“...
1) 15.04.2021 tarihli ve 7316 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 3. maddesiyle 6183 sayılı Kanun’un değiştirilen 90. maddesinin ikinci cümlesinin Anayasa’ya aykırılığı
7316 sayılı Kanun’un 3. maddesiyle 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsili Usulü Hakkında Kanun’un gayrimenkul malların satışı ve satış komisyonlarını düzenleyen 90. maddesi değiştirilmiştir. Buna göre gayrimenkuller, satış komisyonlarınca fiziki veya elektronik ortamda açık artırma ile satılır; satış komisyonunun oluşumu alacaklı amme idarelerince belirlenir; komisyonun çalışma usul ve esaslarını belirlemeye Hazine ve Maliye Bakanlığı yetkilidir. Ancak satış komisyonunun oluşumunun alacaklı amme idarelerince belirlenmesine cevaz veren, değiştirilen 90. maddenin iptali talep edilen ikinci cümlesi, Anayasa’ya aykırıdır.
6183 sayılı Kanun’un 90. maddesinin 7316 sayılı Kanun’un 3. maddesi ile değiştirilmeden önceki hali:
“Gayrimenkuller satış komisyonlarında açık arttırma ile satılır. Satış komisyonu, il ve ilçelerde en büyük mal memurunun veya tevkil edeceği zatın reisliği altında belediye meclisi tarafından kendi azası içinden seçilmiş bir zat ile alacaklı amme idaresinin salahiyetli bir memurundan ve gayrimenkulün bulunduğu yer tapu sicil muhafızı veya tevkil edeceği zattan teşekkül eder.” şeklindedir.
6183 sayılı Kanun’un 90. maddesinin 7316 sayılı Kanun’un 3. maddesi ile değiştirildikten sonraki hali:
“Gayrimenkuller, satış komisyonlarınca fiziki veya elektronik ortamda açık artırma ile satılır. Satış komisyonunun oluşumu alacaklı amme idarelerince belirlenir. Komisyonun çalışma usul ve esaslarını belirlemeye Hazine ve Maliye Bakanlığı yetkilidir.” şeklindedir.
Maddenin lafzından anlaşılacağı üzere; kanun koyucu, satış komisyonlarının kimlerden teşekkül edeceği hususunda numerus clausus sayma usulünü terk etmiş ve bu yetkiyi, alacaklı amme idaresinin uhdesine bırakmıştır. Bu durum, Anayasa’ya aykırıdır.
Nitekim hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa’ya ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasa’nın bulunduğu bilinci olan devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin 02.06.2009 tarihli ve 2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı Kararı). Hukuk devletinin ön koşullarından olan hukuki güvenlik ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, hukuki belirlilik ilkesi de kanun hükümlerinin şüpheye yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılabilir olmasını ve ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (bkz. AYM 9.2.2017, 2016/143 E.– 2017/23 K. par. 13; RG. 12.4.2017-30036) (Anayasa Mahkemesi’nin 04.05.2017 tarihli ve 2015/41 E.; 2017/98 K. sayılı Kararı). Başka bir deyişle, hukuk devleti ilkesi gereğince, idareye davranışta bulunurken veya görevlerini yerine getirirken belirli oranda hareket serbestliği sağlayan takdir yetkisinin kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi biçimde gerçekleşemez; idarenin takdir yetkisinin sınırları, keyfi işlem ve eylemleri önlemek amacıyla kanunla çizilmelidir. Öte yandan; Anayasa’nın 123. maddesinde yer alan idarenin kanuniliği ilkesinin iki boyutu bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin secundum legem özelliğidir (kanuna dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin düzenleme yetkisi kanundan kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intra legem özelliğidir (kanuna aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve eylemleri kanunun çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır.
Bu nedenle alacaklı amme idaresinin satış komisyonunun oluşumunu belirlemesi hususunda, kanuna dayanması ile aykırı davranmaması için üyelerin niteliklerine, unvanlarına, mesleklerine ilişkin kıstaslar (söz gelimi mal memuru, belediye meclisi üyesi, alacaklı amme idaresinin yetkili memuru, taşınmazın bulunduğu yer tapu sicil muhafızı) açık bir şekilde kanun formunda düzenlenmelidir. Aksi takdirde alacaklı amme idaresinin, keyfi biçimde komisyon oluşturması mümkün hale gelecektir. Ne var ki kanun koyucu, iptali talep edilen cümleyle satış komisyonunun oluşumu hususunda alacaklı amme idaresine sınırları belli olmayan bir takdir yetkisi tanımıştır. Her ne kadar kanun koyucu, “Kanunu tatbik etmekle görevli idarelerin yapılarına uygun komisyon oluşumuna imkan sağlamak amacıyla”[1] şeklindeki gerekçeyi kaleme alsa da; bu durum, değerlemeye konu her taşınmaz için satış komisyonlarının öngörülemez biçimde farklı üyelerden oluşumuna, şeffaflıktan uzak bir değer takdiri yapılmasına neden olacaktır. Bir başka deyişle, benimsenen araç, gerekçede zikredilen amaçla ilgisiz ve ölçüsüz sonuçlar doğuracak; hukuk devleti ve kanunilik ilkelerine aykırı şekilde keyfî uygulamaların ortaya çıkmasına yol açacaktır.
Öte yandan Anayasa’nın 7. maddesinde temelini bulan yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine göre yasama yetkisi yalnız Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Bu nedenle idareye düzenleme yetkisi veren bir yasa kuralının temel ilkeleri ortaya koyması ve çerçeveyi çizmesi gerekir. Diğer bir deyişle idareye sınırsız ve belirsiz bir düzenleme yetkisi bırakılamaz. Nitekim idarenin düzenleme yetkisi; sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir yetkidir. Yasa ile yetkilendirme, Anayasa’nın öngördüğü biçimde yasa ile düzenleme anlamını taşımamaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin 02.05.2008 tarihli ve 2005/68 E.; 2008/102 K. sayılı Kararı). İptali talep edilen cümle hükmünde olduğu gibi temel ilkeleri belirlenmeksizin ve çerçevesi çizilmeksizin; idareye (alacaklı amme idaresine); satış komisyonunun oluşumunu belirleme yetkisi veren yasa hükmü, Anayasa’nın 7. maddesine aykırılık oluşturur.
Öte yandan, Anayasa’nın “Genel Esaslar” başlıklı birinci kısmında yer alan 10. maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesi, anayasal bir norm şeklinde düzenlenmiş olup mutlak ve nispi olmak üzere iki anlam taşır. Anayasa’nın 10. maddesinin ilk fıkrası mutlak eşitliği başka bir deyişle kanunların herkese eşit şekilde uygulanmasını düzenler. Nispi eşitlik ise, aynı durumda bulunanların aynı işleme ve farklı durumlarda bulunanların, farklı işlemlere tâbi tutulabilmesini ifade eder. Anayasa Mahkemesi, mutlak eşitlik anlayışının yanında nispi eşitlik anlayışını da benimseyerek, “Eşitlik ilkesi, herkesin her yönden aynı hükümlere bağlı olması gerektiği anlamına gelmez. Bu ilke ile güdülen amaç, benzer koşullar içinde olan, özdeş nitelikte bulunan durumların yasalarca aynı işleme uyruk tutulmasını sağlamaktır.” şeklinde hüküm kurmuştur (Anayasa Mahkemesi’nin 13.04.1976 tarih ve 1976/3 E.; 1976/3 K. sayılı Kararı). Eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun tespiti ise, somut olayda “haklı neden”in var olup olmadığına göre yapılır.
Ancak satış komisyonunun kimlerden oluşacağının kanun düzeyinde belirlenmemesi ve idarenin sınırsız takdir yetkisine dayanarak tesis edeceği düzenleyici (ve dahi birel) işlemlerine bırakılması, satış komisyonunca değerlemesi yapılacak taşınmazlar ve dolayısıyla bu taşınmazların malikleri olan borçlular arasında ayrımcılık/kayırma yapılmasına neden olabilecektir. Diğer bir deyişle iptali talep edilen cümlenin idareye verdiği keyfi uygulamalara sebep olabilecek sınırsız takdir yetkisi, aynı niteliklere (söz gelimi mimari proje, yapı ruhsatı, yapı kullanma izin belgesi, imar durumu, konum, yapım tarihi, kullanılan malzeme kalitesi, tapu takyidat belgesi) sahip iki taşınmazdan birinin haklı neden olmadan ve keyfî şekilde daha yüksek meblağdan değerlenmesine yol açabilecektir. Bu nedenle, aynı nitelikteki taşınmazların maliki olan borçlular bakımından kanun önünde (şekli anlamda) eşitlik temin edilemeyecektir. Burada Anayasa’nın 10. maddesinde öngörülen eşitlik ilkesinin ihlal edildiğinin tespiti için, iptali talep edilen cümlenin, aynı niteliklere sahip taşınmazlar arasında haklı bir neden olmaksızın ayrım yapılmamasını temin edecek ve idareyi bağlayacak güvenceleri öngörmemiş olduğunu belirlemek yeterlidir.
Diğer taraftan satış komisyonunun oluşumu hususu, borçlunun mülkiyet hakkı bakımından da değerlendirilmelidir. Kanun koyucu, söz konusu değişiklikten önce; borçlunun satış sonucunda borcunun tamamını karşılayabilmesi (ve dahi alacaklının alacağının tümünü tahsil edebilmesi) amacıyla; borçlunun alacaklı amme idaresine karşı olan borcuna mukabil gösterdiği mülkiyetindeki taşınmazın gerçek/pazar değerinin en doğru şekilde tespit edilebilmesi için; satış komisyonu üyelerini (hem yerel yönetimden hem merkezi yönetimden) numerus clausus saymıştır.
Bir malın gerçek değeri ile kastedilenin malın pazar değeri olduğu kabul edilmektedir. Avrupa Birliği normlarında (TEGoVa ve Alman Federal İmar Kanunu’nun kabul ettiği) pazar değeri ile “bir bina veya taşınmazın bir özel hukuk sözleşmesi esas alınarak değer tespitinin yapıldığı sırada, satışa meyilli bir satıcı ile bu satıcıya kişisel bağlarla bağlı bulunmayan bir alıcı arasında, taşınmazın piyasada serbestçe satışa sunulabileceği, piyasa ilişkilerinin normal bir satışa engel teşkil etmediği ve satışa konu olan taşınmazın mahiyetine uygun bir pazarlık zamanına sahip olunduğu hallerde elde edilecek fiyat” anlaşılmaktadır (Dietrich, in: Ernst/Zinkahn/Bielenberg/Krautzberger, § 194, Rn. 23, Aktaran: Sadullah Özel, Mülkiyet, Kamulaştırma ve Gerçek Karşılık Hakkı, Yetkin Yayınları, Ankara, 2013, s.180) (Anayasa Mahkemesi’nin 21.05.2021 tarihli ve 2013/7841 Bireysel Başvuru No’lu Selma Arıcan Kararı, § 49). Bir malın gerçek/pazar değerinin doğru biçimde tespit edilmesi, mülkiyet hakkının bir gereğidir.
Nitekim Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi’nin Ek 1 No’lu Protokolü’nde ve Anayasa’nın 35. maddesinde yer alan ve sahibine en geniş yetkileri veren ayni hak olan mülkiyet hakkı, malike o şey üzerinde dilediği gibi kullanma, yararlanma ve tasarrufta bulunma yetkisi sağlar. Mülkiyet hakkı aynı zamanda Devlete, malikin mülkünü koruma ve ona saygı gösterme yükümlülüğü yükler. Mülkiyet hakkı, sınırsız, mutlak bir hak değildir. Anayasa’nın 13. maddesinde düzenlenen sınırlandırmanın sınırlarına uymak kaydıyla mülkiyet hakkı sınırlandırılabilir.
Diğer bir deyişle Anayasa'nın mülkiyet hakkına müdahaleyle ilgili üç kural ihtiva ettiği görülmektedir. Anayasa'nın 35. maddesinin birinci fıkrasında, herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu belirtilmek suretiyle "mülkten barışçıl yararlanma hakkı"na yer verilmiş; ikinci fıkrasında da mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahalenin çerçevesi belirlenmiştir. "Mülkten yoksun bırakma" ve "mülkiyetin kontrolü", mülkiyet hakkına müdahalenin özel biçimleridir. Mülkten yoksun bırakma şeklindeki müdahalede mülkiyetin kaybı söz konusudur. Mülkiyetin kullanımının kontrolünde ise mülkiyet kaybedilmemekte ancak mülkiyet hakkının malike tanıdığı yetkilerin kullanım biçimi, toplum yararı gözetilerek belirlenmekte veya sınırlandırılmaktadır. Mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahale ise genel nitelikte bir müdahale türü olup mülkten yoksun bırakma ve mülkiyetin kullanımının kontrolü mahiyetinde olmayan her türlü müdahalenin mülkten barışçıl yararlanma hakkına müdahale kapsamında ele alınması gerekmektedir (Recep Tarhan ve Afife Tarhan, B. No: 2014/1546, 2/2/2017, §§ 55-58) (Anayasa Mahkemesi’nin 25.07.2017 tarihli ve 2014/15237Bireysel Başvuru No’lu Ahmet Uğur Balkaner [GK] Kararı, § 48).
İptali talep edilen cümlenin yer aldığı madde ise, borçlunun taşınmaz mülkiyetine alacaklı amme idaresi tarafından yapılan müdahaleyi düzenlemektedir. Bu müdahalenin, mülkiyet hakkının sınırlandırılmasının sınırlarına uygun olması gerekmektedir. Ancak satış komisyonunun oluşumunu belirleme yetkisini, idarenin sınırları belli olmayan ve keyfi uygulamalara sebep olabilecek takdir yetkisine bırakmak; borçlunun taşınmazının gerçek/pazar değerinin doğru tespit edilememesine ve dolayısıyla borçlunun mülkiyet hakkına ölçüsüz bir şekilde müdahale edilmesine neden olacaktır. Diğer bir deyişle taşınmazın gerçek/pazar değeri doğru bir şekilde tespit edilemediği takdirde; taşınmaz, daha düşük bedelden satılacak, borçlu borcunu karşılayamayacak ve bu süreç, malik borçlunun taşınmazından “etkili” bir şekilde yararlanamamasıyla sonuçlanacaktır. Öte yandan idarenin kanuniliği ilkesinin gereklerini karşılamayan iptali talep edilen cümle, mülkiyet hakkının ancak kanunla, kamu yararına yönelik olarak ve ölçülü şekilde sınırlanabileceğine ilişkin Anayasal hükümleri (Anayasa’nın 13. ve 35. maddelerini) de ihlal etmektedir. Zira; ifade edildiği üzere, satış komisyonunun oluşumu, kişinin taşınmazının değerinin tespitine etki eden koşullardan birisidir. Söz konusu komisyonun oluşumunun kanun düzeyinde belirli ve öngörülebilir kılınmaması, uygulamada keyfîliğe, belirsizliğe ve öngörülemezliğe yol açacak ve böylece mümkün hale gelen ehil olmayan komisyon oluşumları, taşınmazın gerçek değerinin altında değere sahip addedilmesine yol açabilecektir. Şu halde; bizatihi satış komisyonlarının oluşumunun kanunilik ilkesine uygun olmaması, doğuracağı keyfî ve/veya yanlış değer tespitleriyle, kişinin mülkiyetinden yararlanma hakkını, kamu yararı içermeyen ve ölçüsüz müdahalelerle ihlal edecektir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, birçok kararında (söz gelimi iptali talep edilen cümle hükmünde olduğu gibi kamu cebrine dayanarak mülkiyet hakkına müdahale ile sonuçlanan kamulaştırma hakkında verdiği kararlarında) Devlet tarafından yapılan kıymet takdirinin mülkiyet hakkı ile ilişkisini ele almıştır:
“Örneğin metruk ve çok kötü durumda olduğu için kamulaştırma karşılığı düşük kıymet takdir edilmesinden yakınılan Platakou vakasında başvurucu, kamulaştırma makamı dışındaki bir başka makamdan aldığı ve taşınmazı yaklaşık olarak dört kat daha değerli gösteren resmi bir kıymet takdiri sunarak P1-1’in ihlal edildiğini göstermeyi başarmıştır (Platakou v. Greece, App. No. 38460/97, Judgment of 11 January 2001, paras. 55-57). Özellikle, kamu makamlarına kuvvetli bir takdir marjı sağlayan ve netice itibariyle piyasa değerinden düşük bir bedele kamulaştırma yapılmasına olanak veren meşru ekonomik, siyasi ve toplumsal amaçların bulunmadığı hallerde, bilirkişinin yaptığı kıymet takdiri ile ulusal yargı yerinin kamulaştırılan mülk için biçtiği kıymet arasında meydana gelebilecek anlamlı fark, mülkiyet hakkının ihlal edildiğinin bulgulanmasına yetebilir (Scordino v. Italy, No. 1, App. No. 36813/97, GC Judgment of 29 March 2006, paras. 99- 103). Broniowski kararında, gerçek değerin sadece %2’sine denk gelen miktarda tazminat verilmesi Sözleşmenin ihlali olarak görülmüştür (Broniowski v. Poland, App. No. 31443/96, GC Judgment of 22 June 2004, para. 186).”[2]
Anayasa’nın 90. maddesine göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin usulüne göre yürürlüğe konmuş uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı koruyucu, kullanımını genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar hiyerarşisinde kanunun üstündedir. İptali talep edilen cümle, mülkiyet hakkına ilişkin Anayasa hükümleriyle benzer hükümler içeren Türkiye’nin taraf olduğu anlaşmaları (söz gelimi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin Ek 1 No’lu Protokolü’nü) ihlal ettiğinden Anayasa’nın 90. maddesine de aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle 15.04.2021 tarihli ve 7316 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 3. maddesiyle 6183 sayılı Kanun’un değiştirilen 90. maddesinin ikinci cümlesi, Anayasa’nın 2., 7.,10., 13., 35. ve 90. 123. maddelerine aykırıdır; anılan cümlenin iptali gerekir.
2) 15.04.2021 tarihli ve 7316 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 7. maddesiyle 4447 sayılı Kanun’a eklenen Geçici Madde 30’un birinci ve dördüncü fıkralarında yer alan “Fondan” ibaresi ile altıncı fıkrasında yer alan “Fon tarafından” ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
7316 sayılı Kanun’un 7. maddesiyle 4447 sayılı Kanun’a eklenen Geçici Madde 30 ile Nace Revize 2 kodu 56 olan yiyecek ve içecek hizmeti faaliyetleri ile kodu 61.90.05 olan internet kafe faaliyetleri, 85.51.03 kodlu spor ve eğlence eğitim kursları (futbol, dövüş sanatları, jimnastik, binicilik, yüzme, dalgıçlık, paraşüt, briç, yoga, vb. eğitimi ile profesyonel spor eğitimcilerinin faaliyetleri dâhil, temel, orta ve yükseköğretim düzeyinde verilen eğitim hariç) faaliyetleri, 93.11.01 kodlu spor tesislerinin işletilmesi (futbol, hokey, paten, golf, vb. sahaları, yarış pistleri, stadyumlar, yüzme havuzları, tenis kortları, bovling alanları, boks arenaları, vb. tesisler), 93.12.07 kodlu yüzme kulüplerinin faaliyetleri, 93.13.01 kodlu form tutma ve vücut geliştirme salonlarının faaliyetleri, 93.19.05 kodlu bilardo salonlarının faaliyetleri, 93.21.01 kodlu eğlence parkları ve lunaparkların faaliyetleri, 93.29.02 kodlu düğün, balo ve kokteyl salonlarının işletilmesi (yiyecek ve içecek sunum hizmetleri hariç), 93.29.03 kodlu bozuk para veya jetonla çalışan oyun makinelerinin işletilmesi (langırt, tilt, atari salonları, vb.), 96.02.01 kodlu güzellik salonlarının faaliyetleri (cilt bakımı, kaş alma, ağda, manikür, pedikür vb.nin bir arada sunulduğu salonlar) (sağlık bakım hizmetleri hariç), 96.04.01 kodlu hamam, sauna, vb. yerlerin faaliyetleri, 96.04.02 kodlu kaplıca, ılıca, içmeler, spa merkezleri vb. yerlerin faaliyetleri (konaklama hizmetleri hariç) veya 96.04.03 kodlu zayıflama salonu, masaj salonu, solaryum, vb. yerlerin işletilmesi faaliyetleri (form tutma salonlarının ve diyetisyenlerin faaliyetleri hariç) kapsamındaki işyerlerinde, 2021 yılı Mart ayında hizmet akdi bulunan ve ücretsiz izne gönderilmeyen, işten çıkarılmayan ve 2021 yılı Nisan ve Mayıs aylarında fiilen çalıştırılan sigortalı işçilerin, 2021 yılı Nisan ve Mayıs ayları için prime esas kazanç alt sınırı üzerinden hesaplanan sigortalı ve işveren hissesi primlerinin tamamının, bu işverenlerin Sosyal Güvenlik Kurumu’na ödeyecekleri tüm primlerden mahsup edilmek suretiyle Fondan karşılanması düzenlenmiştir.
Söz konusu düzenleme ile Fon amacı dışında kullanıma açılmış, çalışanların işsizlik halinde ekonomik güvencelerinin sağlanması amacından sapılarak Anayasamızın 60’ncı maddesinde belirlenen yükümlülük ve ödeve aykırı bir durum ortaya çıkmıştır.
Bu nedenle 7316 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 7. maddesi ile 4447 sayılı Kanun’a eklenen Geçici Madde 30’un birinci ve dördüncü fıkralarında yer alan “Fondan” ibaresi ile altıncı fıkrasında yer alan “Fon tarafından” ibaresi, Anayasa’nın “sosyal hukuk devleti ilkesi”ne ve sosyal güvenlik hakkına ilişkin hükümlerine aykırıdır. Bir başka deyişle söz konusu düzenleme Anayasa’nın 2., 60. ve 65. maddelerine aykırıdır. Aşağıda sırasıyla ayrıntılı olarak söz konusu ibarelerin Anayasa’nın ilgili maddelerine aykırılıkları tanımlanacaktır.
7316 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 7. maddesi ile 4447 sayılı Kanun’a eklenen Geçici Madde 30 ile Kanun’da belirtilen faaliyet alanları ile sınırlı olmak üzere 2021 Mart ayında Kanun’da belirtilen faaliyet alanlarında faaliyet gösteren işyerlerinde çalışmakta olan kişilerin Nisan ve Mayıs aylarına ilişkin 5510 sayılı Kanun gereğince ödenmesi gereken prime esas kazanç alt sınırı üzerinden hesaplanan sigortalı ve işveren sigorta primlerinin tamamının İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanmasına dair düzenleme, Anayasa’nın 60. maddesinde yer alan “sosyal güvenlik hakkı” ile çelişmektedir.
Niteliği itibarı ile ekonomik ve sosyal bir hak olarak sosyal güvenlik hakkı Devlete bu hakkı hayata geçirmek için gereken tedbirleri almak ve teşkilatı kurmak gibi bir yükümlülük yükler. Sosyal güvenlik hakkı, bu anlamda pozitif statü hakları arasında yer alır ve Devlete edim borcu yükler. Devlet için sosyal güvenliği sağlama yükümlülüğünü beraberinde getirir. Sosyal güvenlik bu anlamda insanlar için bir hak, devletler için ise bir ödev, bir yükümlülüktür. Sosyal güvenlik hakkı, kişilere devletten sosyal güvenliğini sağlamak için gerekeni yapmayı talep etme hakkı olarak öznel bir hak verir.
1982 Anayasası, bu özelliklere uygun bir muhteva içerisinde sosyal güvenlik hakkını düzenlemiştir. Asıl olarak sosyal güvenlik hakkı Anayasamızın 60. maddesinde düzenlenmiştir. Bu maddede, “Madde 60: "Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar." hükmü bulunmaktadır. Bu maddeye göre Anayasamızda sosyal güvenlik hakkı tanımlanmıştır.
Anayasa bu hakkı sosyal ve ekonomik bir hak olarak düzenlemekle yetinmemiş ayrıca bu niteliğin sonuçlarını vurgulamak için “Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar” (m. 60/2) hükmüne yer vermiştir. Şu halde Devlet, sosyal güvenliği sağlamak için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür. Devlet; sosyal güvenlik hakkını etkili kılmak için kanuni düzenlemeleri yapmakla, kanunların uygulama esaslarını tüzük ve yönetmelikler çıkararak düzenlemekle ve herkesin sosyal güvenliğini sağlayacak tedbirleri almakla yükümlüdür.
Çağdaş dünyada devletler, sosyal güvenliği sağlamak için bir teşkilat ve bir sistem kurmakla yükümlüdürler. Anayasamız da, sosyal devletin en ilksel gerekliliği olarak Devleti sosyal güvenlik teşkilatlanmasını yapmakla ve sosyal güvenliği sağlayacak bir sistemi kurmakla yükümlü kılmıştır. Nitekim, Anayasa Mahkemesi’nin çeşitli kararlarında da bu yükümlülüğün altı çizilmiştir.
“Anayasa'nın 60. maddesinde, herkesin, sosyal güvenlik hakkına sahip olduğu, Devletin, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alacağı ve örgütü kuracağı kurala bağlanmıştır. Bu maddeye göre, sosyal güvenlik herkes için bir hak ve bunu gerçekleştirmek ise Devlet için bir görevdir. Sosyal güvenlik hakkı, sosyal sigorta kuruluşlarınca kendi kuralları çerçevesinde yerine getirilir. Sosyal güvenliğin ve sigortanın varlık nedeni sosyal risklerin karşılanmasıdır. Devletin Anayasa'da güvence altına alınan sosyal güvenlik haklarının yaşama geçirilmesi için gerekli önlemleri alması, sosyal güvenlik politikalarını bilimsel verilere göre belirlemesi ve bunun için gerekli yasal düzenlemeleri yapması doğaldır. Nesnel ve sürekli kurallarla sağlam ve sağlıklı temellere oturtulmayan bir sosyal güvenlik sisteminin sürdürülebilir olması düşünülemez. Bu düzenin korunması Anayasa'nın 60. maddesinde yer alan sosyal güvenlik hakkının güvenceye alınması için de zorunludur.” (AYM, E: 2011/42, K: 2013/60, R.G. Tarih-Sayı 25.7.2014-29071; AYM, E. 2006/111, K: 2006/112, R.G. Tarih/Sayı: 30.12.2006/26392 5. Mükerrer)
Görüleceği üzere Anayasa Mahkemesi kararlarında da Anayasanın 60. maddesinde, sosyal güvenlik, bireyler yönünden "hak", Devlet yönünden "ödev" olarak öngörülmüştür. Anayasa koyucu, Devleti yalnızca sosyal güvenliği sağlayacak önlemleri almak ve gerekli örgütü kurmakla görevlendirmemiş, aynı zamanda bunu Devletin yükümlülüğü olarak görmüş ve olumlu edim yükümlülüğü getirmiştir. Toplumsal dayanışmanın kurumsal duruma getirilmesini anlatan sosyal güvenlik sisteminin, Devletin, Anayasa'nın 60. maddesi gereğince kurmakla görevli ve yükümlü olduğu sosyal güvenlik örgütü ile yine Devletin sosyal güvenliği sağlamak için alacağı önlemlerin tümünü kapsadığı da yine bu kararlarda ifade edilmiştir.
Devlet, ekonomik ve sosyal risklerden yurttaşlarını korumak ve sosyal güvenlik hakkının hayata geçirilmesi için çeşitli sigortaları kurmuş ve bu sigorta kollarını yönetmek için de iki farklı sosyal güvenlik kurumu kurmuştur. Bunlardan birisi Sosyal Güvenlik Kurumu’dur (SGK), birisi de Türkiye İş Kurumu’dur. SGK, iş kazası, meslek hastalığı sigortası, hastalık sigortası, genel sağlık sigortası şeklindeki kısa vadeli sigorta kolları ile sigortalıların ekonomik ve sosyal haklarının korunması ile uzun vadeli sigorta kolları olan yaşlılık, ölüm ve maluliyet sigortaları ile sigortalıların ve bunların hak sahiplerinin ekonomik haklarının korunması için 5510 sayılı Kanun ile tanımlanmış haklarının hayata geçirilmesi ile görevlendirilmiştir. Türkiye İş Kurumu da 4447 sayılı Kanun ile yürürlüğe giren ve işsizlik halinde sigortalıya gelir güvencesi sağlamaya yönelik kurulmuş İşsizlik Sigortası Fonunun yönetiminden sorumlu tutulmuştur.
Söz konusu her iki kurum da sosyal sigorta kurumudur ve bunların görevleri kanunlarla belirlenmiştir. 4447 sayılı İşsizlik Sigortası Kanunu, Türkiye İş Kurumu’nun görev ve sorumluluklarını, yetkilerini tanımlamıştır. Kanun’a göre Fonun asıl görevi, işsiz kalmış kapsam dahilindeki sigortalılara işsiz kaldıkları sürenin Kanun’da tanımlanan kısmı boyunca “işsizlik ödeneği” adı altında belirli bir gelir sağlamak olarak tanımlanmıştır. Kanun’un ve işsizlik sigortasının asıl amacı, sigortalının kendi kusuruna bağlı olmaksızın haksız bir neden ile veya geçerli bir nedenle sigortalının iş akdinin 4857 sayılı Kanun’a göre feshi halinde sigortalıya işsiz kaldığı dönemde geçimini sağlamaya yönelik bir sosyal sigorta oluşturmaktır.
Söz konusu Kanun’un 46. maddesinin 4. fıkrasına göre İşsizlik Sigortasının amaçlarından birisi, “sigorta primlerinin Sosyal Güvenlik Kurumuna yatırılmasını sağlamak” şeklinde belirtilmiş, 48. maddesinin 6. fıkrasının (b) bendinde de “5510 sayılı Kanun gereği ödenecek sigorta primleri,” ifadeleri ile yukarıda belirtilen işsiz kalmış sigortalının işsiz kaldığı dönemde hastalık veya sağlık sorunları yaşaması halinde de sağlık hizmetlerinden ve tedavilerinden yararlanabilmesi için kısa vadeli sigorta kollarından olan hastalık ve analık sigorta kollarından da yararlanabilmesi düzenlenmiştir. Nitekim, söz konusu fıkranın ve bendin mevzuat açısından 2008 yılında 5754 sayılı Kanun’un 90. maddesiyle değiştirilmeden önce açık bir biçimde “hastalık ve analık sigorta primleri” olarak tanımlanmıştı. Ancak 5510 sayılı Kanun ile Genel Sağlık Sigortası’nın yürürlüğe girmesiyle hastalık ve analık sigortası primleri yerine 5754 sayılı Kanun’un 48. maddesiyle değiştirilen 5510 sayılı Kanun’un 81. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendi kapsamında genel sağlık sigortası primleri kesilmeye başlanmıştır. Bu nedenle de hastalık ve analık sigortası primlerinin kesilmesine ilişkin hükümler değiştirilmiştir.
Görüldüğü üzere 4447 sayılı Kanun’un amaçları arasında HUKUKEN ÇALIŞAN KİŞİLERİN sigorta kolları açısından sosyal güvenlik primlerinin ödenmesi gibi bir düzenleme ve amaç bulunmamaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin 15.10.2020 tarihli ve 2019/46 E.; 2020/55 K. sayılı kararında:
“17. Anayasa’nın 60. maddesinde devlete sosyal güvenlik hakkını sağlayacak gerekli tedbirleri alma ödevi yüklenmiş iken 49. maddesine göre devletin ayrıca işsizliği önlemeye yönelik ekonomik bir ortam yaratma yükümlülüğü de bulunmaktadır. Anayasa’ya aykırı olmamak kaydıyla bu kapsamda alınacak tedbirleri, bu tedbirlerin kapsamını, içeriğini, şeklini ve usulünü belirleme konusunda kanun koyucunun takdir yetkisi bulunmaktadır (benzer yöndeki değerlendirme için bkz. AYM, E.2008/57, K.2010/26, 4/2/2010). Dava konusu kuralla da işverene sağlanacak ücret desteği tutarının Fondan karşılanmasının öngörülmesiyle ilave çalışan istihdamının kolaylaştırılmasının hedeflendiği açıktır. Bu yönüyle kural devletin işsizliği önlemeye yönelik ekonomik bir ortam yaratmak yükümlülüğü kapsamında aldığı bir tedbir niteliğindedir.
18. Öte yandan kural sosyal güvenlik hakkının sağlanmasına hizmet eden işsizlik sigortasının işleyişinde herhangi bir değişiklik öngörmemekte, işsizlik durumunda sigortalıya yapılan ödeme ve sunulan hizmetlerde herhangi bir sınırlamada bulunmamaktadır. Sigortalı, kural öncesinde sahip olduğu imkânları kural sonrasında da aynen muhafaza etmeye devam etmektedir. Bu itibarla işverene sağlanan ücret desteği tutarının Fondan karşılanmasının öngörülmesinin sigortalıların sosyal güvenlik hakları bakımından bir kayba yol açtığı söylenemez.”
şeklindeki görüşü ile yasama erkinin işsizliği önlemeye yönelik düzenlemeler yapabileceği, ayrıca da İşsizlik Sigortası Fonunun işleyişinde herhangi bir değişiklik öngörmemesi durumunda İşsizlik Sigortası Fonundan bu yönde transfer yapılabileceğinin yasama organının takdir yetkisinde olduğunu belirtmektedir. Oysa yapılan düzenleme belirtilen kıstaslara uymamaktadır.
Söz konusu düzenleme, işsizliği önleyici bir nitelikte değildir. Ayrıca söz konusu düzenleme, sigortanın amaçları arasında sayılmayan bir ödeme türü öngörerek işsizlik sigortasının işleyişini bozmaya yönelik bir işlev taşımaktadır.
İşsizlik Sigortasından sağlanan gelir kavramı, prim ödemiş sigortalıya işsizlik süresince temel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir ödenektir. Kanun ile buna yönelik bir düzenleme yapılmamaktadır.
Diğer yandan, Kanun ile getirilen düzenleme, pandemi nedeniyle yukarıda kodları tanımlanan işyerlerinde herhangi bir kanuna dayanmaksızın İçişleri Bakanlığı tarafından yayımlanan genelge şeklindeki bir idari işleme dayalı olarak İl Umumi Hıfsısıhha Kurullarının faaliyete ara verilmesine karar verdiği birtakım işyerlerinden bazıları için getirilmiş bir düzenlemedir. Burada Mart ayında çalışmakta olan işçilerin pandemi nedeniyle 4447 sayılı Kanun gereğince ücretsiz izne çıkarılmayıp ücretlerinin ödenmesi halinde sigorta primlerinin işçi ve işveren hisselerinin tamamının asgari ücret üzerinden hesaplanan kısmının İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanması düzenlenmektedir. Bu düzenleme, İşsizlik Sigortasının mantığı ve amacıyla bağdaşmaz. Bu destek türü, Kanun kapsamında işsizliği önlemeye yönelik bir düzenleme olmadığı gibi, Devletin idari bir tasarrufu nedeniyle ortaya çıkan arızi bir durumun yaratabileceği ekonomik sorunları gidermeye yöneliktir. Dolayısıyla bu tür bir destek, İşsizlik Sigortası Fonu yerine bütçe aracılığıyla yapılması gereken bir destek türüdür.
Diğer yandan, bir sigortalının ödeyeceği sosyal güvenlik primleri, sigortalı ile SGK arasında Anayasa’nın 60. maddesinde ifade edilen sosyal güvenlik hakkı kapsamında ele alınması gereken bir konudur. Anayasa, Devlete sigortalının sosyal sigorta primlerini ödeme yükümlülüğü veya sorumluluğu getirmediği gibi böyle bir görev de vermemiştir. Devlet, ancak SGK’ye “Devlet yardımı” yapmakla görevlendirilmiştir. Bu görevi yerine getirmek de, bütçe kanunlarıyla Sosyal Güvenlik Kurumu’na SGK açıklarını gidermek üzere Kanun ile öngörülen biçimde katkı sağlamakla söz konusu olur.
Hal böyle iken iptali talep edilen düzenleme ile kanuni dayanağı olmayan, bir idari işleme dayalı olarak faaliyetleri durdurulan işyerlerinde ücretsiz izne çıkarılmama şartıyla sigortalıların hukuken çalıştırılmaları (fiilen çalıştırılmadan) halinde, 5510 sayılı Kanun gereğince sigortalı adına ödenmesi gereken 2020 yılı Nisan ve Mayıs ayına ilişkin sigortalı ve işveren sigorta primlerinin prime esas kazanç alt sınırı üzerinden İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanmasına dair bir düzenleme yapılmıştır.
Bu düzenleme, Anayasamızda düzenlenen sosyal güvenlik hakkıyla bağdaşan bir düzenleme değildir. Özellikle işçilerin çeşitli nedenlerle çalışma yaşamı dışında kaldığı hallerde yurttaşlara gelir güvencesi sağlamayı amaçlayan İşsizlik Sigortası Fonunun amaçları arasında sayılmayan ve Devletin yükümlülüğü olmayan bir prim türü ödemesinin yapması sağlanmıştır. Fonun kullanım amaçları da açık bir biçimde 4447 sayılı Kanun’da belirtilmiştir. Bu amaçlar içerisinde işsiz kişilerin uzun vadeli sigorta primlerini ödeme gibi bir amaç bulunmadığı gibi, yapılan bu düzenleme ile Sigortanın kuruluş amaçlarını gerçekleştirmek için ihtiyacı olan maddi birikimin amaç dışı kullanımı söz konusu olacaktır. Sigortalıların ücretlerinden kesilen primler, işçilerin sosyal güvenlik hakkını sağlamak yerine, idarenin Hazineden veya genel bütçeden yapması gereken harcama için kullanılacaktır. Bu da haliyle Fonun kuruluş amacı olan işçilerin işsiz kalmaları durumunda işçilere ödeme yapılmasını etkileyecektir. Bu husus, Anayasamızın 60. maddesi çerçevesinde Devlete yüklenen sosyal güvenlik hakkını düzenleme görevini zedeleyici bir unsur olduğu gibi; Devletin, sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek, malî kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine getirme ödevini ihlal edecek bir şekilde, Fonun amaç dışı kullanımını öngördüğünden de Anayasa’nın 65. maddesindeki sınırlamaya uygun bir yasal düzenleme değildir. Sosyal güvenlik hakkının kapsamını belirlerken ya da bu hakla ilgili sınırları öngörürken, devletin; sosyal güvenlik sistemine dahil fonları, kamu yararı içerseler dahi, başka amaçlarla kullanması mümkün olmamak gerekir.
Belirtilen tüm bu sebepler, ihtilaflı düzenlemenin Anayasa’nın 2. maddesinde öngörülen sosyal devletin gereklerine de aykırı olduğunu da göstermektedir.
Yukarıda belirtilen nedenlerle 15.04.2021 tarihli ve 7316 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 7. maddesi ile 4447 sayılı Kanun’a eklenen Geçici Madde 30’un birinci ve dördüncü fıkralarında yer alan “Fondan” ibaresi ile altıncı fıkrasında yer alan “Fon tarafından” ibaresi, bir sosyal güvenlik kurumu olan İşsizlik Sigortası Fonunun amaç dışı olarak kullanılmasını ve yurttaşların işsiz kaldıkları dönemde gelir güvencesi sağlanmasına yönelik sosyal güvenlik haklarını zedelediğinden; Anayasa’nın 2., 60. ve 65. maddelerinde yer alan sosyal devlet ilkesine, sosyal güvenlik hakkı ve yükümlülüğüne ve amaca uygun kullanım kuralına aykırıdır, iptalleri gerekir.
3) 15.04.2021 tarihli ve 7316 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 9. maddesinin Anayasa’ya aykırılığı
7316 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanunun 9. maddesi ile 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun “Ödenek ve Gelirlere Esas Tutulacak Günlük Kazanç” başlıklı 17. maddenin birinci fıkrasında değişiklik yapılarak, hastalık ve analık hallerinde Kanun’un 16. maddesinde tanımlanan geçici iş göremezlik ödeneği ve emzirme ödeneğinin hesaplanmasına esas tutulacak günlük kazancın hesaplanma şekli değiştirilmekte ve hastalığın veya analık halinde bu hallerin başlangıç tarihinden önceki on iki aydaki son üç ay içinde 80. maddeye göre hesaplanacak prime esas kazançlar toplamının, bu kazançlara esas prim ödeme gün sayısına bölünerek hesaplanması yerine, önceki on iki aydaki prime esas kazançlar toplamının, bu kazançlara esas prim ödeme gün sayısına bölünerek hesaplanması yöntemi getirilmektedir. Ayrıca yapılan bir diğer değişiklikle, son bir yılda 180 günden az çalışmış olan sigortalılar açısından bir ayrım getirilerek, bunlara ödenecek ödeneğe esas olacak günlük kazancın iş göremezliğin başladığı tarihteki günlük prime esas kazanç alt sınırının iki katını geçemeyeceği şeklinde bir üst sınır getirilmektedir. Her iki değişiklik de, Anayasa’nın birden fazla maddesine aykırılık taşımaktadır.
Öncelikle hastalık veya analık halinde ödenecek geçici iş göremezlik ödeneğinin ve emzirme ödeneğinin hesaplanmasına esas olacak günlük kazancın hesabındaki değişiklik, Anayasa’nın 60. maddesinde tanımlanan sosyal güvenlik hakkına aykırılık taşımaktadır.
Niteliği itibarı ile ekonomik ve sosyal bir hak olarak sosyal güvenlik hakkı Devlete bu hakkı hayata geçirmek için gereken tedbirleri almak ve teşkilatı kurmak gibi bir yükümlülük yükler. Sosyal güvenlik bu anlamda insanlar için bir hak, Devletler için ise bir ödev, bir yükümlülüktür. Sosyal güvenlik hakkı, kişilere Devletten sosyal güvenliğini sağlamak için gerekeni yapmayı talep etme olarak öznel bir hak verir.
1982 Anayasası bu özelliklere uygun bir muhteva içerisinde sosyal güvenlik hakkını düzenlemiştir. Sosyal güvenlik hakkı, esas itibariyle Anayasamızın 60. maddesinde düzenlenmiştir. Bu maddede, “Madde 60: "Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar." hükmü bulunmaktadır. Bu maddeye göre Anayasamızda sosyal güvenlik hakkı tanımlanmıştır.
Anayasa bu hakkı sosyal ve ekonomik bir hak olarak düzenlemekle yetinmemiş ayrıca bu niteliğin sonuçlarını vurgulamak için “Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar” (m. 60/2) hükmüne yer vermiştir. Şu halde Devlet sosyal güvenliği sağlamak için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür. Devlet; sosyal güvenlik hakkını hayata geçirmek üzere kanuni düzenlemeleri yapmakla, kanunların uygulama esaslarını tüzük ve yönetmelikler çıkararak düzenlemekle ve herkesin sosyal güvenliğini sağlayacak tedbirleri almakla yükümlüdür.
Çağdaş dünyada devletler sosyal güvenliği sağlamak için bir teşkilat ve bir sistem kurmakla yükümlüdürler. Anayasamız da Devleti sosyal güvenlik teşkilatlanmasını yapmakla ve sosyal güvenliği sağlayacak bir sistemi kurmakla yükümlü kılmıştır. Nitekim, Anayasa Mahkemesi’nin çeşitli kararlarında da bu yükümlülüğün altı çizilmiştir.
“Anayasa'nın 60. maddesinde, herkesin, sosyal güvenlik hakkına sahip olduğu, Devletin, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alacağı ve örgütü kuracağı kurala bağlanmıştır. Bu maddeye göre, sosyal güvenlik herkes için bir hak ve bunu gerçekleştirmek ise Devlet için bir görevdir. Sosyal güvenlik hakkı, sosyal sigorta kuruluşlarınca kendi kuralları çerçevesinde yerine getirilir. Sosyal güvenliğin ve sigortanın varlık nedeni sosyal risklerin karşılanmasıdır. Devletin Anayasa'da güvence altına alınan sosyal güvenlik haklarının yaşama geçirilmesi için gerekli önlemleri alması, sosyal güvenlik politikalarını bilimsel verilere göre belirlemesi ve bunun için gerekli yasal düzenlemeleri yapması doğaldır. Nesnel ve sürekli kurallarla sağlam ve sağlıklı temellere oturtulmayan bir sosyal güvenlik sisteminin sürdürülebilir olması düşünülemez. Bu düzenin korunması Anayasa'nın 60. maddesinde yer alan sosyal güvenlik hakkının güvenceye alınması için de zorunludur.” (AYM, E: 2011/42, K: 2013/60, R.G. Tarih-Sayı 25.7.2014-29071; AYM, E. 2006/111, K: 2006/112, R.G. Tarih/Sayı: 30.12.2006/26392 5. Mükerrer)
Görüleceği üzere Anayasa Mahkemesi kararlarında da Anayasanın 60. maddesinde, sosyal güvenlik, bireyler yönünden "hak", Devlet yönünden "ödev" olarak öngörülmüştür. Anayasa koyucu, Devleti yalnızca sosyal güvenliği sağlayacak önlemleri almak ve gerekli örgütü kurmakla görevlendirmemiş, aynı zamanda bunu Devletin yükümlülüğü olarak görmüş ve olumlu edim yükümlülüğü getirmiştir. Toplumsal dayanışmanın kurumsal duruma getirilmesini anlatan sosyal güvenlik sisteminin, Devlet'in, Anayasa'nın 60. maddesi gereğince kurmakla görevli ve yükümlü olduğu sosyal güvenlik örgütü ile yine Devletin sosyal güvenliği sağlamak için alacağı önlemlerin tümünü kapsadığı da yine bu kararlarda ifade edilmiştir. Mahkeme, yukarıda belirtilen kararda da görüleceği üzere, sosyal güvenlik hakkının hayata geçirilmesinde nesnel ve sürekli kurallar oluşturulması gereğini de belirtmiştir.
Sosyal güvenlik hakkı kavramı içinde yer alıp, prime dayalı katkılar üzerinden güvence sağlayan sosyal sigortalar sistemi, sigortalıların karşılaştıkları değişik riskler karşısında uğradıkları geçici veya sürekli gelir kayıplarıyla gider artışlarını karşılayarak, sigortalının insan onuruna yaraşır asgari yaşam düzeyini sürdürmesini sağlamaktadır. Ancak, sosyal sigortaların güvence kapsamına aldığı riskler ve bu risklerin doğurduğu etkilerin farklılığı, farklı sigorta kolları oluşumunu ve bu kollar üzerinden değişik oranda prim tahsili ve güvence sağlanması sonucunu doğurmuştur. Bu çerçevede sosyal güvenlik hakkının bir unsuru olan sosyal sigorta sisteminin kurulması ve işletilmesinde de bu nesnellik ve sürekliliğin sağlanması, sosyal devlet olmanın bir gereği olarak Devlete yüklenmiş bir ödevdir. Bu nesnellik, ekonomik ve sosyal risklere karşı kurulan kısa ve uzun vadeli her bir sigorta kolu için de geçerli olmalıdır.
Nitekim, sosyal güvenlik sistemlerinin sosyal bir risk olarak kabul ettikleri iş kazası, meslek hastalığı, hastalık ve analık olaylarının bireyin ekonomik durumuna etkisi iki yönlüdür. Bunlardan ilki olan geçici iş göremezlik, kişinin çalışmasını, dolayısıyla mesleki faaliyetinden dolayı gelir elde etmesini engeller veya kişinin çalışma gücünü etkilememekle birlikte olağanüstü giderler (ilaç, doktor, hastane, katılım payı, muayene ücreti gibi) yapmasına neden olur. Hastalık sigortası, hem parasal kayıpları, hem de sağlık yardımları veya sağlık harcamaları nedeniyle ortaya çıkacak olumsuzlukları karşılayarak sigortalının ekonomik ve sosyal risklere karşı korunmasını sağlar.
Türkiye’de hastalık sigortası, 1950 yılından itibaren yasal olarak düzenlenmiştir. Zaman içerisinde kapsamı, çeşitli kesimleri içerecek şekilde genişlemiş ve 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu döneminden itibaren 5510 sayılı Kanun’da da tanımlandığı üzere kısa vadeli sigorta kollarından olarak, hastalık ve analık hallerinde sigortalıya belli kriterler çerçevesinde “geçici iş göremezlik ödeneği” adı altında gelir desteği sunulmasını düzenlemiştir.
Hastalık sigortasından sağlanan ve sigortalının çalışamaması nedeniyle ortaya çıkan gelir kaybını ve hastalığı nedeniyle ortaya çıkabilecek harcamaları gidermeye yönelik olarak bir hak niteliğinde tanımlanmış olan geçici iş göremezlik ödeneğinin miktarı ve bu ödeneğin hesaplanma şekli, 506 sayılı Kanun döneminden itibaren 5510 sayılı Kanun döneminde de değiştirilmemiş ve sosyal sigortanın temel ilkesi olan külfet ve nimet esasına göre ödenen primlerle ödenek arasında doğrudan bir ilişki kurulmuştur. Bu ilişki de, ödenen prime göre geçici iş göremezlik ödeneği miktarının saptanmasıdır. Bu çerçevede 5510 sayılı Kanun’un 17. maddesinde ödeneğe esas günlük kazancın nasıl hesaplanacağı düzenlenmiştir.
Buna göre; sigortalının iş kazası, meslek hastalığı, hastalık veya analık hallerinde riskin ortaya çıktığı tarih veya başvuru tarihinden itibaren son üç ay içerisinde sigorta matrahına esas kazançlarının fiilen çalışılan gün sayısına bölünmek suretiyle elde edilen günlük kazancın geçici iş göremezlik ödeneğine esas olacak kazanç olarak saptanması esası getirilmiştir. Burada dikkat edilen husus geçici iş göremezlik ödeneğine esas olacak günlük kazancın hesaplanmasında sigortalının iş kazası, meslek hastalığı veya hastalık veya analık halinin ortaya çıkmasından önceki son aldığı ücretin esas alınmaması, bunun yerine son 3 aylık ücretin ortalamasının bulunmasıdır. Gelir kaybının telafisini hedefleyen kısa vadeli sigorta kolu bu gelir kaybını tanımlamak için nesnel ve objektif bir yöntem bulmuş ve sigortalının çalışırken aldığı gelirin objektif bir şekilde saptanmasını sağlamaya yönelik bir düzenleme getirmiştir. Özellikle son 3 aylık dönemin esas alınmasının nedeni de sigortalının, prime esas kazançlarının (sigorta matrahı) çeşitli nedenlerle değişmesidir. Gerçekten de; sigortalıya belli periyotlar dahilinde ikramiye, prim, jestiyon gibi sürekli veya arızi ücret benzeri ödemeler yapılabilmektedir. Bunlar 5510 sayılı Kanun’un 80. maddesinin birinci fıkrasında tanımlanmıştır. Bu tür ödemelerin bazı aylarda yapılıyor, bazı aylarda ise yapılmıyor olması nedeniyle sigortalının gelirinin son ay aldığı ücrete endekslenmesinin hem yatırdığı primler açısından hem de kazancın değişkenliği nedeniyle bir ortalama olarak alınması ihtiyacı karşılanmıştır.
Hal böyle iken 7316 sayılı Kanun ile yapılan düzenleme ile kısa vadeli sigorta kollarından olan hastalık ve analık sigortaları açısından sigortalıya ödenen geçici iş göremezlik ödeneğinin hesaplanmasına esas tutulacak günlük kazancın hesaplanmasında değişikliğe gidilerek bu günlük kazancın hesaplanmasında sigortalının hasta olmasından veya analık hali nedeniyle işten ayrılmasından önceki 12 aylık süre içerisindeki ortalama günlük kazancının dikkate alınmasına yönelik düzenleme yapılmaktadır. Burada yapılan değişiklikte bir de ayrım yapılmakta ve iş kazası ve meslek hastalığı sigortası çerçevesinde sigortalıya ödenen geçici iş göremezlik ödeneğinin hesaplanmasına esas tutulacak günlük kazancın hesaplanmasında bir değişikliğe gidilmemektedir.
Öncelikle, söz konusu düzenleme, sosyal güvenlik hakkı çerçevesinde aynı statüde olan [5510 sayılı Kanun’un 4 (a) ve (b) statüleri] sigortalıların maruz kaldığı risklere karşı gelir kaybını telafi edici bir ödenek olan geçici iş göremezlik ödeneğinin miktarının hesaplanmasında bir farklılaştırmaya gitmektedir. İş kazası, meslek hastalığı ile hastalık veya analık halleri sigortalının aniden ortaya çıkan bir risk nedeniyle çalışma yaşamından geçici olarak çekilmesine neden olan risklerdir. Bu risklere karşı korumayı amaçlayan kısa vadeli sigorta kollarının kuruluş amaçları gelir güvencesi sağlamadır. Sosyal güvenlik hakkı çerçevesinde Devletin bu gelir güvencesini sağlaması bir yükümlülüktür. Bu risklere yönelik sağlanacak gelirin hesaplanmasında riskler arasında bir ayrım yapılması, Anayasa’nın 60. maddesinde tanımlanan sosyal güvenlik hakkını zedeleyici niteliktedir. İş kazasına uğrayan bir sigortalı ile hastalanan bir sigortalının maruz kaldığı risk nedeniyle çalışamaması sonucunda ortaya çıkan gelir kaybı aynı niteliktedir. Dolayısıyla bu risklere karşı farklı şekilde hesaplanan farklı düzeyde ödeneklerin alınmasına olanak sağlayan bir düzenleme sosyal güvenlik hakkını zedeleyici niteliktedir.
Örneğin; aynı işyerinde aynı ücretle çalışan ve aynı tarihte iş kazası geçirmiş bir sigortalıyla hastalanan ve bu nedenle rapor alan bir sigortalı açısından alacağı geçici iş göremezlik ödeneğinin hesaplanmasında şu şekilde bir ayrım ortaya çıkacaktır: Birincisi, son bir yıl içerisindeki iş kazası geçirmeden önceki son 90 gün içerisindeki sigorta prim matrahına esas kazançlarının toplamının 90’a bölünmesi yoluyla elde edilen günlük kazanç üzerinden geçici iş göremezlik ödeneği alacaktır. Hastalanan sigortalı ise son 12 aydaki ortalama günlük kazanç üzerinden geçici iş göremezlik ödeneği alacaktır. Dolayısıyla ikinci sigortalı yani hastalanan sigortalı açısından ücretine herhangi bir zam yapılması veya son üç ayda ikramiye, prim veya prim matrahına dahil edilen ödemelerde bir artış meydana gelmişse bu artışlardan daha düşük düzeyde yararlanma durumu ortaya çıkacaktır. Bunu bir tablo ile açıklayacak olursak;
Aylık ücreti çıplak brüt 4500 TL olan ve yılda 4 ikramiye alan 10. ayda da giyim ve eğitim yardımı adı altında 10 günlük yevmiyesi tutarında yardım alan, yılda 3. ve 9. aylarda iki defa olmak üzere % 10 oranında zam alan iki işçinin geçici iş göremezlik ödeneğine esas olacak günlük kazancının hesaplanması:
AY
|
1
|
2
|
3
|
4
|
5
|
6
|
7
|
8
|
9
|
10
|
11
|
12
|
ÇIPLAK AYLIK BRÜT
|
4500
|
4500
|
4950
|
4950
|
4950
|
4950
|
4950
|
4950
|
5445
|
5445
|
5445
|
5445
|
SOSYAL YARDIM
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
1815
|
|
|
İKRAMİYE
|
|
4500
|
|
|
4950
|
|
|
4950
|
|
|
5445
|
|
GİYDİRİLMİŞ BRÜT
|
4500
|
9000
|
4950
|
4950
|
9900
|
4950
|
4950
|
9900
|
5445
|
7260
|
10890
|
5445
|
Görüldüğü üzere hastalanan bir sigortalı, iptali talep edilen düzenleme ile getirilen yeni sisteme göre son on iki aydaki gelirlerinin toplamının 360’a bölünmesi yoluyla geçici iş göremezlik ödeneğine hak kazanacaktır. Buna göre söz konusu işçinin geçici iş göremezliğe esas kazancı (82.140 TL/365) 225.04 TL’dir. Oysa, bu değişiklik yapılmasaydı söz konusu işçinin alacağı geçici iş göremezlik ödeneğine esas günlük kazancı (23,595/90) 262,17 TL olacaktı. Dolayısıyla, yapılan değişiklikle sigortalının geçici iş göremezlik ödeneğine esas olacak günlük kazancında sigortalı aleyhine % 14,16 düzeyinde bir azalma söz konusudur. Bu azalmanın nesnel bir kuralı yoktur ya da Sosyal Güvenlik Kurumu’nun mali durumuyla bir bağlantısı bulunmamaktadır. Kanun’un gerekçesinde de bu değişikliğin olası kötü kullanmaları engellemeye yönelik olduğu belirtilmektedir. Oysa, bu durum, sosyal güvenlik hakkını zedeleyici bir hak kaybı yaratmaktadır.
Diğer yandan aynı işyerinde aynı ücretle aynı tarihte bir başka işçi iş kazasına uğradığı takdirde bu işçiye SGK tarafından ödenecek geçici iş göremezlik ödeneğine esas kazancı 262,17 TL olarak hesaplanacaktır. Anayasa’nın 10. maddesi, kanun önünde eşitlik ilkesini düzenlemektedir. Anayasa Mahkemesi’nin ifade ettiği üzere; “[Eşitlik ilkesi] ile güdülen amaç, benzer koşullar içinde olan, özdeş nitelikte bulunan durumların yasalarca aynı işleme uyruk tutulmasını sağlamaktır.” (AYM, 13.04.1976 tarih ve 1976/3 E.; 1976/3 K. sayılı Karar). Yine AYM’ye göre; “Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir” (AYM, E.S.:2006/11, K.S.:2006/17, K.T.: 7.2.2006). Eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun tespitinde, somut olayda yapılan ayrımın haklı bir nedene dayanıp dayanmadığı noktası dikkate alınır: “Anayasa'nın 10. maddesinde öngörülen eşitlik, mutlak anlamda bir eşitlik olmayıp, ortada haklı nedenlerin bulunması halinde, farklı uygulamalara imkan veren bir ilkedir” (E.S.:1985/11, K.S.:1986/29, KT:11.12.1986). Yukarıdaki karşılaştırmalı sayısal verilerin gösterdiği üzere; aynı nitelikte kısa vadeli riske tabi kalmış ve çalışma yaşamından kısa süreli olarak ayrılmış iki işçi kategorisi açısından Anayasa’nın 10. maddesinde tanımlanan eşitlik ilkesine aykırı bir ayrım yapılmaktadır. Gerçekten de; aynı koşullarda çalışan (ve aynı süre boyunca iş göremez durumda olabilecek) iş kazası geçirmiş bir sigortalıyla hastalanan bir sigortalı arasında, sosyal güvenlik hakkı çerçevesinde gelir güvencesine ihtiyaç duymak bakımından herhangi bir fark yoktur. Bu iki kategori işçi, çalışma koşul ve süreleri ile sosyal güvenlik hakkından yararlanma ihtiyacı bakımından aynı durumdadır. Dolayısıyla aynı statüde olan iki sigortalıya ilişkin olarak, maruz kaldıkları risk karşısında gelir kayıplarını telafi etmede yapılan bu ayrım, Anayasa’daki kanun önünde eşitlik ilkesine aykırı olduğu gibi eşit sosyal güvenlik hakkı ilkesini de zedeleyici niteliktedir. İhtilaflı kural, bu iki kategori arasında, temel bir hak olan sosyal güvenlik hakkından yararlanma ile ilgili olarak haklı bir nedene dayalı olmayan bir ayrım yapmış ve hastalanan sigortalıları dezavantajlı duruma düşürmüştür. Bu nedenle söz konusu düzenleme, Anayasa’nın 10. ve 60. maddelerine aykırıdır, iptali gerekir.
Yine 7316 sayılı Kanun’un 9. maddesi ile 5510 sayılı Kanun’un birinci fıkrasına eklenen ikinci cümle ile yukarıda belirtilen ayrımcılığa ve sosyal güvenlik hakkını zedeleyici uygulamaya yeni bir kısıtlama ve ayrımcılık eklenmiştir. Söz konusu düzenleme ile hastalık veya analık halinin ortaya çıkış tarihinden önceki son bir yıl içerisinde 180 günden az kısa vadeli sigorta primi ödemiş olan sigortalılara ödenecek geçici iş göremezlik ödeneğine esas olacak günlük kazancın iş göremezliğin başladığı tarihteki günlük prime esas kazanç alt sınırının iki katını geçemeyeceği öngörülmüştür. Dolayısıyla iş akdinin sonlanması, hastalık, ücretsiz izin gibi nedenlerle veya ay içerisinde 30 günden az çalışan sigortalıların yıllık prim ödeme süresinin 179 gün olması durumunda bu sigortalılar açısından hastalık veya analık hallerinde hak kazanmaları gereken geçici iş göremezlik ödeneğinin günlük miktarına diğer sigortalılar açısından öngörülmeyen bir kısıtlama getirilmektedir. Bu da nesnel bir ayrım değildir. Sigortalı çalışma şeklinden veya ortaya çıkan sosyal veya tıbbi risklerden dolayı çalışma edimini kendi arzusu dışında bir nedenle yerine getirememiş bir sigortalıya yönelik olarak bir ayrımcılık yapılmakta ve sigortalının yararlanması gereken parasal hakka bir üst sınır getirilmektedir. Oysa bu üst sınır, diğer bir kısa vadeli sigorta kolu olan iş kazası veya meslek hastalığı sigortası açısından uygulanmadığı gibi yıl içerisinde 180 günden fazla çalışan sigortalılar için de uygulanmamaktadır. İptali istenen kural, sosyal güvenlik hakkından yararlanma ihtiyacı bakımından aynı durumda bulunan son bir yılda 180 günden az çalışmış olan hasta düşmüş ya da ana olmuş sigortalılar ile diğer sigortalı kategorileri arasında, haklı nedene dayalı olmayan bir ayrım yapmakta ve muamele farklılığı yaratmaktadır. Dolayısıyla söz konusu cümle de yukarıda belirtildiği üzere sosyal güvenlik hakkını zedeleyici bir nitelikte olduğu gibi kanun önünde nesnel olmayan bir ayrımcılık yaratmakta ve kanun önünde eşitlik ilkesini ihlal etmektedir. Bu nedenle Anayasa’nın 10. ve 60. maddelerine aykırıdır, iptali gerekir.
Anayasanın 2. maddesi; "Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk Devletidir”, hükmünü içermektedir.
Hukuk devleti ilkesinin genel olarak anlam ve içeriği ile bir hukuk devletinin temel amaç ve işlevleri Anayasa Mahkemesi’nin bir kararında şu şekilde belirtilmiştir; "Anayasa'nın 2. maddesinde, Cumhuriyetin nitelikleri arasında sayılan hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkeleri ve Anayasa'nın bulunduğu bilincinde olan devlettir. Bu bağlamda, hukuk devletinde yasa koyucu, yasaların yalnız Anayasa'ya değil, evrensel hukuk ilkelerine de uygun olmasını sağlamakla yükümlüdür" (Anayasa Mahkemesi Kararı, E.1999/43, K.2001/46, RG: 20.3.2002-24701) .
Anayasa Mahkemesi hukuk devletinin belirtilen genel ilkelerini, incelenen konunun özelliğine göre somutlaştırmakta ve bu bağlamda çoğu zaman birbirleriyle iç içe geçmiş çeşitli alt ilkeler ortaya koyarak sonuca ulaşmaktadır. Bu ilkelerden birisi de, “hukuki güvenlik ilkesi”dir.
Hukuki güvenlik ilkesi, kanunların geçmişe yürümesini engellemesinin yanında genel olarak yürürlükteki kanunlara güvenin korunmasına da dayanak teşkil eden önemli bir ilke durumundadır. Hukuki güvenlik, kişilerin gelecekle ilgili plan, düşünce ve kararlarında mevcut hukuk kurallarına güvenerek hareket etmelerinin hukuken korunması gereğini ifade eder. Devletin, vatandaşların mevcut kanunlara olan güvenine saygılı davranması, bu güvenlerini sonuçsuz kılacak uygulamalardan kaçınması gerekir. Bu durum, hukuk devleti ilkesinin bir gereği olduğu kadar Anayasanın 5. maddesiyle devlete yüklenen, vatandaşların refah, huzur ve mutluluk içinde yaşamalarını sağlama, maddi ve manevi varlıklarını geliştirmek için gerekli ortamı hazırlama ödevinin de bir sonucudur. Anayasa Mahkemesi’nin bir kararında bu ilke devlete güvenle özdeşleştirilerek şöyle ifade edilmiştir; "Devlete güven ilkesi vazgeçilmez temel öğelerdendir. Devlete güven hukuk devletinin sağlamak istediği huzurlu ve istikrarlı bir ortamın sonucu olarak ortaya çıkar. Yasaların Anayasaya uygunluğu karinesi asıldır. Yasalara gösterilen güven ve saygıdan kaynaklanan oluşumların sonuçlarını korumak gerekir” (Anayasa Mahkemesi Kararı, E.1989/11, K.1989/48, RG: 22.1.1990-20410).
Anayasa Mahkemesi bir kararında, hukuk güvenliğinin sağlanabilmesi için kuralların belirli ve öngörülebilir düzenlemeler içermesi gerektiğini belirterek, hukuk güvenliği ilkesini kanunilik ilkesine uygun bir düzenleme için de gerekli görmüştür.
Devletin yükümlülüğünde olan sosyal güvenlik hakkını zedeleyici nitelikte olan ve aynı statü ve koşullarda olan sigortalılar arasında hak kaybı yaratan ve maruz kaldıkları risklere göre de ayrımcılık içeren her iki düzenleme de, Anayasa’da tanımlanan sosyal hukuk devleti ilkesini ve hukuki güvenlik ilkesini zedelemekte ve Anayasa’nın 2. maddesine aykırılık taşımaktadır. Bu nedenle de, iptalleri gerekir.
Öte yandan 7316 sayılı Kanun’un 9. maddesiyle 5510 sayılı Kanun’un 17. maddesinin birinci fıkrasında yapılan değişiklik ile anılan 17. maddenin üçüncü fıkrasının (b) bendinde yer alan “üç aylık” ibaresinin madde metininden çıkarılması, aynı doğrultuda ve birbirleriyle bağlantılı olduğundan; yukarıdaki gerekçelerle anılan 17. maddenin üçüncü fıkrasının (b) bendinde yer alan “üç aylık” ibaresinin madde metininden çıkarılmasına cevaz veren ihtilaflı düzenlemenin de iptali talep edilmektedir.
Tüm bu nedenlerle 15.04.2021 tarihli ve 7316 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 9. maddesi, Anayasa’nın 2., 10. ve 60. maddelerine aykırıdır; anılan maddenin iptali gerekir.
III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ
15.04.2021 tarihli ve 7316 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile getirilen iptali talep edilen düzenlemeler birden fazla kanunda hukuka aykırı değişiklikler yapmaktadır. Kamu yararına aykırı olan, telafisi mümkün olmayacak sonuçlara yol açacak bu düzenlemelerin iptal davası sonuçlanana kadar yürürlüğünün durdurulması gerekmektedir.
Nitekim Anayasal düzenin hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden en kısa sürede arındırılması, hukuk devleti sayılmanın en önemli gerekleri arasında sayılmaktadır. Anayasa’ya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacaktır.
Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasa’ya açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükmün iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesi’ne dava açılmıştır.
IV. SONUÇ VE İSTEM
15.04.2021 tarihli ve 7316 sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un
1) 3. maddesiyle 6183 sayılı Kanun’un değiştirilen 90. maddesinin ikinci cümlesi, Anayasa’nın 2., 7., 10., 13., 35. ve 90. 123. maddelerine,
2) 7. maddesiyle 4447 sayılı Kanun’a eklenen Geçici Madde 30’un birinci ve dördüncü fıkralarında yer alan “Fondan” ibaresi ile altıncı fıkrasında yer alan “Fon tarafından” ibaresi, Anayasa’nın 2., 60. ve 65. maddelerine,
3) 9. maddesi, Anayasa’nın 2., 10. ve 60. maddelerine
aykırı olduğundan iptallerine ve uygulanmaları halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar olacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.”
EK DİLEKÇE
İşbu dilekçenin sunulmasının amacı, 7316 sayılı Kanun’un değişiklik yaptığı bir maddenin daha önce 7244 sayılı Kanun’a ilişkin iptal ve yürürlüğün durdurulması talebimize konu olmuş olmasıdır.
Şöyle ki; 7244 sayılı Kanun’un 7. maddesiyle 4447 sayılı Kanun’a eklenmiş olan geçici 24. maddenin birinci fıkrasında yer alan bazı ibarelerin iptali ve yürürlüğünün durdurulması talebiyle Mahkemeniz nezdinde dava açılmış bulunmakta iken 7316 sayılı Kanun’un 6. maddesi ile bu geçici 24. maddede değişiklik yapılmıştır. Dolayısıyla halen Anayasa Mahkemesi’nin görüşmekte olduğu bir başvuruya konu maddede 7316 sayılı Kanun ile “değişiklik” yapılmış olmaktadır.
Yüce Mahkemenizin müstakar hale gelmiş kararları göz önüne alındığında iptal talebine konu bir maddede daha sonra bir değişiklik yapıldığında söz konusu başvuruya ilişkin olarak “Konusu kalmayan kurala ilişkin iptal talebi hakkında karar verilmesine yer olmadığına” şeklinde kararlar verilmektedir.
Dolayısıyla 7244 sayılı Kanun ile ilgili olarak açılmış olan davada da bu yönde karar verilmesinin muhtemel olduğu değerlendirildiğinden işbu dilekçenin Yüce Mahkemenize sunulması gereği doğmuştur.
Aşağıda öncelikle 7244 sayılı Kanun ile ilgili olarak yapılmış olan başvuruya ilişkin bilgiler verilecek, örnek iki Anayasa Mahkemesi Kararına değinilecek ve daha sonra genel bir değerlendirme yapılarak talebimiz açıklanacaktır.
7244 sayılı Kanuna İlişkin Başvuru:
16/04/2020 tarihli ve 7244 sayılı Kanun’un bazı maddelerinin iptali ve yürürlüğünün durdurulması talebiyle Cumhuriyet Halk Partisi Milletvekilleri tarafından mahkemeniz nezdinde 15/06/2020 tarihinde iptal davası açılmış bulunmaktadır.
7244 sayılı Kanun’un iptali istenen hükümleri arasında 7. maddesiyle 4447 sayılı Kanuna eklenen geçici 24. maddenin birinci fıkrasında yer alan bazı ibareler de yer almaktadır.
Söz konusu başvurumuz Mahkemeniz nezdinde henüz karara bağlanmamışken 7244 sayılı Kanun’un 7. maddesiyle 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici 24. maddesinde 7316 sayılı Kanunun 6. maddesi ile değişiklik yapılmıştır. Böylece 7244 sayılı Kanun’un, iptal ve yürürlüğünün durdurulması istemine konu olan bir maddesi “değiştirilmiş” bulunmaktadır.
Daha Önce Verilen Benzer Kararlar:
Mahkemeniz tarafından verilen “Konusu kalmayan kurala ilişkin iptal talebi hakkında karar verilmesine yer olmadığına” şeklindeki kararlarla ilgili hususun daha sağlıklı olarak değerlendirilebilmesi amacıyla öncelikle kısaca Anayasa Mahkemesi’nin daha önce benzer durumlarda verdiği örnek iki karara değinmek uygun olacaktır.
İlk olarak Cumhuriyet Halk Partisi Milletvekilleri tarafından 6721 sayılı Türkiye Maarif Vakfı Kanunu’nun çeşitli hükümlerinin iptal edilmesi istemiyle açılan davaya ilişkin olarak verilen Esas No: 2016/159 Karar No: 2018/108 sayılı karar örnek olarak verilebilir. Söz konusu karar 10/01/2019 tarihli Resmî Gazete’de yayınlanmıştır.
Dava dilekçesiyle Kanun’daki “Milli Eğitim Bakanlığı’nın uygun gördüğü yurt dışında kamuya ait varlıklar Bakanlar Kurulu kararı ile bedelsiz olarak Türkiye Maarif Vakfına devredilir” cümlesinin iptali istenmiştir.
Başvuru sonucunda Anayasa Mahkemesince verilen kararın ilgili kısmı aşağıdaki gibidir:
“J. Kanun’un Geçici 1. Maddesinin (4) Numaralı Fıkrasının İkinci Cümlesinin “…Millî Eğitim Bakanlığının uygun gördüğü yurt dışında kamuya ait varlıklar Bakanlar Kurulu kararı ile bedelsiz olarak Türkiye Maarif Vakfına devredilir.” Bölümünün İncelenmesi
100. Dava konusu kuralda yer alan “…Bakanlar Kurulu…” ibaresi 2/7/2018 tarihli ve 703 sayılı Anayasada Yapılan Değişikliklere Uyum Sağlanması Amacıyla Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’nin 156. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendiyle “…Cumhurbaşkanı…” şeklinde değiştirilmiştir.
101. Bu nedenle konusu kalmayan kurala ilişkin iptal talebi hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar verilmesi gerekir.”
Görüldüğü üzere iptal dilekçesinin Mahkeme’ye sunulmasından sonra geçen zamanda, Anayasa değişikliğiyle getirilen yeni Cumhurbaşkanlığı sistemine uyum amacıyla yapılan değişiklikler kapsamında bu maddede de bir ibare değişikliği yapılmış ve “Bakanlar Kurulu” ibaresi “Cumhurbaşkanı” olarak değiştirilmiştir. Anayasa Mahkemesi de bu hususu gerekçe göstererek başvurunun esasına hiç girmeden “konusu kalmayan kurala ilişkin iptal talebi hakkında karar verilmesine yer olmadığına” karar vermiştir. Hâlbuki yapılan değişikliğe bakıldığında bu değişikliğin başvurunun esasını hiç değiştirmediği ve iptal dilekçesinde değinilen hususlarla hiç ilgili olmadığı açıktır. Ancak buna karşın Anayasa Mahkemesi bu basit ibare değişikliği nedeniyle iptali istenen kuralın “konusunun kalmadığı” ve dolayısıyla da “karar verilmesine yer olmadığı” yönünde karar vermiştir.
İkinci olarak yine Cumhuriyet Halk Partisi Milletvekilleri tarafından 6740 sayılı Bireysel Emeklilik Tasarruf ve Yatırım Sistemi Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un çeşitli hükümlerinin iptal edilmesi istemiyle açılan davaya ilişkin olarak verilen Esas No: 2016/179 Karar No: 2017/176 sayılı karar örnek olarak verilebilir. Söz konusu karar 08/02/2018 tarihli Resmî Gazete’de yayınlanmıştır.
Dava dilekçesiyle 6740 sayılı Kanun’un 1. maddesiyle 4632 sayılı Kanun’a eklenen ek 2. maddenin birinci ve beşinci fıkralarındaki bazı cümle ve ibarelerin iptali istenmiştir.
Başvuru sonucunda Anayasa Mahkemesince verilen kararın ilgili kısmı aşağıdaki gibidir:
“A. Kanun’un 1. Maddesiyle 4632 Sayılı Kanun’a Eklenen Ek 2. Maddenin Birinci Fıkrasının Birinci Cümlesinin İncelenmesi
3. Dava konusu kural, 18.1.2017 tarihli ve 6770 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Emekli Sandığı Kanunu ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 18. maddesiyle değiştirilmiştir. Bu nedenle konusu kalmayan cümleye ilişkin iptal talebi hakkında karar verilmesine yer olmadığına karar vermek gerekir.”
Görüldüğü üzere iptal dilekçesinin mahkemeye sunulmasından sonra geçen zamanda bu maddede de bir değişiklik yapılmıştır. Ancak yapılan değişiklik aslında bir değişiklik değil maddenin birinci cümlesine “ile 17/7/1964 tarihli ve 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun geçici 20 nci maddesi kapsamında kurulmuş olan sandıkların iştirakçisi olarak çalışmaya başlayanlar,” ibaresinin eklenmesinden ibarettir. Anayasa Mahkemesi ibare eklenmesi hususunu gerekçe göstererek başvurunun esasına hiç girmeden “konusu kalmayan cümleye ilişkin iptal talebi hakkında karar verilmesine yer olmadığına” karar vermiştir. Hâlbuki yapılan değişikliğe bakıldığında bu değişikliğin iptali istenen hususu ve dolayısıyla başvurunun esasını hiç değiştirmediği, iptal dilekçesinde değinilen hususlarla hiç ilgili olmadığı ve sadece maddedeki uygulamanın kapsamını genişleten ibare eklenmesinden ibaret olduğu açıktır. Ancak buna karşın Anayasa Mahkemesi bu ibare eklenmesi hususu nedeniyle de iptali istenen kuralın “konusunun kalmadığı” ve dolayısıyla da “karar verilmesine yer olmadığı” yönünde karar vermiştir.
Genel Değerlendirme:
Doktrinde, Anayasa Mahkemesi tarafından verilen kararların bir kısmı Anayasa’da düzenlenmediği halde Anayasa Mahkemesi tarafından içtihatlarla oluşturulan kararlar olarak sınıflandırılmaktadır. “Karar verilmesine yer olmadığına” dair kararlar da bu tür kararların usule ilişkin olanları arasında yer almaktadır.
Yani Anayasa’da, Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunda ve Anayasa Mahkemesi İçtüzüğünde bu türde bir karar verilebileceğine dair bir düzenleme olmamasına karşın Anayasa Mahkemesi, tarihsel süreç içinde bu şekilde farklı kararlar da vermek durumunda kalmıştır. Örneğin “yürürlüğün durdurulması” kararları da bu tür kararlar arasında yer almaktadır.
Doktrinde pek fazla incelenmemiş olduğu anlaşılmakla birlikte iptal başvurularına ilişkin olarak hangi durumlarda “Karar verilmesine yer olmadığına” dair kararlar verilebileceği hususu kısaca şu şekilde özetlenmiştir.
ü Anayasa’ya aykırılığı öne sürülen kuralın daha önce Mahkemece iptal edilmiş olması
ü Anayasa’ya aykırılığı öne sürülen kuralın dava açıldıktan sonra yürürlükten kaldırılması veya değiştirilmesi
Aslında işin özünde pek bir sorun görülmemektedir. Diğer yüksek yargı organları gibi Anayasa Mahkemesi de önüne gelen davalarda bu şekilde farklı kararlar vermek durumunda kalmıştır ve bu husus genel olarak olağan karşılanmaktadır.
Nihayetinde örneğin bir mahkemenin itiraz yoluna başvurması üzerine Anayasa Mahkemesi daha kararını vermeden ilgili hüküm ayrıca iptal davasına da konu olduğunda ve Anayasa Mahkemesi ilk davada kuralın iptaline karar verdiğinde diğer davada ise “karar verilmesine yer olmadığına” karar verebilecektir. Aynı husus Anayasa Mahkemesi’nin bakmakta olduğu davaya konu kuralın karar verilmeden önce yürürlükten kaldırılmasında da geçerlidir.
Ancak davaya konu kuralın karar verilmesinden önce sadece değiştirilmesi durumunda sorun ortaya çıkmaktadır. Burada hangi değişikliklerin davanın konusunu ortadan kaldırdığının titizlikle incelenmesi gerekir. Dava konusu bir kuralda yapılan en küçük bir değişikliğin davanın konusunu ortadan kaldırdığı söylenemez. Bir iptal başvurusunda değinilen Anayasa’ya aykırılık hususları karşısında, davaya konu kuralın esaslı olarak değişmesi durumunda belki “karar verilmesine yer olmadığına” karar verilmesi doğal karşılanabilecektir. Bununla birlikte yukarıda verilen örnek kararlarda olduğu gibi yapılan değişiklik kuralın esasını hiç değiştirmeyen bir ibare değişikliği ya da kurala hiç dokunmayan bir ibare eklenmesi olduğunda davanın konusunun ortadan kalktığını söylemek mümkün değildir. Bu hallerde karar verilmesine yer olmadığı yönünde karar verilmesi açıkça Anayasa’nın 36. ve 150. maddelerine aykırılık oluşturacaktır.
Anayasa’nın 36. maddesine göre “Hiçbir mahkeme görev ve yetkisi altındaki davaya bakmaktan kaçınamaz.” Davanın konusunu ortadan kaldıracak bir değişiklik yapılmamış ve iptal talebinde ileri sürülen gerekçeler dikkate alındığında iptali istenen hüküm yürürlükte kalmaya devam ediyorsa böyle bir kuralı incelemenin Anayasa Mahkemesi’nin görevi ve yetkisi içinde olmadığı söylenemez. Aksine söz konusu hüküm yürürlükte kalmaya devam ettiğine ve bu hüküm aleyhine açılmış bir dava bulunduğuna göre söz konusu davaya bakmak Anayasa Mahkemesi’nin görevidir ve Anayasa Mahkemesi bu görevini yapmaktan kaçınamaz. Aksine tutum açık bir şekilde Anayasa’nın 36. maddesine aykırılık oluşturur.
Aynı şekilde Anayasa’nın 150. maddesinde iptal davası açma yetkisi Cumhurbaşkanına, TBMM’de en çok üyeye sahip iki siyasi parti grubuna ve üye tamsayısının en az beşte biri tutarındaki üyelere aittir. Bu şekilde dava konusu kuralın esasını değiştirmeyen bir değişiklik halinde karar verilmesine yer olmadığına karar verilmesi durumunda, söz konusu hüküm hakkında iptal davası açılmasını olanaksız hale gelmektedir. Şöyle ki; Anayasa Mahkemesi, kuralın değişmesi nedeniyle bu şekilde bir karar verdiği durumlarda iptal veya itiraz başvurusunda bulunan makama dönerek başvurunun yeni kurala uygun olarak düzeltilmesi gibi bir uygulamaya gitmemektedir. Diğer taraftan, değişiklik ile getirilen yeni kural aleyhine iptal davası açılması halinde de dava yalnızca yeni getirilen kural ya da ibare aleyhine açıldığından doğal olarak Anayasa Mahkemesi yalnızca yeni değişiklik ile ilgili Anayasa’ya aykırılık iddialarını değerlendirmekte, kuralın değişiklik öncesinde yürürlükte olan diğer kısımlarını incelememektedir. Bu durumda kuralda değişiklik dışı kalan hükümler aleyhine iptal davası açma hakkı tamamen ortadan kaldırılmaktadır. Bu açık bir şekilde Anayasa’nın 150. maddesinde düzenlenen iptal davası açma yetkisinin ortadan kaldırılması anlamına gelmektedir. Anayasa’nın tanıdığı bir hakkın Anayasa Mahkemesi’nin bir yorumu ile bu şekilde ortadan kaldırılması Anayasa’nın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkesi ile de bağdaşmamaktadır.
Bir hukuk devletinde hiçbir kuralın denetimsiz kalması düşünülemez. Denetime istisna getirilecekse de bu ancak Anayasa koyucunun iradesiyle anayasa metninde yer verilmesiyle mümkündür. Anayasa’da böyle bir istisna bulunmadığına göre iptal davasından istisna bir kural düşünülemez ve Anayasa Mahkemesi yorum yoluyla böyle bir istisna türetemez. Anayasa Mahkemesi’ni yukarıda örnekleri verilen kararlarında ve başka pek çok kararında, yapılan değişiklikle davanın konusu ortadan kalkmamış olmasına rağmen söz konusu iptal davalarını karar verilmesine yer olmadığı kararı vermek suretiyle sonuçsuz bırakmış ve dava konusu kurallar yürürlükte kalmaya devam etmişlerdir. Bu kurallar söz konusu içtihat yoluyla Anayasallık denetiminin dışına çıkarılmış ve denetlenemez bir normlar kategorisi oluşmuştur.
Ayrıca söz konusu kararlarla iptal davasını açan milletvekillerinin ve siyasi parti gruplarının iptal davası açma yetkisi de ortadan kaldırılmıştır. Açılan iptal davaları karara bağlanmaksızın Mahkeme davadan el çekmiş, davalar sonuçsuz kalmış ve dava konusu hükümler yürürlükte kalmaya ve uygulanmaya devam etmiştir. Anayasa Mahkemesi’nin bu yorum ve uygulamasının Anayasa’ya uygun olmadığı, açıkça “makul olmayan” sonuç doğurduğu ortadadır. Uluslararası hukukta yorum yöntemlerini düzenleyen 1969 tarihli Viyana Antlaşmalar Hukuku Sözleşmesi’nin 31. ve 32. maddelerine göre makul olmayan sonuçlara götüren yorum yapılamaz. Eğer yorum açık bir şekilde makul olmayan bir sonuca götürüyorsa tamamlayıcı yorum yöntemlerine başvurulmalıdır. Ancak belirtilmelidir ki bu konuda herhangi bir tamamlayıcı yönteme başvurmaya gerek olmaksızın Anayasa’nın yukarıda sözü edilen 36 ve 150. maddelerinin lafzı ve amacı dikkate alındığında dava konusu hükümde davanın konusunu ortadan kaldırmayan değişikliklerin yapılması halinde “karar verilmesine yer olmadığı” kararı verilemeyeceği açıktır.
Bu makul olmayan sonuçtan kaçınmak için Anayasa Mahkemesi yukarıda verilen örneklerde olduğu gibi davanın konusunu ortadan kaldırmayan değişikliklerde “karar verilmesine yer olmadığına” karar vermekten kaçınmalıdır. Aksi halde yeni değişiklik aleyhine dava açılır ise yapılan değişikliğin konusu olmayan ancak hükmün yürürlükte kalmaya devam eden kısımlarını da incelemesi gerekir. Ya da ilgili maddede bir değişiklik yapıldığında dava açana tebliğde bulunarak dilekçesini değişikliğe uyarlaması için süre vermesi gerekir. Bu son iki önerinin zorlama olduğu açıktır. Ancak Anayasa Mahkemesi’nin yukarıda belirtilen tutumunu sürdürmesi halinde anayasaya uygunluğu sağlamanın başka bir yolu olmadığı görülmektedir.
Sonuç ve Talep:
Yukarıda açıklanan gerekçelerle işbu başvurumuzun;
I. 7244 sayılı Kanun’a ilişkin başvurumuza ek beyan olarak veya
II. 7316 sayılı Kanun’a ilişkin başvurumuza ek olarak ve 7244 sayılı Kanun’a ilişkin başvurumuz bağlamında kabul edilmesi ve 7244 sayılı Kanun ile ilgili açtığımız davanın konusu ortadan kalkmadığından söz konusu dava hakkında “karar verilmesine yer olmadığı” kararı verilmemesi ve davanın esastan incelenmeye devam edilmesi hususunda gereğini saygılarımızla arz ederiz.”