“Elektronik tebligata ilişkin düzenlemenin yapıldığı 2010
yılında, elektronik cihaz ve programların çok yaygın olmaması, internet
kullanımının çok yaygın olmaması, teknolojinin bu denli gelişmemiş olması gibi
nedenlerle her ihtimale karşı elektronik tebligatlara varsayımsal bir süre olan
5 günlük süre konulmuştur. Zamanla yargı sisteminin de elektronik tebligata
geçmesi ile bu 5 günlük süre eleştirilmeksizin ve sebebi sorgulanmaksızın aynı
usulle tebligat yapılmaya devam edilmiştir. Ancak muhatabın kendisi elektronik
tebligatı beş günlük süreden önce öğrenmesi durumunda, tebliğ edilme tarihinin
başlangıcı için beş günlük sürenin sona ermesinin beklenmesine gerek olup
olmadığı doktrinde tartışma konusu olmuştur. Başka bir deyişle, elektronik
tebliğ edilme tarihinin okunma tarihi olarak kabul edilip edilmeyeceği
doktrinde ve yargı kararlarında tartışılmıştır.
Doktrindeki bir görüşe göre, muhatabın elektronik tebligatı daha
önce öğrenmiş olduğu zaman damgasıyla tespit edilebildiğinden, muhatabın
elektronik tebligat adresini açtığı anın tebliğ tarihi olarak varsayılması
gerekir; dolayısıyla okunma ile birlikte tebliğ edilme anı için beş günlük
sürenin geçmesinin beklenmesine gerek yoktur. Bu görüşe göre, tebligat
işleminde asıl amaç muhatabın bilgilendirilmesi olduğundan mesajın okunmasına
rağmen beş günlük sürenin beklenmesi haklı bir gerekçe değildir. (TANRIVER,
Süha, Medeni Usul Hukuku Temel Kavramlar ve İlk Derece Yargılaması, Cilt: 1, 2.
Bası, Yetkin Yayınevi, Ankara, 2018, s. 457; ÖZBAY/YARDIMCI, 2018, s. 34; YARDIMCI,
2019, s 27).
Doktrindeki diğer bir görüşe göre ise, tebliğ tarihi kanun ile
açıkça tespit edildiğinden, tebligatın ulaştığı tarihi izleyen beşinci günün
sonunu, tebliğ tarihi olarak varsayılmıştır. Bu sebeple, muhatabın elektronik
tebligat adresine mesajın ulaşma tarihi veya okunma tarihi, tebliğ tarihi
olarak kabul edilemeyecektir. (AKKAN, 2018, s. 81)AKKAN, Mine, “Tebligat Kanunu
Çerçevesinde Elektronik Tebligat”, Medeni Usul-İcra ve İflas Hukuku Dergisi,
Yıl: 2018, Sayı: 39, (s. 23-89).
Yasada belirtilen 5 günlük sürenin sonunda tebliğ edilmiş
sayılmasından ziyade açılma tarihi tebliğ tarihi olarak kabul edilecek olursa,
muhataplar, tebligatın kimden geldiğini gördüğü için bilerek tebligat mesajını
açmama yoluna gidecektir. Bu durumda tebligatı açıp okuyanlar ile bilerek açıp
okumayanlar arasında tebliğ tarihi arasında tebligatı açıp okuyanlar aleyhine
bir fark yaratılmış olacaktır. Bu ise bir süre sonra, elektronik tebligatların
söz konusu beş gün içinde okunmamasına yol açacaktır. Klasik tebligatlarda
muhataplar, tebligat evrakını almak zorunda olup tebligatın kim tarafından
gönderildiğini tebligatı aldıktan sonra öğrenmektedirler. Bu nedenle de tebliğ
gönderen kurum veya kişiye göre tebligat evrakını almaktan imtina
edememektedirler.
Oysaki elektronik tebligatlarda tebliğ gönderen kurum belli
olduğu için muhataplar çoğu kez içeriğini tahmin ettikleri için bilerek
tebligatı açmama okumama yoluna gideceklerdir. Bu durumda okunma tarihinin
tebliğ tarihi olarak kabul edilmesindeki amaç da zaman içinde anlamını
yitirecektir. Bu nedenle açılma/okunma tarihinin tebliğ tarihi olarak kabul
edilmemesi kanaatimizce yerinde bir kabuldür. Ancak bundan ziyade asıl gayemiz,
açılıp açılmadığına bakılmaksızın elektronik tebligat adresine konulduğu
tarihin tebliğ tarihi olarak kabulünü sağlamaktır.
Ayrıca açılma/okunma tarihinin tebliğ tarihi olarak kabul
edilmesi, özellikle borçlu ile alacaklı arasında menfaat çatışmasının yoğun
olarak yaşandığı ve alacaklılar arasında da son derece ağır bir rekabetin
olduğu, bazı durumlarda saatlerin bile önemli olduğu icra ve iflas hukukunda
birçok sorunlara yol açacaktır. Örneğin ödeme emrinin tebliğini elektronik
ortamda alan borçlu şirket, ödeme emrini gönderen alacaklısının kim olduğunu
görmesi nedeniyle bunun içeriğini tahmin edebilecektir. Kendisine farklı
alacaklılardan birden çok ödeme emrinin gelmesi durumunda ise içeriğin okunması
durumunda itiraz süresinin okunma tarihinden itibaren başlaması, içeriği
okunmayanların ise muhatabın elektronik adresine ulaştığı tarihi izleyen
beşinci günün sonunda yapılmış olması farklı sıkıntılara yol açabilecektir.
Aynı şekilde üçüncü kişilere gönderilecek olan İİK m. 89 ihbarnamelerinde de
yine birçok sorun ortaya çıkacaktır. Üçüncü kişi kendisine haciz ihbarnamesinin
geldiğini, gönderenin icra dairesi olması ve borçlunun da kendisini uyarması
üzerine hangi borç için geldiğini de anlayabilecektir. Bunun üzerine tebligatı
hiç okumadan -henüz tebliğ edilmiş sayılmayacağından- ödemeyi icra dairesine
değil doğrudan borçlunun kendisine yapabilecektir. Daha sonra da tebligatın
elektronik adresine ulaştığı tarihi izleyen beşinci günün sonunda da icra
dairesine icra takip borçlusuna karşı herhangi bir borcu olmadığını rahatlıkla
ileri sürebilecek ve bu beyanı da tebliğ tarihi itibariyle haklı olacaktır.
Hatta birden fazla alacaklı tarafından aynı borçlu için İİK m. 89 ihbarnameleri
gönderildiğinde, şayet okuma tarihi tebliğ tarihi sayılır ise, aralarında
tercih yapma imkânı dahi olabilecektir. Netice olarak okunma tarihinin tebliğ
tarihi sayılması da sorunu çözmeyecek hatta başka sıkıntılara da yol açabilecek
niteliktedir.
Belirtmiş olduğumuz nedenlerle mevcut Kanun hükmü olan,
tebligatın muhatabın elektronik adresine ulaştığı tarihi izleyen beşinci günün
sonunda yapılmış sayılır hükmü belirli sorunlara yol açacağı gibi aynı şekilde
elektronik tebligatın okunduğu tarihin tebliğ tarihi olarak sayılması durumu da
başka sıkıntılara yol açacaktır. Yapılması gereken tebliğ tarihi için ortak bir
yasal bir düzenlemenin getirilmesidir. Bu düzenleme de elektronik tebligatın,
muhattabın elektronik tebligat adresine konulduğu anda tebliğ edilmiş sayılması
olmalıdır.
Günümüzde cep telefonları sayesinde iletişim ve internete
erişimin yaygınlaşması, kısa mesaj yolu ile tebligata ilişkin bilgilendirmenin
yapılması ve elektronik tebligatın kapsamının sınırlı sayıda olması ve bu
kapsamın en önemli parçasının da ticaret şirketleri ve profesyonel olarak
meslek icra eden gruplar olduğu göz önüne alındığında, elektronik tebligatta
tebligatın muhatabın elektronik posta adresine ulaştığı gün tebliğ edilmiş
sayılmasına ilişkin bir düzenleme yapılmalıdır. Nitekim 28.06.2014 tarih ve
29044 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 6545 sayılı Kanun’un
86. ve 87. maddeleri ile 5549 sayılı Kanun’un 9. ve 13. maddelerine eklenen
hükümler doğrultusunda, bu kanunlar çerçevesinde yapılan elektronik yolla
yapılan tebligatlar, Tebligat Kanunu’na tabi olmaksızın, karşı tarafa
ulaştıklarında tebliğ edilmiş sayılırlar.
6099 sayılı Kanun Tasarısı’nda Hükümetin teklif ettiği metinde
süre “üç gün” iken sürenin kısa olması ve tebellüğ edenler açısından sorunlara
yol açmaması gerekçesiyle TBMM Adalet Komisyonu’nda bu süre değiştirilerek “beş
gün”e çıkartılmıştır. Ancak zaman içinde elektronik tebligat alışkanlığının
artması, daha fazla kurum ve kişinin elektronik tebligatı kullanır hale
gelmesi, o gün için haklı olan gerekçenin tekrar düşünülmesini
gerektirmektedir. Netice olarak elektronik tebligatın tebliğ edilme tarihinin
beş gün olmasının sorunları ile tebliğ tarihinin elektronik tebligatın okunma
tarihi yahut en fazla elektronik tebligatın ulaştığı tarihi izleyen ertesi
günün sonunda tebliğ edilmiş sayılmasına ilişkin bir kuralın kabul edilmesi
beraberinde bir takım sorunlar getirmektedir. Bu nedenle maddenin ilgili
kısımlarının iptali sağlanarak tebligatın elektronik posta kutusuna düşmesiyle
tebliğ edilmiş sayılması hususu kabul edilmelidir.
Uygulamada 5 günlük sürenin zaman kazanmaktan başka hiçbir
faydası yoktur. Zaman kazanma hususu zaten başka kanun maddeleri ile
düzenlenmiştir. HMK'da düzenlenen cevap dilekçesi veya bilirkişi raporuna
itiraz dilekçesi için ek süre verilmesine ilişkin düzenlemeler buna birer
örnektir.
İlgili kanun maddesinin iptali ile mahkemeler arasındaki
uygulamalar yeknesak hale gelecektir. Böylece süreler tebliğ olunacak belgenin
elektronik posta kutusuna düşmesi ile birlikte başlayacaktır. Kanunda öngörülen
bu beş günlük süre, kanunun yapıldığı 2010 yılında haklı görülebilirse de
günümüz koşullarında bu süre varoluş gayesini yitirmiş, ek süre vasfını taşımaya
başlamıştır. Bu sürenin konuluş amacı 2010 yıllarında tebligatın ulaşma anının
ve tarihinin belirlenmesinde de problem yaşanabileceği kaygısının başta Türkiye
Barolar Birliği temsilcisi ve Ankara Barosu olmak üzere pek çok kurum
temsilcisi tarafından dile getirilmiş olması, yine o zamanın koşullarına göre
(sermaye şirketleri dışında) e-tebligatın ihtiyari olması esasının kabul
edilmesi, kişilerin fizikî ortamda bulunmayan elektronik adreslerini her gün
kontrol edemeyebilecekleri ve kendileri izin vermedikçe onların yerine bir
başkasının da bu adrese ulaşması söz konusu olamayacağından, beş günlük süre
öngörülmüştür. 01.01.2019 tarihinden önceki uygulamada elektronik tebligat
Kayıtlı Elektronik Posta (KEP) sistemi üzerinden gönderilmekteydi. Ancak
yapılan değişiklikle bu tarihten sonra elektronik tebligat Ulusal Elektronik
Tebligat Sistemi (UETS) üzerinden gönderilmeye başlanmıştır. Bu tarih bir dönüm
noktasıdır. UETS'ye geçilmesi ile birlikte ek tedbirler alınmış, tebligat
sistemi geliştirilmiş ve bu dönemden sonra 5 günlük öğrenme süresi anlamını
yitirmiş ve günümüzde amacından saparak sadece ek süre mahiyetine bürünmek
suretiyle kanundaki süreleri dolanacak şekilde yeni bir hal almıştır. Çağın
teknolojik imkanları göz önünde bulundurulduğunda tüm bu gerekçeler dayanaksız
kalmıştır. Çünkü günümüz şartlarında akıllı telefonlar, geliştirilen
uygulamalar ve internet kullanımının yaygınlığı gözetildiğinde tebligat yapılır
yapılmaz muhattap haberdar olmaktadır. Artık teknoloji bu alanda o kadar
gelişmiştir ki muhattaba yapılan fiziki tebligatın öğrenilmeme ihtimali olsa
bile elektronik tebligatın öğrenilmeme ihtimali yoktur. Örneğin adli tatilde
deniz turizmi için kıyı şehrine giden bir bir hakimin Ankara'da bulunmadığı
sürede Ankara'daki ikametinin kapısına gelen posta memurunun evde kimsenin
bulunmaması halinde haber kağıdını kapıya yapıştırıp komşuya haber vermesi
ihtimalinde komşusunu tanımayan hakimin bu durumdan haberdar olamaması
mümkünken veya tatile götürülmeyip evde bırakılan çok yaşlı bir yakınına bırakılan
tebligatın bu yaşlı yakınınca hakime bilgi vermeyi unutması ihtimal dahilinde
iken şezlongda güneşlenen hakimin akıllı telefonuna gönderilen e-tebligatın ve
sonrasında SMS veya otomatik çağrı ile bilgilendirildiğinde bu tebligattan
haberdar olmaması mümkün değildir, o anda haberdar olmuştur ve e-tebligatın
e-tebligat kutusuna konulduğu o anda tebliğ edilmiş sayılmalıdır.
"Elektronik tebligat mesajının muhatabın elektronik tebligat hesabına
teslimiyle muhatap ayrıca SMS ve mail aracılığıyla bilgilendirileceği
Elektronik Tebligat Yönetmeliğinde belirtilmiştir (ETebYön. M.10)."
maddesi de göz önünde bulundurulduğunda ve yasanın mecliste görüşüldüğü tarihte
bu gibi ek önlemlerin olmadığı da gözetildiğinde günümüzde elektronik tebligatı
öğrenmemesi imkansızdır. Karine ve varsayımlara dayanan 5 günlük süre
karışıklıklara ve her defasında gereksiz tarih hesaplamalarına neden
olmaktadır. Usul net, basit, sade ve keskin olmalıdır. İhtimallere binaen
konulan bu süre bir nevi kanunda o işlem için öngörülen süreleri uzatarak
dolanma gayesine evrilmiştir. Bunun yanısıra fiziki tebligatta tebliğ olmayla
birlikte süre başlarken, elektronik tebligatta buna ilave olarak 5 günlük süre
daha verilmekle tarafların eşitliği ilkesine aykırılık ortadan kalkmış
olacaktır.
Bazı görüşler ise muhattabın mazereti sebebiyle e-tebligata
ulaşamama ihtimaline binaen bu sürenin öngörüldüğünü savunmaktadır. Ancak bu da
doğru bir görüş değildir zira muhatabın haklı görülebilecek bir mazereti
sebebiyle elektronik adresine (e-adres) erişim olanağı bulamadığı durumlarda,
örneğin muhatabın kaza geçirdiği veya bilincini kaybettiği ve haftalar sonra
e-adresine eriştiği hallerde, muhatap ancak ilgili muhakeme kanunu (HMK m. 95
vd. veya CMK m. 40 vd.) hükümleriyle eski hale getirme kurumlarını işletebilecektir.
Dolayısıyla karışıklıklara sebep olan uygulama birliğini bozan bu tebliğ edilme
süresinin getirilmesinde hukuken korunan bir yarar bulunmamaktadır.
Bu sürenin kaldırılmasıyla birlikte muhattapların haberdar
edilmelerinin ve anılan işlemlere karşı yargısal yollara başvurmaları için
öngörülen sürelerin gecikmeksizin işlemeye başlaması sağlanacaktır. Bu şekilde
ilgililer arasındaki ihtilafların bir an önce giderilmesi hem de istikrar
sağlanacaktır. Tüm bu hususlar gözetildiğinde uygulamada sadelik adına bu
sürenin kaldırılması elzemdir.
AYM'nin süre aşımı nedeniyle red kararında 5 günlük süre içinde
açılınca tebligat bu tarihte yapılmış sayılmaktadır. 30 günlük süre de bu
tarihten itibaren işlemeye başladığından 30+5 günün son günü açıldığında süre aşımından
red kararı verilmektedir. (Bu hususta verilen örneğin detayları için bkz.
"Anayasa mahkemesinin elektronik tebligatın yapıldığı tarihe göre vermiş
olduğu kararlar" başlığı) AYM'nin iptal kararı vermesi ile birlikte
uygulamada yeknesaklık sağlanarak tüm tebligatların, muhattabın posta kutusuna
konulduğu tarihte yapılmış sayılması kabul edilecek ve hak kayıplarının önüne
geçilmiş olunacaktır.
İPTALİ İSTENEN KANUN MADDESİNİN ANAYASA'ya ve AİHS'ye AYKIRILIĞI
ve HUKUKİ GEREKÇESİ:
Anayasa'nın 2. maddesi (Cumhuriyetin nitelikleri - Hukuk
devleti) uyarınca yapılan değerlendirmede;
Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti eylem ve
işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren,
hukuki güvenliği sağlayan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan,
hukuk kurallarıyla kendini bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir.
(AYM, E.2023/161, K.2024/53, 22/02/2024, § …) (AYM, E.2017/48, K.2017/129,
26/07/2017, § …)
Anayasa’nın anılan maddesinde güvence altına alınan hukuk
devleti ilkesi gereği kanunlar kamu yararı amacıyla çıkarılır. Anayasa
Mahkemesinin kararlarına göre kamu yararı genel bir ifadeyle bireysel, özel
çıkarlardan ayrı ve bunlara üstün olan toplumsal yararı ifade etmektedir.
Kanunun amaç ögesi bakımından Anayasa’ya uygun sayılabilmesi için
çıkarılmasında kamu yararı dışında bir amacın gözetilmemiş olması gerekir.
Kanunun kamu yararı dışında bir amaçla yalnız özel çıkarlar için veya yalnızca
belirli kişilerin yararına olarak çıkarılmış olduğu açıkça anlaşılabiliyorsa
amaç unsuru bakımından Anayasa’ya aykırılık söz konusudur. (AYM, E.2023/161,
K.2024/53, 22/02/2024, § …)
Tebligatın diğer bir amacı ise hukuki güvenlik ilke ve istikrarın
sağlanmasıdır. Tebligat hukukuna ilişkin usul ve yöntemler kanunla hukuki
zemine oturtularak öngörülen şekillerde uygulanmaktadır.
Hukuki güvenlik ile belirlilik ilkeleri, hukuk devletinin ön
koşullarındandır. Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki
güvenlik ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem
ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde
bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Belirlilik
ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir
duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve
uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı
koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir. Bu bakımdan kanunun metni,
bireylerin gerektiğinde hukuki yardım almak suretiyle hangi somut eylem ve
olguya hangi hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını belli bir açıklık ve
kesinlikte öngörebilmelerine imkân verecek düzeyde kaleme alınmış olmalıdır.
Dolayısıyla kanunun uygulanması öncesinde muhtemel etki ve sonuçlarının yeterli
derecede öngörülebilir olması gereklidir (AYM, E.2013/39, K.2013/65, 22/5/2013;
Karlis A.Ş., § 34). Belirlilik ilkesi hukuksal güvenlikle bağlantılı olup
birey, belirli bir kesinlik içinde hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal
yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini
doğurduğunu kanundan öğrenebilme imkânına sahip olmalıdır. Birey, ancak bu
durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörüp davranışlarını düzenleyebilir
(Karlis A.Ş., § 34).
Tebligatın bir diğer yönü ise hukuki güvenlik ilkesinde
kendisini göstermektedir. Hukuki güvenlik ilkesi hukuk kurallarının önceden
bilinmesi ve muhatapların önceden bilinebilir ve öngörülebilir bu kurallara
uygun olarak hareket etmesi şeklinde tanımlanmaktadır. Hukuki güvenlik ilkesi
hukuk devleti ilkesinin şekli gereklerinden birisidir. Ayrıca hukuki güvenlik
ilkesi adil yargılanma hakkının fiili olarak uygulanmasına katkı sağlamakta
olup temel hak ve özgürlüklerin güvencesidir. Tebligat hukuku açısından hukuki
güvenlik ilkesi hukuki işlemlerin muhataplarının hak arama hürriyetinin
başlangıcı açısından büyük öneme sahiptir.
Bu kapsamda yapılan değerlendirmede; AYM ile diğer mahkemeler
arasındaki tebligatın yapıldığı tarihe ilişkin farklılıkların bulunması hukuki
güvenlik ilkesine aykırıdır. Aynı şekilde uygulamada bu 5 günlük sürenin ek
süre halini alması ve amacından sapması da amaç unsuru bakımında sakatlık
oluşturduğundan hukuki güvenlik ilkesine aykırıdır.
Anayasa'nın 5. (Devletin Temel Amaç ve Görevleri - kişinin temel
hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak
surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak) uyarınca
yapılan değerlendirmede;
Anayasa'nın 5. maddesinde "Devletin temel amaç ve
görevleri, Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin
bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun
refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini,
sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan
siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî
varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır." denilmektedir.
Buna göre kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak devletin
temel amaç ve görevlerindendir.
Anayasa'nın 5. maddesinde; kişinin temel hak ve hürriyetlerini,
sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan
siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmak, insanın maddi ve manevi
varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak devletin temel
amaç ve görevleri arasında sayılmıştır. Buna göre bireylerin yaşam şartlarının
iyileştirilmesi ve hak ve özgürlüklere ulaşmalarının önündeki her türlü engelin
kaldırılması devletin anayasal bir ödevidir. (Tuğçe Akgül Maraş, B. No:
2019/6744, 1/11/2023, § …)
Bu kapsamda yapılan değerlendirmede adil yargılama hakkı
kapsamında önemli bir yer tutan tebligata ilişkin bu düzenlemede tebligatın
yapıldığı tarihe ilişkin Yüksek yargı organları ile mahkemeler arasındaki
belirsizliğin devam etmesi bu maddeye aykırıdır.
Anayasa'nın 10. maddesi (Kanun Önünde Eşitlik) uyarınca yapılan
değerlendirmede;
Anayasa’nın 10. maddesinde “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet,
siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım
gözetilmeksizin kanun önünde eşittir./ Kadınlar ve erkekler eşit haklara
sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu
maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz./
Çocuklar, yaşlılar, özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile
malul ve gaziler için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz./
Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz./ Devlet organları
ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun
olarak hareket etmek zorundadırlar.” denilmek suretiyle kanun önünde eşitlik
ilkesine yer verilmiştir.
Anayasa’nın anılan maddesinde belirtilen kanun önünde eşitlik
ilkesi hukuksal durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli
değil hukuksal eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı aynı durumda
bulunan kişilerin kanunlar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak,
kişiler arasında ayrım yapılmasını ve kişilere ayrıcalık tanınmasını
önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi ve topluluklara ayrı
kurallar uygulanarak kanun karşısında eşitliğin çiğnenmesi yasaklanmıştır.
Kanun önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı tutulacağı
anlamına gelmez. Durumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da topluluklar için
değişik kuralları ve uygulamaları gerektirebilir. Aynı hukuksal durumlar aynı,
ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa Anayasa’da öngörülen
eşitlik ilkesi zedelenmez.
Bu süre elektronik tebligat adresi kullanan ile kullanmayan
arasında eşitsizliğe sebep olmaktadır. Elektronik tebligatta ilk gün açılsa
dahi fiziki tebligata göre 5 gün ek süre olmaktadır. Ayrıca farklı yorumlamalar
nedeniyle yukarıda belirttiğimiz örnek kararlardan da anlaşılacağı üzere hak
kayıplarına sebep olmaktadır. Hak arama yolunda mühim olan hakkın esasından
tecellisidir. Bu gibi farklı uygulamalar karmaşık olan usul kurallarını daha da
karmaşık hale getirmektedir. Usulün sade, basit ve düz olması, esasın da bir o
kadar zengin olması hukukun ideası, olması gerekenidir.
Anayasa'nın 13. maddesi (Temel hak ve hürriyetlerin
sınırlanması) uyarınca yapılan değerlendirmede;
Anayasa’nın 13. maddesinde “Temel hak ve hürriyetler, özlerine
dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere
bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın
sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine
ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz.” denilmektedir. Buna göre mahkemeye erişim
hakkına sınırlama getiren düzenlemelerin kanunla yapılması, ayrıca Anayasa’da
öngörülen sınırlama sebebine uygun ve ölçülü olması gerekir.
Esasen temel hakları sınırlayan kanunun bu niteliklere sahip
olması Anayasa’nın 2. maddesinde güvenceye alınan hukuk devleti ilkesinin de
bir gereğidir. Hukuk devletinde, kanuni düzenlemelerin hem kişiler hem de idare
yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net,
anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî
uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi gerekir. Kanunda bulunması gereken
bu nitelikler hukuki güvenliğin sağlanması bakımından da zorunludur. Zira bu ilke
hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde
devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven
duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar (AYM, E.2015/41,
K.2017/98, 4/5/2017, §§ 153, 154). Dolayısıyla Anayasa’nın 13. maddesinde
sınırlama ölçütü olarak belirtilen kanunilik, Anayasa’nın 2. maddesinde
güvenceye bağlanan hukuk devleti ilkesi ışığında yorumlanmalıdır.
Anayasa’nın 13. maddesinde güvence altına alınan ölçülülük
ilkesi elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden
oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen sınırlamanın amaca ulaşmaya elverişli
olmasını, gereklilik amaç bakımından sınırlamanın zorunlu olmasını, diğer bir
ifadeyle aynı amaca daha hafif bir sınırlama ile ulaşılmasının mümkün
olmamasını, orantılılık ise hakka getirilen sınırlama ile amaç arasında makul
bir dengenin gözetilmesi gerekliliğini ifade etmektedir. Kuralla mahkemeye
erişim hakkına getirilen sınırlamanın elverişlilik, gereklilik ve orantılılık
alt ilkelerine uygun olması gerekir.
Bu kapsamda mahkemeye erişim hakkını sınırlamaya yönelik bir
kanuni düzenlemenin şeklen var olması yeterli olmayıp kuralların keyfîliğe izin
vermeyecek şekilde belirli ve öngörülebilir nitelikte olması gerekir.
Kanunda belirtilen 5 günlük sürenin zorunluluk arz etmemesi
nedeniyle gereklilik ilkesine aykırı olduğu, amaca ulaşmaya yönelik bir süre
olmaması nedeniyle elverişli olmadığı, çünkü burada gelişen teknoloji ile
birlikte bu süre bilgilendirmeden ziyade ek süre halini aldığı ayrıca 5 günlük
sürenin rast gele belirlenen varsayımsal bir süre olması nedeniyle keyfi olduğu
ve nesnellikten uzak olduğu anlaşılmıştır.
Anayasa'nın 36. maddesi (Hak Arama Hürriyeti - adil yargılanma
hakkı) uyarınca yapılan değerlendirmede;
Anayasa’nın 36. maddesinde “Herkes, meşru vasıta ve yollardan
faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve
savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir./Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi
içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.” denilmektedir. Anılan maddeyle güvence
altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü, bir temel hak niteliği
taşımasının ötesinde diğer temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde
yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden
birini oluşturmaktadır. Kişinin bir haksızlığa uğradığını iddia edebilmesinin
ya da maruz kaldığı haksız bir uygulama veya işleme karşı haklılığını ileri
sürüp kanıtlayabilmesinin, uğradığı zararı giderebilmesinin en etkili ve
güvenceli yolu yargı mercileri önünde dava hakkını kullanabilmesidir (AYM,
E.2017/178, K.2018/82, 11/7/2018, § 11).
Adil yargılanma hakkı, niteliği gereği devletin düzenleme
yapmasını gerektiren bir haktır. Zira bu hakkın Anayasa'da zikredilmiş olması
kendi başına bir anlam ifade etmemekte, bireylerin bu haktan yararlanabilmesi
için devletin en azından yargı teşkilatını kurması ve yargılama usullerini
belirlemesi gerekmektedir. Devletin düzenleme yetkisini haiz olduğu alanlarda
belli ölçüde takdir yetkisine sahip olduğunun kabulü gerekir. Bu sebeple adil
yargılanma hakkına yönelik sınırlamalar getirilirken kanun koyucuyu bağlayan
belli bir meşru amaçlar listesi bulunmamaktadır. Ancak kanun koyucunun bu
takdir yetkisinin Anayasa Mahkemesinin denetimine tabi olduğu açıktır (İsmail
Avcı, B. No: 2019/12190, 22/2/2022, § 55).
Tebligat, yetkili makamlarca birtakım hukuki işlemlerin, bu
işlemin hukuki sonuçlarından etkilenmeleri amaçlanan kişilere Kanuna uygun
şekilde bildirimi ve bu bildirimin usulüne uygun olarak yapıldığının belgelendirilmesi
işlemidir. Usulüne uygun işlemlerin kendilerine bağlanan hukuki sonuçları
doğurabilmesi için muhatabına bildirilmesi gerekir. Usulüne uygun olarak
yapılan tebligat, Anayasa’da güvence altına alınmış olan iddia ve savunma
hakkının tam olarak kullanılabilmesinin ve bireylere tanınan hak arama
hürriyetinin önemli güvencelerinden biridir.
(AYM, E.2018/144, K.2019/72 19/09/2019, § …)
Mahkemeye erişim hakkı bir uyuşmazlığı mahkeme önüne
taşıyabilmek ve uyuşmazlığın etkili bir şekilde karara bağlanmasını
isteyebilmek anlamına gelmektedir (Özkan Şen, B. No: 2012/791, 7/11/2013, §
52).
Sözleşme’de açıkça yer almasa da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
(AİHM) mahkemeye erişim hakkını adil yargılanma hakkının en temel unsurlarından
biri olarak nitelendirmektedir (Roche/Birleşik Krallık [BD], B. No: 32555/96,
19/10/2005, § 117; Stanev/Bulgaristan [BD], B. No: 36760/06, 17/1/2012, § 229).
AİHM, mahkemeye ulaşmayı aşırı derecede zorlaştıran ya da imkânsız hâle getiren
uygulamaların mahkemeye erişim hakkını ihlal edebileceğini vurgulamaktadır
(Golder/Birleşik Krallık [GK], B. No: 4451/70, 21/2/1975, § 36).
Dava açma süresinin başlangıcına esas alınması nedeniyle
tebliğin hangi tarihte yapılmış sayılacağı hususunu düzenleyen kuralın
mahkemeye erişim hakkını etkilediği tartışmasızdır.
İdari mercilerin ilgililere tebligat yapmasıyla birlikte tebliğe
konu işleme karşı idareye başvuru süresi ve hak düşürücü nitelikte olan dava
açma süresi işlemeye başlamakta ve bu süreler geçirildikten sonra yargı
mercileri nezdinde dava açma hakkı yitirilmektedir. İdareye başvuru ve dava
açma süresini elektronik tebligatın muhatabın elektronik adresine ulaştığı
tarihi izleyen beşinci günün sonu itibarıyla başlatan itiraz konusu kuralla
tebligatın yapılmış sayılması ve dolayısıyla dava açma süresinin başlaması için
belirli bir zaman kısıtlaması öngörüldüğü dikkate alındığında mahkemeye erişim
hakkına yönelik bir sınırlama yapıldığı açıktır. İşlemin yapılması için ek süre
tanınması da yeni bir düzenleyici işlem olduğundan bunu da sınırlama olarak
değerlendirmek gerekmektedir. Bu yönde ek süre verilerek ek bir kural daha
konulması mahkemeye erişim hakkına sınırlama getirmektedir. Bu hali ile
tebligatın elektronik posta kutusuna konulduğu an tebligatın yapıldığı an
olarak kabul edilmesi gerekirken ek 5 günlük süre konulması da bu hali ile bir
an evvel neticeye ulaşmaya sınırlama getirdiği açıktır. Devletin düzenleme
yapma yetkisi kapsamında yapılan düzenlemenin geçerli bir gerekçesi olmalıdır.
Aynı şekilde düzenleme kamu yararı amacı taşımalıdır ve uygulanacak olaylara
göre elverişli olmalıdır. Ayrıca düzenlemenin amaç unsurunda da sakatlık
bulunmaktadır. Bu süre öğrenmiş sayılma süresinden ziyade ek süre vasfına
bürünmüştür.
Anayasa'nın 40. maddesi (Temel Hak Ve Hürriyetlerin Korunması)
uyarınca yapılan değerlendirmede;
Anayasa’nın 40. maddesinin birinci fıkrasında “Anayasa ile
tanınmış hak ve hürriyetleri ihlâl edilen herkes, yetkili makama
geciktirilmeden başvurma imkânının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir.”
denilmiştir. Anılan hükme göre kişilerin yargı makamları ile idari makamlar
önünde haklarını arayabilmelerine kolaylık ve imkân sağlanması anayasal bir
zorunluluktur. Bu zorunluluk, temel hak ve özgürlüğü ihlal edilen ya da ihlal
edildiğini iddia eden kişilerin ilgili yargı veya idari merciler nezdinde
şikâyetlerini dile getirmesi hususunda devlete gerekli ve yeterli mekanizmaları
oluşturarak uygun koşulları sağlama yükümlülüğü getirmektedir (AYM, E.2019/102,
K.2019/99, 25/12/2019, § 16).
Bu çerçevede Anayasa’nın anılan maddesinde güvence altına alınan
etkili başvuru hakkı; anayasal bir hakkının ihlal edildiğini ileri süren
herkese hakkın niteliğine uygun olarak iddialarını inceletebileceği makul,
erişilebilir, etkili, ihlalin gerçekleşmesini veya sürmesini engellemeye ya da
sonuçlarını ortadan kaldırmaya elverişli idari ve yargısal yollara başvuruda
bulunabilme imkânının sağlanmasını teminat altına almaktadır (AYM, E.2019/102,
K.2019/99, 25/12/2019, § 17).
Vatandaşın yargı mercileri önünde meramını anlatması için
yeterli mekanizmayı sağlamalı, uygulamada yeknesaklığı hakim kılmalıdır. Bu 5
günlük süre korunan hukuki menfaat için elverişli bir düzenleme niteliğini haiz
değildir.
Anayasa'nın 141. maddesi (Duruşmaların Acık Ve Kararların
Gerekçeli Olması - Davaların en az giderle ve mümkün olan süratle
sonuçlandırılması) uyarınca yapılan değerlendirmede;
Yargılamada taraflara belirli usule ilişkin güvenceler sağlayan
adil yargılanma hakkının önemli unsurlarından biri de makul sürede yargılanma
hakkıdır. Anayasa'nın 141. maddesinde "Davaların en az giderle ve mümkün
olan süratle sonuçlandırılması yargının görevidir" denilmek suretiyle
davaların makul bir süre içinde bitirilmesi gerekliliği açıkça ifade
edilmiştir. Bu ilke gereğince devlet, yargılamaların gereksiz yere uzamasını
engelleyecek etkin çareler oluşturmak zorundadır. Bu bağlamda hukuk sisteminin
ve özellikle yargılama usulünün yargılamaların makul süre içinde bitirilmesini
mümkün kılacak şekilde düzenlenmesi ve davaların nedensiz olarak uzamasına yol
açacak usul kurallarına yer verilmemesi, mahkemelerin nicelik ve nitelik
bakımından yeterli miktarda insan kaynağı, araç ve gereçlerle donatılması makul
sürede yargılanma ilkesinin bir gereğidir (AYM, E.2013/4, K.2013/35,
28/2/2013). Dolayısıyla yargılamaların makul sürede tamamlanması amacıyla
mahkemeye erişim hakkına müdahalede bulunulması mümkündür.
Elektronik tebligattaki 5 günlük süre yargılamaların uzamasına
sebep olmaktadır. İtiraza esas dosyada olduğu gibi 5 günlük sürenin duruşma
gününe denk gelmesi nedeniyle yargılamanın 1 celse daha uzaması bu duruma küçük
bir örnektir.
Bu kapsamda yapılan değerlendirmede; elektronik tebligatta 5
günlük, ihtimale dayanan bu keyfi süre Hukuk devleti, Devletin, kişinin temel
hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak
surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırma
yükümlülüğüne, Kanun Önünde Eşitlik ilkesine, Temel hak ve hürriyetlerin
sınırlanması ilkesine, Hak Arama Hürriyetine, Davaların en az giderle ve mümkün
olan süratle sonuçlandırılması ilkesine aykırı olmakla iptali gerekmektedir.
6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri
Hakkında Kanunun 43. maddesinin 3. fıkrası uyarınca Mahkemenizce re'sen
gözetilecek diğer gerekçeler de göz önünde bulundurularak iptal kararı verilmesi
talep olunur.
GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ: Yukarıda açıklanan gerekçelerle;
1-
Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 152/1 maddesi uyarınca,
7201 sayılı Tebligat Kanunu’nun;
Madde 7/a maddesinin (4) numaralı fıkrasında yer alan;
"...tarihi izleyen beşinci günün sonunda..."
ibaresinin
Anayasanın 2., 5., 10., 13., 36., 40. ve 141. maddelerine aykırı
olması nedeniyle re'sen Anayasa Mahkemesine itiraz yoluna başvurulmasına ve
kanunun bu ibaresinin İPTALİNİN istenilmesine,
2- 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama
Usulleri Hakkında Kanunun 40. maddesi uyarınca;
a- Başvuru kararının aslı ile tutanağın ve dava dosyasında yer
alan evrakın onaylı birer örneğinin oluşturulacak dizi listesine bağlanılarak
bir dosya halinde Anayasa Mahkemesine GÖNDERİLMESİNE,
b- Başvuru dosyasının Anayasa Mahkemesine gönderilmesinden
itibaren 5 ay BEKLENİLMESİNE, bu süre içinde karar verilmezse davanın
yürürlükteki hükümlere göre (Anayasa Mahkemesinin kararı esas hakkında karar
kesinleşinceye kadar gelmesi halinde Anayasa Mahkemesi hükmüne uyulması
koşuluyla) SONUÇLANDIRILMASINA,”