ilgili
belediyelere ayrılan paylardan farklı kesinti yapılmasına, keyfi uygulamalara
neden olacaktır. Yine Cumhurbaşkanının yapacağı düzenlemeleri, tek başına ve
çok kısa vadede değiştirebilmesi olasılığı da; ilgili belediyeler bakımından
hukuki ve iktisadi öngörülebilirliğe halel getirmektedir. Cumhurbaşkanının
uhdesine sınırları belirsiz, çok geniş bir düzenleme alanının bırakılması,
18.01.2019 tarihinden önce işletilmesi devredilmiş olan projelerin ödenmeyen
bakiye tutarlarının tahsilatı bakımından anılan geçici maddenin uygulanmasını
sağlamaya ilişkin Anayasal işlevinin ötesine geçerek, şekli anlamda kanun
aracılığıyla, Cumhurbaşkanının (düzenleyici) işlemlerine, maddi anlamda kanun
koyma yetkisinin tanınması anlamına gelecektir. Tüm bu nedenlerle iptali talep
edilen cümle, Anayasa’nın 2 ve 123. maddelerine aykırıdır.
d)Yasama yetkisinin devredilmezliği bakımından: Anayasa’nın 7.
maddesinde temelini bulan yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine göre
yasama yetkisi yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Bu nedenle
idareye düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının temel ilkeleri ortaya
koyması ve çerçeveyi çizmesi gerekir. Diğer bir deyişle idareye sınırsız ve
belirsiz bir düzenleme yetkisi bırakılamaz. Nitekim idarenin düzenleme yetkisi;
sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yasa ile yetkilendirme, Anayasa’nın
öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamını taşımamaktadır (Anayasa
Mahkemesi’nin 02.05.2008 tarihli ve 2005/68 E.; 2008/102 K. sayılı Kararı).
İptali talep edilen cümle hükmünde olduğu gibi 18.01.2019 tarihinden önce
işletilmesi devredilmiş olan projelerin ödenmeyen bakiye tutarlarının tahsilatı
bakımından 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 15. maddenin ikinci
fıkrasına atıfta bulunmak suretiyle idareye (Cumhurbaşkanına) ilgili
belediyenin genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılacak
paylardan (azami %5 oranında) yapılacak kesintinin hesaplanmasına ilişkin usul
ve esasları belirleme yetkisi veren yasa hükmü, Anayasa’nın 7. maddesine
aykırılık oluşturur.
e)Eşitlik ilkesi bakımından: İptali talep edilen cümlenin
idareye verdiği sınırsız takdir yetkisi, 18.01.2019 tarihinden önce işletilmesi
devredilmiş olan projelerin ödenmeyen bakiye tutarlarının tahsilatı bakımından
ilgili belediyeler arasında idare tarafından kayırma/ayrımcılık yapılmasına
neden olabileceğinden; anılan cümle, Anayasa’nın 10. maddesinde yer alan
eşitlik ilkesine de aykırıdır. Zira eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği
hususunun tespiti, münferit olayda benzer durumdaki kişi kategorileri arasında
gerçekleştirilen ayrıma ilişkin bir ‘‘haklı neden’’in var olup olmadığına göre
yapılır ve ancak ihtilaflı düzenlemede haksız nedenlere dayalı keyfi muamele
farklılıklarını engelleyecek hiçbir objektif kıstas ve güvence bulunmamaktadır.
Anayasa Mahkemesi’nin ifade ettiği üzere; “[Eşitlik ilkesi] ile
güdülen amaç, benzer koşullar içinde olan, özdeş nitelikte bulunan durumların
yasalarca aynı işleme uyruk tutulmasını sağlamaktır.” (Anayasa Mahkemesi’nin
13.04.1976 tarihli ve 1976/3 E.; 1976/3 K. sayılı Kararı). Yine AYM’ye göre;
“Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında
aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık
tanınmasını önlemektir” (Anayasa Mahkemesi’nin 07.02.2006 tarihli ve 2006/11
E.; 2006/17 K. sayılı Kararı). Eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği
hususunun tespitinde, somut olayda yapılan ayrımın haklı bir nedene dayanıp
dayanmadığı noktası dikkate alınır: “Anayasa'nın 10. maddesinde öngörülen
eşitlik, mutlak anlamda bir eşitlik olmayıp, ortada haklı nedenlerin bulunması
halinde, farklı uygulamalara imkan veren bir ilkedir” (Anayasa Mahkemesi’nin
11.12.1986 tarihli ve 1985/11 E.; 1986/29 K. sayılı Kararı).
Ancak iptali talep edilen cümlenin idareye verdiği öznel ve
keyfi uygulamalara sebep olabilecek sınırsız takdir yetkisi; söz gelimi18.01.2019
tarihinden önce işletilmesi devredilmiş olan aynı nitelikteki projeler
bakımından ilgili belediyelerden farklı meblağlarla kesinti yapılmasına,
kesintinin daha uzun bir zaman dilimine yayılmasına ilişkin haklı nedeni
somutlaştırmaya elverişli değildir. Bir başka deyişle, ihtilaflı düzenleme,
haklı bir sebebe dayanmayan muamele farklılıklarını idarenin yetki alanına
dahil etmektedir. İdare, 18.01.2019 tarihinden önce işletilmesi devredilmiş
olan projelerin ödenmeyen bakiye tutarlarının tahsilatı bakımından haklı bir
neden olmaksın ilgili belediyelere farklı hesaplama yöntemi uygulamak
suretiyle; kesinti mekanizmasının, (merkezi idare karşısında) belediyeler
üzerinde mali baskı aracına dönüştürülmesine imkan bulacaktır. Bu nedenle
anılan cümle, Anayasa’nın 10. maddesine aykırıdır.
f)Mülkiyet hakkı, sözleşme özgürlüğü ve temel hak ve
özgürlüklerin sınırlandırılmasının sınırları bakımından: Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin Ek 1 No’lu Protokolü’nün 1. maddesinde ve Anayasa’nın 35.
maddesinde temelini bulan mülkiyet hakkı; sahibine mülkiyetine müdahale
edilmeksizin yararlanma, mülkiyetten yoksun bırakılmama, mülkiyetinin
kullanımının kontrol edilmemesi imkanı sağlar. Bununla birlikte mülkiyet hakkı;
bir kimsenin, başkasının hakkına zarar vermemek ve yasaların koyduğu
sınırlamalara da uymak koşulu ile bir şey üzerinde dilediği biçimde kullanma,
ürünlerinden yararlanma, tasarruf etme (başkasına devretme, biçimini
değiştirme, harcama ve tüketme, hatta yok etme) şeklinde tanımlamaktadır
(Anayasa Mahkemesi’nin 21.06.1989 tarihli ve 1988/ 34 E., 1989/26 K. sayılı
Kararı). Anayasa’nın 48. maddesinde yer alan sözleşme özgürlüğü; tarafların bir
sözleşmeyi yapıp yapmama özgürlüğünü, sözleşmeye son verme özgürlüğünü,
sözleşmenin içeriğini belirleme /değiştirme özgürlüğünü, sözleşmenin tipini
belirleme özgürlüğünü içerir. O halde iptali talep edilen cümle hükmünün
kapsamındaki 18.01.2019 tarihinden önce işletme devrine ilişkin protokoller;
mülkiyet hakkının ve sözleşme özgürlüğünün kesişim alanındadır. Başka bir
anlatımla devralan kuruluş, (mülkiyet edinmeyi talep etme hakkına
binaen)sözleşme konusunun işletmesini kendi uhdesine almak amacıyla; (sözleşme
özgürlüğüne binaen) söz konusu protokolleri akdetmeyi talep etmiştir. O halde
devralan kuruluşun 18.01.2019 tarihinden önce işletilmesi devredilmiş olan
projelerin ödenmeyen bakiye tutarını, ‘‘işletme devir tarihinden itibaren bu
bedelin ifa tarihine kadar her ay ilgili belediyenin genel bütçe vergi
gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılacak paylarının azami %5’i oranında
Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde hesaplanan kesinti
tutarının Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından ilgili hesaba aktarılmasıyla’’
ödemesi; nihayetinde mülkiyet hakkının ve teşebbüs özgürlüğünün kullanımına
etki edecektir. Mülkiyet hakkına ve özel teşebbüs kurma hürriyetine yapılan söz
konusu müdahalenin hukuka uygun nitelik kazanması için; Anayasa’nın 13.
maddesinde düzenlenen temel hak ve özgürlükleri sınırlandırma ilkeleri ve
güvence ölçütleri çerçevesinde yapılması gerekmektedir. Bu sınırlardan olan
kanunilik kaydı gereğince; iptali talep edilen cümlenin atıfta bulunduğu anılan
fıkrada yer alan hususların kanun düzeyinde açık, net, anlaşılabilir biçimde
belirlenmesi gerekmektedir. Ancak kanun koyucu, bu hususların düzenlenmesini
idarenin uhdesine bırakmak suretiyle; anılan hak ve hürriyete idari işlemlerle
müdahale edilmesinin önünü açmıştır. Bu nedenle anılan cümle, Anayasa’nın 13,
35 ve 48. maddelerine aykırıdır.
g)Hiçbir kimsenin veya organın Anayasa’dan kaynaklanmayan bir
yetkiyi kullanamaması ve Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı
bakımından: Anayasa Mahkemesi kararlarında Anayasa'nın 153. maddesinde
belirtilen bağlayıcılık ilkesine aykırılıktan söz edilebilmesi için iptal
edilen kuralla dava konusu yeni düzenlemenin içerik ve kapsam bakımından aynı
ya da benzeri olması gerektiği belirtilmektedir (Anayasa Mahkemesi’nin
12.11.1991 tarihli ve 1991/7 E.: 1991/43 K. sayılı Kararı). Yukarıda
açıklandığı üzere; eldeki dava konusunun kanunlaştırılmasının saiklerinden birisi
olan iptal kararının gerekçesinin müteallik bölümü:
‘‘b. Maddenin (2) Numaralı Fıkrasının Üçüncü Cümlesinde Yer Alan
“…Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde hesaplanan kesinti
tutarının...” İbaresi
133. 655 sayılı KHK’nın 15. maddesinin üçüncü cümlesinde
Cumhurbaşkanınca yapımının üstlenilmesine karar verilen teleferik, füniküler,
monoray, metro ve şehir içi raylı ulaşım sistemlerinin yapımının
tamamlanmasından sonra, devralan kuruluşun, merkezî yönetim bütçesinden
karşılanan ve/veya karşılanacak olan toplam proje maliyet bedelini, mülkiyet
ve/veya işletme devir tarihinden itibaren bu bedelin ifa tarihine kadar her ay
ilgili belediyenin genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden
ayrılacak paylardan Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde
hesaplanan kesinti tutarının Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından ilgili
hesaba aktarılmasıyla ödeyeceği hüküm altına alınmış olup anılan cümlede yer
alan “…Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde hesaplanan
kesinti tutarının…” ibaresi dava konusu kuralı oluşturmaktadır.
134. Anayasa’nın 127. maddesi uyarınca mahallî idarelerin
kuruluş amacı olarak gösterilen mahallî müşterek ihtiyaç, herhangi bir yerel
yönetim biriminin sınırları içinde yaşayanların, aynı yörede birlikte
yaşamaktan doğan somut durumların yarattığı, yoğunlaştırdığı ve sürekli
güncelleştirdiği, özünde etkinlik, ölçek ve sağladığı yarar bakımından yerel
sınırları aşmayan, bölünebilir ve rekabet konusu olabilen yerel ve kamusal
hizmet karakterinin ağır bastığı ortak beklentileri ifade etmektedir.
135. Mahallî idareler, kendi¬lerine verilen görevleri yerine
getirebilmek için yeterli gelir kaynaklarına ihti¬yaç duymaktadır. Yerel
yönetim birimi olarak belediyelerin etkin ve verimli hizmet sunabilmeleri,
belediyelere verilen görevlerin etkin şekilde yerine getirilmesi, bunların mali
açıdan güçlü olması ile yakından ilgilidir. Bu nedenden dolayı mahallî
idarelere, merkezî idarenin kontrolü altındaki birtakım maddi kaynaklardan pay
ayrılmaktadır.
136. İl özel idareleri ve belediyelere genel bütçe vergi
gelirleri tahsilatı toplamı üzerinden ayrılacak paylara ilişkin usul ve
esasların düzenlendiği 5779 sayılı Kanun’un 2. maddesinin (1) numaralı
fıkrasında, il özel idareleri ve belediyelere genel bütçe vergi gelirleri
tahsilatı toplamı üzerinden pay verileceği; (2) numaralı fıkrasında, genel
bütçe vergi gelirleri tahsilatı toplamının %1,50’sinin büyükşehir dışındaki
belediyelere, %4,50’sinin büyükşehirlerdeki ilçe belediyelerine ve %0,5’inin il
özel idarelerine ayrılacağı; (3) numaralı fıkrasında, 6/6/2002 tarihli ve 4760
sayılı Özel Tüketim Vergisi Kanunu’na ekli (I) sayılı listede yer alan
mallardan tahsil edilen özel tüketim vergisi hariç olmak üzere büyükşehir
belediye sınırları içinde yapılan genel bütçe vergi gelirleri tahsilatı
toplamının %6’sı ile genel bütçe vergi gelirleri tahsilatı toplamı üzerinden
büyükşehirlerdeki ilçe belediyelerine ayrılan payların %30’unun büyükşehir
belediye payı olarak ayrılacağı belirtilmiştir.
137. Dava konusu kuralın yer aldığı maddede, Cumhurbaşkanınca
yapımının üstlenilmesine karar verilen teleferik, füniküler, monoray, metro ve
şehir içi raylı ulaşım sistemlerinin yapımının tamamlanmasından sonra, merkezî
yönetim bütçesinden karşılanan ve/veya karşılanacak olan toplam proje maliyet
bedelinin, belediyenin genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden
ayrılacak paylardan ödeneceği düzenlemesi yer almakla birlikte belediyenin
genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden ayrılacak paylardan
yapılacak kesinti tutarının ne kadar olacağına ilişkin bir düzenlemeye yer
verilmemiş, sadece kesinti tutarının Cumhurbaşkanınca belirleneceği hüküm
altına alınmıştır.
138. Kuralda, Cumhurbaşkanı’na verilen bu yetkinin
kullanılabilmesi için objektif bir ölçüt belirlenmediği gibi genel bütçe vergi
gelirleri tahsilat toplamından ayrılacak paylar üzerinden hesaplanacak kesinti
tutarının ne kadar olacağına ilişkin alt ve üst sınırların da öngörülmediği
görülmektedir. Bu itibarla kuralla Cumhurbaşkanı’na bırakılan belediyenin genel
bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamından ayrılacak paylar üzerinden
hesaplanacak kesinti tutarını belirleme yetkisinin genel çerçevesinin
çizilmediği, kesinti tutarının ne kadar olacağına ilişkin temel esaslar ve
ilkelerin belirlenmediği anlaşılmaktadır.
139. Buna göre belediyelerin, kendilerine verilmiş olan
görevleri gerçekleştirebilmeleri için ihtiyaç duydukları en önemli gelir
kaynaklarından birisi olan genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamından
ayrılacak paylar üzerinden hesaplanacak kesinti tutarının herhangi bir ölçüt ve
sınır belirlemeksizin Cumhurbaşkanınca belirlenmesine imkân tanıyan kural,
belirlilik ilkesi ve yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesi ile yerel
yönetimlerin özerkliği ilkesiyle bağdaşmamaktadır.
140. Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa’nın 2., 7. ve 127.
maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.
Kadir ÖZKAYA, Recai AKYEL, Yıldız SEFERİNOĞLU ve Selahaddin
MENTEŞ bu görüşe katılmamışlardır.
Kuralın Anayasa’nın 10. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
İ. Kanun’un 68. Maddesiyle 655 Sayılı KHK’ya Eklenen Geçici 10.
Maddenin İncelenmesi
1. İptal Talebinin Gerekçesi
141. Dava dilekçesinde özetle; Kanun’un 67. maddesiyle 655
sayılı KHK’nın 15. maddesinin değiştirilen (2) numaralı fıkrasının birinci
cümlesinde yer alan “Cumhurbaşkanınca yapımının üstlenilmesine karar verilen…”
ve üçüncü cümlesinde yer alan “…Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar
çerçevesinde hesaplanan kesinti tutarının…” ibareleri ile altıncı cümlesine
yönelik ileri sürülen Anayasa’ya aykırılık gerekçelerinin bu madde için de
geçerli olduğu belirtilerek kuralın Anayasa’nın 2., 7., 10. ve 127. maddelerine
aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
2. Anayasa’ya Aykırılık Sorunu
a. Maddenin Birinci Cümlesi
142. Dava konusu kuralla, 655 sayılı KHK’nın 15. maddesinin 7161
sayılı Kanun’la değiştirilen (2) numaralı fıkrasının, KHK’nın geçici 10.
maddesinin yayımı tarihi itibarıyla hâlihazırda işletmesi devredilmiş olan
projelerin bu maddenin yayımı tarihinden önce hesaplanan yönteme göre ödenmeyen
bakiye tutarlarını da kapsadığı hükme bağlanmıştır.
143. Dava konusu kural, mülkiyet devri yapılmaksızın bu maddenin
yayımı tarihinden önce hâlihazırda işletme devri yoluyla işletmeye açılan metro
ve şehir içi raylı ulaşım sistemlerine ilişkin proje maliyet bedelinin 655
sayılı KHK’nın 15. maddesinin (2) numaralı fıkrasında öngörülen yöntemle ilgili
belediyeden tahsiline imkân vermektedir. Anılan maddede ise Cumhurbaşkanınca
yapımının üstlenilmesine karar verilen teleferik, füniküler, monoray, metro ve şehir
içi raylı ulaşım sistemlerinin yapımının tamamlanmasından sonra, merkezî
yönetim bütçesinden karşılanan ve/veya karşılanacak olan toplam proje maliyet
bedelinin, belediyenin genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden
ayrılacak paylardan Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde
hesaplanan kesinti tutarının Hazine ve Maliye Bakanlığı tarafından ilgili
hesaba aktarılmasıyla ödeneceği belirtilmiştir.
144. Maddenin (2) numaralı fıkrasının üçüncü cümlesinde yer alan
“…Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar çerçevesinde hesaplanan kesinti
tutarının...” ibaresinin Anayasa’ya uygunluk denetimi bölümünde belirtilen
gerekçeler bu kural yönünden de geçerlidir.
145. Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa’nın 2., 7. ve 127.
maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.’’
şeklindedir (Anayasa Mahkemesi’nin 14.07.2021 tarihli ve 2019/32
ve 2021/54 sayılı Kararı). Anayasa Mahkemesi’nin verdiği iptal kararı
karşısında; kanun koyucunun 18.01.2019 tarihinden önce işletilmesi devredilmiş
olan projelerin ödenmeyen bakiye tutarlarının tahsilatı bakımından 655 sayılı
Kanun Hükmünde Kararname’nin 15. maddesinin ikinci fıkrasına atıfta bulunmak
suretiyle Anayasa’nın 2, 7 ve 127. maddelerine -benzer sakatlıktan muzdarip
olması hasebiyle- aykırı olan iptali talep edilen cümleyi kanunlaştırması,
Anayasa’nın 153. maddesini ihlal ettiği gibi, hiçbir kimse ve organın kaynağını
Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağını öngören 6. maddesine
de halel getirmektedir.
e)Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 6 ve 104. maddelerine
aykırılık: Anayasa’nın 104. maddesinde, Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri
sayılmıştır. Bu görev ve yetkiler arasında ‘‘18.01.2019 tarihinden önce
işletilmesi devredilmiş olan projelerin ödenmeyen bakiye tutarlarının tahsilatı
bakımından işletme devir tarihinden itibaren bu bedelin ifa tarihine kadar her
ay ilgili belediyenin genel bütçe vergi gelirleri tahsilat toplamı üzerinden
ayrılacak paylarından yapılacak kesinti tutarının hesaplanmasına ilişkin (azami
%5’i oranında) usul ve esasları belirleme’’ görev ve yetkisi sayılmadığı gibi;
iptali talep edilen cümlenin atıfta bulunduğu fıkrada yer alan düzenlemeleri
yapmayı dayandırabileceği (Anayasa’nın 104. maddesinde) genel ve kapsayıcı
mahiyette bir hüküm de bulunmamaktadır. Yasama organı, görevi ve yetkisi
dahilinde olmayan bir konuda Cumhurbaşkanını yetkilendirmek suretiyle;
Anayasa’nın Başlangıç bölümünde yer alan kuvvetler ayrılığı ilkesini ve 6.
maddesinde yer alan hiçbir organın kaynağını Anayasa’dan almayan bir devlet
yetkisi kullanamamasına yönelik hükmü ve 104. maddesini ihlal etmiştir. Kaldı
ki, Anayasa’nın 104. maddesinin 17. fıkrasının, ‘‘Anayasanın ikinci kısmının
birinci ve ikinci bölümlerinde yer alan temel haklar, kişi hakları ve
ödevleriyle dördüncü bölümde yer alan siyasi haklar ve ödevler Cumhurbaşkanlığı
kararnamesiyle düzenlenemez.’’ şeklindeki ikinci cümlesi uyarınca; iptali talep
edilen cümlenin atıfta bulunduğu fıkrada yer alan Cumhurbaşkanınca belirlenecek
hususun, açıklandığı üzere mülkiyet hakkı ile sözleşme özgürlüğünün kapsamında
kaldığı gözetildiğinde; açıkça öngörülmüş konu bakımından yetkisizlik hali
sebebiyle, Cumhurbaşkanı tarafından bu hususlarda Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi
de çıkarılamaz. Bu nedenlerle iptali talep edilen cümle, Anayasa’nın Başlangıç bölümüne,
6 ve 104. maddelerine aykırıdır.
h) Kanunların geriye yürümezliği ilkesi bakımından: Fuller’in,
kanun koyucunun kanun yaparken uyması gerektiğini belirttiği sekiz temel
ilkenin biri, geçmişe yürümezlik ilkesidir. Ona göre; ‘‘Hukukun davranışa rehber
olabilmesi için bu ilke, açık bir gerekliliktir. Vatandaşların davranışları
henüz var olmayan kurallarla yönlendirilemez. Bununla birlikte politikacılar
için geçmişe yürür yasa yapma, hataları düzeltmek ve hukuku kendi çıkarları
için kullanmaları açısından ideal bir araçtır. …’’
Yine Anayasa Mahkemesi’nin bir kararına göre, ‘‘Hukuk devletinin
gereği olan hukuk güvenliğini sağlama yükümlülüğü, kural olarak yasaların
geriye yürütülmemesini gerekli kılar. “Yasaların geriye yürümezliği ilkesi”
uyarınca yasalar, kamu yararı ve kamu düzeninin gerektirdiği, kazanılmış
hakların korunması, mali haklarda iyileştirme gibi kimi ayrıksı durumlar
dışında ilke olarak yürürlük tarihlerinden sonraki olay, işlem ve eylemlere
uygulanmak üzere çıkarılırlar. Yürürlüğe giren yasaların geçmişe ve kesin
nitelik kazanmış hukuksal durumlara etkili olmaması hukukun genel
ilkelerindendir.’’ (AYM’nin22.12.2011 tarihli ve 2010/7 E.; 2011/172 K. sayılı
Kararı). Görüldüğü üzere, Anayasa bakımından yasaların geçmişe yürütülmemesi
kural, geçmişe yürütülmesi istisnadır.
655 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 15. maddenin ikinci
fıkrası kapsamındaki usul ve esaslar, 18.01.2019 tarihinden önce işletilmesi
devredilmiş olan projelerin ödenmeyen bakiye tutarların tahsilatında
uygulanacaktır. İptali talep edilen cümlede yer alan 18.01.2019 tarihi, anılan
geçici maddenin 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’ye 7161 sayılı Kanunla
eklendiği tarihe tekabül etmektedir. Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararı
sonrasında hukuki boşluk doğmaması adına; yeniden düzenlenen birinci cümle,
makabline şamil kılınmıştır. Ancak kanun koyucu, söz konusu bakiye tutarların
tahsili bakımından 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 15. maddenin ikinci
fıkrasına atıfta bulunmuştur. Lakin söz konusu fıkrada yer alan usul ve
esaslar, kanunun geçmişe yürümesini haklı kılacak ve kazanılmış hakları
koruyucu – hukuki belirliliği sağlayıcı düzenlemeleri havi olmadığı gibi
idarenin keyfi uygulamalarına sebep olabilecek niteliktedir. Başka bir
anlatımla iptali talep edilen cümlenin atıfta bulunduğu fıkranın, Anayasa’ya
aykırı olması; iptali talep edilen cümlenin, kamu yararı barındıramamasına
sebep olmaktadır. Bundan dolayı iptali talep edilen cümlenin, Anayasa
Mahkemesi’nin iptal kararı sonrasında hukuki boşluk doğmaması gerekçesine
dayanan geriye yürümesi; meşruluğunu kaybetmektedir. Bu nedenle iptali talep
edilen cümle, Anayasa’nın 2. maddesine aykırıdır.
i)Uluslararası anlaşmaların iç hukuka etkisi bakımından:
Anayasa’nın 90. maddesine göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin usulüne göre
yürürlüğe konmuş uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı koruyucu,
kullanımını genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar hiyerarşisinde
kanunun üstündedir. İptali talep edilen cümle, Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin Ek 1 No’lu Protokolü’nün, sınırlama koşulu olarak kanunilik
kaydını da içermek suretiyle mülkiyet hakkını düzenleyen 1. maddelerini ihlal
ettiğinden Anayasa’nın 90. maddesine de aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle 7407 sayılı Kanun’un 20. maddesiyle yeniden
düzenlenen 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin geçici 10. maddesinin
birinci cümlesi, Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 2, 6, 7, 10, 13, 35, 48, 90,
104, 123, 127 ve 153. maddelerine aykırıdır; anılan cümlenin iptali gerekir.
III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ
26.05.2022 tarihli ve 7407 sayılı Bankacılık Kanunu ile Bazı
Kanunlarda ve 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un ile getirilen iptali talep edilen düzenlemeler birden fazla kanunda ve
bir kanun hükmünde kararnamede hukuka aykırı değişiklikler yapmaktadır. Kamu
yararına aykırı olan, telafisi mümkün olmayacak sonuçlara yol açacak bu
düzenlemelerin iptal davası sonuçlanana kadar yürürlüğünün durdurulması
gerekmektedir.
Nitekim anayasal düzenin hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden
en kısa sürede arındırılması, hukuk devleti sayılmanın en önemli gerekleri
arasında sayılmaktadır. Anayasa’ya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle
korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun
üstünlüğünün sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence
altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi hukuk devleti yönünden
giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacaktır.
Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasa’ya
açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükmün iptal davası sonuçlanıncaya kadar
yürürlüğünün de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesi’ne dava açılmıştır.
IV. SONUÇ VE İSTEM
26.05.2022 tarihli ve 7407 sayılı Bankacılık Kanunu ile Bazı
Kanunlarda ve 655 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamede Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un
1) 8. maddesiyle değiştirilen 5411 sayılı Kanun’un 129.
maddesinin ikinci fıkrasında yer alan ‘‘Devlet aleyhine açılan uluslararası
davaların takibine ilişkin Cumhurbaşkanlığınca’’ ibaresi, Anayasa’nın Başlangıç
bölümüne, 2, 6, 7, 10, 13, 14, 35, 36, 90, 104 ve 123. maddelerine,
2) 12. maddesiyle 13.06.2006 tarihli ve 5520 sayılı Kurumlar
Vergisi Kanunu’nun geçici 14. maddesine üçüncü fıkrasından sonra gelmek üzere
eklenen fıkralar, Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 2, 5, 6, 7, 10, 13, 14, 35,
48, 65, 73, 87, 90, 104, 123 ve 167. maddelerine,
3) 14. maddesiyle 19.08.2016 tarihli ve 6741 sayılı Türkiye
Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketinin Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun’un 8. maddesinin değiştirilen dördüncü fıkrasında yer
alan ‘‘tabi değildir’’ ibaresi, Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 2, 5, 6, 7, 10,
13, 14, 36, 40, 48, 90, 104, 123, 125 ve 167. maddelerine; beşinci fıkrasına
eklenen cümlede yer alan ‘‘uygulanmaz’’ ibaresi, Anayasa’nın Başlangıç
bölümüne, 2, 5, 6, 7, 10, 13, 14, 36, 40, 48, 90, 104, 123, 125, 160, 165 ve
167. maddelerine,
4) 16. maddesiyle 10.11.2016 tarihli ve 6758 sayılı Olağanüstü
Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin
Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’un 19. maddesinin değiştirilen
sekizinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan ‘‘yeni şirket kurulmasına
karar verilebilir’’ ibaresi, Anayasa’nın 2, 5, 7, 10, 13, 14, 15, 35, 48, 90,
123 ve 167. maddelerine; ikinci cümlesinde yer alan ‘‘izin ve muvafakati
aranmaz’’ ibaresi, Anayasa’nın 5, 13, 14, 15, 35, 48, 90 ve 167. maddelerine;
yedinci cümlesi, Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 2, 6, 10, 13, 14, 15, 35, 36,
48 ve 90. maddelerine; değiştirilen dokuzuncu fıkrasında yer alan ‘‘13/1/2011
tarihli ve 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu hükümlerine tabi olunmaksızın
Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu tarafından kullanılabilir’’ ibaresi, Anayasa’nın
2, 5, 7, 10, 13, 14, 15, 35, 48, 90, 123 ve 167. maddelerine; eklenen on
birinci fıkranın dördüncü cümlesi, Anayasa’nın 2, 5, 10, 13, 14, 15, 35, 48, 90
ve 167. maddelerine,
5) 17. maddesiyle 6758 sayılı Kanun’un 20. maddesinin
değiştirilen birinci fıkrasının son cümlesi, Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 2,
6, 7, 10, 13, 14, 15, 35, 36, 38, 40, 90, 123 ve 153. maddelerine,
6) 19. maddesiyle yeniden düzenlenen 26.09.2011 tarihli ve 655
sayılı Ulaştırma ve Altyapı Alanına İlişkin Bazı Düzenlemeler Hakkında Kanun
Hükmünde Kararname’nin 15. maddesinin ikinci fıkrasının üçüncü cümlesinde yer
alan ‘‘azami %5’i oranında Cumhurbaşkanınca belirlenen usul ve esaslar
çerçevesinde hesaplanan kesinti tutarının’’ ibaresi, Anayasa’nın Başlangıç
bölümüne, 2, 6, 7, 10, 13, 35, 48, 90, 104, 123, 127 ve 153. maddelerine;
ikinci fıkrasına beşinci cümlesinden sonra gelmek üzere eklenen ilk cümlede yer
alan ‘‘Cumhurbaşkanınca’’ ibaresi, Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 2, 6, 7, 10,
104, 123 ve 127. maddelerine,
7) 20. maddesiyle yeniden düzenlenen 655 sayılı Kanun Hükmünde
Kararname’nin geçici 10. maddesinin birinci cümlesi, Anayasa’nın Başlangıç
bölümüne, 2, 6, 7, 10, 13, 35, 48, 90, 104, 123, 127 ve 153. maddelerine aykırı
olduğundan iptaline ve uygulanması halinde giderilmesi güç ya da olanaksız
zarar ve durumlar olacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün
durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz".”