“1)
04.04.2023 tarihli ve 7451 sayılı Organize Sanayi Bölgeleri Kanunu ile Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 1. maddesiyle 09.07.1982
tarihli ve 2690 sayılı Türkiye Atom Enerjisi Kurumunun Muafiyetleri ve Bazı
Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun’a eklenen geçici madde 6’nın birinci
fıkrasının birinci cümlesinde yer alan ‘‘ve/veya sözlü’’ ibaresinin Anayasa’ya
aykırılığı
7451
sayılı Kanun’un 1. maddesiyle 2690 sayılı Türkiye Atom Enerjisi Kurumunun
Muafiyetleri ve Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun’a geçici 6. madde
eklenmiştir. Anılan geçici 6. maddenin birinci fıkrasına göre genel bütçe ve
özel bütçe kapsamındaki kamu idarelerinde mesleğe özel yarışma sınavına tabi
tutulmak suretiyle girilen ve belirli bir yetişme programı sonrası yeterlik
sınavına tabi tutularak müfettiş, denetçi, denetmen ve kontrolör kadro veya
pozisyonlarında yardımcılık veya stajyerlikte geçen süreler dahil en az beş yıl
görev yapmış olanlar arasından, yapılacak yazılı ve/veya sözlü sınav sonucunda
başarılı olanlar, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten (7451 sayılı Kanun’un
23. maddesinin delaletiyle 10.04.2023 tarihinden) itibaren bir yıl içerisinde
Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumunun (TENMAK) durumlarına uygun
TENMAK denetçisi pozisyonlarına atanabilirler. (Ayrıca bu şekilde atananların
sayısı 5’i geçemeyecektir.) Ancak iptali talep edilen ibarenin delaletiyle bu kimselerin
(genel bütçe ve özel bütçe kapsamındaki kamu idarelerinde mesleğe özel yarışma
sınavına tabi tutulmak suretiyle girilen ve belirli bir yetişme programı
sonrası yeterlik sınavına tabi tutularak müfettiş, denetçi, denetmen ve
kontrolör kadro veya pozisyonlarında yardımcılık veya stajyerlikte geçen
süreler dahil en az beş yıl görev yapmış olanlar) ‘‘ve/veya sözlü sınava tabi
tutulması, Anayasa’ya aykırıdır. Başka bir anlatımla sözlü sınavı yapacak
kurulun (yahut kişi/kişiler) yapısının ve sözlü sınavın içeriği belirsiz
olduğundan, kamera kaydına alınması öngörülmediğinden; saydamlığın ve
nesnelliğin temin edilememesi nedeniyle, bu kimselerin yazılı sınavla beraber
ya da sadece sözlü sınava tabi tutulmasını öngören ve iptali talep edilen
ibare, Anayasa’ya aykırıdır.
Öncelikle
belirtmek gerekir ki anılan geçici 6. maddeye konu personel, ‘‘genel bütçe ve
özel bütçe kapsamındaki kamu idarelerinde mesleğe özel yarışma sınavına tabi
tutulmak suretiyle girilen ve belirli bir yetişme programı sonrası yeterlik sınavına
tabi tutularak müfettiş, denetçi, denetmen ve kontrolör kadro veya
pozisyonlarında yardımcılık veya stajyerlikte geçen süreler dahil en az beş yıl
görev yapmış olanlardır. O halde bu personel, kamu idarelerinde denetim
özelinde kolluk faaliyetinde bulunduğundan; asli ve sürekli nitelikteki kamu
hizmeti yürütmekle görevli olan, Anayasa’nın 128. maddesi bağlamında ‘‘diğer
kamu görevlisidir. İptali talep edilen ibarenin yer aldığı fıkra hükmünde ise
TENMAK denetçisi pozisyonuna atama yoluyla pozisyon değişikliği
öngörülmektedir.
Bu
bağlamda kanun koyucu tarafından anılan geçici madde 6 kapsamındaki kişilerin
(genel bütçe ve özel bütçe kapsamındaki kamu idarelerinde mesleğe özel yarışma
sınavına tabi tutulmak suretiyle girilen ve belirli bir yetişme programı
sonrası yeterlik sınavına tabi tutularak müfettiş, denetçi, denetmen ve
kontrolör kadro veya pozisyonlarında yardımcılık veya stajyerlikte geçen
süreler dahil en az beş yıl görev yapmış olanlar) pozisyon değişikliği, kadro
ihdası, ataması / naklen atanması, görevlendirilmesi, niteliği, görev ve
yetkisi, aylık ve ödeneği ile diğer özlük haklarının Anayasa’nın öngördüğü
ilkeler ve özellikle de mezkûr 128. madde uyarınca maddi anlamda kanunilik
ilkesi dahilinde düzenlenmesi gerekmektedir. Ne var ki, iptali istenilen ibare,
‘‘TENMAK denetçisi pozisyonuna atamayı Anayasa’nın öngördüğü çerçevede
düzenlememektedir. Bu durum, aşağıda ayrıntılı olarak gösterildiği üzere,
Anayasa’ya çok yönlü olarak aykırıdır.
a)
Kamu görevlilerinin özlük işleri bağlamında kanunilik ilkesi bakımından:
Anayasa'nın 128. maddesinin birinci fıkrası kapsamındaki görevleri yürüten
bütün personelin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve
yükümlülüklerinin kanunla düzenlenmesi gerekir (Anayasa Mahkemesi’nin
22.11.2012 tarihli ve 2011/107 E.; 2012/184 K. sayılı Kararı). Anayasa
Mahkemesi’nin sıkça vurguladığı gibi kanunilik ölçütünün sağlandığından söz
edilebilmesi için kanunun şeklen var olması yeterli olmayıp yasal kurallar
keyfiliğe izin vermeyecek şekilde belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir
nitelikte olmalıdır. Esasen kanunun bu niteliklere sahip olması, Anayasa’nın 2.
maddesinde güvenceye bağlanan hukuk devleti ilkesinin de bir gereğidir.
Dolayısıyla Anayasa’nın 128. maddesinde yer verilen kanunilik ölçütü, Anayasa’nın
2. maddesinde güvence altına alınan hukuk devleti ilkesi ışığında
yorumlanmalıdır (aynı yöndeki değerlendirme için bkz. AYM, E.2018/88,
K.2020/24, 11/6/2020 §§ 13, 14) (Anayasa Mahkemesi’nin, 22.10.2020 tarihli ve
2020/1 E.; 2020/563 K. sayılı Kararı, § 41).
İhtilaflı
ibarenin yer aldığı fıkra hükmünde, Anayasa’nın 128. maddesinin ikinci
fıkrasına aykırı şekilde, sözlü sınavın kim tarafından yapılacağı (söz gelimi
idare -Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu- tarafından)
öngörülmemiş; sözlü sınavı yapmaya yetkili makam/idare, sözlü sınavın içeriği
ve usulü bakımından objektif kıstaslarla kayıtlanmamış; sadece yazılı sınav ya
da sözlü sınav mı, yoksa bunların ikisinin birden mi yapılacağı hüküm altına
alınmamıştır. Kaldı ki iptali talep edilen ibarenin yer aldığı fıkrada; bu
şekilde ataması yapılacak kişi sayısının en fazla beş (az sayıda sınırlı
kontenjan) olduğu göz önüne alındığında; bu hususlar, azami ehemmiyet arz
etmektedir.
Başka
bir anlatımla, kanun koyucu, sadece yazılı sınav ya da sözlü sınav mı, yoksa
bunların ikisinin birden mi yapılacağını belirtmemiş; sözlü sınavın usulünü ve
içeriğini net bir biçimde kanun formunda ortaya koymamış ve bu hususların
belirlenmesini sözlü sınavı yapmaya yetkili makamın/idarenin düzenleyici (ve
dahi birel) işlemlerine bırakmıştır. Oysa bir kamu görevlisi olan anılan geçici
madde 6 kapsamındaki personele yapılacak sınavın içeriğinin ve usulünün kanun
düzeyinde belirlenmesi ve idarenin keyfi işlem ve eylemlerine terk edilmemesi
gerekirdi. Maddi anlamda kanuna tekabül etmeyen ihtilaflı ibare, bu nedenle
Anayasa’nın 128. maddesine aykırıdır (bu açıdan ayrıca bkz. aşağıda “b” alt
başlığı).
b)Hukuk
devleti ve idarenin kanuniliği ilkeleri bakımından: Hukuk devleti, bütün işlem
ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan,
her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek
sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa’ya aykırı durum
ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, Anayasa’ya ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren,
yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda
olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasa’nın bulunduğu bilinci olan devlettir (Anayasa
Mahkemesi’nin 02.06.2009 tarihli ve 2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı Kararı).
Hukuk devletinin önkoşullarından olan hukuki güvenlik ilkesi hukuk normlarının
öngörülebilir olmasını, hukuki belirlilik ilkesi de kanun hükümlerinin şüpheye
yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılabilir olmasını ve ayrıca kamu
otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade
etmektedir (bkz. AYM 9.2.2017, 2016/143 E.– 2017/23 K. par. 13; RG.
12.4.2017-30036) (Anayasa Mahkemesi’nin 04.05.2017 tarihli ve 2015/41 E.;
2017/98 K. sayılı Kararı). Başka bir deyişle, hukuk devleti ilkesi gereğince,
idareye işlem tesis ederken ve eylemde bulunurken veya görevlerini yerine
getirirken belirli ölçüde hareket serbestliği sağlayan takdir yetkisinin
kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi biçimde gerçekleşemez; idarenin takdir
yetkisinin sınırları, keyfi işlem ve eylemleri önlemek amacıyla kanunla
çizilmelidir.
Anayasa’nın
123. maddesinde yer alan idarenin kanuniliği ilkesinin iki boyutu
bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin secundum legem özelliğidir (kanuna dayanma
ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin düzenleme yetkisi kanundan kaynaklanır.
İkinci boyutu, idarenin intra legem özelliğidir (kanuna aykırı olmama
ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve eylemleri kanunun çizdiği sınırlar
içinde kalmalıdır.
Bu
nedenle anılan geçici madde 6 kapsamında kalan personel bakımından TENMAK
denetçisi pozisyonlarına atanabilmek için bu personelin tabi olacağı sözlü
sınavın usulünün ve içeriğinin, nesnellik ölçütü olması bakımından şeffaflığı
da sağlayacak biçimde (söz gelimi kamera kaydına alınmak suretiyle);
Anayasa’nın 128. maddesinde hüküm altına alınan ve hukuk devletinin temel taşı
olan maddi anlamdaki kanunilik kıstasının gereklerini karşılaması ve kanuna
dayanması ile kanuna aykırı olmaması için; genel çerçevesinin keyfi uygulamaya
yer vermeyecek açıklıkta kanun düzeyinde çizilmesi gerekmektedir. Ancak kanun
koyucu; sözlü sınavın olup olmayacağı, kim tarafından yapılacağı, usulü ve
içeriği, yazılı sınavla birlikte yahut münferiden yapılması hakkında–anayasal
ilkelerin aksine- (söz gelimi bu personelin muhakeme gücü, mesleğe uygunluğu,
genel kültürü, bilimsel ve teknolojik gelişmeleri takip kabiliyetini ölçecek
objektif kıstaslar) tamamen sessiz kalmış, sözlü sınav yapmaya yetkili makamı
karar alırken esas alacağı objektif kıstaslarla sınırlandırmamış, bu hususları
idarenin düzenleyici (ve dahi birel) işleminin konusu yapmıştır. Bu durum,
sözlü sınav yapmaya yetkili makamın sübjektif değerlendirme yapmasına sebep
olacaktır.
Halbuki
Anayasa Mahkemesi’nin de belirttiği üzere sözlü sınav, nitelik itibarıyla
yazılı sınavdan farklı bir ölçme aracıdır:
‘‘Dava
konusu kuralda düzenlenen sözlü sınav, bir kişinin davranış ve düşünceleri
üstüne bilgi edinmek amacıyla sorulu cevaplı görüşme yapılarak ilgilinin
muhakeme gücünü, bir konuyu kavrayıp özetleme ve ifade yeteneğini, genel
görünümünü, davranış ve tepkilerinin mesleğe uygunluğunu ve liyakatini, yetenek
ve kültürünü, bilimsel ve teknolojik gelişmelere açıklığını puan vermek
suretiyle değerlendirme yöntemidir. Yazılı yarışma sınavında ilgililerin genel
yetenek ve genel kültür seviyeleri ile alan bilgisi düzeyleri ölçüldüğünden
sözlü sınavda anılan bilgilerin yeniden ölçülmesi yerine dava konusu kuralda
belirtilen hususlarda değerlendirmeye tabi tutulması, mülakatın yapılış amacına
uygunluk taşımaktadır.’’
(Anayasa
Mahkemesi’nin 04.12.2014 tarihli ve 2014/99 E.; 2014/181 K. sayılı Kararı). Bu
nedenle kanun koyucunun, tercihini sözlü sınav yönünden yaptığında;
idarenin/sözlü sınav yapamaya yetkili makamın takdir yetkisini kanun düzeyinde
açıkça çerçeveleyip sınırlandırması gerekmektedir.
Buna
ilave olarak, ‘‘Kamu kurum ve kuruluşlarının kadrolarının ihdası başka bir
deyişle kadro usulüne ilişkin düzenlemeler, idarenin teşkilat yapısı ile ilgili
olup idarenin kuruluş ve görevlerinin belirlenmesinin bir parçasını
oluşturmaktadır. Anayasa Mahkemesinin bir kararında konuyla ilgili olarak, “Bir
kurumun kuruluşu deyince her şeyden önce o kurumu yürütecek personele ait
kadrolar hatıra gelir. Zira kurumun temelinden çatısına kadar bütün örgütünün
bu kadrolar teşkil eder. Personel kadroları mevcut olmayan bir kurum, henüz
kuruluş haline geçmemiş demektir. Şu halde bir kurumu çalışır hale getirecek
olan Personel kadrolarının, en küçüğünden en büyüğüne kadar, bütününü
kuruluştan ayrı düşünmeğe imkân yoktur.” denilmektedir (AYM E. 1965/32, K.
1966/3, 4/2/1966)’’ (Anayasa Mahkemesi’nin 11.06.2020 tarihli ve 2018/119 E.;
2020/25 K. sayılı Kararı, § 18). Ancak iptali talep edilen ibarenin yer aldığı
fıkra hükmünde; kadro ihdası gibi özlük işleri kapsamında değerlendirilen sözlü
sınavın yazılı sınavla birlikte veya tek başına yapılıp yapılmayacağı, kim
tarafından yapılacağı, usulü ve içeriğinin genel çerçevesi; hukuki işlem olarak
kanun ile açıkça ortaya konulmamıştır.
Öte
yandan normlar arasında hukuka uygun kademelenmenin sağlanabilmesi, diğer bir
deyişle normlar hiyerarşisinde sözlü sınava ilişkin tesis edilecek idari
işlemlerin (söz gelimi çıkarılacak yönetmeliğin) 7451 sayılı Kanun’a uygun
olması, yalnız bu Kanun’un temel ilkeleri ortaya koymasıyla mümkündür. Aksi
takdirde, Kanun’un genel çerçeveyi çizmemesi, idari işlemlerin (söz gelimi
yönetmeliğin) hukuka uygunluk denetiminde gözetilecek ölçü normun (7451 sayılı
Kanun’un) maddi anlamda kanunun asgari ögelerini karşılamaması durumunda, idari
işlem (söz gelimi yönetmelik) hukuki dayanaktan yoksun kılınacaktır.
Yine
idarenin (yazılı ve/veya sözlü sınavı yapmaya yetkili makamın) uhdesine
sınırları belirsiz, çok geniş bir düzenleme alanının bırakılması, anılan geçici
6. maddenin uygulanmasını sağlamaya ilişkin anayasal işlevinin ötesine geçerek,
şekli anlamda kanun aracılığıyla, idarenin düzenleyici (ve dahi birel)
işlemlerine, maddi anlamda kanun koyma yetkisinin tanınması anlamına
gelecektir.
Anayasa’nın
128. maddesi uyarınca kanun düzeyinde tanımlanması gereken hususları, idarenin
düzenleyici (ve dahi birel) işlemlerine tevdi eden, maddi anlamda bir kanunda
bulunması gereken öngörülebilirlik niteliğini içermeyip, yukarıda tanımlandığı
anlamda hukuki güvenlik ve belirlilik ilkelerinin gereklerini yerine getirmeyen
ihtilaflı ibare, Anayasa’nın 2 ve 123. maddelerine aykırıdır.
c)Yasama
yetkisinin devredilmezliği bakımından: Anayasa’nın 7. maddesinde temelini bulan
yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine göre yasama yetkisi yalnız Türkiye
Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Bu nedenle idareye düzenleme yetkisi veren bir
yasa kuralının temel ilkeleri ortaya koyması ve çerçeveyi çizmesi gerekir.
Diğer bir deyişle idareye sınırsız ve belirsiz bir düzenleme yetkisi bırakılamaz.
Nitekim idarenin düzenle me yetkisi; sınırlı, tamamlayıcı ve bağımlı bir
yetkidir. Yasa ile yetkilendirme, Anayasa’nın öngördüğü biçimde yasa ile
düzenleme anlamını taşımamaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin 02.05.2008 tarihli ve
2005/68 E.; 2008/102 K. sayılı Kararı). İptali talep edilen ibarenin yer aldığı
fıkra hükmünde olduğu gibi temel ilkeleri belirlenmeksizin ve çerçevesi
çizilmeksizin, idareye (sınav yapmaya yetkili makama) sözlü sınavın usulünü ve
içeriğini; sadece yazılı ya da sözlü sınavın mı, yoksa bunların ikisinin
beraberce mi yapılacağını belirleme yetkisi veren yasa hükmü, Anayasa’nın 7’nci
maddesine aykırılık oluşturur.
ç)Kamu
hizmetinde görevin gerekli kıldığı nitelikler bakımından: Anayasa’nın 70.
maddesinde yer alan ve her Türk vatandaşına eşit şekilde tanınan kamu hizmetine
girme hakkı, kamu hizmeti icra edecek personellerin istihdamının liyakata
dayalı bir sistem içerisinde gerçekleşmesini sağlar. Anayasa; ödevle nitelik
arasında sıkı bir ilişki bulunduğunu, bunun dışında hizmete alınmada hiçbir
nedenin gözetilemeyeceğini, daha açık bir anlatımla ayrımın yalnızca
ödev-nitelik ilişkisi yönünden yapılması gerektiğini buyurmaktadır. O halde
ödevle, onun gerektirdiği niteliği birbirinden ayrı düşünmeye olanak yoktur.
Buna göre, o nitelikler görevlilerde bulunmadıkça o ödev yerine getirilemeyecek
ya da ödev, görevin gerekleri doğrultusunda yerine getirilmemiş olacak
demektir. Kamu hizmetlerinin özellikleri olduğu ve bu hizmetleri gören idare
ajanlarının da özel statülere bağlı bulunduğu bilinen bir gerçektir. Memurlarda
yasalarca aranan nitelikler ve onlar hakkında yasalarda öngörülen kısıtlamalar,
kamu hizmetinin etkin ve esenlikli bir biçimde yürütülmesi amacına yöneliktir
(Anayasa Mahkemesi’nin 09.10.1979 tarihli ve 1979/19 E.; 1979/39 K. sayılı
Kararı).
Anayasa’nın
128. maddesinde temelini bulan ve hukuk devletinin ana halkasını oluşturan
kanunilik ilkesi ışığında, Anayasa’nın 70. maddesi ele alındığında görüleceği
üzere; kamu hizmetine girme hakkının temel bir hak olarak etkililiği, maddenin
“Hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım
gözetilemez” şeklindeki ikinci fıkrasında yer alan ‘‘görevin’’ ibaresinin; kamu
hizmeti görülürken ifa edilecek görevin (ve niteliğinin varlığının tespiti için
yapılacak sözlü sınavın), (bir kimsenin bu pozisyona uygun olduğunun objektif
kriterlere göre tespitinin yapılabilmesi amacıyla) kanun düzeyinde
açıklanmasını gerektirir. Aksi bir tutum, bir başka deyişle kamu hizmeti
görülürken ifa edilecek görevin niteliklerinin varlığını tespit edecek araç
olmak üzere sadece yazılı ya da sözlü sınavın mı, yoksa bunların ikisinin
beraberce mi yapılacağını ve yapılması halinde sözlü sınavın usulünü ve
içeriğini belirleme yetkisini idarenin (Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden
Araştırma Kurumu’nun ) keyfi uygulamalarına, kayırmacılığa neden olabilecek
takdir yetkisine bırakmak; anayasal amacın (denetim özelinde -kolluk- kamu
hizmeti icra edecek TENMAK denetçisi istihdamının liyakate dayalı bir sistem içerisinde
gerçekleşmesini sağlamak) bertaraf edilmesine neden olacak, anılan hakkın
istekli kimseler (genel bütçe ve özel bütçe kapsamındaki kamu idarelerinde
mesleğe özel yarışma sınavına tabi tutulmak suretiyle girilen ve belirli bir
yetişme programı sonrası yeterlik sınavına tabi tutularak müfettiş, denetçi,
denetmen ve kontrolör kadro veya pozisyonlarında yardımcılık veya stajyerlikte
geçen süreler dahil en az beş yıl görev yapmış olanlar) bakımından eşit düzeyde
güvence altına alınmasına engel oluşturacaktır. Diğer bir deyişle, TENMAK
denetçisi olarak atanabilmek için bu personelin tabi olacağı sözlü sınavın kim
tarafından yapılacağının; usulünün ve içeriğinin ve sadece yazılı ya da sözlü
sınavın mı, yoksa bunların ikisinin beraberce mi yapılacağının liyakat esasının
gereklerini karşılayacak açıklıkta olması ve vatandaşların eşit şekilde kamu
hizmetine girme haklarının idarenin (Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma
Kurumu’nun) keyfî işlemler tesis etme ihtimaline karşı kanun seviyesinde
korunması gerekmektedir. Bu nedenle anılan gereklilikleri karşılamayan
ihtilaflı ibare, Anayasa’nın 70. maddesine de aykırıdır.
Nitekim
Anayasa Mahkemesi’nin Anayasa’nın 70. maddesi ile ilişkilendirerek verdiği bir
iptal kararının müteallik bölümü:
‘‘1-
KHK'nin 37. Maddesinin (2), (3) ve (4) Numaralı Fıkraları
KHK'nin
37. maddesinde, Gümrük ve Ticaret Uzmanlığı ve Uzman Yardımcılığı kadroları
ku-rulmuş ve bu kadrolarda görev yapacak kişilerin atanma usul ve esasları
düzenlenmiştir. Anılan mad-denin (2) numaralı fıkrasında, Gümrük ve Ticaret
Uzman Yardımcılığına atanmanın koşulları; (3) nu-maralı fıkrasında, Gümrük ve
Ticaret Uzmanlığına atanmanın koşulları ile bu koşulları yerine getire-meyen
Uzman Yardımcılarının bu unvanlarını kaybedecekleri ve Bakanlıkta durumlarına uygun
kad-rolara atanacakları; (4) numaralı fıkrasında ise Gümrük ve Ticaret Uzmanı
ile Uzman Yardımcılarının mesleğe alınmaları, yetiştirilmeleri, yarışma sınavı,
tez hazırlama ve yeterlik sınavı ile diğer hususla-rın yönetmelikle
düzenleneceği kurala bağlanmıştır.
Anayasa'nın
91. maddesinin birinci fıkrasında “Sıkıyönetim ve olağanüstü haller saklı
kal-mak üzere, Anayasanın ikinci kısmının birinci ve ikinci bölümlerinde yer
alan temel haklar, kişi hak-ları ve ödevleri ile dördüncü bölümde yer alan
siyasî haklar ve ödevler...”in kanun hükmünde karar-namelerle düzenlenemeyeceği
belirtilmiştir. Öte yandan, Anayasa'nın “Kamu hizmetlerine girme hak-kı”
başlıklı 70. maddesinin birinci fıkrasında, her Türk'ün, kamu hizmetlerine
girme hakkına sahip ol-duğu belirtildikten sonra ikinci fıkrasında hizmete
alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayırım
gözetilemeyeceği kurala bağlanmıştır. Buna göre, Anayasa'nın “Siyasi Haklar ve
Ödev-ler” başlıklı dördüncü bölümünde yer alan ve 70. maddesinde korunan kamu
hizmetlerine girme hak-kına ilişkin olarak kanun hükmünde kararname ile
düzenleme yapılması mümkün değildir.
Gümrük
ve Ticaret Uzmanlığı ve Uzman Yardımcılığı kadrolarına giriş koşullarının
belirlen-mesi, Anayasa'nın 70. maddesine göre kamu hizmetine girme hakkına
ilişkin olduğundan, bu hususu düzenleyen KHK'nin 37. maddesinin (2), (3) ve (4)
numaralı fıkraları, Anayasa'nın 91. maddesinin bi-rinci fıkrasına aykırıdır.
İptalleri gerekir.’’
şeklindedir
(Anayasa Mahkemesi’nin 08.11.2012 tarihli ve 2011/87 E.; 2012/176 K. sayılı
Kararı).
d)Kuvvetler
ayrılığı ilkesi, hiçbir kimsenin veya organın Anayasa’dan kaynaklanmayan bir
yetkiyi kullanamaması ve Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı
bakımından: Anayasa Mahkemesi kararlarında Anayasa'nın 153. maddesinde
belirtilen bağlayıcılık ilkesine aykırılıktan söz edilebilmesi için iptal
edilen kuralla dava konusu yeni düzenlemenin içerik ve kapsam bakımından aynı
ya da benzeri olması gerektiği belirtilmektedir (Anayasa Mahkemesi’nin
12.11.1991 tarihli ve 1991/7 E.: 1991/43 K. sayılı Kararı). Anayasa Mahkemesi,
eldeki dava konusuyla benzer bir hüküm ihtiva eden düzenleme hakkında verdiği
bir iptal kararında ‘‘… Buna göre, (Telekomünikasyon) Kurum'da çalışan
memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve
yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ile diğer özlük
işlerinin yasayla düzenlenmesi gerekirken, buna ilişkin düzenlemelerin Bakanlar
Kurulu'na bırakılması, Anayasa'nın 128’inci maddesine aykırıdır. Bu nedenle kuralın
iptali gerekir…’’ şeklinde gerekçe kaleme almıştır (Anayasa Mahkemesi’nin
12.12.2007 tarihli ve 2002/35 ve 2002/95 sayılı Kararı).
Yine
Anayasa Mahkemesi’nin 01.02.2018 tarihli ve 7070 sayılı Olağanüstü Hal
Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanunla 636 sayılı KHK’ye
eklenen ve sözleşmeli sağlık personeli istihdamında yapılacak “sözlü sınav ve
yerleştirmeye ilişkin usul ve esasların Sağlık Bakanlığınca belirleneceğine”
ilişkin 45/A maddesinin (2) numa-ralı fıkrasının son cümlesiyle ilgili olarak
verdiği kararında da; bu durum, hüküm altına alınmıştır. Anılan kararın ilgili
bölümü:
“Kamu
görevlisi statüsünde olan sözleşmeli sağlık personelinin sözlü sınavla mesleğe
alınması kanun koyucunun takdir yetkisinde olmakla birlikte bu personelin sözlü
sınavla mesleğe alınmasına ve yerleştirilmesine ilişkin temel ilkelerin
Anayasa’nın 128. maddesi uyarınca kanunla düzenlenmesi ve bu bağlamda
Anayasa’nın 7. maddesi uyarınca yasama yetkisinin idareye devredilmemesi
gerekir ... Kuralın ikinci cümlesinde sözlü sınav ve yerleştirmeye ilişkin usul
ve esasların Bakanlıkça belirleneceği öngörül-müştür. Kanun’da sözlü sınavda
hangi ölçütlerin gözetileceği hususlarına yer verilmediği gibi sınavı ka-zanan
adayların yerleştirilmesinde uygulanacak esaslara ilişkin herhangi bir
düzenleme de yapılmamış-tır. Diğer bir ifadeyle Kanun’da sözlü sınav ve sınav
sonrası yerleştirmeye ilişkin temel ilkeler belirlenme-miş ve kuralın ikinci
cümlesiyle bu hususların düzenlenmesi yönetmeliğe bırakılmıştır ... Bakanlıkta
is-tihdam edilecek sözleşmeli personelin sözlü sınavla mesleğe alımına ve
yerleştirilmelerine ilişkin temel ilkelerin kanunda belirlenmeksizin
yönetmelikle düzenlenmesine imkan tanınması kamu görevlilerinin statülerinin
kanunla düzenlenmesine ve yasama yetkisinin devredilmezliğine ilişkin anayasal
ilkelerle bağdaşmamaktadır.”
şeklindedir.
Anayasa Mahkemesi, iptal davasına konu düzenlemeyi, Anayasa’nın 7 ve 128.
maddelerine aykırılığı nedeniyle iptal etmiştir (Anayasa Mahkemesi’nin
24.07.2019 tarihli ve 2018/73 E.; 2019/65 K. sayılı Kararı, § 199-201).
Buna
ilave olarak Anayasa Mahkemesi, hakim ve savcı adaylarının yalnız sözlü sı-nava
tabi tutulacağını öngören düzenleme hakkında verdiği 20.11.1990 tarihli ve
1990/13 E.; 1990/30 K. sayılı (iptal) kararında şu gerekçeyi kaleme almıştır:
‘‘B-
Yasa'nın 7. Maddesi Yönünden inceleme: l- Maddenin Anlam ve Kapsamı:
3611
sayılı Yasa'nın 7. maddesi ile 3221 sayılı Hâkim ve Savcı Adayları Eğitim
Merkezi Kuruluş ve Görevleri Hakkında Yasa'nın 10. ve 11. maddelerindeki
"yazılı sınav" sözcükleri "sözlü sınav" olarak
değiştirilmiştir.
10.
ve 11. maddelerin değişiklikten önceki metinleri şöyledir:
"Madde
10.- Eğitim sonunda adaylar eğitim süresi içinde kendilerine öğretilen
konularla ilgili olarak, yazılı sınava alınırlar.
Yazılı
sınava dair hususlar yönetmelikle düzenlenir."
"Madde
11.- Eğitim sonunda yazılı sınavda başarı gösterenlerin mesleğe kabulleri ile
atanmaları, Hâkimler ve Savcılar Kanunu hükümlerine göre yapılır."
Görüldüğü
gibi, 3611 sayılı Yasa ile bu maddelerde yer alan "yazılı sınav"
sözcükleri "sözlü sı-nav" olarak değiştirilmiş, böylece adayların iki
yıllık eğitim süresi sonundaki başarılarının yalnızca sözlü sınavla saptanması
esası kabul edilmiştir.
3221
sayılı Yasa'nın, 10. ve 11. maddelerinde yapılan bu değişiklik için 3611 sayılı
Yasa'nın 7. maddesinin gerekçesinde :
"Hâkim
ve savcı adaylarının eğitim süreleri sonunda yapılmakta olan sınav, daha pratik
olması bakımından sözlü sınav olarak değiştirilmiştir." denilmektedir.
2-
Anayasa'ya Aykırılık Sorunu:
Dava
dilekçesinde 7. maddenin Anayasa'nın 13., 36., 37., 125., 138. ve 140.
maddelerine aykırılığı nedeni ile iptali istenilmiştir. Ancak, 2949 sayılı
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Yasa'nın 29.
maddesi hükmü uyarınca Anayasa Mahkemesi, ilgililer tarafından ileri sürülen
ge-rekçelere dayanmak zorunda olmayıp , başka gerekçe ile de Anayasa'ya
aykırılık kararı verebileceğinden konuyla yakın ilgisi nedeniyle Anayasa'nın 2.
ve 139. maddeleri yönünden de inceleme kapsamı içine alınması gerekmiştir.
a.
Anayasa'nın 2. Maddesi Yönünden İnceleme:
Anayasa'nın
2. maddesinde, "Türkiye Cumhuriyeti ... bir hukuk Devletidir."
denilmektedir.
Yasaların
kamu yararına dayanması gereği, kuşkusuz hukuk devletinin önde gelen
koşullarından birisini oluşturmaktadır. Bu konuda Anayasa Mahkemesi'nin
yerleşmiş anlayışını yansıtan kararlarında belirtildiği gibi;
Anayasa'nın
2. maddesinde tanımlandığı üzere Devletimiz bir hukuk devletidir. Hukuk devleti
il-kesinin öğeleri arasında yasaların kamu yararına dayanması ilkesi vardır. Bu
ilkenin anlamı kamu yararı düşüncesi olmaksızın başka deyimle yalnızca özel
çıkarlar veya yalnızca belli kişilerin yararına olarak herhangi bir yasa
kuralının konulamayacağıdır. Buna göre. çıkarılması için kamu yararı bulunmayan
bir yasa kuralı Anayasa'nın 2. maddesine aykırı nitelikte olur ve dava
açıldığında iptali gerekir. Çıkarıldığı zaman kamu yararına dayanan kuralın,
koşulların değişmesi sonucunda kamu yararını karşılayamaz du-ruma geldiğinde
dahi iptali gerekir.
Buna
göre yasaların, amaç öğesindeki sakatlık başlı başına bir aykırılık nedeni
oluşturabilecek-tir.
Bu
nedenle, 3221 sayılı Yasa'nın 10. ve 11. maddelerindeki "yazılı
sınav"ın "sözlü sınav" olarak değiştirilmesindeki amacın
saptanması zorunludur. Yasa'nın gerekçesinde bu değişikliğin sözlü sınavın daha
pratik olması nedeniyle yapıldığı belirtilmektedir. Oysa, birinci aşamada
yazılı sınav ve "mülakat barajı"nı aşmış olan yargıç ve savcı
adaylarının mesleğe kabullerinde ikinci aşama olarak yapılan bir sı-navda
nesnel ölçütlerin konulması gerekirken, öznel değerlendirmelere neden
olabilecek sözlü sınav yön-temini yalnızca "pratik olması" bakımından
yeğlemesi"kamu yararı" düşüncesiyle açıklanamaz.
Bu
nedenle herkesin eşit koşullarda yarışmasını sağlayan yazılı sınav yerine,
kuşku uyan-dırabilecek öğeler taşıyan ve her zaman öznel değerlendirmeyi
birliğinde getiren, sözlü sınavın, yeğlenmesini kamu yararı düşüncesiyle
bağdaştırmak güçtür. Şu durumda 3611 sayılı Yasa'nın 7. maddesi kamu yararına
dayanmadığından Anayasa'nın 2. maddesine aykırı olup iptali gerekir.
b)
Anayasa'nın 13. Maddesi Yönünden inceleme:
Anayasa'nın
13. maddesinde, temel hak ve özgürlüklerin hangi amaçlarla ve ne biçimde
sınırla-nabileceği ve sınırlamanın ölçüsü belirtilmektedir.
Dava
dilekçesinde, yargı bağımsızlığı ve yargıç güvencesinin temel hak ve
özgürlüklerin de gü-vencesi olduğu, bunun zedelenmesinin ve sınırlandırılmasının,
demokratik toplum düzeninin gereklerine aykırı sonuçlar doğuracağı, bu nedenle
Anayasa'nın 13. maddesine aykırı olduğu ileri sürülmektedir.
Oysa,
hâkim ve savcı adaylarının eğitim sonunda girdikleri yazılı sınavın sözlü
sınava çevrilmesi ile temel hak ve özgürlüklerin kısıtlanması arasında bir
bağlantı kurmak olanaklı değildir. Bu nedenle Anayasa'nın 13. maddesi yönünden
bir aykırılık saptanmamıştır.
c)
Anayasa'nın 36. ve 125. Maddeleri Yönünden İnceleme:
…
d)
Anayasa'nın 37. Maddesi Yönünden İnceleme:
…
e)
Anayasa'nın 138., 139. ve 140. Maddeleri Yönünden İnceleme:
…
Yeni
düzenleme ile eskiden yazılı olarak yapılmakta olan sınavın sözlüye çevrilmesi,
adayların bu işleme karşı dava haklarını biçim yönünden değilse de fiilen
ortadan kaldırmaktadır. Çünkü, sözlü sı-nava karşı açılan davada yargısal
denetim, sınav kurulunun oluşumu, sınavın yöntemi, verilen notlarda maddi hatâ
yapıldığı gibi konularla sınırlı olmaktadır.Sorularla bunlara verilen
yanıtların delil tesbiti ve bilirkişi incelemesi yöntemiyle yargısal denetim
kapsamına aldırma olanağı güçtür.
Yargıcın
adalet dağıtma görevini noksansız yerine getirebilmesi için adaylık dönemi
dahil mes-leğinin her aşamasında güven duyacağı bir ortam içinde bulunması
zorunludur.
Nesnelliği
hususunda güven verebilecek ve adayların yalnız biçimsel değil fiilen de
yargı-sal haklarını kullanmalarına olanak sağlayacak bir yöntem yerine öznel
değerlendirmelere açık, sözlü sınavın tek başına sonucu etkilemesine izin
vermek, Anayasa'nın yargıç ve savcılara adaylık döneminden itibaren tanıdığı
güvence ile bağdaşmamaktadır.
Açıklanan
nedenlerle 3611 sayılı Yasa'nın 7. maddesi Anayasa'nın 138., 139. ve 140.
madde-lerine aykırıdır; iptali gerekir.’’
Anayasa
Mahkemesi’nin verdiği iptal kararı karşısında; kanun koyucunun Anayasa’nın 2, 7
ve 128’inci maddelerine -benzer sakatlıktan muzdarip olması hasebiyle- aykırı
olan iptali talep edilen ibareyi kanunlaştırması, Anayasa’nın 153’üncü
maddesini ihlal ettiği gibi, hiçbir kimse ve organın kaynağını Anayasa’dan
almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağını öngören 6’ncı maddesine ve
Anayasa’nın Başlangıç bölümünde yer alan kuvvetler ayrılığı ilkesine de halel
getirmektedir.
e)Eşitlik
ilkesi bakımından: İptali talep edilen ibarenin idareye (Türkiye Enerji,
Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu’na) verdiği sınırsız takdir yetkisi, aynı
şartları ve nitelikleri sağlayan ‘‘genel bütçe ve özel bütçe kapsamındaki kamu
idarelerinde mesleğe özel yarışma sınavına tabi tutulmak suretiyle girilen ve
belirli bir yetişme programı sonrası yeterlik sınavına tabi tutularak müfettiş,
denetçi, denetmen ve kontrolör kadro veya pozisyonlarında yardımcılık veya
stajyerlikte geçen süreler dahil en az beş yıl görev yapmış olanlar ’’ arasında
idare tarafından kayırma/ayrımcılık yapılmasına neden olabileceğinden; anılan
ibare, Anayasa’nın 10’uncu maddesinde yer alan eşitlik ilkesine de aykırıdır.
İhtilaflı kural, aynı şekilde, kamu hizmetine kabulde (TENMAK denetçisi
pozisyonuna atanmada) sadece yazılı ya da sözlü sınavın mı, yoksa bunların
ikisinin beraberce mi yapılacağını; sözlü sınava ilişkin objektif esas ve
usulleri; sözlü sınavın kim tarafından yapılacağını öngörmemesi sebebiyle de
yine eşitlik ilkesini ihlal etmektedir. Zira eşitlik ilkesinin ihlal edilip
edilmediği hususunun tespiti, münferit olayda benzer kişi kategorileri arasında
gerçekleştirilen ayrıma ilişkin bir ‘‘haklı neden’’in var olup olmadığına göre
yapılır.
Anayasa
Mahkemesi’nin ifade ettiği üzere; “[Eşitlik ilkesi] ile güdülen amaç, benzer
koşullar içinde olan, özdeş nitelikte bulunan durumların yasalarca aynı işleme
uyruk tutulmasını sağlamaktır.” (Anayasa Mahkemesi’nin 13.04.1976 tarihli ve
1976/3 E.; 1976/3 K. sayılı Kararı). Yine AYM’ye göre; “Eşitlik ilkesinin
amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı
tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir”
(Anayasa Mahkemesi’nin 07.02.2006 tarihli ve 2006/11 E.; 2006/17 K. sayılı
Kararı). Eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun tespitinde, somut
olayda yapılan ayrımın haklı bir nedene dayanıp dayanmadığı noktası dikkate
alınır: “Anayasa'nın 10. maddesinde öngörülen eşitlik, mutlak anlamda bir
eşitlik olmayıp, ortada haklı nedenlerin bulunması halinde, farklı uygulamalara
imkan veren bir ilkedir” (Anayasa Mahkemesi’nin 11.12.1986 tarihli ve 1985/11
E.; 1986/29 K. sayılı Kararı).
Ne
var ki, iptali talep edilen ibarenin idareye (Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden
Araştırma Kurumu’na) verdiği keyfi uygulamalara sebep olabilecek sınırsız
takdir yetkisi, idare tarafından aynı şartlara ve niteliklere sahip ‘‘genel
bütçe ve özel bütçe kapsamındaki kamu idarelerinde mesleğe özel yarışma
sınavına tabi tutulmak suretiyle girilen ve belirli bir yetişme programı
sonrası yeterlik sınavına tabi tutularak müfettiş, denetçi, denetmen ve
kontrolör kadro veya pozisyonlarında yardımcılık veya stajyerlikte geçen
süreler dahil en az beş yıl görev yapmış olanlar ’’dan birinin, TENMAK
denetçisi pozisyonuna atanmasına diğerinin atanamamasına ilişkin haklı nedeni
somutlaştırmaya elverişli değildir. Başka bir anlatımla, denetçi pozisyonuna
atanabilmek için bu personelin tabi olacağı sınavın sadece yazılı ya da sözlü
sınav mı, yoksa bunların ikisi birden mi olacağının; sözlü sınavın usulünün ve
içeriğinin ve kim tarafından yapılacağının tespitinin idareye bırakılması,
mesleğin (denetçilik pozisyonunun) gerektirdiği nitelikler bakımından aynı
durumda olan kişi kategorileri arasında haklı nedene dayanmayan ve keyfî
muamele farklılıklarına yol açacaktır. Kaldı ki bu pozisyonlara azami beş
kişinin atanacak olması, bu ihtimalin gerçekleşme olanağını arttırmaktadır. Bu
nedenle anılan ibare, Anayasa’nın 10’uncu maddesine aykırıdır.
f)Temel
hak ve özgürlüklerin sınırlandırılma ilkeleri ve güvence ölçütleri ile çalışma
hakkı bakımından: Anayasa’nın 2 ve 5’inci maddelerinde yer alan sosyal devlet
ilkesinin bir görünümü, Anayasa’nın 49’uncu maddesinde güvencelenen çalışma
hakkıdır. Diğer bir deyişle herkese hak ve ödev olarak tanınan çalışma hakkı,
Devlete pozitif yükümlülük yüklemektedir. Devlet, herkes için uygun bir çalışma
ortamı hazırlamalıdır. Bu yükümlülüğün, mesleğe girişte (TENMAK denetçisi
pozisyonuna atanmada) görevin gerektirdiği nitelikler dışındaki diğer tüm keyfi
tercih ölçütlerinin kullanılmasına mani olacak koşulların sağlanmasını
öncelikle içerdiği izahtan varestedir. Ancak iptali talep edilen ibare,
Devletin anılan yükümlülüğünü ifa etmesine engel olacaktır. Nitekim idare
(Türkiye Enerji, Nükleer ve Maden Araştırma Kurumu), keyfi biçimde, sadece
yazılı ya da sözlü sınavın mı, yoksa bunların ikisinin beraberce mi
yapılacağını; sözlü sınava ilişkin usul ve esasları ve kim tarafından
yapılacağını belirleyerek, bu sınavlarda başarısız sayılan kimselerin
denetçilik pozisyonuna atanmasının önüne geçecektir. Bunun sonucunda da, Devlet
tarafından onlar bakımından çalışma hakkının kullanılması için gerekli ortam
hazırlanamayacaktır. Diğer bir deyişle kanun koyucu, söz konusu sözlü sınavın
içeriğine ve yapılmasına ilişkin usul ve esasların düzenlenmesini idarenin
uhdesine bırakmak suretiyle; anılan hakka maddi anlamda kanunilik, demokratik
toplum düzeni ve ölçülülük ilkelerine aykırı olacak şekilde keyfi idari
işlemlerle müdahale edilmesinin önünü açmıştır. Bu nedenle anılan ibare,
Anayasa’nın 2, 5, 13 ve 49. maddelerine aykırıdır.
g)Çalışma
barışı bakımından: Anayasa’nın 2 ve 5. maddeleriyle Devlet için öngörülen
‘‘sosyal devlet’’ niteliğinin bir görünümü, Anayasa’nın 49’uncu maddesiyle
Devlete yüklenen çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alma
yükümlülüğüdür. Anayasa Mahkemesi, ‘‘Anayasa'nın 49. maddesine göre, çalışma,
herkesin hakkı ve ödevidir. Devlete karşı ileri sürülecek bu hak, bireylere
zorlama yetkisi ve yaptırımı vermemiştir. Devlet, olanakları ölçüsünde, yeterli
örgütler kurarak iş bulmayı kolaylaştırıp sağlamak için gerekli önlemleri
almakla yükümlüdür. Devletin herkese iş verme, herkesi işe yerleştirme
zorunluluğu bulunmamaktadır. İşsizliği önlemek amacıyla yapacağı çalışmalarla
Devlet, öncelikle kamu sektöründe iş vermek yolunu izleyecek, bu nedenle de
yasal düzenlemeler yapacaktır.’’ şeklinde hüküm kurmak suretiyle; Anayasa’nın
49’uncu maddesinin kapsama alanında özel sektörün yanı sıra kamu sektörünün de
değerlendirileceğine işaret etmiştir (Anayasa Mahkemesi’nin 19.12.1989 tarihli
ve 1989/14 ve 1989/49 sayılı Kararı). O halde Devlet, hem özel sektörde hem de
kamu sektöründe çalışma barışını sağlamalıdır. Ancak maddi anlamda kanuna
tekabül etmeyen iptali talep edilen ibare; TENMAK denetçisi pozisyonuna atanmak
isteyen (genel bütçe ve özel bütçe kapsamındaki kamu idarelerinde mesleğe özel
yarışma sınavına tabi tutulmak suretiyle girilen ve belirli bir yetişme
programı sonrası yeterlik sınavına tabi tutularak müfettiş, denetçi, denetmen
ve kontrolör kadro veya pozisyonlarında yardımcılık veya stajyerlikte geçen
süreler dahil en az beş yıl görev yapmış olanlar) personel arasında eşitsiz
muamelelere, söz gelimi bazılarının liyakati ortaya koymayan keyfi usullerle bu
pozisyonlara atanıp bazılarının atanamamasına yol açacağından, çalışma
barışının da bozulmasına neden olacaktır. Çalışma barışının bozulması;
(denetim/kolluk özelinde) kamu hizmeti yürütmekle görevli olan personelin
çalışma motivasyonlarının bozulmasına; ilgilerini başka alanlara
yöneltmelerine; sorumluluklarını yeteri kadar yerine getirememesine ve
giderayak denetim/inceleme/soruşturmalarda aksaklık meydana gelmesine sebep
olabilecektir. Bu nedenle iptali talep edilen ibare, Anayasa’nın 2, 5 ve 49.
maddelerine de aykırıdır.
ğ)Uluslararası
anlaşmaların iç hukuka etkisi bakımından:Anayasa’nın 90. maddesine göre temel
hak ve özgürlüklere ilişkin usulüne göre yürürlüğe konmuş uluslararası
anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı koruyucu, kullanımını genişletici hükümler
barındırması kaydıyla) normlar hiyerarşisinde kanunun üstündedir. İptali talep
edilen ibare, yukarıdaki başlıklarda aykırı oldukları gösterilen temel haklara
ilişkin anayasal düzenlemelerin muadilleri olarak, çalışma hakkına ilişkin
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 23’üncü; (Gözden Geçirilmiş) Avrupa
Sosyal Şartı’nın 1’inci maddelerini; Türkiye Cumhuriyeti’nin taraf olduğu ILO
Sözleşmelerini ; adil çalışma koşullarına ilişkin İnsan Hakları Evrensel
Bildirgesi’nin 23’üncü; (Gözden Geçirilmiş) Avrupa Sosyal Şartı’nın 3 ve 22.
maddeleri; ILO’nun 94 No’lu Çalışma Şartları (Kamu Sözleşmeleri) Sözleşmesi ile
151 No’lu Çalışma İlişkileri (Kamu Hizmeti) Sözleşmesi’ni ihlal ettiğinden
Anayasa’nın 90’ıncı maddesine de aykırıdır.
Son
olarak 7451 sayılı Kanun’un 1. maddesiyle 2690 sayılı Kanun’a eklenen geçici
madde 6’nın birinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan ‘‘sözlü’’ ibaresini
kendinden önce gelen ‘‘yazılı’’ ibaresine bağlayan ‘‘ve/veya’’ bağlaçları,
‘‘sözlü’’ ibaresinin iptal edilmesiyle işlevini yitirecektir.
Tüm
bu nedenlerle, 7451 sayılı Kanun’un 1’inci maddesiyle 09.07.1982 tarihli ve
2690 sayılı Türkiye Atom Enerjisi Kurumunun Muafiyetleri ve Bazı Düzenlemeler
Yapılması Hakkında Kanun’a eklenen geçici madde 6’nın birinci fıkrasının
birinci cümlesinde yer alan ‘‘ve/veya sözlü’’ ibaresi, Anayasa’nın Başlangıç
bölümüne, 2, 5, 6, 7, 10, 13, 49, 70, 90, 123, 128 ve 153’üncü maddelerine
aykırıdır; anılan ibarenin iptali gerekir.
2) 04.04.2023
tarihli ve 7451 sayılı Organize Sanayi Bölgeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 5’inci maddesiyle 4562 sayılı Kanun’un
ikinci fıkrasından sonra gelmek üzere eklenen fıkrada yer alan ‘‘OSB yer seçimi
işlemi yapılmadan OSB alanı kesinleştirilir’’ ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
7451
sayılı Kanun’un 5. maddesiyle 4562 sayılı Organize Sanayi Bölgeleri Kanunu’nun
‘‘Yer seçimi, kuruluş ve planlama’’ kenar başlıklı 4’üncü maddesinde birtakım
değişiklikler yapılmıştır. Bu kapsamda anılan maddeye ikinci fıkrasından sonra
gelmek üzere yeni bir fıkra eklenmiştir. Söz konusu ek fıkraya göre
yürürlükteki imar planlarında sanayi alanı olarak belirlenmiş yerlerde, planı
onaylayan idarenin görüşünün alınması ve imar planına esas jeolojik ve
jeoteknik etüt yapılması kaydıyla ‘‘OSB yer seçimi işlemi yapılmadan OSB alanı
kesinleştirilecek’’tir. Ancak OSB yer seçimi işlemi yapılmadan OSB alanının kesinleştirilmesine
cevaz veren iptali talep edilen ibare, aşağıda sıralanan gerekçelerle
Anayasa’ya aykırıdır.
a)Hukuk
devleti, kamu yararı ile idarenin kanuniliği ilkeleri bakımından: Hukuk
devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca
geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan
ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan,
Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak
bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa’ya ve hukuk kurallarına
bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa
koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasa’nın
bulunduğu bilinci olan devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin 02.06.2009 tarihli ve
2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı Kararı). Hukuk devletinin önkoşullarından olan
hukuki güvenlik ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, hukuki
belirlilik ilkesi de kanun hükümlerinin şüpheye yer vermeyecek şekilde açık, net,
anlaşılabilir olmasını ve ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı
koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (bkz. AYM 9.2.2017, 2016/143 E.–
2017/23 K. par. 13; RG. 12.4.2017-30036) (Anayasa Mahkemesi’nin 04.05.2017
tarihli ve 2015/41 E.; 2017/98 K. sayılı Kararı). Başka bir deyişle, hukuk
devleti ilkesi gereğince, idareye işlem tesis ederken ve eylemde bulunurken
veya görevlerini yerine getirirken belirli ölçüde hareket serbestliği sağlayan
takdir yetkisinin kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi biçimde gerçekleşemez;
idarenin takdir yetkisinin sınırları, keyfi işlem ve eylemleri önlemek amacıyla
kanunla çizilmelidir.
Buna
ilave olarak Anayasa’nın 2’nci maddesindeki hukuk devleti ilkesi gereğince,
yasama işlemlerinin kişisel yararları değil kamu yararını gerçekleştirmek
amacıyla yapılması zorunludur (Anayasa Mahkemesi’nin 17. 06. 2015 karar tarihli
ve 2014/179 E.; 2015/54 K. sayılı Kararı). Aynı yönde; “Yasa koyucuya verilen
düzenleme yetkisi, hiçbir şekilde kamu yararını ortadan kaldıracak veya
engelleyecek... biçimde kullanılamaz …” (Anayasa Mahkemesi’nin 24.01.2008
tarihli ve 2007/76 E.; 2008/46 K. sayılı Kararı).
Öte
yandan ilk fıkrası “İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla
düzenlenir” hükmünü içeren Anayasa’nın 123’üncü maddesinde yer alan idarenin
kanuniliği ilkesinin iki boyutu bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin secundum
legem özelliğidir (kanuna dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin düzenleme
yetkisi kanundan kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intra legem özelliğidir
(kanuna aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve eylemleri
kanunun çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır.
Öncelikle
OSB yer seçimi işleminin hukuki niteliğini ve OSB alanının kesinleştirilmesine
bağlanan hukuki sonuçları ortaya koymakta fayda bulunmaktadır.
Birleşmiş
Milletler Sınai Kalkınma Teşkilatı (UNIDO) organize sanayi bölgelerini, ‘‘bir
grup üretici tarafından, bazen ortak tesislerle birlikte kullanılmak üzere,
yolların, ulaşımın ve kamu hizmetlerinin sağlanmasıyla kapsamlı bir plana göre
geliştirilmiş ve parsellere bölünmüş bir arazi parçası’’ şeklinde
tanımlamaktadır. Benzer biçimde 4562 sayılı Kanun’un ‘‘Tanımlar ve
kısaltmalar’’ kenar başlıklı 3’üncü maddesinin birinci fıkrasının (ı) alt
bendine göre OSB alanı, yer seçimi sonucunda sınırları tasdik edilmiş alanlar
ile onaylı sınır kapsamında belirlenen alanların bütününü ifade etmektedir.
4562 sayılı Kanun’un 4’üncü maddesinde ise yer seçimi işleminin genel çerçevesi
çizilmiştir:
‘‘Yer
seçimi, kuruluş ve planlama
Madde
4 – (Değişik: 18/6/2017-7033/40 md.)
OSB,
yer seçimine ilişkin yönetmeliğe göre uygun görülen yerlerde Bakanlığın onayı
ile kurulur.
OSB’lere
ait yer seçimi, Bakanlığın koordinatörlüğünde ilgili kurum ve kuruluşların
temsilcileri-nin katılımıyla oluşan yer seçimi komisyonunun yerinde yaptığı
inceleme sonucunda, varsa üst ölçekli plan kararları dikkate alınarak yapılır.
Komisyonda kararlar oybirliği ile alınır. Oybirliği sağlanamaması durumunda yer
seçimi ile ilgili nihai karar, yönetmelikte belirlenen esaslar doğrultusunda
Bakanlıkça verilir. Mevzuat gereğince korunması gereken ve sanayi tesislerinin
kurulmasına izin verilmeyen alanlar OSB yeri olarak incelemeye alınmaz.
(Ek
fıkra:4/4/2023-7451/5 md.) Yürürlükteki imar planlarında sanayi alanı olarak
belirlenmiş yerlerde, planı onaylayan idarenin görüşünün alınması ve imar
planına esas jeolojik ve jeoteknik etüt yapılması kaydıyla OSB yer seçimi
işlemi yapılmadan OSB alanı kesinleştirilir.
OSB
alanı içinde Hazine veya kamu kurum ve kuruluşlarına ait arazilerin bulunması
hâlinde; bu araziler, talep edilmesi ve başkaca bir sakıncası bulunmaması
durumunda, 29/1/2004 tarihli ve 5084 sa-yılı Yatırımların ve İstihdamın Teşviki
ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 2. maddesinin birinci
fıkrasının (b) bendi kapsamındaki illerde bedelsiz devredilir. Diğer illerde
ise 2/7/1964 tarihli ve 492 sayılı Harçlar Kanununun 63 üncü maddesinde yer
alan harca esas değerleri üzerinden peşin veya taksitle ödenmek üzere OSB’lere
satılır. Buna ilişkin usul ve esaslar Bakanlık ile Maliye Bakanlığınca
müştereken belirlenir. Toplu Konut İdaresi Başkanlığı mülkiyetinde bulunan stok
araziler ise ilgili mevzuatına göre OSB tüzel kişiliğine tapuda devredilirken
29/4/1969 tarihli ve 1164 sayılı Arsa Üretimi ve Değerlendirilmesi Hakkında
Kanunun 11. maddesinde belirtilen şerh tapuya işlenmez.
Seçilen
alanda özel mülkiyette olan araziler bulunması hâlinde bu araziler rızaen satın
alma ve-ya kamulaştırma yoluyla iktisap edilir. Bu nitelikte taşınmazlar
hakkında 4/11/1983 tarihli ve 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu hükümleri
uygulanır. (Ek cümleler:4/4/2023-7451/5 md.) Yönetmelikte belirtilen şart ve
sürelerde yatırım yapmayı taahhüt eden parsel maliklerine, kamulaştırma
yapılmadan se-çilen alanda OSB tarafından yer verilebilir. Taahhüdü yerine
getirmeyenlerin taşınmazları kamulaştırılır.
Yer
seçiminin kesinleşmesinden sonra OSB sınırları dışında kalan alanların
planlanması Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ve/veya ilgili belediye tarafından en
geç bir yıl içinde yapılır. Bununla ilgili usul ve esaslar Bakanlık ve Çevre ve
Şehircilik Bakanlığınca müştereken belirlenir. OSB alanı dışındaki içme ve
kullanma suyu, karayolu, demiryolu, elektrik ve doğalgaz bağlantıları ile
ilgili iş ve işlemler Bakanlığın koordinasyonunda ilgili kurum ve kuruluşlarca
yerine getirilir.
(Değişik
fıkra:4/4/2023-7451/5 md.) OSB yer seçimi kesinleştirilen alanın bulunduğu
büyükşe-hir belediyesi, il belediyesi, ilçe belediyesi, belde belediyesi,
18/5/2004 tarihli ve 5174 sayılı Türkiye Oda-lar ve Borsalar Birliği ile Odalar
ve Borsalar Kanununa göre kurulan sanayi odası, yoksa ticaret ve sanayi odası,
o da yoksa ticaret odası, il özel idaresi veya yatırım izleme ve koordinasyon
başkanlığı, konuyla ilgili mesleki kuruluş ve teşekküllerin temsilcileri
Bakanlık uygun görüşüne istinaden OSB kuruluşunda yer alabilir. OSB kuruluşunda
yer alan kurum ve kuruluşların temsilcileri ve vali tarafından imzalanmış
kuruluş protokolünün Bakanlıkça onaylanması ve sicile kaydı ile OSB tüzel
kişilik kazanır.
OSB
kuruluşunda, yedinci fıkrada belirtilen usuller çerçevesinde belirlenen odanın
yer alması zorunludur.[3]
(Mülga
fıkra:4/4/2023-7451/5 md.)
Tüzel
kişilik kazanan OSB’lerden, kuruluş tarihinden itibaren altı ay içerisinde
kamulaştırma iş-lemlerine başlayıp, iki yıl içerisinde uzlaşılamayan tüm
parseller için tespit ve tescil davası açmayan veya tüm parseller için açılan
davalar neticesinde 2942 sayılı Kanunun 10 uncu maddesinde belirtilen süreler
içerisinde bedeli ödemeyen OSB’lerin tüzel kişilikleri, tasfiye süreci
başlatılarak Bakanlık tarafından re-sen terkin edilebilir.
OSB
alanında Sağlık Bakanlığınca öngörülen sağlık koruma bandı bırakılır.
Ortak
kullanım alanları, OSB büyüklüğünün %5’inden az; hizmet ve destek alanları ise
OSB büyüklüğünün %15’inden fazla olamaz.[4]
OSB
sınırları içerisinde yapılacak imar ve parselasyon planları ve değişiklikleri,
OSB tarafından yönetmeliğe uygun olarak hazırlanır ve Bakanlıkça onaylanır.
Onaylı imar planları valilikçe tespit edilen ilan yerlerinde, Bakanlığın
internet sayfasında bir hafta süre ile ilan edilir. Askı süresinin sonunda
Ba-kanlıkça yürürlüğe konulur ve ilgili kurumlara bilgi için gönderilir. Bir
haftalık ilan süresi içinde planlara itiraz edilebilir. İtirazlar Bakanlığa
veya valiliğe yapılır. Bakanlık itirazları ve planları on beş gün içerisinde
inceleyerek kesin karara bağlar.
Katılımcı
tarafından OSB’ye başvurulduğu hâlde başvuru tarihinden itibaren üç ay içinde
her-hangi bir karara bağlanmayan imar ve parselasyon planı ve değişiklikleri
katılımcının müracaatı hâlinde Bakanlıkça değerlendirmeye alınır. Bakanlık
değerlendirme aşamasında OSB’nin başvuru hakkındaki görüşünü ister. OSB başvuru
hakkındaki görüşünü on beş gün içinde Bakanlığa bildirmek zorundadır.
Baş-vuruya konu imar ve parselasyon planı ile değişiklikleri Bakanlık tarafından
uygun bulunması hâlinde onaylanabilir.
Yürürlüğe
giren imar plânına göre arazi kullanımı, yapı ve tesislerinin
projelendirilmesi, inşası ve kullanımıyla ilgili ruhsat ve izinler ile işyeri
açma ve çalışma ruhsatları OSB tarafından verilir ve denetlenir. İşyeri açma ve
çalışma ruhsatının verilmesi sırasında işyeri açma ve çalışma ruhsatına ilişkin
harç-lar, OSB tarafından tahsil edilerek ilgili belediye veya il özel idaresi
hesabına yatırılır.
(Ek
fıkra:4/4/2023-7451/5 md.) Bakanlık tarafından OSB olarak sınırları
kesinleştirilen alanlarda, acele kamulaştırma kararına istinaden Kamulaştırma
Kanununun 27. maddesi kapsamında mahkemece takdir edilen taşınmaz bedelinin
banka hesabına yatırılması ve acele el koyma kararı verilmesini takiben
yatırımların gecikmemesini teminen, OSB tarafından altyapı inşaatı ve tahsis
yapılabilir, yatırımlar için ruhsat ve izinler verilebilir. Bedel tespitine
ilişkin Kamulaştırma Kanununun 11. maddesinin üçüncü fıkra hükmü saklıdır. Bu
fıkranın uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar yönetmelikte düzenlenir.
OSB
tüzel kişiliği, OSB’nin mevzuata ve imar planına uygun yapılaşmasından
sorumludur. Ruh-satsız veya ruhsata aykırılığı tespit edilen yapılar hakkında
ilgili idarece 3/5/1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanununun 32 nci ve 42 nci
maddeleri çerçevesinde tesis edilen işlemler ilgili OSB ve Bakanlığa
bil-dirilir. Yıkım, Bakanlığın talimatı üzerine valilik veya kaymakamlık
tarafından yapılır. Yıkım bedeli, yapı sahibi tarafından karşılanır.
Bu
maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar yönetmelikle belirlenir.’’
Söz
konusu yer seçimi işlemi, 02.02.2019 tarihli ve 30674 sayılı Resmi Gazete’de
yayımlanan Organize Sanayi Bölgeleri Yer Seçimi Yönetmeliği’nde
detaylandırılmıştır. Söz konusu Yönetmelik’te ‘‘yer seçimi talebi ve Sanayi ve
Teknoloji Bakanlığınca yapılacak ön değerlendirme, etüt çalışmaları, etüt
raporunun bölümleri, uygun alan bulunamaması durumu, yer seçimi komisyonun
oluşturulması ve görevi, OSB yerinin kesinleşmesi’’ gibi hususlar
düzenlenmektedir. Söz gelimi yer seçimi komisyonuna; ‘‘Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı, Tarım ve Orman Bakanlığı,
Kültür ve Turizm Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı, Ulaştırma ve Altyapı
Bakanlığı, İl Özel İdaresi veya Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı,
ilgili Belediye (incelenen alan/alanların belediye sınırları içerisinde olması
halinde), İl Sağlık Müdürlüğü, ilgili Kalkınma Ajansı Genel Sekreterliği’’
temsilci gönderecektir ve seçilecek yer, her bir temsilci tarafından uzmanlık
alanı çerçevesinde değerlendirilecektir. Temsilciler, alanın özelliklerini şu
çerçevede belirleyecektir:
‘‘mevkii,
şehir merkezine uzaklığı ve hangi yönde kaldığı, çevresinde bulunan diğer
yerleşim merkezlerinin neler olduğu, uzaklıkları ve hangi yönde kaldığı, büyüklüğü,
karayolu, havaalanı, liman ve demiryolu bağlantısı, uzaklığı, mülkiyet durumu,
kadastro durumu, belediye ya da mücavir alan sınırları içinde olup olmadığı,
varsa çevre düzeni planına göre durumu, mevcut arazi kullanım durumu,
çevresindeki alanların mevcut ve planlama durumu, eğimi ve yönü, bulunduğu
deprem kuşağı, su ihtiyacının nereden sağlanabileceği, enerji ihtiyacının
nereden sağlanabileceği, atık su ve yağmur suyu deşarj ortamı, hâkim rüzgâr
yönü, gelişme ve genişleme olanağının bulunup bulunmadığı, çevresinde konut ve
yan sanayi yerleşimine imkân olup olmadığı, varsa özel çevre koruma bölgeleri,
sit alanları, milli parklar, sulak alanlar, doğal anıtlar gibi koruma alanları
ile uluslararası sözleşmeler gereği korunması gereken alanlara göre konumu,
drenaj durumu, taşkına maruz kalma durumu, önceden belirlenmiş bir jeolojik
probleminin olup olmadığı, varsa yeraltı ve yüzeysel içme ve kullanma suyu
kaynaklarına göre konumu, su toplama havzasında kalıp kalmadığı, varsa katı
atık depolama alanlarına göre konumu, mevcut ya da planlanan havaalanları ile
varsa askeri alanlara, askeri güvenlik yasak bölgelerine, havaalanı mania
planına göre konumu, varsa su ürünleri üreme ve istihsal sahalarına olan
konumu’’
OSB
alanın kesinleşmesi ise Yönetmelik madde 9 hükmüne göre yapılmaktadır:
‘‘OSB
yerinin kesinleşmesi
MADDE
9 – (1) 8 inci maddede açıklanan şekilde hazırlanan yer seçimi komisyon raporu
ve varsa Bakanlığa sonradan gönderilen kurum ve kuruluş görüşleri ile
Bakanlığın kararı doğrultusunda OSB yeri;
a)
Bakanlıkça belirlenen teknik şartname doğrultusunda gözlemsel jeolojik etüt
raporunun hazırlanmasını,
b)
İhtisas OSB söz konusu ise Çevresel Etki Değerlendirmesi olumlu belgesinin
alınmasını,
c)
Seçilen arazi içerisinde mera vasfında parsel olması durumunda ilgili kuruma
yapılacak baş-vuru ile vasıf değişikliğinin yapılarak hazine adına tescil
edilmesini,
ç)
Seçilen arazi içerisinde devletin hüküm ve tasarrufunda tescil harici yerler
bulunması halinde hazine adına tescilinin yapılmasını müteakip Bakanlık tarafından
kesinleştirilir.
(2)
OSB yerinin uygun bulunduğu, yer seçimi komisyon raporu ve varsa Bakanlığa
sonradan gön-derilen kurum ve kuruluş görüşlerinde belirtilen şartlarla
birlikte ilgili valiliğe ve ilgili kurum ve kuruluş-lara bildirilir.
(3)
OSB yerinin kesinleştirilmesine dair Bakanlık yazısında belirtilen bilgi ve
belgelerin hazırlanarak bir yıl içerisinde Bakanlığa gönderilmemesi halinde yer
seçimi çalışmaları Bakanlıkça sonlandırılır.’’
Anılan
Yönetmelik hükümlerinden anlaşılacağı üzere; yer seçimi işlemi (ve OSB alanının
kesinleştirilmesi), organize sanayi bölgesi olarak en elverişli alanın
belirlenmesi amacıyla; katılımcı demokrasi anlayışı çerçevesinde; OSB alanını
ilgilendiren her kurum ve kuruluşun uzmanlık alanları doğrultusunda görüşlerini
beyan ettiği bir sürecin sonucunda ortaya çıkan üründür. Birçok aktörün azami
dikkat ve özen göstererek yer seçimi sürecine dahlinin temelinde, çevrenin
korunarak; milli ekonominin gereksinimleri ve planlı-sürdürülebilir kalkınma
ile sanayileşmenin geliştirilmesi hedefleri doğrultusunda; uzun dönemde mal ve
hizmet üretim bölgelerinin en düşük maliyet ve en yüksek kârla / kapasiteyle
kurulması amacı bulunmaktadır.
Ancak
kanun koyucu, ‘‘OSB’lerin yer seçimi işlemi yaklaşık 8 ila 12 ay sürmekte ve bu
nedenle sanayicinin ortak altyapı ve arıtma gibi OSB imkanlarına erişmesi
gecikmektedir. Düzenleme ile, halihazırda planda sanayi olarak belirlenmiş
alanlar için yeniden yer seçimi yapılmasına esasen gerek olmadığından şeklen
gerçekleştirilen yer seçimi işlemi kaldırılmakta ve sanayi imarlı alanların yer
seçimi yapılmadan ilgili idarelerin görüşü alınması ve imar planına esas
jeolojik ve jeoteknik etüt yapılması kaydıyla hızlı bir şekilde OSB’ye dahil
edilmesine veya OSB alanı olarak belirlenmesine imkan sağlanmaktadır.’’
şeklinde gerekçe kaleme almak suretiyle; yer seçimi işleminin uzun sürdüğünü ve
sanayicinin birtakım faaliyetleri gerçekleştirmesinin önüne zaman engelinin
çıktığını dile getirmiştir. Halbuki uygulamadaki teknik aksaklıklar nedeniyle
yer seçimi sürecinin uzaması, söz konusu işlemin salt ‘‘şekli’’ diğer bir
deyişle bir ‘‘formalite’’ olarak nitelendirilmesinin haklı gerekçesi olamaz.
Zira yer seçimi işlemi kâğıt üzerinde birtakım kurum ve kuruluşların
görüşlerinin alınmasından ibaret değildir; ilgili alanın coğrafi, sosyal,
ekonomik ve jeolojik yapısını ortaya koyan esaslı bir çalışmadır. Kanun koyucu
tarafından sürecin uzamasına yönelik sorunun bertaraf edilmesinin yolu, sürecin
hepten dışarıda bırakılması değil; bu sürecin uzamasına sebep olan faktörlerin
ortadan kaldırılmasıdır. Kaldı ki iptali talep edilen ibarenin bulunduğu fıkra
hükmünde yer alan ‘‘yürürlükteki imar planlarında sanayi alanı olarak
belirlenmiş yerlerde, planı onaylayan idarenin görüşünün alınması ve imar
planına esas jeolojik ve jeoteknik etüt yapılması’’ kaydı da yer seçimi
işleminin öngördüğü usul güvencelerine alternatif olabilecek yeterliliğe sahip
değildir. (Kaldı ki planı onaylayan idarenin görüşü, istişari niteliktedir.)
Zira bu kayıt, yer seçimi işleminin bünyesinde barındırdığı kalemlerden sadece
birkaçına tekabül etmektedir. Söz gelimi bu kayıtta, çevrenin korunmasına
yönelik bir rapor alma zorunluluğu yer almamaktadır. Halbuki organize sanayi
bölgelerinde bulunulacak faaliyetlerin; bilhassa bu bölgelerde kullanılan enerji
türleri göz önüne alındığında; çevreye etkileri (endüstriyel hava/gürültü
kirliliği, endüstriyel atıklar …) yadsınamaz düzeydedir. Nitekim TÜBİTAK
Marmara Araştırma Merkezi Çevre ve Temiz Üretim Enstitüsü’nün çalışmalarına da
konu olduğu üzere; endüstriyel atık suların arıtımı ve yönetiminin, endüstriyel
simbiyoz uygulamalarının, endüstriyel biyobozunur atıkların, endüstriyel
kazaların, denizlerde endüstriyel baskıların vb. özel bir niteliği
bulunmaktadır. O halde bu sürecin işletilmemesini haklı gösterecek bir neden
bulunmamaktadır. Halbuki yukarıda açıklandığı üzere her kanunun ratio legis’i,
kamu yararının somut bir görünümüdür. Ancak iptali talep edilen ibare, aşağıda
detaylandırılacağı üzere (Anayasa’nın 2, 3, 5, 7, 10, 12, 17, 43, 44, 45, 48,
56, 63, 90, 123, 166, 167, 168 ve 169. maddeleri özelinde) kamu yararını haiz
değildir.
Öte
yandan OSB alanının kesinleştirilmesine yönelik idari işlemin hukuk devletinin
temel taşı olan maddi anlamdaki kanunilik kıstasının gereklerini karşılaması ve
kanuna dayanması ile kanuna aykırı olmaması için; genel çerçevesinin keyfi
uygulamaya yer vermeyecek açıklıkta kanun düzeyinde çizilmesi gerekmektedir.
Söz konusu genel çerçeve, yer seçimi işleminde tezahür etmektedir. İptali talep
edilen ibareyle yer seçimi işleminin yapılması bir zorunluluk olmaktan
çıkarılmış; bunun yerine gerekli usul güvencelerini haiz ikame düzenlemeler
öngörülmemiştir. Başka bir anlatımla organize sanayi bölgelerinin çevreye çok
yönlü olumsuz etkilerinin bertaraf edilmesi, bilhassa farklı disiplinlerin bir
araya gelerek incelemede ve değerlendirmede bulunduğu yer seçimi komisyonunun
marifetiyle mümkündür. Elbette kanun koyucu, bir durumu özel düzenlemelere tabi
kılmayabilir, ancak o durumun (organize sanayi bölgelerinin bölgelerinin) ayırt
edici niteliği dikkate alındığında; kanun koyucu, (çevrenin korunmasına
yönelik) anayasal yükümlülüğüne istinaden alternatif güvenceler öngörmelidir
(yer seçimi sürecini işletmelidir). Ancak kanun koyucu söz konusu özel hükmün
uygulanmasını, iptali talep edilen ibareyle kanunen önüne geçmiştir.
Yer
seçimi süreci, aynı zamanda katılımcıların/sanayicilerin ticari, iktisadi ve
hukuki öngörülebilirliklerini de sağlamaktadır. Ancak kanun koyucu bu
öngörülebilirliği ortadan kaldırmaktadır.
Oysa
normlar arasında hukuka uygun kademelenmenin sağlanabilmesi, diğer bir deyişle
normlar hiyerarşisinde OSB alanının kesinleştirilmesine ilişkin tesis edilecek
idarenin düzenleyici ve dahi birel işlemlerinin (7451 sayılı Kanunla
ek/değişik/mülga hükümler ihtiva eden) 4562 sayılı Kanun’a uygun olması, yalnız
bu Kanun’un temel ilkeleri ortaya koymasıyla mümkündür. Aksi takdirde, Kanun’un
genel çerçeveyi çizmemesi, idari işlemlerin hukuka uygunluk denetiminde
gözetilecek (özel) ölçü normun maddi anlamda kanunun asgari ögelerini karşılamaması
(OSB alanının kesinleştirilmesi bakımından 7451 sayılı Kanunla ek/değişik/mülga
hükümler ihtiva eden 4562 sayılı Kanun’un 4’üncü maddesinde düzenlenen yer
seçimi işleminin yapılmaması) durumunda; idari işlem hukuki dayanaktan yoksun
kılınacaktır.
Ayrıntılı
usul ve esaslara havi yer seçimi işlemi yapılmadan OSB alanını kesinleştirme
yetkisini idarenin düzenleyici (ve dahi birel) işlemlerine tevdi eden ve
yukarıda tanımlandığı anlamda hukuki güvenlik ve belirlilik ilkelerinin
gereklerini yerine getirmeyen ihtilaflı ibare, Anayasa’nın 2 ve 123’üncü
maddelerine aykırıdır.
b)Yasama
yetkisinin devredilmezliği bakımından: Anayasa’nın 7. maddesinde temelini bulan
yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine göre yasama yetkisi yalnız Türkiye
Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Bu nedenle idareye düzenleme yetkisi veren bir
yasa kuralının temel ilkeleri ortaya koyması ve çerçeveyi çizmesi gerekir.
Diğer bir deyişle idareye sınırsız ve belirsiz bir düzenleme yetkisi
bırakılamaz. Nitekim idarenin düzenleme yetkisi; sınırlı, tamamlayıcı ve
bağımlı bir yetkidir. Yasa ile yetkilendirme, Anayasa’nın öngördüğü biçimde
yasa ile düzenleme anlamını taşımamaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin 02.05.2008
tarihli ve 2005/68 E.; 2008/102 K. sayılı Kararı). Yürürlükteki imar planlarında
sanayi alanı olarak belirlenmiş yerlerde, OSB alanının kesinleştirilmesi
bakımından yer seçimi işlemi yapılmasını ortadan kaldırdığından; özel kanuni
çerçeve (yer seçimi işlemine ilişkin mevzuat) olmaksızın idareye OSB alanını
kesinleştirmeye ilişkin usul ve esasları belirleme yetkisi veren ve iptali
talep edilen ibare hükmü, Anayasa’nın 7’nci maddesine aykırılık oluşturur.
c)Eşitlik
ilkesi bakımından: İptali talep edilen ibare, yürürlükteki imar planlarında
sanayi alanı olarak belirlenmiş yerlerde, OSB alanının kesinleştirilmesi
bakımından yer seçimi işlemi yapılmasını ortadan kaldırdığından; özel kanuni
çerçeve (yer seçimi işlemine ilişkin mevzuat) olmaksızın idareye OSB alanını
kesinleştirmeye ilişkin usul ve esasları belirleme yetkisi verdiğinden; yürürlükteki
imar planlarında sanayi alanı olarak belirlenmiş-belirlenmemiş yerler ile
katılımcılar/sanayiciler arasında idare tarafından kayırma/ayrımcılık
yapılabilecektir. Bu nedenle anılan ibare, Anayasa’nın 10’uncu maddesinde yer
alan eşitlik ilkesine de aykırıdır.
Zira
eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun tespiti, münferit olayda
benzer durumdaki kişi kategorileri arasında gerçekleştirilen ayrıma ilişkin bir
‘‘haklı nedenin var olup olmadığına göre yapılır. Anayasa Mahkemesi’nin ifade ettiği
üzere; “[Eşitlik ilkesi] ile güdülen amaç, benzer koşullar içinde olan, özdeş
nitelikte bulunan durumların yasalarca aynı işleme uyruk tutulmasını
sağlamaktır.” (Anayasa Mahkemesi’nin 13.04.1976 tarihli ve 1976/3 E.; 1976/3 K.
sayılı Kararı). Yine AYM’ye göre; “Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda
bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak,
ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir” (Anayasa Mahkemesi’nin
07.02.2006 tarihli ve 2006/11 E.; 2006/17 K. sayılı Kararı). Eşitlik ilkesinin
ihlal edilip edilmediği hususunun tespitinde, somut olayda yapılan ayrımın
haklı bir nedene dayanıp dayanmadığı noktası dikkate alınır: “Anayasa'nın 10.
maddesinde öngörülen eşitlik, mutlak anlamda bir eşitlik olmayıp, ortada haklı
nedenlerin bulunması halinde, farklı uygulamalara imkan veren bir ilkedir”
(Anayasa Mahkemesi’nin 11.12.1986 tarihli ve 1985/11 E.; 1986/29 K. sayılı
Kararı).
Ancak
iptali talep edilen ibareyle yer seçimine ilişkin ayrıntılı hükümler ihtiva
eden mevzuatın uygulama kabiliyetinin ortadan kaldırılması suretiyle; özel
kanuni çerçeve olmaksızın OSB alanının kesinleştirilmesi hakkındaki usul ve
esasları belirlemeye ilişkin idareye verilen öznel ve keyfi uygulamalara sebep
olabilecek sınırsız takdir yetkisi; söz gelimi aynı nitelikteki faaliyetleri
yürüten katılımcılarının OSB alanının kesinleştirilmesine yönelik taleplerinin
farklı prosedüre tabi tutulmasına; bazıları bakımından komisyon raporu talep
edilmesine/edilmemesine; bazılarına yönelik yürütülen (inceleme, değerlendirme
ve nihai karar verme) sürecin daha kısa sürede tamamlanmasına; bazılarına
eksikliklerini gidermeleri (raporda gerekli düzeltmeleri yapmaları) için daha
uzun bir süre verilmesine ilişkin haklı nedeni somutlaştırmaya elverişli değildir.
Yine iptali talep edilen ibareyle yürürlükteki imar planlarında sanayi alanı
olarak belirlenmiş yerler bakımından yer seçimi işlemi yapılmayacak ve fakat
yürürlükteki imar planlarında sanayi alanı olarak belirlenmemiş yerlerde yer
seçimi işlemi yapılacaktır. Ancak ‘‘imar planında planlarında sanayi alanı
olarak belirlenme-belirlenmeme’’ kriteri esas alınarak yer seçimi işlemi
yapılması bakımından bir ayrıma gidilmesinin haklı nedeni bulunmamaktadır. Zira
yer seçimi işlemi, seçilecek yerin sanayi alanını olup olmamasının
değerlendirilmesine indirgenmemiştir. Söz gelimi imar planlarında sanayi alanı
olarak belirlenmiş yer, yer seçimi işlemine tabi tutulduğunda; farklı yönlerden
de incelenecektir. Ancak iptali talep edilen ibare, imar planlarında sanayi alanı
olarak belirlenmiş yerlerin OSB alanı olacağına ilişkin peşinen mutlak bir
durum öngörmektedir. Oysa ‘‘imar planında planlarında sanayi alanı olarak
belirlenme-belirlenmeme’’ ölçütü esas alınarak yer seçimi işlemi yapılması
bakımından bir ayrıma gidilmesi; son tahlilde, benzer durumda bulunan kişiler
arasında haklı sebebe dayanmayan muamele farklılıklarına yol açabilecektir.
Bir
başka deyişle, idareye çerçevelenmemiş, sınırsız bir takdir yetkisi bırakan
ihtilaflı ibare; OSB alanın kesinleştirilmesi bakımından benzer durumda bulunan
katılımcılar/sanayiciler ile benzer niteliklere sahip sanayi alanları arasında
haklı sebebe dayanmayan, keyfi muamele farklılıklarını mümkün hale
getirmektedir. Bu nedenle anılan ibare, Anayasa’nın 10’uncu maddesine
aykırıdır.
ç)Sağlıklı,
dengeli ve yaşanılabilir, güvenli ve planlı bir çevrede yaşama hakkı, tabiat
varlıklarının ve ormanların korunması ile kıyılar, toprak mülkiyeti ve tarım
arazileri ile çayır ve meralar, tabii servetler ve kaynakların korunması ile
temel hak ve hürriyetlerin niteliği bakımından:
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2 ve Anayasa’nın 17. maddelerinde temelini bulan
yaşam hakkı ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8 ve Anayasa’nın 56.
maddelerinde örtülü biçimde ve doğrudan hüküm altına alınan çevre hakkı
birlikte ele alındığında ortaya çıkacağı üzere; herkesin sağlıklı, dengeli ve
yaşanılabilir, güvenli ve planlı bir çevrede yaşama hakkı vardır. Buna ek
olarak; Anayasa’nın 3’üncü maddesiyle ‘‘Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle
bölünmez bir bütündür.’’ şeklindeki değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif
dahi edilemez düzenleme hüküm altına alınmış ve Anayasa’nın 5’inci maddesinde
Devletin temel amaç ve görevleri arasında ‘‘… kişilerin ve toplumun refah,
huzur ve mutluluğunu sağlamak … insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi
için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak’’ sayılmıştır. Anılan maddeler
gereğince Devlet; sağlıklı, dengeli ve yaşanılabilir, planlı bir çevrede yaşama
hakkının standardının sağlanması için gerekli tedbirleri almalıdır. Anayasa
Mahkemesi de münferit kararlarında bu hususu vurgulamıştır:
‘‘Anayasa’nın
56. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede
yaşama hakkına sahiptir.” hükmüne yer verilmek suretiyle, sağlıklı ve dengeli
bir çevrede yaşama hakkı güvenceye bağlanmıştır. Anılan maddenin ikinci
fıkrasında, çevreyi geliştirmenin, çevre sağlığını korumanın ve çevre
kirlenmesini önlemenin devletin ve vatandaşların ödevi olduğu belirtilmiştir.
Madde gerekçesinde de vurgulandığı üzere, devlete, vatandaşın korunmuş çevre
şartlarında, beden ve ruh sağlığı içinde yaşamını sürdürmesini sağlamanın
yanında, hem kirlenmenin önlenmesi hem de doğal çevrenin korunması ve
geliştirilmesi için gereken tedbirleri alma ödevi yüklenmiştir. 2872 sayılı
Kanun’un, Anayasa’nın 56. maddesiyle devlete yüklenen, çevre kirlenmenin
önlenmesi, doğal çevrenin korunması ve geliştirilmesi için gereken tedbirleri
alma ödevinin ifası amacıyla çıkarıldığı anlaşılmaktadır’’
(Anayasa
Mahkemesi’nin 03.07.2014 tarihli ve 2013/89 E.; 2014/116 K. sayılı Kararı).
‘‘2872
sayılı Yasa’nın değiştirilen 2. maddesinde, sürdürülebilir çevre “Gelecek
kuşakların ihtiyaç duyacağı kaynakların varlığını ve kalitesini tehlikeye
atmadan, hem bugünün hem de gelecek kuşakların çevresini oluşturan tüm çevresel
değerlerin her alanda (sosyal, ekonomik, fizikî vb.) ıslahı, korunması ve
geliştirilmesi sürecini ifade eder”; sürdürülebilir kalkınma ise, “Bugünkü ve
gelecek kuşakların, sağlıklı bir çevrede yaşamasını güvence altına alan
çevresel, ekonomik ve sosyal hedefler arasında denge kurulması esasına dayalı
kalkınma ve gelişmeyi ifade eder” şeklinde tanımlanmıştır. Buna göre
sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir kalkınma ilkelerinin içeriği itibarıyla
hem bugünün hem de gelecek kuşakların çevresini oluşturan tüm çevresel
değerlerin her alanda ıslahı, korunması ve geliştirilmesi ile sağlıklı bir
çevrede yaşamasını güvence altına aldığı açıktır’’
(Anayasa
Mahkemesi’nin 15.01.2009 tarihli ve 2006/99 E.; 2009/9 K. sayılı Kararı).
Kanun
koyucu tarafından saygı gösterilmesi gereken sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı,
uluslararası seviyedeki bağlayıcı normlar ve yumuşak hukuk (soft law) belgeleri
tarafından da öngörülmektedir. Türkiye’nin de taraf olduğu 1966 tarihli
Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme m.12/1-b,
sağlık hakkının bir unsuru olarak ve dolaylı şekilde sağlıklı bir çevrede
yaşama hakkına atıf yapmaktadır. 1972 Stockholm Birleşmiş Milletler İnsan ve
Çevre Konferansı Bildirgesi’nin 2’nci mad-desine göre: “İnsan çevresinin korunması
ve geliştirilmesi dünyamızın her yerinde insan-ların refahını ve kalkınmasını
etkileyen önemli bir konu, bütün insanların özlemi ve bütün hükûmetlerin
görevidir”. 1992’de Rio de Janeiro’da ilan edilen Rio Bildirgesi’nin 1’inci
maddesi uyarınca: “İnsanların, tabiatla uyum içinde, sağlıklı ve üretken bir
yaşam hakları vardır”.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) ifade ettiği üzere; Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi (AİHS) madde 8 uyarınca, Devletlerin, öncelikle, çevreye ve insan
sağlığına yönelik zararları etkili şekilde önlemeye yönelik yasal ve idari bir
çerçeve oluşturma ödevi vardır (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 27.01.2009
tarihli ve 67021/01 Başvuru No’lu, Tătar/Romanya, Kararı, § 88).
Devletlerin, öncelikle, özellikle tehlikeli bir faaliyet söz konusu olduğunda,
bu faaliyetten kaynaklanabilecek risk konusunda, ilgili faaliyetin
özelliklerine uygun bir düzenleme getirmeleri pozitif yükümlülükleri vardır
(Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 24.01.2019 tarihli ve 54414/13, 54264/15
Başvuru No’lu Cordella ve diğerleri / İtalya Kararı, § 159). Yine AİHM’ye göre;
“Tabiatla ormanla-rın ve daha genel olarak çevrenin korunması, savunulması
kamuoyunda ve bunun sonu-cunda da kamu makamlarında devamlı ve güçlü bir ilgi
doğuran bir değer oluşturmaktadır. Ekonomik gereklilikler ve hatta mülkiyet
hakkı gibi bazı temel haklara, özellikle de devlet bu konuda yasa yaptığında,
çevrenin korunmasına ilişkin düşünceler karşısında, öncelik verilmemelidir”
(Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 08.07.2008 tarihli ve 1411/03 Baş-vuru
No’lu Turgut ve diğerleri/Türkiye Kararı, § 90). AİHM, çevreye verilen ağır
zararların, sağlığı açısından ciddi bir tehlike oluşturmadığında dahi, kişinin
esenliğini etkileye-bileceğini ve özel ve aile yaşamı hakkına zarar verecek
şekilde, konutundan yararlanmasını engelleyebileceğini ifade etmiştir (Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’nin 09.12.1994 tarihli ve 16798/90 Başvuru No’lu López
Ostra/İspanya Kararı, § 51). Yetkili merciler tara-fından çevresel risk ve
tehlikelerle ilgili bilgilerin aktarılmaması, 8. maddeyi ihlal edebilir (Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’nin 19.02.1998 tarihli ve 14967/89 Başvuru No’lu
Guerra ve diğerleri/İtalya Kararı; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin
27.01.1994 tarihli ve 67021/01 Başvuru No’lu Tătar/Romanya Kararı). AİHM,
ihtiyatlılık ilkesinin, devletlere, bilimsel ve teknik kesinlik yokluğunda,
çevreye ağır ve geri dönüşü olmayan bir zarar riskini engellemeye yönelik
etkili ve ölçülü tedbirleri almakta gecikmemeyi tavsiye ettiğini belirtmektedir
(Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 27.01.1994 tarihli ve 67021/01 Başvuru
No’lu Tătar/Romanya Kararı, § 109).
Çevresel
meselelerin sıklıkla çevresel kirlilik bağlamında Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi önüne taşındığı ve Mahkemece, söz konusu çevresel rahatsızlığın,
devletin veya özel kişilerin faaliyetleri sonucunda oluşması arasında bir ayrım
gözetilmeksizin, Sözleşme’nin 8. maddesi kapsamında güvence altına alınan
hukuksal çıkarlarla bağlantı kurulmak suretiyle incelendiği anlaşılmaktadır
(Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 18.06.2013 tarihli ve 50474/08 Başvuru
No’lu Bor/Macaristan Kararı, § 25 ve bkz. Anaya-sa Mahkemesi’nin 30.06.2016
tarihli ve 2014/3977 Başvuru No’lu D. Ö. Kararı).
Görüldüğü
üzere; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de içtihatlarında Devletin, bireyin sağlıklı
ve güvenli bir çevrede yaşamasını sağlamak için önlemleri almaya dair kesin bir
yükümlülüğü olduğunu vurgular. Söz gelimi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi,
30.11.2004 tarihli ve 48939/99 Başvuru No’lu Öneryıldız/Türkiye kararında
çöplükten yayılan metan gazının patlaması sonrasında birçok insanın yaşamını
yitirmesiyle sonuçlanan olayda; Devletin pozitif yükümlülüklerini yerine
getirmediği gerekçesiyle yaşam hakkının ihlaline karar vermiştir:
‘‘Tehlikeli
endüstriyel faaliyetler
‘‘Öneryıldız/Türkiye
30
Kasım 2004 (Büyük Daire)
Başvuranın
evi, dört belediye tarafından ortak kullanılan bir çöp dökme alanının
yakınındaki bir arazi üzerinde inşa edilmiş olup, ruhsatsızdır. Nisan 1993’te
çöp dökme alanında meydana gelen metan gazı patlaması sonucunda yanarak çevreye
saçılan atıklar başvuranın evi de dâhil olmak üzere 10’dan fazla evi kül etmiş
ve başvuran bu yangında 9 akrabasını kaybetmiştir. Başvuran, yetkililerin
dikkatini bu tarz bir patlama ihtimaline çeken bir bilirkişi raporu hazırlanmış
olmasına karşın, yetkililerin önleyici tedbir almadıklarından şikâyetçi
olmuştur.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi, başvuranın dokuz akrabasının kazara ölümünün
engellenmesi için uygun girişimlerde bulunulmadığı gerekçesiyle, Sözleşme’nin
2. maddesinin esas bakımından ihlal edildiğine hükmetmiştir. Mahkeme ayrıca,
kanunda yaşam hakkının korunmasına ilişkin yeterli güvencelerin bulunmadığı
gerekçesiyle, Sözleşme’nin 2. maddesinin usul bakımından da ihlal edildiğine
hükmetmiştir. Mahkeme özellikle, Hükümetin, söz konusu gecekondu bölgesinin
sakinlerini burada yaşamanın arz ettiği riskler konusunda bilgilendirmemiş
olduğunu gözlemlemiştir. Hükümet bu konuda bilgilendirme yapmış olsaydı dahi
insanların hayatını tehlikeden koruyacak gerekli uygulama tedbirlerini alma
sorumluluğu devam etmekteydi. Düzenleyici çerçeve eksikti; zira çöp dökme
alanının açılması veya faaliyetleri ile ilgili tutarlı bir denetim sistemi
mevcut değildi. Aynı şekilde, imar planlama politikası da yetersizdi ve bunun
kuşkusuz söz konusu kazaya yol açan olaylar zincirinde payı vardı. Mevcut
davada Mahkeme ayrıca, Sözleşme’ye Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesinin
(mülkiyetin korunması) ihlal edildiğine, Sözleşme’nin 2. maddesinin esası
kapsamındaki şikâyete ilişkin olarak Sözleşme’nin 13. maddesinin (etkili başvuru
hakkı) ihlal edildiğine ve Sözleşme’ye Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesi
kapsamındaki şikâyete ilişkin olarak da Sözleşme’nin 13. maddesinin ihlal
edildiğine karar vermiştir.’’
Ayrıca
Anayasa, 63’üncü maddesiyle de Devlete tabiat varlıklarını ve değerlerini
koruma yükümlülüğü yüklemiştir. Anayasa’nın 169’uncu maddesinin birinci
fıkrasında Devletin ormanların korunması ve sahaların genişletilmesi için
gerekli kanunları koyacağı ve tedbirleri alacağı; üçüncü fıkrasında ormanlara
zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemeyeceği hükme
bağlanmıştır. Buna ek olarak; Devlete, Anayasa’nın 43’üncü maddesiyle deniz,
göl ve akarsu kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil
şeritlerinden yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilerek işlem yapılması
yükümlülüğü; 44’üncü maddesiyle toprağın verimli olarak işletilmesini korumak
ve geliştirmek amacıyla tedbir alma yükümlülüğü; 45’inci maddesiyle Devlet,
tarım arazileri ile çayır ve mer'aların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek
yükümlülüğü yüklenmiştir.
Daha
genel olarak, Anayasa’nın 56’ncı maddesinde “önlemek”, “korumak” ve
“geliştirmek” şeklinde Devlet için öngörülen üçlü yükümlülük, Anayasa’nın
çevre-doğa ve ülkenin bileşenlerine ilişkin hükümler bütünü için geçerlidir .
Bu bağlamda, Anayasamızda kamu yararı ile özdeşleşen kırsal-kentsel ve kültürel
çevreye ilişkin hükümlerin sistematik bir biçimde ve bütün olarak
değerlendirilmesi, Anayasal kurgunun “Türkiye ekosistemi”ni korumaya elverişli
olduğunu ortaya koymaktadır . Bu itibarla, Türkiye ekosistemi açısından risk
yaratma olasılığı yüksek olan sektör ve alanlara ilişkin yasal düzenlemelerin
Anayasa’ya uygunluk yönünden değerlendirilmesi büyük önem taşımaktadır.
İptali
istenen ibareye konu alanlarda yer seçimi işleminin yapılmasında aranan kamu
yararı, bu bağlamda ele alınmalıdır. Zira Kaboğlu/Özalp’in’ de belirttiği
üzere;
‘‘-‘‘KORUMAK’’:
Madde 56 gereğince, ‘‘çevre sağlığını korumak,’’ devletin, yurttaşların ve
yatırımcıların ödevidir. Devletin koruma yükümlülüğü, çevre sağlığı ile sınırlı
olmayıp, uyumlu ve dengeli bir çevre korumasını kapsamına almaktadır. Aslında
koruma yükümlülüğü, madde 63’te belirtildiği üzere, ‘‘tarihsel, kültürel, doğal
mirası’’ da içermektedir. Madde 43’e göre, ‘‘Kıyılar, devletin hüküm ve tasarrufu
altındadır’’. Yine madde 168’ e göre, ‘‘Tabii servetler ve kaynaklar devletin
hüküm ve tasarrufu altındadır’’. Dahası, ‘‘Devlet, ormanların korunması ve
sahaların genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve tedbirleri alır’’ (md.
169).
Bu
koruma ödevi, devletin doğrudan faaliyetlerine ilişkin olduğu gibi, özel sektör
açısından da geçerlidir: İlgili devlet organları gerekli düzenlemeleri yapar;
ilgili kuruluşların etkinliklerini düzenleme çerçevesinde yerine getirip
getirmediklerini denetler ve kuralları ihlal edenlere yaptırım uygular. Ne var
ki kamu makamları, bu üçlü yükümlülüklerini yerine getirmedikleri için, Türkiye
çevresi, koruma bir yana sürekli yağmalanır hale gelmiş bulunuyor.
Öte
yandan ‘‘Temel hak ve hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere
karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder’’ şeklindeki düzenleme (md.12/2),
ödev ve sorumlulukların, sadece toplumsal ilişkiler değil, doğal ortamın
korunması bakımından da geçerli olduğu biçiminde yorumlanmalıdır.’’
İptali
istenen ibareyle yürürlükteki imar planlarında sanayi alanı olarak belirlenmiş
yerlerde, (yukarıda defaten açıklandığı üzere) kamu yararı olmaksızın OSB yer
seçimi işlemi yapılmadan OSB alanı kesinleştirmesi, Devletin anılan anayasal
koruma yükümlülüğünü ve doğal ortamın korunması bakımından ödev ve
sorumluluklarını yerine getirememesine neden olacaktır. Zira Anayasa’nın 3’üncü
maddesinde vurgulandığı üzere; ülke, bir bütündür ve bu bütünlüğün içinde:
tabiat varlıkları ile ormanların yanı sıra kıyılar, toprak, tarım arazileri ile
çayır ve meralar, tabii servetler ve kaynaklar bulunmaktadır. Bunlar yahut
bunlara yakın araziler üzerinde OSB kurulurken; bu araziler bakımından (genel
olarak çevrenin korunması için gerekli tetkikleri ihtiva eden) yer seçimi
işlemi yapılmaması, kamu yararı gözetilmemesi; bunların korunmasına yönelik
özel anayasal rejimin (Anayasa’nın 3, 5, 12, 17, 43, 44, 45, 56, 63, 168 ve 169
maddelerinde yer alan hükümlerin) fiilen etkisiz hale getirilmesine neden
olacaktır. O kadar ki; iptali istenen ibare; Devletin Anayasa’nın anılan amir
hükümleri uyarınca yüklendiği koruma yükümlülüğüne uyulduğunu gösterecek asgari
güvenceleri içermemektedir. Gerçekten de; mezkûr 4’üncü maddeye ikinci
fıkrasından sonra gelmek üzere eklenen fıkrada, Devletin sağlıklı, dengeli ve
yaşanılabilir, planlı bir çevrede yaşama hakkının güvencelenmesi için gerekli
tedbirleri alma yükümlülüğünü temin edecek hiçbir kayıt bulunmamaktadır.
(Yukarıda ‘‘planı onaylayan idarenin görüşünün alınması ve imar planına esas
jeolojik ve jeoteknik etüt yapılması’’ kaydının yeterli usul güvencesi
niteliğine sahip olmadığı açıklanmıştır.)
Bunlara
ilave olarak; iptali talep edilen ibare, çevre hukukuna hâkim olan ilkelerden
‘‘geriye götürülemezlik’’ yönünden de sorunludur.
c)
Geriye götürülemezlik ilkesinin anayasal anlamı
Bu
yorumlar neden önemli? Geriye götürülemezlik ilkesi bakımından, Anayasa’nın
çevreye ilişkin ve genel ilkelerinin özgürlükler lehine yorumu vazgeçilmezdir.
İki nedenle:
İlki,
çevre ve doğa hakları kazanımları yürürlükteki anayasal düzende en ileri eşiğe
taşımak suretiyle, nitelikli bir ülkede nitelikli bir yaşam inşa etmek için.
İkincisi
ise, geleceğe yönelik olarak asgari eşiği saptama
için:
Bugünkü mirasın bilinmesi çok değerli; çünkü, ‘‘geriye götürülememe ilkesi’’
(le principe de non-régression), sadece yasal düzenlemeler bakımından değil,
anayasa değişiklikleri için de geçerlidir. Buna göre, bugünküne göre geriye
düşen bir düzenleme yapılamaz. Çevre hukukunda bu ilke, özellikle gelecek
kuşakların yararı bakımından özen taşımaktadır. Bu nedenle 1982 Anayasası’nda
özellikle temel hak ve özgürlükler konusunda yapılan iyileştirmeler, çevresel
hak güvencelerini de pekiştirmiş olup, bunların 2017 Anayasa değişiklikleri
bahane edilerek geriye götürülemeyeceğini vurgulamak gerek.
Geriye
götürülemezlik ilkesi, uluslararası çevre hukukunda da tanınmış bir ilkedir.
RIO+20, bunun tipik örneğini oluşturur. Burada (özellikle 19 ve 22.
paragraflar), devletlerin, bölgesel, ulusal, ulus altı ve yerel ölçekte,
yükümlülük altına girdikleri ‘‘istediğimiz gelecek’’ üzerine uygulama gerekleri
ile sürdürülebilir gelişme yolunda gerçekleştirdikleri ilerlemeler olarak kabul
ettikleri mevzuat, oluşturdukları kuramlar ve uluslararası anlaşmalar öne
çıkar.
Böylece,
amacı hep çevre niteliğini ‘‘iyileştirmek’’ olan ve haliyle geriye götürücü
işlem ve eylemlerden kaçınmayı gerekli kılan çevre hukukunun bir hedefe yönelme
özelliği tanınmış oluyor (…). RIO+20 belgesine göre ‘‘1992 Konferansı’nda kabul
edilen yükümlülüklerden geri dönülmemesi esastır’’.
Geriye
götürülemezlik, 1992’de Rio’da kabul edilen üç anlaşmaya uygulanır: Rio
Bildirgesi, Ajanda 21 ve Ormanlar Üzerine Bildirge.
Bütünleşik
çevresel bakış (kırsal çevre, kentsel çevre ve kültürel çevre birlikteliğinde),
Türkiye ülkesidir. ‘‘Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir
bütündür’’ şeklindeki temel Anayasa normu (md. 3), yeryüzü parçası olarak
ülkenin doğal, tarihsel ve kültürel değerlerinin azaltılmasını, zedelenmesini
ve yok edilmesini yasaklayan bir hüküm olarak değerlendirilmelidir.
‘‘Bölünmez
bütünlük’’, Anayasa’nın sonraki maddelerinde devletin yükümlülükleri arasında
düzenlenmiştir: ‘‘Ülkenin bölünmezliğini’’ korumak, devletin temel amaç ve
görevi (md. 5) olup, bu yükümlülük sadece siyasal anlamda değil, doğal ve
ekolojik denge açısından da anlaşılmalıdır.
Sonuç
olarak; Anayasa’nın bütünsel okunuşu ve yorumu, Türkiye’nin taraf olduğu
uluslararası sözleşmelerle birlikte değerlendirildiğinde, ‘‘tarihsel, kültürel
ve doğal miras’’a zarar veren tasarruflarda bulunulamayacağı sonucunda kolayca
ulaşılabilir. Kentsel ve kırsal çevre hukuku üzerine düzenlemelerin
temellerinin var olduğu da tartışmasızdır. Ayrıca, devletin üçlü çifte anayasal
yükümlülüğü kayda değer. Devlet için ‘‘önlemek/korumak/geliştirmek’’ şeklindeki
üçlü çevresel yükümlülük (md. 56) ve hukuk devleti ve sosyal devlet olarak
insan hakları karşısında saygı göstermek/korumak/geliştirmek şeklindeki genel
üçlü yükümlülük hatırlanmalıdır. Acaba bu belirtilenler ışığında 1982
Anayasası, çevre devleti bakış açısıyla okunabilir mi? Bu soruyu yanıtlamak
için de yurttaşların da şu üçlü hak-ödev ve sorumluluğuna da işaret etmek
gerekir: ‘‘önlemek/korumak/geliştirmek’’ ödevi (md. 56) ve ‘‘Temel hak ve
hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve
sorumluluklarını da ihtiva eder’’ (md. 12) hükmü. Bu hüküm, çevre hakkı
açısından, insanın çevreye karşı ödev ve sorumluluklarının ahlaki ve etik
öğeleri de içerdiği şeklinde yorumlanabilir. Bu belirtilenlerin, konuyla ilgili
diğer anayasal normlarla birlikte yorumlanması ölçüsünde Türkiye Cumhuriyeti,
‘‘çevre devleti’’ olarak da okunabilir.
Bu
ise çevre hakkının ‘‘insan haysiyeti’’ temelinde etkinlik (gerçeklik) testinden
geçirilmesi ölçüsünde mümkün olabilir. Bu bağlamda ‘‘insan haysiyetiyle
bağdaşmayan bir muamele’’ yasağı (md. 17) da, ekolojik olarak dengeli çevre
koşullarını sağlama yükümlülüğünü yerine getirmede çevre devleti için önemli
bir anayasal dayanak olarak kaydedilebilir.
Anayasal
yorum ilkeleri, anayasa-altı çevresel düzenlemelerin asgari gereklerini
belirlemek açısından da vazgeçilmez bir yere sahiptir.
…’’
Bahsi
geçen açıklamalar ışığında şu ortaya çıkacaktır ki; kanun koyucu, iptali talep
edilen ibarenin yer aldığı fıkra hükmü eklenmeden önce; OSB alanı olarak
kesinleştirilecek tüm yerler bakımından yer seçimi işlemi yapılacağını
düzenlemek suretiyle; çevre bakımından daha korunaklı bir duvar örmüştür. Ancak
iptali talep edilen ibareyle yürürlükteki imar planlarında sanayi alanı olarak
belirlenmiş yerleri yer seçimi işleminden istisna tutmak suretiyle; bu
korunaklı duvarda amaca açıkça aykırı birtakım gedikler açmıştır. Başka bir
anlatımla güçlü koruma alanını zayıflatarak kazanımlarından vazgeçmiş ve geriye
götürmüştür.
Bu
çerçevede son olarak belirtmek gerekir ki çevrenin korunması ve sanayinin
geliştirilmesi marifetiyle ulusal kalkınma, birbirine tezat değil; bilakis
birbirini destekleyen olgulardır. Her ikisinin de birey açısından önemi,
kıyaslanamayacak ve yadsınamayacak düzeydedir. Birey için en makbulü, birinin
diğerine feda edilmemesidir. Bunu sağlamanın yollarından biri de OSB alanı
olarak kesinleştirilecek tüm yerlerin (kamu yararını gözeten) yer seçimi
işlemine tabi kılınmasıdır. Ancak iptali talep edilen ibare, kamu yararını
haiz değildir. Bu nedenlerle iptali talep edilen ibare; Devletin insanların
sağlıklı, dengeli ve yaşanılabilir, planlı bir çevrede yaşanması ile tabiat ve
ormanların, kıyıların, toprağın, tarım arazileri ile çayır ve meraların, tabii
servetler ve kaynakların korunmasını sağlamaya yönelik pozitif yükümlülüklerini
ve doğal ortamın korunması bakımından ödev ve sorumluluklarını yerine
getirmesini ağır şekilde zaafa uğratacağından, Anayasa’nın 3, 5, 12, 17, 43,
44, 45, 56, 63, 168 ve 169’uncu maddelerine aykırıdır.
d)Sanayinin
geliştirilmesi marifetiyle ulusal kalkınma bakımından: Anayasa Mahkemesi’nin
belirttiği üzere; ‘‘Anayasa'nın çeşitli maddelerinde yer alan,
"...kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak..."
(madde 5), "...Devlet, özel teşebbüs1erin milli ekonominin gereklerine ve
sosyal amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını
sağlayacak tedbirleri alır (madde 48); ekonomik, sosyal ve kültürel
kalkınmayı... planlamak...." (madde 166); Devlet, para, kredi, sermaye,
mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı ve
geliştirici tedbirleri alır..." (madde 167); şeklindeki hükümler, Devletin
ekonomik hayatın işleyişini düzenlemek, gerektiğinde bu alana müdahale
hususunda görevli kılındığını ortaya koymaktadır.’’ (Anayasa Mahkemesi’nin
04.03.1986 tarihli ve 1985/16 E.; 1986/5 K. sayılı Kararı). Yine ‘‘Anayasa’nın
2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyal bir hukuk devleti olduğu
belirtilmiştir. Sosyal devlet, sosyal adaletin, sosyal refahın ve sosyal
güvenliğin gerçekleşmesini sağlayan devlettir. Ekonomik ve malî politikalar
sosyal devletin gerçekleşmesini sağlayan araçlardır.’’ (Anayasa Mahkemesi’nin
02.11.2016 tarihli ve 2015/61 E.; 2016/172 K. sayılı Kararı, § 91). Kanun
koyucu da sanayinin geliştirilmesi marifetiyle ulusal kalkınmayı teminen
kendine özgü hukuki rejimi olan organize sanayi bölgeleri kurmuştur. Başka bir
anlatımla Anayasa’nın 2’nci maddesiyle kendisine atfedilen sosyal niteliği
gereği; Anayasa’nın 5’inci maddesinde yer alan amaca ulaşılmak için;
Anayasa’nın 48’inci maddesi kapsamındaki tedbir alma yükümlülüğü bağlamında bu
bölgedeki özel teşebbüslere birtakım teşvikler ve muafiyetler sağlanmış;
Anayasa’nın 166’ıncı maddesiyle donatılan (ekonomik) göreve istinaden bu
bölgelerin planlamaları yapılmış ve Anayasa’nın 167’nci maddesi uyarınca bu
bölgedeki piyasaların sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı ve geliştirici
tedbirler alınmıştır. Nitekim Anayasa’nın kül halinde ele alınması gereken 2,
5, 48, 166 ve 167’nci maddeleri muvacehesinde 7451 sayılı Kanunla 4562 sayılı
Kanun’da birtakım değişiklikler yapılmıştır. Zira bu husus, 7451 sayılı
Kanun’un genel gerekçesinde de vurgulanmıştır: ‘‘… OSB’lerde yapılacak sanayi
yatırımlarının hızlandırılması için öncelikle OSB planlama, kuruluş ve
kamulaştırma süreçlerinin hızlandırılmasına ihtiyaç duyulmakta olup söz konusu
ihtiyacın giderilmesi için bu Kanun teklifi hazırlanmıştır.’’ Ancak iptali
talep edilen ibarenin, yukarıda açıklandığı üzere Anayasa’nın belirtilen hükümlerine
aykırı olması (yürürlükteki imar planlarında sanayi alanı olarak belirlenmiş
yerlerde, -kamu yararını haiz- OSB yer seçimi işlemi yapılmadan OSB alanının
kesinleştirilmesi) organize sanayi bölgelerinin kurulması ve burada faaliyet
gösterilmesi için tahsis edilen söz konusu alanların değerinin muhafaza
edilememesine, niteliğini kaybetmesine ve etkin kullanılamamasına;
piyasaya-enerji kaynaklarına-ham maddeye-ulaşım noktalarına yakın alanların
kuruluş yeri olarak belirlenememesine; çarpık kentleşmeye; sanayi amaçlı
yapılaşmadan fonksiyon dışı ve modern ekonominin gereklerine aykırı biçimde
yararlanılmasına ve dolayısıyla kamu kaynaklarının verimli kullanılamamasına;
kamu yararına aykırı şekilde belli özel teşebbüslerin himaye edilmesine;
katılımcıların/sanayicilerin hukuki ve iktisadi öngörülebilirliklerinin ortadan
kalkmasına; katılımcı olan özel teşebbüslerin rekabet kabiliyetinin
artamamasına; ileri -bilgi ve bilişim- teknoloji transferinin yapılamamasına;
arıtma, altyapı ve ulaşım olanaklarının değerlendirilememesine; kaynakların
etkin ve verimli kullanılarak çevreye duyarlı, bilgiye dayalı sürdürülebilir
faaliyetlerin gerçekleştirilememesine; ihracata yönelimin düşmesine; verimli –
kârlı üretim ve vasıflı istihdam stratejilerinin hayata geçirilememesine;
üretim sürecinde yer alan faaliyetlerin kendi arasında ve bunların AR-Ge
çalışmalarıyla işbirliği ve uyum içinde koordinasyonun temin edilememesine;
sanayi özelinde bölgesel kalkınma hedeflerinin sekteye uğramasına ve
dolayısıyla ulusal kalkınmaya dengeli ve hızlı katkı sağlanamamasına; en
nihayetinde kamu maliyesi bakımından yük doğmasına, dolayısıyla milli
ekonominin zarara uğramasına ve kişilerin ve toplumun refah, huzur ve
mutluluğunun temin edilememesine neden olacaktır. Bu nedenle iptali talep edilen
ibare, Anayasa’nın 2, 5, 48, 166 ve 167. maddelerine de aykırıdır.
e)Uluslararası
anlaşmaların iç hukuka etkisi bakımından:
Türkiye
Cumhuriyeti tarafından imzalanmış çevrenin korunmasına yönelik birçok sözleşme
(söz gelimi Viyana Sözleşmesi, Montreal Protokolü, BMİDÇS, KP, BÇS, Kartagena
Protokolü, BMÇMS, CITES, Ramsar, Barselona Sözleşmesi, Boşaltma Protokolü,
Tehlikeli Atık Protokolü, LBS Protokolü, Müdahale ve Acil Durum Protokolü, SPA
ve Biyoçeşitlilik Protokolü, Bükreş Sözleşmesi, LBS Protokolü, Acil Durum
Protokolü, Boşaltma Protokolü, Biyolojik Çeşitlilik ve Peyzaj Protokolü, Basel
Sözleşmesi, BAN Değişikliği, Stockholm Sözleşmesi, CLRTAP, EMEP Protokolü, Bern
Sözleşmesi, ICCAT, Avrupa Peyzaj Sözleşmesi, Antarktika Andlaşması, Madrid
Protokolü ) bulunmaktadır.
7451
sayılı Kanun’un, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin taraf olduğu anılan Sözleşme ve
Antlaşmaların ortaya koyduğu temel ilkelerin aksine kaleme alınması, Devletin
uluslararası sorumluluğunu doğuracak; çevrenin korunmasına yönelik temel ilkelerle
çelişen kanun hükümleri uygulamada hukuki belirliliği ortadan kaldıracaktır. O
halde iptali talep edilen ibaredeki hukuka aykırılıklar, söz konusu Sözleşme ve
Antlaşmaların gereklerinin karşılanmasına engeldir.
Ayrıca,
Anayasa’nın 90. maddesine göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin usulüne göre
yürürlüğe konmuş uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı koruyucu,
kullanımını genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar hiyerarşisinde
kanunun üstündedir. İptali talep edilen ibare; yaşam ve çevre haklarına ilişkin
Anayasa hükümleriyle benzer hükümler içeren Türkiye’nin taraf olduğu
anlaşmaları ve yumuşak hukuk (soft law) belgelerinin hükümlerini de (söz gelimi
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2 ve 8. maddeleri, İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi’nin 3 ve 25. maddeleri, 1982 Dünya Doğa Şartı, 1992 tarihli Rio
Zirvesi sonrası düzenlenen uluslararası belgeler ve özellikle 1. ilkesinde
“İnsanların, doğayla uyum içinde sağlıklı ve üretken bir yaşam hakları vardır.”
denilen Rio Bildirgesi, 1992 Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, 1997 Kyoto
Protokolü, 1972 Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme)
ihlal ettiğinden Anayasa’nın 90’ıncı maddesine de aykırıdır. Üstelik,
unutulmamalıdır ki uluslararası hukuk; çevre hakkının korunması bakımından
Devletlerin taraf olmadığı antlaşmaların dahi Devletler bakımından yükümlülük
doğuracağı yönünde gelişmektedir. Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi,
çevre sözleşmelerini, söz konusu sözleşmelere taraf olmayan Devletlere ilişkin
kararlarda da referans norm olarak kullanmaktadır.
Tüm
bu nedenlerle 7451 sayılı Kanun’un 5. maddesiyle 4562 sayılı Kanun’un ikinci
fıkrasından sonra gelmek üzere eklenen fıkrada yer alan ‘‘OSB yer seçimi işlemi
yapılmadan OSB alanı kesinleştirilir’’ ibaresi, Anayasa’nın 2, 3, 5, 7, 10, 12,
17, 43, 44, 45, 48, 56, 63, 90, 123, 166, 167, 168 ve 169. maddelerine
aykırıdır; anılan ibarenin iptali gerekir.
3) 04.04.2023
tarihli ve 7451 sayılı Organize Sanayi Bölgeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 5’inci maddesiyle 4562 sayılı Kanun’un
mevcut on dördüncü fıkrasından sonra gelmek üzere eklenen ‘‘Bakanlık
tarafından OSB olarak sınırları kesinleştirilen alanlarda, acele kamulaştırma
kararına istinaden Kamulaştırma Kanununun 27.maddesi kapsamında mahkemece
takdir edilen taşınmaz bedelinin banka hesabına yatırılması ve acele el koyma
kararı verilmesini takiben yatırımların gecikmemesini teminen, OSB tarafından
altyapı inşaatı ve tahsis yapılabilir, yatırımlar için ruhsat ve izinler
verilebilir. Bedel tespitine ilişkin Kamulaştırma Kanununun 11. maddesinin
üçüncü fıkra hükmü saklıdır. Bu fıkranın uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar
yönetmelikte düzenlenir.’’ şeklindeki fıkranın Anayasa’ya aykırılığı
7451
sayılı Kanun’un 5. maddesiyle 4562 sayılı Organize Sanayi Bölgeleri Kanunu’nun
‘‘Yer seçimi, kuruluş ve planlama’’ kenar başlıklı 4’üncü maddesinde birtakım
değişiklikler yapılmıştır. Bu kapsamda anılan maddeye mevcut on dördüncü
fıkrasından sonra gelmek üzere yeni bir fıkra eklenmiştir. Söz konusu ek
fıkraya göre Bakanlık tarafından OSB olarak sınırları kesinleştirilen
alanlarda, acele kamulaştırma kararına istinaden Kamulaştırma Kanunu’nun 27’nci
maddesi kapsamında mahkemece takdir edilen taşınmaz bedelinin banka hesabına
yatırılması ve acele el koyma kararı verilmesini takiben yatırımların
gecikmemesini teminen, OSB tarafından altyapı inşaatı ve tahsis yapılabilecek;
yatırımlar için ruhsat ve izinler verilebilecektir; bedel tespitine ilişkin
Kamulaştırma Kanunu’nun 11’inci maddesinin üçüncü fıkra hükmü saklı olacaktır;
bu fıkranın uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar yönetmelikte düzenlenecektir.
Ancak iptali talep edilen fıkra, Anayasa’ya aykırıdır. (İptali talep edilen
fıkranın birinci cümlesinin iptal edilmesiyle birlikte; anılan birinci cümlenin
fer’i hükümleri niteliği taşıyan ikinci ve üçüncü cümlelerinin uygulama
kabiliyeti kalmayacaktır.)
Öncelikle
belirtmek gerekir ki, 4562 sayılı Kanun’da kamulaştırma bakımından olağan usul
benimsenmiştir. Zira anılan Kanun’un 4. maddesinin (teselsül halinde yeni)
beşinci fıkrasının ilgili bölümü ‘‘Seçilen alanda özel mülkiyette olan araziler
bulunması hâlinde bu araziler rızaen satın alma veya kamulaştırma yoluyla
iktisap edilir. Bu nitelikte taşınmazlar hakkında 04.11.1983 tarihli ve 2942
sayılı Kamulaştırma Kanunu hükümleri uygulanır.’’ şeklindedir. Ancak kanun
koyucu, mevcut on dördüncü fıkradan sonra gelmek üzere iptali talep edilen
fıkrayı eklemek suretiyle; organize sanayi bölgesi olarak seçilen alanda
bulunan özel mülkiyetteki arazilerin, acele kamulaştırma yoluyla da iktisap
edilmesine olanak vermiştir. Bu durum, aşağıda açıklanan gerekçelerle
Anayasa’ya aykırıdır.
a)
Temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılma ilkeleri ve güvence ölçütleri ile
mülkiyet hakkı ve kamulaştırma rejimi bakımından: Anayasa’nın 35. maddesinde
herkesin mülkiyet hakkına sahip olduğu öngörülmüştür. Anayasa’nın 13.
maddesinde ise temel hak ve hürriyetlerin, özlerine dokunulmaksızın yalnızca
Anayasa’nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak
kanunla sınırlanabileceği ve bu sınırlamaların, Anayasa’nın sözüne ve ruhuna,
demokratik toplum düzeninin ve laik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük
ilkesine aykırı olamayacağı düzenlenmiştir. Bu kapsamda mülkiyet hakkı da
anılan 35’inci maddede yer alan özel sınırlama sebebine -kamu yararına-
istinaden sınırlanabilir. Söz konusu kamu yararını, somut biçimde ortaya
çıkaran işlemlerden biri de Anayasa’nın 46’ncı maddesinde yer alan
‘‘kamulaştırma’dır. O halde mülkiyet hakkı, kamulaştırma yapılması amacıyla kayıtlanabilir.
Nitekim Metin Günday da bu hususta görüşlerini şu biçimde dile getirmektedir:
‘‘Kamulaştırma,
Anayasanın 46.maddesine göre, Devlet ve kamu tüzelkişilerinin, kamu yararının
gerektirdiği hallerde, karşılığını peşin ödemek şartıyla özel mülkiyette
bulunan taşınmaz bir malın tamamına veya bir kısmına, kanunda gösterilen esas
ve usuller göre zorla el atmasıdır.
Anayasa,
35. maddesinin 2.fıkrasında, mülkiyet hakkının kamu yararı amacıyla kanunla
sınırlanabileceğini belirttikten sonra, aynı maddenin 3.fıkrasında, mülkiyet
hakkının toplum yararına aykırı olarak kullanılamayacağını hükme bağlamıştır.
İşte kamulaştırma, mülkiyet hakkının kamu yararına sınırlandırılmasını ifade
etmekte olup, İdare kendisine tanınan kamulaştırma yetkisi ile kamu yararını gerçekleştirmek
için özel mülkiyete müdahale etmektedir.
Kamulaştırma
söz konusu olduğunda, kamu yararı ile özel çıkar karşı karşıya gelmekte ve kamu
yararına üstünlük tanınmaktadır. Şöyle ki; kamu yararının gerçekleştirilmesi
için özel çıkar kamu yararına feda edilmekte, belli bir taşınmaz üzerinde özel
mülkiyet kaldırılarak, daha sonra kamu yararı amacına tahsis edilmek üzere, o
taşınmaz İdare malları arasına sokulmaktadır. Ancak taşınmaz mal malikinin de
özel çıkarı da meşru bir çıkar olduğundan, kendisine taşınmazın karşılığı
ödenmek suretiyle, kamu yararı ile özel çıkar arasında bir denge kurulmaktadır.
Bir başka anlatımla, taşınmaz malikinin kamu yararı nedeniyle katlanmak zorunda
olduğu fedakarlık, kendisine taşınmazın bedeli ödenmek suretiyle denkleştirilmektedir.
Kamulaştırma
karma bir nitelik göstermektedir: Kamulaştırma bir yandan, kamu yararının
gerçekleştirilmesi için özel mülkiyette bulunan bir taşınmaza, o taşınmazın
malikinin rıza ve muvafakatine bakılmaksızın İdarece zorla el atılması olduğundan,
idari bir işlemdir. Bu nedenle, kamulaştırma idari uyuşmazlık ve davalara yol
açabilir. Ama kamulaştırma, öte yandan, etki ve sonuçlarını özel mülkiyet
üzerinde göstermekte ve mülkiyet hakkını sona erdirmektedir. Bu yönüyle
kamulaştırma adli uyuşmazlık ve davalara da yol açmaktadır.’’
Bu
kapsamda, 4562 sayılı Kanun’un 4. maddesinde de, seçilen alanda özel mülkiyette
olan araziler bulunması halinde, bu arazilerin rızaen satın alma veya
kamulaştırma yoluyla iktisap edileceğine ilişkin düzenleme yer almaktadır.
Lafzından anlaşılacağı üzere; bu düzenlemeye esas, olağan kamulaştırma
işlemidir. Ancak kanun koyucu, iptali talep edilen fıkrayla 4562 sayılı Kanun
kapsamında acele kamulaştırma yapılabileceğini de hüküm altına almaktadır.
Başka
bir anlatımla, Bakanlık tarafından OSB olarak sınırları kesinleştirilen
alanlarda, acele kamulaştırma kararı alınabilecek; bu acele kamulaştırma
kararına dayanılarak Kamulaştırma Kanunu’nun ‘‘Acele kamulaştırma’’ kenar
başlıklı 27.maddesi kapsamında mahkemece takdir edilen taşınmaz bedelinin banka
hesabına yatırılması ve acele el koyma kararı verilmesini takiben yatırımların
gecikmemesini teminen, OSB tarafından altyapı inşaatı ve tahsis yapılabilecek;
yatırımlar için ruhsat ve izinler verilebilecektir. Yine bedel tespitine
ilişkin Kamulaştırma Kanunu’nun ‘‘Kamulaştırma bedelinin tespiti esasları’’
kenar başlıklı 11. maddesinin üçüncü fıkra hükmü (Kamulaştırma yoluyla irtifak
hakkı tesisinde, bu kamulaştırma sebebiyle taşınmaz mal veya kaynakta meydana
gelecek kıymet düşüklüğü gerekçeleriyle belirtilir. Bu kıymet düşüklüğü
kamulaştırma bedelidir.) saklı tutulacaktır. Bu fıkranın uygulanmasına ilişkin
usul ve esaslar yönetmelikte düzenlenecektir.
Kamulaştırma
Kanunu’nun ‘‘Acele kamulaştırma’’ kenar başlıklı 27. maddesi:
‘‘Acele
kamulaştırma
Madde
27 – 3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanununun uygulanmasında yurt
savunması ihtiyacına veya aceleliğine Cumhurbaşkanınca karar alınacak hallerde
veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda gerekli olan taşınmaz malların
kamulaştırılmasında kıymet takdiri dışındaki iş-lemler sonradan tamamlanmak
üzere ilgili idarenin istemi ile mahkemece yedi gün içinde o taşınmaz ma-lın
(Değişik ibare: 24/4/2001 - 4650/15 md.) 10.madde esasları dairesinde ve 15. madde
uyarınca seçilecek bilirkişilerce tespit edilecek değeri, idare tarafından mal
sahibi adına (Değişik ibare: 24/4/2001 - 4650/15 md.) 10. maddeye göre
yapılacak davetiye ve ilanda belirtilen bankaya yatırı-larak o taşınmaz mala el
konulabilir. (1)(2)
(Ek
fıkra: 19/4/2018-7139/29 md.) Mahkemece verilen taşınmaz mala el koyma kararı
tapu müdürlüğüne bildirilir. Taşınmaz malın başkasına devir, ferağ veya
temlikinin yapılamayacağı hükmü tapu kütüğüne şerh edilir. El koyma kararından
sonra taşınmaz mal 20. madde uyarınca boşaltılır.
Bu
Kanunun 3. maddesinin 2. fıkrasında belirtilen hallerde yapılacak
kamulaştırmalarda yatırılacak miktar, ödenecek ilk taksit bedelidir.’’
şeklindedir.
Anılan 27. maddenin lafzından anlaşılacağı üzere acele kamulaştırma, idarenin
mülk edinme rejimi bakımından istisnai bir haldir. Zira acele kamulaştırma,
3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu’nun uygulanmasında yurt
savunması ihtiyacına veya aceleliğine Cumhurbaşkanınca karar alınacak hallerde
veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlara özgülenmiştir. Yine olağan
kamulaştırmaya kıya-sen; acele kamulaştırma prosedürünün daha kısa sürede
tamamlanması öngörülmüştür ve özel mülkiyet malikinin daha az korunduğu bir
usul benimsenmiştir.
İptali
talep edilen fıkra hükmünde de OSB olarak sınırları kesinleştirilen alanlarda
OSB tarafından altyapı inşaatı ve tahsis yapılabilmesi; yatırımlar için ruhsat
ve izinler verilebilmesi için acele kamulaştırma yapılabileceği
düzenlenmektedir. İptali talep edilen fıkranın lafzında; bu türden bir özel
kanun düzenlenmesinin sebebi, yatırımların gecik-memesi olarak
gösterilmektedir. Elbette Anayasa’ya uygunluk denetiminde bir kanun hükmü
(Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesi), ölçü norm olarak anayasallık bloku
içerisinde değerlendirilemez.
Ancak
kanun koyucunun anılan 27. madde kapsamında acele kamulaştırma ya-pılabilecek
halleri, ‘‘3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanunu’nun uygulanmasında
yurt savunması ihtiyacına veya aceleliğine Cumhurbaşkanınca karar alınacak
hallerde veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlar’’ şeklinde
sıraladığı ve söz konusu kurumun hukuk düzenindeki kavramsal çerçevesini ve
anlaşılış şeklini istisnai olmak üzerinden tanımladığı nazara alındığında;
yatırımların gecikmemesi gerekçesinin bu minvalde değerlendirilemeyeceği ortaya
çıkmaktadır. Zira (iptali talep edilen fıkra özelinde altyapı inşaatı ve tahsis
yapılan, yatırımlar için ruhsat ve izinler verilen) organize sanayi bölgeleri,
detaylı yer seçimi komisyonu çalışmaları doğrultusunda en verimli arazi üzerine
kurulmaktadır. Zira kısıtlı kaynakların doğru kullanılması için disiplinler
arası iş birliği içinde gerçekleştirilen bu çalışmalar, işin doğası gereği
nispeten uzun sürmektedir. Dolayısıyla yatırımların hızlıca gerçekleştirilmesi,
bu bağlamda bir ivedilik içermemektedir. Kuşkusuz, yatırımların
gerçekleşmesinde hızlılık, nispi olarak kamu yararını haiz olabilir; ancak
gerekli çalışmaların yürütülmesi sonucu en verimli arazide yatırımların
gerçekleştirilmesi de (en az hız kadar) kamu yararını haizdir. Aksi bir yorum
(kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesinde sayılı hallerle paralellik göstermeyen
genişletici bir yorum), istisnai bir usulün (acele kamulaştırmanın), olağan bir
usule dönüşmesine neden olacaktır.
Söz
gelimi Bakanlar Kurulu, (organize sanayi bölgesi kurulumu kadar uzun ve gi-rift
bir sürece sahip) termik santral kurulumu bakımından aldığı acele kamulaştırma
kararında, bu durumun ivedilik arz ettiğini temellendiremediğinden anılan karar
iptal edilmiştir (Danıştay 6’ncı Dairesi’nin 19.03.2014 tarihli ve 2013/5072 E.
sayılı Kararı):
‘‘Dava
konusu Bakanlar Kurulu kararı incelendiğinde, acele kamulaştırma yapılmasını
gerek-tiren nedenlerin ortaya konulmadığı, acelelik halinin, üstün kamu
yararının ve kamu düzeninin korunmasını gerektiren hallerin açıklanmadığı
görülmektedir. Her ne kadar, dosyada yer alan belgelerden, termik santrali
kapsamında yapılacak çalışmalar için acele kamulaştırma kararı alındığı
anlaşılmakta ise de, acele kamulaştırmaya ilişkin olarak yukarıda açıklanan
özel ve istisnai koşullar bulunmadan ve idarece ortaya konulmadan, salt
belirtilen nedenle acele kamulaştırma yapılması hukuken olanaklı değildir.
Bu
durumda, dava konusu Bakanlar Kurulu kararında hukuka uyarlık bulunmadığından
bu karar uyarınca yapılacak acele kamulaştırma işlemleri sonucunda ortaya
çıkacak mülkiyet ile ilgili sorunların telafisi güç ve imkansız sonuçlar
doğuracağı da açıktır.’’
Diğer
taraftan iptali talep edilen fıkrayı, 4562 sayılı Kanun’un 4. maddesine ikinci
fıkrasından sonra gelmek üzere eklenen fıkra ile birlikte düşünmek
gerekmektedir. Zira bu iki fıkra hükmüyle; yürürlükteki imar planlarında sanayi
alanı olarak belirlenmiş yerler, yer seçimi işlemi yapılmadan OSB alanı olarak
kesinleştirilecek ve OSB tarafından altyapı inşaatı ve tahsis yapılabilecek,
yatırımlar için ruhsat ve izinler verilebilecektir. Başka bir deyişle, çok kısa
süre içinde tüm usul güvenceleri bertaraf edilerek; kayırmacı, telafisi güç ve
imkânsız sonuçlar doğuran adımlar atılacaktır.
Yine
iptali talep edilen fıkrada acele kamulaştırma kararına istinaden Kamulaştırma
Kanunu’nun 27. maddesi kapsamında mahkemece takdir edilen taşınmaz bedelinin
banka hesabına yatırılması ve acele el koyma kararı verilmesini takiben OSB tarafından
altyapı inşaatı ve tahsis yapılabileceği, yatırımlar için ruhsat ve izinler
verilebileceği hüküm altına alınmaktadır. Ancak uygulama göstermektedir ki,
acele kamulaştırma kararları kapsamında bedelin ilgilinin banka hesabına
yatırılması çok gecikmektedir. Bu durum ise acele olduğu gerekçesiyle yapılan
kamulaştırmanın, aslında idare nezdinde bir ivedilik arz etmediğini ortaya
koymaktadır. Başka bir anlatımla organize sanayi bölgeleriyle ilgili olarak
acele kamulaştırma yapılması talep edilen taşınmazların bedelinin, kamulaştırma
yapmaya yetkili mercii tarafından ödenmediğinden bahisle; ortada bir acelelik
halinin bulunmadığı gerekçesiyle; ilgili idari işlemlerin iptal edildiği
mahkeme kararlarına sıklıkla rastlanılmaktadır. Söz gelimi ‘‘Manisa İli, Yunusemre
İlçesi, …ve …Mahalleleri sınırları içerisinde bulunan ekli listede bulunan
taşınmazların “Manisa Organize Sanayi Bölgesi alanının ilave yatırımlara imkan
sağlamak üzere genişletilmesi amacıyla Manisa Yatırım İzleme ve Koordinasyon
Başkanlığı tarafından 2942 sayılı Kamulaştırma Kanunu’nun 27. maddesi uyarınca
acele kamulaştırılmasına ilişkin 05.11.2020 tarihli ve 31295 sayılı Resmi
Gazete’de yayımlanan 04.11.2020 tarihli ve 3177 sayılı Cumhurbaşkanı Kararının,
… Mahallesi, … parsel sayılı taşınmaz’’ yönünden iptalinin istenildiği dava
hak-kında Danıştay 6. Dairesinin 2021/2213 E.; 2022/2139 K. sayılı dosya
üzerinden verdiği 23.02.2022 tarihli iptal kararının gerekçesinin müteallik
bölümü aşağıdadır:
İNCELEME
VE GEREKÇE :
MADDİ
OLAY :
Manisa
Organize Sanayi Bölgesi’ne katma değeri yüksek, yeni istihdam ve ihracat artışı
sağlayacak üre-tim konularında yatırım yapmak isteyen yerli ve uluslararası
doğrudan yabancı yatırımcılar tarafından yoğun arsa tahsis talebi ve mevcut OSB
doluluk oranının %100 oranına ulaşmasından dolayı ivedi olarak bölgede ve
dolayısıyla ülke kapsamında istihdam yaratılması, üretim kapasitesinin
artırılması ile ihraca-tın, yabancı sermayenin ve buna bağlı olarak toplumsal
gelirin artacak olması sebepleri ile Manisa Organize Sanayi Bölgesi VII. Kısım
Tevsii alanının acilen faaliyete geçirilmesi ihtiyacının doğduğundan bahis-le
Manisa Organize Sanayi Bölgesinin 21/03/2019 tarihli genel kurul toplantısında,
doluluk oranı ve sanayileşmenin getirdiği ihtiyaca bağlı olarak bölgenin
genişlemesi kararı alınmış ve konu ile ilgili olarak Yönetim Kuruluna yetki
verilmiştir.
Manisa
Organize Sanayi Bölgesi Yönetim Kurulunun …tarihli ve …sayılı kararıyla yer
seçimi kesinleşen OSB alanı içerisinde kalan ve özel mülkiyette bulunan
taşınmazlar için kamu yararı kararı verilmesi acele kamulaştırma kararı
alınması için Sanayi ve Teknoloji Bakanlığına başvuru yapılması kararı
alınmış-tır.
Davaya
konu proje için, Tarım ve Orman Bakanlığının …tarih ve …sayılı oluruyla kamu
yararı kararı ve 5403 sayılı Toprak Koruma ve Kullanımı Kanunun 13. maddesinin
(d) bendi ve 14. maddesinin üçüncü fıkrasının (b) bendi kapsamında tarım dışı
amaçlı kullanım izni verilmiştir.
Manisa
OSB’nin …tarih ve …sayılı yazısıyla Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’ndan dava
konusu taşınmazın da içerisinde bulunduğu alan hakkında kamu yararı kararı
verilmesi ve acele kamulaştırma yapılabilmesi hususu talep edilmiştir
Dava
konusu taşınmazların da içerisinde yer aldığı Manisa OSB VII. Kısım Tevsi Alanı
olarak ifade edilen alan için, yer seçimi komisyonu oluşturulmuş ve Sanayi ve
Teknoloji Bakanlığı Sanayi Bölgeleri Genel Müdürlüğü’nün …tarih ve …sayılı
yazısıyla Organize Sanayi Bölgesi Yer Secimi Yönetmeliği’nin 9. maddesi
uyarınca, Manisa OSB 7. kısım ilave alan yeri olarak sınırlar kesinleştirilmiştir.
Davaya
konu proje için Sanayi ve Teknoloji Bakanlığının …tarih ve …sayılı Oluruyla
kamu yararı kararı verilmiştir.
Dava
konusu 04/11/2020 tarih ve 3177 sayılı Cumhurbaşkanı Kararı ile, Manisa İli,
Yunusemre İlçesi, … Mahallesi, … parsel sayılı taşınmazın “Manisa Organize
Sanayi Bölgesi alanının ilave yatırımlara imkan sağlamak üzere genişletilmesi
amacıyla Manisa Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı tarafından 2942
sayılı Kamulaştırma Kanununun 27. maddesi uyarınca acele kamulaştırılmasına karar
verilmiştir.
Bakılan
dava, dava konusu acele kamulaştırma kararının davacıya ait taşınmaz yönünden
iptali istemiyle açılmıştır.
İLGİLİ
MEVZUAT:
Anayasanın
35. maddesinde: “Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak
kamu yararı amacıyla, kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması
toplum yararına aykırı olamaz.” hükmü, 46. maddesinde “Devlet ve kamu tüzel
kişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını peşin
ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya bir
kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre, kamulaştırmaya ve bunlar
üzerinde idarî irtifaklar kurmaya yetkilidir yer almaktadır.” hükmü yer
almaktadır.
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesinin Ek 1 No’lu Protokolünün “Mülkiyetin korunması”
başlıklı 1. madde-sinde: “Her gerçek ve tüzel kişinin mal ve mülk
dokunulmazlığına saygı gösterilmesini isteme hakkı var-dır. Herhangi bir kimse,
ancak kamu yararı sebebiyle ve yasada öngörülen koşullara ve uluslararası
hu-kukun genel ilkelerine uygun olarak mal ve mülkünden yoksun bırakılabilir.
Yukarıdaki hükümler, devletlerin, mülkiyetin kamu yararına uygun olarak
kullanılmasını düzenlemek veya vergilerin ya da başka katkıların veya para
cezalarının ödenmesini sağlamak için gerekli gördükleri yasaları uygulama
konusunda sahip oldukları hakka halel getirmez.” hükmüne yer verilmiştir.
2942
sayılı Kamulaştırma Kanununun 1. maddesinde “Bu Kanun; kamu yararının
gerektirdiği hallerde gerçek ve özel hukuk tüzel kişilerinin mülkiyetinde
bulunan taşınmaz malların, Devlet ve kamu tüzel kişilerince kamulaştırılmasında
yapılacak işlemleri, kamulaştırma bedelinin hesaplanmasını, taşınmaz malın ve
irtifak hakkının idare adına tescilini, kullanılmayan taşınmaz malın geri
alınmasını, idareler arasında taşınmaz malların devir işlemlerini, karşılıklı
hak ve yükümlülükler ile bunlara dayalı uyuşmazlıkların çözüm usul ve
yöntemlerini düzenler” hükmüne, 3. maddesinde “İdareler, kanunlarla ve
Cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle yapmak yükümlülüğünde bulundukları kamu
hizmetlerinin veya teşebbüslerinin yürütülmesi için gerekli olan taşınmaz
malları, kaynakları ve irtifak haklarını; bedellerini nakden ve peşin olarak
veya aşağıda belirtilen hallerde eşit taksitlerle ödemek suretiyle kamulaştırma
yapabilirler” hükmüne, 27. maddesinde ise; 3634 sayılı Milli Müdafaa
Mükellefiyeti Kanununun uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına veya
aceleliğine Cumhurbaşkanınca karar alınacak hallerde veya özel kanunlarla
öngörülen olağanüstü durumlarda gerekli olan taşınmaz malların kamulaştırılmasında
kıymet takdiri dışındaki işlemler sonradan tamamlanmak üzere ilgili idarenin
istemi ile mahkemece yedi gün içinde o taşınmaz malın 10. madde esasları
dairesinde ve 15. madde uyarınca seçilecek bilirkişilerce tespit edilecek
değeri, idare tarafından mal sahibi adına 10. maddeye göre yapılacak davetiye
ve ilanda belirtilen bankaya yatırılarak o taşınmaz mala el konulabileceği, bu
Kanunun 3. maddesinin 2. fıkrasında belirtilen hallerde yapılacak
kamulaştırmalarda yatırılacak miktar, ödenecek ilk taksit bedeli olduğu
düzenlemesine yer verilmiştir.
HUKUKİ
DEĞERLENDİRME:
Davacı
vekilleri tarafından duruşma esnasında dosyaya sunulan 23/02/2022 tarihli
dilekçe ekinde yer alan belgelerin incelenmesinden, davaya konu … parsel sayılı
taşınmaza el konulmasına karar verilmesi istemiyle …. Asliye Hukuk Mahkemesinin
E:…değişik iş sayılı dosyasında açılan davada Manisa Yatırım İzleme ve
Koordinasyon Başkanlığı tarafından davaya konu … parsel sayılı taşınmazın depo
kararının yeri-ne getirilemeyeceği yönünde dilekçe sunulduğu, …. Asliye Hukuk
Mahkemesinin …tarih ve E:…değişik iş, K:…sayılı kararıyla davaya konu … parsel
sayılı taşınmaz için tespit edilen acele kamulaştırma bedelinin depo edilmediği
gerekçesiyle el koyma talebinin usulden reddine karar verildiği
anlaşılmaktadır.
Bu
durumda; …. Asliye Hukuk Mahkemesinin E:…değişik iş sayılı dosyasına Manisa
Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı vekili tarafından davaya konu …
parsel sayılı taşınmazın depo kararının yerine getirilemeyeceği yönünde dilekçe
verildiği, davaya konu taşınmazın acele kamulaştırılması amacıyla el konulması
için, tespit edilen bedelin ödenmediği gerekçesiyle anılan Mahkeme tarafından
el koyma talebinin usulden reddine karar verildiği anlaşıldığından, davaya konu
taşınmaz için 2942 sayılı Kanunun 27. maddesinin uygulanmasını gerektiren
acelelik halinin bulunmadığı sonucuna varıldığından dava konusu işlemde hukuka
uyarlık bulunmamaktadır.’’
‘‘Diğer
yandan kanun koyucu kamu yararı düşüncesiyle, petrol faaliyetine konu
taşınmazlarla ilgili olarak acele kamulaştırma da yapılabileceğini öngörmüştür.
2942 sayılı Kanun'un 27. maddesinde, özel mülkiyet altındaki taşınmazların
idare tarafından bir an evvel kullanılması ihtiyacının ortaya çıktığı bazı
istisnai hâllerde, kamulaştırmanın genel usul ve esaslarından farklı olarak,
özel mülkiyete konu taşınmazların acele kamulaştırma yoluyla olağan işlemler
tamamlanmadan hukuka uygun bir şekilde kullanılmasına imkân tanınmıştır. Bu
usulde, mahkemece "kıymet takdiri dışındaki işlemler" sonradan
tamamlanmak üzere taşınmaza idare tarafından "el konulmasına" karar
verilmekte ancak verilen karar, taşınmazın mülkiyetinin idareye geçmesi
sonucunu doğurmamaktadır. Mülkiyetin idareye geçmesi için ya taşınmaz malikinin
idare lehine ferağ vermesi ya da idarenin olağan kamulaştırmalarda olduğu gibi
2942 sayılı Kanun'un 10. maddesi uyarınca kamulaştırma bedelinin tespiti ve
tescil davası açması gerekmektedir. Dolayısıyla acele kamulaş-tırmanın, bazı
istisnai hâllerde, kamulaştırma sürecindeki işlemler tamamlanmadan ve mülkiyet
idareye geçmeden önce idareye özel mülkiyete konu bir taşınmazı, el koymak
suretiyle kullanma imkânı tanıyan bir tedbir niteliğinde olduğu
anlaşılmaktadır.
Acele
kamulaştırmada, mülkiyet hakkı hukuken ortadan kaldırılmamakla birlikte, el
koymay-la, malikin mülkiyet hakkından kaynaklanan yetkileri kısıtlanmış
olduğundan, bunun, anılan hakka yönelik bir sınırlama niteliğinde olduğunda
kuşku bulunmamaktadır. Ancak bu işlem için 2942 sayılı Kanun'da belirli
durumlar öngörülmekte ise de Anayasa'nın 46. maddesinde herhangi bir istisnai
hükme yer verilmemiştir. Dolayısıyla petrol faaliyetinde bulunulacak alanlarda
acele kamulaştırma yoluna imkân tanınması, 2942 sayılı Kanun'da sayılan
durumlara ek, yeni bir istisnai durum olarak öngörülmektedir. Bu şekilde
Kanun'da kapsamı ve koşulları ayrıntılı olarak düzenlenen bir hususun hukuki
güvenlik ilkesini zedelediği söylenemez.’’
(Anayasa
Mahkemesi’nin 03.07.2014 tarihli ve 2013/96 E.; 2014/118 K. sayılı Kara-rı).
Öte
yandan kanun koyucu da uygulamada bedele ilişkin aksaklıkların yaşandığının
bilincine vardığından; iptali talep edilen fıkranın ikinci cümlesinde, olağan
kamulaştırmada tatbik edilen bir usulün acele kamulaştırmalar bakımından da
geçerli olacağını hüküm altına almaktadır. Başka bir anlatımla, iptali talep
edilen fıkra kapsamında yapılacak acele kamulaştırmalarda da; ‘‘kamulaştırma
yoluyla irtifak hakkı tesisinde, bu kamulaştırma sebebiyle taşınmaz mal veya
kaynakta meydana gelecek kıymet düşüklüğü gerekçeleriyle belirtilecektir; bu
kıymet düşüklüğü, kamulaştırma bedeli olacaktır’’. Bu noktada belirtmek gerekir
ki; bir an için uygulamada karışıklığa mahal vermemek amacıyla bu hükmün saklı
tutulduğu ileri sürülse dahi; bedel tespiti bakımından hem malikin hem de
idarenin haklarını koruyucu (ve uygulamada karışıklığa mahal vermeyen) olağan
usule ilişkin diğer hükümlerin niçin saklı tutulmadığı sorusu gündeme
gelecektir. Kamulaştırma yoluyla irtifak hakkı tesisinde, niçin bu türden bir
ayrıma gidildiğinin (haklı) nedeni anlaşılamamaktadır.
Diğer
taraftan iptali talep edilen fıkranın üçüncü cümlesinde organize sanayi
bölgelerinde yapılacak acele kamulaştırmalara ilişkin usul ve esasların kanun
formunda değil; yönetmelikle belirleneceğinin öngörülmesi, Anayasa’nın 46’ncı
maddesinde kamulaştırma rejimi bakımından öngördüğü kanunilik ilkesinin
gereğini de karşılamamaktadır. Kaldı ki, madde 46’nın usul ve esasların
belirlenmesini yasal düzenlemeye bıraktığı kamulaştırma işleminin anayasal
çerçevesi, “acele kamulaştırma” usulünü kapsama-maktadır. Gerçekten, acele
kamulaştırma, madde 46’nın dört fıkra olarak ve koşullarını oldukça ayrıntılı
bir biçimde belirlediği kamulaştırma işleminin anayasal güvenceleri ile
bağdaşmamaktadır. Bu itibarla, acele kamulaştırma olanağını tanıyan yasal
düzenleme, madde 46’ya aykırı olduğu gibi, yürürlükteki yasanın olanak tanıması
sonucu istisnai olarak başvurulması gereken bir yöntemin, olağanlaştırılması,
mülkiyet hakkının ana-yasal güvencelerini zedelemektedir.
O
halde yatırımların gecikmemesi, ivedilik arz etmediğinden ve bu nedenle ortada
acele kamulaştırma yapmayı gerektirir bir kamu yararı bulunmadığından;
mülkiyete özel sınırlama nedeni olmaksızın ve kanunilik ilkesinin gereğini
karşılamaksızın el atılması neticesi doğuran iptali talep edilen fıkra;
Anayasa’nın 13, 35 ve 46. maddelerine aykırıdır.
b)Sağlıklı,
dengeli ve yaşanılabilir, güvenli ve planlı bir çevrede yaşama hakkı, tabiat
varlıklarının ve ormanların korunması ile kıyılar, toprak mülkiyeti ve tarım
arazileri ile çayır ve meralar, tabii servetler ve kaynakların korunması ile
temel hak ve hürriyetlerin niteliği bakımından:
Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2 ve Anayasa’nın 17. maddelerinde temelini bulan
yaşam hakkı ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8 ve Anayasa’nın 56.
maddelerinde örtülü biçimde ve doğrudan hüküm altına alınan çevre hakkı
birlikte ele alındığında ortaya çıkacağı üzere; herkesin sağlıklı, dengeli ve
yaşanılabilir, güvenli ve planlı bir çevrede yaşama hakkı vardır. Buna ek
olarak; Anayasa’nın 3’üncü maddesiyle ‘‘Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle
bölünmez bir bütündür.’’ şeklindeki değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif
dahi edilemez düzenleme hüküm altına alınmış ve Anayasa’nın 5. maddesinde
Devletin temel amaç ve görevleri arasında ‘‘… kişilerin ve toplumun refah,
huzur ve mutluluğunu sağlamak … insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi
için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak’’ sayılmıştır. Anılan maddeler
gereğince Devlet; sağlıklı, dengeli ve yaşanılabilir, planlı bir çevrede yaşama
hakkının standardının sağlanması için gerekli tedbirleri almalıdır. Anayasa
Mahkemesi de münferit kararlarında bu hususu vurgulamıştır:
‘‘Anayasa’nın
56. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede
yaşama hakkına sahiptir.” hükmüne yer verilmek suretiyle, sağlıklı ve dengeli
bir çevrede yaşama hakkı güvenceye bağlanmıştır. Anılan maddenin ikinci
fıkrasında, çevreyi geliştirmenin, çevre sağlığını korumanın ve çevre
kirlenmesini önlemenin devletin ve vatandaşların ödevi olduğu belirtilmiştir.
Madde gerekçesinde de vurgulandığı üzere, devlete, vatandaşın korunmuş çevre
şartlarında, beden ve ruh sağlığı içinde yaşamını sürdürmesini sağlamanın
yanında, hem kirlenmenin önlenmesi hem de doğal çevrenin korunması ve
geliştirilmesi için gereken tedbirleri alma ödevi yüklenmiştir. 2872 sayılı
Kanun’un, Anayasa’nın 56. maddesiyle devlete yüklenen, çevre kirlenmenin
önlenmesi, doğal çevrenin korunması ve geliştirilmesi için gereken tedbirleri
alma ödevinin ifası amacıyla çıkarıldığı anlaşılmaktadır’’
(Anayasa
Mahkemesi’nin 03.07.2014 tarihli ve 2013/89 E.; 2014/116 K. sayılı Kararı).
‘‘2872
sayılı Yasa’nın değiştirilen 2. maddesinde, sürdürülebilir çevre “Gelecek
kuşakların ihtiyaç duyacağı kaynakların varlığını ve kalitesini tehlikeye
atmadan, hem bugünün hem de gelecek kuşakların çevresini oluşturan tüm çevresel
değerlerin her alanda (sosyal, ekonomik, fizikî vb.) ıslahı, korunması ve
geliştirilmesi sürecini ifade eder”; sürdürülebilir kalkınma ise, “Bugünkü ve
gelecek kuşakların, sağlıklı bir çevrede yaşamasını güvence altına alan çevresel,
ekonomik ve sosyal hedefler arasında denge kurulması esasına dayalı kalkınma ve
gelişmeyi ifade eder” şeklinde tanımlanmıştır. Buna göre sürdürülebilir çevre
ve sürdürülebilir kalkınma ilkelerinin içeriği itibarıyla hem bugünün hem de
gelecek kuşakların çevresini oluşturan tüm çevresel değerlerin her alanda
ıslahı, korunması ve geliştirilmesi ile sağlıklı bir çevrede yaşamasını güvence
altına aldığı açıktır’’
(Anayasa
Mahkemesi’nin 15.01.2009 tarihli ve 2006/99 E.; 2009/9 K. sayılı Kararı). Kanun
koyucu tarafından saygı gösterilmesi gereken sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı,
uluslararası seviyedeki bağlayıcı normlar ve yumuşak hukuk (soft law) belgeleri
tarafından da öngörülmektedir. Türkiye’nin de taraf olduğu 1966 tarihli
Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme m.12/1-b,
sağlık hakkının bir unsuru olarak ve dolaylı şekilde sağlıklı bir çevrede
yaşama hakkına atıf yapmaktadır. 1972 Stockholm Birleşmiş Milletler İnsan ve
Çevre Konferansı Bildirgesi’nin 2’nci mad-desine göre: “İnsan çevresinin
korunması ve geliştirilmesi dünyamızın her yerinde insan-ların refahını ve
kalkınmasını etkileyen önemli bir konu, bütün insanların özlemi ve bütün
hükûmetlerin görevidir”. 1992’de Rio de Janeiro’da ilan edilen Rio
Bildirgesi’nin 1’inci maddesi uyarınca: “İnsanların, tabiatla uyum içinde,
sağlıklı ve üretken bir yaşam hakları vardır”.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) ifade ettiği üzere; Avrupa İnsan Hak-ları
Sözleşmesi (AİHS) madde 8 uyarınca, Devletlerin, öncelikle, çevreye ve insan
sağlı-ğına yönelik zararları etkili şekilde önlemeye yönelik yasal ve idari bir
çerçeve oluştur-ma ödevi vardır (Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 27.01.2009
tarihli ve 67021/01 Başvuru No’lu, Tătar/Romanya, Kararı, § 88).
Devletlerin, öncelikle, özellikle tehlikeli bir faaliyet söz konusu olduğunda,
bu faaliyetten kaynaklanabilecek risk konusunda, ilgili faaliyetin
özelliklerine uygun bir düzenleme getirmeleri pozitif yükümlülükleri vardır
(Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 24.01.2019 tarihli ve 54414/13, 54264/15
Başvuru No’lu Cordella ve diğerleri / İtalya Kararı, § 159). Yine AİHM’ye göre;
“Tabiatla ormanla-rın ve daha genel olarak çevrenin korunması, savunulması
kamuoyunda ve bunun sonu-cunda da kamu makamlarında devamlı ve güçlü bir ilgi
doğuran bir değer oluşturmakta-dır. Ekonomik gereklilikler ve hatta mülkiyet
hakkı gibi bazı temel haklara, özellikle de dev-let bu konuda yasa yaptığında,
çevrenin korunmasına ilişkin düşünceler karşısında, öncelik verilmemelidir”
(Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 08.07.2008 tarihli ve 1411/03 Baş-vuru
No’lu Turgut ve diğerleri/Türkiye Kararı, § 90). AİHM, çevreye verilen ağır
zararla-rın, sağlığı açısından ciddi bir tehlike oluşturmadığında dahi, kişinin
esenliğini etkileye-bileceğini ve özel ve aile yaşamı hakkına zarar verecek
şekilde, konutundan yararlan-masını engelleyebileceğini ifade etmiştir (Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’nin 09.12.1994 tarihli ve 16798/90 Başvuru No’lu López
Ostra/İspanya Kararı, § 51). Yetkili merciler tara-fından çevresel risk ve tehlikelerle
ilgili bilgilerin aktarılmaması, 8’inci maddeyi ihlal edebilir (Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nin 19.02.1998 tarihli ve 14967/89 Başvuru No’lu Guerra ve
diğerleri/İtalya Kararı; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin 27.01.1994 tarihli
ve 67021/01 Başvuru No’lu Tătar/Romanya Kararı). AİHM, ihtiyatlılık
ilkesinin, devletlere, bilimsel ve teknik kesinlik yokluğunda, çevreye ağır ve
geri dönüşü olmayan bir zarar riskini engellemeye yönelik etkili ve ölçülü
tedbirleri almakta gecikmemeyi tavsiye ettiğini belirtmektedir (Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nin 27.01.1994 tarihli ve 67021/01 Başvuru No’lu
Tătar/Romanya Kararı, § 109).
Çevresel
meselelerin sıklıkla çevresel kirlilik bağlamında Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi önüne taşındığı ve Mahkemece, söz konusu çevresel rahatsızlığın,
devletin veya özel kişilerin faaliyetleri sonucunda oluşması arasında bir ayrım
gözetilmeksizin, Sözleşme’nin 8. maddesi kapsamında güvence altına alınan
hukuksal çıkarlarla bağlantı kurulmak suretiyle incelendiği anlaşılmaktadır (Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’nin 18.06.2013 tarihli ve 50474/08 Başvuru No’lu
Bor/Macaristan Kararı, § 25 ve bkz. Anayasa Mahkemesi’nin 30.06.2016 tarihli ve
2014/3977 Başvuru No’lu D. Ö. Kararı).
Görüldüğü
üzere; Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de içtihatlarında Devletin, bireyin
sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşamasını sağlamak için önlemleri almaya dair
kesin bir yükümlülüğü olduğunu vurgular. Söz gelimi Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi, 30.11.2004 tarihli ve 48939/99 Başvuru No’lu Öneryıldız/Türkiye kararında
çöplükten yayılan metan gazının patlaması sonrasında birçok insanın yaşamını
yitirmesiyle sonuçlanan olayda; Devletin pozitif yükümlülüklerini yerine
getirmediği gerekçesiyle yaşam hakkının ihlaline karar vermiştir:
‘‘Tehlikeli
endüstriyel faaliyetler
‘‘Öneryıldız/Türkiye
30
Kasım 2004 (Büyük Daire)
Başvuranın
evi, dört belediye tarafından ortak kullanılan bir çöp dökme alanının
yakınındaki bir arazi üzerinde inşa edilmiş olup, ruhsatsızdır. Nisan 1993’te
çöp dökme alanında meydana gelen metan gazı patlaması sonucunda yanarak çevreye
saçılan atıklar başvuranın evi de dâhil olmak üzere 10’dan fazla evi kül etmiş
ve başvuran bu yangında 9 akrabasını kaybetmiştir. Başvuran, yetkililerin
dikkatini bu tarz bir patlama ihtimaline çeken bir bilirkişi raporu hazırlanmış
olmasına karşın, yetkililerin önleyici tedbir almadıklarından şikâyetçi
olmuştur.
Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi, başvuranın dokuz akrabasının kazara ölümünün
engellenmesi için uygun girişimlerde bulunulmadığı gerekçesiyle, Sözleşme’nin 2.
maddesinin esas bakımından ihlal edildiğine hükmetmiştir. Mahkeme ayrıca,
kanunda yaşam hakkının korunmasına ilişkin yeterli güvencelerin bulunmadığı
gerekçesiyle, Sözleşme’nin 2. maddesinin usul bakımından da ihlal edildiğine
hükmetmiştir. Mahkeme özellikle, Hükümetin, söz konusu gecekondu bölgesinin
sakinlerini burada yaşamanın arz ettiği riskler konusunda bilgilendirmemiş
olduğunu gözlemlemiştir. Hükümet bu konuda bilgilendirme yapmış olsaydı dahi
insanların hayatını tehlikeden koruyacak gerekli uygulama tedbirlerini alma
sorumluluğu devam etmekteydi. Düzenleyici çerçeve eksikti; zira çöp dökme
alanının açılması veya faaliyetleri ile ilgili tutarlı bir denetim sistemi
mevcut değildi. Aynı şekilde, imar planlama politikası da yetersizdi ve bunun
kuşkusuz söz konusu kazaya yol açan olaylar zincirinde payı vardı. Mevcut
davada Mahkeme ayrıca, Sözleşme’ye Ek 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesinin
(mülkiyetin korunması) ihlal edildiğine, Sözleşme’nin 2. maddesinin esası
kapsamındaki şikâyete ilişkin olarak Sözleşme’nin 13. maddesinin (etkili
başvuru hakkı) ihlal edildiğine ve Sözleşme’ye Ek 1 No’lu Protokol’ün 1.
maddesi kapsamındaki şikâyete ilişkin olarak da Sözleşme’nin 13. maddesinin
ihlal edildiğine karar vermiştir.’’
Ayrıca
Anayasa, 63. maddesiyle de Devlete tabiat varlıklarını ve değerlerini koruma
yükümlülüğü yüklemiştir. Anayasa’nın 169. maddesinin birinci fıkrasında
Devletin ormanların korunması ve sahaların genişletilmesi için gerekli
kanunları koyacağı ve tedbirleri alacağı; üçüncü fıkrasında ormanlara zarar
verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemeyeceği hükme bağlanmıştır.
Buna ek olarak; Devlete, Anayasa’nın 43’üncü maddesiyle deniz, göl ve akarsu
kıyılarıyla, deniz ve göllerin kıyılarını çevreleyen sahil şeritlerinden
yararlanmada öncelikle kamu yararı gözetilerek işlem yapılması yükümlülüğü;
44’üncü maddesiyle toprağın verimli olarak işletilmesini korumak ve geliştirmek
amacıyla tedbir alma yükümlülüğü; 45’inci maddesiyle Devlet, tarım arazileri
ile çayır ve mer'aların amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek
yükümlülüğü yüklenmiştir.
Daha
genel olarak, Anayasa’nın 56. maddesinde “önlemek”, “korumak” ve “geliştirmek”
şeklinde Devlet için öngörülen üçlü yükümlülük, Anayasa’nın çevre-doğa ve
ülkenin bileşenlerine ilişkin hükümler bütünü için geçerlidir . Bu bağlamda,
Anayasamızda kamu yararı ile özdeşleşen kırsal-kentsel ve kültürel çevreye
ilişkin hükümlerin sistematik bir biçimde ve bütün olarak değerlendirilmesi,
Anayasal kurgunun “Türkiye ekosistemi”ni korumaya elverişli olduğunu ortaya
koymaktadır . Bu itibarla, Türkiye ekosistemi açısından risk yaratma olasılığı
yüksek olan sektör ve alanlara ilişkin yasal düzenlemelerin Anayasa’ya uygunluk
yönünden değerlendirilmesi büyük önem taşımaktadır.
İptali
istenen fıkra bakımından kamu yararı amacını haiz olağan kamulaştırma usulü
yerine acele kamulaştırmanın düzenlenmesi, bu bağlamda ele alınmalıdır. Zira
Kaboğlu/Özalp’in de belirttiği üzere;
‘‘-‘‘KORUMAK’’:
Madde 56 gereğince, ‘‘çevre sağlığını korumak,’’ devletin, yurttaşların ve yatırımcıların
ödevidir. Devletin koruma yükümlülüğü, çevre sağlığı ile sınırlı olmayıp,
uyumlu ve dengeli bir çevre korumasını kapsamına almaktadır. Aslında koruma
yükümlülüğü, madde 63’te belirtildiği üzere, ‘‘tarihsel, kültürel, doğal
mirası’’ da içermektedir. Madde 43’e göre, ‘‘Kıyılar, devletin hüküm ve
tasarrufu altındadır’’. Yine madde 168’ e göre, ‘‘Tabii servetler ve kaynaklar
devletin hüküm ve tasarrufu altındadır’’. Dahası, ‘‘Devlet, ormanların
korunması ve sahaların genişletilmesi için gerekli kanunları koyar ve
tedbirleri alır’’ (md. 169).
Bu
koruma ödevi, devletin doğrudan faaliyetlerine ilişkin olduğu gibi, özel sektör
açısından da geçerlidir: İlgili devlet organları gerekli düzenlemeleri yapar;
ilgili kuruluşların etkinliklerini düzenleme çerçevesinde yerine getirip
getirmediklerini denetler ve kuralları ihlal edenlere yaptırım uygular. Ne var
ki kamu makamları, bu üçlü yükümlülüklerini yerine getirmedikleri için, Türkiye
çevresi, koruma bir yana sürekli yağmalanır hale gelmiş bulunuyor.
Öte
yandan ‘‘Temel hak ve hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere
karşı ödev ve sorumluluklarını da ihtiva eder’’ şeklindeki düzenleme (md.12/2),
ödev ve sorumlulukların, sadece toplumsal ilişkiler değil, doğal ortamın
korunması bakımından da geçerli olduğu biçiminde yorumlanmalıdır.’’
İptali
istenen fıkrayla yatırımların gecikmemesini teminen OSB tarafından altyapı
inşaatı ve tahsis yapılabilmesi ve yatırımlar için ruhsat ve izinler
verilebilmesi için; Bakanlık tarafından OSB olarak sınırları kesinleştirilen
alanlarda, Kamulaştırma Kanunu’nun 27’nci maddesi kapsamında mahkemece takdir
edilen taşınmaz bedelinin banka hesabına yatırılarak ve acele el koyma kararı
verilerek (yukarıda defaten açıklandığı üzere) kamu yararı olmaksızın acele
kamulaştırma yapılması, Devletin anılan anayasal koruma yükümlülüğünü ve doğal
ortamın korunması bakımından ödev ve sorumluluklarını yerine getirememesine
neden olacaktır. Zira Anayasa’nın 3’üncü maddesinde vurgulandığı üzere; ülke,
bir bütündür ve bu bütünlüğün içinde tabiat varlıkları ile ormanların yanı sıra
kıyılar, toprak, tarım arazileri ile çayır ve meralar, tabii servetler ve
kaynaklar bulunmaktadır. OSB olarak sınırları kesinleştirilen alanların bunlar
yahut bunlara yakın araziler olduğu durumlarda; bu araziler bakımından (genel
olarak çevrenin korunması için gerekli süreci ihtiva eden) olağan kamulaştırma
yerine acele kamulaştırma yapılması, kamu yararı gözetilmemesi; bunların
korunmasına yönelik özel anayasal rejimin (Anayasa’nın 3, 5, 12, 17, 43, 44,
45, 56, 63, 168 ve 169 maddelerinde yer alan hükümlerin) fiilen etkisiz hale
getirilmesine neden olacaktır. O kadar ki; iptali istenen fıkra; Devletin
Anayasa’nın anılan amir hükümleri uyarınca yüklendiği koruma yükümlülüğüne
uyulduğunu gösterecek asgari güvenceleri içermemektedir. Gerçekten de; mezkûr
4’üncü maddeye on dördüncü fıkrasından sonra gelmek üzere eklenen fıkrada,
Devletin sağlıklı, dengeli ve yaşanılabilir, planlı bir çevrede yaşama hakkının
güvencelenmesi için gerekli tedbirleri alma yükümlülüğünü temin edecek hiçbir
kayıt bulunmamaktadır.
Söz
gelimi, Danıştay 10’uncu Dairesinin, İzmir Aliağa bölgesinde sanayi amaçlı
serbest bölgenin kurulması ve bunlara enerji sağlayacak üretim faaliyetlerinde
bulunulması ve bölgedeki özel mülkiyete konu taşınmaz malların acele
kamulaştırılması yolundaki dava konusu kararnamede kamu yararı bulunup
bulunmadığını çevrenin korunması perspektifinden ele alan iptal kararının
gerekçesinin ilgili bölümü şu şekildedir (28.04.1992 tarihli ve 1990/2278 E.;
1992/1672 K. sayılı Kararı):
‘‘2872
sayılı Çevre Kanunu 1.maddesinde çevreyi,"bütün vatandaşların ortak
varlığı" olarak nitelendirmekte, "çevre koruması" terimini,
2.maddesinin (a) bendinde, ekolojik dengenin korunması,davada, suda, toprakta
kirlilik ve bozulmaların önlenmesi ve çevrenin iyileştirilmesi için yapılan
çalışmaların bütünü" biçiminde tanımlamakta 3.maddesinin (a) bendinde
"Çevre korunması ve çevre kirliliğinin önlenmesi'nin) gerçek ve tüzel
kişilerle vatandaşların görevi olduğu hükme bağlanmakta ve 30.maddesinde
"Çevreyi kirleten veya bozan bir faaliyetten zarar gören veya haberdar
olan gerçek ve tüzel kişiler(in), idari makamlara başvurarak bu faaliyetin
durdurulmasını isteyebilecekleri kuralı yer almaktadır.
Bu
kurallar, milletvekili sıfatıyla değil, bir vatandaş olarak davacının bu davada
ehliyetli olduğunu ve kendi adına dava açabileceğini gösterdiğinden, davalı
idarenin ehliyet konusundaki usuli itirazları oybirliğiyle kabul edilmeyerek
dosya incelendi:
Bilirkişilerin
kendilerine yöneltilen sorulardan birincisinin bilimsel verilere yeterince
dayanılmayarak yanıtlanmış olması, ikinci sorunun ise dava dosyasında yer
almayan bir konunun açıkça gerçekleşeceğini benimseyerek yanıt verilmesi
nedeniyle yetkilerinin dışına çıkılması karşısında, bilirkişilerce düzenlenen
raporun iade edilerek yeniden düzenlenecek raporda soru kağıdında sınırları
belirlenen konularda bilimsel verilere dayanılarak yeni bir rapor hazırlanmak
üzere iadesi gerektiği yolundaki karşı oy ile davanın esasının görüşülmesine
geçildi:
Dava,
3218 sayılı Serbest Bölgeler Kanununun 2.ve 2942 sayılı kamulaştırma Kanunun
27.maddelerine göre, … Serbest Bölgesinin hudutlarının belirlenmesine, bu bölge
dahilinde kalan özel mülkiyete ait taşınmazların acele kamulaştırılmasına,
kamulaştırma işlemleriyle Maliye ve Gümrük Bakanlığı Milli Emlak Genel Müdürlüğünün
görevlendirilmesine ve 89/14633 sayılı Kararnamenin yürürlükten kaldırılmasına
ilişkin 7.5.1990 günlü ve 20511 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan 90/380 sayılı
Bakanlar Kurulu kararının iptali istemiyle açılmıştır.
Türkiye
Cumhuriyeti Anayasası'nın 56.maddesinde; herkesin sağlıklı ve dengeli bir
çevrede yaşama hakkına sahip bulunduğu, çevreyi geliştirmenin, çevre sağlığını
korumak ve çevre kirlenmesini önlemenin Devletin ve vatandaşların ödevi olduğu
hükmüne yer verilmiştir.
Çevre
sağlığının korunması yönünden alınacak önlemleri, uygulanacak yaptırımları
içeren 2872 sayılı Çevre Yasasının 1.maddesinde, bu yasanın amacının bütün
vatandaşların ortak varlığı olan çevrenin korunması iyileştirilmesi, kırsal ve
kentsel alanda arazinin ve doğal kaynakların en uygun şekilde kullanılması ve
korunması; su, toprak ve hava kirlenmesinin önlenmesi, ülkenin bitki ve hayvan
varlığı ile doğal ve tarihsel zenginliklerin korunarak, bugünkü ve gelecek
kuşakların sağlık,uygarlık ve yaşam düzeyinin geliştirilmesi ve güvence altına
alınması için yapılacak düzenlemeleri ve alınacak önlemleri, ekonomik ve sosyal
kalkınma nedefleriyle uyumlu olarak belirli hukuki ve teknik esaslara göre
düzenlemek olduğu belirtilmiştir.
Sözü
edilen Anayasal ve yasal düzenlemelerle, toplumun bütün bireyleri yanında, kamu
hizmetini yürüten idarelere de, çevre sağlığını koruma yükümlülüğü getirilmiş;
böylece çevre bakanlığının kurulmasının kamu yararı gereği olduğu
belirlenmiştir. Dolayısıyla çevre sağlığını gözardı eden bir idari işlemin,
bütün idari işlemlerin ortak amacı olan kamu yararı amacıyla bağdaştırılması
mümkün değildir.
3218
sayılı Yasaya göre serbest bölgelerin yer ve sınırlarını belirlemeye yetkili
Bakanlar Kurulunca çıkarılan dava konusu kararnamenin de, çevre sağlığı
yönünden etkileri, sonuçları itibariyle kamu yararıyla bağdaşıp bağdaşmadığı
incelenmek suretiyle yargı denetimine tabi tutulması zorunlu görülmektedir.
Dava konusu kararnamenin, hukuka uygunluk denetiminin, serbest bölgenin henüz
faaliyete başlamaması, sektörel olarak yapımı tasarlanan üretim faaliyetlerine
henüz geçilmemesi nedeniyle ertelenmesi; bu şekilde idarenin yargısal
denetiminden belli bir süre için vazgeçilmesi düşünülemez. Serbest Bölge
sınırlarını belirleyen, bu bölgedeki özel mülkiyete konu taşınmazların acele
kamulaştırılmasına olanak tanıyan bir takım sınai tesislerinin bölgede yapımını
öngören dava konusu kararnamenin, kesin, doğrudan uygulanabilir idari işlem
niteliği taşıdığı tartışmasız olduğuna göre, yetki, sebep, şekil konu unsurları
yönünden olduğu gibi amaç yönünden de yargı denetimine tabi tutulması, çevre
sağlığına ve dolayısıyla kamu yararına uygunluğunun denetimi zorunlu
görülmektedir.
Kurulumuzun
ara kararına rağmen İzmir-Aliağa'da bir serbest bölge kurulmasının ve bu bölge
dahilinde kalan özel mülkiyete konu taşınmaz malların kamulaştırılmasının
nedenleri idarece,yeterli biçimde açıklanmamış; bölgeyi yap işlet-devret modeline
göre inşa etmeye başlayan konsorsiyuma karşı zor durumda kalındığı
bildirilmekle yetinilmiştir. 16.7.1990 tarihli ara kararıyla sözü edilen
konsorsiyumun kimlerden oluştuğu ve 3217 sayılı Serbest Bölgeler Kananunun
öngördüğü Bakanlar Kurulu izninin hangi kararla verildiği yine davalı idareden
sorulmuş ancak, dava konusu uyuşmazlığı çözümlemeye yeterli olmayan ve bir
başka serbest bölgeyle ilgili bilgiler gönderilmiştir.
Daha
sonra davacının Aliağa bölgesinde termik santral yapılması amacıyla serbest
bölge kurulduğu iddiasını dikkate alan Kurulumuzca 21.9.1990 tarihli ara
kararıyla termik santral yapımının öngörülüp öngörülmediği, serbest bölge
kurulmasının burada bir termik santral yapılması amacına yönelik olup olmadığı
sorulmuştur. İdare verdiği cevap ta,3218 sayılı kanunun 4.maddesi hükmüne
dayanılarak Yüksek Planlama Kurulu kararında İzmir-Aliağa Serbest Bölgesinde
yürütülecek faaliyet konularının belirtildiği ve Bölgede, sadece bu kararda
belirtilen konularda faaliyette bulunulmasına izin verileceği bildirilmiştir.
Yüksek
Planlama Kurulunun, söz konusu kararında, uyuşmazlık konusu serbest bölgedeki
faaliyet konuları üretim faaliyetleri ile ticaret ve hizmet faaliyetleri
şeklinde düzenlenmiş ve üretim faaliyetleri de "imalat sanayi sektöründe
yer alan faaliyetler, özellikle gıda ve yem gibi tarım ve gübre, boya, deterjan
ve diğer kimya, petro kimya ve kömür ürünlerinin sağlanması, konserve, kazan,
tank ve boru üretimi gibi çeşitli çelik işletmelerinin kurulmaları ve bunlar
için gerekli enerji üretim faaliyetleri, klima ve deniz araçları imalatı,
tekstil ve beton ürünleri, optik ve tıbbi elektronik alet, bilgisayar ve benzeri
alet ve ekipmanların üretimi ile ihracata katkısı olan her türlü tarım ve
sanayi maddelerinin üretim faaliyetleri" şeklinde belirlenmiştir.
Bunun
üzerine Yüksek Planlama Kurulu kararıyla faaliyet konuları belirlenen sınai
yatırımların İzmir-Aliağa Serbest Bölgesinde gerçekleşmesi halinde 2872 sayılı
Çevre Kanunu hükümleri dikkate alınarak ekolojik dengenin bozulup bozulmayacağı
konusunda bir araştırma yapılıp yapılmadığında, davalı idareden sorulmuş; ancak
cevabı yazıdan bu hususta herhangi bir inceleme yapılmadığı anlaşılmıştır.
Serbest
bölge olarak belirlenen yerde Yüksek Planlama Kurulunca kabul edilen Üretim
faaliyetleriyle ticaret ve hizmet faaliyetlerinin yürütülmeye başlanılmasında
kamu yararının davalı idarece ortaya konulmaması karşısında belirtilen hususun
saptanması zorunluluğu ortaya çıkmıştır. Yukarıda da belirtildiği üzere olayda
kamu yararı kavramıyla belirlenmek istenilen, kurulan serbest bölgede ekolojik
dengenin bozulup bozulmayacağı, doğanın kirletilip kirletilmeyeceği, arazinin
ve doğal kaynakların, su,toprak ve havanın, ülkenin bitki ve hayvan varlığının,
doğal ve tarihsel zenginliklerinin zedelenip zedelenmeyeceği hususlarının
saptanması ve ileride yapılacak masrafların önlenmesi ve milli değerlerin kayba
uğratılmamasının sağlanmasıdır.
Bu
nedenle, … Serbest Bölgesinin kurulduğu yörede halen faaliyette bulunan sınai
tesislerin ekolojik dengeyi ne şekilde etkilediğinin araştırılması ve Yüksek
Planlama Kurulunca faaliyet konuları belirlenen sınai tesislerin kurulması
halinde okolojik dengenin nasıl etkileneceğinin ortaya konulması amacıyla
28.1.1991 günlü ve K:1990/2270 sayılı kararla bilirkişi incelemesi yapılmasına
karar verilmiştir.
Bu
karar doğrultusunda yaptırılan bilirkişi incelemesi sonucu düzenlenen raporda;
özellikle ekolojik bulgular başlığını taşıyan bölümde;
a-
… yolunun sonundaki kızılçam ormanı içinde ve dışında bulunan bitkilerin
sağlıksız olduklarının anlaşıldığı, yapraklarının sararıp kızardığının ve
normal yaşam sürelerinden önce kimilerinin öldüğünün görüldüğü;
b-Kirli
hava içerisindeki kükürt dioksit, azot oksitleri, foto oksitler, flor, klor
bileşikleri, hidrokarbonlar ve toz halindeki ağır metallerin bir kısım ağaçlar
ve öteki bitkiler üzerinde birikerek yağışlarla asitlere dönüşütüğü, bir
kısmının da havada yağış ve sis etkisi ile asitli yağmurlar halinde bitkiler
üzerine ulaştığı bu halin bitkilerin yaşam faaliyetlerinde en önemli görevi
yapan yaprakların koruyucu örtü tabakalarında tahribat yaptığı ve yaprağın
asimilasyon dokusunun özellikle de klorofilin yapısını bozduğu yaprakların
doğal ömürlerinden örce solmasını, kurumasını ve dökülmesini gerçekleştirdiği
ve bunlarda küçülmeler görüldüğünün saptandığı, sonuçta uç ve yan tomurcukların
uzamasının kısıtlandığı ve ayrıca gövde ve dalların kalınlaşmalarının da
engellendiği ve yıllık halkaların fazlası ile daraldığı ve böylece odunsu
bitkilerde tepelerin seyrekleştiği, uç kısımlardan kurudukları görüldüğü,
c-Uzun
ömürlü odunsu bitkilerin, hava kirliliğinin sebep olduğu sağlıksız yaşam
nedeniyle toprakta depolanan asitlerle de etkilendiği,köklerin normal
fonksiyonlarını yapamaz hale geldiği, topraktaki besin maddelerinin bitkilere
ulaşmadığı ve topraktaki ağır metallerin görülmesi suretiyle kök zehirlenmesine
sebebiyet verdiği ayrıca bitki köklerinde oluşan faydalı mantarlar ile toprakta
bulunan mikroorganizmaların da yok olduğu,
d-İncelenen
alanlarda, metobolizmalardaki bozulmalar sonucu ağaçlar ve çalıların
hastalandığı, dışetkenlere, zararlı böceklere ve mantarlara dirençlerinin
azalması sonucunda kızıl çamlarda bireysel ve toplu kurumların Aliağa körfezi
ardında dahi görüldüğü,
e-Belirtilen
olumsuz nedenlerle ve ortamda bulunan değişik yaş, boy ve çapta 1899 adet
dikili kuru ağacın çıkarıldığı ve Aliağa körfezinden 10 km.uzaklıktaki yerlerin
de kirliliğin etkisi altında kaldığı,
f-Aliağa'da
halen faaliyette bulunan fabrikaların 5 km.uzağında kirli havanın etkisi ile
son yıllarda gelişimi azalan kızıl çamlar ile Aliağa'ya 45 km.uzakta
Karagöl-Bornova örnek serisinden, kirli hava etkisinin ulaşmadığı bir ormandaki
kızıl çamlar üzerinde karşılaştırmalı ksilojik incelemeler yapıldığı 1991
ilkbaharında kesilen iki ayrı yörenin kızıl çamlarının gövdelerinde kirli
havanın etkisinin 1975 yılından bu yana görüldüğü, bu olumsuz etkinin özellikle
1980 yılından bu yana arttığı bunun sonunda da yaşamlarını yitiren 1889 adet
dikili kuru kızıl çamını ormanından çıkarıldığı buna karşın hava kirliliğinin
etkisinden uzaktaki kızıl çamlarda gelişim görüldüğü belirtilmiştir.
Bütün
bu bulguların birlikte değerlendirilmesi sonucunda bilirkişilerce; halen mevcut
sanayi tesislerinin bölgede kirliliğe sebebiyet verdiği ve ekolojik dengeyi
olumsuz yönde etkilendiğini gösterir nitelikte olduğu vurgulanmıştır.
Bilirkişi
raporunun sonuç bölümünde ise, hava kirliliğinin en önemli kriteri olan kükürt
dioksit ve askodoks partikül miktarı bakımından, hava kalitesinin korunması
yönetmeliğinde belirtilen standart değerlerin civarında olduğu ve bazı anlarda
bu değerleri geçtiği, özellikle kimya endüstrisinin ise atık sular yanında
havayı kirleteceğinin kesin olduğu, yer altı sularında organik artıkların
kirliliğin standart değerlerinin üzerinde olduğu, yerinde yapılan gözlem ve
incelemeler ve önceki çalışmaların değerlendirilmesi ile mevcut kirlilik
durumunun doğal bitki örtüsü ve tarımsal ürünler üzerinde olumsuz etkiler
yaptığı açıklanmıştır.
Sonuç
olarak, dava dosyası içeriği ve bilirkişi raporunun kesin sonuçlarından
Bakanlar Kurulu kararıyla öngörülen serbest bölgedeki enerji üretim
faaliyetleriyle sınai tesislerin işletmeye açılması halinde ekolojik dengenin olumsuz
etkileneceği anlaşılmaktadır.
Bu
nedenle, uyuşmazlık konusu yörede sanayi amaçlı serbest bölgenin kurulması ve
bunlara enerji sağlayacak üretim faaliyetlerinde bulunulması ve bölgedeki özel
mülkiyete konu taşınmaz malların acele kamulaştırılması yolundaki dava konusu
kararnamede kamu yararı bulunmadığından iptaline karar verildi.’’
Bunlara
ilave olarak; iptali talep edilen fıkra, çevre hukukuna hâkim olan ilkelerden
‘‘geriye götürülemezlik’’ yönünden de sorunludur.
c)
Geriye götürülemezlik ilkesinin anayasal anlamı
Bu
yorumlar neden önemli? Geriye götürülemezlik ilkesi bakımından, Anayasa’nın
çevreye ilişkin ve genel ilkelerinin özgürlükler lehine yorumu vazgeçilmezdir.
İki nedenle:
İlki,
çevre ve doğa hakları kazanımları yürürlükteki anayasal düzende en ileri eşiğe
taşımak suretiyle, nitelikli bir ülkede nitelikli bir yaşam inşa etmek için.
İkincisi
ise, geleceğe yönelik olarak asgari eşiği saptama
için:
Bugünkü mirasın bilinmesi çok değerli; çünkü, ‘‘geriye götürülememe ilkesi’’
(le principe de non-régression), sadece yasal düzenlemeler bakımından değil,
anayasa değişiklikleri için de geçerlidir. Buna göre, bugünküne göre geriye
düşen bir düzenleme yapılamaz. Çevre hukukunda bu ilke, özellikle gelecek
kuşakların yararı bakımından özen taşımaktadır. Bu nedenle 1982 Anayasası’nda
özellikle temel hak ve özgürlükler konusunda yapılan iyileştirmeler, çevresel
hak güvencelerini de pekiştirmiş olup, bunların 2017 Anayasa değişiklikleri
bahane edilerek geriye götürülemeyeceğini vurgulamak gerek.
Geriye
götürülemezlik ilkesi, uluslararası çevre hukukunda da tanınmış bir ilkedir.
RIO+20, bunun tipik örneğini oluşturur. Burada (özellikle 19 ve 22.
paragraflar), devletlerin, bölgesel, ulusal, ulus altı ve yerel ölçekte,
yükümlülük altına girdikleri ‘‘istediğimiz gelecek’’ üzerine uygulama gerekleri
ile sürdürülebilir gelişme yolunda gerçekleştirdikleri ilerlemeler olarak kabul
ettikleri mevzuat, oluşturdukları kuramlar ve uluslararası anlaşmalar öne
çıkar.
Böylece,
amacı hep çevre niteliğini ‘‘iyileştirmek’’ olan ve haliyle geriye götürücü
işlem ve eylemlerden kaçınmayı gerekli kılan çevre hukukunun bir hedefe yönelme
özelliği tanınmış oluyor (…). RIO+20 belgesine göre ‘‘1992 Konferansı’nda kabul
edilen yükümlülüklerden geri dönülmemesi esastır’’.
Geriye
götürülemezlik, 1992’de Rio’da kabul edilen üç anlaşmaya uygulanır: Rio
Bildirgesi, Ajanda 21 ve Ormanlar Üzerine Bildirge.
Bütünleşik
çevresel bakış (kırsal çevre, kentsel çevre ve kültürel çevre birlikteliğinde),
Türkiye ülkesidir. ‘‘Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir
bütündür’’ şeklindeki temel Anayasa normu (md. 3), yeryüzü parçası olarak
ülkenin doğal, tarihsel ve kültürel değerlerinin azaltılmasını, zedelenmesini
ve yok edilmesini yasaklayan bir hüküm olarak değerlendirilmelidir.
‘‘Bölünmez
bütünlük’’, Anayasa’nın sonraki maddelerinde devletin yükümlülükleri arasında
düzenlenmiştir: ‘‘Ülkenin bölünmezliğini’’ korumak, devletin temel amaç ve
görevi (md. 5) olup, bu yükümlülük sadece siyasal anlamda değil, doğal ve
ekolojik denge açısından da anlaşılmalıdır.
Sonuç
olarak; Anayasa’nın bütünsel okunuşu ve yorumu, Türkiye’nin taraf olduğu
uluslararası sözleşmelerle birlikte değerlendirildiğinde, ‘‘tarihsel, kültürel
ve doğal miras’’a zarar veren tasarruflarda bulunulamayacağı sonucunda kolayca
ulaşılabilir. Kentsel ve kırsal çevre hukuku üzerine düzenlemelerin
temellerinin var olduğu da tartışmasızdır. Ayrıca, devletin üçlü çifte anayasal
yükümlülüğü kayda değer. Devlet için ‘‘önlemek/korumak/geliştirmek’’ şeklindeki
üçlü çevresel yükümlülük (md. 56) ve hukuk devleti ve sosyal devlet olarak
insan hakları karşısında saygı göstermek/korumak/geliştirmek şeklindeki genel
üçlü yükümlülük hatırlanmalıdır. Acaba bu belirtilenler ışığında 1982
Anayasası, çevre devleti bakış açısıyla okunabilir mi? Bu soruyu yanıtlamak
için de yurttaşların da şu üçlü hak-ödev ve sorumluluğuna da işaret etmek
gerekir: ‘‘önlemek/korumak/geliştirmek’’ ödevi (md. 56) ve ‘‘Temel hak ve
hürriyetler, kişinin topluma, ailesine ve diğer kişilere karşı ödev ve
sorumluluklarını da ihtiva eder’’ (md. 12) hükmü. Bu hüküm, çevre hakkı
açısından, insanın çevreye karşı ödev ve sorumluluklarının ahlaki ve etik
öğeleri de içerdiği şeklinde yorumlanabilir. Bu belirtilenlerin, konuyla ilgili
diğer anayasal normlarla birlikte yorumlanması ölçüsünde Türkiye Cumhuriyeti,
‘‘çevre devleti’’ olarak da okunabilir.
Bu
ise çevre hakkının ‘‘insan haysiyeti’’ temelinde etkinlik (gerçeklik) testinden
geçirilmesi ölçüsünde mümkün olabilir. Bu bağlamda ‘‘insan haysiyetiyle
bağdaşmayan bir muamele’’ yasağı (md. 17) da, ekolojik olarak dengeli çevre
koşullarını sağlama yükümlülüğünü yerine getirmede çevre devleti için önemli
bir anayasal dayanak olarak kaydedilebilir.
Anayasal
yorum ilkeleri, anayasa-altı çevresel düzenlemelerin asgari gereklerini
belirlemek açısından da vazgeçilmez bir yere sahiptir.
…’’
Bahsi
geçen açıklamalar ışığında şu ortaya çıkacaktır ki; kanun koyucu, iptali talep
edilen fıkra hükmü eklenmeden önce; Bakanlık tarafından OSB olarak sınırları
kesinleştirilen tüm alanlar bakımından olağan kamulaştırma yapılacağını
düzenlemek suretiyle; çevre bakımından daha korunaklı bir duvar örmüştür. Zira
olağan kamulaştırmada öngörülen usul güvenceleri, çevrenin korunmasına yönelik
mekanizmaların işletilmesi bakımından daha elverişlidir. Ancak iptali talep
edilen fıkrayla acele kamulaştırma yapılabileceği öngörülmek suretiyle; bu
korunaklı duvarda amaca aykırı birtakım gedikler açmıştır. Başka bir anlatımla
güçlü koruma alanını zayıflatarak kazanımlarından vazgeçmiş ve geriye
götürmüştür.
Bu
çerçevede son olarak belirtmek gerekir ki, çevrenin korunması ve sanayinin
geliştirilmesi marifetiyle ulusal kalkınma, birbirine tezat değil; bilakis
birbirini destekleyen olgulardır. Her ikisinin de birey açısından önemi,
kıyaslanamayacak ve yadsınamayacak düzeydedir. Birey için en makbulü, birinin
diğerine feda edilmemesidir. Bunu sağlamanın yollarından biri de OSB olarak
sınırları kesinleştirilen tüm alanlar bakımından (kamu yararını gözeten)
olağan kamulaştırmanın yapılmasıdır. Ancak iptali talep edilen fıkra, kamu
yararını haiz değildir. Bu nedenlerle iptali talep edilen fıkra; Devletin
insanların sağlıklı, dengeli ve yaşanılabilir, planlı bir çevrede yaşanması ile
tabiat ve ormanların, kıyıların, toprağın, tarım arazileri ile çayır ve
meraların, tabii servetler ve kaynakların korunmasını sağlamaya yönelik pozitif
yükümlülüklerini ve doğal ortamın korunması bakımından ödev ve sorumluluklarını
yerine getirmesini ağır şekilde zaafa uğratacağından, Anayasa’nın 3, 5, 12, 17,
43, 44, 45, 56, 63, 168 ve 169. maddelerine aykırıdır.
c)Sanayinin
geliştirilmesi marifetiyle ulusal kalkınma bakımından: Anayasa Mahkemesi’nin
belirttiği üzere; ‘‘Anayasa'nın çeşitli maddelerinde yer alan,
"...kişilerin ve toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak..."
(madde 5), "...Devlet, özel teşebbüs1erin milli ekonominin gereklerine ve
sosyal amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını
sağlayacak tedbirleri alır (madde 48); ekonomik, sosyal ve kültürel
kalkınmayı... planlamak...." (madde 166); Devlet, para, kredi, sermaye,
mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı ve
geliştirici tedbirleri alır..." (madde 167); şeklindeki hükümler, Devletin
ekonomik hayatın işleyişini düzenlemek, gerektiğinde bu alana müdahale
hususunda görevli kılındığını ortaya koymaktadır.’’ (Anayasa Mahkemesi’nin
04.03.1986 tarihli ve 1985/16 E.; 1986/5 K. sayılı Kararı). Yine ‘‘Anayasa’nın
2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyal bir hukuk devleti olduğu
belirtilmiştir. Sosyal devlet, sosyal adaletin, sosyal refahın ve sosyal
güvenliğin gerçekleşmesini sağlayan devlettir. Ekonomik ve malî politikalar
sosyal devletin gerçekleşmesini sağlayan araçlardır.’’ (Anayasa Mahkemesi’nin
02.11.2016 tarihli ve 2015/61 E.; 2016/172 K. sayılı Kararı, § 91). Kanun
koyucu da sanayinin geliştirilmesi marifetiyle ulusal kalkınmayı teminen
kendine özgü hukuki rejimi olan organize sanayi bölgeleri kurmuştur. Başka bir
anlatımla Anayasa’nın 2. maddesiyle kendisine atfedilen sosyal niteliği gereği;
Anayasa’nın 5. maddesinde yer alan amaca ulaşılmak için; Anayasa’nın 48.
maddesi kapsamındaki tedbir alma yükümlülüğü bağlamında bu bölgedeki özel
teşebbüslere birtakım teşvikler ve muafiyetler sağlanmış; Anayasa’nın 166.
maddesiyle donatılan (ekonomik) göreve istinaden bu bölgelerin planlamaları
yapılmış ve Anayasa’nın 167. maddesi uyarınca bu bölgedeki piyasaların sağlıklı
ve düzenli işlemelerini sağlayıcı ve geliştirici tedbirler alınmıştır. Nitekim
Anayasa’nın kül halinde ele alınması gereken 2, 5, 48, 166 ve 167. maddeleri
muvacehesinde 7451 sayılı Kanunla 4562 sayılı Kanun’da birtakım değişiklikler
yapılmıştır. Bu husus, 7451 sayılı Kanun’un genel gerekçesinde de
vurgulanmıştır: ‘‘… OSB’lerde yapılacak sanayi yatırımlarının hızlandırılması
için öncelikle OSB planlama, kuruluş ve kamulaştırma süreçlerinin
hızlandırılmasına ihtiyaç duyulmakta olup söz konusu ihtiyacın giderilmesi için
bu Kanun teklifi hazırlanmıştır.’’ Ancak iptali talep edilen fıkranın, yukarıda
açıklandığı üzere Anayasa’nın belirtilen hükümlerine aykırı olması (Bakanlık
tarafından OSB olarak sınırları kesinleştirilen alanlarda kamu yararı
olmaksızın acele kamulaştırma yapılması ve fıkrada yer alan buna fer’i
hükümler) organize sanayi bölgelerinin kurulması ve burada faaliyet
gösterilmesi için tahsis edilen söz konusu alanların değerinin muhafaza
edilememesine, niteliğini kaybetmesine ve etkin kullanılamamasına;
piyasaya-enerji kaynaklarına-ham maddeye-ulaşım noktalarına yakın alanların
kuruluş yeri olarak belirlenememesine; çarpık kentleşmeye; sanayi amaçlı
yapılaşmadan fonksiyon dışı ve modern ekonominin gereklerine aykırı biçimde
yararlanılmasına ve dolayısıyla kamu kaynaklarının verimli kullanılamamasına;
kamu yararına aykırı şekilde belli özel teşebbüslerin himaye edilmesine;
katılımcıların/sanayicilerin hukuki ve iktisadi öngörülebilirliklerinin ortadan
kalkmasına; katılımcı olan özel teşebbüslerin rekabet kabiliyetinin
artamamasına; ileri -bilgi ve bilişim- teknoloji transferinin yapılamamasına;
arıtma, altyapı ve ulaşım olanaklarının değerlendirilememesine; kaynakların
etkin ve verimli kullanılarak çevreye duyarlı, bilgiye dayalı sürdürülebilir
faaliyetlerin gerçekleştirilememesine; ihracata yönelimin düşmesine; verimli –
kârlı üretim ve vasıflı istihdam stratejilerinin hayata geçirilememesine;
üretim sürecinde yer alan faaliyetlerin kendi arasında ve bunların AR-GE
çalışmalarıyla işbirliği ve uyum içinde koordinasyonun temin edilememesine;
sanayi özelinde bölgesel kalkınma hedeflerinin sekteye uğramasına ve
dolayısıyla ulusal kalkınmaya dengeli ve hızlı katkı sağlanamamasına; en
nihayetinde kamu maliyesi bakımından yük doğmasına, dolayısıyla milli
ekonominin zarara uğramasına ve son tahlilde kişilerin ve toplumun refah, huzur
ve mutluluğunun temin edilememesine neden olacaktır. Bu nedenle iptali talep
edilen fıkra, Anayasa’nın 2, 5, 48, 166 ve 167. maddelerine de aykırıdır.
ç)Hukuk
devleti ile idarenin kanuniliği ilkeleri, kamulaştırma rejimi yönünden
kanunilik ilkesi bakımından: Hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk
kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir
hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan
haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa’ya
ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan,
yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri
ile Anayasa’nın bulunduğu bilinci olan devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin
02.06.2009 tarihli ve 2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı Kararı). Hukuk devletinin
önkoşullarından olan hukuki güvenlik ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir
olmasını, hukuki belirlilik ilkesi de kanun hükümlerinin şüpheye yer vermeyecek
şekilde açık, net, anlaşılabilir olmasını ve ayrıca kamu otoritelerinin keyfi
uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (bkz. AYM
9.2.2017, 2016/143 E.– 2017/23 K. par. 13; RG. 12.4.2017-30036) (Anayasa
Mahkemesi’nin 04.05.2017 tarihli ve 2015/41 E.; 2017/98 K. sayılı Kararı).
Başka bir deyişle, hukuk devleti ilkesi gereğince, idareye işlem tesis ederken
ve eylemde bulunurken veya görevlerini yerine getirirken belirli ölçüde hareket
serbestliği sağlayan takdir yetkisinin kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi
biçimde gerçekleşemez; idarenin takdir yetkisinin sınırları, keyfi işlem ve
eylemleri önlemek amacıyla kanunla çizilmelidir.
Buna
ilave olarak Anayasa’nın 46. maddesinin birinci fıkrasına göre Devlet ve kamu
tüzel kişileri; kamu yararının gerektirdiği hallerde, gerçek karşılıklarını
peşin ödemek şartıyla, özel mülkiyette bulunan taşınmaz malların tamamını veya
bir kısmını, kanunla gösterilen esas ve usullere göre kamulaştırmaya ve bunlar üzerinde
idarî irtifaklar kurmaya yetkilidir.
Öte
yandan ilk fıkrası “İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla
düzenlenir” hükmünü içeren Anayasa’nın 123’üncü maddesinde yer alan idarenin
kanuniliği ilkesinin iki boyutu bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin secundum
legem özelliğidir (kanuna dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin düzenleme
yetkisi kanundan kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intra legem özelliğidir
(kanuna aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve eylemleri kanunun
çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır.
İptali
talep edilen fıkra, Bakanlık tarafından OSB olarak sınırları kesinleştirilen
alanlarda olağan kamulaştırma rejiminden ayrılarak acele kamulaştırma
yapılabileceğini düzenlemektedir. Acele kamulaştırma, idareye olağan usule
nazaran daha geniş bir takdir yetkisi tanımaktadır. Bu takdir yetkisinin hukuka
uygun biçimde kullanımı, acele kamulaştırmanın usul ve esaslarının iptali talep
edilen fıkrada düzenlenmesiyle mümkündür. Ancak iptali talep edilen fıkra, Kamulaştırma
Kanunu’nun 27’nci maddesi kapsamında mahkemece takdir edilen taşınmaz bedelinin
banka hesabına yatırılacağını ve acele el koyma kararı verileceğini hüküm
altına alarak, anılan maddeye atıf yapmakla yetinmiştir. İptali talep edilen
fıkranın üçüncü cümlesinde bu fıkranın uygulanmasına ilişkin usul ve esasların
yönetmelikte düzenleneceğini öngörmek suretiyle; organize sanayi bölgelerinde
yapılacak acele kamulaştırma bakımından idareye keyfi uygulamalara neden olacak
bir hareket serbestisi tanımıştır. İdare, iptali talep edilen fıkranın ikinci
cümlesiyle; sadece kamulaştırma yoluyla irtifak hakkı tesisinde kamulaştırma
bedelinin tespiti bakımından sınırlanmıştır. Başka bir anlatımla kanun koyucu,
organize sanayi bölgeleri için kamulaştırma bakımından rejim değişikliğine
gitmiş ve fakat idareyi kayıtlamak üzere kanun düzeyinde usul güvenceleri haiz
nesnel, somut bir ölçüt tespit etmemiştir. Halbuki Bakanlık tarafından OSB
olarak sınırları kesinleştirilen alanlarda yapılacak acele kamulaştırmanın
hukuk devletinin temel taşı olan maddi anlamdaki kanunilik kıstasının
gereklerini karşılaması ve kanuna dayanması ile kanuna aykırı olmaması için;
genel çerçevesinin keyfi uygulamaya yer vermeyecek açıklıkta kanun düzeyinde
çizilmesi gerekmektedir.
Başka
bir anlatımla normlar arasında hukuka uygun kademelenmenin sağlanabilmesi,
normlar hiyerarşisinde OSB alanının kesinleştirilmesine ilişkin tesis edilecek
idarenin düzenleyici işlemlerinin (7451 sayılı Kanunla ek/değişik/mülga
hükümler ihtiva eden) 4562 sayılı Kanun’a uygun olması, yalnız bu Kanun’un
temel ilkeleri ortaya koymasıyla mümkündür. Aksi takdirde, Kanun’un genel
çerçeveyi çizmemesi, idari işlemlerin hukuka uygunluk denetiminde gözetilecek
(özel) ölçü normun maddi anlamda kanunun asgari ögelerini karşılamaması (anılan
fıkranın uygulanmasına ilişkin usul ve esasların yönetmelikle belirleneceğinin
hüküm altına alınması) durumunda; idari işlem hukuki dayanaktan yoksun
kılınacaktır.
Yukarıda
söylenenlere ilave olarak, olağan kamulaştırma rejimi maliklerin öngörülebilirliklerini
de sağlamaktadır. Ancak kanun koyucu, anılan fıkranın uygulanmasına ilişkin
usul ve esasları idarenin düzenleyici işlemlerinin konusu yapmakla; Bakanlık
tarafından OSB olarak sınırları kesinleştirilen alanlarda mülkü olan maliklerin
öngörülebilirliklerini de ortadan kaldırmaktadır.
Yukarıda
da ifade edildiği üzere; iptali talep edilen fıkrada organize sanayi
bölgelerinde yapılacak acele kamulaştırmalara ilişkin usul ve esasların kanun
formunda değil; yönetmelikle belirleneceğinin öngörülmesi, Anayasa’nın 46.
maddesinde kamulaştırma rejimi bakımından öngördüğü kanunilik ilkesinin
gereğini de karşılamamaktadır.
İptali
talep edilen fıkra acele kamulaştırmaya konu araziler bakımından da kanunilik
ilkesini ihlal etmektedir. Başka bir anlatımla iptali talep edilen fıkra; 7451
sayılı Kanun’un 5. maddesiyle 4562 sayılı Kanun’un 4. maddesine ikinci
fıkrasından sonra gelmek üzere eklenen fıkrayla birlikte düşünüldüğünde (yer
seçimi işlemi yapılmaksızın OSB alanının kesinleştirildiği ve Bakanlık tarafından
OSB alanı olarak sınırları kesinleştirilen alanlarda acele kamulaştırma
yapıldığı nazara alındığında); idare keyfi biçimde herhangi bir araziye el
atabilecektir.
İptali
talep edilen fıkraya konu acele kamulaştırmanın uygulanmasına ilişkin usul ve
esasları belirleme yetkisini idarenin düzenleyici işlemine (yönetmeliğe) tevdi
eden ve yukarıda tanımlandığı anlamda hukuki güvenlik ve belirlilik ilkelerinin
gereklerini yerine getirmeyen ihtilaflı fıkra, Anayasa’nın 2, 46 ve 123.
maddelerine aykırıdır.
d)Yasama
yetkisinin devredilmezliği bakımından: Anayasa’nın 7. maddesinde temelini bulan
yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine göre yasama yetkisi yalnız Türkiye
Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Bu nedenle idareye düzenleme yetkisi veren bir
yasa kuralının temel ilkeleri ortaya koyması ve çerçeveyi çizmesi gerekir.
Diğer bir deyişle idareye sınırsız ve belirsiz bir düzenleme yetkisi
bırakılamaz. Nitekim idarenin düzenleme yetkisi; sınırlı, tamamlayıcı ve
bağımlı bir yetkidir. Yasa ile yetkilendirme, Anayasa’nın öngördüğü biçimde
yasa ile düzenleme anlamını taşımamaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin 02.05.2008
tarihli ve 2005/68 E.; 2008/102 K. sayılı Kararı). İptali talep edilen fıkra
hükmünde olduğu gibi idareye anılan fıkranın (anılan fıkraya konu acele kamulaştırma
ve buna fer’i hükümlerin) uygulanmasına ilişkin usul ve esasları belirleme
yetkisi veren yasa hükmü, Anayasa’nın 7’nci maddesine aykırılık oluşturur.
e)Eşitlik
ilkesi bakımından: İptali talep edilen fıkra, anılan fıkranın (anılan fıkraya
konu acele kamulaştırma ve buna fer’i hükümlerin) uygulanmasına ilişkin usul ve
esasları belirleme yetkisi verdiğinden, acele kamulaştırılacak mülkler (ve
dolayısıyla malikler) arasında idare tarafından kayırma/ayrımcılık
yapılabilecektir. Bu nedenle anılan fıkra, Anayasa’nın 10. maddesinde yer alan
eşitlik ilkesine de aykırıdır.
Zira
eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun tespiti, münferit olayda
benzer durumdaki kişi kategorileri arasında gerçekleştirilen ayrıma ilişkin bir
‘‘haklı neden’’in var olup olmadığına göre yapılır. Anayasa Mahkemesi’nin ifade
ettiği üzere; “[Eşitlik ilkesi] ile güdülen amaç, benzer koşullar içinde olan,
özdeş nitelikte bulunan durumların yasalarca aynı işleme uyruk tutulmasını
sağlamaktır.” (Anayasa Mahkemesi’nin 13.04.1976 tarihli ve 1976/3 E.; 1976/3 K.
sayılı Kararı). Yine AYM’ye göre; “Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda
bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak,
ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir” (Anayasa Mahkemesi’nin
07.02.2006 tarihli ve 2006/11 E.; 2006/17 K. sayılı Kararı). Eşitlik ilkesinin
ihlal edilip edilmediği hususunun tespitinde, somut olayda yapılan ayrımın
haklı bir nedene dayanıp dayanmadığı noktası dikkate alınır: “Anayasa'nın 10.
maddesinde öngörülen eşitlik, mutlak anlamda bir eşitlik olmayıp, ortada haklı
nedenlerin bulunması halinde, farklı uygulamalara imkan veren bir ilkedir”
(Anayasa Mahkemesi’nin 11.12.1986 tarihli ve 1985/11 E.; 1986/29 K. sayılı
Kararı).
Anayasa’ya
aykırı olan acele kamulaştırmaya ilişkin usul ve esasların üstelik idarece
belirlenmesi, bir yandan acele kamulaştırmaya konu aynı nitelikteki arazilerin
farklı uygulamalara tabi kılınmasına; diğer taraftan ise Bakanlık tarafından
OSB alanı olarak sınırları kesinleştirilen alanlarda kalan aynı nitelikteki bir
araziye acele kamulaştırma ile ve diğer bir araziye olağan usulle el atılmasına
ilişkin haklı nedeni somutlaştırmaya elverişli değildir. Yine iptali talep
edilen fıkranın ikinci cümlesiyle Kamulaştırma Kanunu’nun 11. maddesinin ikinci
fıkrasının saklı tutulmak suretiyle; kamulaştırma yoluyla irtifak hakkı
tesisinde, niçin bu türden bir ayrıma gidildiğinin (haklı) nedeni
anlaşılamamaktadır.
Bir
başka deyişle, idareye çerçevelenmemiş, sınırsız bir takdir yetkisi bırakan
ihtilaflı fıkra; kamulaştırmaya konu aynı nitelikteki araziler ve böylece bu
arazilerin malikleri arasında haklı sebebe dayanmayan, keyfi muamele
farklılıklarını mümkün hale getirmektedir. Bu nedenle anılan fıkra, Anayasa’nın
10. maddesine aykırıdır.
f)Yönetmelikle
düzenleme bakımından: Anayasa koyucu, idarenin düzenleyici işlemlerinin bir
türü –kural işlem- olan yönetmelikler için özel bir anayasal hüküm öngörmüştür.
Anayasa’nın 124’üncü maddesine göre Cumhurbaşkanı, Bakanlıklar ve kamu tüzel
kişileri, kendi görev alanlarını ilgilendiren kanunların ve Cumhurbaşkanlığı
kararnamelerinin uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamak
şartıyla, yönetmelikler çıkarabilirler. (İptali talep edilen fıkranın üçüncü
cümlesinde yönetmelik çıkarmaya yetkili makam tayin edilmemiştir ve fakat 4562
sayılı Kanun’un kamulaştırmaya ilişkin hükümleri nazara alındığında; idarenin
Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığını, Valilik, İl Özel İdaresi, Belediye veya
Yatırım İzleme ve Koordinasyon Başkanlığı olduğu ortaya çıkmaktadır.) İdarenin
bu fıkranın uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar hakkında çıkaracağı
yönetmeliğin 7451 sayılı Kanun’un 5’inci maddesinin uygulanmasını sağlaması ve
ona aykırı olmaması için; yönetmelik çıkartılmasına cevaz veren kanuni hükmün,
hangi iş ve işlemlerin yasal çerçeve içinde kalacağına yönelik temel çerçeve ve
sınırları belirlemesi gerekmektedir. Aksi bir tutum, kanunun uygulanmasını
sağlamaya ilişkin Anayasal işlevinin ötesine geçerek, şekli anlamda kanun
aracılığıyla, yönetmeliklere, maddi anlamda kanun koyma yetkisinin tanınması ve
aşırı geniş bir düzenleme alanının idarenin uhdesine bırakılması anlamına
gelecektir. İhtilaflı kurala bakıldığında, ortada, idare tarafından tecessüm
ettirilmeye elverişli bir kanuni genel düzenleme yoktur. İdare tarafından
takdir yetkisinin keyfi biçimde kullanılmasına neden olabilecek iptali talep
edilen fıkra, Anayasa’nın 124. maddesine de aykırıdır.
g)Uluslararası
anlaşmaların iç hukuka etkisi bakımından:
Türkiye
Cumhuriyeti tarafından imzalanmış çevrenin korunmasına yönelik birçok sözleşme
(söz gelimi Viyana Sözleşmesi, Montreal Protokolü, BMİDÇS, KP, BÇS, Kartagena
Protokolü, BMÇMS, CITES, Ramsar, Barselona Sözleşmesi, Boşaltma Protokolü,
Tehlikeli Atık Protokolü, LBS Protokolü, Müdahale ve Acil Durum Protokolü, SPA
ve Biyoçeşitlilik Protokolü, Bükreş Sözleşmesi, LBS Protokolü, Acil Durum
Protokolü, Boşaltma Protokolü, Biyolojik Çeşitlilik ve Peyzaj Protokolü, Basel
Sözleşmesi, BAN Değişikliği, Stockholm Sözleşmesi, CLRTAP, EMEP Protokolü, Bern
Sözleşmesi, ICCAT, Avrupa Peyzaj Sözleşmesi, Antarktika Andlaşması, Madrid
Protokolü ) bulunmaktadır.
7451
sayılı Kanun’un, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin taraf olduğu anılan Sözleşme ve
Antlaşmaların ortaya koyduğu temel ilkelerin aksine kaleme alınması, Devletin uluslararası
sorumluluğunu doğuracak; çevrenin korunmasına yönelik temel ilkelerle çelişen
kanun hükümleri uygulamada hukuki belirliliği ortadan kaldıracaktır. O halde
iptali talep edilen fıkradaki hukuka aykırılıklar, söz konusu Sözleşme ve
Antlaşmaların gereklerinin karşılanmasına engeldir.
Ayrıca,
Anayasa’nın 90. maddesine göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin usulüne göre
yürürlüğe konmuş uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı koruyucu,
kullanımını genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar hiyerarşisinde
kanunun üstündedir. İptali talep edilen fıkra; yaşam ve çevre haklarına ilişkin
Anayasa hükümleriyle benzer hükümler içeren Türkiye’nin taraf olduğu
anlaşmaları ve yumuşak hukuk (soft law) belgelerinin hükümlerini de (söz gelimi
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2 ve 8. maddeleri, İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi’nin 3 ve 25. maddeleri, 1982 Dünya Doğa Şartı, 1992 tarihli Rio
Zirvesi sonrası düzenlenen uluslararası belgeler ve özellikle 1. ilkesinde
“İnsanların, doğayla uyum içinde sağlıklı ve üretken bir yaşam hakları vardır.”
denilen Rio Bildirgesi, 1992 Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi, 1997 Kyoto
Protokolü, 1972 Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme)
ihlal ettiğinden Anayasa’nın 90’ıncı maddesine de aykırıdır. Üstelik,
unutulmamalıdır ki uluslararası hukuk; çevre hakkının korunması bakımından
Devletlerin taraf olmadığı antlaşmaların dahi Devletler bakımından yükümlülük
doğuracağı yönünde gelişmektedir. Nitekim, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi,
çevre sözleşmelerini, söz konusu sözleşmelere taraf olmayan Devletlere ilişkin
kararlarda da referans norm olarak kullanmaktadır.
Tüm
bu nedenlerle 7451 sayılı Kanun’un 5. maddesiyle 4562 sayılı Kanun’un mevcut on
dördüncü fıkrasından sonra gelmek üzere eklenen ‘‘Bakanlık tarafından OSB
olarak sınırları kesinleştirilen alanlarda, acele kamulaştırma kararına
istinaden Kamulaştırma Kanununun 27 nci maddesi kapsamında mahkemece takdir
edilen taşınmaz bedelinin banka hesabına yatırılması ve acele el koyma kararı
verilmesini takiben yatırımların gecikmemesini teminen, OSB tarafından altyapı
inşaatı ve tahsis yapılabilir, yatırımlar için ruhsat ve izinler verilebilir.
Bedel tespitine ilişkin Kamulaştırma Kanununun 1. maddesinin üçüncü fıkra
hükmü saklıdır. Bu fıkranın uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar yönetmelikte
düzenlenir.’’ şeklindeki fıkra, Anayasa’nın 2, 3, 5, 7, 10, 12, 13, 17, 35, 43,
44, 45, 46, 48, 56, 63, 90, 123, 124, 166, 167, 168 ve 169. maddelerine
aykırıdır; anılan fıkranın iptali gerekir.
4) 04.04.2023
tarihli ve 7451 sayılı Organize Sanayi Bölgeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 14’üncü maddesiyle 4646 sayılı Kanun’un
değiştirilen geçici 2. maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesinde yer alan
‘‘Cumhurbaşkanı kararı’’ ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
7451
sayılı Kanun’un 14. maddesiyle 4646 sayılı Doğal Gaz Piyasası Kanunu’nun geçici
2’nci maddesi değiştirilmiştir. Bu kapsamda, 4646 sayılı Kanun hükümlerine
uygun olarak, BOTAŞ’ın yürüttüğü faaliyetler ayrıştırılarak yatay bütünleşmiş
tüzel kişi şeklinde yeniden yapılandırılıncaya kadar BOTAŞ’ın dikey bütünleşmiş
tüzel kişiliği devam edecektir; BOTAŞ’ın faaliyetlerinin ayrıştırılması ve
yeniden yapılandırılması amacıyla kurulacak şirketlerin işletme konusu, ticaret
unvanı, sermayesi ve ortaklık yapısı ile bu kapsamda gerçekleştirilecek devir
ve benzeri işlemlere dair hususlar, Cumhurbaşkanı kararı ile düzenlenecektir;
Bakanlık izni ile BOTAŞ’ın doğal gaz alım sözleşmelerine konu miktarların devri
veya kontrat devri yapılabilecektir; kontrat devri süreçleri tamamlanıncaya
kadar BOTAŞ 4646 sayılı Kanun’daki piyasa payı sınırlamalarına tabi
olmayacaktır; BOTAŞ’ın Hazine garantili yükümlülükleri saklı kalacaktır. Ancak
BOTAŞ’ın faaliyetlerinin ayrıştırılması ve yeniden yapılandırılması amacıyla
kurulacak şirketlerin işletme konusu, ticaret unvanı, sermayesi ve ortaklık
yapısı ile bu kapsamda gerçekleştirilecek devir ve benzeri işlemlere dair
hususları Cumhurbaşkanı kararının konusu yapan ve iptali istenen ibare,
Anayasa’ya aykırıdır.
Açıklamalara
geçilmeden önce BOTAŞ’ın hukuki statüsünü ve yürüttüğü faaliyetleri ortaya
koymakta fayda bulunmaktadır:
‘‘BOTAŞ,
Türkiye Cumhuriyeti ile Irak Cumhuriyeti Hükümetleri arasında 27 Ağustos 1973
tari-hinde imzalanan Ham Petrol Boru Hattı Anlaşması çerçevesinde Irak ham
petrolünün İskenderun Körfe-zi’ne taşınmasını gerçekleştirmek üzere, 7/7871
Sayılı Kararnameye istinaden 15 Ağustos 1974 tarihinde kurulmuştur. Başlangıçta
sadece boru hatları ile petrol taşımacılığı yapan BOTAŞ, ülkemizin artan enerji
ihtiyacının karşılanması amacıyla 1986 yılından itibaren doğal gazın ticareti
ve taşımacılığı ile ilgili fa-aliyetlerine de başlamıştır.
Bakanlar
Kurulu'nun 8 Şubat 1995 tarih ve 96/6526 sayılı kararıyla 233 sayılı Kanun
Hükmünde Kararname’ye tabi karlılık ve verimlilik ilkeleri doğrultusunda
faaliyetlerini sürdüren bir Kamu İktisadi Teşebbüsü (KİT) olarak
yapılandırılmıştır.
BOTAŞ
hali hazırda aşağıdaki faaliyetleri yürütmektedir.
1. Petrol
ve Doğal Gaz Boru Hattı İşletmeciliği
2. LNG/FSRU
Terminali İşletmeciliği
3. Liman
Hizmetleri
4. Petrol
ve Doğal Gaz Boru Hatları, Kompresör İstasyonları İle İlgili Projelendirme,
Mühendis-lik, Arazi Etüt, Kamulaştırma ve Yapım İşleri
5. Doğal
Gaz ve LNG Ticareti
6. Doğal
Gaz ve LNG Depolama Faaliyetleri
7. Uluslararası
Doğal Gaz ve Petrol Taşıma Projeleri’’
Bir
iktisadi devlet teşekkülü olan BOTAŞ’ın ana statüsü, 17.04.1995 tarihli ve
22261 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanmış olup; Enerji ve Tabii Kaynaklar
Bakanlığı ile ilgisi kurulmuştur ve Sayıştay denetimine tabidir.
2001
yılında 4646 sayılı Kanun yasalaşırken; BOTAŞ’ın özelleştirilmesine ilişkin
politika kabul edilmiş olup; bu husus, anılan Kanun’un (7451 sayılı Kanunla
değiştirilmeden önceki) geçici 2’nci maddesinde (kanun düzeyinde)
detaylandırılmıştır:
‘‘Geçici
Madde 2 –BOTAŞ, bu Kanunun yayımlandığı tarihten sonra ithalatı ulusal
tüketimin yüzde yirmisi oranına düşünceye kadar, sıvılaştırılmış doğal gaz
(LNG) ithalatı haricinde yeni doğal gaz alım sözleşmesi yapamaz. 2009 yılına
kadar toplam yıllık ithalat miktarını yıllık ulusal tüketimin yüzde yirmisine
düşürünceye kadar, mevcut doğal gaz alım veya satım sözleşmelerinin kısmi veya
bütün olarak tüm hak ve yükümlülükleri ile devredilmesi için istekli olan diğer
ithalat lisans yeterlilik sahibi ve satıcı şirketten sözleşme devri hususunda
ön onay alan şirketlerin katılacağı devir için BOTAŞ tarafından ihale yapılır.
İhalede birinci olan şirketten başlamak üzere satıcı tarafla görüşmek ve yeni
sözleşmeyi imzalamaya yönelik satıcı onayını temin etmek üzere BOTAŞ tarafından
tüzel kişilere sırayla muvafakat verilir. İlgili tüzel kişi sözleşmenin satıcı
tarafı ile devredilecek miktar için, yeni sözleşme yapmasından sonra devir
yürürlüğe girer. Ancak ilgili ihalede tüzel kişilerin satıcı tarafla sözleşme
yapamaması halinde, ithalat lisans yeterlilik sahibi şirketlerin katılacağı ve
kazanan ithalatçı şirketin BOTAŞ’ın, tüm yurt dışı mükellefiyetlerini yerine
getirmeyi kabul etmesi ve ikili anlaşmalarla belirlenen doğal gaz alım
fiyatının altında olmaması şartıyla miktar devrine imkan tanıyan ayrı ihale
yapılır. Hazine garantili sözleşmesi bulunan Yap-İşlet ve Yap-İşlet-Devret
Santralleri, Hazine Müsteşarlığına başvurarak ilgili Hazine garantilerinden
feragat etmek koşuluyla, doğal gaz alımlarını piyasa koşulları içinde basiretli
bir işletmeci gibi davranarak en ekonomik kaynaktan yaptıklarını Kurula ispat
etmek ve doğal gaz satın alma maliyetindeki düşüşü elektriğin satış fiyatında
bir azalma sağlayacak şekilde yansıtmak zorundadır.
BOTAŞ
tarafından her takvim yılında devredilen miktarlar, Kanunun yürürlüğe girdiği
tarihte alım taahhüdünde bulunulan toplam doğal gaz miktarının yüzde onundan
daha az olamaz.
Ayrıca,
BOTAŞ'ın mevcut sözleşmelerinin var olduğu ülkeler dışındaki ülkelerden
yapılacak ithalat için yapılacak müracaatlarda Kurul, piyasada rekabet
ortamının oluşturulması, mevcut sözleşmelerden doğan yükümlülükleri ve ihracat
bağlantılarını dikkate alarak belirleyeceği usul ve esaslar dahilinde
müracaatları değerlendirerek ithalata müsaade edebilir. Ancak, BOTAŞ'ın mevcut
sözleşmelerinin var olduğu ülkeler ile bu sözleşme süreleri sona erinceye kadar
bu ülkeler ile hiç bir ithalatçı şirket tarafından yeni gaz alım sözleşmeleri
yapılamaz. Söz konusu mevcut sözleşmelerin sona erdiği tarihten itibaren aynı
miktarlar için yeni ithalat sözleşmeleri yapılabilir. Ancak, ihraç amaçlı veya
Kurumca tespit edilecek yurt içi doğal gaz arz açığının olması durumunda söz
konusu ülkelerle yeni gaz alım bağlantıları yapılabilir.
Ancak
bu hükümler, sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG), spot boru gazı ve sıkıştırılmış
doğal gaz (CNG) ithalatı için uygulanmaz. Ayrıca, yapılacak spot
sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG), spot boru gazı ve sıkıştırılmış doğal gaz
(CNG) ithalatında bu Kanunun 4. maddesinin dördüncü fıkrasının (a) bendinin
(2), (3) ve (4) numaralı alt bentleri ve (4) numaralı alt bendini takip eden
birinci paragrafta belirtilen şartlar aranmaz. Bir takvim yılında yapılabilecek
spot boru gazı ithalat miktarı ve uygulama yöntemi Bakanlık görüşü alınarak
Kurul tarafından belirlenir.
(Ek
fıkra: 9/7/2008-5784/20 md.) Sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) ithalat lisansları
için bu Kanunun 4 üncü maddesinin ikinci fıkrasında yer alan altmış günlük süre
otuz gün olarak uygulanır.
Bu
Kanun hükümlerine göre, dağıtım faaliyeti hariç, BOTAŞ'ın dikey bütünleşmiş
tüzel kişiliği 2009 yılına kadar devam eder. Bu tarihten sonra BOTAŞ yatay
bütünleşmiş tüzel kişiliğe uygun olarak yeniden yapılandırılır. Yeniden
yapılandırılma sonucu meydana gelecek yeni tüzel kişilerden, sadece gaz alım ve
satım sözleşmelerine sahip olan ve ithalat faaliyeti yapacak olan şirket,
BOTAŞ'ı temsil eder ve BOTAŞ adı ile anılır. Yeniden yapılandırılma sonucu
ortaya çıkan bu şirketlerden iletim faaliyeti yapan şirket hariç, diğerleri iki
yıl içinde özelleştirilir.
BOTAŞ'ın
iletim, depolama, satış, ithalat faaliyetlerine ilişkin muhasebe ayrışımı,
hazırlık dönemi sonundan itibaren oniki ay içerisinde gerçekleştirilir.
BOTAŞ'ın
Hazine garantili yükümlülükleri saklıdır.’’
Ancak
BOTAŞ’ın yeniden yapılandırılmasını ve akabinde özelleştirilmesini öngören
kanuni takvim, 2023 yılına gelindiğinde gerçekleştirilememiştir. Bu nedenle
BOTAŞ’ın hukuki yapısı, 7451 sayılı Kanun’un 14. maddesiyle tekrar ele alınmış
ve anılan geçici madde değiştirilmiştir. Nitekim doğal gaz piyasasında
serbestleştirmenin sağlanamadığı, anılan maddenin gerekçesinde de
vurgulanmıştır:
‘‘Türkiyenin
doğal gaz ticaret merkezi olma hedefleri doğrultusunda, doğal gaz piyasasında
serbestleşme, rekabet ve ticaretin geliştirilmesi büyük önem arz etmektedir.
Piyasada oyuncu sayısının artması ve tedarik imkânlarının çeşitlenmesiyle
birlikte tüketicilerin güvenli, kaliteli ve daha uygun fiyatlı enerjiye erişim
imkanları çoğalmış olacaktır. Ayrıştırma, doğal gaz tedarik ve alt yapı
faaliyetlerinin kurulan farklı tüzel kişiler eliyle yürütülmesini sağlamayı
hedeflemektedir. Ayrıştırma uygulaması, şebeke alt yapıları ile tedarik
çıkarlarının aynı tarafta bulunmasını engellemek ve böylece piyasaya rekabetçi
yeni girişlerin önünün açılması amacıyla oluşturulmuş bir kavramdır. Sonuç
olarak, teklif ile geçici 2. maddede uygulanamayan bazı hükümlerin
değiştirilmesi, piyasada rekabetin ve serbest ticaretin temini için BOTAŞ’ın
yeniden yapılandırılması hedefinin korunarak somutlaştırılması
amaçlanmaktadır.’’
Bir
iktisadi devlet teşekkülünün, rekabetçi piyasa koşullarında kâr amacı güden
özel teşebbüs olarak yeniden yapılandırılıp özelleştirilmesinin mi; yoksa doğal
gaz iletimi, depolanması, tedariki, ticareti gibi stratejik önemi haiz
faaliyetlerin arz güvenliği minvalinde kamu şirketi tarafından yürütülmesinin
mi makbul olduğu hususu, kanun koyucu tarafından kararlaştırılması gereken bir
konudur. Nitekim anılan geçici maddenin 7451 sayılı Kanun’un 14’üncü maddesiyle
değiştirilmeden önceki halinde de, kanun koyucu tarafından politik tercih,
özelleştirmeden yana konulmuştur. Ancak 7451 sayılı Kanun’un 14’üncü maddesiyle
değişik geçici maddede, iptali talep edilen ibare nedeniyle bu tercih,
Cumhurbaşkanı tarafından yapılacaktır. Halbuki, aşağıda açıklanacağı üzere,
Anayasa’nın çeşitli maddelerinde somutlaşan kanunilik ilkesi çerçevesinde;
‘‘BOTAŞ’ın faaliyetlerinin ayrıştırılması ve yeniden yapılandırılması amacıyla
kurulacak şirketlerin işletme konusu, ticaret unvanı, sermayesi ve ortaklık
yapısı ile bu kapsamda gerçekleştirilecek devir ve benzeri işlemlere dair
hususlar’’ Cumhurbaşkanı tarafından kararlaştırılamaz.
a)Hukuk
devleti, kamu yararı ve idarenin kanuniliği ilkeleri bakımından: Hukuk
devleti, bütün işlem ve eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca
geçerlik koşulu sayan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan
ve bunu geliştirerek sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan,
Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak
bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, Anayasa’ya ve hukuk kurallarına
bağlılığa özen gösteren, yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa
koyucunun da uymak zorunda olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasa’nın
bulunduğu bilinci olan devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin 02.06.2009 tarihli ve 2004/10
E.; 2009/68 K. sayılı Kararı). Hukuk devletinin önkoşullarından olan hukuki
güvenlik ilkesi hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, hukuki belirlilik
ilkesi de kanun hükümlerinin şüpheye yer vermeyecek şekilde açık, net,
anlaşılabilir olmasını ve ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı
koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir (bkz. AYM 9.2.2017, 2016/143 E.–
2017/23 K. par. 13; RG. 12.4.2017-30036) (Anayasa Mahkemesi’nin 04.05.2017
tarihli ve 2015/41 E.; 2017/98 K. sayılı Kararı). Başka bir deyişle, hukuk
devleti ilkesi gereğince, idareye davranışta bulunurken veya görevlerini yerine
getirirken belirli oranda hareket serbestliği sağlayan takdir yetkisinin
kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi biçimde gerçekleşemez; idarenin takdir yetkisinin
sınırları, keyfi işlem ve eylemleri önlemek amacıyla kanunla çizilmelidir.
İlk
fıkrası “İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir”
hükmünü içeren Anayasa’nın 123’üncü maddesinde yer alan idarenin kanuniliği
ilkesinin iki boyutu bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin secundum legem
özelliğidir (kanuna dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin düzenleme
yetkisi kanundan kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intra legem özelliğidir
(kanuna aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve eylemleri
kanunun çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır.
BOTAŞ’ın
faaliyetlerinin ayrıştırılması ve yeniden yapılandırılması amacıyla kurulacak
şirketlerin işletme konusu, ticaret unvanı, sermayesi ve ortaklık yapısı ile bu
kapsamda gerçekleştirilecek devir ve benzeri işlemlere dair hususlar hakkındaki
idari işlemin (Cumhurbaşkanı kararının); normlar hiyerarşisinin ana halkası
olarak hukuk devletinin temel taşı olan maddi anlamdaki kanunilik kıstasının
gereklerinin karşılanması ve kanuna dayanması ile kanuna aykırı olmaması için;
genel çerçevesinin keyfi uygulamaya yer vermeyecek açıklıkta kanun düzeyinde
çizilmesi gerekmektedir. Ancak kanun koyucu; -anayasal ilkelerin aksine-
BOTAŞ’ın faaliyetlerinin ayrıştırılması ve yeniden yapılandırılması amacıyla
kurulacak şirketlerin işletme konusu, ticaret unvanı, sermayesi ve ortaklık
yapısı ile bu kapsamda gerçekleştirilecek devir ve benzeri işlemlere dair
hususlara yönelik (anılan geçici maddenin değiştirilmeden önceki halinde olduğu
gibi) açık, nesnel, somut bir ölçüt öngörmemiştir. Halbuki doğal gaz
piyasasındaki aktörler, faaliyetlerini BOTAŞ’ın hâkim olduğu piyasalarda bu
hususlar çerçevesinde yürütecektir; söz gelimi BOTAŞ bünyesinde oluşturulan
şirketlere iştirak edecek yahut iletim gibi tekel piyasa varsa buraya hiç dâhil
olmayacaktır. (Tüm idari teşkilatın makamına bağlı bulunduğu ve yürütme ve
devleti temsil yetkilerinin bir kişide birleştiği monist yapılı yürütme
organının başı konumunda bulunan) Cumhurbaşkanının alacağı kararı, tek başına ve
çok kısa vadede değiştirebilmesi olasılığı; BOTAŞ’ın var olduğu doğal gaz
piyasalarında alanında hukuki öngörülebilirliğe halel getirmektedir. Halbuki
yatırımcı, hukuki öngörülebilirlik vasıtasıyla riskini en aza indirmek ister.
Söz gelimi anılan geçici 2’nci maddenin 7451 sayılı Kanunla değiştirilmeden
önceki hükümlerin çok kapsamlı ve ağır olması itibarıyla uygulamada belirsizlik
yaratarak yatırımcılar bakımından büyük risk içerdiği, Dünya Bankası
raporlarına konu olmuştur.
Öte
yandan Cumhurbaşkanının uhdesine sınırları belirsiz, çok geniş bir düzenleme
alanının bırakılması, anılan geçici maddenin uygulanmasını sağlamaya ilişkin
anayasal işlevinin ötesine geçerek, şekli anlamda kanun aracılığıyla,
Cumhurbaşkanı kararına (idarenin düzenleyici işlemine), maddi anlamda kanun
koyma yetkisinin tanınması anlamına gelecektir.
Başka
bir anlatımla iptali talep edilen ibarenin yer aldığı cümle hükmünde açıkça
BOTAŞ’ın faaliyetlerinin ayrıştırılacağı öngörülmüştür. Ancak iptali talep
edilen ibarenin yer aldığı cümle hükmünde bulunan ‘‘bu kapsamda
gerçekleştirilecek devir ve benzeri işlemlere dair hususlar’’ ibaresiyle;
Cumhurbaşkanının faaliyet ayrıştırması dışında farklı bir model (muhasebe,
fonksiyonel, hukuki, mülkiyet ayrıştırması vb.) seçmesine imkân tanınmıştır.
Bununla birlikte kanun koyucu tarafından faaliyetlerin (söz gelimi iletim,
depolama, ticaret) ayrıştırılması modeli benimsenirken; düzenleyici etki
analizi ortaya konulmamıştır; Cumhurbaşkanı tarafından (faaliyetlerin
ayrıştırılması) farklı bir ayrıştırma modeli benimsenecek idiyse; bu model
bakımından düzenleyici etki analizi yaptırtma zorunluluğu öngörülmemiştir.
Halbuki bir ayrıştırma modelinin niçin benimsendiği, nesnel ve somut verilerle
ortaya konulmalıdır. Söz gelimi ülkemizin jeostratejik konumu nazara
alındığında iletim faaliyetleri bakımından özelleştirme sürecinin
başlatılmasının kapısını aralayan mülkiyet ayrıştırması yapılmaması
gerekliliği, 4646 sayılı Doğal Gaz Piyasası Kanununda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun Tasarısına İlişkin Rekabet Kurumu Görüşü’ne konu olmuştur:
‘‘…
Ayrıştırma,
şebeke endüstrilerinde faaliyet gösteren dikey bütünleşik yapılarda, rekabete
açılabilir durumdaki kısımların, rekabetçi olmayan kısımlardan ayrıştırılmasını
ifade etmektedir. Doğal gaz sektöründe ayrıştırma uygulamaları ile iletim ve
dağıtım şebekelerine tüm teşebbüslerin eşit koşullarda erişiminin sağlanması,
ayrımcılığın ve çapraz sübvansiyonun önlenmesi, şeffaflığın arttırılması, doğru
bilgiye ulaşmanın kolaylaşması, dikey bütünleşme sonucu ortaya çıkacak pazar
kapama riskinin ortadan kaldırılması ve böylece rekabetin artırılması,
piyasaların daha etkin düzenlenmesinin sağlanması sonucu regülasyonun etkisinin
artırılması gibi faydaların ortaya çıkacağı beklenmektedir.
En
çok başvurulan ayrıştırma yöntemleri; muhasebe (hesap) ayrıştırması,
fonksiyonel (işlevsel) ayrıştırma, hukuki ayrıştırma ve mülkiyet (sahiplik)
ayrıştırmasıdır.
•
Muhasebe ayrıştırması yalnız dikey bütünleşik faaliyetlere ilişkin hesapların
ayrıştırılmasını içermektedir.
•
Fonksiyonel ayrıştırma, ilgili faaliyetlerin, dikey bütünleşik tüzel kişilik
içerisinde, farklı yöneticilerin başında olduğu farklı departmanlar tarafından
gerçekleştirilmesini içermektedir.
•
Hukuki ayrıştırma ilgili faaliyetlerin (aynı teşebbüs tarafından kontrol edilen)
farklı tüzel kişilikler tarafından gerçekleştirilmesini içermektedir.
•
Mülkiyet ayrıştırması hukuki ayrıştırmadan farklı olarak şebeke faaliyetini
yürüten şirketin mülkiyetinin gaz ticareti faaliyetini yürüten şirketten
ayrıştırılmasını ve alt ya da üst pazarlardaki teşebbüslerdeki hissedarlığını
kontrol hakkı vermeyen seviyelere düşürmesini öngörmektedir.
Yukarıda
bahsedilen ve en hafif ayrıştırma modeli olan muhasebe ayrıştırmasından en katı
model olan mülkiyet ayrıştırmasına kadar giden yelpazede hangi modelin tercih
edilebileceğine ilişkin tartışmada, enerji piyasalarına ilişkin benzer
serbestleşme süreçlerine müdahil olan Avrupa Komisyonu tecrübelerinden
yararlanmak mümkündür.
…
Türkiye
bakımından ayrıştırma konusu ele alındığında, Türkiye doğal gaz piyasasının
gelişim sürecinin gerek uluslararası doğal gaz piyasalarındaki gelişmeler
gerekse iç piyasanın evrimleşmesi süreci kapsamında güçlü ve zayıf yönler
dikkate alınarak bir karar verilmesi gerektiği düşünülmektedir. Daha önceki
bölümlerde de belirtildiği üzere, uluslararası doğal gaz piyasaları bakımından
doğal gaz kaynağı ülkeler ile tüketici konumundaki Avrupa arasında
bulunmasından dolayı jeopolitik konumu Türkiye’nin güçlü yanı olarak
görülmektedir. Jeopolitik konumdan kaynaklanan güçlü yanın fiziksel karşılığı
ise mevcut durumda BOTAŞ’ın sahip olduğu iletim hatlarıdır. Bu noktada,
BOTAŞ’ın sadece boru hatlarına sahip bir tüzel kişilik haline gelmesinin ve
doğal gaz ithalat ve ticareti faaliyetlerinin iletim faaliyetleri ile mülkiyet
ayrıştırmasına tabi tutulmasının, bahsedilen güçlü yönlerin zayıflatılması
riskini de beraberinde getirdiği düşünülmektedir.
…
Buna
ilaveten, uluslararası doğal gaz piyasalarındaki gelişmeler çerçevesinde net
ithalatçı konumundaki Türkiye bakımından likit bir toptan satış piyasası
oluşturma hedefi ve süreci bağlamında yüksek likiditeye ulaşılmadan ülke
piyasasının uluslararası piyasalardan kaynaklanan baskıları çok daha güçlü
hissedeceği ve daha da önemlisi global ölçekli büyük oyuncuların etkisine açık
hale geleceği unutulmamalıdır. Bu süreç gelişmekte olan ülkeler açısından
özellikle büyük önem teşkil etmektedir. Ayrıca, likiditenin düşük olduğu ve
zayıf oyuncuların faaliyet gösterdiği piyasalara ihracatçı ülkeler tarafından
da çekinceyle yaklaşılmakta; bu da gaz arzını tehlikeye sokmaktadır. Likit hub
oluşturma hedefinin ne kadar uzun ve meşakkatli bir süreç olduğunun en güzel
kanıtı, dünyanın en likit ikinci hub’ı olan NBP’nin dahi ancak likidite eşiği
olarak gösterilen 15 seviyesindeki hareket oranına sahip olması ve dolayısıyla
100 hareket oranına sahip Henry Hub’ın likidite anlamında bir hayli gerisinde
kalmış olmasıdır. Kaldı ki, diğer borsalarla kıyaslandığında Henry Hub’ın dahi
likidite seviyesinin yeterince yüksek olmadığı söylenebilir. Bu noktadan
hareketle, gerekli likiditeye ulaşılmadan güçlü oyuncusu olmayan bir piyasa
tasarımı yerine gerekirse dikey bütünleşik güçlü bir oyuncunun yer aldığı bir
süreç ile likit bir toptan satış piyasası tasarımına yönelinmesinin daha doğru
olacağı değerlendirilmektedir.
Şüphesiz,
uluslararası piyasalardaki gelişmeler ve likit bir toptan satış piyasası
oluşturma sürecinde BOTAŞ’ın dikey bütünleşik bir yapıda kalması durumunda, bu
yapıdan dolayı sahip olduğu hâkim durumun Türkiye doğal gaz piyasalarında
rekabetin tesisini engellememesi de önemli bir hedef olmalıdır. Ancak, BOTAŞ’ın
iletim sistemine sahip olmasından kaynaklanan rekabetçi risklerin azaltılmasına
yönelik olarak mülkiyet ayrıştırması yerine etkin hukuki/fonksiyonel
ayrıştırmaları içeren alternatif yöntemlerin tercih edilmesi yönünde
Türkiye’nin Almanya14 ve Fransa gibi ülkelerden çok daha geçerli gerekçeleri
olduğu düşünülmektedir. Bu nedenle, BOTAŞ’ın mülkiyet ayrıştırmasına tabi
tutulmaması ve dikey bütünleşik yapısını koruması yöndeki politikanın bağımsız
sistem işleticisi ve miktar devri gibi yöntemlerle desteklenmesi gereği de göz
önünde bulundurularak mevcut Tasarının öngördüğü yapılandırma çözümünün yeniden
gözden geçirilmesi gerektiği düşünülmektedir.’’
Yine
iletim hattı yapacak üçüncü kişilerin, söz konusu iletim faaliyetlerini
kendilerinin yürüttüğü diğer faaliyetlerden ayrıştırıp ayrıştırmayacağı
belirsizdir.
Bununla
birlikte BOTAŞ’ın faaliyetlerinin ayrıştırılıp yeniden yapılandırılması
amacıyla kurulacak şirketlerin işletme konusu, ticaret unvanı, sermayesi ve
ortaklık yapısı ile bu kapsamda gerçekleştirilecek devir ve benzeri işlemlere
dair hususlar Cumhurbaşkanı tarafından düzenlenecektir. Bu kapsamda şirketlerin
yürüttüğü faaliyetlere göre işletme konuları belirlenecek; şirketin kimliği
niteliğinde olan ticaret unvanı seçilecek; şirket ortaklarının asli edim
yükümlülüğü olan sermaye koyma borcu ifa edilecek; şirketler kurulurken yahut
sonradan ortaklığa dahil olacak paydaşlar seçilecek; devralma/birleşme gibi
yapısal değişiklikler gerçekleştirilecek; şirketler çeşitli hukuki ilişkilerin
tarafı olacaktır. Bu hususlar, ticaret (şirketler) hukukunda genel olarak
düzenlenmiştir:
‘‘Ticaret
unvanı, tacirin, ticari işletmesine ilişkin işlemleri yaparken kullandığı
isimdir. Bu yönüyle ticaret unvanı, taciri tanıtmaya ve onu diğer tacirlerden
ayırdetmeye yarar. Ticaret unvanını sadece tacirler kullanabilir; tacir olmayan
kişi (esnaf) ticaret unvanı kullanamaz.’’
‘‘Her
ortak ticaret ortaklıklarına maddi değeri olan katılma payıyla iştirak etmek
zorundadır. Bu açıdan sermaye koyma borcu asli edim yükümüdür. Ancak bazı
ortaklıkların özellikleri sebebiyle, kanun koyucu bunlarda bazı değerlerin
sermaye olarak getirilemeyeceğini düzenlemiştir.’’
‘‘Ticaret
ortaklıkları, piyasanın değişen şartlarına kendi hukuki yapılarına uydurabilmek
için, birleşme, bölünme veya tür değiştirme yolunu kullanabilirler. Ancak bu
şekilde yapısal değişimler sırasında, ortakların, alacaklıların ve hatta
ortaklık çalışanlarının menfaatlerinin korunması zorunludur.’’
Elbette
iptali talep edilen ibarenin yer aldığı cümle hükmünde tadadi metotla sayılan
hususlar, ticaret (şirketler) hukukunun hâkim olduğu kavramlardır. Ancak enerji
arzı güvenliğinin ön planda olduğu bu karakteristik alana ilişkin (anılan
geçici maddenin 7451 sayılı Kanunla değiştirilmeden önceki halinde olduğu gibi)
özel kanuni hükümlerin olması, işin doğası gereğidir. Buna rağmen BOTAŞ’ın
faaliyetlerinin ayrıştırılması ve yeniden yapılandırılması amacıyla kurulacak
şirketlerin işletme konusu, ticaret unvanı, sermayesi ve ortaklık yapısı ile bu
kapsamda gerçekleştirilecek devir ve benzeri işlemlere dair hususların
detayları, Cumhurbaşkanı tarafından somut ve nesnel ölçütlerle çerçevelenmemiş
takdir yetkisine istinaden düzenlenecektir. Söz gelimi BOTAŞ’ın yeniden
yapılandırılması sonucu kurulacak yeni şirketlerin birleşme ve devralmalar
yoluyla yapısal değişikliğe gitmesinin sınırları; şirket hisselerinin halka arz
edilmesine ilişkin usul ve esasların genel çerçevesi çizilmemiştir. BOTAŞ’ın
alıcı konumda bulunduğu sözleşmelerin devirlerde satıcının (söz gelimi SOCAR,
Shell, Bosphorus, Enerco, Gazprom, NIGC, SONATRAC) ön izninin aranıp
aranmayacağı; uzun süre boyunca tam manasıyla uygulaması olmayan miktar
devirlerin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği; BOTAŞ'ın mevcut sözleşmelerinin var
olduğu ülkeler dışındaki ülkelerden yapılacak ithalat için Enerji Piyasası
Düzenleme Kurulu’nun ithalat yapmaya talip şirketlere müsaade vermesi için
mevcut sözleşmelerden doğan yükümlülükleri ve ihracat bağlantılarını dikkate
alıp almayacağı (arz güvenliği için BOTAŞ’ı gözetip gözetmeyeceği); çapraz
sübvansiyon yapılmasının ve imtiyaz tanınmasının yarattığı handikapların
muhasebe ayrıştırması yoluyla giderilip giderilmeyeceği; devir ve benzeri
işlemlerin karşı tarafının nasıl seçileceği; yeniden yapılandırmanın ve
sözleşme/miktar devirlerinin tamamlanacağı takvim belirsizdir. Yine Enerji
Piyasası Düzenleme Kurumu, bu sürecin dışında bırakılmıştır. Halbuki bağımsız
idari otorite olan EPDK’nin asli görevlerinden biri de rekabetçi bir piyasanın
oluşturulmasına yönelik gerekli düzenleme ve denetlemeleri yapmaktır. Aynı
zamanda keyfi uygulamalara neden olacak söz konusu takdir yetkisi, sınır ötesi
etkisi bulunan bir alanda uluslararası sorumluluk doğuracaktır.
Öte
yandan, Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesi gereğince, yasama
işlemlerinin kişisel yararları değil kamu yararını gerçekleştirmek amacıyla
yapılması zorunludur (Anayasa Mahkemesi’nin 17. 06. 2015 karar tarihli ve
2014/179 E.; 2015/54 K. sayılı Kararı).
BOTAŞ’ın
tüm faaliyetlerinin özelleştirme kapsamına alınıp kâr amacı güden ticari bir
teşebbüs gibi hareket etmesinde ve rekabetçi bir piyasa oluşturulmasında mı
yahut Devletin sosyal niteliği gereği çapraz sübvansiyon yapılması,
maliyetlerin piyasaya yansıtılmaması, imtiyaz tanınması, yükümlülük yüklenmesi
ve benzeri uygulamaların varlığını koruyacağı Devletin hakim (hukuki ve fiili
tekel- söz gelimi TPAO ile birleşerek uluslararası piyasalarda rekabet
kabiliyetinin arttığı) olduğu bir piyasa oluşturulmasında mı kamu yararı
bulunduğunu (Anayasa’nın 47. maddesinin 3. maddesinde de açıkça belirtildiği
üzere) tespit etmek; katılımcı demokrasi anlayışı içinde müzakere eden kanun
koyucunun (ülkenin demokratik siyasi kararlarını kurumsal olarak cisimleştiren
Meclis’in) yetkisindedir; tek başına karar alan Cumhurbaşkanının uhdesinde
değildir.
Bu
nedenlerle iptali talep edilen ibare, Anayasa’nın 2 ve 123. maddelerine
aykırıdır.
b)Yasama
yetkisinin devredilmezliği bakımından; Anayasa’nın 7. maddesinde temelini bulan
yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine göre yasama yetkisi yalnız Türkiye
Büyük Millet Meclisi’ne aittir. Bu nedenle idareye düzenleme yetkisi veren bir
yasa kuralının temel ilkeleri ortaya koyması ve çerçeveyi çizmesi gerekir.
Diğer bir deyişle idareye sınırsız ve belirsiz bir düzenleme yetkisi
bırakılamaz. Nitekim idarenin düzenleme yetkisi; sınırlı, tamamlayıcı ve
bağımlı bir yetkidir. Yasa ile yetkilendirme, Anayasa’nın öngördüğü biçimde
yasa ile düzenleme anlamını taşımamaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin 02.05.2008
tarihli ve 2005/68 E.; 2008/102 K. sayılı Kararı). İptali talep edilen ibarenin
yer aldığı cümle hükmünde olduğu gibi temel ilkeleri belirlenmeksizin ve
çerçevesi çizilmeksizin; Cumhurbaşkanına; ‘‘BOTAŞ’ın faaliyetlerinin
ayrıştırılması ve yeniden yapılandırılması amacıyla kurulacak şirketlerin
işletme konusu, ticaret unvanı, sermayesi ve ortaklık yapısı ile bu kapsamda
gerçekleştirilecek devir ve benzeri işlemlere dair hususları’’ düzenleme
yetkisi veren yasa hükmü, Anayasa’nın 7’nci maddesine aykırılık oluşturur.
c)Anayasa’nın
Başlangıç bölümüne, 6 ve 104. maddelerine aykırılık: Anayasa’nın 104’üncü
maddesinde, Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri sayılmıştır. Bu görev ve
yetkiler arasında ‘‘BOTAŞ’ın faaliyetlerinin ayrıştırılması ve yeniden yapılandırılması
ama-cıyla kurulacak şirketlerin işletme konusu, ticaret unvanı, sermayesi ve
ortaklık yapısı ile bu kapsamda gerçekleştirilecek devir ve benzeri işlemlere
dair hususların Cumhurbaşkanı kararı ile düzenlenmesi’’ görev ve yetkisi
sayılmadığı gibi; bu türden düzenlemeleri yap-mayı dayandırabileceği
(Anayasa’nın 104’üncü maddesinde) bir hüküm de bulunma-maktadır. Yasama organı,
görevi ve yetkisi dahilinde olmayan bir konuda Cumhurbaş-kanını yetkilendirmek
suretiyle; Anayasa’nın Başlangıç bölümünde yer alan kuvvetler ayrılığı ilkesini
ve 6’ncı maddesinde yer alan hiçbir organın kaynağını Anayasa’dan al-mayan bir
devlet yetkisi kullanamamasına yönelik hükmü ve 104’üncü maddesini ihlal
etmiştir. Bu nedenlerle iptali talep edilen cümle, Anayasa’nın Başlangıç
bölümüne, 6 ve 104. maddelerine aykırıdır.
ç)Kamu
yararı ilkesi ve özelleştirme rejimi bakımından: İptali talep edilen ibare,
özelleştirme rejiminin konusudur. Her ne kadar iptali talep edilen ibarenin yer
aldığı cümle hükmünde, anılan geçici maddenin söz konusu değişiklikten önceki
halinde olduğu gibi, açıkça ‘‘özelleştirme’’ ibaresi yer almasa da; iptali
talep edilen ibarenin yer aldığı maddenin gerekçesindeki serbestleştirme
vurgusu, BOTAŞ’ın hukuki statüsüne ilişkin tarihsel süreç ve iptali talep edilen
ibarenin yer aldığı cümle hükmünde bulunan ‘‘bu kapsamda gerçekleştirilecek
devir ve benzeri işlemlere dair hususlar’’ ibaresi; BOTAŞ’ın
özelleştirileceğine delalet etmektedir.
Başka
bir anlatımla, 4046 sayılı Özelleştirme Uygulamaları Hakkında Kanun’un
‘‘Özelleştirme Yöntemleri, Değer Tespiti, İhale Yöntemleri’’ kenar başlıklı 18.
maddesinde özelleştirme yöntemleri sayılmıştır. Anılan 18’inci maddenin birinci
fıkrasının (a) bendi: ‘‘Satış; Kuruluşların aktiflerindeki mal ve hizmet üretim
birimleriyle varlıklarının mülkiyetinin kısmen veya tamamen bedel karşılığı
devredilmesi ya da bu kuruluşların hisselerinin tamamının veya bir kısmının
kuruluşların içinde bulundukları şartlar da dikkate alınarak yurt içi ve yurt
dışında, halka arz, gerçek ve/veya tüzelkişilere blok satış, gecikmeli halka
arzı içeren blok satış, çalışanlara satış, borsada normal ve/veya özel emir ile
satış, menkul kıymetler yatırım fonları ve/veya menkul kıymetler yatırım
ortaklarına satış veya bunların birlikte uygulanması yoluyla bedel karşılığı
devredilmesidir.’’ şeklindedir. 7451 sayılı Kanunla değişik geçici maddeye göre
BOTAŞ, yeniden yapılandırılacak; BOTAŞ’ın faaliyetlerinin ayrıştırılması ve
yeniden yapılandırılması amacıyla kurulacak şirketlerin işletme konusu, ticaret
unvanı, sermayesi ve ortaklık yapısı ile bu kapsamda gerçekleştirilecek devir
ve benzeri işlemlere dair hususlar belirlenecek, Bakanlık izni ile BOTAŞ’ın
doğal gaz alım sözleşmelerine konu miktarların devri veya kontrat devri
yapılabilecektir. O halde 4046 sayılı Kanun’un ilgili hükmü ve iptali talep
edilen ibarenin lafzı, hisse devri yoluyla özelleştirme yapılabilmesini mümkün
kılmaktadır. Pek tabii, anılan değişik geçici maddenin lafzı özelleştirmeyi
zorunlu tutmamaktadır; başka bir anlatımla anılan değişik geçici madde
kapsamında kurulacak şirketler, kamu şirketi mahiyetine de sahip olabilir.
Ancak bu tercihi, özelleştirme rejiminde aranan kanunilik ilkesinin hilafına;
Cumhurbaşkanı belirleyecektir. Buradaki Anayasa’ya uygunluk incelemesi
bakımından, iptal davası konusu hükmün özelleştirmeyi yalnızca mümkün hale
getirmiş olduğunun tespiti yeterli sayılmak gerekir.
Halbuki
Anayasa’nın ‘‘Devletleştirme ve Özelleştirme’’ kenar başlıklı 47. maddesinin
üçüncü fıkrasında, Devletin, kamu iktisadi teşebbüslerinin ve diğer kamu tüzel
kişilerinin mülkiyetinde bulunan işletme ve varlıkların özelleştirilmesine
ilişkin esas ve usullerin kanunla gösterileceği açıkça hüküm altına alınmıştır.
Ancak iptali talep edilen ibare, özelleştirmenin nasıl yapılacağını, genel
çerçeve çizmeksizin –büsbütün- Cumhurbaşkanının takdir yetkisine bırakmıştır.
Bu noktada belirtmek gerekir ki; söz konusu geçici maddenin 7451 sayılı Kanunla
değiştirilmeden önceki halinde, özelleştirmeye ilişkin usul ve esaslar kanun
düzeyinde belirlenmiştir. Kanun koyucunun özelleştirmede kanunilik ilkesinin
bilincinde olmasına rağmen; bu hususu Cumhurbaşkanının keyfi uygulamalara neden
olabilecek takdir yetkisine bırakmasının nedeni anlaşılamamaktadır.
Buna
ilave olarak yukarıda açıklandığı üzere özelleştirme usul ve esaslarına ilişkin
kanun da diğer kanunlar gibi kamu yararını haiz olmalıdır. Zira Anayasa’nın
2’nci maddesindeki hukuk devleti ilkesi gereğince, yasama işlemlerinin kişisel
yararları değil kamu yararını gerçekleştirmek amacıyla yapılması zorunludur (Anayasa
Mahkemesi’nin 17. 06. 2015 karar tarihli ve 2014/179 E.; 2015/54 K. sayılı
Kararı). Aynı yönde; “Yasa koyucuya verilen düzenleme yetkisi, hiçbir şekilde
kamu yararını ortadan kaldıracak veya engelleyecek... biçimde kullanılamaz …”
(Anayasa Mahkemesi’nin 24.01.2008 tarihli ve 2007/76 E.; 2008/46 K. sayılı
Kararı).
Öte
yandan 13.08.1999 tarihli ve 4446 sayılı Kanun’un 1’inci maddesiyle Anayasa’nın
47’nci maddesine özelleştirmeye ilişkin hükümler eklenmeden önce; Anayasa
Mahkemesi de 07.07.1994 tarihli ve 1994/49 E.; 1994/45-2 K. sayılı kararında;
‘‘kamu mülkiyetinin’’ kamu yararı amacıyla sınırlanabileceğini ve toplum
yararına aykırı biçimde kullanılamayacağını (başka bir anlatımla özelleştirme
işlemlerinin de kamu yararını haiz olması gerektiğini) vurgulamıştır:
‘‘Kimi
özelleştirme türlerinde kamu mülkiyetine sınırlama getirildiği gibi kamu
varlığının satışında da kamu mülkiyeti sona ermektedir. Kamu varlığının
azalması, elden çıkarılmasıyla özelleştirilen alanda kamu mülkiyeti ortadan
kalkmaktadır. Özel mülkiyet için Anayasa'nın getirdiği koruma ve güvence kamu
mülkiyeti için de geçerli olduğundan, özel mülkiyet konusundaki özenin kamu
mülkiyeti konusunda öncelikle düşünüleceğinde duraksanamaz. Bu nedenle, kamu
mülkiyetinin sona erdirilmesine ilişkin esasların yasayla düzenlenmesi,
Anayasa'nın 35. maddesinin getirdiği bir zorunluluktur. Kişisel mülkiyeti
güvenceye bağlayan Anayasa'nın kamu mülkiyetini güvencesiz bıraktığı
düşünülemez. Nitekim mülkiyet hakkını kişiler yönünden güvenceye alan 35. maddenin
birinci fıkrası yanında, ikinci ve üçüncü fıkralarındaki bu hakkın ancak
yasayla sınırlanabileceği ve kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağı
hususları kamu mülkiyetini de kapsamaktadır. Kamu mülkiyeti için de geçerli
olan bu güvence göz ardı edilemez. Kamu mülkiyeti de kamu yararı amacıyla
sınırlanabilir ve toplum yararına aykırı biçimde kullanılamaz.’’
O
halde BOTAŞ’ın faaliyetlerinin ayrıştırılması ve yeniden yapılandırılması
amacıyla kurulacak şirketlerin işletme konusu, ticaret unvanı, sermayesi ve
ortaklık yapısı ile bu kapsamda gerçekleştirilecek devir ve benzeri işlemlerin
ratio legis’i piyasa aktörlerinin ikbali değil; ‘‘Türkiye’nin doğal gaz ticaret
merkezi olma hedefi’’nin gerçekleştirilmesidir. Ancak 7451 sayılı Kanun’un 14.
maddesinin gerekçesinde; rekabetin ve ticaretin geliştiği serbest doğal gaz
piyasası yapısında özelleştirme rejiminin benimsenip benimsenmeyeceği, söz
gelimi, özelleştirme benimsenecekse, stratejik öneme sahip iletim faaliyeti
gibi alanların kamu tekelinde kalıp kalmayacağı temellendirilmemiş, açıklığa
kavuşturulmamıştır.
Halbuki
‘‘rekabetçi, istikrarlı ve şeffaf bir piyasa yapısı oluşturulması’’ ile ‘‘doğal
gazda dışa bağımlılığın en az seviyeye indirilmesi ve enerji arz güvenliğinin
sağlanması’’ arasındaki hassas denge gözetilmelidir. Ancak bu hassas dengeyi
kuracak bir mekanizma kamu yararını haiz olabilecektir. Söz gelimi, ülkemizin
stratejik konumu nazara alındığında, doğal gazın taşıma biçimlerinden biri olan
iletim hatlarına yönelik yürütülen faaliyetlerin ayrıştırmaya tabi tutulup kamu
nezdinde kalıp kalmaması gerekliliği, kamu yararının konusudur ve anılan geçici
maddenin 7451 sayılı Kanunla değiştirilmeden önceki halinde;
‘‘Bu
Kanun hükümlerine göre, dağıtım faaliyeti hariç, BOTAŞ'ın dikey bütünleşmiş tüzel
kişiliği 2009 yılına kadar devam eder. Bu tarihten sonra BOTAŞ yatay
bütünleşmiş tüzel kişiliğe uygun olarak yeniden yapılandırılır. Yeniden
yapılandırılma sonucu meydana gelecek yeni tüzel kişilerden, sadece gaz alım ve
satım sözleşmelerine sahip olan ve ithalat faaliyeti yapacak olan şirket,
BOTAŞ'ı temsil eder ve BOTAŞ adı ile anılır. Yeniden yapılandırılma sonucu
ortaya çıkan bu şirketlerden iletim faaliyeti yapan şirket hariç, diğerleri iki
yıl içinde özelleştirilir.’’
şeklindeki
fıkra hüküm altına alınmakla iletim faaliyeti bakımından özellikli durum
korunmuştur. Yine BOTAŞ’ın hâkim durumu istismar ettiği gerekçesi, özelleştirme
bakımından kamu yararının bir görünümü olarak ileri sürülecek idiyse; bu türden
bir gerekçenin maddi gerçekliğe tekabül edip etmediği, somut verilerle ortaya
konulmalıdır. Söz gelimi 2002 yılında ‘‘BOTAŞ’ın hakim durumu istismar ettiği
iddiası’’ Rekabet Kurulu tarafından yürütülen ön araştırmaya konu olmuş ve
Kurul tarafından ‘‘Fiyatlandırma uygulamaları regülasyon kapsamında olan
dağıtım kuruluşları bakımından, aşırı fiyatlandırmanın söz konusu olmadığına; -
BOTAŞ bakımından; bir hakim durum istismarının bulunmadığına, uygulanan
fiyatların da aşırı fiyat olarak değerlendirilemeyeceğine; dolayısıyla
önaraştırma kapsamındaki teşebbüsler hakkında soruşturma açılmasına yer
olmadığına’’ karar verilmiştir. Benzer biçimde BOTAŞ’ın faaliyetlerinin
ayrıştırılıp yeniden yapılandırılması amacıyla kurulacak şirketlerin
özelleştirmeyle birlikte Sayıştay denetiminden vareste tutulmasında kamu yararı
olup olmadığı ortaya konulmamıştır.
Başka
bir anlatımla doğal gaz piyasasına serbestlik kazandırabilmek adına BOTAŞ’ın
faaliyetlerinin ayrıştırılıp yeniden yapılandırılması amacıyla kurulacak
şirketlerin özelleştirilmesinin; çağdaş ekonomik gerekler nazara alındığında
kamu mallarının değerlendirilmesine ne türden katkı sağlayacağı objektif ve
bilimsel biçimde (söz gelimi etki analizleriyle) ortaya konulmamıştır. Her ne
kadar EPDK, bu piyasada düzenleyici-denetleyici rol oynasa da; bir kamu şirketinin
(tüm faaliyetleri yönüyle) bu piyasadan el çekmesinin, enerji arzı güvenliğinin
temini ve ülkemizin bulunduğu stratejik konumun avantajlarının kullanılması
karşısındaki durumu; ulusal kalkınma ve refah bakımından kamu yararı bağlamında
ortaya konulmamıştır.
Bu
noktada belirtmek gerekir ki kanun koyucunun seçtiği yöntemin kamu yararının
gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceği bir yerindelik sorunu olsa da; kanunilik
ilkesinin aksine en baştan özelleştirme yapılıp yapılmaması yönündeki tercihin
Cumhurbaşkanının keyfi uygulamalara neden olabilecek takdir yetkisine
bırakılması ve özelleştirilecek idiyse bununla güdülen kamu yararının
temellendirilmemesi, hukukilik / anayasallık denetiminin konusudur. Hukuk
devletinin açık inkârı olan keyfiliğin, Anayasa’ya uygunluk denetiminin başat
bir konusunu oluşturduğu şüphesizdir.
Bu
nedenlerle iptali talep edilen ibare, Anayasa’nın 2 ve 47’nci maddelerine
aykırıdır.
d)Eşitlik
ilkesi, temel hak ve özgürlüklerin sınırlandırılma ilkeleri ve güvence
ölçütleri, sözleşme özgürlüğü ile teşebbüs hürriyeti, rekabetin korunması
bakımından:
Bir
an için ‘‘BOTAŞ’ın faaliyetlerinin ayrıştırılması ve yeniden yapılandırılması
amacıyla kurulacak şirketlerin işletme konusu, ticaret unvanı, sermayesi ve
ortaklık yapısı ile bu kapsamda gerçekleştirilecek devir ve benzeri işlemlere
dair hususları’’ düzenlemeye yönelik Cumhurbaşkanının (hukuka aykırı) takdir
yetkisini, özelleştirme rejiminden yana kullanacağı varsayıldığında; iptali
talep edilen ibarede, rekabetin sağlanmasına yönelik güvencelerin (söz gelimi
anılan geçici maddenin 7451 sayılı Kanunla değiştirilmeden önceki halinde
olduğu gibi istekli olan diğer ithalat lisans yeterlilik sahibi ve satıcı
şirketten ön onay alan şirketlerin katılacağı devir için BOTAŞ tarafından ihale
yapılması; BOTAŞ’ın mevcut sözleşmelerinin var olduğu ülkeler dışındaki
ülkelerden yapılacak ithalat için yapılacak müracaatların Kurul tarafından
piyasada rekabet ortamının oluşturulması bakımından da değerlendirilmesi) yer
almadığı da ortaya çıkacaktır.
Halbuki
beklenen kamu yararının en üst düzeyde sağlanabilmesi için; özelleştirme
sürecinde, isteklilerin faaliyetlerini rekabet içinde yürütmeleri
gerekmektedir. Rekabetin oluşturulması ise; Anayasa’nın 10’uncu ve 48’inci
maddelerinin gereklerinin yerine getirilmesiyle mümkündür. Zira iptali talep
edilen ibarenin yer aldığı cümleye konu hukuki işlemler, (söz gelimi bir
şirketin ayrıştırılması, kurulması, devri, faaliyette bulunması, sözleşme
akdetmek suretiyle ihdas edildiğinden); Anayasa’nın 48. maddesinde güvencelenen
sözleşme özgürlüğünü kapsamında kalmaktadır. Özelleştirme sürecine katılmaya
istekli tüzel kişiler/özel teşebbüsler (ve dahi gerçek kişiler) ise; sözleşme
özgürlüğüne, Anayasa’nın 10’uncu maddesi bağlamında eşit biçimde sahiptir. Bu
durum, onlara rekabet edebilme kabiliyeti tanımaktadır.
Yine
Anayasa’nın 48’inci maddesinin ikinci fıkrası uyarınca Devletin, özel
teşebbüslerin güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasına yönelik tedbirleri
almaya ilişkin pozitif yükümlülüğü vardır ve Anayasa’nın 10’uncu maddesi
uyarınca Devlet, bu pozitif yükümlülüğü her bir özel teşebbüs bakımından
(benzer koşullar içinde olan, özdeş nitelikte bulunanlar için) eşit şekilde
yerine getirmekle mükelleftir. Bir özel teşebbüs bakımından eşitlik ilkesinin
ihlal edilip edilmediği hususunun tespiti de, somut olayda benzer durumda
olanlara ilişkin bir muamele farklılığı yapmayı meşrulaştıracak ‘‘haklı
neden’’in var olup olmadığına göre yapılır. Bununla birlikte Anayasa’nın 167.
maddesinde Devlete para, kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı
ve düzenli
işlemelerini
sağlayıcı ve geliştirici tedbirleri alma yükümlülüğü yüklenmiştir. ‘‘BOTAŞ’ın
faaliyetlerinin ayrıştırılması ve yeniden yapılandırılması amacıyla kurulacak
şirketlerin işletme konusu, ticaret unvanı, sermayesi ve ortaklık yapısı ile bu
kapsamda gerçekleştirilecek devri’’ vb. özelinde en baştan ortak olmaya yahut
sonradan hisse devralmaya istekli lisans sahibi BOTAŞ dışındaki şirketler ile
BOTAŞ’ın yeniden yapılandırılması sonucunda kurulacak yeni şirketler bakımından
bu yükümlülüğün ifası, Devlet tarafından (regülasyon yapılarak) rekabetçi
piyasa koşullarının hazırlanmasıyla mümkündür.
Buna
ilave olarak Anayasa Mahkemesi Türkiye Denizcilik İşletmeleri Anonim Şirketi ve
Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları İşletmesi Genel Müdürlüğüne ait bazı
limanların işletme hakkı verilmesi/devri yöntemiyle özelleştirilmeleri
neticesinde imzalanan kırk dokuz yıldan az süreli sözleşme sürelerinin;
birtakım şartlar altında kırk dokuz yıla kadar uzatılacağını düzenleyen bir
hüküm hakkında verdiği (iptal) kararında bu hususu vurgulamıştır (Anayasa
Mahkemesi’nin 20.07.2022 tarihli ve 2022/22 E.; 2022/92 K. sayılı Kararı):
‘‘15.
Anayasa’nın 47. maddesinin üçüncü fıkrasında “Devletin, kamu iktisadî
teşebbüslerinin ve diğer kamu tüzelkişilerinin mülkiyetinde bulunan işletme ve
varlıkların özelleştirilmesine ilişkin esas ve usuller kanunla gösterilir.”
denilmiştir. Anılan maddenin dördüncü fıkrasında da “Devlet, kamu iktisadî
teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişileri tarafından yürütülen yatırım ve
hizmetlerden hangilerinin özel hukuk sözleşmeleri ile gerçek veya tüzelkişilere
yaptırılabileceği veya devredilebileceği kanunla belirlenir.” hükmüne yer
verilmiştir. Anılan hükümler uyarınca kanunla yapılacak düzenlemelerde Anayasa’nın
diğer maddeleri de dikkate alınmalıdır.
16.
Anayasa’nın “Çalışma ve sözleşme hürriyeti” başlıklı 48. maddesinin birinci
fıkrasının birinci cümlesinde “Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme
hürriyetlerine sahiptir” denilmek suretiyle çalışma ve sözleşme özgürlüğü
güvence altına alınmıştır.
17.
Sözleşme özgürlüğü devletin, kişilerin istedikleri hukuki sonuçlara
ulaşmalarını sağlaması ve bu bağlamda kişilerin belirli hukuki sonuçlara
yönelen iradelerini geçerli olarak tanıması, onların iradelerinin yöneldiği
hukuki sonuçların doğacağını ilke olarak benimsemesi ve koruması anlamına
gelmektedir. Sözleşme özgürlüğü uyarınca kişiler, hukuksal ilişkilerini özgür
iradeleriyle ve sözleşmelerle düzenlemekte serbesttir. Anayasa’nın anılan
maddesinde koruma altına alınan sözleşme özgürlüğü, sözleşme yapma
serbestisinin yanı sıra yapılan sözleşmelere dışarıdan müdahale yasağını da
içerir (AYM, E.2017/154, K.2019/18, 10/4/2019, § 11).
18.
Dava konusu kural 4046 sayılı Kanun hükümleri çerçevesinde TDİAŞ ve TCDDİGM’ye
ait bazı limanların işletme hakkı verilmesi/devri yöntemiyle özelleştirilmeleri
neticesinde imzalanan kırk dokuz yıldan az süreli özelleştirme sözleşmelerinin
taraflarına bu sözleşmelerin sürelerini kırk dokuz yıla kadar uzatma imkânı
tanımakta ve sözleşme süresinin uzatılabilmesi için gerekli ön şartları
düzenlemektedir. Bu yönüyle kural, sözleşme süresinin sonunda yeniden
özelleştirme sürecine konu olabilecek limanların bu sürecin dışına
çıkarılmasına, dolayısıyla katılımcılar arasında rekabeti mümkün kılan ihale
süreci uygulanmaksızın dolaylı olarak özelleştirilmelerine imkân tanımaktadır.
Bu itibarla kural, sadece hâlihazırda özelleştirme sözleşmelerinin tarafı olan
kişilere ek sözleşme yapma imkânı tanımakla özelleştirme sözleşmelerinin tarafı
olmayan kişileri mevcut sözleşme süreleri sonunda sözleşme yapma imkânından
yoksun bırakmak suretiyle sözleşme özgürlüğünü sınırlamaktadır.
19.
Anayasa’nın 13. maddesinde “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın
yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve
ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna,
demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük
ilkesine aykırı olamaz.” denilmektedir. Buna göre temel hak ve özgürlüklere
sınırlama getiren düzenlemelerin kanunla yapılması, Anayasa’da öngörülen
sınırlama sebebine uygun ve ölçülü olması gerekir.
20.
Bu kapsamda sözleşme özgürlüğünü sınırlamaya yönelik bir kanuni düzenlemenin
şeklen var olması yeterli olmayıp yasal kuralların keyfîliğe izin vermeyecek
şekilde belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir düzenlemeler niteliğinde olması
gerekir.
21.
Esasen temel hak ve özgürlükleri sınırlayan kanunun bu niteliklere sahip olması
Anayasa’nın 2. maddesinde güvenceye alınan hukuk devleti ilkesinin de bir
gereğidir. Hukuk devletinde kanuni düzenlemelerin hem kişiler hem de idare
yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net,
anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına
karşı koruyucu önlem içermesi gerekir. Kanunda bulunması gereken bu nitelikler
hukuki güvenliğin sağlanması bakımından da zorunludur. Zira bu ilke hukuk
normlarının öngörülebilir olmasını, kişilerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete
güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu
zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar (AYM, E.2015/41, K.2017/98,
4/5/2017, §§ 153, 154). Dolayısıyla Anayasa’nın 13. maddesinde sınırlama ölçütü
olarak belirtilen kanunilik, Anayasa’nın 2. maddesinde güvenceye alınan hukuk
devleti ilkesi ışığında yorumlanmalıdır.
22.
Kuralla bazı limanların işletme hakkı verilmesi/devri yöntemiyle
özelleştirilmeleri neticesinde imzalanan kırk dokuz yıldan az süreli
sözleşmelerin taraflarına, bu sözleşmeleri kırk dokuz yıla kadar uzatma imkânı
tanınmış ve bu imkânın kullanılabilmesi için aranan ön şartlar açık ve net
biçimde düzenlenmiştir. Dolayısıyla kuralın belirli, ulaşılabilir ve
öngörülebilir nitelikte olduğu ve bu yönüyle kanunilik şartını taşıdığı
anlaşılmaktadır.
23.
Öte yandan Anayasa’nın 13. maddesi uyarınca temel hak ve özgürlüklere getirilen
sınırlamanın Anayasa’da öngörülen sınırlama sebebine uygun olması gerekir.
Anayasa’nın 48. maddesinde sözleşme özgürlüğü için herhangi bir sınırlama
nedeni öngörülmemiş olmakla birlikte özel sınırlama nedeni öngörülmemiş
hakların da o hakkın doğasından kaynaklanan bazı sınırlarının bulunduğu kabul
edilmektedir. Ayrıca Anayasa'nın başka maddelerinde yer alan hak ve özgürlükler
ile devlete yüklenen ödevler, özel sınırlama sebebi gösterilmemiş hak ve
özgürlüklere sınır teşkil edebilir.
24.
Bu bağlamda Anayasa’nın 167. maddesinin birinci fıkrasında “Devlet, para,
kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini
sağlayıcı ve geliştirici tedbirleri alır;…” denilmek suretiyle devlete, mal ve
hizmet piyasalarının sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı ve geliştirici
tedbirler alma yükümlülüğü yüklenmiştir. Bu kapsamda liman hizmetlerinin
sağlıklı ve düzenli işlemesinin sağlanmasını ve geliştirilmesini konu alan
sözleşmelerde, sözleşme özgürlüğüne yönelik sınırlamaların öngörülmesi
mümkündür.
25.
Dava konusu kuralın gerekçesinde, 4046 sayılı Kanun çerçevesinde özelleştirilen
bazı limanların sosyo-ekonomik çerçevede Türkiye’nin ekonomisine ve dış
ticaretine katkısı dikkate alındığında bu limanların herhangi bir zaman kaybı
yaşanmadan küresel rekabet güçlerini korumaları için bugünden yatırımların
yapılarak büyütülmeleri amacı doğrultusunda özelleştirme sözleşmelerinin
sürelerinin kırk dokuz yıla kadar uzatılmasının hedeflendiği ifade edilmiştir.
Bu itibarla kuralın kapsam dâhilindeki limanların rekabet güçlerinin zaman
kaybı yaşanmadan artırılması biçimindeki meşru amaca yönelik olduğu
görülmektedir.
26.
Anayasa’nın 13. maddesinde güvence altına alınan ölçülülük ilkesi ise
elverişlilik, gereklilik ve orantılılık olmak üzere üç alt ilkeden
oluşmaktadır. Elverişlilik öngörülen sınırlamanın ulaşılmak istenen amacı
gerçekleştirmeye elverişli olmasını, gereklilik ulaşılmak istenen amaç bakımından
sınırlamanın zorunlu olmasını, diğer bir ifadeyle aynı amaca daha hafif bir
sınırlama ile ulaşılmasının mümkün olmamasını, orantılılık ise hakka getirilen
sınırlama ile ulaşılmak istenen amaç arasında makul bir dengenin gözetilmesi
gerekliliğini ifade etmektedir.
27.
21. yüzyılda dünya ticaretinin gösterdiği gelişmenin ulaştırma ve nakliye
hizmetlerine talebi çoğaltarak taşınan yük miktarında artışa yol açması,
uluslararası ticaretteki artışın enerji ve hammadde talebinin karşılanması ve
malların farklı pazarlara ulaştırılması ihtiyacını beraberinde getirmesi, deniz
yolu taşımacılığının ucuz ve güvenli bir taşıma sistemi olması, liman sayısı ve
kapasitesinin ülkelerin rekabet gücünü belirleyen önemli bir ölçüt hâline
gelmesi sonucuna yol açmıştır. Liman işletmeciliğinin gerek bölgesel gerek
uluslararası ekonomiye katkısının limanların geliştirilmesini gerekli kıldığı
kuşkusuzdur. Bu nedenle kuralın özelleştirilen limanların zaman kaybı
yaşanmadan kapasitelerinin artırılması ve geliştirilmesi amacına ulaşma
bakımından elverişli ve gerekli olmadığı söylenemez.
28.
Kural özelleştirme sözleşmelerindeki süreler sonunda, özelleştirme öncesindeki
hukuki statülerini tekrar kazanacak olmaları sebebiyle yeniden özelleştirme
uygulamalarının konusu olabilecek limanların, özelleştirme sözleşmelerinin
sürelerinin uzatılmasını öngörmek suretiyle mevcut özelleştirme süresi
sonrasında da işletme hakkının devamının sağlanmasına, başka bir ifadeyle
dolaylı olarak özelleştirilmelerine imkân tanımaktadır. Söz konusu dolaylı
özelleştirmeye taraf olabilecekler ise mevcut özelleştirme sözleşmelerinin
tarafları ile sınırlandırılmaktadır. İstekli olan başkaca kişilerin bu sürece
dâhil olamaması ise özelleştirmede hâkim olması gereken serbest rekabet ve
eşitlik ilkeleriyle bağdaşmamakta olup kurala konu limanların gerçek
özelleştirme değerlerine ulaşılmasını engelleyebilecek niteliktedir. Nitekim
özelleştirme sürelerinin sonunda limanların yeniden özelleştirme uygulamasına
konu olması hâlinde 4046 sayılı Kanun’daki şartları taşıyan herkesin rekabet
koşulları çerçevesinde özelleştirme sözleşmesine taraf olma imkânı olacakken
kuralla bu imkân ortadan kaldırılmaktadır.
29.
Bu bağlamda kuralla ulaşılmak istenen meşru amaç ile sözleşme özgürlüğü
arasında bulunması gereken makul dengenin gözetilmediği anlaşılmaktadır. Bu
itibarla kuralın orantısız bir sınırlamaya neden olduğu, dolayısıyla anılan
özgürlüğe ölçüsüz bir sınırlama getirdiği sonucuna ulaşılmıştır.
30.
Anayasa’nın 10. maddesinde “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce,
felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun
önünde eşittir./Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu
eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak
tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz./Çocuklar, yaşlılar,
özürlüler, harp ve vazife şehitlerinin dul ve yetimleri ile malul ve gaziler
için alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı sayılmaz./Hiçbir kişiye,
aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz./Devlet organları ve idare
makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket
etmek zorundadırlar.” denilmek suretiyle kanun önünde eşitlik ilkesine yer
verilmiştir.
31.
Anayasa’nın anılan maddesinde belirtilen kanun önünde eşitlik ilkesi hukuksal
durumları aynı olanlar için söz konusudur. Bu ilke ile eylemli değil hukuksal
eşitlik öngörülmüştür. Eşitlik ilkesinin amacı aynı durumda bulunan kişilerin
kanunlar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayrım yapılmasını
ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Bu ilkeyle, aynı durumda bulunan kimi kişi
ve topluluklara ayrı kurallar uygulanarak kanun karşısında eşitliğin ihlali
yasaklanmıştır. Kanun önünde eşitlik, herkesin her yönden aynı kurallara bağlı
tutulacağı anlamına gelmez. Durumlarındaki özellikler, kimi kişiler ya da
topluluklar için değişik kuralları ve uygulamaları gerektirebilir. Aynı
hukuksal durumlar aynı, ayrı hukuksal durumlar farklı kurallara bağlı tutulursa
Anayasa’da öngörülen eşitlik ilkesi zedelenmez.
32.
Sözleşme özgürlüğü bağlamında eşitlik ilkesi yönünden yapılacak anayasallık
denetiminde öncelikle Anayasa’nın 10. maddesi çerçevesinde aynı ya da benzer
durumda bulunan kişilere farklı muamelenin mevcut olup olmadığı tespit
edilmeli, bu bağlamda aynı ya da benzer durumdaki kişiler arasında sözleşme
özgürlüğüne müdahale bakımından farklılık gözetilip gözetilmediği
belirlenmelidir. Yapılacak bu belirlemenin ardından ise farklı muamelenin
nesnel ve makul bir temele dayanıp dayanmadığı ve ölçülü olup olmadığı
hususları irdelenmelidir.
33.
Kuralla mevcut özelleştirme sözleşmelerinin taraflarına tanınan ek sözleşme
yapma imkânının özelleştirme sonucunu doğurduğu dikkate alındığında
özelleştirme usulünün uygulanması hâlinde sözleşmeye taraf olabilecek kişiler
ile özelleştirme sözleşmesinin tarafı olmaları sebebiyle ek sözleşme yapma
imkânı tanınan kişilerin sözleşme özgürlüğü bağlamında karşılaştırma yapılmaya
müsait olacak şekilde benzer durumda oldukları açıktır. Bu itibarla kuralın
özelleştirme usulünün uygulanması imkânını ortadan kaldırmak suretiyle benzer
durumda olanlar arasında farklı muameleye yol açtığı anlaşılmaktadır.
34.
Öte yandan özelleştirme sözleşmesinin imzalanması öncesinde sözleşmeye konu
ihaleye katılarak teklif verenlerden ihaleyi kaybeden kişiler ile ihaleyi kazanarak
özelleştirme sözleşmesine taraf olan kişilerin de sözleşme özgürlüğü bağlamında
karşılaştırma yapılmaya müsait olacak şekilde benzer durumda oldukları
görülmektedir. Dolayısıyla kuralın mevcut özelleştirme sözleşmesinin
taraflarına sözleşme süresini uzatma imkânını tanımak suretiyle ihaleye
katılanlar arasında da farklı bir muameleye yol açtığı anlaşılmaktadır.
35.
Kuralın zaman kaybı yaşanmadan yapılacak yatırımlar ile limanların rekabet
güçlerinin korunması yönündeki gerekçesi gözetildiğinde farklı muamelenin
objektif ve makul bir temele dayanmadığı söylenemez.
36.
Kural, ek sözleşme yapma imkânını sadece mevcut özelleştirme sözleşmesi
taraflarına tanımak suretiyle öncesinde özelleştirme ihalesini kaybetmiş
olanlar ile özelleştirme usulünün uygulanması hâlinde ek sözleşmeye taraf
olabileceklerin bu sözleşmeye taraf olabilmelerini engellemektedir. Anayasa’nın
167. maddesinin gerekçesinde “Bu madde Devlete üç görev
yüklemektedir./Birincisi, özel teşebbüsün rekabet koşulları içinde yararlı
yönde gelişmesine yardımcı olacaktır. Rekabet koşullarını sağlamanın tabiî
sonucu ise, buna bağlı olan diğer iki görevdir...” denilmek suretiyle özel
teşebbüsler arasında rekabet koşullarının sağlanması gerektiği belirtilmiştir.
37.
Bu bağlamda mevcut özelleştirme sözleşmesinin tarafları dışında istekli olan
başkaca kişilerin ek sözleşmeye taraf olabilme imkânın engellenmesi
özelleştirmede hâkim olması gereken serbest rekabet ve eşitlik ilkeleriyle
bağdaşmamakta olup kurala konu limanların gerçek özelleştirme değerlerine
ulaşılmasını da engelleyebilecek niteliktedir. Ayrıca sözleşmeye konu önceki
ihaleyi kaybeden kişilerin sonradan ek sözleşme yapma imkânı sağlanarak
sözleşme süresinin uzatılacağını bilmelerinin söz konusu ihalede bulundukları
teklifi etkilemeyeceği de söylenemez. Bu itibarla farklı muamelenin ölçüsüz
olduğu sonucuna ulaşılmıştır.
38.
Açıklanan nedenlerle kural Anayasa’nın 10., 13. ve 48. maddelerine aykırıdır.
İptali gerekir.’’
Anayasa
Mahkemesi’nin anılan kararı nazara alındığında da anlaşılacağı üzere; iptali
talep edilen ibarenin yer aldığı madde hükmünde (yukarıda ayrıntılı biçimde
açıklandığı üzere) bir türden özelleştirme sürecinin işletilmesine imkân
verilmiş ve fakat bu sürecin, Anayasa’nın 10’uncu ve 48’inci maddelerine
istinaden eşitlik ve rekabet ilkeleri çerçevesinde yürütülmesini temin eden
kanun düzeyinde mekanizmalar (söz gelimi ihale süreci gibi) düzenlenmemiştir.
Bununla birlikte Anayasa’nın 13’üncü maddesinde yer alan kanunilik kaydının
aksine; ihale süreci gibi (kanun düzeyinde Cumhurbaşkanının takdir yetkisini
sınırlandırmaya elverişli) mekanizmaların öngörülmemesi suretiyle;
Cumhurbaşkanına, iptali talep edilen ibarenin yer aldığı cümleye konu hukuki
ilişkilerin karşı tarafını seçme hususunda keyfi uygulamalara neden olabilecek
yetkisi bırakılmıştır. Bu durum, Devletin (Anayasa’nın 10 ve 48’inci
maddelerinden doğan) pozitif yükümlülüğüne halel getirerek; özel teşebbüslerin
(ve dahi gerçek kişilerin), sözleşme özgürlüğüne binaen eşit koşullarda
yarışarak söz konusu hukuki ilişkilerin karşı tarafı olamamasına (Anayasa’nın
13’üncü maddesinde yer alan sınırlandırmanın sınırlarının öngördüğü bir kanun
hükmü olmaksızın sözleşme hürriyetine müdahale edilmesine) ve bazı özel
teşebbüslerin (ve dahi gerçek kişilerin) haklı neden olmaksızın karşı taraf
kılınmasına (Cumhurbaşkanı tarafından himaye edilmesine); aynı şartlara sahip
ve eşit durumda bulunan tüm özel teşebbüsler bakımından teşebbüs hürriyetinin
eşit düzeyde sağlanamamasına (haksız rekabete) neden olacaktır. Aynı zamanda
Devlet tarafından, doğal gaz alt yapı, ticaret, tedarik vb. faaliyetleri
bakımından; kanun hükümleriyle rekabetçi piyasa oluşturulamadığından;
Anayasa’nın 167’nci maddesinde yer alan yükümlülük de ifa edilemeyecektir.
Yukarıda
BOTAŞ’ın (faaliyetlerinin ayrıştırılıp yeniden yapılandırılması amacıyla
kurulacak şirketlerin) özelleştirme uygulamaları kapsamına alınması durumunda;
iptali talep edilen ibarenin (Anayasa’nın 10, 13, 48 ve 167’nci maddeleri bağlamında)
Anayasa’ya aykırı olduğu ortaya konulmuştur.
Benzer
şekilde BOTAŞ’ın (faaliyetlerinin ayrıştırılıp yeniden yapılandırılması
amacıyla kurulacak şirketlerin) özelleştirme uygulamalarının kapsamına
alınmayıp ve fakat ayrıştırma sonucunda kamu şirketleri olarak faaliyette
bulunması durumu da; mutatis mutandis Anayasa’nın 10, 13, 48 ve 167.
maddelerine aykırıdır.
Net
bir biçimde açıklamak gerekirse; iptali talep edilen ibarenin Cumhurbaşkanına
verdiği sınırsız takdir yetkisi, doğal gaz piyasasında faaliyette bulunan özel
teşebbüsler arasında idare tarafından kayırma/ayrımcılık yapılmasına neden
olabileceğinden; anılan ibare, Anayasa’nın 10’uncu maddesinde yer alan eşitlik
ilkesine bu yönüyle de aykırıdır. Başka bir anlatımla iptali talep edilen ibarenin
Cumhurbaşkanına verdiği öznel ve keyfi uygulamalara sebep olabilecek sınırsız
takdir yetkisi; (şirketin kamusal özelliğini kaybetmesine neden olmayacak
kadar) yeni kurulacak kamu şirketlerinin ortaklık yapısı en başta
oluşturulurken belli özel teşebbüslerin (ve dahi gerçek kişilerin) bu yapıya
dahil edilmesine yahut yeni kurulacak kamu şirketlerinin hisselerinin sonradan
(şirketin kamusal özelliğini kaybetmesine neden olmayacak kadar) belli özel
teşebbüslere (ve dahi gerçek kişilere) devredilmesine ilişkin haklı nedeni
somutlaştırmaya elverişli değildir. Zira ortaklık / devir için şeffaf ihale
açılması ve ihaleyi kazanan şirketin ortaklığa katılma/ hisse devralma
neticesini elde etmesi gibi bir haklı neden öngörülmemektedir. Bir başka
deyişle ihtilaflı düzenleme, haklı bir sebebe dayanmayan muamele
farklılıklarını, Cumhurbaşkanının yetki alanına dahil etmektedir. Bu nedenle
anılan ibare, Anayasa’nın 10’uncu maddesine bu yönüyle de aykırıdır. Yine
iptali talep edilen ibareyle ‘‘BOTAŞ’ın faaliyetlerinin ayrıştırılması ve
yeniden yapılandırılması amacıyla kurulacak şirketlerin işletme konusu, ticaret
unvanı, sermayesi ve ortaklık yapısı ile bu kapsamda gerçekleştirilecek devir
ve benzeri işlemlere dair hususları’’ düzenlemeye yönelik (haklı bir neden olmadan
muamele farklılığı yapılmasına da yol açabilecek) sınırsız takdir yetkisinin
idareye (tüm idari teşkilatın makamına bağlı bulunduğu ve yürütme ve devleti
temsil yetkilerinin bir kişide birleştiği monist yapılı yürütme organının başı
konumunda bulunan Cumhurbaşkanına) verilmesi, aynı alanda faaliyette bulunan
iki özel teşebbüs işleten arasında idare tarafından kayırma/ayrımcılık
yapılmasına neden olabileceğinden; anılan ibare, bu yönüyle de Anayasa’nın 10
ve 48. maddelerine aykırıdır. Başka bir anlatımla bu durumda, (şirketin kamusal
özelliğini kaybetmesine neden olmayacak kadar) kamu şirketine en başında
kurulurken ortak olmaya yahut kamu şirketinin sonradan hisselerini devralmaya
talip iki özel teşebbüs (ve dahi gerçek kişi), eşitsiz bir uygulamayla karşı
karşıya kalabilecektir. Ayrıca iptali talep edilen ibare; Cumhurbaşkanı
kararının kanuni çerçevesini çizmeden, ayrımcı, öngörülemez ve keyfî işlem ve
eylemlere açık uygulamalara sebep olarak teşebbüs hürriyetini
sınırlandırdığından, bir başka deyişle yasallık ve gereklilik ölçütlerini
karşılamadığından; Anayasa’nın 13’üncü maddesine bu yönüyle de aykırıdır. Yine
(şirketin kamusal özelliğini kaybetmesine neden olmayacak kadar) kamu
şirketine en başında kurulurken ortak olmaya yahut kamu şirketinin sonradan
hisselerini devralmaya talip özel teşebbüsler (ve dahi gerçek kişiler);
sözleşme özgürlüğüne, Anayasa’nın 10’uncu maddesi bağlamında eşit biçimde
sahiptir. Anayasa’nın 10’uncu maddesinde temelini bulan haklı neden olmaksızın
ve Anayasa’nın 13’üncü maddesinde düzenlenen kanunilik ilkesinin hilafına
Cumhurbaşkanına iptali talep edilen ibarenin yer aldığı cümleye konu hukuki
işlemlerin karşı tarafını seçme hususunda sınırsız ve keyfi uygulamalara neden
olabilecek takdir yetkisi veren iptali talep edilen ibare; Anayasa’nın 10, 13
ve 48’inci maddelerini bu yönüyle de ihlal etmektedir. Bu durum da haksız
rekabete yol açacağından ve dolayısıyla Devlet tarafından, doğal gaz alt yapı,
ticaret, tedarik vb. faaliyetleri bakımından kanun hükümleriyle rekabetçi piyasa
oluşturulamamış olacağından; bu yönüyle de Anayasa’nın 167. maddesinde yer alan
yükümlülük ifa edilemeyecektir.
Bu
nedenlerle iptali talep edilen ibare, Anayasa’nın 10, 13, 48 ve 167’nci
maddelerine aykırıdır.
e)
Mali açıdan güçlü, istikrarlı ve şeffaf bir doğal gaz piyasasının oluşturulması
marifetiyle ulusal kalkınma bakımından: Anayasa Mahkemesi’nin belirttiği üzere;
‘‘Anayasa'nın çeşitli maddelerinde yer alan, "...kişilerin ve toplumun
refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak..." (madde 5), "...Devlet, özel
teşebbüs1erin milli ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürümesini,
güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır (madde
48); ekonomik, sosyal ve kültürel kalkınmayı... planlamak...." (madde
166); Devlet, para, kredi, sermaye, mal ve hizmet piyasalarının sağlıklı ve
düzenli işlemelerini sağlayıcı ve geliştirici tedbirleri alır..." (madde
167); şeklindeki hükümler, Devletin ekonomik hayatın işleyişini düzenlemek,
gerektiğinde bu alana müdahale hususunda görevli kılındığını ortaya
koymaktadır.’’ (Anayasa Mahkemesi’nin 04.03.1986 tarihli ve 1985/16 E.; 1986/5
K. sayılı Kararı). Yine ‘‘Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin
sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmiştir. Sosyal devlet, sosyal adaletin,
sosyal refahın ve sosyal güvenliğin gerçekleşmesini sağlayan devlettir.
Ekonomik ve malî politikalar sosyal devletin gerçekleşmesini sağlayan
araçlardır.’’ (Anayasa Mahkemesi’nin 02.11.2016 tarihli ve 2015/61 E.; 2016/172
K. sayılı Kararı, § 91). Kanun koyucu da mali açıdan güçlü, istikrarlı ve
şeffaf bir doğal gaz piyasasının oluşturulması marifetiyle ulusal kalkınmayı
teminen kendine özgü hukuki rejimi olan 18.04.2001 tarihli ve 4646 sayılı Doğal
Gaz Piyasası Kanunu’nu ihdas etmiştir. Başka bir anlatımla Anayasa’nın 2’nci
maddesiyle kendisine atfedilen sosyal niteliği gereği; Anayasa’nın 5’inci
maddesinde yer alan amaca ulaşılmak için; Anayasa’nın 48’inci maddesi
kapsamındaki tedbir alma yükümlülüğü bağlamında doğal gaz piyasasında faaliyet
gösteren özel teşebbüslere birtakım yükümlülükler getirilmiş; teşvikler ve
muafiyetler sağlanmış; Anayasa’nın 166’ıncı maddesiyle donatılan (ekonomik)
göreve istinaden bu piyasanın planlamaları yapılmış ve Anayasa’nın 167’nci
maddesi uyarınca bu piyasanın sağlıklı ve düzenli işlemelerini sağlayıcı ve
geliştirici tedbirler alınmıştır. Nitekim Anayasa’nın kül halinde ele alınması
gereken 2, 5, 48, 166 ve 167’nci maddeleri muvacehesinde 7451 sayılı Kanunla
4646 sayılı Kanun’da birtakım değişiklikler yapılmıştır. Zira bu husus, 7451 sayılı
Kanun’un genel gerekçesinde de vurgulanmıştır: ‘‘…Türkiye doğal gaz piyasasında
alım-satım yapacak yerli ve yabancı ticaret şirketlerinin güven duyacağı,
objektif kurallara göre işletilen rekabetçi bir piyasa yapısı oluşturulması
hedefi…. piyasanın rekabete açılması ve serbestleşme hedeflerinin yanı sıra
ülkemizin arz güvenliğinin temin edilmesi… Türkiye’nin doğal gaz ticaret
merkezi olma hedefleri doğrultusunda, doğal gaz piyasasında serbestleşme,
rekabet ve ticaretin geliştirilmesi…’’
Ancak
iptali talep edilen ibarenin, yukarıda açıklandığı üzere Anayasa’nın belirtilen
hükümlerine aykırı olması (kanunilik ilkesi ihlal edilerek ve kamu yararı
temellendirilmeksizin BOTAŞ’ın faaliyetlerinin ayrıştırılması ve yeniden
yapılandırılması amacıyla kurulacak şirketlerin işletme konusu, ticaret unvanı,
sermayesi ve ortaklık yapısı ile bu kapsamda gerçekleştirilecek devir ve
benzeri işlemlere dair hususların Cumhurbaşkanı kararı ile düzenlenmesi),
Türkiye’nin doğalgaz ticaret merkezi olamamasına; rekabetçi, istikrarlı ve
şeffaf piyasa yapısının bozulmasına; doğal gaz piyasasına yeni girişlerin
engellenmesine; yatırımcılar bakımından risk düzeyinin artmasına; kamu yararına
aykırı şekilde belli özel teşebbüslerin himaye edilmesine; özel teşebbüslerin
hukuki ve iktisadi öngörülebilirliklerinin ortadan kalkmasına; özel
teşebbüslerin rekabet kabiliyetinin düşmesine; enerji arzı güvenliğinin
sağlanamamasına; rekabetçi, istikrarlı ve şeffaf bir piyasa oluşturulamaması
nedeniyle sektöre belli yabancı şirketlerin hâkim olması ve dolayısıyla doğal
gazda dışa bağımlılığın azaltılamamasına yahut bir kamu şirketinin daha güçlü
ve baskın biçimde piyasaya dönmesine ve hâkim durumu tekrar elde ederek özel
teşebbüsleri piyasa dışında bırakmasına; günden güne çoğalan enerji ihtiyacının
giderilememesine; tüketicilerin ucuz-kaliteli-güvenilir-verimli-sürekli-çevreci
doğal gaza erişememesine (söz gelimi doğal gaz faturalarının ve doğal gazdan
üretilen elektrik enerjisinin faturalarının yüksek meblağlı olmasına); güçlü
kamu şirketlerinin değerinin muhafaza edilememesine, modern ekonominin
gereklerine aykırı biçimde yeniden yapılandırılmasına ve dolayısıyla kamu
kaynaklarının verimli kullanılamamasına; kaynakların etkin ve verimli
kullanılarak çevreye duyarlı, bilgiye dayalı sürdürülebilir faaliyetlerin
gerçekleştirilememesine; üretim ve istihdam stratejilerinin hayata
geçirilememesine; ulusal kalkınmaya dengeli ve hızlı katkı sağlanamamasına; en
nihayetinde kamu maliyesi bakımından yük doğmasına dolayısıyla milli ekonominin
zarara uğramasına ve dolayısıyla kişilerin ve toplumun refah, huzur ve
mutluluğunun temin edilememesine neden olacaktır. Bu nedenle iptali talep
edilen ibare, Anayasa’nın 2, 5, 48, 166 ve 167. maddelerine de aykırıdır.
Tüm
bu nedenlerle 7451 sayılı Kanun’un 14’üncü maddesiyle 4646 sayılı Kanun’un
değiştirilen geçici 2’nci maddesinin birinci fıkrasının ikinci cümlesinde yer
alan ‘‘Cumhurbaşkanı kararı’’ ibaresi, Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 2, 5, 6,
7, 10, 13, 47, 48, 104, 123, 166 ve 167. maddelerine aykırıdır; anılan ibarenin
iptali gerekir.
III. YÜRÜRLÜĞÜ
DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ
04.04.2023
tarihli ve 7451 sayılı Organize Sanayi Bölgeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun ile getirilen iptali talep edilen
düzenlemeler, çeşitli kanunlarda hukuka aykırı değişiklikler, eklemeler
yapmaktadır. Kamu yararına aykırı olan, telafisi mümkün olmayacak sonuçlara yol
açacak bu düzenlemelerin iptal davası sonuçlanana kadar yürürlüğünün
durdurulması gerekmektedir.
Nitekim
anayasal düzenin hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden en kısa sürede
arındırılması, hukuk devleti sayılmanın en önemli gerekleri arasında
sayılmaktadır. Anayasa’ya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle korunması gereken
hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün
sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında
sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi hukuk devleti yönünden giderilmesi
olanaksız durum ve zararlara yol açacaktır.
Bu
zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasa’ya açıkça aykırı olan
ve iptali istenen hükmün iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün de
durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesi’ne dava açılmıştır.
IV. SONUÇ
VE İSTEM
04.04.2023
tarihli ve 7451 sayılı Organize Sanayi Bölgeleri Kanunu ile Bazı Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un
1)
1’inci maddesiyle 09.07.1982 tarihli ve 2690 sayılı Türkiye Atom Enerjisi
Kurumunun Muafiyetleri ve Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun’a eklenen
geçici madde 6’nın birinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan ‘‘ve/veya
sözlü’’ ibaresi, Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 2, 5, 6, 7, 10, 13, 49, 70,
90, 123, 128 ve 153. maddelerine,
2)
5’inci maddesiyle 4562 sayılı Kanun’un ikinci fıkrasından sonra gelmek üzere
eklenen fıkrada yer alan ‘‘OSB yer seçimi işlemi yapılmadan OSB alanı
kesinleştirilir’’ ibaresi, Anayasa’nın 2, 3, 5, 7, 10, 12, 17, 43, 44, 45, 48,
56, 63, 90, 123, 166, 167, 168 ve 169. maddelerine,
3)
5’inci maddesiyle 4562 sayılı Kanun’un mevcut on dördüncü fıkrasından sonra
gelmek üzere eklenen ‘‘Bakanlık tarafından OSB olarak sınırları
kesinleştirilen alanlarda, acele kamulaştırma kararına istinaden Kamulaştırma
Kanununun 27 nci maddesi kapsamında mahkemece takdir edilen taşınmaz bedelinin
banka hesabına yatırılması ve acele el koyma kararı verilmesini takiben
yatırımların gecikmemesini teminen, OSB tarafından altyapı inşaatı ve tahsis
yapılabilir, yatırımlar için ruhsat ve izinler verilebilir. Bedel tespitine
ilişkin Kamulaştırma Kanununun 11 inci maddesinin üçüncü fıkra hükmü saklıdır.
Bu fıkranın uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar yönetmelikte düzenlenir.’’
şeklindeki fıkra, Anayasa’nın 2, 3, 5, 7, 10, 12, 13, 17, 35, 43, 44, 45, 46,
48, 56, 63, 90, 123, 124, 166, 167, 168 ve 169.maddelerine,
4)
14’üncü maddesiyle 4646 sayılı Kanun’un değiştirilen geçici 2’nci maddesinin
birinci fıkrasının ikinci cümlesinde yer alan ‘‘Cumhurbaşkanı kararı’’ ibaresi,
Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 2, 5, 6, 7, 10, 13, 47, 48, 104, 123, 166 ve
167. maddelerine
aykırı
olduğundan iptaline ve uygulanması halinde giderilmesi güç ya da olanaksız
zarar ve durumlar olacağı için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün
durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.”