“…
1-) 7253 sayılı Kanun’un 1. maddesiyle 5651 sayılı Kanun’un 2.
maddesinin birinci fıkrasına eklenen (s) bendinin Anayasaya aykırılığı
7253 sayılı Kanun'un 1. maddesiyle 5651 sayılı Kanun'un 2.
maddesinin birinci fıkrasına eklenen (s) bendi ile sosyal ağ sağlayıcı tanımı
yapılmaktadır. Yapılan ekleme uyarınca sosyal ağ sağlayıcı “sosyal etkileşim
amacıyla kullanıcıların internet ortamında metin, görüntü, ses, konum gibi
içerikleri oluşturmalarına, görüntülemelerine veya paylaşmalarına imkân
sağlayan gerçek veya tüzel kişileri” ifade etmektedir.
5651 sayılı Kanun’da yer alan tanımlar maddesi kapsamında
internet ortamı, “haberleşme ile kişisel veya kurumsal bilgisayar sistemleri
dışında kalan ve kamuya açık olan internet üzerinde oluşturulan ortam” ve yer
sağlayıcı ise “hizmet ve içerikleri barındıran sistemleri sağlayan veya işleten
gerçek veya tüzel kişiler” olarak tanımlanmıştır. Bu tanımlar göz önünde
bulundurulduğunda 7253 sayılı Kanun ile yapılan sosyal ağ sağlayıcı tanımı
internet ortamı içerisinde faaliyet gösteren aktörlerden yer sağlayıcılar
kümesinde çerçevesi belirli ve kesin bir grubu ifade etmemektedir. Öngörülen
tanım pek çok bakımdan belirsizlikler içermektedir. Bu belirsizlik kaçınılmaz
olarak yasada öngörülen yükümlülükler ve uygulanacak yaptırımlar bakımından
öngörülemezlik doğurmaktadır. Öyle ki sosyal ağ sağlayıcıların bir yer
sağlayıcı alt kümesi olarak düzenlenmemiş olması sebebi ile haberleşme ve
kişisel kullanım amaçlı platformların bu kapsamda değerlendirilip
değerlendirilemeyeceği uygulamada tereddüt yaratmaktadır.
Bu tanım incelendiğinde sosyal etkileşim amacına yönelik metin,
görüntü, ses ve konum gibi verileri oluşturmalarına, görüntülemelerine veya
paylaşmalarına imkân sağlayan gerçek ve tüzel kişilerden söz edilmektedir.
Ancak sosyal etkileşim kavramı tanımlanmadığından somut olarak hangi
platformların tanım kapsamına girdiğini tespit etmek neredeyse imkansızdır. Bu
muğlaklık idareye yükümlülük sahibi kişileri belirlemede geniş bir takdir
yetkisi vermekte ve yasada öngörülen yaptırımları uygulama bakımından keyfi
davranma ihtimalini beraberinde getirmektedir. Örneğin, okuyucu yorumlarına
imkân veren blogların tanım kapsamına girip girmediği anlaşılmamaktadır. Aynı
şekilde internet haber siteleri veya internet gazeteleri, internetten yayın
yapan radyo ve televizyonlar gibi okuyucuların görüş açıklama ve yorum
yapmasına imkân veren sitelerin açıkça istisna tutulmamış olması dolayısıyla
sosyal ağ sağlayıcı kavramı içine sokulması mümkün gözükmektedir. Benzer
şekilde Ekşi Sözlük, Wikipedia gibi okuyucuların içerik oluşturmasına imkân
veren ancak asli amacı sosyal etkileşim olmayan online ansiklopedilerin de
öngörülen tanım kapsamına dahil edilme olasılığı bulunmaktadır. Ayrıca
kullanıcıların konum, metin, görüntü paylaştıkları ancak asli amacı harita olan
“Google Haritalar”ın bu tanıma girip girmeyeceği anlaşılamamaktadır. Bu konuda
bir açıklığın olmayışı; kişilerin, davranışlarını, hukuk düzeni tarafından
isnat edileceğini bildikleri sonuçlara göre ayarlamalarına engel olacaktır.
Yasanın hazırlanmasında örnek alındığı anlaşılan Almanya’da 1
Ekim 2017 (bazı önemli hükümleri 1 Ocak 2018) tarihinde yürürlüğe giren Sosyal
Ağlarda Hukukun Uygulanmasını İyileştirme Kanununda (Ağ Uygulama Kanunu -NetzDG)[1]
çok daha spesifik bir tanım yapıldığı görülmektedir. Kanun’un 1. maddesine göre
kanun kapsamına “kâr elde etmek amacıyla kullanıcıların herhangi bir içeriği
diğer kullanıcılarla paylaşmasını veya bu içeriği herkese açık hale getirmesini
(sosyal ağlar) sağlamak için tasarlanmış İnternet platformlarını işleten
telemedya hizmet sağlayıcıları” girmektedir. NetzDG Kanunu açıkça gazetecilik
veya editoryal içerik sunan platformların kanun kapsamına girmediğini
düzenlemiştir. Aynı şekilde bireysel iletişim veya belirli içeriğin yayılmasını
sağlayacak şekilde tasarlanmış platformların da kanun kapsamına girmediği
düzenlenmiştir. Buna rağmen burada iptali istenen düzenlemeden daha ayrıntılı
bir kapsama sahip Alman kanunundaki tanım muğlaklıklar içerdiği gerekçesiyle
eleştirilmiştir.
7253 sayılı Kanunla öngörülen tanımdaysa gazetecilik veya
editoryal içerik sunan platformlar istisna tutulmadığı gibi, bireysel iletişim
imkânı sunan platformlar da istisna tutulmamıştır. Bu nedenle yaygın olarak
kullanılan kamuya açık olmayan kişiler arasında mesajlaşma, mailleşme, sesli
görüntülü görüşme veya dosya paylaşma platformlarının hatta online toplantı
yapma imkânı sunan zoom, jitsi meet gibi platformların da tanım kapsamına
alınması mümkün görünmektedir. Aynı şekilde oyun platformlarının, müşterilere
mallar konusunda yorum yapma imkânı sunan alış-veriş sitelerinin, ortak çalışma
yapmaya olanak sağlayan platformların, dosya paylaşma ya da dosya depolama
platformlarının, hatta akademik yayın paylaşma imkânı veren platformların ya da
veri tabanlarının da tanım kapsamına sokulması mümkün görünmektedir. Oysa bu
platformların hiçbirinin sosyal medya olarak nitelendirilmesi mümkün değildir.
Tanımda yer alan “sosyal etkileşim”, “oluşturma”, “görüntüleme”
ve “paylaşma” gibi kavramlar da hukuken belirsizdir.
Dolayısıyla öngörülen tanımdaki bu belirsizlik ve muğlaklık
dolayısıyla 7253 sayılı kanunla getirilen diğer düzenlemelerin de öngörülemez
sonuçlar doğuracağı kesindir. Bunun yanında sosyal ağ sağlayıcılardan
Türkiye’den günlük bir milyon erişimi olanlara özel bazı yükümlülükler
getirilmiştir. Ancak bu günlük bir milyon erişimin nasıl tespit edileceği ve
tespitin neye göre yapılacağı konusunda da hiçbir açıklık bulunmamaktadır. Bu
açıdan, sosyal ağ sağlayıcıların günlük erişim eşiğinin altında mı yoksa
üstünde mi addedileceklerini açık şekilde saptayabilme ve böylece kendilerine
düşen hukuki yükümlülükleri öngörme olanakları da makul şekilde sağlanmamıştır.
Tanımdaki muğlaklık pek çok bakımdan Anayasaya aykırılık oluşturmaktadır.
Öncelikle Anayasanın 2. maddesinde güvence altına alınan hukuk
devletinin en temel ilkelerinden olan “hukuki güvenlik ilkesi”, “bireylerin
kendilerine uygulanacak hukuk kurallarının neler olduğunu önceden bilmesi ve
kendi davranışlarını ona göre ayarlayabilme imkânına sahip olması” şeklinde
özetlenebilir. Hukuki güvenlik ancak hukuki belirlilik ile sağlanabilir. Bu
ilkeye göre, kanunî düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi
bir tereddüde ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve
uygulanabilir olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı
koruyucu önlem içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, bireylerin hangi
somut fiil ve olguya hangi hukukî yaptırımın veya sonucun bağlandığını,
bunların idareye hangi müdahale yetkisini verdiğini bilmelerini gerektirir.
Birey, ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve
davranışlarını belirler. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını,
bireylerin tüm fiil ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de
yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli
kılar. Hukuk devletinin önkoşullarından olan hukuki güvenlik ve hukuki
belirlilik ilkeleri uyarınca; hukuk normlarının erişilebilir, öngörülebilir ve
hukukun üstünlüğü ilkesine uygun olmaları şarttır (AİHM, Ürper ve
Diğerleri/Türkiye, no. 14526/07, 20.01.2010, para. 28). Zira kişilerin kanun
metni ile hangi somut eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın ve sonucun
bağlandığını kesin olarak öngörmeleriyle kamu makamlarının keyfi
müdahalelerinin önüne geçilebilir (AYM, Hüsnü Şimşek Başvurusu, B.No: 2015/9734,
11.10.2018, para. 37; AYM, Youtube LLC Corporation Service Company ve
Diğerleri, B.No: 2014/4705, 29.05.2014, para. 57). İhtilaflı kural; yukarıda
sıralanan gerekçelerle, Anayasa’nın 2. maddesinde öngörülen hukuk devleti
ilkesine aykırıdır.
Diğer taraftan Anayasanın 13. maddesine göre temel haklara
yönelik müdahalelerin bir kanunla öngörülmüş olması gerekir. Ancak bunun için
müdahalenin şekli anlamda bir kanuna dayanması yeterli olmayıp, bu kanunun
maddi anlamda belirlilik ve öngörülebilirlik gibi belli niteliklere sahip
olması gerekir. Başka bir ifadeyle kanun, ilgili kişinin davranışlarını
belirlemesi amacıyla, kolayca ulaşabileceği, gerektiğinde profesyonel yardım
almak suretiyle de olsa anlayabileceği, açık, net ve yeterince belirgin nitelikte
olmalıdır. Ayrıca yasanın keyfi müdahalelere karşı yeterli güvenceler içermesi
gerekir. İptali istenen kural ile öngörülen sosyal ağ sağlayıcı tanımına bağlı
olarak gerçek ve tüzel kişilerin ifade ve haberleşme özgürlüklerinin yanı sıra
teşebbüs özgürlüklerine de müdahale edilmesine dayanak oluşturacaktır. Ancak
belirtilen muğlaklıklar dolayısıyla söz konusu müdahalelerin kimlere
uygulanacağını öngörmek mümkün değildir. Bu nedenle kural anılan temel hak ve
özgürlükler açısından maddi anlamda kanunilik şartını karşılamadığından,
Anayasanın 13. maddesine de aykırılık oluşturmaktadır.
Sosyal medya bireylerin bir taraftan düşüncelerini açıklama ve
başkalarıyla paylaşma, diğer taraftan bilgi, haber ve düşüncelere erişmesine
olanak tanımaktadır. Ayrıca sosyal medya haberleşme aracı olarak da
kullanılmaktadır. Bu haklar yalnızca sosyal medya şirketleri için değil, bütün
kullanıcılar için de geçerlidir. Anayasa Mahkemesi kullanıcıların haklarını
Twitter’a ilişkin Yaman Akdeniz ve diğerleri, (B. No: 2014/3986, 2/4/2014) ve
Youtube’a ilişkin Youtube Llc Corporation Service Company ve diğerleri ([GK],
B. No: 2014/4705, 29/5/2014) kararlarında tanımıştır. Aynı şekilde AİHM de
Cengiz ve diğerleri kararında sosyal medyaya yapılan müdahalelerin kullanıcıların
ifade özgürlüğüne müdahale teşkil ettiğine karar vermiştir. Yukarıda açıklanan
belirsizlik nedeniyle kimlerin ifade ve haberleşme özgürlüklerine müdahaleye
yetki verildiği açık olmadığından Anayasanın 22 ve 26. maddelerine yapılan
müdahalenin kanuniliği ilkesi ihlal edildiğinden kural Anayasanın 22 ve 26. maddelerine
de aykırıdır.
Ayrıca Anayasa'nın 48. maddesinde “Herkes, dilediği alanda
çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak
serbesttir. Devlet, özel teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve sosyal
amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak
tedbirleri alır.” denilmektedir. Söz konusu madde kapsamında teşebbüs özgürlüğü
güvence altına alınmıştır. Bu hakka yönelik müdahalelerin de kanunla
öngörülmesi zorunludur. Ne var ki, yukarıda açıklanan belirsizlik bu hak
bakımından da kanunla müdahale ilkesine aykırılık oluşturmaktadır ve kural bu
nedenle Anayasanın 48. maddesine de aykırıdır.
Ayrıca 5651 sayılı Kanun’da sosyal ağ sağlayıcılara yönelik
çeşitli yaptırımlar öngörülmüştür. Bu yaptırımlar arasında idari para
cezalarının yanı sıra reklam alma yasağı ve bant genişliği daraltma
yaptırımları da bulunmaktadır. Anayasanın 38. maddesinde idari ve adli cezalar
arasında bir ayrım yapılmadığından, idari para cezaları da bu maddede öngörülen
ilkelere tâbidir. Anayasa’nın 38. maddesinin birinci fıkrasında, “Kimse
işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı
cezalandırılamaz.” kuralına yer verilerek “suçun kanuniliği”, üçüncü fıkrasında
ise “Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur.”
kuralına yer verilerek “cezanın kanuniliği” ilkesi benimsenmiştir. Anayasa’da
öngörülen suçta ve cezada kanunilik ilkesi, insan hak ve özgürlüklerini esas alan
bir anlayışın öne çıktığı günümüzde, ceza hukukunun da temel ilkelerinden
birini oluşturmaktadır. Anayasanın 38. maddesine paralel olarak Türk Ceza
Kanunu’nun 2. maddesinde yer alan suçta ve cezada kanunilik ilkesi uyarınca,
hangi fiillerin yasaklandığının ve bu yasak fiillere verilecek cezaların hiçbir
kuşkuya yer bırakmayacak bir şekilde kanunda gösterilmesi, kuralın açık,
anlaşılır ve sınırlarının belli olması gerekmektedir. Kişilerin yasak fiilleri
önceden bilmeleri düşüncesine dayanan, hukuk devletinin temel aldığı,
uluslararası hukukta ve insan hakları belgelerinde de özel bir yere ve öneme
sahip bulunan bu ilkeyle temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınması
amaçlanmaktadır. Kanunilik ilkesi, özgürlüğün sınırlarının önceden bilinerek,
insanın davranışlarını bu çerçevede düzenlemesini temin için benimsenmiştir.
Ceza ve ceza yerine geçen güvenlik tedbirlerine ilişkin kurallar, ceza
hukukunun ana ilkeleri ile Anayasa’nın konuya ilişkin kuralları başta olmak
üzere, ülkenin sosyal, kültürel yapısı, etik değerleri ve ekonomik hayatın
ihtiyaçları göz önüne alınarak tespit edilecek ceza politikasına göre
belirlenir. Kanun koyucu, cezalandırma yetkisini kullanırken toplumda hangi
fiillerin suç sayılacağı, bunun hangi tür ve ölçüdeki ceza yaptırımı ile karşılanacağı,
nelerin ağırlaştırıcı veya hafifletici sebep olarak kabul edilebileceği ve ceza
sistemini tamamlayan müesseseler konusunda takdir yetkisine sahiptir. Söz
konusu düzenleme Anayasa ile güvence altına alının hukuk devleti ilkesinin en
önemli tezahürü olan hukukun düzenlediği, yükümlülük yüklediği süjenin belirli
olması gereği ile bağdaşmamaktadır.
İptali istenen kuralın, ihdas edilen yükümlülüklere sahip sosyal
ağ sağlayıcıları belirli kılmaması, mülkiyet hakkına müdahale oluşturacak idari
para cezalarının, reklam alma yasaklarının ve bant genişliği daraltma
yaptırımlarının kime uygulanacağını öngörülemez hale getirmektedir. İhtilaflı
kural, yukarıda yapılan açıklamaların ışığında, Anayasa’nın mülkiyet hakkının
ancak kanunla sınırlanabileceğini öngören 35. maddesinin 2. fıkrasına da
aykırıdır.
Açıklanan nedenlerle kural Anayasa’nın 2., 13., 22., 26.,35.,
38. ve 48. maddelerine aykırıdır ve iptal edilmesi gerekir.
2-) 7253 sayılı Kanun’un 1. maddesiyle 5651 sayılı Kanun’un 2. maddesiyle 5651
sayılı Kanun’un 3. maddesine eklenen beşinci fıkrasının Anayasaya aykırılığı
7253 sayılı Kanun'un 2. maddesiyle 5651 sayılı Kanun'un 3.
maddesine eklenen beşinci fıkrası ile Kanun kapsamında verilen idari para
cezalarının, muhatabın yurt dışında bulunması hâlinde Kurum tarafından doğrudan
muhataba üçüncü fıkradaki usulle de bildirilebileceğini öngörmektedir. Bu
bildirimin 11/2/1959 tarihli ve 7201 sayılı Tebligat Kanunu’na göre yapılan
tebligat hükmünde olduğu kabul edilmiştir. Ayrıca bu bildirimin yapıldığı
tarihi izleyen beşinci günün sonunda tebligatın yapılmış sayılacağı kuralına
yer verilmiştir.
5651 sayılı Kanunun 3. maddesinin 3. fıkrasında yer alan
bildirim mekanizması bir tebligat usulü olmayıp, bilgilendirmelerin
yapılmasında bir yol olarak sunulmaktadır. “Bu Kanun kapsamındaki faaliyetleri
yurt içinden ya da yurt dışından yürütenlere, internet sayfalarındaki iletişim
araçları, alan adı, IP adresi ve benzeri kaynaklarla elde edilen bilgiler
üzerinden elektronik posta veya diğer iletişim araçları ile bildirim
yapılabilir.” Öte yandan hukuki işlemin geçerlilik kazanması, yapılan işlemin
ilgilisine tebliğ edilmesi ile gerçekleşir. Özellikle tek taraflı olarak
yapılan idari işlemlerin ilgilisine bildirilmesi yasal hakları kullanma
açısından son derece önemlidir. Anayasanın 125. maddesinde idari işlemlere
karşı açılacak davalarda sürenin yazılı bildirim tarihinden başlayacağı açık
bir şekilde belirtilmiştir.
Tebligat, usul ve yöntemi Tebligat Kanunu’nda belirlenen resmi
bir işlemdir. Tebligat, tebligatı yapan makamca, muhataba, ilgili işlemi
usulüne göre bildirmesi ve bu bildirme işleminin de belgelendirilmesidir.
Tebligat kural olarak muhataba, bilinen en son adresinde yapılır (Teb.K.m.10).
Ancak muhatap adresinde bulunmaması, muhatabın adresinin bulunamaması gibi
nedenlerle tebligatın mümkün olmadığı hallerde, tebligatın ne şekilde
yapılacağı Tebligat Kanunu’nda ayrıca düzenlenmiştir (bkz. m.16,21,31). Ancak
bu hallerde dahi, tebliğ konusu işlem, muhatabın tasarruf alanına mümkün
olduğunca sokulmaya çalışılmakta, muhatabın işlemi öğrenmesi için çaba sarf
edilmektedir. Ayrıca, bu hallerde, yani tebligatın muhatabın kendisine değil de
bir başkasına yahut başka yere yapılmasında bir zorunluluk bulunmaktadır. Ayrıca
7201 sayılı Tebligat Kanunun 7/A maddesinde elektronik tebligat da
düzenlenmiştir. Getirilen kural tebligatın elektronik yolla yapılmasını
düzenlememekte aksine herhangi bir elektronik posta adresine ileti
gönderilmesinin tebligat sayılacağını düzenlemektedir. Kanunda elektronik
tebligat olanağı düzenlenmiş ve buna ilişkin belli güvenceler sağlanmışken,
elektronik tebligat yerine herhangi bir e-posta adresine bildirim göndermenin
tebligat yerine geçeceğinin düzenlenmesi açık bir şekilde muhatapların dava
hakkını ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Gönderilen e-postanın ilgili kişinin
kutusuna düşüp düşmediğinin, ilgili kişiler tarafından açılıp açılmadığının
tespiti yapılmaksızın işlemin tebliğ edildiğinin kabulü, kişilerin işleme karşı
dava açmalarının önlenmesinin amaçlandığını göstermektedir.
Öte yandan Türkiye, birçok devlet ile tebligat taleplerinin
yerine getirilmesi için iki taraflı adli yardımlaşma anlaşmaları imzalamış ve
aynı zamanda bu konuda en önemli uluslararası kaynakları oluşturan 1954 tarihli
Hukuk Usulüne Dair Lahey Sözleşmesi ile 1965 tarihli Hukuki ve Ticari Konularda
Adli ve Gayri Adli Belgelerin Yabancı Memleketlerde Tebliğine Dair Sözleşme’ye
taraf olmuştur. 1954 tarihli Sözleşmenin 1 ila 7’nci maddeleri arasında
tebligat konusu düzenlenmiştir. Ancak, 1965 tarihli Sözleşme, her iki
Sözleşmeye taraf olan devletler arasında özel nitelikte hükümler taşıması
nedeniyle anılan Sözleşmelere taraf olan devletler bakımından tebligat
işlemleri 1965 tarihli Sözleşmeye göre yerine getirilir. Uluslararası
sözleşmelerle teminat altına alınan yurtdışına tebligata ilişkin hükümlerin
5651 sayılı Kanun ile etkisiz kılınması mümkün değildir. Zira hiçbir devlet
kendi kanunlarına dayanarak uluslararası yükümlülüklerinden kurtulamaz. Ayrıca
Anayasa’nın 90. maddesinde usulüne göre yürürlüğe konulmuş antlaşmaların “kanun
hükmünde” olması kabul edilmiş ve “usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve
özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı
hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma
hükümleri esas alınır” denmiştir. Bu doğrultuda Anayasanın 36. maddesinde güvence
altına alınmış hak arama özgürlüğü ve 40. maddede güvence altına alınan temel
hak ve özgürlüklere yönelik müdahalelere karşı etkili başvuru hakkı ile
doğrudan ilişkili olan tebligat konusunun temel hakları ilgilendirdiği açık
olup yukarıda anılan usulüne uygun olarak yürürlüğe konmuş uluslararası
sözleşmelerin de temel hakları ilgilendiren sözleşmeler olduğunda kuşku
bulunmamaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelere
aykırı olan iptali istenen kural Anayasanın 90. maddesine de aykırıdır ve 90/5
madde gereği uygulanma kabiliyeti bulunmamaktadır.
İdari işlemlerin yazılı bildirim zorunluluğunun ve yargısal
işlemlerin nasıl bildirileceğinin özel bir kanunla düzenlenmiş olmasının nedeni
bireylerin hak arama özgürlüklerini ve etkili başvuru haklarını
kullanabilmelerine olanak tanımaktır. Tanınan hakların sözde kalmaması
gerçekten uygulanabilir haklar olmaları için hakkın kullanımına engel olacak
fiili ve hukuki engellerin ortadan kaldırılması gerekir. Tebligatın özel bir
kanunla düzenlenmesinin amacı diğer bütün haklara yönelik müdahaleler
karşısında kişilerin hak arama ve başvuru haklarını kullanmasını güvence altına
almaktır. Bunun için işlemin ilgilisine ulaştığını güvence altına alacak
tedbirlere ve kurallara yer verilmiştir. Anayasa'nın hak arama hürriyetini
düzenleyen 36. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, meşru vasıta ve
yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı
olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.” denilerek yargı
mercilerine davacı ve davalı olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak
da iddia, savunma ve adil yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır. Bu hakkın
temel unsurlarından biri de mahkemeye erişim hakkıdır. Başvuru sürelerinin çok
kısa olması ya da dava açma süresinin yazılı tebligattan önce başlatılması gibi
hususları Anayasa Mahkemesi Mahkemeye erişim hakkı kapsamında incelemektedir (Bkz. Yaşar Çoban [GK], B. No: 2014/6673,
25/7/2017, § 66; Özkan Şen, B. No: 2012/791, 7/11/2013, § 52; Ambarlık Elektrik
Üretim Dağ. Paz. A.Ş., B. No: 2017/39987, 18/6/2020, § 35). Dolayısıyla dava
açma süresinin başlangıcını belirtmek açısından hayati bir öneme sahip olan
tebligat hususunda yasada öngörülen güvenceleri ortadan kaldıran düzenleme
kişilerin dava açma olanağını ortadan kaldıracağı ya da süreleri kaçırmalarına
neden olacağından mahkemeye erişim hakkını ihlal etmektedir.
Tebligat, yetkili makamlarca birtakım hukuki işlemlerin, bu
işlemlerin hukuki sonuçlarından etkilenmeleri amaçlanan kişilere kanuna uygun
şekilde bildirimi ve bu bildirimin usulüne uygun olarak yapıldığının
belgelendirilmesidir. İşlemlerin kendilerine bağlanan hukuki sonuçları
doğurabilmesi için usulüne uygun olarak muhatabına bildirilmesi gerekir.
Böylece tebligata bağlanan süre işlemesi, bazı yükümlülüklere katlanılması vb.
muhataptan beklenebilir hale gelsin. Usulüne uygun olarak yapılan tebligat,
Anayasa'da güvence altına alınmış olan iddia ve savunma hakkının tam olarak
kullanılabilmesinin ve bireylere tanınan hak arama özgürlüğünün en önemli
güvencelerinden biridir. Muhatabın, tebligat konusu işlemden usulüne uygun
olarak bilgilendirilmesi, hakkaniyete uygun yargılamanın da bir gereğidir.
Kuralın uygulanması durumunda yer sağlayıcının internet
sitesinde kamuya açık olarak paylaşmış olduğu elektronik posta veya diğer
iletişim araçlarına yapılan tebligatın muhatabı olan yer sağlayıcıya gidip
gitmediği, muhatabına ulaşıp ulaşmadığı, ulaştı ise içeriğine ne zaman vakıf
olduğu, tebligatın tebellüğ yetkisine sahip olanlarca alınıp alınmadığı
muallakta kalacaktır. Bu kapsamda geçerli tebligatlara bağlanan süreler ve
süreçlerin bu vasıtalar ile yer sağlayıcı için geçerli olmak üzere yapılan
tebligat ile sağlanması hukuki güvenliği sarsmaktadır. Düzenleme ile bir çok
hukuki sürecin ilgili tarafın tebligat içeriğinin farkında dahi olmadan önce
başlayabileceği, bu durumun ise hak arama hürriyetini ciddi bir şekilde tehdit
edebileceği, gerçek ve tüzel kişilerin haklarını doğrudan etkileme kapasitesine
sahip olan tedbir/yaptırım kararlarının, bu vasıtalar ile tebliğ edilmesinin
geçerli addedilmesinin savunma hakkının etkin kullanımını engellediği, 5651 sayılı
Kanun kapsamında yer sağlayıcılık faaliyeti yapanlara bu vasıtayla yapılacak
bildirimin muhatabına ulaşmaması halinde, bu muhatapların meşru vasıta ve
yollardan yararlanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı, davalı, müşteki
veya muteriz olarak iddia ve savunma hakları ile adil yargılanma hakkının
elinden alınması ve dolayısıyla hak arama hürriyetinden mahrum bırakılmaları
söz konusu olacaktır. Açıklanan nedenlerle kural Anayasanın 36. maddesine
aykırıdır.
Aynı şekilde Anayasanın 40. maddesinde temel haklara yönelik
müdahalelere karşı ilgili mercilere başvuru hakkı güvence altına alınmıştır.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin “Etkili Başvuru Hakkı” başlıklı 13. maddesi
de, “Bu Sözleşme’de tanınmış olan hak ve özgürlükleri ihlal edilen herkes, söz
konusu ihlal resmi bir hizmetin ifası için davranan kişiler tarafından
gerçekleştirilmiş olsa dahi, ulusal bir merci önünde etkili bir yola başvurma
hakkına sahiptir” hükmünü öngörmektedir. AİHM, Sözleşme’nin 13. maddesinin,
Sözleşme’ye dayanan savunulabilir iddiaların içeriğinin incelenemesi ve bu
çerçevede aykırılıkların uygun şekilde giderilmesine olanak veren bir iç
başvuru yolunun varlığını gerektirdiğini belirtmektedir. 13. maddenin
gerektirdiği başvuru, uygulamada da hukuken de “etkili” olmalıdır (AİHM, De
Souza Ribeiro-Fransa, başvuru no: 22689/07, 13/12/2012, §78). İşlemlerin
bildirimi bu hakkın kullanımı açısından da hayati öneme sahiptir. Anayasa ile
güvence altına alınmış hak ve hürriyetlerin ihlal edildiğini iddia eden gerçek
veya tüzel kişilere yetkili makama geciktirilmeden başvurma imkanının
sağlanmasını isteme hakkının tanınmaması ve yine benzer durumlarda ilgili
gerçek veya tüzel kişilere hangi kanun yolları ve mercilere başvuracağının ve
sürelerinin gösterilmemesi, etkili başvuru hakkının yokluğu nedeniyle Anayasanın
40. maddesine aykırılık teşkil eder.
Konusu idari para cezası olan bir yaptırımın bu yolla
bildirilmesinin tebligat sayılması ve 7201 sayılı Tebligat kanunu uyarınca
tayin edilen tebligat yapmaya yetkili mercinin yetkilerini de bertaraf
etmektedir. Bu nedenle bu bildirimlere ek olarak idari para cezalarının
Tebligat Kanunu’na uygun şekilde tebliğ edilerek geçerli bir tebligatın
sonuçlarını doğurması mekanizması ortadan kaldırılarak bildirim mekanizmasının
tebligat usulüne dönüştürülmesi Anayasa’nın yukarıda belirtilen kurallarına
aykırı olduğu gibi 2. maddede güvence altına alınan hukuk devleti ilkesine
aykırıdır.
5651 sayılı Kanun kapsamındaki faaliyetleri yurt içinden veya
yurt dışından yürütenlere internet sayfalarındaki iletişim araçları, alan adı,
IP adresi ve benzeri kaynaklarla elde edilen bilgiler üzerinden elektronik
posta yoluyla bildirim yapılması durumunda, gönderilen e-mailin gidip
gitmediği, muhatabına ulaşıp ulaşmadığı, ulaştı ise ne zaman görülüp açıldığı,
açıldı ise tebellüğ yetkisine sahip olanlar tarafından alınıp alınmadığı
hususları yanında, ayrıca yurt dışında bulunan hizmet sağlayıcısının tabi
olduğu kamu hukukunu ihlal edebilecek bir düzenlemedir. Bu şekilde hukuki
belirliliği ortadan kaldıran kural hukuki güvenlik ilkesini de zedelemektedir.
Bu nedenle kural Anayasanın 2. maddesine de aykırıdır.
Diğer taraftan yurtdışında mukim ve 5651 sayılı Kanun kapsamında
faaliyet gösteren kişiler bakımından yurtdışında yerleşik olup Türkiye’de
farklı alanlarda faaliyet gösterenden farklı olarak ve uluslararası
antlaşmalara aykırı şekilde tebligat usulü öngörülmesi Anayasa’nın eşitlik
ilkesine de aykırılık teşkil edecektir. Anayasa madde 10’da herkesin kanunlar
önünde eşit olduğu belirtilmiş olup Devlet organları ve idare makamlarının da
bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak hareket etmek
zorunda olduğu hükmü yer almaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin ifade ettiği üzere; “[Eşitlik
ilkesi] ile güdülen amaç, benzer koşullar içinde olan, özdeş nitelikte bulunan
durumların yasalarca aynı işleme uyruk tutulmasını sağlamaktır” (AYM,
E.S.:1976/3, K.S.:1976/3, K.T.:13.04.1976). Yine AYM’ye göre; “Eşitlik
ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin yasalar karşısında aynı işleme
bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını
önlemektir” (AYM, E.S.:2006/11, K.S.:2006/17, K.T.:7.2.2006). Eşitlik ilkesinin
ihlal edilip edilmediği hususunun tespitinde, somut olayda yapılan ayrımın
haklı bir nedene dayanıp dayanmadığı noktası dikkate alınır: “Anayasa'nın 10.
maddesinde öngörülen eşitlik, mutlak anlamda bir eşitlik olmayıp, ortada haklı
nedenlerin bulunması halinde, farklı uygulamalara imkan veren bir ilkedir”
(E.S.:1985/11, K.S.:1986/29, KT:11.12.1986). Hak arama özgürlüğünü etkileyen
tebligat usulü açısından Türkiye’nin içinde ve dışında mukim olanlar arasında
yapılan ayrım, haklı bir nedene dayanmadığı gibi, ülke dışında yerleşik olan
kişilerin yukarıda sayılan hak ve özgürlüklerinin kaybı sonucunu doğurmaya da
yol açabilecektir. Devlet organları ve idare makamlarının bütün işleri
kapsamına idari para cezası yaptırımları ve bunların bildirilmesi de
gireceğinden yurtdışında yerleşik kişiler bakımından sadece faaliyet konuları
bakımından getirilen bu farklılık Anayasa’nın eşitlik ilkesini düzenleyen 10.
maddesine aykırıdır.
Açıklanan nedenlerle Anayasanın 2., 10., 36., 40., 90. ve 125.
maddelerine aykırı olan kuralın iptal edilmesi gerekir.
3-) 7253 sayılı Kanun’un 3. maddesiyle değiştirilen 5651 sayılı Kanun’un 5. maddesinin
altıncı fıkrasında yer alan “yüz bin Türk lirasından bir milyon Türk lirasına” ibaresinin
Anayasaya aykırılığı
5651 sayılı Kanun’un 5. maddesinin altıncı fıkrasında yer
sağlayıcılık bildiriminde bulunmayan veya bu Kanundaki yükümlülükleri yerine
getirmeyen yer sağlayıcı hakkında Başkanlık tarafından idari para cezası
verilmesini öngörmektedir. Verilecek ceza değişiklik öncesinde “on bin Türk
Lirasından yüz bin Türk Lirasına kadar” şeklinde iken yapılan değişiklikle
cezanın miktarı yüz bin Türk lirasından bir milyon Türk lirasına” kadar şeklinde
öngörülmüştür. Yani getirilen değişiklikle uygulanacak idari para cezasının alt
ve üst sınırının miktarı on kat artırılmıştır.
Anayasa'nın 38. maddesinin birinci fıkrasında, “Kimse, işlendiği
zaman yürürlükte bulunan kanunun suç saymadığı bir fiilden dolayı
cezalandırılamaz” denilerek “suçun kanuniliği”, üçüncü fıkrasında da “Ceza ve
ceza yerine geçen güvenlik tedbirleri ancak kanunla konulur” denilerek, “cezanın
kanuniliği” ilkesi getirilmiştir. Anayasa'da öngörülen suçta ve cezada
kanunilik ilkesi, insan hak ve özgürlüklerini esas alan bir anlayışın öne
çıktığı günümüzde, ceza hukukunun da temel ilkelerinden birini oluşturmaktadır.
Suçta ve cezada kanunilik ilkesi uyarınca, hangi fiillerin suç sayıldığı ve suç
sayılan bu fiillere verilecek cezaların hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak bir
şekilde kanunda gösterilmesi, kuralın açık, anlaşılır ve sınırlarının belli
olması gerekmektedir.
Ayrıca Anayasanın 13. maddesine göre temel hak ve özgürlüklere
yönelik sınırlamaların ölçülü olması zorunludur. İptali istenen kural ile
düzenlenen idari para cezaları başta mülkiyet hakkı olmak üzere yer
sağlayıcıların pek çok anayasal hak ve özgürlüğüne müdahale oluşturmaktadır.
Yer sağlayıcılara yasada yüklenen trafik bilgilerini tutma, erişim engelleme ve
içerik çıkarma kararlarını uygulama gibi yükümlülükler öngörülmüştür. Bu
yükümlülüklerin yerine getirilmemesi halinde verilecek idari para cezasının alt
sınırı yapılan değişiklikle yüzbin Türk Lirasına yükseltilmiştir. Bu cezanın
miktarı bir milyon Türk Lirasına kadar olabilecektir ve bu konuda tüm yetki BTK
başkanına verilmiştir.
Har ne kadar suç ya da kabahatler konusunda verilecek cezanın
miktarını belirlemek yasa koyucunun takdir yetkisinde ise de Anayasanın 13. maddesinde
öngörülen ölçülülük ilkesi gereği belirlenen cezanın miktarının da aşırı
orantısız olmaması gerekir. Yasada öngörülen içerik çıkarma veya erişim
engelleme gibi yükümlülüklerin en geç dört saat içinde yerine getirilmesi
gerekmektedir. Bu süreyi geçiren bir yer sağlayıcıya en az yüzbin TL idari para
cezası verilmesi ölçülü kabul edilemez.
Türkiye’de sulh ceza hakimliklerinin listeler halinde erişime
engelleme ve/veya içerik çıkarma kararları verdikleri görülmektedir. 300-400
içeriğin tek kararla erişime engellendiği örnekler bulunmaktadır. Ayrıca erişim
engelleme ve içerik çıkarma kararlarının sayısının oldukça yüksek olduğu da bir
gerçektir. Bir yılda erişime engellenen İnternet sitesi sayısının yüzbine
yaklaştığı görülmektedir
2017 yılı içinde 91.812, 2018 yılı içinde 94.233 internet sitesi erişime
engellenmiştir. Üstelik bu sayılara erişime engellenen URL adresleri, Facebook,
Twitter, Youtube içerikleri dahil değildir.
Bütün bu hususlar dikkate alındığında kuralda öngörülen ceza
miktarının ölçülü olmadığı açıktır. Zira ölçülülük ilkesinin alt ilkesi olan
orantılık prensibine göre bir kişinin hakkına yapılan müdahale ile kamunun elde
edeceği fayda arasında makul bir denge gözetilmemiş ve kişi ağır bir bedel
ödemek zorunda bırakılmışsa yapılan müdahalenin ölçülü olduğu söylenemez.
Diğer taraftan kuralda hiçbir ilke ve ölçüt belirtilmeden BTK
başkanına alt sınırdan on kat uzaklaşarak ceza verme yetkisi tanınmıştır.
Başkan bir yer sağlayıcıya verilecek cezanın yüzbin TL mi yoksa bir milyon TL
mi olacağına tamamen keyfi bir şekilde karar verebilecektir. Yasanın bir idari
birim olan BTK başkanına tanımış olduğu bu yetki, yasal düzenlemenin özüne ve
niteliğine aykırıdır. Asgari ve azami ceza hadleri arasıdaki on katlık fark,
adeta birbirinden farklı iki cezanın aynı düzenlemeye dayanarak keyfî şekilde
verilebileceğine tekabül etmektedir. Dolayısıyla belirtilen ceza miktarının alt
sınırı ile üst sınırı arasındaki aşırı fark belirsizliğe ve yasaya tabi olan
kişiler açısından öngörülemezliğe neden olmaktadır. Kuralda bu yetkinin keyfi
kullanılmasını önleyecek herhangi bir ceza tayin ölçütüne ve güvenceye de yer
verilmemiştir. Bu belirsizlik hukuk devleti ilkesinin temel esaslarından biri
olan hukuki güvenlik ilkesine açıkça aykırı olduğu gibi, hukuk devletinin tam
karşıtı olan keyfi yönetime olanak tanımaktadır. Bu nedenle Kural Anayasanın 2.
maddesine de aykırıdır.
Açıklanan nedenlerle kural Anayasanın 2. ve 13. maddelerine
aykırıdır ve iptal edilmesi gerekir.
4-) 7253 sayılı Kanun’un 4. maddesiyle değiştirilen 5651 sayılı
Kanun’un 8. maddesinin dördüncü fıkrasının birinci cümlesinde yer alan “içeriğin
çıkarılması ve/veya” ibaresinin ve onbirinci fıkrasında yer alan “ilgili
içerik, yer ve erişim sağlayıcısına” ibaresinin Anayasaya aykırılığı
7253 sayılı Kanun'un 4. maddesiyle 5651 sayılı Kanun'un 8.
maddesinde yapılan değişikliklerle madde kapsamında yer alan suçlarla ilgili
verilebilecek koruma tedbirleri ve idari tedbirlerin kapsamı genişletilmiştir.
5651 sayılı Kanun’un 8. maddesi Türk Ceza Kanunu’nda düzenlenen bazı suçlar,
5816 sayılı Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanunda yer alan suçlar ve
7258 sayılı Futbol ve Diğer Spor Müsabakalarında Bahis ve Şans Oyunları
Düzenlenmesi Hakkında Kanunda yer alan suçlar bakımından bu suçların internet
yoluyla işlenmesi halinde bazı koruma tedbirleri ve idari tedbirler
öngörmektedir. Değişiklik öncesinde bu suçlar bakımından soruşturma sırasında
hâkim ve gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Cumhuriyet savcısı, kovuşturma
aşamasında ise mahkeme tarafından erişimin engellenmesi koruma tedbiri
verilebileceği öngörülmüştür. Getirilen değişiklikle erişimin engellenmesinin
yanında içeriğin çıkarılması kararı verilmesi de öngörülmüştür.
Ayrıca maddenin dördüncü fıkrasında bazı suçlar bakımından idari
tedbir niteliğinde erişimin engellenmesi kararının verilebileceği
düzenlenmiştir. Buna göre içeriği birinci fıkrada belirtilen suçları oluşturan
yayınların içerik veya yer sağlayıcısının yurt dışında bulunması halinde veya
içerik veya yer sağlayıcısı yurt içinde bulunsa bile, içeriği birinci fıkranın
(a) bendinin (2) ve (5) ve (6) ve (7) numaralı alt bentlerinde ve (c) bendinde
yazılı suçları oluşturan yayınlara ilişkin olarak BTK başkanı tarafından re’sen
erişimin engellenmesi karar verilebilecektir. Getirilen değişiklikle BTK
başkanının yetkisi genişletilmiş ve içeriğin çıkarılması kararı verme yetkisi
de tanınmıştır. Ayrıca BTK başkanı tarafından verilen içeriğin çıkarılması
ve/veya erişimin engellenmesi kararlarının içerik, yer ve erişim sağlayıcılara
tebliğ edileceği ve yerine getirilmesinin isteneceği öngörülmüştür. Buna bağlı
olarak onbirinci fıkrada yapılan değişiklikle bu kararın gereğini yerine
getirmeyen içerik, yer ve erişim sağlayıcılara onbin TL’den yüzbin TL’ye kadar
idari para cezası verilmesi öngörülmüştür.
a) Dördüncü
fıkrada yer alan “İçeriğin çıkarılması ve/veya” ibaresi yönünden
Yapılan değişiklikler pek çok bakımdan anayasaya aykırılık
oluşturmaktadır. Öncelikle hem bir koruma tedbiri hem de idari tedbir olarak
erişime engellemenin yanı sıra içeriğin çıkarılması tedbirinin uygulanması
yetkisi getirilmiştir. Bu yetkinin başta Anayasanın 22. maddesinde güvence
altına alınan haberleşme özgürlüğü olmak üzere, Anayasanın 26. maddesinde
güvence altına alınan ifade özgürlüğü, 28. maddesinde güvence altına alınan
basın özgürlüğü ve yer ve erişim sağlayıcılar açısından Anayasanın 48. maddesinde
güvence altına alınan teşebbüs özgürlükleri olmak üzere pek çok temel hakka
müdahale teşkil ettiği açıktır.
Her ne kadar madde gerekçesinde içerik çıkarmanın erişim
engellemeye göre daha hafif bir tedbir olduğu, tüm sitenin erişime engellenmesi
yerine sadece ilgili içeriğin çıkarılması suretiyle sitenin varlığını
sürdüreceği belirtilmiş ise de bu gerekçenin doğru ve yerinde olmadığı açıktır.
Zira 5651 sayılı Kanun’un dava konusu kuralları içeren 8. maddesine 17/10/2019
tarihli ve 7188 sayılı Kanun’un 36 maddesiyle eklenen on yedinci fıkrasına göre
bu maddenin ikinci, dördüncü ve ondördüncü fıkraları kapsamında verilen
erişimin engellenmesi kararları, ihlalin gerçekleştiği yayın, kısım, bölüm ile
ilgili olarak (URL vb. şeklinde) içeriğe erişimin engellenmesi yöntemiyle
verilecektir. Ancak, teknik olarak ihlale ilişkin içeriğe erişimin engellenmesi
yapılamadığı veya ilgili içeriğe erişimin engellenmesi yoluyla ihlalin
önlenemediği durumlarda, internet sitesinin tümüne yönelik olarak erişimin
engellenmesi kararı verilebilecektir. Dolayısıyla zaten erişim engellemenin
ilgili URL ile sınırlı olarak verilmesi gerekmektedir. Bunun mümkün olmaması
halinde ancak sitenin tamamının erişime engellenmesi söz konusu olacaktır. Bu
nedenle gerekçede belirtildiği şekilde içeriğin çıkarılması temel haklara
yönelik daha hafif bir müdahale değil aksine çok daha ağır bir müdahaledir.
Anayasanın 13. maddesine göre temel hak ve özgürlüklere yönelik
müdahalelerin ölçülü olması zorunludur. Ölçülülük ilkesinin üç alt ilkesi bulunmaktadır.
Bunlar, elverişlilik, gereklilik ve orantılılıktır. Buna göre bir temel hakka
yönelik müdahalenin ölçülü olduğundan söz edebilmek için müdahale aracının
amacı gerçekleştirmeye elverişli olması, aynı amacın daha hafif bir tedbir ile
gerçekleştirilmesinin mümkün olmaması, yani amacı gerçekleştirmek için gerekli
en hafif tedbirin uygulanması ve uygulanan tedbir ile bireyin hakkına yapılan
müdahale ile kamusal yarar arasında makul bir dengenin gözetilmesi gerekir.
İdari tedbir olarak uygulanan içeriğin çıkarılması kararının
yukarıda belirtilen temel haklara ağır bir müdahale teşkil ettiği açıktır.
İçeriğin çıkarılması halinde içerik tamamen ortadan kaldırıldığından
soruşturmanın takipsizlikle ya da yargılamanın beraatla sonuçlanması halinde
içeriğin tekrar yayınlanması mümkün olmayacaktır. Kaldı ki erişimin
engellenmesi ile elde edilemeyen bir sonucun içeriğin çıkarılmasıyla elde
edilmesi de söz konusu değildir. Suç oluşturduğu ileri sürülen içeriğin erişime
engellenmesi ile istenilen kamu yararı amacı gerçekleştirildiğinden daha ağır
sonuçlar doğuran içeriğin çıkarılması tedbirine yer verilmesi gereklilik
unsuruna aykırılık oluşturduğundan ölçülü değildir.
Diğer taraftan idari tedbir olarak öngörülen içeriğin
çıkarılması tedbirine hangi hallerde başvurulabileceği konusunda dördüncü
fıkrada herhangi bir açıklık bulunmaktadır.
13. maddede öngörülen temel hak ve özgürlüklerin “kanun”la
sınırlanması ölçütüne göre bir düzenlemenin yalnızca şeklî anlamda değil maddi
anlamda da kanun şartlarını taşıması gerekir. Temel hak ve özgürlüklere ilişkin
sınırlamaların kanunla düzenlenmesi bu haklara ve özgürlüklere keyfî müdahaleyi
engelleyen ve hukuk güvenliğini sağlayan demokratik hukuk devletinin en önemli
unsurlarından biridir.
Anayasa Mahkemesinin birçok kararında belirtildiği üzere hukuk
devletinin temel ilkelerinden biri “belirlilik”tir. Bu ilkeye göre yasal
düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve
kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel
olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına imkân tanımaması
gerekir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup bireyin,
kanundan, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi
hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale
yetkisini verdiğini bilmesini zorunlu kılmaktadır. (AYM, E.2015/72, K.2016/44,
26/5/2016, § 7). Bu kapsamda “kanunla öngörülme” ölçütüne göre kanunun şekli
anlamda var olması yeterli olmayıp maddi anlamda kanunun şartlarını taşıması
gerekmektedir (AYM, Esas S. 2015/76, Karar S. 2017/153, 15.11.2017, para. 30).
Hukuk devletinin önkoşullarından olan hukuki güvenlik ve hukuki belirlilik
ilkeleri uyarınca; hukuk normlarının erişilebilir, öngörülebilir ve hukukun
üstünlüğü ilkesine uygun olması şarttır (AİHM, Ürper ve Diğerleri/Türkiye, no.
14526/07, 20.01.2010, para. 28). Zira kişilerin kanun metni ile hangi somut
eylem ve olguya hangi hukuksal yaptırımın ve sonucun bağlandığını kesin olarak
öngörmeleriyle kamu makamlarının keyfi müdahalelerinin önüne geçilebilir (AYM,
Hüsnü Şimşek Başvurusu, B.No: 2015/9734, 11.10.2018, para. 37; AYM, Youtube LLC
Corporation Service Company ve Diğerleri, B.No: 2014/4705, 29.05.2014, para.
57).
İptali istenen kural içeriğin çıkarılması ve erişimin
engellenmesi tedbirlerinden hangisinin hangi koşullarda uygulanacağına dair
hiçbir ilke ortaya koymamıştır. Hatta bu tedbirlerin ikisinin aynı anda
uygulanması mümkünmüş gibi iki tedbir arasına “ve/veya” bağlacı konulmuştur.
Bu haliyle kural öngörülemezdir ve bir kanunda bulunması gereken
öngörülebilirlik ve keyfi müdahalelere karşı güvence içerme niteliklerini
taşımadığından temel hakların kanunla sınırlandırılması ilkesini de ihlal
etmektedir.
Nitekim Anayasa Mahkemesi daha önce itiraz yoluyla önüne gelen
dördüncü fıkra hükmünü sadece itiraz eden mahkemenin önündeki uyuşmazlık
açısından uygulanma kabiliyeti olan müstehcenlik suçu açısından (birinci
fıkranın (a) bendinin (5) numaralı alt bendi) incelemiş ve kuralı anayasaya aykırı
bularak iptal etmiştir (AYM, E.2015/76, K.2017/153, 15/11/2017)
Anayasa Mahkemesinin söz konusu iptal kararında dayandığı
gerekçe fıkrada belirtilen tüm suçlar açısından aynı şekilde geçerlidir. Kaldı
ki yasa koyucu Anayasa Mahkemesinin iptal kararını dikkate almadan aynı suç
için bu sefer içeriğin çıkarılması tedbirini düzenlemiştir.
Anayasa Mahkemesi kararına göre idari tedbir olarak öngörülen
erişimin engellenmesi uygulaması Anayasanın 22. maddesinde güvence altına
alınan haberleşme özgürlüğüne ve Anayasanın 26. maddesinde güvence altına
alınan ifade özgürlüğü hakkına müdahale teşkil etmektedir.
Anayasanın 22. maddesine göre haberleşme özgürlüğüne ancak hakim
kararıyla ya da gecikmesinde sakınca bulunan hallerde yetkili merciin emriyle
müdahale edilebilir ve yetkili merciin kararının 24 saat içinde hakim onayına
sunulması gerekmektedir. Anayasa Mahkemesi, Anayasanın 22. maddesinde yer alan
güvencelerin internet üzerinden gerçekleştirilen haberleşme için de geçerli
olduğunu tespit etmiştir. (AYM, E.2015/76, K.2017/153, 15/11/2017, § 21) AİHM
de, Sözleşme’nin 10. maddesinin, internet aracılığıyla gerçekleşen iletişime de
uygulandığını vurgulamaktadır (AİHM,
Ashby Donald ve diğerleri-Fransa, başvuru No: 36769/08,
10/01/2013, §34).
Anayasa Mahkemesi öncelikle Kanun’un 8. maddesinin (4) numaralı
fıkrasında, fıkrada sayılan hâllerde erişimin engellenmesi kararının hâkim
onayına sunulmaksızın resen TİB tarafından verileceği düzenlendiği tespitinde
bulunduktan sonra bu düzenlemenin kamu yararı amacı taşıdığını belirtmiştir.
Mahkeme İnternetin haberleşme ve iletişimin yanı sıra suç işlemek veya
işlenmesini kolaylaştırmak da dâhil olmak üzere hayatın hemen her alanında
etkin olarak kullanıldığı veya kullanılabileceği gözetildiğinde telefon veya telgraf
gibi geleneksel haberleşme yöntemlerinden farklı olduğu, bu nedenle internette
yapılan her türlü yayının haberleşme hürriyeti kapsamında
değerlendirilemeyeceğini belirtmiştir. Haberleşme hürriyeti, haberleşme veya
iletişim sağlama niteliği ya da amacı taşıyan ve bu amaçla kullanılan internet
içeriğini ya da uygulamalarını güvence altına almakta olup bunun dışında kalan,
özellikle de yalnızca suç işlemeye veya suç işlenmesini kolaylaştırmaya yönelik
internet yayınları açısından bir koruma sağlamaz diyen Mahkeme, haberleşme
amacı taşımayan salt suç işlemek amacıyla kurulan internet sitelerinin
Anayasa’nın 22. maddesinde öngörülen hâkim onayı güvencesinden
yararlanamayacağını belirttikten sonra Dördüncü fıkrada yer alan düzenlemenin
içeriği suç oluşturan bazı yayınlara da yer vermekle beraber haberleşme veya
iletişim niteliği ya da amacı taşıyan ve bu amaçla kullanılan, özellikle sosyal
medya gibi kitlesel haberleşme ve iletişim aracı olan internet siteleri ya da
uygulamalarını da kapsadığı belirtmiştir. Buna göre itiraz konusu kural ise
içeriği suç oluşturan bir yayının, suç işlemek veya işlenmesini kolaylaştırmak
amacıyla faaliyette bulunmayan, kitlesel haberleşme ve iletişim sağlayan
internet sitelerinde paylaşılması durumunda da hâkim onayı gerekmeksizin
idarece resen erişimin engellenmesi kararı verilmesine olanak tanımaktadır.
Mahkemenin kararına göre, günümüzde sosyal medya olarak da ifade
edilen internet siteleri dünyadaki tüm kullanıcıların bir arada iletişime
geçebildiği ve haberleşme sağladıkları bir mecra hâline gelmiştir. Kitlesel
haberleşme aracı olarak kullanılan bu tür sitelerde içeriği suç oluşturan
yayınların paylaşılması da söz konusu olabilmektedir. Esas amacı haberleşme ve
bilgi paylaşımı olan bu sitelerde yer alan içeriği suç oluşturabilecek yayınlar
nedeniyle hâkim onayı olmaksızın sitenin tümüne yönelik olarak resen erişimin
engellenmesi kararı verilmesi Anayasa’nın 22. maddesinde, haberleşmenin kanunla
yetkili kılınmış mercii tarafından engellenmesi hâlinde engelleme kararının
yirmi dört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulacağı şeklinde açıkça ifade
edilen güvenceyle bağdaşmamaktadır (AYM, E.2015/76, K.2017/153, 15/11/2017, § 26).
Bu nedenle dördüncü fıkrada yer alan “içeriğin çıkarılması
ve/veya” ibaresi başta Anayasanın 2. ve 13. maddeleri olmak üzere 22, 26 ve 48.
maddelerine de aykırıdır.
b) Onbirinci
fıkrada yer alan “içerik, yer ve erişim sağlayıcısına” ibaresi
yönünden
Dördüncü fıkrada BTK başkanı tarafından verilen içeriğin
çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesi kararlarının içerik yer ve erişim
sağlayıcılara tebliğ edileceği ve uygulanmasının isteneceği, onbirinci fıkrada
ise bu kararı uygulamayan ilgili içerik, yer ve erişim sağlayıcısına BTK
başkanı tarafından idari para cezası verileceği öngörülmektedir. Getirilen bu
değişikliklerle yer sağlayıcı ve erişim sağlayıcıların içerikten doğan
sorumluluğu da genişletilmiştir. 5651 sayılı Kanun ile içerik sağlayıcının, internet
ortamında kullanıma sunduğu her türlü içerikten sorumlu olduğu belirtilmiş
olmakla birlikte erişim sağlayıcısı hukuka aykırı içerikten, Kanun hükümlerine
uygun olarak haberdar edilmesi halinde erişimi engellemekle yükümlü tutulmuş ve
yer sağlayıcının da buna paralel şekilde yer sağladığı içeriği kontrol etmek
veya hukuka aykırı bir faaliyetin söz konusu olup olmadığını araştırmakla
yükümlü olmadığı, yer sağladığı hukuka aykırı içeriği Kanunun 8 inci ve 9 uncu
maddelerine göre haberdar edilmesi hâlinde yayından çıkarmakla yükümlü olduğu
belirtilmiştir. Bu kapsamda yer sağlayıcı bakımından uygulanabilecek olan
tedbir erişimin engellenmesidir. Hukuka aykırı içeriğin çıkarılması esas olarak
içerik sağlayıcısının yükümlülüğü olup bu kapsamda erişim ve yer sağlayıcıların
yükümlülüğü ikincildir. Bununla birlikte yer sağlayıcının içeriği yayından
kaldırması doğrudan haberleşme hürriyeti ve ifade özgürlüğünün kısıtlanması
sonucunu doğuracağından ve içeriğin çıkarılması/erişimin engellenmesi kararları
tehlikenin önlenmesi bakımından hızlı alınıyor olsa da bu kararlara itiraz
edilmesi halinde verilen kararın hukuka uygun olup olmadığının denetlenmesine
ilişkin oldukça uzun bir yargılama süreci yaşanmaktadır. Verilen idari tedbir
niteliğindeki erişim engellenmesi veya içeriğin çıkarılması kararlarına karşı
idari yargıda dava açılacak, uygun sonuç alınamaması halinde Anayasa
Mahkemesine bireysel başvuru yapılacaktır. Bu sürecin ortalama on yıla yakın
bir süre alacağı öngörülebilir.
Öncelikle, verilecek içeriğin çıkarılması ve/veya erişimin
engellenmesi kararlarının yukarıda açıklandığı gibi temel haklara müdahale
niteliği taşıdığı ve ulusal ve uluslararası standartlara aykırı olduğu açıktır.
Bu şekilde verilen hukuka aykırı kararın uygulanması için aynı anda içerik, yer
ve erişim sağlayıcılara tebliğ edilmesi ve bu içeriklerin çıkarılmasının
isteneceği kuralına yer verilmiştir. Kural hem içerik, hem yer hem de erişim
sağlayıcıya yükümlülük yüklediğinden öngörülemez niteliktedir. İçerik, yer ve
erişim sağlayıcının farklı ülkelerde ve farklı hukuk sistemlerine tabi
olabileceği göz önüne alınmalıdır. Çıkarma yükümlülüğünün öncelikle kime ait
olduğunun ve hangi sırayla kaldırma yükümlülüğü doğduğunun kuralda açıkça
düzenlenmemiş olması yükümlülük sahibi gerçek ve tüzel kişiler bakımından
öngörülemez bir durum doğurmaktadır. Söz konusu karar içerik sağlayıcı
açısından ifade özgürlüğü (Any. M. 26), basın özgürlüğü (m.28), haberleşme
özgürlüğü (m. 22), hatta özel hayat hakkına (m.20) müdahale teşkil
edebilecektir. Bu şekilde temel haklara müdahale teşkil eden kuralın açık ve
öngörülebilir olması Anayasanın 13. maddesinde öngörülen kanunla sınırlandırma
ilkesinin ve her hakka ilişkin ilgili maddede yer alan kanunla sınırlama
ilkesinin ihlali anlamı taşıyacaktır. Aynı şekilde yer ve erişim sağlayıcı
açısından teşebbüs özgürlüğüne (m. 48) yönelik müdahalenin öngörülemezliği
anlamına gelmektedir. Aynı şekilde yükümlülük ihlali halinde idari para cezası
öngörüldüğünden Anayasanın 38. maddesinde güvence altına alınan suç ve cezaların
yasallığı ilkesi de ihlal edilecektir.
Bu içerik, yer ve erişim sağlayıcıların önemli bir kısmının yurt
dışında olduğu dikkate alınmalıdır. Zira kural zaten suç teşkil ettiği
belirtilen içeriğin içerik ve yer sağlayıcısının yurt dışında olması halinde
idari tedbir uygulanmasını öngörmektedir. Dolayısıyla içeriğin çıkarılmasına
ilişkin yükümlülük küresel olarak hizmet veren ve yurtdışında yerleşik yer
sağlayıcılar bakımından bu kişilerin tabi oldukları hukuklar bakımından
uygulanamaz niteliktedir. İçerik sağlayıcı bakımından içeriğin çıkarılmasına
ilişkin bir yükümlülük getirilebilecek olsa da yer sağlayıcılara böyle bir
yükümlülük getirilmesi uluslararası hukukta hâkim yetki ve uygulama alanı
ilkesiyle bağdaşmayacaktır.
Devletlerin kendi hakimiyet sınırlar içinde egemenlik hakkına
sahip olmalarının gereği olarak, kanunlarını bu sınırlar içinde uygulamaları
ittifakla benimsenen bir husustur. Zira her bağımsız devletin kendi yargı
yetkisinin sınırlarını oluşturma ve kendi ceza yargısının ilkelerini belirleme
yetkisini elinde bulundurduğu kabul edilmektedir. Bu bakımından, uluslararası
hukukta kabul görmüş genel ilkelere göre hareket etmekle birlikte, devletlerin
kendi ceza yargısı alanını oluşturması tabidir.
Devletin yargı yetkisi, esasen o devletin egemenlik alanı olan
ülkesinde söz konusu olabilir. Yargı yetkisinin bir diğer görünümü de devletin
cezalandırmak yetkisidir. Cezalandırmak yetkisi devlet egemenliğinin bir sonucu
olduğu için, devlet bu yetkisini de esasen kendi egemenlik alanı olan ülkesinde
kullanabilir. Türkiye Cumhuriyeti’nin cezalandırma yetkisinin yer bakımından
sınırları hakkında Anayasa’da bir hüküm yoktur. Yargı yetkisi devlet
egemenliğinin bir sonucu olduğu için, bu yönde bir hükmün herhangi bir kanunda
yer almasına da gerek yoktur. Anayasanın 9. maddesinde “yargı yetkisinin Türk
milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılacağı” ifadesi, yargı yetkisinin
yer yönünden uygulanmasını değil, kimler tarafından uygulanacağını
göstermektedir. Devlet, egemenlik ve yargı yetkisini esasen cezalandırmak
yetkisiyle gösterdiği için yargı yetkisinin yer yönünden sınırları Türk Ceza
Kanunu’nda (TCK) “Genel Hükümler” başlıklı birinci kitapta, “Kanunun Uygulama
Alanı” başlıklı ikinci kısımda, 8. ve devamı maddelerde düzenlenmiştir.
“Makul” ya da “meşru” bir bağlantı noktası olmadan bir devletin
kendi sınırlarını aşarak cezalandırma yetkisini kullanmaya kalkışması halinde
bunun başka devletlerin iç işlerine karışmama ilkesi ile çelişeceği
muhakkaktır. Öte yandan Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan ölçülülük ilkesi,
amaç ve araç arasında hakkaniyete uygun bir dengenin bulunması gereğini ifade
eder. Ölçülülük, aynı zamanda yasal önlemin sınırlama amacına ulaşmaya
elverişli olmasını, amaç ve aracın ölçülü bir oranı kapsamasını ve sınırlayıcı
önlemin demokratik toplum düzeni bakımından zorunluluk taşımasını da içeren bir
ilkedir. Hukukun genel prensibi gereği “hukuken korunması gereken amaçla”, bu
amacı gerçekleştirmek için kanunda tanımlı “hukuki himaye yönteminin yani
aracın” orantılı olması aranmalıdır. Bir başka deyişle, hakkın kullanılmasında
aşırıya kaçma riski olan, bir başkasının hak ve menfaatlerini zedeleme
tehlikesi taşıyan hukuki himaye araçlarının amaç-araç dengesi bakımından hukuka
uygun olmadığı kabul edilmektedir. Konum bazlı erişimin engellenmesi tedbirine
ek olarak erişim sağlayıcılar ve yer sağlayıcılara yüklenen ve yerine
getirilmemesi halinde idari para cezası sonucunu doğuran içeriğin çıkarılması
tedbiri “amaç-araç” dengesi bakımından Anayasa ve Türkiye'nin taraf olduğu
uluslararası sözleşmelerde tanımlı olan ifade özgürlüğü, haberleşme hürriyeti,
düşünce ve ifadeyi yayma özgürlüğü noktasında bireylere tanınan temel hak ve
özgürlüklerini ölçüsüzce sınırlandırma tehlikesini taşımanın yanı sıra Türkiye
Cumhuriyetinin egemenlik sahası dışına çıkan bir tedbir niteliğini haizdir.
Mesela ABD’de yer alan bir içerik sağlayıcı sitenin yer
sağlayıcısının Kanada’da yerleşik bir şirket olduğunu varsayalım. Söz konusu
sitede müstehcen görüntülere yer verdiği veya bahis oynatıldığı gerekçesiyle
BTK başkanı tarafından içeriğin çıkarılmasına karar verildiğinde bu kararın iki
ülkedeki yükümlülere tebliği ve içeriğin çıkarılmaması halinde de idari para
cezası verilmesi gerekmektedir ki bu oldukça absürd bir durumdur. Anayasanın 6.
maddesine göre hiçbir organ Anayasadan kaynaklanmayan bir yetki kullanamaz.
Türkiye’nin egemenlik alanıyla hiçbir ilgisi olmayan kişilere yönelik yetki
kullanılmasını öngören kural açıkça Anayasanın 6. maddesine de aykırıdır.
Açıklanan nedenlerle iptali istenen kurallar Anayasanın 2., 6.,
13., 20., 22., 26., 28., 38. ve 48. maddelerine aykırıdır, iptal edilmeleri
gerekir.
5-) 7253 sayılı Kanun’un 5. maddesiyle değiştirilen 5651 sayılı Kanun’un 9. maddesinin
birinci fıkrasında yer alan “içeriğin çıkarılmasını ve/veya erişimin engellenmesini”
ibaresinin, üçüncü fıkrasında yer alan “içeriğin çıkarılmasına ve/veya erişimin
engellenmesine” ibaresinin, beşinci fıkrasında yer alan “içeriğin çıkarılması
ve/veya erişimin engellenmesi” ibaresinin, sekizinci fıkrasının, dokuzuncu
fıkrasında yer alan “içeriğin çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesi”
ibaresinin, eklenen onuncu fıkrasının ve onbirinci fıkrasında yer alan “içerik,
yer ve erişim sağlayıcıların sorumluları” ibaresinin Anayasaya aykırılığı
a) Birinci,
üçüncü, besinci ve dokuzuncu fıkralarda yer alan ibareler yönünden
5651 sayılı Kanun’un 9. maddesinde internet ortamında yayınlanan
içerikler dolayısıyla kişilik haklarının ihlal edildiğini ileri süren kişilerin
içerik ve/veya yer sağlayıcıya başvurarak içeriğin çıkarılmasını talep
edebileceği ya da doğrudan sulh ceza hakimliğine başvurarak erişimin
engellenmesine karar verilmesini isteyebileceği düzenlenmiştir. 7253 sayılı
Kanunla yapılan değişiklikle erişimin engellenmesinin yanı sıra ya da onun
yerine içeriğin çıkarılmasını talep etme yetkisi tanınmıştır.
Öngörülen bu müdahale pek çok yönden Anayasaya aykırıdır.
Öncelikle maddede öngörülen müdahalenin hukuki niteliği belli değildir. Hukuk
sistematiği içinde herhangi bir yere oturmamaktadır. Zira öngörülen içerik
çıkarma ve erişime engelleme uygulamaları koruma tedbiri olarak
nitelendirilemez, çünkü ortada herhangi bir suç ve ceza soruşturması olmadığı
gibi talep eden de savcılık değil, hakkının ihlal edildiğini ileri süren gerçek
ve tüzel kişilerdir.
Bu uygulamalar bir önleyici idari tedbir olarak da nitelendirilemez,
çünkü korunun kamusal bir menfaat olmadığı gibi kararı veren de idari bir merci
değildir. Sulh ceza hakimliklerinin idari kolluk yetkisi kullanma yetkisi
bulunmadığı da izahtan varestedir.
Dolayısıyla hukuk sistematiğine uymayan bu kurumun kendine özgü
bir hak arama yolu olduğu söylenebilecektir. Türk hukuk sistematiğinde özel
kişiler tarafından hakkının ihlal edildiğini ileri süren kişilerin bu haklarını
elde edebilmek için hukuk mahkemelerinde dava açmaları ve bu dava kapsamında
tedbir talebinde bulunmaları mümkündür. Bazı istisnai hallerde idareden de
hakka yönelik tecavüzün giderilmesi istenebilir. Ancak hukuk sistemimizde özel
bir hakkın korunması için sulh ceza hakimliğinden talepte bulunulabilen başka
bir hukuk yolu bulunmamaktadır.
Hukuk sistematiğine tamamen aykırı olan bu kurum Anayasanın pek
çok maddesine de aykırıdır.
Anayasanın 26. maddesinde güvence altına alınan ifade özgürlüğü,
Anayasanın 13. maddesinde yer alan temel ve hak özgürlükleri sınırlama rejimine
tabidir. Anayasa Mahkemesi, 5651 sayılı Kanunun 8. maddesi kapsamında yapmış
olduğu somut norm denetiminde temel hak ve özgürlüklere yönelik her müdahalede
Anayasanın 13. maddesi ile düzenlenen ölçütlerin aranacağını belirtmiştir. Bu
kapsamda “kanunla öngörülme” ölçütüne göre kanunun şekli anlamda var olması
yeterli olmayıp maddi anlamda kanunun şartlarını taşıması gerekmektedir (AYM,
Esas S. 2015/76, Karar S. 2017/153, 15.11.2017, para. 30). Hukuk devletinin
önkoşullarından olan hukuki güvenlik ve hukuki belirlilik ilkeleri uyarınca;
hukuk normlarının erişilebilir, öngörülebilir ve hukukun üstünlüğü ilkesine
uygun olması şarttır (Ürper ve Diğerleri/Türkiye, no. 14526/07, 20.01.2010,
para. 28). Zira kişilerin kanun metni ile hangi somut eylem ve olguya hangi
hukuksal yaptırımın ve sonucun bağlandığını kesin olarak öngörmeleriyle kamu
makamlarının keyfi müdahalelerinin önüne geçilebilir (Hüsnü Şimşek Başvurusu,
B.No: 2015/9734, 11.10.2018, para. 37; Youtube LLC Corporation Service Company
ve Diğerleri, B.No: 2014/4705, 29.05.2014, para. 57).Bu ilkeler kapsamında
değerlendirildiğinde, 5651 sayılı Kanunun 9. maddesinde öngörülen içeriğin
çıkarılması ve erişimin engellenmesi uygulaması belirlilik ilkesine aykırıdır.
Öncelikle, kişilik hakları kavramının içeriği belirli değildir.
Hangi kişilik haklarının bu kapsamda olduğu konusunda açıklık bulunmamaktadır.
Mesela, Türk hukukunda özel hayatın gizliliği hakkı kişilik hakları arasında
kabul edilmektedir ancak 5651 sayılı Kanunun 9/A maddesinde bu hakkın korunması
ayrıca düzenlenmiştir. Dolayısıyla somut olarak hangi hakların 9. madde
kapsamına girdiği konusunda açıklık bulunmamaktadır.
Oysa ifade özgürlüğüne getirilen sınırlamalar dar yorumlanır
(AİHM, Pentikäinen-Finlandiya, başvuru no: 11882/10, 20/10/2015, §87). Belirsiz
kapsamı sebebiyle uygulamada geniş şekilde yorumlanma ihtimali olan bir ibare
aracılığıyla, demokratik toplum açısından yaşamsal önem taşıyan ifade
özgürlüğünü sınırlamak mümkün olmamak gerekir.
İkinci olarak, 9. maddenin koruması kapsamına tüzel kişiler ve
kurumlar da dahil edilmiştir. Tüzel kişilerin, özellikle de kamu tüzel
kişilerinin kişilik haklarından yararlanıp yararlanmayacağı ya da hangi
haklardan ne şekilde ve hangi ölçüde yararlanacağı konusunda da bir açıklık
bulunmamaktadır. Uygulamada kamu tüzel kişileri sadece haberde adı geçtiği
gerekçesiyle erişim engelleme talep edebilmekte ve bu talepler kabul
edilmektedir.
Üçüncü olarak, yukarıda belirtildiği gibi 9. maddede öngörülen
içeriğin çıkarılması ve erişimin engellenmesi tedbirlerinin hukuki niteliği
konusunda bir açıklık bulunmamaktadır. Bunun adli ya da idari bir yaptırım mı
yoksa geçici nitelikte bir tedbir kararı mı olduğu açık değildir. Uygulamada
bağımsız bir yaptırım gibi işlev görmekte ve erişime engellenen bir içerik
ilelebet engelli kalmaktadır.
Dördüncü olarak, erişime engelleme kararının verilmesine ve
uygulanmasına ilişkin olarak öngörülen sistem keyfi müdahalelere karşı yeterli
güvence içermemekte, içerik sahibinin sürece dahil olmasına olanak
tanınmamaktadır. Talep içerik veya yer sağlayıcıya tebliğ edilmeden doğrudan
sulh ceza hâkimi tarafından duruşma yapmaksızın ve yirmi dört saat içinde
karara bağlanmaktadır.
Hâkim tarafından verilen karar Erişim Sağlayıcıları Birliğine
gönderilmekte ve bu karar Birlik tarafından ilgili içerik ve yer sağlayıcılar
ile erişim sağlayıcıya gönderilmekte ve kararın gereğinin derhâl, en geç dört
saat içinde yerine getirilmesi gerekmektedir. Görüldüğü gibi içerik veya yer
sağlayıcı süreçte hiçbir şekilde yer almadan, talepten haberi bile olmadan
kararı uygulamak zorunda kalmaktadır. Uygulamaması halinde ise adli para cezası
ile karşı karşıya kalacaktır.
Bu kararlara karşı CMK uyarınca itiraz edilebileceği düzenlenmiş
ise de itiraz etmeden önce kararın gereğini yerine getirmek zorunlu
tutulmuştur. Kaldı ki itiraz kapalı devre çalışan sulh ceza hakimliklerine
yapılmak zorundadır. Bu kararları verme ve bu kararlara karşı itirazları
inceleme yetkisi de zaten ağır bir iş yükü altında olan ve yaratılan kapalı
devre sistemi dolayısıyla tarafsızlığı ve bağımsızlığı konusunda kuşkular
bulunan sulh ceza hakimliklerine verilmiştir. Bu hakimlikler çoğu talep
konusunda ifade özgürlüğünün korunmasına ilişkin anayasal standartlar ve AİHM
içtihadını dikkate almadan, içerikler konusunda tikel değerlendirme yapmadan
şablon kararlar vermektedir.
Daha vahim bir durum ise talebin ilk sulh ceza hakimliği
tarafından reddedilmesi üzerine itiraz mercii tarafından içeriğin çıkarılması
veya erişimin engellenmesi kararı verilmesi halidir. Bu durumda kararın kesin
olarak verildiği belirtilerek yapılan itirazlar doğrudan reddedilmektedir.
Bütün bunlar 9. maddede öngörülen düzenlemenin içeriğinin
belirsiz ve öngörülemez olduğunu, keyfi müdahalelere karşı yeterli güvenceler
içermediğini göstermektedir. AİHM erişim engellemelerine ilişkin yakın tarihli
Rusya aleyhine verdiği dört kararda erişime engelleme tedbirinin uygulanmasında
içerik sahiplerine sürece dahil olma ve kendi argümanlarını ileri sürme imkânı
verilmemesini yasanın keyfi müdahalelere karşı yeterli güvence içermemesi
olarak nitelendirmiştir (OOO Flavus ve Diğerleri/Rusya, nos. 12468/15, 23489/15
ve 19074/16, 23.06.2020, para. 40; Engels/Rusya, no. 61919/16, 23.06.2020; ve
Bulgakov/Rusya, no. 20159/15, 23.06.2020, para. 35; Kharitonov/Rusya, no.
10795/14, 23.06.2020, para.43). İptal davası konusu ihtilaflı kural da,
AİHM’nin ifade özgürlüğünü ihlal sebebi olarak tespit ettiği bu sakatlıkla
maluldür.
Ayrıca yukarıda 8. maddeye ilişkin yapılan açıklamalarda
değinildiği gibi ne zaman içeriğin çıkarılmasına karar verileceği, ne zaman ise
erişimin engelleneceği konusunda da herhangi bir açıklık bulunmamaktadır. Bu
belirsizlik öngörülemezliğe ve keyfiliğe neden olduğu gibi aynı zamanda ölçüsüz
müdahalelere de olanak tanımaktadır.
Yasanın yürürlüğe girdiği günden bu yana sulh ceza hakimlikleri
tedbirlerden hangisine karar verdiklerini bile belirtmeden yasada yazıldığı
şekilde “içeriğin çıkarılmasına ve/veya erişimin engellenmesine” karar
vermektedirler. Oysa erişime engelleme ile içeriğin çıkarılması tamamen farklı
tedbirler olup doğurduğu sonuçlar da farklıdır. Mesela 9. maddenin yedinci
fıkrasına göre içeriğin çıkarılması halinde hâkim kararı kendiliğinden hükümsüz
hale gelmektedir. Bu durumda içeriğin çıkarılmasına ilişkin hâkim kararı
uygulandığında kendiliğinden hükümsüz hale geldiğine göre itiraz edilebilecek
bir karar da bulunmamaktadır. Oysa maddeye eklenen sekizinci fıkraya göre
kararın bildirilmesi üzerine içerik, yer ve erişim sağlayıcılar, kararın
gereğini derhal en geç dört saat içinde yerine getirmek zorundadırlar.
Kendi içinde bu derece tutarsız ve temel haklara yönelik keyfi
müdahalelere olanak tanıyan kural uygulamada tam bir sansür mekanizmasına
dönüşmüştür. 2015-2017 yılları arasında Türkiye genelinde sulh ceza hakimlikleri
tarafından Erişim Sağlayıcıları Birliğine 9. madde kapsamında yaklaşık 45.000
civarında erişimin engellenmesi kararı bildirilmiş ve bu kararlarla yaklaşık
98.000 içerik (URL) erişime engellenmiştir.
Anayasa Mahkemesi, Ali Kıdık (B. No: 2014/5552, 26/10/2017)
kararında 5651 sayılı Kanunun 9. maddesinde öngörülen erişimin engellenmesi
kararlarının ciddi bir sorun yarattığını tespit ederek, söz konusu ihlalleri
azaltmak amacıyla bazı ilkeler belirlemiştir. Mahkeme bu içtihadını sonraki
kararlarında tutarlı olarak uygulamıştır (bazıları için bkz. IPS İletişim Vakfı
Başvurusu, 2015/14758, 30.10.2018; Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık
A.Ş. Başvurusu, 2015/6313, 13.09.2018; Miyase İlknur ve Diğerleri Başvurusu,
2015/15242, 18.07.2018; Kemal Gözler Başvurusu, 2014/5232, 19.04.2018; IPS
İletişim Vakfı Başvurusu (2), B. No: 2015/15873, 07.03.2019; Özgen Acar ve
diğerleri, B. No: 2015/15241, 31/10/2018; Aykut Küçükkaya, B. No: 2014/15916,
9/1/2020; Kemal Gözler (2), B. No: 2015/5612, 10/12/2019; Enver Kaya (2), B.
No: 2015/13180, 11/9/2019; Kemalettin Bulamacı, B. No: 2016/14830, 4/7/2019;
Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen), B. No: 2015/11131, 4/7/2019;
Medya Gündem Dijital Yayıncılık Ticaret A.Ş. (2), B. No: 2014/14965, 16/2/2017;
Medya Gündem Dijital Yayıncılık Ticaret A.Ş. (3), B. No: 2015/16499, 3/7/2019; Barış Yarkadaş, B.
No: 2015/4821, 17/4/2019). Bu şekilde 9. maddeye dayanarak verilen erişim
engellemelerine ilişkin yapılan başvurularda AYM tarafından bugüne kadar 15’ten
fazla ihlal kararı verilmiştir. Görüldüğü gibi Anayasa Mahkemesi bu maddenin
uygulanmasına ilişkin olarak pek çok ihlal kararı vermiştir. Bugüne kadar
Mahkeme sadece tek bir başvuruda kabul edilemezlik kararı vermiştir (Naif
Şaşma, B. No: 2015/3782, 9/1/2019). Bu da madde kapsamındaki sulh ceza
hakimliklerinin uygulamalarının sistematik olarak Anayasaya aykırı olduğunu
göstermektedir. Ancak ifade özgürlüklerine hukuka aykırı bir şekilde müdahale
edilen kişiler ancak Anayasa Mahkemesinin ihlal kararıyla müdahalenin hukuka
aykırılığını tespit ettirebilmektedirler ki bu süre beş yıla kadar
uzayabilmektedir. AYM’nin bu kadar çok ihlal kararı vermesi bile maddenin keyfi
müdahalelere karşı yeterli güvence içermediğinin göstergesidir.
Öncelikle belirtmek gerekir ki; Anayasanın 13. maddesine göre
temel hak ve özgürlükler ancak kanunla sınırlanabileceğinden kanun metninin
yukarıda belirlenen belirlilik ve öngörülebilirlik niteliklerine sahip olması
gerekir. Yasa metninde yer almayan açıklığın yargı kararlarıyla sağlanması
Anayasaya göre mümkün değildir. Diğer taraftan Ali Kıdık ve devamında verilen
kararlarla Anayasa Mahkemesinin yukarıda sözü edilen yapısal sorunları
giderdiğini söylemek de mümkün değildir.
İlk olarak, Anayasa Mahkemesi, erişime engellemenin cezai ya da
idari bir yaptırım değil, geçici tedbir niteliği taşıdığını belirtmiştir. Ancak
Mahkemenin bu tespitinin yukarıda belirtilen belirsizliği ortadan kaldırdığını
söylemek mümkün değildir. Zira bu tespiti hayata geçirecek mekanizmalar yasada
bulunmamaktadır. Erişim engellemenin geçici tedbir niteliğinde olabilmesi için
bu karardan sonra mutlaka bir hukuk davası ya da ceza soruşturmasının açılması
ve içeriğe ilişkin esastan bir karar verilmesi gerekir. Oysa mevcut düzenleme
ve uygulamada böyle bir zorunluluk bulunmamaktadır. Verilen erişime engelleme
kararları kesin hüküm olarak değerlendirilmekte ve ilelebet yürürlükte
kalmaktadır.
Yukarıda belirtildiği gibi 9. maddede öngörülen müdahaleler
kendine özgü (sui generis) bir hak arama yolu niteliği taşımaktadır.
İkinci olarak, Anayasa Mahkemesinin Ali Kıdık ve devamı
kararlarında kişilik hakları kavramının içeriği ve tüzel kişilerin bu haklardan
hangilerinden ve ne ölçüde yararlanacağı konusunda herhangi bir tartışma
yapılmamış ve bu konularda açıklık sağlanmamıştır.
Üçüncü olarak, 5651 sayılı Kanunun 9. maddesinde yer alan
erişimin engellenmesi tedbiri keyfi müdahalelere karşı hiçbir güvence
içermemektedir. Erişimin engellenmesi talebi konusunda sulh ceza
hakimliklerinin 24 saat içinde karar vermesi gerekmektedir ve bu sürece içerik
sahiplerinin katılımı mümkün değildir. Bu kapsamda içerik sahipleri kararın
verilmesi aşamasında iddia ve savunmalarını ileri süremedikleri gibi sonrasında
da itirazları hiçbir şekilde dikkate alınmamaktadır. Dolayısıyla yüz binlerce
içerik, sahiplerinin haberi dahi olmaksızın saatler içerisinde, çelişmeli bir
yargılama yapılmaksızın verilmiş kararlarla sonsuza kadar erişime engellenmekte
ya da içerik çıkarılmaktadır.
Anayasa Mahkemesi Ali Kıdık kararında erişime engelleme
kararının alınmasında usuli güvencelere uyulmadığını özellikle belirterek yasa
metnindeki belirsizlikten doğan hak kayıplarının önüne geçebilmek için ilk
bakışta (Prima Facie) ihlal ilkesini benimsemiştir. Ancak ilk bakışta ihlal ilkesinin
uygulamada hiçbir düzeltici etkisi olmamıştır, söz konusu kararın
yayınlanmasının üzerinden üç yıla yakın bir süre geçmiş olmasına rağmen
neredeyse hiçbir kararda referans bile verilmemiştir. Bunun tesadüf eseri
olmadığı, sulh ceza hakimliklerinin yapısal olarak bu ilkeleri uygulama
olanağının olmadığı belirtilmelidir. Nitekim, 2019 yılı içinde sulh ceza
hakimlikleri tarafından verilen 6200 karardan sadece 22 tanesinde Ali Kıdık
ilkeleri uygulanmıştır (Yaman Akdeniz ve Ozan Güven, Engelli Web 2019 Raporu,
s. 38 (https://ifade.org.tr/reports/EngelliWeb_2019.pdf).
Sonuç olarak, 5651 sayılı Kanunun 9. maddesinde yer alan
içeriğin çıkarılması ve erişimin engellenmesi uygulamaları öngörülebilirlik
koşulunu taşımaması ve ifade ve basın özgürlüklerine yönelik keyfi müdahalelere
karşı güvence içermemesi dolayısıyla kanun niteliğinde olmaması ve bu kanun kapsamında
Anayasa Mahkemesi tarafından belirtilen Prima Facie testinin hakimlikler
tarafından uygulanmaması sistematik hak ihlallerine neden olmaktadır. Bu
bakımdan sistematik hak ihlaline neden olan iptali istenen kurallar, Anayasanın
13, 26, 28. maddelerine aykırıdır.
b) Sekizinci
fıkra yönünden
7253 sayılı Kanun'un 5. maddesiyle 5651 sayılı Kanun'un 9.
maddesinin sekizinci fıkrasında değişiklik yapılmadan önce ilgili fıkrada “Birlik
tarafından erişim sağlayıcıya gönderilen içeriğe erişimin engellenmesi kararının
gereği derhâl, en geç dört saat içinde erişim sağlayıcı tarafından yerine
getirilir.” hükmü yer alırken, yapılan değişiklikle fıkra “Birlik tarafından
ilgili içerik ve yer sağlayıcılar ile erişim sağlayıcıya gönderilen içeriğin
çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesi kararının gereği derhâl, en geç dört
saat içinde ilgili içerik ve yer sağlayıcılar ile erişim sağlayıcı tarafından
yerine getirilir.” halini almıştır. Görüldüğü gibi yapılan değişiklikle Erişim
Sağlayıcıları Birliği’ne hakimlik kararlarını içerik, yer ve erişim
sağlayıcılara bildirme yükümlülüğü getirilmiştir. Bu görev ve yetki Birliğin
hukuki statüsüne uygun olmadığı gibi kanunda düzenlenen diğer görev ve
yetkileriyle de bağdaşmamaktadır.
İlgili maddede ifade olunan Birlik, 5651 sayılı Kanunda 6 Şubat
2014 tarih ve 6518 sayılı Kanun’un 90. maddesi ile düzenlenen Kanunun 8 inci
maddesi kapsamı dışındaki erişimin engellenmesi kararlarının uygulanmasını
sağlamak üzere kurulmuş olan Erişim Sağlayıcıları Birliği’dir (“ESB”). ESB, 19
Mayıs 2014 tarihinde faaliyete başlamıştır. Birliğin asıl görevi, Kanun'un 8.
maddesi kapsamında olan katalog suçlara ilişkin koruma ve idari tedbir
dışındaki erişimin engellenmesi kararlarının uygulanmasını sağlamaktır. Birlik,
5809 sayılı Elektronik Haberleşme Kanunu kapsamında yetkilendirilen tüm
internet servis sağlayıcıları ile internet erişim hizmeti veren diğer
işletmecilerin katılmasıyla oluşan ve bunlar arasındaki koordinasyonu sağlayan
bir kuruluştur. Birliğe üye olmayan erişim sağlayıcılar faaliyette bulunamazlar.
Bu özelliklere bakıldığında, ESB dernek veya vakıf statüsünde değildir (AYM,
E.2014/87, K.2015/112, 08/12/2015, § 83) ESB, erişim sağlayıcıları ile
bağlantıyı sağlamakta ve erişimin engellenmesi ile ilgili kararları erişim
sağlayıcılara iletmekle görevli bulunmaktadır (AYM, E.2014/87, K.2015/112,
08/12/2015, § 85).
Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devletinin temel
ilkelerinden biri “belirlilik”tir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem
kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer
vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması, ayrıca kamu
otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi gerekir.
Belirlilik ilkesi, bireylerin hukuksal güvenliğinin sağlanması bakımından da önem
arz etmektedir. Kanun koyucunun ESB'yi, içeriğin yayından çıkartılması ve
içeriğe erişimin engellenmesi kararlarının infaz edilememezlik ve muhatap
belirsizliği gibi sorunların ortadan kaldırılması ve işin teknik özelliğinden
dolayı bu görevi yapabilecek başka bir kurumun bulunmamasını da gözeterek,
erişimin engellenmesi kararlarının bir an önce yerine getirilmesini sağlamak
amacıyla kurduğu anlaşılmaktadır (AYM, E.2014/87, K.2015/112, 08/12/2015, §
89). Bu şekilde düzenlemeler yapılması ise anayasal sınırlar içinde kanun
koyucunun takdir yetkisi kapsamındadır. Öte yandan Birliğin üyeleri olan erişim
sağlayıcılara bildirimde bulunması Kanun’da düzenlenmiş olmakla birlikte
Birliğin içerik ve yer sağlayıcılara yönelik bir bildirim yükümlülüğü
bulunmamaktadır. Nitekim Birliğin erişim sağlayıcılara bildirimde bulunmasının
gerekçesi, Kanun kapsamında Birliğe yapılan tebligatın erişim sağlayıcılara
yapılmış sayılması ve Birliğe üye olmayan internet servis sağlayıcılarının
faaliyette bulunamamalarıdır (5651 sayılı Kanun m. 6/A-(7), (10)). Özel hukuk
tüzel kişiliğini haiz olan Birliğin iletişim sahası Birlik üyesi olan erişim
sağlayıcıları ile sınırlıdır.
Özel hukuk tüzel kişisi olan Birliğin kendisi ile hiçbir ilgisi
olmayan içerik ve yer sağlayıcılara hakimlikler tarafından verilen kararları
bildirme yükümlülüğü getirilmiştir. İçerik ve yer sağlayıcılar da bu
bildirimden itibaren en geç dört saat içinde kararın gereğini yerine getirmek
zorundadır. Yasada bu bildirimin nasıl yapılacağı belirtilmediği gibi Tebligat
Kanunu’nda öngörülen usullere uyma zorunluluğu da öngörülmemiştir.
Öncelikle Birliğin kuruluş amacı erişimin engellenmesi
kararlarının uygulanmasıdır ki bunu Birlik kendisi gerçekleştirecektir.
Dolayısıyla erişimin engellenmesi kararlarının yer ve içerik sağlayıcılara
bildiriminin Birliğin yükümlülüğü olarak düzenlenmesinin bir mantığı olmadığı
gibi, bu bildirim halinde içerik ve yer sağlayıcıların yapabileceği bir şey de
yoktur. Ancak itiraz haklarını kullanabilirler. Ayrıca bu bildirimin içerik,
yer ve erişim sağlayıcılara nasıl ve hangi sırayla yapılacağı, içeriğin çıkarılması
yükümlülüğünün hangi sırayla uygulanacağı belli olmadan aynı anda her üç kişiye
birden bildirim yapılması ve içeriğin kaldırılmaması halinde hangisine idari
para cezası verileceği konusunda da bir açıklık bulunmamaktadır. Bu belirsizlik
kişilerin yükümlülükleri hakkında öngörülemezliğe neden olduğu gibi dört saat
içinde kararın uygulanmaması halinde adli para cezası verilmesi öngörüldüğünden
suçların ve cezaların kanuniliği ilkesine de aykırılık söz konusudur. Bu
nedenle kural Anayasanın 2. maddesinde güvence altına alınan hukuk devleti
ilkesine ve 38. maddesinde güvence altına alınan suçların ve cezaların
kanuniliği ilkesine aykırıdır.
Öte yandan yargı kararlarının bildirilmesi de yargılamanın bir
parçası olup yukarıda tebligata ilişkin düzenlemeler doğrudan hak arama
hürriyetine ilişkindir. Bu kapsamda yargı kararlarının ESB aracılığı ile
bildirilmesi Anayasanın 9. maddesinde güvence altına yargı yetkisinin, Türk
Milleti adına bağımsız ve tarafsız mahkemelerce kullanılacağı ilkesine aykırıdır.
Özel hukuk kişisi olan ESB mahkeme kararlarının bildirilmesine ilişkin olarak
yetkilendirilemez.
Anayasa'nın “Hak arama hürriyeti” başlıklı 36. maddesinin
birinci fıkrasında, “Herkes, meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle
yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil
yargılanma hakkına sahiptir.” denilerek yargı organlarına davacı ve davalı
olarak başvurabilme ve bunun doğal sonucu olarak da iddia, savunma ve adil
yargılanma hakkı güvence altına alınmıştır. Anayasa'nın 125. maddesinde ise “İdarenin
her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır...” denilmektedir. Her
iki maddeyle güvence altına alınan dava yoluyla hak arama özgürlüğü, kendisi
bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde diğer temel hak ve özgürlüklerden
gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını sağlayan en etkili
güvencelerden biridir. Kişilere yargı mercileri önünde dava hakkı tanınması
adil bir yargılamanın ön koşulunu oluşturur. Bu nedenle içerik ve yer
sağlayıcılara bir özel hukuk kişisi olan ESB tarafından idare veyahut mahkeme
kararının bildirilmesi karşısında Anayasa ile güvence altına alınmış hak ve
hürriyetlerin ihlal edildiğini iddia eden gerçek veya tüzel kişilere yetkili
makama başvurma imkanının sağlanmasını isteme hakkının tanınmaması ve yine
benzer durumlarda ilgili gerçek veya tüzel kişilere hangi kanun yolları ve
mercilere başvuracağının ve sürelerinin gösterilmemesi ve mahkemelere ait olan
yargı yetkisinin özel hukuk kişisi olan ESB’ye devredilmesi Anayasa'nın 2., 9.,
36., 38., 40. ve 125. maddelerine aykırıdır.
c) Onuncu
fıkra yönünden
7253 sayılı Kanun'un 5. maddesiyle 5651 sayılı Kanun'un 9.
maddesine eklenen onuncu fıkrasında İnternet ortamında yapılan yayın içeriği
nedeniyle kişilik hakları ihlal edilenlerin talep etmesi durumunda hâkim
tarafından, başvuranın adının bu madde kapsamındaki karara konu internet
adresleri ile ilişkilendirilmemesine karar verilebileceği ve kararda, Birlik
tarafından hangi arama motorlarına bildirim yapılacağının gösterileceği
öngörülmüştür.
Maddenin gerekçesinde kişilik haklarının daha etkin korunması
amacıyla kişilik haklarını ihlal eden içeriklerle hakları ihlal edilen
kişilerin adının ilişkilendirilmemesine olanak sağlama amacıyla düzenleme
yapıldığı belirtilmiş ve gerek Adalet Komisyonu gerekse TBMM Genel Kurulu’nun
kanun tasarısı metni üzerinde gerçekleştirdiği görüşmeler sırasında sıklıkla “Unutulma
Hakkı’na” atıfta bulunulmuştur.
2012 yılının başlarında Avrupa Komisyonu’nun adalet, temel
haklar ve vatandaşlıktan sorumlu üyesi Viviane Reding tarafından yapılan
açıklama ile gündeme gelen unutulma hakkı, özel hayatın gizliliği ve kişisel
verilerin korunması hususunda dikkat çeken “yeni” bir hak olarak tartışılmış ve
kişisel verilerin korunması kapsamında ele alınarak günümüzde çeşitli hukuki
metinlerde kendisine yer bulmuştur. Bu alanda unutulma hakkı, kişisel verilerin
silinmesini talep hakkı ve listelenmeme hakkı özelindeki ayrımlara dikkat
çekmek gerekmektedir.
Anayasa Mahkemesi unutulma hakkını Anayasanın 17. maddesinde
güvence altına alınan kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme
hakkı, 20. maddesinde güvence altına alınan özel hayatın gizliliğinin korunması
hakkı ve 5. maddede devlete yüklenen ödevlerin bir uzantısı olarak tanımıştır.
Anayasa Mahkemesi şu değerlendirmede bulunmuştur: “Unutulma hakkı Anayasa'mızda
açıkça düzenlenmemiş olmakla birlikte Anayasa'nın ”Devletin temel amaç ve
ödevleri” başlığı altında düzenlenen 5. maddesinde ”insanın maddi ve manevi
varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmak” ifadesi ile
devlete pozitif bir yükümlülük yüklenmiştir. Bu yükümlülük bağlamında
Anayasa'nın 17.maddesinde düzenlenen kişinin manevi bütünlüğü bağlamında şeref
ve itibarının korunması hakkı ve Anayasa'nın 20. maddesinin üçüncü fıkrasında
güvence altına alınan kişisel verilerin korunmasını isteme hakkı ile birlikte
düşünüldüğünde, devletin bireye geçmişte yaşadıklarının başkaları tarafından
öğrenilmesi engellenerek “yeni bir sayfa açma” olanağı verme hususunda bir
sorumluluğu olduğu açıktır. Özellikle kişisel verilerin korunması hakkı
kapsamında kişisel verilerin silinmesini talep edebilme hakkı, kişilerin
geçmişlerinde yaşadıkları olumsuzlukların unutulmasına imkân tanımayı
kapsamaktadır. Dolayısıyla Anayasa'da açıkça düzenlenmeyen unutulma hakkı,
internet vasıtasıyla ulaşılması kolay olan ve dijital hafızada bulunan
haberlere erişimin engellenmesi için Anayasa'nın 5., 17. ve 20. maddelerinin
doğal bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer taraftan unutulma hakkının
kabul edilmemesi, internet vasıtasıyla kolayca ulaşılabilir ve uzun süre
muhafaza edilebilir kişisel veriler nedeniyle başkaları tarafından kişiler
hakkında ön yargı oluşturabilmesi nedeniyle manevi varlığının geliştirilmesi
için gerekli onurlu bir yaşam sürdürmesine ve manevi bağımsızlığına müdahaleyi
sürekli kılmaktadır” (N.B.B., B. No: 2013/5653, 3/3/2016, § 47).
Ancak Mahkemeye göre unutulma hakkı ifade ve basın özgürlüğü
kapsamında olan haber arşivini koruma hakkı ile dengeli bir şekilde
kullanılmalıdır. Mahkeme şu değerlendirmede bulunmuştur: “Bununla birlikte
Mahkeme; unutulma hakkının İnternet üzerindeki her türlü haber veya yazı
yönünden uygulanmasını beklemenin mümkün olmadığını, özellikle basın özgürlüğü
temelinde gazete arşivinin araştırmacılar, hukukçular veya tarihçiler için önem
taşıyan veriler olduğunu belirtmiştir. Unutulma hakkı, İnternet ortamında haber
arşivini koruma altına alan basın özgürlüğünün ve halkın haber ve fikirlere
ulaşma özgürlüğünün özüne dokunmayacak ve aynı zamanda hak sahibinin
çıkarlarını koruyacak şekilde kullanılmalıdır. Mahkeme, İnternet ortamındaki
bir haber veya yazının unutulma hakkı kapsamında İnternet'ten çıkarılabilmesi
için yayının içeriği, yayında kaldığı süre, güncelliğini yitirme, tarihsel bir
veri olarak kabul edilememe, kamu yararına katkısı (toplumsal açıdan haberin
değeri, haberin geleceğe ışık tutan niteliği), haber veya yazıya konu kişinin
siyasetçi veya ünlü olup olmadığı, haber veya yazının konusu, bu bağlamda haber
ya da yazının olgusal gerçekler veya değer yargısı içerip içermediği, halkın
ilgili veriye yönelik ilgisi gibi hususların somut olay açısından incelenmesi
gerekliliğini ortaya koymuştur (N.B.B., § 50).” (Asım Bayar ve Veysel Bayar, B.
No: 2014/4141, 4/10/2017, § 24)
Nitekim Mahkeme bu hususları dikkate alarak Asım Bayar ve Veysel
Bayar başvurusunda başvurucuların siyasi kimliği, haberin kamu yararını
ilgilendiren bir konuya ilişkin olması ve haberin yayınlandığı tarih ile
bireysel başvuru arasında geçen sürenin yedi yıl bir ay olması gibi hususları
dikkate alarak yerel mahkemelerin talep edilen habere erişimin engellenmesi
kararı vermemesini Anayasaya aykırı bulmamış ve başvurucunun başvurusunun
açıkça dayanaktan yoksun bularak kabul edilemezlik kararı vermiştir (Asım Bayar
ve Veysel Bayar, B. No: 2014/4141, 4/10/2017; benzer yönde bkz. N.B.B. (2) [GK], B. No: 2014/17143, 1/3/2017; C.K.
[GK], B. No: 2014/19685, 15/3/2018; A.A., B. No: 2014/7244, 12/9/2018).
İptali istenen kuralda Anayasa Mahkemesi tarafından belirlenen koşullardan
hiçbirine yer verilmediği gibi bu kuralın basın üzerinde bir sansür mekanizması
olarak kullanılmasını önleyecek hiçbir güvenceye de yer verilmemiştir. Yukarıda
etraflı bir şekilde açıklandığı gibi 5651 sayılı Kanun’un 9. maddesi uygulamada
tam bir sansür mekanizması olarak çalışmıştır. Bu maddeye dayanarak 2015-2017
yılları arasında yaklaşık 98.000 içerik erişime engellenmiştir. Bu içerikler
arasında basında yer alan haberler önemli bir oran teşkil etmektedir. Yine
yukarıda belirtildiği gibi Anayasa Mahkemesi tarafından bugüne kadar 9. maddenin
uygulamasıyla ilgili onlarca ihlal kararı verilmiştir. Anayasa Mahkemesi bu
maddenin çok istisnai hallerde ancak ilk bakışta ihlalin gözüktüğü durumlarda
uygulanması gerektiği yönünde Ali Kıdık (Ali Kıdık Başvurusu, B. No: 2014/5552,
26.10.2017) ilke kararını vermiştir. Bu kararında ortaya koyduğu ilkeleri en az
15 kararda daha tekrarlamıştır.
Ancak bu kararın yayınlanmasında iki yıl sonra 2019 yılında Türkiye çapında
5651 sayılı Kanunun 9. maddesine dayanarak erişimin engellenmesi taleplerine
ilişkin 6200 karar verilmiş, bu kararlardan yalnızca yirmi ikisinde “ilk
bakışta ihlal” değerlendirme yapılmıştır. Ali Kıdık kararına atıf sayısı ise
69’dur. (Yaman Akdeniz ve Ozan Güven, Engelli Web 2019 Raporu, s. 38 (https://ifade.org.tr/reports/EngelliWeb_2019.pdf).
Bütün bu veriler iptali istenen kuralın da uygulamada iktidara ve kamu gücü
kullananlara yönelik her türlü eleştiri ve bunların hoşuna gitmeyen her türlü
haberin sansürlenmesi ve ortadan kaldırılması için kullanılacağını
göstermektedir. Nitekim kuralın yürürlüğe girmesinden itibaren iktidarın hoşuna
gitmeyen bütün haberlerin ya içeriğin çıkarılması ya da erişimin engellenmesi
suretiyle kamuoyunun erişiminden kaldırıldığını göstermektedir.
İptali istenen kural, George Orwell’ın 1984 romanında yer alan
konjonktüre göre gerçeklerin her gün yeniden yazılmasından sorumlu hakikat
bakanlığının işlevini görmeye adaydır.
Yukarıda belirtildiği gibi unutulma hakkı, kişisel verilerin
silinmesini isteme hakkından farklıdır. Avrupa Birliği’nde kişisel verilerin
korunması alanında yürürlükte bulunan Avrupa Birliği Kişisel Verilerin
Korunması Tüzüğü (“Tüzük”) kapsamında belirli hallerde ilgili kişinin kişisel
verilerinin silinmesini talep edebileceği düzenlenmiştir. Bu haller, söz konusu
verilerin toplanma veya işleme amaçları ile ilgili olarak artık gerekli
olmaması, ilgili kişinin rızasını/açık rızasını geri alması, ilgili kişinin
Tüzüğün 21/1 maddesi uyarınca itiraz hakkını kullanması ve veri sorumlusunun
baskın meşru menfaatini ispatlayamaması, kişisel verilerin hukuka aykırı olarak
işlenmiş olması, birlik ya da üye devlet hukuku uyarınca silinmesinin
gerekmesidir. Bu düzenleme ile paralel olarak 6698 sayılı Kişisel Verilerin
Korunması Kanunu (KVKK) kapsamında da ilgili kişi Kanun’da öngörülen şartlar
çerçevesinde ayrıca kişisel verilerinin silinmesi ya da yok edilmesini isteme
hakkına sahiptir. KVKK’nun 7. maddesi hükmü Tüzük’te yer alan halleri
kapsayıcıdır (itiraz hakkı ve meşru menfaate ilişkin hususlar hariç). 7. maddede
verilerin işlemesini gerektiren sebeplerin ortadan kalkması da silme nedeni
olarak öngörülmüştür. Bu maddenin uygulamasının nasıl yapılacağı ise Kişisel
Verilerin Silinmesi, Yok Edilmesi veya Anonim Hale Getirilmesi Hakkında
Yönetmelik ile somutlaştırılmıştır.
KVKK’dan farklı olarak Tüzük kapsamında unutulma hakkı
kapsamında değerlendirilebilecek olan ilgili kişinin taleplerinin üçüncü
kişilere de iletilmesi Tüzüğün 17(2) maddesi kapsamında özel olarak
düzenlenmiştir. Ancak bu mutlak bir yükümlülük olmayıp, mevcut teknoloji
ışığında bu yükümlülüğün yerine getirilmesinde veri sorumlusunun makul çabası
beklenmektedir. Hükmün uygulanabilmesi için silme talebinin iletildiği veri
sorumlusunun verileri kamuya açık hale getirmiş olması gerekmektedir. Bu
sebeple ilgili hüküm Tüzük m. 19’dan ayrılır. Veri sorumlusu özellikle internet
aracılığı ile verileri kamuya açık hale getirmiş olması sebebi ile silinmesi
talep edilen verileri işleyen geniş çerçevede bir veri sorumlusu dairesine de
bu talebi iletmekle yükümlü kılınmıştır. Ancak bu yükümlülüğün çerçevesi mevcut
teknolojik imkanlar ve ekonomik gerekçelerle sınırlandırılabilir niteliktedir.
Silme hakkı ve unutulma hakkı bakımından getirilen diğer sınırlamalar ise bilgi
alma ve ifade özgürlüğü, kamu yararı ya da bir otorite tarafından yapılan bir
yetkilendirme dahilinde veri sorumlusunun hukuki yükümlülüğünün yerine
getirilmesi, kamu sağlığı, Tüzük m. 89/1 uyarınca bilimsel, tarihsel
araştırmalar ile istatistiksel amaçlarla verilerin işleniyor olması ve yasal
iddialara ilişkin bir hakkın tesisi, korunması ve savunulması için gerekli
olmasıdır.
Unutulma hakkının silme hakkından farkı özellikle internet
çağında kişisel verilerin büyük bir hızla paylaşılarak pek çok kişinin
erişimine açılması ve ilgili kişinin bunu takipteki çabasının karşılıksız
kalabilecek olmasıdır. Türk hukukunda Anayasa Mahkemesinin yukarıda belirtilen
N.B.B kararı (B. No. 2013/5653 T. 3.3.2016) ve Yargıtay içtihatları (HGK. E.
2014/56 K. 2015/1679 T. 17.6.2015; 19. CD., E. 2016/15510 K. 2017/5325 T. 5.6.2017)
ışığında gelişen uygulama bu hakkın Tüzük kapsamında öngörülen istisnalarını
içeren bir dengeleme testi sunmaktadır. Her ne kadar kişisel verilerin ancak
kanunla veya kişinin açık rızası ile işlenebileceği belirtilmiş ise de
Anayasa'da tanımlanan ifade ve basın özgürlükleri kapsamında yapılan bir
haberin anılan sınırların istisnası olacağı açıktır. Bu bağlamda temel mesele
bireyin geçmişte haber yapılmış ve gerçeğe aykırılığı ileri sürülmemiş
davranışlarının artık hatırlanmasının engellenmesidir. Zira ifade ve basın
özgürlüğü kapsamında İnternet ortamına yüklenen haber ve fikirler çoğu kez
kişisel verilerin de kullanılmasını ve işlenmesini beraberinde getirir. Başka
bir ifade ile İnternet ortamındaki ilgili haber arşivlerindeki kişisel verilere
veya habere erişimin engellenerek kişilerin yaptıklarının unutulmasının
sağlanmasıdır (N.B.B. [GK], B. No: 2013/5653, 3/3/2016, § 43). Nitekim Anayasa
Mahkemesi internetin yaygın kullanımı ve basının İnternet'i etkin olarak
kullanmasıyla beraber ifade ve basın özgürlükleri ile şeref ve itibarın
korunması arasındaki dengenin ilkinin lehine bozulduğunu ifade ettiği kararında
ifade ve basın özgürlüğü ile şeref ve itibarın korunması hakkının, eşit düzeyde
koruma gerektiren temel hak ve özgürlükler olduğunu ifade etmiştir (N.B.B.
[GK], B. No: 2013/5653, 3/3/2016, § 46). Bu nedenle bozulan dengenin her iki
temel hak arasında tekrar kurulması zorunludur. İnternet haberciliği ile
birlikte unutulmanın zor olduğu günümüzde anılan dengenin tekrar kurulabilmesi
şeref ve itibar yönünden bireylerin unutulma hakkının kabul edilmesi ile mümkün
olabileceği, bağlamda unutulma hakkının adil dengenin kurulması için
vazgeçilmez kabul edilebileceği kararda Avrupa birliği Adalet Divanı Kararına
(Avrupa Birliği Adalet Divanı, Google Spain SL, Google Inc/İspanya Kişisel
Verilerin Korunması Kurumu, Mario Costeja Gonzales, C-131/12, 13/5/2014) da
atıf yapmak suretiyle belirtilmiştir.
Ancak yukarıda belirtildiği gibi unutulma hakkı ifade ve basın
özgürlüğü hakkı ile hassas bir şekilde dengelenmesi gereken bir haktır.
Demokratik bir sistemde, kamu gücünü elinde bulunduranların yetkilerini hukuki
sınırlar içinde kullanmalarını sağlamak açısından basın ve kamuoyu denetimi en
az idari ve yargısal denetim kadar etkili bir rol oynamakta ve önem taşımaktadır.
Halk adına kamunun gözcülüğü işlevini gören basının işlevini yerine
getirebilmesi özgür olmasına bağlı olduğundan basın özgürlüğü, herkes için
geçerli ve yaşamsal bir özgürlüktür. (bkz. AYM, E.1997/19, K.1997/66, K.T.
23/10/1997), (benzer yöndeki AİHM kararları için bkz. Lingens/Avusturya, B. No:
9815/82, 8/7/1986, § 41; Özgür Radyo-Ses Radyo Televizyon Yapım ve Tanıtım
A.Ş/Türkiye, B. No: 64178/00, 64179/00, 64181/00, 64183/00, 64184/00, 30/3/2006
§ 78)
İnternet, modern demokrasilerde başta ifade özgürlüğü olmak
üzere temel hak ve özgürlüklerin kullanılması bakımından önemli bir değere
sahip bulunmaktadır. Sosyal medya, medya içeriğini oluşturmak, yayınlamak ve
yorumlamak şeklinde bireysel katılıma imkan veren şeffaf ve karşılıklı iletişim
kurulan bir platform şeklindeki medya kanalıdır. İnternetin sağladığı sosyal
medya zemini kişilerin bilgi ve düşüncelerini açıklama, karşılıklı paylaşma ve
yaymaları için vazgeçilmez niteliktedir. Bu nedenle sadece düşünceyi
açıklamanın değil, aynı zamanda bilginin elde edilmesi açısından günümüzde en
etkili ve yaygın yöntemlerden biri haline gelen sosyal medya araçları konusunda
yapılacak düzenleme ve uygulamalarda devletin ve idari makamların çok hassas
davranmaları gerektiği açıktır.
İfade özgürlüğü konusunda devletin pozitif ve negatif
yükümlülükleri bulunmaktadır. Kamu makamları negatif yükümlülük kapsamında
Anayasa’nın 13. ve 26. maddeleri kapsamında zorunlu olmadıkça ifadenin
açıklanmasını ve yayılmasını yasaklamamalı ve yaptırımlara tabi tutmamalı;
pozitif yükümlülük kapsamında ise ifade özgürlüğünün gerçek ve etkili korunması
için gereken tedbirleri almalıdır (Benzer yöndeki AİHM görüşü için bkz. Özgür
Gündem/Türkiye, B. No: 23144/93, 16/3/2000, § 43). Bu denge kurulurken
Anayasa’nın 13. ve 26. maddeleri kapsamında kanunen öngörülen sınırlı
sebeplerle ve meşru amaçlarla, demokratik toplum düzeninin gerekleri
gözetilerek, sınırlama amacı ile aracı arasında ölçülü bir dengenin gözetilmesi
ve hakkın özüne dokunulmaması gereklidir (B. No: 2013/2602, 23/1/2014, § 56).
Anayasa Mahkemesi, müdahalenin demokratik bir toplumda gerekli olup olmadığını,
müdahalede bulunulurken hakkın özüne dokunulup dokunulmadığını, ölçülü
davranılıp davranılmadığını her olayın kendine has özelliklerine göre takdir
edecektir (B. No: 2013/2602, 23/1/2014, § 61).
Nitekim bu dengeleme testini içerecek şekilde Kişisel Verileri
Koruma Kurumu 17.07.2020 tarihinde Kişilerin Ad ve Soyadı ile Arama Motorları
Üzerinden Yapılan Aramalarda Çıkan Sonuçların İndeksten Çıkarılmasına Yönelik
Talepler Hakkında Kamuoyu Duyurusu yayınlamış ve bu yöndeki şikayetlerin
değerlendirilmesi sürecinde öncelikli olarak dikkate alınacak kriterleri
belirlemiştir.
Yukarıda belirtildiği gibi Anayasa mahkemesi tarafından
belirlenen ilkelerden hiç birine yer vermeyen, herhangi bir denge testi
içermeyen ve keyfi bir şekilde siyasal iktidarın hoşuna gitmeyen her türlü
haberin silinmesini ve “gerçeğin” yeniden ve tek yanlı olarak tanımlanmasına
olanak sağlamak üzere düzenlendiği anlaşılan 5651 sayılı Kanun’un 9. maddesine eklenen
onuncu fıkra ilişkilendirilmemeye dayanak teşkil edecek kriterlerin ortaya
koyulmamış olması sebebi ile Anayasa'nın 2., 13., 26., 27., 28., ve 40.
maddelerine aykırıdır.
Açıklanan nedenlerle iptali istenen kurallar Anayasanın 2., 9., 13.,
26., 27., 28., 36., 38., 40. ve 125. maddelerine aykırıdır, iptal edilmeleri
gerekir.
6-) 7253 Sayılı Kanun’un 6. maddesiyle 5651 sayılı Kanuna
eklenen Ek 4. maddesinin Anayasaya aykırılığı
Madde ile sosyal ağ sağlayıcıların Türkiye’de temsilci
atamaları, Mahkemeler BTK veya ESB tarafından yapılacak bildirimlerin bu
temsilciye yapılması ve sosyal ağ saylayıcılar için öngörülen yükümlülüklerin
bu temsilciler üzerinden yürütülmesi düzenlenmektedir. Ayrıca sosyal medya
platformlarına kişiler tarafından yapılacak başvuruları inceleme yükümlülüğü
getirilmiş ve sosyal medya platformlarının Türkiye’den bağlanan
kullanıcılarının verilerini Türkiye’de tutma zorunluluğu öngörülmüştür. Diğer
taraftan bu yükümlülüklere uymayan sosyal ağ sağlayıcılara uygulanacak yaptırımlar
düzenlenmiştir. Bu maddede temel olarak sosyal medyanın kontrol altına
alınmasının amaçlandığı görülmektedir.
Yukarıda incelendiği gibi Kanunun 1. maddesiyle yer sağlayıcılar
içinde özel bir kategori olarak sosyal ağ sağlayıcılar tanımlanmış ve sosyal ağ
sağlayıcılar için bu maddede öngörülen spesifik yükümlülükler öngörülmüştür.
Avrupa Birliği’nde yer sağlayıcılara ilişkin olarak birlik
seviyesinde ilk düzenleme bilgi toplumu hizmetlerine ilişkin olarak 2000/31/EC
sayılı Elektronik Ticarete İlişkin Yönerge (“E-Ticaret Yönergesi”) ile
yapılmıştır. E-Ticaret Yönergesi uyarınca üye devletler iç hukuklarında hukuka
aykırı içerik ve zarar verici içeriğe ilişkin olarak düzenleme yapma yetkisine
sahip olmalarına rağmen uzun bir süre bu alanda katı düzenlemeler yapmaktan
kaçınmışlardır. Üye devletlerin çoğu, çeşitli kriterler olmasına rağmen resmi
bildirim prosedürleri oluşturmamış, hukuka aykırı içeriklerin kaldırılmasına
ilişkin yaklaşımı mahkeme kararlarına ya da akademinin konuyu yorumlamasına
bırakmıştır. Bu konuda öngörülen mekanizmalar, çevrimiçi platformlar ile
müzakere edilerek öncelikle gönüllülük esasına göre oluşturulmuştur.
Konuya ilişkin kamuoyunda nefret söylemi kanunu olarak bilinen
ve pek çok eleştiriye maruz kalan, içerik yönetimine ilişkin ilk düzenleme
Sosyal Ağ Kanunu (“NetzDG”) Almanya’da 2017 yılı sonunda kabul edilmiştir. Düzenleme kabul edilmeden önce uzun
bir süre tartışılmıştır. Önce 2015 yılında bir çalışma grubu oluşturulmuş ve
konusu suç olan içeriklerin yönetimi ve bu konuda nasıl mücadele edilmesi
gerektiği iki seneden uzun bir süre boyunca bu çalışma grubunda
değerlendirilmiştir. Tartışmanın odak noktası hukuka aykırı içeriklere ilişkin
olarak benimsenecek politikanın ifade özgürlüğü, haberleşme özgürlüğü, özel
hayatın gizliliği ve kişisel verilerin korunması gibi temel hak ve özgürlüklere
etkisi ile bu etkinin nasıl dengelenmesi gerektiği olmuştur. NetzDG, tasarı
döneminden itibaren, uzmanlar tarafından sıklıkla sansür ve ifade özgürlüğünü
engelleyen Almanya Anayasasına ve AB hukukuna aykırı bir düzenleme olarak
değerlendirilmiştir. Bu kanun kapsamında ceza kanununda özel hayatın gizliliği,
hakaret, nefret söylemi veya politik aşırılık gibi suçlara atıfla bu gibi
içeriklere hukuka aykırı içeriklere ilişkin süreçlerin işletmesi
düzenlenmiştir. Ancak bu hükümlerin uygulanmasında kamuya mal olmuş kişilere
yönelik eleştiri ve ifade özgürlüğü kapsamındaki değerlendirmeler muaf
tutulmuştur. Bununla birlikte NetzDG’ye ilişkin olarak 18 Haziran 2020
tarihinde sosyal medya şirketlerinin hukuka aykırı içerikleri Almanya Federal
Adli Polisine bildirmelerine ilişkin bir ek düzenleme kabul edilmiştir.
Alman Ağ Uygulama Kanununun amacının sosyal medyada suç teşkil
eden içeriklerle özellikle de nefret söylemi ile mücadele etmek olduğu ifade
edilmiştir. Kanun, Ceza Kanununda yer alan 22 kategori suç oluşturan hukuka
aykırı içeriğin sosyal ağlardan çıkarılmasını düzenlemektedir. Ancak bu içerik
çıkarma işlemi tamamen sosyal ağ sağlayıcıların yetkisine bırakılmıştır.
Kanun Almanya’da 2.000.000’dan fazla kullanıcısı olan Twitter,
Facebook ve Google/YouTube gibi sosyal medya platformlarının hukuka aykırı
içerikler yönünden bir şikâyet sistemi kurmasını öngörmektedir. Platformlar
aldıkları şikayetleri belli süreler içinde sonuçlandırma yükümlülüğü altına
sokulmuştur. Bir şikâyet aldıklarında, platformlar içeriğin yasa dışı olup
olmadığını değerlendirmelidir. İçerik “açıkça kanuna aykırı” ise, platformlar
24 saat içinde şikâyet edilen içerikleri kaldırmalıdır. Diğer yasa dışı olduğu
düşünülen içerikler 7 gün içinde kaldırılmalıdır. Kanuna aykırı içeriği
kaldırmayan platformlar 50 milyon Avroya kadar para cezasına
çarptırılabilirler.
NetzDG ayrıca şeffaflığı sağlamak üzere platformların rapor
sunmasını öngörmektedir. Bir platform yılda 100’den fazla şikâyet alırsa, altı
ayda bir içerik denetleme uygulamalarını detaylandıran geniş kapsamlı rapor
hazırlaması ve yayınlaması gerekmektedir. Yasa, ne tür bilgilerin bu raporlara
dahil edilmesi gerektiğini ayrıntılarıyla açıklamaktadır.
Alman Kanununda şikayetlerin incelenmesi için etraflı bir usul
öngörülmüştür ve sosyal medya platformlarının her talebi kabul etme yükümlülüğü
yoktur. Hukuka aykırı içerik şikayetlerini inceleme ve değerlendirme bakımından
platformlara geniş yetkiler tanınmıştır. Şikâyet konusu içeriğin hukuka
aykırılığı konusunda tereddüt oluştuğu durumlarda bağımsız kurumlara başvurma
imkânı tanınmıştır. Bu kurumların kararlarını platform kabul edecektir.
Platformların kararlarını gerekçeli olarak verme ve ilgililere bu gerekçeli
kararı tebliğ etme yükümlülüğü de getirilmiştir.
Tebligatları almak üzere Almanya’da bir temsilci atama
yükümlülüğü getirilmiştir.
İdari otoritenin hukuka aykırı içeriğin çıkarılmadığı ya da
erişime engellenmediği gerekçesiyle idari ceza verebilmesi için içeriğin hukuka
aykırı olduğuna dair bir yargısal karar alma zorunluluğu getirilmiştir. Bu
mahkeme idari para cezasını inceleyecek olan mahkeme olacaktır. Almanya’da
talep karşısında platformun kararı niye yerine getirmediğini savunması imkânı,
bir başka deyişle silahların eşitliği hakkı tanınmıştır.
Alman NetzDG uygulamasında, platformlara kullanıcıların
kimliğini açıklama yükümlülüğü, hukuka aykırı içerik dolayısıyla açılan hukuk
davası kapsamında getirilmiştir ve bu bilginin açıklanmasına ancak mahkeme
karar verebilir.
Alman Kanununda kullanıcı bilgilerini Almanya’da tutma
yükümlülüğü getirilmemiştir.
Alman Ağ Uygulama Yasası Tartışmalıdır ve İfade Özgürlüğünü
Kısıtlamaktadır
Ağ Uygulama Yasası Almanya’da geniş çaplı tartışmalara neden
olmuştur. İfade özgürlüğü açısından getirilen en önemli eleştirilerden biri
kanunun öngördüğü usulün hukuka uygun olan çok fazla içeriğin kaldırılmasına
neden olacağıdır. Sosyal ağ platformları her şikâyeti ayrıntılı olarak
değerlendirmek için gerekli uzmanlığa veya zamana sahip olmadıklarından olası
bir ceza ile karşılaşmamak için hukuka uygun içeriği de kaldırma eğiliminde
olacağı ileri sürülmüş ve bunun sonucunda “aşırı kaldırma” etkisi ortaya
çıkmıştır. Dahası, bu sistem altında aslında yargı tarafından alınması gereken
kararlar sosyal medya platformlarına, dolayısıyla özel şirketlere devredilmiş
olacak ve yargı fonksiyonu ve icrası özelleştirilmiş olacaktır. Kaldı ki bir
içeriğin hukuka uygunluğunu değerlendirebilmek için ülkenin dili ve hukukuna
hâkim olmak ve şikâyetin niteliğine göre karmaşık inceleme ve analizler yapmak
gerektiğinden şikayetlerin incelenme maliyeti de bu platform operatörleri
bakımından artacaktır. Öngörülen kısa karar süreleri ve ağır para cezaları göz
önüne alındığında, platformların, şikâyet edilen içeriğin gerçek niteliğine
bakmaksızın şikayetlere uyma yönünde hareket edeceği, bunun da hukuka uygun
içeriklerin çıkarılmasına neden olacağı ileri sürülmüştür.[7]
Ayrıca Alman NetzDG kanunu, içerik sahiplerinin haklarını
koruyucu usul öngörmediği, içerik sahiplerine herhangi bir bildirim yükümlülüğü
öngörmediği gerekçesiyle de eleştiri konusu olmuştur. Dahası, Almanya’da
kanunun anayasaya ve Avrupa hukukuna aykırı olduğuna yönelik ciddi eleştiriler
bulunmaktadır ve kanun aleyhine Anayasa Mahkemesine dört farklı başvuru
yapılmıştır.[8]
Anayasaya aykırılık savları ifade özgürlüğünün ve kanun önünde eşitlik
ilkesinin ihlal edildiği iddiasına dayanmaktadır. Avrupa hukukuna aykırılık
tezleri ise hizmetlerin serbest dolaşımı ilkesinin ihlal edildiği argümanına
dayanmaktadır.
Benzer şekilde, yakın zamanda Fransa’da yapılan düzenleme 2018
yılında oldukça kapsamlı ve detaylı hazırlanan Avia Raporu’na dayanmaktadır.
İlk olarak 20 Mart 2019’da yasa tasarısı olarak meclise sunulmuş ve neredeyse
bir yıllık bir görüş ve değerlendirme süreci gerçekleştirilmiştir. Bu
çalışmalar sonucunda tasarı ancak Mayıs 2020’de meclis tarafından
onaylanmıştır. Söz konusu yasaya Avrupa Komisyonu, diğer üye devletler ve
Fransız halkı tepki göstermiştir. İfade özgürlüğü ve platformlara getirmiş
olduğu yükümlülükler bakımından yoğun bir şekilde kamuoyunda eleştirilen
düzenlemenin katı hükümleri Fransa Anayasa Konseyi tarafından iptal edilmiştir.
Fransız Anayasa Konseyi 18 Haziran 2020 tarihinde (Karar no.
2020/801 DC, https://www.conseil-constitutionnel.fr/decision/2020/2020801DC.htm)
sosyal medyada yer alan hukuka aykırı içeriklerin 24 saat içinde çıkarılmasını
ve çıkarılmaması halinde ağır idari para cezaları (250.000 Avro) verilmesini
öngören nefret söylemi yasasınının çoğu düzenlemesini (Avia Kanunu olarak
bilinen ve 13 Mayıs 2020 tarihinde Ulusal Mecliste kabul edilen Kanunu http://www.assemblee-nationale.fr/dyn/15/textes/l15t0388_texte-adopte-seance#B2298414350
) anayasaya aykırı bulmuştur. Ulusal Meclis tarafından kabul edilen kanun 2004
tarihli Dijital Ekonomi Kanunu’nun 6. maddesinde değişiklikler öngörüyor ve
Fransa’dan günlük 2 milyonun üzerinde kullanıcısı olan sosyal medya şirketleri
ve arama motorlarının bir içeriğin açıkça hukuka aykırı olduğunun (Fransız ceza
yasalarında suç olarak düzenlenen nefret söylemi, cinsel şiddet, savaş suçları,
insanlığa karşı suçlar, kölelik vb gibi suçları öven ve teşvik eden içerikler)
kullanıcılar tarafından bildirilmesi halinde 24 saat içinde içeriğin
çıkarmasını öngörüyordu. Bu nitelikteki içeriklerin 24 saat içinde
çıkarılmaması halinde kişiler hakkında 250.000 Avro, şirketler için ise Fransız
Ceza Kanunu m.131-38 uyarınca 1.250.000 Avro’ya kadar çıkabilecek adli para
cezası verilmesini öngörüyordu. Ayrıca şirketler için Ulusal Düzenleyici Kurum
tarafından, öngörülen çeşitli idari yükümlülüklere aykırılık halinde, 20 milyon
Avro ya da şirketin yıllık gelirlerinin %4’üne kadar idari para cezası
verilmesini de öngörüyordu.
Yasada hukuka aykırı içerik teriminin suç teşkil eden ölüm
tehdidi, ayrımcılık, soykırım inkârı gibi geniş anlamda nefret söylemi içeren
ifadeler için kullanıldığı belirtilmiştir. Anayasa Konseyi belirtilen bu
listenin neyin hukuka uygun ya da aykırı olduğunu belirlemeyi zorlaştırdığı,
çok kısa sürede karar verme zorunluluğu nedeniyle bir içeriğin hukuka aykırı
olup olmadığını inceleyecek uzmanlardan yardım alma olanağı olmadığını ve
öngörülen ağır cezalar dikkate alındığında bunun sosyal medya şirketlerinin
kolay sansür yolunu seçmesine neden olacağını belirterek yasanın ifade
özgürlüğü ve haberleşme özgürlüğü haklarına aykırı olduğuna karar vermiştir. (https://www.lawfareblog.com/whats-going-frances-online-hate-speech-law)
Karşılaşılan hukuki meselelerin benzerliği sebebiyle, Fransız
Anayasa Konseyi’nin kararındaki temel argümantasyonu burada detaylı olarak
göstermekte fayda vardır. İhtilaflı Kanun’un 1. maddesinin ilk fıkrası; idari
otoritenin, sunuculardan ve internet üzerindeki iletişim servislerinin
editörlerinden, terör içerikli ya da çocuk pornografisi içeren içeriklerin
kaldırılmasını isteyebileceğini ve 24 saat içinde içeriğin kaldırılmaması
halinde, ilgili içeriklerin adreslerini, hemen erişimi engellemeleri için
internet servis sağlayıcılarına bildirmelerini öngören 2004-575 sayılı Kanun
m.6-1’i değiştirmektedir. Buna göre; editörlerin ve sunucuların ilgili
içerikleri kaldırmak için sahip oldukları süre 24 saatten bir saate indirilmiş;
bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halindeyse, bir yıl hapis ve 250.000 avro
para cezası öngörülmüştür.
Konsey, Anayasa’nın 34. maddesi uyarınca, yasa koyucunun,
serbest iletişim hakkının ve konuşma, yazma ve basma özgürlüğünün icrasına
ilişkin olarak kural koyabileceğini belirtmiştir. Yine, yasa koyucunun, ifade
ve iletişim özgürlüğünün, kamu düzenine ve üçüncü kişilerin haklarına zarar
veren kötüye kullanımına mani olacak düzenlemeler getirebileceğini ifade
etmiştir. Buna karşın, ifade ve iletişim özgürlüğünün, icrasının demokrasinin
ve diğer haklara saygının bir güvencesi olması ölçüsünde değerli olduğunu
belirtmiştir. Bu özgürlüğe getirilecek sınırlamalar, izlenen amaç bakımından
gerekli, uygun ve ölçülü olmalıdır.
Söz konusu içeriklerin hukuka aykırı niteliklerinin
belirlenmesi, bu niteliğin “açık” oluşuna dayanmamaktadır. Bu niteliğin
değerlendirilmesi, yalnızca idareye tevdi edilmiş durumdadır. Ayrıca, kaldırma
istemine karşı başvuru yapılması, yürütmenin durdurulmasını sağlamamaktadır ve
editöre veya sunucuya içeriğin kaldırılması veya ulaşılamaz hale getirilmesi
için bırakılan bir saatlik süre, kaldırmadan önce bir hakim kararı almaya
olanak tanımamaktadır. Nihayet; söz konusu isteği karşılamayan sunucu veya
editör, bir yıl hapis ve 250.000 avro para cezasına çarptırılabilmektedir.
İhtilaflı m.1-1; yasa koyucunun, ifade ve iletişim özgürlüğüne
uygun, gerekli ve ölçülü olmayan bir müdahalede bulunmuş olması sebebiyle,
Anayasa’ya aykırıdır.
Konsey, bu Anayasa’ya aykırılık tespitinin doğrudan sonucu
olarak, Kanun’un önüne getirilen başka bazı düzenlemelerinin de Anayasa’ya
aykırılığını tespit etmiştir.
Bunun yanında, Kanun’un 1. maddesinin yukarıda değinilen ikinci
fıkrası, 2004-575 sayılı Kanun’un 6. maddesine bir ikinci fıkra eklemektedir.
Bu düzenleme, bazı internet platformu operatörlerine, cezai müeyyide tehdidi
altında, nefret ya da cinsellikle ilgili hukuka aykırı bazı içeriklerin 24 saat
içerisinde kaldırılması ya da erişilemez hale getirilmesi yükümlülüğünü getirmektedir.
Söz konusu düzenleme uyarınca; ilgili kararnamede tanımlanmış bazı internet
platformu operatörleri, kendilerine belirli suçları oluşturan içeriklerle
ilgili olarak yapılan bildirimler üzerine, ilgili içeriklerin söz konusu
suçlara ilişkin özellikleri açık şekilde taşıması halinde, söz konusu
içerikleri kaldırmak ya da erişilmez hale getirmek yükümlülüğündedir. Konsey,
yasa koyucunun bu yönde bir düzenleme yaparak, kamu düzenini ağır şekilde bozan
eylemlerin icrasını engellemeyi ve böyle eylemleri öven sözlerin yayılmasına
mani olmayı istediğini saptamıştır.
Buna karşın;
Kaldırma yükümlülüğü, herhangi bir kişinin, kimliğini, içeriğin
bulunduğu yeri ve açık şekilde hukuka aykırılığın yasal dayanağını bildirmesi
halinde doğmaktadır. Bu yükümlülük, ne bir hakimin müdahalesine ne de başka bir
koşula bağlıdır.
İnternet platformu operatörleri, yalnızca açık şekilde hukuka
aykırı içerikleri kaldırma yükümlülüğüne sahiptir. Ancak, kaldırmayı gerektiren
içeriklerle ilgili olarak yasa koyucu çok sayıda suçu listelemiştir. Öte
yandan, kaldırmanın gerekli olup olmadığına ilişkin inceleme, bildirimde ifade
edilen hukuki gerekçeyle sınırlı da olmamak gerekmektedir. Bu durumda,
operatörün, bildirilen içeriği, kaldırmayı gerektiren bütün suçlar açısından
incelemesi gerekmektedir.
İçeriğin açıkça hukuka aykırılığının tespitinin
değerlendirilmesinin zorluğu ve vuku bulabilecek bildirimlerin çokluğu, 24
saatlik sürenin son derece kısa olduğunu göstermektedir.
Her ne kadar yasa koyucu; suç kastının, bildirilen içeriğin
orantılı ve gerekli incelemesinin yokluğundan çıkarılabileceğine ilişkin bir
kayıt koymuşsa da, bu norm, kapsamı belirlenebilir şekilde yazılmamıştır.
Ayrıca, örneğin bildirim sayısının çokluğunun dikkate alınması gibi, cezai
sorumluluğu kaldıran başka herhangi bir hüküm getirilmemiştir.
Son olarak, ilgili yükümlülüğün yerine getirilmemesinin cezası,
250.000 avro para cezasıdır. Üstelik, her kaldırma yükümlülüğü ihlali için ayrı
bir ceza öngörülmüştür.
Konsey; açık hukuka aykırılığın öngörülen sürede
değerlendirilmesinin güçlüğünün, ilk ihlalde cezanın öngörülmesinin ve cezai
sorumluluğu ortadan kaldıran özel hükümlerin bulunmamasının; operatörleri,
açıkça hukuka aykırı olsunlar ya da olmasınlar, kendilerine bildirilen
içerikleri kaldırmaya teşvik edebileceğini ifade etmiştir. Bu durum ise; ifade
ve iletişim özgürlüğünün icrasına gerekli, uygun ve ölçülü olmayan bir müdahale
oluşturmaktadır ve Anayasa’ya aykırıdır.
Konsey, bu Anayasa’ya aykırılık tespitinin doğrudan sonucu
olarak, Kanun’un önüne getirilen başka bazı düzenlemelerinin de Anayasa’ya
aykırılığını tespit etmiştir.
İfade ve haberleşme özgürlüğü bakımından gerek Avrupa
Parlamentosu gerekse akademi tarafından yoğun eleştirilere konu olan bu
düzenlemeler karşısında AB birlik seviyesinde hukuka aykırı içerik ve çevrimiçi
platformların sorumluluğu bakımından bir düzenleme yapmanın önemine eğilerek bu
konuda adımlar atmaya başlamıştır. 29 Ocak 2020 tarihinde açıklanan Avrupa
Komisyonu’nun 2020 çalışma programında bulunan “Dijital çağa uygun bir Avrupa”
önceliği uyarınca Digital Service Act üzerinde çalışılacağı belirtilmiştir. Bu
kapsamda eş zamanlı olarak AB seviyesinde E-Ticaret Yönergesi’nin
güncellenmesini de içeren Digital Service Act kapsamında içerik yönetimine
ilişkin düzenlemelere yönelik çalışmalar devam etmektedir.
İçerik yönetimine ilişkin düzenlemelerde kurulması gereken
menfaat dengesinin önemini Avrupa’da yaşanan bu mevzuat gelişmeleri ortaya
koymaktadır. Bu gelişmeler internete erişim, ifade özgürlüğü, haberleşme
özgürlüğü gibi temel hak ve özgürlükleri sınırlayıcı etkisi yoğun olan bir
düzenlemenin etki analizi yapılmaksızın hızla kabulü sonrasında çeşitli
sorunların doğabileceğinin somut örnekleridir.
Birleşmiş Milletler, İfade Özgürlüğü Özel Raportörü David Kaye
2017 yılında özel şirketlere içerik çıkarma yükümlülüğü getirilmesine ilişkin
bir görüş yayınlamıştır.
Bu görüşünde Özel Raportör, özel şirketlere içerik çıkarma yükümlülüğü
getirilmesine ilişkin düzenlemelerin ifade özgürlüğü açısından kaygı verici
olduğunu belirtmiş ve “aşağılama”, “hakaret” gibi muğlak kavramlarla bilginin
yayılmasının yasaklanmasının Uluslararası Medeni Siyasi Haklar Sözleşmesinin
19. maddesine aykırı olduğunu belirtmiştir. Ayrıca Raportör çıkarılması istenen
içeriğin hukuka aykırılığının büyük ölçüde dile getirildiği bağlamla ilişkili
olduğunu ve platformların bu bağlamı değerlendirme pozisyonunda bulunmadığına
dikkat çekmiştir. “Sosyal ağ” kavramının muğlaklığına da değinen raportör, bu
muğlaklığın yasanın uygulanacağı platformlar açısından belirsizlik ve
öngörülemezlik doğurduğuna dikkat çekmiştir. Öngörülen cezaların yüksekliğinin
ve inceleme sürelerinin kısalığının da platformları hukuka uygun içerikleri
çıkarmaya yöneltebileceği uyarısında bulunmuştur.
İfade özgürlüğü ve özel hayata yönelik her türlü müdahalenin her
türlü siyasi, ticari ya da istenilmeyen etkiden uzak bağımsız organlarca ve
keyfi ve ayrımcı tutumlardan uzak bir şekilde uygulanması gerektiğini
(A/HRC/17/27) hatırlatarak yargı denetiminden uzak bir şekilde ticari şirketlere
üçüncü kişilerin içeriklerini çıkarma yetkisi tanınmasının uluslararası insan
hakları hukukuna aykırı olduğunu belirtmiştir.
Ayrıca Özel Raportör, hukuka aykırı içeriğin saklanması ve
mahkeme kararıyla açıklanmasını öngören hükmün kişilerin anonim olarak ifadede
bulunma hakkını zedeleyebileceğini belirtmiştir (A/HRC/29/32). Anonimliğe
ilişkin bu tür sınırlamaların özellikle yargısal denetim eksikliği durumunda
devletlerin sakıncalı içeriği yayan ya da erişen kişileri takip etmesini
kolaylaştıracağını ifade eden Raportör, şikayetlerin ve tedbirlerin
belgelenmesini ve belirsiz bir süre saklanmasını zorunlu tutatn düzenlemelerin,
söz konusu verilerin kötüye kullanımını önleyecek mekanizmalar öngörülmediği
takdirde kişilerin devlet takibine karşı daha kırılgan hale geleceği uyarısında
bulunmuştur. Bu tür düzenlemelerin özel ticari şirketlerin çok büyük miktarda
kişisel veriyi toplamasına izin verdiğini ve özel sektöre bu verilerin
gizliliğini ve güvenliğini sağlama konusunda önemli sorumluluklar yüklediğini belirtmiştir
(A/HRC/23/40). Ayrıca bu tür düzenlemelerin kendi haklarının ihlal edildiğini
ileri süren kullanıcılara mahkeme kararı olmaksızın üyelerin bilgilerine erişme
imkânı verebileceği kaygısını dile getiren Raportör, devletin ve devlet dışı
aktörlerin hukuksuz ve keyfi müdahalelerine karşı anonimliğin korunmasının
ifade ve düşünce özgürlüğünün korunması açısından hayati bir önemi olduğunu
vurgulamıştır. Bu tür bir açıklama için mahkeme kararı koşulunun aranmamasının
usul güvencelerini etkisiz hale getireceğini ve özel hayatın ve ifade
özgürlüğünün sınırlandırılmasına ilişkin sıkı gereklilik testi şartına
uymadığını ifade etmiştir (A/HRC/29/32).
a) Birinci ve ikinci fıkralar yönünden
7253 sayılı Kanun'un 6. maddesiyle 5651 sayılı Kanun'a eklenen Ek
4. maddenin birinci fıkrasında Türkiye’den günlük erişimi bir milyondan fazla
olan yurt dışı kaynaklı sosyal ağ sağlayıcının Kurum, Birlik, adli veya idari
makamlarca gönderilecek tebligat, bildirim veya taleplerin gereğinin yerine
getirilmesi ve kişiler tarafından Kanun kapsamında yapılacak başvuruların
cevaplandırılması ve Kanun kapsamındaki diğer yükümlülüklerin yerine
getirilmesini temin için yetkili en az bir kişiyi Türkiye’de temsilci olarak
belirleyeceği ve bu kişinin iletişim bilgilerine kolayca görülebilecek ve
doğrudan erişilebilecek şekilde internet sitesinde yer vereceği hüküm altına
alınmıştır. İkinci fıkrada ise bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde 5
aşamalı bir yaptırım zinciri öngörülmüştür. Yükümlülüğün yerine getirilmemesi
halinde ilk uygulanacak olan yaptırımlar idari para cezası iken devamı halinde
reklam yasağı ve son olarak da internet trafiği bant genişliğini %90 oranında
daraltma yaptırımı öngörülmüştür.
Başta ülkede temsilci atama yükümlülüğü olmak üzere, bu
yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde uygulanacak yaptırımlar da hem sosyal
medya platformlarının hem de sosyal medya kullanıcılarının pek çok temel
hakkına müdahale teşkil edecektir. Sosyal medya platformları için öngörülen
temsilci atama yükümlülüğü başta bu platformların teşebbüs özgürlüğüne müdahale
teşkil etmektedir. Ancak dolaylı olarak bütün sosyal medya kullanıcıların
ifade, haberleşme ve özel hayat haklarına da müdahale oluşturacaktır. Aynı
şekilde para cezası ve reklam yasağı yaptırımları platformların mülkiyet ve
sözleşme özgürlüklerine müdahale oluşturacaktır. İnternet trafiği bant
genişliğinin yüzde doksan oranına kadar daraltılması yaptırımı ise doğrudan
sosyal medya kullanıcılarının iletişim hakkı, ifade özgürlüğü, özel hayata
saygı, haberleşme özgürlüğü ile basın özgürlüğüne müdahale teşkil eder.
İletişim hakkı, ifade özgürlüğünü, karar alma süreçlerine
katılımı ve özel hayata saygı hakkını içeren bir kavramdır. İfade özgürlüğü,
muhalif görüşleri ifade etmeyi ve iktidarı eleştirmeyi de içerir ve Anayasa'nın
26. maddesiyle anayasal bir hak olarak teminat altına alınmıştır. İnternet
erişimi ise ifade özgürlüğünden yararlanmayı sağlayan temel bir araçtır. İfade
özgürlüğünün güvence altında olmadığı ve bireylerin birbirleriyle kamu işleri
hakkında bilgi ve fikir alışverişinde bulunmadığı yerde demokratik bir
katılımdan söz etmek mümkün değildir.
Çağımızın temel araçlarından biri olan internet, hayatın hemen
her alanında etkin olarak kullanılmaktadır. Verilerin saklanmasını ve
erişilebilirliğini büyük ölçüde kolaylaştıran internet, bilgiye ulaşma ve bilgi
ve düşüncelerin paylaşılması açısından çok etkili ve yaygın bir yöntem olduğu
gibi kişilerin haberleşme ve iletişim sağlaması için de vazgeçilmez
niteliktedir. İnternetin modern demokrasilerde başta haberleşme hürriyeti ve
ifade özgürlüğü olmak üzere temel hak ve özgürlüklerin kullanılması bakımından
önemi tartışmasızdır (AYM, E.2015/76, K.2017/153, 15/11/2017, § 21). Yine
AİHM’nin işaret ettiği üzere, “bireyler için internette kendilerini ifade etme
olanağı, eşi görülmemiş bir ifade özgürlüğü
aracıdır” (AİHM, Cengiz ve diğerleri-Türkiye, başvuru no: 48226/10
14027/11, 01/12/2015, §52)
Kitlesel haberleşme ve iletişim aracı olarak yaygın şekilde
kullanılan ve geleneksel yöntemlere göre gittikçe daha çok tercih edilen
internetin haberleşme hürriyeti kapsamında olduğuna kuşku yoktur. Anayasa’nın
22. maddesinde 4709 sayılı Kanun ile yapılan değişikliğin gerekçesinden de
internetin anılan madde kapsamında kabul edildiği anlaşılmaktadır. Bununla
beraber internet yalnızca haberleşme ve iletişim sağlamaya münhasır olmayıp
başka amaçlar için de etkin olarak kullanılmaktadır.
Günümüzde sosyal medya olarak da ifade edilen internet siteleri
dünyadaki tüm kullanıcıların bir arada iletişime geçebildiği ve haberleşme sağladıkları
bir mecra hâline gelmiştir.
Günümüzde ve özellikle pandemi dönemi süresince pek çok büyük ya
da küçük ölçekteki işletme operasyonlarını internet ortamına taşımış ve bu
süreçte müşteri ve kullanıcıları ile sosyal medya platformlarına vermiş
oldukları reklamlar aracılığı ile temas halinde kalabilmiştir. Nitekim sosyal
ağ sağlayıcılarla bu dönemde Ticaret Bakanlığı ile işbirliği içerisinde
KOBİ'lerimize, esnafımıza, ihracatçımıza, ticaret erbabına ve vatandaşlarımıza
hizmetlerin dijitalleştirilmesinin faydalarıyla sunulması için eğitimler ve
olanaklar yaratılmıştır. Kobilerin yarısından fazlası sosyal medya üzerinden
ürün tanıtımı, pazarlama gibi işlemler yürütmektedir. 2018 yılında 1.7 milyon
KOBİ Facebook üzerinden ticaret yapmıştır. Bu sayı Türkiye’deki KOBİ’lerin
%55’ine tekabül etmektedir ve KOBİ’lerin Fabebook üzerinden reklam vererek
ürettiği katma değer 15.3 milyar TLdir. Bu şekilde 135 farklı ülke ile ticaret
yapılmıştır. Bu arada AİHM de, internet aracılığıyla gerçekleşen iletişimin,
kazanç sağlamaya yönelidiği zaman dahi Sözleşme’nin ifade özgürlüğünü öngören
10. maddesinin koruması altında olduğunu ifade etmektedir (AİHM, Ashby Donald ve diğerleri-Fransa, başvuru no: 36769/08, 10/01/2013, §34).
Temsilci atama zorunluğu serbest ticaret ilkelerine aykırı
olduğu gibi, amacı da sosyal medya üzerinde sansür sağlamak olduğu
anlaşılmaktadır. Zira dünyada sosyal medya platformlarına en çok içerik çıkarma
talebi Türkiye’den gitmektedir. Bu platformlar şeffaflık ilkeleri gereği
kendilerine gelen içerik çıkarma taleplerine ilişkin istatistikleri
yayınlamaktadırlar. Platformlar kendi etik değerlendirmelerine göre nefret
söylemi, ırkçılık, terör tehdidi, şiddet savunuculuğu, tehdit, sövme, hakaret
olarak gördükleri içerikleri çıkarmaktadırlar. Ancak Türkiye’den gönderilen
taleplerin önemli bir kısmı bu platformların tabi olduğu ülkelerin hukukuna ya
da uluslararası hukuka göre ifade ve basın özgürlüğü kapsamında kaldığından,
platformlar tarafından söz konusu talepler yerine getirilmemektedir.
Yukarıda açıklandığı gibi Türkiye’de idari ve yargısal
kararlarla yüzbinlerce internet sitesi veya internet içeriği erişime
engellenmiştir. İfade Özgürlüğü Derneğinin EngelliWeb Raporununa göre 2019 yılı
sonu itibariyle 408.494 alan adı ve İnternet sitesi erişime engellenmiştir.
Bunun yanı sıra 2019 sonu itibariyle 130.000 URL adresine, 7000 Twitter
hesabına, 40.000 tweete, 10.000YouTube videosuna ve 6.200 Facebook içeriğine de
5651 sayılı Kanun ve diğer kanunlara dayalı olarak erişime engellenmiştir. Yine yukarıda açıklandığı gibi
Anayasa Mahkemesi bugüne kadar 5651 sayılı Kanunun 9. maddesinin uygulanmasına
ilişkin onbeşden fazla ihlal kararı vermiş ve Ali Kıdık kararında sulh ceza
hakimlikleri tarafından uygulanması gereken “ilk bakışta ihlal” (prima facie)
doktrinini geliştirmiştir. Ne var ki, 2019 yılında bu maddeye göre verilen
62.000’den fazla karardan yalnızca 22’sinde sulh ceza hakimlikleri tarafından
bu ilke uygulanmış ve ilk bakışta ihlal değerlendirmesi yapılmıştır. Yine 5651 sayılı Kanun’un 8/A
maddesine göre 400’e yakın idari tedbir kararıyla 21.000’den fazla içerik
erişime engellenmiştir. 2019 sonu itibarıyla 19 farklı sulh ceza hakimliğince
onaylanan ve tespit edilen toplam 397 8/A kararıyla yaklaşık 2.000 tane haber
sitesi ve alan adı, 650’den fazla haber linki, 3.000’den fazla Twitter hesabı,
yaklaşık 3.000 tweet, 600’e yakın Facebook içeriği ve 1.600’den fazla YouTube
videosu olmak üzere 21.000’den fazla adrese erişim engellenmiştir. Anayasa Mahkemesi Birgün (Birgün
İletişim ve Yayıncılık Ticaret A.Ş., B. No: 2015/18936, 22.05.2019) kararında
bu madde açısından da ilk bakışta ihlal doktrininin uygulanması gerektiğine
karar vermiştir. Kanunda açık bir şekilde erişimin engellenmesinin URL bazlı
yapılacağı belirtilmesine rağmen hiçbir gerekçe göstermeden haber siteleri
topyekûn erişime engellenmektedir. Anayasa Mahkemesi bugüne kadar en az beş
kararda haber sitelerinin topyekûn erişime engellenmesinin Anayasaya aykırı
olduğuna karar vermiş olmasına rağmen
2020 yılı başında OdaTv’nin beş farklı alan adı topyekûn erişime
engellenmiştir. Aynı şekilde Independent Türkçe’nin dört ayrı alan adı topyekûn
erişime engellenmiştir.
2019’un birinci yarıyılı içinde Türkiye’den Twitter’a 388
mahkeme kararı ve 5.685 diğer çıkartma talebi gönderildiği ve bu taleplerle
8.993 Twitter hesabının kapatılmasının talep edildiği görülmektedir. Twitter
ise 2019’un birinci yarıyılı içinde sadece 264 hesabı ve 230 tweeti Türkiye’den
görünmez kıldığını açıklamıştır. EngelliWeb rapor çalışmasında da 2019 yılı
içinde Türkiye’den sulh ceza hakimlikleri kararlarıyla erişimi engellenen 1.484
Twitter hesabı tespit edilmiştir.
Dünya genelinde, genel toplamda Twitter’dan toplam 181.271 hesabın kapatılması
veya ülke bazında görünmez kılınması talep edilirken, Twitter toplamda sadece
2.877 hesabı kapatmış veya görünmez kılmıştır. Şikâyet konusu hesap
sıralamasında Türkiye 84.258 (%46) hesapla ilk sırada yer alırken, 16.209
hesapla Rusya ikinci sırada ve 10.960 hesapla Japonya üçüncü sırada yer almıştır.
Kapatılan veya görünmez kılınan hesaplar sıralamasında da Türkiye 2.243 (%77)
hesapla ilk sırada yer alırken, 308 hesapla Rusya ikinci sırada ve 205 hesapla
Hindistan üçüncü sırada yer almıştır.
Bu durumda sosyal medya platformlarının Türkiye’den gönderilen
yargı kararlarını uygulamadığı tezi anlamsızlaşmaktadır. Zira bu kararların
tamamını sosyal medya platformları uygulasa AYM tarafından ihlal kararı
verilinceye kadar ifade özgürlüğüne yönelik ihlaller devam edecektir.
Aşağıda detaylı bir şekilde açıklanacağı üzere iptali istenen
kurallar sosyal medya platformları ve sosyal medya kullanıcıların mülkiyet ve
teşebbüs haklarına, sözleşme özgürlüklerine, kullanıcıların haberleşme, ifade,
basın ve bilim özgürlüklerine müdahale teşkil etmektedir.
Temel haklara yönelik müdahalelerin anayasaya uygunluğundan söz
edebilmek için öncelikle ilgili maddelerde belirtilen meşru bir amaç taşıması
gerekmektedir. Yukarıda açıklandığı gibi yasanın gerekçesinde ifade edilen
temsilci atama yükümlülüğünün amacının mahkeme kararlarını uygulamak olduğu
amacının ikna edici olmadığı açıktır. Diğer taraftan sosyal medya
platformlarının kazançlarından vergi alma amacı olduğu da gerekçede yer
almaktadır. Ancak yukarıda belirtilen hakların sınırlandırma nedenleri arasında
vergi elde etme amacı yer almadığı gibi başka bir ülkede o ülke yasalarına göre
kurulan ve faaliyetlerini başka bir ülkede yürüten bir işletmenin
kazançlarından vergi elde etme isteğinin ne ölçüde meşru bir amaç olduğu da
tartışmalıdır. Nihayetinde Türk vatandaşları tarafından hizmetlerinden
yararlanılmış olması bu şirketlerin Türkiye’de faaliyet gösterdiği anlamına
gelmemektedir. Eğer devlet söz konusu hizmetten yararlanan Türk vatandaşlarının
harcamalarından vergi almak istiyorsa bunun yolu vergi kanunlarında değişiklik
yapmaktır.
Diğer taraftan bu yükümlülük bütün sosyal ağ sağlayıcılar
açısından değil, Türkiye’den günlük erişimi bir milyonun üzerinde olan ağ
sağlayıcılar için geçerlidir. Ancak bu tespitin nasıl yapılacağı konusunda
yasada bir açıklık bulunmamaktadır. Bu belirsizlik hangi platformların yasaya
ve yasada öngörülen yükümlülüklere ve yaptırımlara tabi olduğu konusunda
öngörülemezlik yaratmakta ve idareye keyfi davranma imkânı tanımaktadır.
Anayasa'nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk
Devleti olduğu belirtilmiştir. Anayasa Mahkemesi'nin pek çok kararında isabetle
vurgulandığı gibi, “Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem
ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı tutum ve davranışlardan kaçınan,
Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine
açık, yasaların üstünde yasa koyucunun da uyması gereken temel hukuk ilkeleri ve
Anayasa'nın bulunduğu bilincinde olan devlettir.” (Anayasa Mahkemesi'nin
25.2.2010 Tarihli, 2008/17 Esas, 2010/44 Karar sayılı Kararı).
Bu bağlamda, hukuk devletinde, günümüz çağdaş ve uygar
toplumlarında, haberleşme hürriyetini, ifade hürriyetini ve basın hürriyetini
gerçekleştirmenin bir vasıtası ve -deyim yerinde ise- bir uzantısı olan
internet olgusuna ve erişimine ilişkin düzenlemeler yapılırken, kanun koyucu,
Anayasa'nın temel ilkelerine ve hukukun ana kurallarına bağlı kalmak
durumundadır. O halde, haberleşme hürriyetinin, ifade hürriyetinin ve basın
hürriyetinin kullanılmasının ve geliştirilmesinin önündeki engellerin
kaldırılması; söz konusu hak ve hürriyetlerin kullanılmasını güçleştirecek,
iletişimin engellenmesini kolaylaştıracak ve hızlandıracak düzenlemelerden
kaçınılması, haberleşme, iletişim ve basın hukukunun ana kurallarının ve “hukuk
devleti” ilkesinin gereklerindendir. Zirâ, çağımızda “haberleşme”nin en hızlı
ve etkin biçimde kullanıldığı ortam, internet ortamıdır. Ulaşılabilirlikleri ve
büyük miktarlarda veriyi saklama ve yayma kapasiteleri sayesinde, internet
siteleri, kamunun güncel bilgilere erişimini iyileştirmeye ve bilginin
iletilmesine büyük bir katkı sağlamaktadır
(AİHM, Delfi AS-Letonya, başvuru no: 64569/09, 16/06/2015 , §133). AİHM’nin de işaret ettiği üzere, giderek
artan sayıda hizmete ve bilgiye artık yalnızca internet üzerinden
ulaşılabilmektedir (AİHM, Kalda-Estonya, başvuru no: 17429/10, 19/01/2016 ,
§52). Artık, kişiler, güncel olaylara ilişkin haber ve yorumları internet
ortamından (muhtelif internet / sosyal paylaşım sitelerinden, bloglardan vb.)
izler hâle gelmişlerdir. Bu cümleden olarak, basın da, haber değeri olan pek
çok bilgiyi ve veriyi internet üzerinden paylaşıma sunmaktadır. Sosyal ağ
sağlayıcılara getirilen temsilci atama yükümlülüğü ve yaptırımı Anayasa'nın 22.
maddesinde yer alan “Haberleşme hürriyeti”nin, 26. maddesinde teminat altına
alınan ve demokratik toplumların en temel değerlerinden biri olan “İfade
hürriyeti”nin ve yine Anayasa'nın 28. maddesinde düzenlenen “Basın hürriyeti”nin
ve Anayasa'nın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” kenar başlıklı 13. maddesinin
-özellikle demokratik toplum bakımından- açık bir biçimde ihlâli anlamına
gelmekte ve dolayısı ile, mezkûr hak ve hürriyetleri teminat altına alan
Anayasamızın “demokratik hukuk devleti” ilkesini benimseyen 2. maddesi hükmüne
de aykırılık teşkil etmektedir.
Anayasa'nın 48. maddesinin birinci fıkrasında “Herkes, dilediği
alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak
serbesttir. Devlet, özel teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve sosyal
amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak
tedbirleri alır.” denilmektedir. Anayasa'nın 48. maddesinde, çalışma ve
sözleşme hürriyeti için herhangi bir sınırlama nedeni öngörülmemiştir.
Anayasanın ilgili maddesinde özel bir sınırlama nedeni öngörülmemiş hakların da
hakkın doğasından kaynaklanan bazı sınırlarının bulunduğu kabul edilmektedir.
Öte yandan düzenlendiği maddede hiçbir sınırlama nedenine yer verilmeyen
hakların diğer anayasal hükümler nedeniyle sınırlandırılması da mümkün
bulunmaktadır. Anayasa'nın 13. maddesinde, temel hak ve özgürlüklerin, özlerine
dokunulmaksızın yalnızca Anayasa'nın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı
olarak ve ancak kanunla sınırlanabileceği, bu sınırlamaların Anayasa'nın sözüne
ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve
ölçülülük ilkesine aykırı olamayacağı belirtilmiştir.
Çağdaş demokrasiler, temel hak ve özgürlüklerin en geniş ölçüde
sağlanıp güvence altına alındığı rejimlerdir. Temel hak ve özgürlükleri büyük
ölçüde kısıtlayan ve kullanılamaz hâle getiren sınırlamalar hakkın özüne
dokunur. Temel hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamaların yalnız ölçüsü
değil, koşulları, nedeni, yöntemi, kısıtlamaya karşı öngörülen kanun yolları
gibi güvenceler demokratik toplum düzeni kavramı içinde değerlendirilmelidir.
Bu nedenle, temel hak ve özgürlükler, istisnaî olarak ve özüne dokunmamak
koşuluyla demokratik toplum düzeninin gerekleri için zorunlu olduğu ölçüde ve
ancak kanunla sınırlandırılabilirler.
Demokratik bir toplumda temel hak ve özgürlüklere getirilen
sınırlamanın, bu sınırlamayla güdülen amacın gerektirdiğinden fazla olması
düşünülemez. Demokratik hukuk devletinde güdülen amaç ne olursa olsun,
kısıtlamaların, bu rejimlere özgü olmayan yöntemlerle yapılmaması ve belli bir
özgürlüğün kullanılmasını önemli ölçüde zorlaştıracak ya da ortadan kaldıracak
düzeye vardırılmaması gerekir.
Anayasa'nın 48. maddesinde herkesin dilediği alanda çalışma ve
sözleşme hürriyeti ile sahip olduğu özel teşebbüs kurma serbestisine sahip
olduğu, devletinde özel teşebbüsleri güvenli ve kararlılık içerisinde sosyal
amaçlarına uygun çalışmasını temin edecek tedbirler almakla yükümlü olduğu
ifade edilmiştir. Sözleşme özgürlüğü devletin, kişilerin istedikleri hukuki
sonuçlara ulaşmalarını sağlaması ve bu bağlamda kişilerin belli hukuki
sonuçlara yönelen iradelerini geçerli olarak tanıması, onların iradelerinin
yöneldiği hukuki sonuçların doğacağını ilke olarak benimsemesi ve koruması
anlamına gelmektedir. Sözleşme özgürlüğü uyarınca kişiler, hukuksal
ilişkilerini özgür iradeleriyle ve sözleşmelerle düzenlemekte serbesttir.
Anayasa’nın 48. maddesinde koruma altına alınan sözleşme özgürlüğü, sözleşme
yapma serbestisinin yanı sıra yapılan sözleşmelere dışarıdan müdahale yasağını
da içerir (AYM, E.2017/154, K.2019/18, 10/04/2019, § 11).
Atanan temsilcinin gerçek kişi olması halinde Türk vatandaşı
olmasını öngören kuralın meşru bir amacı olmadığı gibi sözleşme özgürlüğüne
ölçüsüz bir müdahale teşkil etmektedir.
Kural ile öngörülen müdahale, yalnızca yükümlülük sahibi sosyal
ağ sağlayıcının değil, onunla ilişki içerisinde bulunan reklam vererek ticari
hayatını devam ettiren özel teşebbüslerin de çalışma ve sözleşme hakkını
zedelemekten öte ortadan kaldırmakta, hizmet sunmaktan, ticaret yapmaktan,
kazanmaktan, maddi ve manevi bütünlüğünü geliştirme ve koruma haklarından
yoksun bırakmaktadır. Bu açık bir şekilde hakkın özüne dokunan bir müdahaledir.
Çağdaş demokrasiler, demokratik hukuk devletlerinde hak ve özgürlüklerin en
geniş şekilde sağlanıp güvence altına alındığı rejimler ise, haklara müdahale
eden kuralların anılan nitelemeye uygun biçimde dar yorumundan kaçınarak
değerlendirilmesi gerekir.
Hukuk devletinden, hak ve özgürlükleri koruması her alanda
güçlenerek, adaletli bir düzen sağlaması, hakka saygılı, hakkın elde edilişini
kolaylaştıran önündeki engelleri kaldıran, mutluluğu amaç edinen hakkaniyetli,
müdahale eden kural içeriğinin, bireyin davranış direncine izin verecek ölçekte
olması beklendiğinde, kamu yararı ile birey hakları arasında adil bir dengenin
de gözetilmiş olması zorunludur. Nitekim Anayasa'nın 13. maddesinde yer alan
ölçülülük ilkesi, amaç ve araç arasında hakkaniyete uygun bir dengenin
bulunması gereğini ifade eder. Ölçülülük, aynı zamanda yasal önlemin sınırlama
amacına ulaşmaya elverişli olmasını, amaç ve aracın ölçülü bir oranı
kapsamasını ve sınırlayıcı önlemin demokratik toplum düzeni bakımından
zorunluluk taşımasını da içeren bir ilkedir. Hukukun genel prensibi gereği “hukuken
korunması gereken amaçla”, bu amacı gerçekleştirmek için kanunda tanımlı “hukuki
himaye yönteminin yani aracın” orantılı olması aranmalıdır. Bir başka deyişle,
hakkın kullanılmasında aşırıya kaçma riski olan, bir başkasının hak ve
menfaatlerini zedeleme tehlikesi taşıyan hukuki himaye araçlarının amaç-araç
dengesi bakımından hukuka uygun olmadığı kabul edilmektedir (AYM, E.2014/149,
K.2014/151, 02/10/2014). Kuralda yer alan reklam yasağı ve bant genişliğinin
daraltılması yaptırımları; “amaç-araç” dengesi bakımından Anayasa ve
Türkiye'nin taraf olduğu uluslararası sözleşmelerde güvence altına alınan ifade
özgürlüğü, haberleşme hürriyeti, düşünce ve ifadeyi yayma özgürlüğü ile
sözleşme ve çalışma özgürlüğü haklarına yönelik ölçüsüz sınırlama teşkil
etmektedir.
Yükümlülüğün zorlayıcı olması bakımından yaptırım olarak seçilen
araçlar, hedeflenen gayeyi gerçekleştirmeye elverişli, yani o aracın yardımıyla
gerçekleşmesinden korkulan tehlikenin yöneldiği hukuksal değer etkin bir
şekilde korunabiliyorsa, isabetli bir araç seçilmiş demektir. Ancak ölçülülük
değerlendirmesi için bu yeterli değildir. Elverişli aracın zorunlu olması da
şarttır. Eğer bireyin ya da bireylerin hak ve özgürlüklerine daha az zarar
verebilecek bir tedbir varsa onunla yetinilmelidir. Sosyal ağ sağlayıcının
yükümlülüğünü yerine getirmemiş olması sebebi ile maruz kalacağı yaptırım salt
onu değil, bütün bireyleri ve sosyal medya üzerinden ticari faaliyetlerini
yürüten gerçek ve tüzel kişileri de etkileyecektir.
Öte yandan söz konusu maddede öngörülen yaptırım zinciri
çerçevesinde “Reklam yasağı kararının verildiği tarihten itibaren üç ay içinde
bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi hâlinde Başkan, sosyal ağ sağlayıcının
internet trafiği bant genişliğinin yüzde elli oranında daraltılması için sulh
ceza hâkimliğine başvurabilir.” hükmüne yer verilerek yaptırımın uygulanmasına
ilişkin olarak muğlak ve belirsiz ifadelere yer verilmiştir. Anayasamızın 13.
maddesinde öngörülen temel hak ve özgürlüklerin “kanun”la sınırlanması ölçütüne
göre bir düzenlemenin yalnızca şeklî anlamda değil maddi anlamda da kanun
şartlarını taşıması gerekir. Temel hak ve özgürlüklere ilişkin sınırlamaların
kanunla düzenlenmesi bu haklara ve özgürlüklere keyfî müdahaleyi engelleyen ve
hukuk güvenliğini sağlayan demokratik hukuk devletinin en önemli unsurlarından
biridir (AYM, E.2015/76, K.2017/153, 15/11/2017, § 30).
Anayasa Mahkemesinin birçok kararında belirtildiği üzere hukuk
devletinin temel ilkelerinden biri “belirlilik”tir. Bu ilkeye göre yasal
düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve
kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel
olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına imkân tanımaması
gerekir. Belirlilik ilkesi, hukuksal güvenlikle bağlantılı olup bireyin,
kanundan, belirli bir kesinlik içinde, hangi somut eylem ve olguya hangi
hukuksal yaptırımın veya sonucun bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale
yetkisini verdiğini bilmesini zorunlu kılmaktadır (AYM, E.2015/72, K.2016/44,
26/5/2016, § 7). Anayasa’da ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde güvence
altına alınan haklara bir sınırlama imkânı getirildiği hallerde ilgili Kanun’da
böyle bir yetkinin kullanılmasına ilişkin kapsam ve usullerin yeterli bir
açıklıkla tanımlanması da gerekmektedir (bkz. Yıldırım/Türkiye, B .No: 3111/10,
18.12.2012, § 59). Söz konusu kural ise yaptırımları bakımından bu açıklık ve
kesinlikten yoksun olup Anayasa’ya aykırıdır.
Diğer yandan ise Anayasa Mahkemesi tarafından pek çok kararında
belirtilmiş olduğu üzere sosyal ağ sağlayıcıları, medya içeriğini oluşturmak
yayınlamak ve yorumlamak şeklinde bireysel katılıma imkan veren, şeffaf ve
karşılıklı iletişim kurulan platformlardır. Sosyal medya platformları günümüzde
sosyal medyada dünyadaki tüm kullanıcıların bir arada iletişime geçebildiği
yorum, mesaj, bilgi, eleştiri, satış ve tanıtımların yapıldığı etkili bir alan
haline gelmiştir. İnternetin sağladığı sosyal medya zemini kişilerin bilgi ve
düşüncelerini açıklama, karşılıklı paylaşma, yayma ve haberleşmeleri için
vazgeçilmez nitelikte olup, bu tür sitelere yapılan müdahalelerin milyonlarca
bireysel kullanıcıyı etkilediği açıktır (Youtube Llc Corporation Service
Company ve diğerleri [GK], B. No: 2014/4705, 29/5/2014, § 40). Tedbir
niteliğinde dahi olsa, sitenin tamamının erişime kapatılması ya da buna yol
açacak sitenin fonksiyonlarını yerine getirememesi kullanıcılar tarafından
ulaşılamaması sonucunu doğurabilecek bant genişliğinin daraltılması tedbirinin
uygulanması halinde bütün bireysel kullanıcıların siteden yararlanması imkânsız
hale gelmektedir.
Bu nedenle 7253 sayılı Kanunun 6. maddesiyle 5651 sayılı Kanun’a
eklenen Ek 4. maddenin birinci ve ikinci fıkraları araç amaç bağlantısının
kurulmamış olması, tek bir özel hukuk kişisinin yükümlülüğünü yerine
getirmemesi sebebiyle tüm toplumun cezalandırılmasını öngördüğünden Anayasa’nın
2., 13., 22., 26., 27., 28., 35. ve 48. maddelerine aykırıdır iptal edilmeleri
gerekir.
b) Ek 4. Maddenin Üçüncü Fıkrası Yönünden
7253 sayılı Kanun'un 6. maddesiyle 5651 sayılı Kanun'a eklenen
Ek 4. maddenin üçüncü fıkrasında Türkiye’den günlük erişimi bir milyondan fazla
olan yurt içi veya yurt dışı kaynaklı sosyal ağ sağlayıcılar Kanun’un 9. ve 9/A
maddeleri kapsamındaki içeriklere yönelik olarak kişiler tarafından yapılacak
başvurulara, başvurudan itibaren en geç kırk sekiz saat içinde olumlu ya da
olumsuz cevap vermekle yükümlü kılınmış ve bu kapsamda verecekleri olumsuz
cevapların gerekçeli olacağı belirtilmiştir. Aynı maddenin altıncı fıkrasında
ise bu yükümlülüğü yerine getirmeyen sosyal ağ sağlayıcıya beş milyon Türk
lirası, idari para cezasının Başkan tarafından verileceği hükmü yer almaktadır.
Anayasa’nın 5. maddesi kapsamında devletin temel amaç ve
görevlerinin Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin
bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun
refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini,
sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan
siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi
varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışma olduğu
belirtilmiştir. Bu doğrultuda devletin vatandaşlarını korumaya yönelik olarak
sosyal ağ sağlayıcılara ilgili kişilerin kişilik hakkı ihlallerine ilişkin
olarak başvurabileceği bir kanal oluşturması yerindedir. Ancak bu koruma hali
hazırda 5651 sayılı Kanun’un 9. maddesinin birinci fıkrasında “İnternet
ortamında yapılan yayın içeriği nedeniyle kişilik haklarının ihlal edildiğini
iddia eden gerçek ve tüzel kişiler ile kurum ve kuruluşlar, içerik
sağlayıcısına, buna ulaşamaması hâlinde yer sağlayıcısına başvurarak uyarı
yöntemi ile içeriğin yayından çıkarılmasını isteyebileceği gibi doğrudan sulh
ceza hâkimine başvurarak içeriğin çıkarılmasını ve/veya erişimin engellenmesini
de isteyebilir” hükmü ile tesis edilmiştir. Uyarı yöntemi olarak 5651 sayılı
Kanun’un tanımlar maddesinde de yer alan bu düzenlemeye karşın, sosyal ağ
sağlayıcılar bakımından günlük erişim üzerinden getirilen bir sınırlama yapılan
söz konusu düzenleme açısından belirsizlik yaratmaktadır.
Yani Kanun’un 9. ve 9/A maddelerinde kişilik haklarının ve özel
hayat hakkının ihlal edildiğini ileri süren kişiler için bu haklarına yönelik
ihlalin kaldırılmasını isteyebilecekleri hızlı hak arama mekanizmaları
öngörülmüştür. O mekanizmalar hala yürürlükteyken bir de ek 4. madde ile
doğrudan sosyal ağ sağlayıcılara başvuru olanağı tanınmaktadır.
Bir özel şirkete kişilerin ifade ve haberleşme özgürlüklerine
müdahale yükümlülüğü öngören böyle bir düzenlemenin Birleşmiş Milletler İfade
Özgürlüğü Özel Raportörü David Kaye tarafından Alman NetzDG yasasıyla ilgili
olarak dile getirdiği bütün sakıncaları içermektedir ve Anayasanın 22 ve 26. maddelerinde
güvence altına alınan temel hakları ihlal etmektedir.
Birleşmiş Milletler, İfade Özgürlüğü Özel Raportörü David Kaye
2017 yılında özel şirketlere içerik çıkarma yükümlülüğü getirilmesine ilişkin
görüşünde[17]
özel şirketlere içerik çıkarma yükümlülüğü getirilmesine ilişkin düzenlemelerin
ifade özgürlüğü açısından kaygı verici olduğunu belirtmiş ve “aşağılama”, “hakaret”
gibi muğlak kavramlarla bilginin yayılmasının yasaklanmasının Uluslararası
Medeni Siyasi Haklar Sözleşmesinin 19. maddesine aykırı olduğunu belirtmiştir.
Ayrıca Raportör çıkarılması istenen içeriğin hukuka aykırılığının büyük ölçüde
dile getirildiği bağlamla ilişkili olduğunu ve platformların bu bağlamı
değerlendirme pozisyonunda bulunmadığına dikkat çekmiştir. “Sosyal ağ”
kavramının muğlaklığına da değinen raportör, bu muğlaklığın yasanın
uygulanacağı platformlar açısından belirsizlik ve öngörülemezlik doğurduğuna
dikkat çekmiştir. Öngörülen cezaların yüksekliğinin ve inceleme sürelerinin
kısalığının da platformları hukuka uygun içerikleri çıkarmaya yöneltebileceği
uyarısında bulunmuştur.
İfade özgürlüğü ve özel hayata yönelik her türlü müdahalenin her
türlü siyasi, ticari ya da istenilmeyen etkiden uzak bağımsız organlarca ve
keyfi ve ayrımcı tutumlardan uzak bir şekilde uygulanması gerektiğini
(A/HRC/17/27) hatırlatarak yargı denetiminden uzak bir şekilde ticari
şirketlere üçüncü kişilerin içeriklerini çıkarma yetkisi tanınmasının
uluslararası insan hakları hukukuna aykırı olduğunu belirtmiştir.
Özel Raportör tarafından dile getirilen endişeler nitekim
Fransız Anayasa Konseyi tarafından da paylaşılmış ve benzer bir şekilde nefret
söylemi içeren içeriklerin 24 saat içinde sosyal medya platformları tarafından
çıkarılmasını aksi takdirde yüksek idari cezalar öngören bir yasayı ifade ve
haberleşme özgürlüklerini ihlal ettiği gerekçesiyle anayasaya aykırı bularak
iptal etmiştir.
Yukarıda belirtildiği gibi sosyal medya kullanıcılarının
Haberleşme (m.22), ifade (m.26, bilim ve sanat (m.27) ve basın (m.28)
özgürlüklerine özel şirketler tarafından müdahale edilmesine olanak tanıyan
kural bir taraftan çok kısa bir sürede, kırk sekiz saat içinde karar
verilmesini zorunlu tutmaktadır. Bu süre gerçek bir inceleme yapmak için
yeterli olmadığı gibi içerik sağlayıcıya haber verilmesini ve onun görüş ve
itirazlarının alınmasına da olanak tanımamaktadır. Diğer taraftan 48 saat
içinde karar verilmemesi halinde altıncı fıkraya göre BTK Başkanı sosyal medya
platformuna beş milyon TL idari para cezası verebilecektir. Üstelik yasa sosyal
medya platformlarının sadece ret kararlarını gerekçeli olarak vermelerini
zorunlu tutmuştur. İçeriğin çıkarılmasına karar vermeleri halinde buna ilişkin gerekçe
gösterme yükümlülüğü öngörülmemiştir. Üstelik bu kararlar yargı denetimine tabi
tutulmadığı gibi herhangi bir itiraz usulü de düzenlenmemiştir.
Bu haliyle düzenleme hem Anayasal ilkelere hem de uluslararası
insan hakları standartlarına aykırıdır. Özel şirketlere temel haklara müdahale
yetkisi verilmesi, hatta bunun yasa ile zorunlu hale getirilmesi başta
Anayasanın 5. maddesinde devlete yüklenen pozitif ödevin ihlali anlamına
gelmektedir.
Diğer taraftan öngörülen kısa süre ve ağır para cezası
şirketleri tartışmalı içerikleri çıkarmaya zorlayacaktır ki bu uluslararası
insan hakları organlarının ve Anayasa Mahkemesinin çatışan haklar durumunda her
iki hakkın da eşit değerde olduğu ve bu haklar arasında hassas bir dengeleme
yapılması gerektiği yönündeki içtihatları ile bağdaşmamaktadır. AİHM başta Von
Hannover/Almanya (B. No. 2004) ve Axel Springer AG/Almanya ( [BD], B.No:
39954/08, 7/2/2012) Von Hannover/Almanya (no.2) ([BD], 40660/08 ve 60641/08,
7/2/2012, § 99) kararları olmak üzere onlarca kararda kişilik hakları ile ifade
özgürlüğünün eşit değerde korumaya sahip olduğu ve bu hakların çatışması
halinde hassas bir dengelenme yapılması gerektiğini belirtmektedir. Anayasa
Mahkemesi de ilk bireysel başvuru kararlarından itibaren hakların eşitliğini ve
hassas bir dengeleme yapılması gerektiğine vurgu yapmıştır (Emin Aydın, B. No:
2013/2602, 23/1/2014, § 56). Ancak kanunda öngörülen süre sınırlaması ve karşı
tarafın görüşlerinin alınması imkanı tanınmaması bu dengelemeye imkan vermediği
gibi sadece ret kararı verilmesi halinde gerekçe gösterme zorunluluğu
getirilmiş olması da ifade ve haberleşme özgürlükleri ile bireylerin kişilik
haklarının eşit değerde ele alınması gerektiği ilkesiyle bağdaşmamaktadır.
Kısa süre, ret kararı verilmesi halinde gerekçe zorunluğu ve
öngörülen ağır para cezası ifade özgürlüğü kapsamında korunması gereken
içeriklerin gereksiz yere platformlarca kaldırılmasına neden olacaktır.
Gerçekten de; gelebilecek taleplerin muhtemel yoğunluğu da dikkate alındığında,
şirketlerin, ifade özgürlüğüyle kişilik hakları arasında vuku bulan ve çözümü
sıklıkla uzmanlık gerektirebilecek hukuki ihtilaflarla ilgili olarak böylesine
kısa sürede karar vermeleri ve ret kararlarını gerekçeli olarak hazırlamaları
imkansızdır. İhtilaflı kural sonucunda, yeterli kapsam ve ivedilikte hukuki
değerlendirme imkanları olamayacak şirketlerin ağır yaptırım riskinden kaçınmak
için ifade özgürlüğünü sansürleyen mekanizmalara dönüşecekleri açıktır.
Diğer taraftan AİHM erişim engellemelerine ilişkin yakın tarihli
Rusya aleyhine verdiği dört kararda erişime engelleme tedbirinin uygulanmasında
içerik sahiplerine sürece dahil olma ve kendi argümanlarını ileri sürme imkânı
verilmemesini yasanın keyfi müdahalelere karşı yeterli güvence içermemesi
olarak nitelendirmiştir (OOO Flavus ve Diğerleri/Rusya, nos. 12468/15, 23489/15
ve 19074/16, 23.06.2020, para. 40; Engels/Rusya, no. 61919/16, 23.06.2020; ve
Bulgakov/Rusya, no. 20159/15, 23.06.2020, para. 35; Kharitonov/Rusya, no.
10795/14, 23.06.2020, para.43). Dolayısıyla içerik sahiplerinin eşit olarak
sürece dahil olması ve kendi argümanlarını dile getirebilmesi gerekir. Yasa
böyle bir olanak tanımamaktadır ve üstelik de kaldırma kararlarında gerekçe
gösterme yükümlülüğü de öngörülmemiştir. Bu da açıkça ifade ve haberleşme
özgürlüklerine müdahalede usul güvencelerinin eksik olduğunu ve ifade
özgürlüğüyle kişilik hakları arasında Anayasa’ya dayanmayan genel geçer bir
hiyerarşi oluşturulduğunu göstermektedir.
Dahası yasada platformlar tarafından kaldırılan içerik
sahiplerinin bu karara itiraz edebileceklerine ilişkin bir düzenleme de yer
almamaktadır. Dolayısıyla bu özel şirketler aleyhine ancak hukuk davası
açabilirler ki bu da uzun yargılama süreleri ve yüksek dava masraflarına
katlanma zorunluluğu anlamına gelmektedir ki böyle bir düzenlemenin çatışan
haklar arasında hassas bir denge gözettiği söylenemez.
Açıklanan nedenlerle kural sosyal medya kullanıcılarının
Anayasanın 22. maddesinde güvence altına alınan haberleşme özgürlüğü, 26. maddesinde
güvence altına alınan ifade özgürlüğü, 27. maddesinde güvence altına alınan
bilim ve sanat özgürlüğü, 28. maddesinde güvence altına alınan basın
özgürlüğüne ölçüsüzce müdahale edilmesine imkân verdiğini göstermektedir ve
Anayasanın bu maddelerine aykırıdır.
Diğer taraftan kural sosyal ağ sağlayıcıların da temel haklarına
müdahale teşkil etmektedir. Anayasa'nın 48. maddesinde herkesin, dilediği
alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine güvence altına alınmıştır. “Özel
teşebbüsler kurmak serbesttir.” denilmek suretiyle çalışma özgürlüğünün bir
parçası olan özel teşebbüs özgürlüğü “herkes” yönünden güvenceye bağlanmıştır.
Özel teşebbüs özgürlüğü, her gerçek veya özel hukuk tüzel kişisinin tercih
ettiği alanda iktisadi-ticari faaliyette bulunmak üzere teşebbüs kurabilmesini,
dilediği mesleki faaliyete girebilmesini ve faaliyeti ile mesleğini Devletin
veya üçüncü kişilerin müdahalesi olmaksızın dilediği biçimde yürütebilmesini
ifade etmektedir.
Anayasa'nın 48. maddesinde, özel teşebbüs özgürlüğü mutlak bir
hak olarak düzenlenmemiş olup maddenin ikinci fıkrasında, “Devlet, özel
teşebbüslerin millî ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürümesini,
güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır.” hükmüne
yer verilmek suretiyle “millî ekonominin gerekleri” ve “sosyal amaçlar”la bu
özgürlüğe sınırlamalar getirilebilmesine imkân sağlanmıştır. Nitekim maddenin
gerekçesinde de “Devlet, kamu yararı olan hallerde ve milli ekonominin
gerekleri ve sosyal amaçlarla özel teşebbüs özgürlüğüne sınırlamalar
getirebilir.” denilerek, “millî ekonominin gerekleri” ve “sosyal amaçlar”ın
özel teşebbüs özgürlüğü yönünden birer sınırlama sebebi olduğu vurgulanmıştır.
Anayasa'nın 13. maddesi “Temel hak ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın
yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve
ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna,
demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük
ilkesine aykırı olamaz.” Hükmünü içermektedir.
Özel teşebbüs özgürlüğü, iktisadi-ticari faaliyette bulunan veya
mesleki faaliyet yürüten kişinin çalışma koşullarını, ticari işletme
organizasyonun teşkilatlanma biçimini, müşteri ve kullanıcıları ya da ticari
hayatta sözleşme kurduğu kişiler ile ilişkilerini düzenleyebilme serbestisini
de içerir. Anayasa'nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyeti’nin bir hukuk devleti
olduğu belirtilmiş olup, kanun koyucu düzenlemeler yaparken hukuk devleti
ilkesinin bir gereği olan ölçülülük ilkesiyle bağlıdır. Bu ilke ise “elverişlilik”,
“gereklilik” ve “orantılılık” olmak üzere üç alt ilkeden oluşmaktadır. “Elverişlilik”,
başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç için elverişli olmasını, “gereklilik”
başvurulan önlemin ulaşılmak istenen amaç bakımından gerekli olmasını ve “orantılılık”
ise başvurulan önlem ve ulaşılmak istenen amaç arasında olması gereken ölçüyü
ifade etmektedir. Söz konusu kural ile tesis edilmek istenen Türkiye
Vatandaşlarının kişilik haklarının ihlal edilmesi halinde bir başvuru
mekanizması oluşturulması amacı ile maddede getirilen araç örtüşmemektedir.
Nitekim maddede de belirtilmiş olduğu üzere söz konusu yükümlülük günlük
erişimi bir milyondan fazla olan sosyal ağ sağlayıcılar için getirilmiştir.
Günlük erişimi bir milyondan fazla olan sosyal ağ sağlayıcılarının tek bir
kişiyi bu başvuruları almaya yetkili kılması işlevsel olmadığı gibi hayatın
olağan akışı içerisinde yerine getirilmesi mümkün olmayan bu yükümlülüğü
bağlanan idari para cezası söz konusu teşebbüslerin tamamen faaliyetlerini
durdurmalarına neden olabilecektir. İptal edillmesi istenen kural, şirketleri;
Anayasa’ya aykırı olan ve altından kalkamayacakları idari para cezalarına karşı
kendilerini korumakla, sosyal ağ kullanıcılarının ifade özgürlüklerinin ilgili
sosyal ağ sağlayıcıları tarafından haksız şekilde sınırlandığı düşüncesine
sahip olmalarına yol açmaktan kaçınmak arasındaki çözümsüz ikileme itmektedir.
Her iki durumda da; yani ciddi sayı ve yekûnlarda para cezalarına maruz kalma
halinde olduğu gibi, sosyal ağ kullanıcılarının ifade özgürlüklerine saygı
gösterilmediği gerekçesiyle ilgili sosyal ağ hesaplarını kapatmaları durumunda
da, ilgili teşebbüslerin varlıklarını idame ettirebilmeleri mümkün
olmayacaktır. İhtilaflı kural, bu itibarla, teşebbüs özgürlüğünün özüne
dokunmaktadır ve Anayasa’nın 13. maddesine de aykırıdır.
Bu itibarla 7253 sayılı Kanun ile 5651 sayılı Kanun’a eklenen Ek
madde 4’ün üçüncü fıkrası araç amaç bağlantısının kurulmamış olması, hukuk
devleti ilkesinin bir gereği olan ölçülülük ilkesi ve bu ilkenin “elverişlilik”,
“gereklilik” ve “orantılılık” olmak üzere üç alt ilkesi ile bağdaşmaması, özel
teşebbüslerin sözleşme ve iş kurma özgürlüklerine tamamen ortadan kaldırıcı
şekilde müdahalede bulunması sebebi ile Anayasa’nın 2., 5., 13. ve 48.
maddelerine aykırılık teşkil etmektedir.
Açıklanan nedenlerle kural Anayasanın 2., 5., 13., 22., 26.,
27., 28. ve 48. maddelerine aykırıdır iptal edilmesi gerekir.
c) Ek 4. Maddenin Beşinci Fıkrası Yönünden
7253 sayılı Kanun'un 6. maddesiyle 5651 sayılı Kanun'a eklenen
Ek 4. maddenin beşinci fıkrasında Türkiye’den günlük erişimi bir milyondan
fazla olan yurt içi veya yurt dışı kaynaklı sosyal ağ sağlayıcının,
Türkiye’deki kullanıcıların verilerini Türkiye’de barındırma yönünde gerekli
tedbirleri alacağı hüküm altına alınmıştır.
Böyle bir yükümlülük getirilmesinin nedeni yasada açıklanmamış
olmakla birlikte kamu otoritelerinin gerektiğinde bu verilere el koymasına
imkân vermek olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu başta kişilerin kimliğini
gizleyerek, yani anonim bir şekilde görüşlerini ifade etme özgürlüğünü tehdit
etmektedir. Daha da önemlisi bireylerin Anayasanın 25 ve 15. maddelerinde
mutlak bir şekilde koruma altında olan görüş sahibi olma hakkını tehdit etmektedir.
Zira kişilerin sosyal medyada sadece dile getirdiği görüşler değil, takip
ettiği kişiler, ziyaret ettiği sayfalar, okuduğu iletiler, beğendiği görüşler
gibi doğrudan bir görüş sahibi olma hakkına ilişkin bilgiler de sosyal medya
platformlarında bulunmaktadır ve bu verilerin ülkede tutulması zorunluluğu
Anayasanın 25. maddesi kapsamında hiçbir sınırlamaya tabi olmayan ve mutlak bir
şekilde korunan görüş sahibi olma hakkını tehdit etmektedir.
Birleşmiş Milletler İfade özgürlüğü Özel Raportörü David Kaye
2015 yılında ifade özgürlüğü ve özel hayat hakkı bakımından şifreleme ve
anonimlik hakları üzerine kapsamlı bir rapor yayınlamıştır(A/HRC/29/32). Bu raporda BM belgelerinde özel
hayatın gizliliğinin diğer haklardan yararlanma özellikle de ifade özgürlüğünden
yararlanma açısından bir geçit kapısı olduğunun vurgulandığı hatırlatılarak
dijitalleşme çağında görüş sahibi olma hakkının niteliğinin de dönüşüm
geçirdiğine vurgu yapılmış ve dijitalleşme ile birlikte kişilerin sahip olduğu
görüşleri öğrenmenin hem devlet hem de devlet dışı aktörler bakımından çok
kolaylaştığına dikkat çekilmiştir. Kişilerin yaptıkları aramalar, ziyaret
ettikleri sayfalar, okudukları görüşler vb yoluyla dijital olarak görüşlerini
açıkladığı ve bunların korunmasında şifreleme ve anonimliğin önemli bir işlev
gördüğü vurgulanmıştır.
Ayrıca sansürün yaygın olduğu baskıcı devletlerde muhalif
görüşlerin yasaklanması ya da çeşitli şekillerde bastırılması durumunda haber
ve görüşlere erişme hakkından yararlanma açısından VPN, Tor veya Proxy
kullanarak kişisel bilgileri anonimleştirmenin evrensel ifade özgürlüğünden
yararlanma araçları olarak işlev görebileceği belirtilmiştir. Şifreleme ve anonimlik ve bunların
arka planında yer alan güvenlik kavramları dijital çağda ifade özgürlüğünün hayata
geçirilmesi için gerekli olan gizliliği ve güvenliği sağladığını belirtmiş ve
bu güvenliğin ekonomik özgürlükler, özel hayatın gizliliği, adil yargılanma,
barışçıl gösteri ve toplanma, örgütlenme, yaşam hakkı ve fiziksel bütünlük gibi
diğer temel haklardan yararlanmak açısından da hayati olduğunu belirtmiştir.
İfade özgürlüğü açısından önemini dikkate alarak şifreleme ve anonimlik
konusundaki sınırlamaların yasallık, gereklilik, ölçülülük ve meşru amaca
uygunluk ilkelerine uyması gerektiğini belirtmiştir. Bu yönde devletlere,
uluslararası örgütlere ve özel sektöre ve sivil topluma yönelik tavsiyelerde
bulunmuştur. Şifreleme ve anonimliğe ilişkin tartışmaların internetin terör
amacıyla kullanımına hapsedilmemesi gerektiğini vurgulamış ve olağanüstü durumların
devletleri uluslararası insan hakları hukukundan kaynaklanan yükümlülüklerinden
muaf hale getirmediğini de özellikle hatırlatmıştır. Şifreleme ve anonimliğin
toplumda en zayıf durumda ve hukuka aykırı müdahaleler bakımından en çok risk
altında olan grupların ifade özgürlüğünü korumaya hizmet ettiğini de belirten
özel raportör bunlara yönelik sınırlamaların görüş sahibi olma hakkına
müdahaleye izin vermemesi gerektiğini de belirtmiştir.
Bazı ülke yüksek mahkemeler de anonimlik hakkını tanımıştır. Mesela
Kanada Yüksek Mahkemesi anonim kullanıcıların kimliğinin yargı kararı
olmaksızın açıklanmasına yönelik bir düzenlemeyi iptal etmiştir.[24] Kore Anayasa Mahkemesi anonim kullanıcılığı yasaklayan bir
yasayı anayasaya aykırı bularak iptal etmiştir.[25] ABD Yüksek Mahkemesi
anonim ifade özgürlüğünün anayasal güvence olduğunu kabul etmektedir.[26]
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de yakın tarihli bir kararında
İnternet sansürlerini aşmaya olanak tanıyan teknolojiler konusunda bilgi veren
sitelerin erişime engellenmesinin Sözleşmeye aykırı olduğuna karar vermiştir.
Zira Mahkeme, bu teknolojilerin sadece suç teşkil eden içeriğe ulaşmak için
kullanıldığı yönündeki savunmaya katılmamış ve bu teknolojilerin içerik
bakımından tarafsız olduğunu belirtmiştir (Engels/Rusya, no. 61919/16,
23.06.2020).
Benzer şekilde Birleşmiş Milletler İfade Özgürlüğü Özel
Raportörü Alman Sosyal Ağ yasasına ilişkin görüşünde, hukuka aykırı içeriğin
saklanması ve mahkeme kararıyla açıklanmasını öngören hükmün kişilerin anonim
olarak ifadede bulunma hakkını zedeleyebileceğini belirtmiştir. Anonimliğe
ilişkin bu tür sınırlamaların özellikle yargısal denetim eksikliği durumunda
devletlerin sakıncalı içeriği yayan ya da erişen kişileri takip etmesini
kolaylaştıracağını ifade eden Raportör, şikayetlerin ve tedbirlerin
belgelenmesini ve belirsiz bir süre saklanmasını zorunlu tutan düzenlemelerin,
söz konusu verilerin kötüye kullanımını önleyecek mekanizmalar öngörülmediği
takdirde kişilerin devlet takibine karşı daha kırılgan hale geleceği uyarısında
bulunmuştur. Bu tür düzenlemelerin özel ticari şirketlerin çok büyük miktarda
kişisel veriyi toplamasına izin verdiğini ve özel sektöre bu verilerin
gizliliğini ve güvenliğini sağlama konusunda önemli sorumluluklar yüklediğini
belirtmiştir (A/HRC/23/40). Ayrıca bu tür düzenlemelerin kendi haklarının ihlal
edildiğini ileri süren kullanıcılara mahkeme kararı olmaksızın üyelerin
bilgilerine erişme imkânı verebileceği kaygısını dile getiren Raportör,
devletin ve devlet dışı aktörlerin hukuksuz ve keyfi müdahalelerine karşı
anonimliğin korunmasının ifade ve düşünce özgürlüğünün korunması açısından
hayati bir önemi olduğunu vurgulamıştır. Bu tür bir açıklama için mahkeme
kararı koşulunun aranmamasının usuli güvenceleri etkisiz hale getireceğini ve
özel hayatın ve ifade özgürlüğünün sınırlandırılmasına ilişkin sıkı gereklilik
testi şartına uymadığını ifade etmiştir (A/HRC/29/32).[27]
Bütün bu açıklamalar Türkiye’deki kullanıcıların verilerini
Türkiye’de bulundurma yükümlülüğü öngören kuralın sosyal medya kullanıcılarının
Anayasanın 20 maddesinde güvence altına alınan özel hayatın korunması hakkına,
22. maddesinde korunan haberleşme özgürlüğüne, 25. maddesinde güvence altına
alınan düşünce özgürlüğüne, 26. maddesinde güvence altına alınan ifade
özgürlüğüne yönelik müdahale teşkil ettiği ve meşru bir amacının bulunmadığını
göstermektedir. Verilerin Türkiye’de bulunmaması, ifade özgürlüğünün, istisnai
olarak bu yönde bir gereklilik olduğunda, uluslararası insan hakları
sözleşmelerindeki ortak standartlara uygun şekilde sınırlanmasına mani
olmayacaktır. Bu açıdan, ihtilaflı kuralın, demokratik bir topluma yaraşır
herhangi bir kamu yararı düşüncesinden hareket etmediği ortadadır. Bu nedenle
kural Anayasanın sözü edilen maddelerine aykırıdır.
Diğer taraftan kural sosyal ağ sağlayıcıların anayasal haklarına
da müdahale teşkil etmektedir. Hukuki güvenlik ile belirlilik ilkeleri, hukuk
devletinin önkoşullarındandır. Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan
hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin
tüm eylem ve işlemlerinde Devlete güven duyabilmesini, Devletin de yasal
düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli
kılar. Belirlilik ilkesi ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden
herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır
ve uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına
karşı koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir. Kural ile sosyal ağ
sağlayıcılara soyut bir yükümlülük yüklenmekte ve bu yükümlülüğün çerçevesi
çizilmemektedir. Sosyal ağ sağlayıcıların Türkiye’deki kullanıcılarının
verilerini Türkiye’de tutma yönünde alabileceği gerekli tedbirlerin ortaya
konulmamış olması hukuki belirlilik ilkesinin açık, net anlaşılır ve
uygulanabilir olmasını karşılamamaktadır.
Dünyada milyonlarca kullanıcısı olan platformlar ciddi
maliyetler ile veri merkezlerinin yerlerini iklim, güvenlik, enerji, mevzuat,
yatırım teşvikleri, işgücü gibi pek çok kriteri göz önünde bulundurarak
belirlemektedir. Genel olarak bu platformlarda tutulan veriler kullanıcıların
yerleşim yeri üzerinden gruplandırılmamakta olup veriler bütünsel ve yedekleri
şeklinde saklanmaktadır. Verilerin yerel bir şekilde depolanmasını zorunlu
kılmak ve/veya verinin bir kopyasının yerel bir şekilde depolanmasını zorunlu
kılmak bütün şirketlerin omzuna oldukça zorlayıcı ekonomik külfet getirmekte
olup, bireylerin özgürce ve ücretsiz olarak hizmet alabilmesine engel
olmaktadır.
Dünya çapında kullanıcısı olan şirketlere Birleşmiş Milletler
üyesi 193 devlet tarafından yerel veri depolama yükümlülüğünün atfedilmesinin,
internette sosyal ağ kullanıcılığının sonu olacağını kestirmek zor değildir.
Şirketler yatırım maliyetlerini karşılayabilseler dahi veri yönetim sistemlerinin
güncellemesine ilişkin düzenli giderleri karşılayamaz hale gelebilecektir. Bu
giderler ve veri depolanmasının yerelleşmesi, kullanıcıların verisini yetkisiz
erişim, veri sızması ve yabancı casus ve suçlu hackerlar gibi kötü aktörlerin
hareketleri gibi istenmeyen durumlara karşı korumasız kılacaktır. Bununla
birlikte yeni girişimlerle ve rekabet ile beslenen dijital ekosistem,
maliyetleri kaldıramayacak olan yeni girişimlere tamamen kapanabilecek ve bu
durum monopol yaratılmasına sebebiyet verecektir.
Veri yerelleştirilmesi ekonomik büyüme açısından da risklidir.
Özellikle bilişim sektörünün ülke ekonomisine, istihdamına ve gayrisafi milli
hasılasına yapacağı katkı göz önünde tutulduğunda devletlerin kendi
topraklarında faaliyet gösteren şirketlere veri yerelleştirilmesi zorunluluğunu
getirmesi ekonomik büyüme potansiyeline sekte vuracaktır. Nitekim böyle bir
veri yerelleştirme zorunluluğu serbest ticaret kurallarına da aykırılık teşkil
edebilecektir. Bilindiği üzere Amerika Birleşik Devletleri ile Türkiye arasında
ticaret hacminin 100 milyar dolara çıkarılması hedefi bulunmakta olup, yabancı
yatırımcının Türkiye’de böyle bir yatırıma zorlanması ülkemizin uluslararası
ticaret ve ekonomi politikalarına yönelik imajını zedeleyecektir.
Dijitalleşen dünyada hizmet sunumları ve uyum politikaları
uyarınca sunucuların reel konumları önemini kaybetmekte olup, bu alanlara
erişim politikaları belirleyici olmaktadır. Anayasa'nın 48. maddesinde “Herkes,
dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir. Özel teşebbüsler
kurmak serbesttir. Devlet, özel teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve
sosyal amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını
sağlayacak tedbirleri alır.” denilmektedir. Devletin bu tedbirleri alırken
temek amaç ve görevleri Anayasa madde 5’te belirtilmiştir. Devletin temel amaç
ve görevleri, Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin
bölünmezliğini, Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun
refah, huzur ve mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini,
sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan
siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddi ve manevi
varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır. Bu doğrultuda
çağımızda önemi gittikçe artan internet ekosistemi içerisinde çerçevesi belirli
olamayan uygulanabilir de olmayan bu yükümlülük Anayasa’nın 2., 13. ve 48.
maddelerine aykırılık teşkil etmektedir.
Açıklanan nedenlerle kural Anayasanın 2., 13., 20., 22., 25.,
26. ve 48. maddelerine aykırıdır.
d) Ek
4. maddenin sekizinci fıkrası yönünden
7253 sayılı Kanun'un 6. maddesiyle 5651 sayılı Kanun'a eklenen
Ek 4. maddenin sekizinci fıkrasında hukuka aykırılığı hâkim veya mahkeme kararı
ile tespit edilen içeriğin sosyal ağ sağlayıcıya bildirilmesi durumunda,
bildirime rağmen yirmi dört saat içinde içeriği çıkarmayan veya erişimi
engellemeyen sosyal ağ sağlayıcı, doğan zararların tazmin edilmesinden sorumlu tutulmuş
ve bu hukuki sorumluluğun işletilmesi için içerik sağlayıcının sorumluluğuna
gidilmesi veya içerik sağlayıcıya dava açılması şartı aranmayacağı hükmü
düzenlenmiştir.
Hüküm ile yer sağlayıcılara yönelik bir tazminat sorumluluğu
getirilmektedir. Öncelikle böyle bir sorumluluk internet düzenlemelerinin genel
prensibi olan yer sağlayıcının içerikten sorumlu olmaması sebebiyle 5651 sayılı
Kanun sistematiği ile bağdaşmamaktadır. Bununla birlikte zarar ve zararın
tazmini borçlar hukukuna ilişkin bir sorun olup, nitekim 6098 sayılı Türk
Borçlar Kanunu’nun 49 vd maddelerinde, özellikle 57. maddesinde
düzenlenmektedir. 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 58. maddesi de benzer
düzenlemeleri içermektedir. Ancak bu düzenlemelerde görülmektedir ki basın,
yayın, iletişim ve bilişim kuruluşlarının sorumluluğu ikincildir ve bunların
sorumluluğuna gidilmesi için bazı ön şartlara bağlanmıştır (örn. TTK 58/1). Bu
halde mahkeme kararının kendisine bildiriminden itibaren içeriği kaldırma
yükümlülüğü 5651 sayılı Kanunda düzenlenen yer sağlayıcıya yönelik ek bir
tazminat sorumluluğunun düzenlenmesine ihtiyaç bulunmamaktadır.
Öte yandan zarar ve tazminat borçlar hukukuna ilişkin terimler
olup tazminatın istenebilmesi için zararın ispat edilmesi gerekmektedir. İspat
edilen zararın maddi karşılığı ise çoğu zaman uyuşmazlık konusudur. Öyle ki bu
zararın hesaplanmasında mahkemeler çoğunlukla bilirkişi incelemesi
yaptırmaktadır. Bu bakımdan zarar ve tazminata ilişkin borçlar hukuku
kurallarının hiçe sayılarak hak arama özgürlüğünün bertaraf edilmesi sonucunu
doğurabilecek hukuka aykırılıktan sorumlu olan içerik sağlayıcısına başvurma,
dava açma şartının dahi aranmadığı bir düzenleme hukuk devleti ilkesi ile
bağdaşmayacaktır.
Ayrıca kural ile öngörülen yükümlülüğün kapsamı da belli
değildir. 5651 sayılı Kanunda hukuki niteliği çok farklı erişimin engellenmesi
kararları vardır ancak bu kararlardan bir kısmı koruma tedbiri niteliğindedir,
mesela 8. ve 8/A maddesindeki kararlar koruma tedbiri niteliğinde olup,
içeriğin hukuka aykırılığı konusunda nihai bir karar olarak nitelendirilemez.
9. maddede öngörülen karar ise özel bir hak arama niteliğine sahiptir ve
Anayasa Mahkemesi de bu kararın tedbir niteliğinde olduğuna karar vermiştir.
Dolayısıyla bu karar da içeriğin hukuka aykırılığına ilişkin nihai bir karar
olarak nitelendirilemez.
Dolayısıyla öngörülen yükümlülüğün kapsamının ne olduğu belli
değildir ve sosyal ağ sağlayıcılar açısında öngörülemez bir yükümlülük niteliği
taşımaktadır. Bu nedenle kural açıkça Anayasanın 2. maddesinde güvence altına
alınan hukuk devleti ilkesine aykırıdır.
Diğer yandan ise 5651 sayılı Kanun’da düzenlenen söz konusu
sorumluluğun kusursuz sorumluluk hali olduğu anlaşılmaktadır. Sorumluluk
hukukunun temelinde neminem laedere (hukuka aykırı olarak kimseye zarar
vermeme) ilkesi bulunmaktadır. Zira sorumluluk hukukunun öncelikli amacı, bu
ilkeye aykırı davranılarak bir başkasına zarar verilmesi durumunda, zararın
zarar görenden zarar verene aktarılmasıdır. Bir başka deyişle, zarar gören
sebep olduğu zararı karşılamakla yükümlüdür. Ancak zarar verenin sadece bir
zarara sebep olması yeterli değildir. Ayrıca, nulla indemnitas sine culpa
(kusursuz tazminat olmaz) ilkesi gereğince zarar verenin kusuru da
aranmaktadır. Bu kapsamda, sorumluluğunun kurulması için kural olarak, dört
temel unsur aranmaktadır. Bu unsurlar, kusur, hukuka aykırılık, zarar ve zarar
ile zarara sebep olan olay arasında uygun nedensellik bağının bulunması
şeklinde sıralanabilir. Öte yandan kanunlarımızda kusursuz sorumluluk halleri
de düzenlenebilmektedir. İstisnai olan bu düzenlemelerde sorumluluğun kurulması
kusur yerine özel olarak öngörülen bir olguya (sebep olma esası) bağlanmıştır.
Ancak belirtmek gerekir ki, sebep olma esası, bir kusursuz sorumluluk rejiminin
öngörülmesi için tek başına yeterli değildir. Bu nedenle, kusursuz sorumluluk
rejiminin kabul edilebilmesi için sebep olma esasının yanı sıra kusur
ilkesinden ayrılmaya neden ihtiyaç olduğunu gerekçelendiren başka esaslar da
aranır. Kusursuz sorumluluk istisna olup öngörülmesi için birden fazla esas
(veya gerekçe) gerekmektedir. Bu halde yer sağlayıcının içerikten sorumlu
olmaması, sorumluluğunun ikincil olması ve tamamen soyut bir zarar tazmini
sorumluluğu altında bırakılmasını konu edinen söz konusu düzenleme Anayasa’nın
2. ve 36. maddelerine aykırıdır.
Özellikle böyle bir Kanun hükmü sosyal ağ sağlayıcıları üzerinde
bir baskı kurarak içerik değerlendirmelerini etkileyebilecek ve sansür
uygulamalarına sebebiyet verebilecektir. Bu halde ise Anayasa'nın 22.
maddesinde yer alan “Haberleşme hürriyeti”nin, 26. maddesinde teminat altına
alınan ve demokratik toplumların en temel değerlerinden biri olan “İfade
hürriyeti”nin ve yine Anayasa'nın 28. maddesinde düzenlenen “Basın hürriyeti”nin
ve Anayasa'nın “Temel hak ve hürriyetlerin sınırlanması” kenar başlıklı 13. maddesinin
açık bir biçimde ihlâli anlamına gelmekte ve dolayısı ile, mezkûr hak ve
hürriyetleri teminat altına alan Anayasamızın “hukuk devleti” ilkesini
benimseyen 2. maddesi hükmüne de aykırılık teşkil etmektedir.
Açıklanan nedenlerle kural Anayasanın 2., 13., 22., 26., 28. ve
36. maddelerine aykırıdr, iptal edilmesi gerekir.
e) Ek
4. maddenin dördüncü, altıncı, yedinci, dokuzuncu ve onuncu fıkraları yönünden
7253 sayılı Kanun'un 6. maddesiyle 5651 sayılı Kanun'a eklenen
Ek 4. maddenin dördüncü, altıncı, yedinci, dokuzuncu ve onuncu fıkralarında
yukarıda incelenen fıkralarda anayasaya aykırılığı ortaya konulan kuralların
uygulanmasına ve uygulanmaması halinde öngörülen yaptırımlara ilişkin
düzenlemeler yer almaktadır.
Dördüncü fıkraya göre Türkiye’den günlük erişimi bir milyondan
fazla olan yurt içi veya yurt dışı kaynaklı sosyal ağ sağlayıcı, kendisine
bildirilen içeriğin çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesi kararlarının
uygulanmasına ve üçüncü fıkra kapsamındaki başvurulara ilişkin istatistiksel ve
kategorik bilgileri içeren Türkçe hazırlanmış raporları altı aylık dönemlerle
Kuruma bildirir. Üçüncü fıkra kapsamındaki başvurulara ilişkin rapor, kişisel
verilerden arındırılmak suretiyle sosyal ağ sağlayıcının kendi internet
sitesinde de yayınlanır.
Bu kural sosyal ağ sağlayıcının Türkiye’de temsilci ataması
önkoşuluna dayanmaktadır. Yukarıda birinci ve ikinci fıkralara ilişkin
açıklamalarda temsilci atama yükümlülüğünün anayasaya aykırı olduğu ayrıntılı
bir şekilde açıklanmıştır. Dolayısıyla aynı anayasaya aykırılık nedenleri bu
fıkra açısından da geçerlidir.
Altıncı fıkrada, üçüncü fıkradaki yükümlülüğü yerine getirmeyen
sosyal ağ sağlayıcıya beş milyon Türk lirası, dördüncü fıkradaki yükümlülüğü
yerine getirmeyen sosyal ağ sağlayıcıya ise on milyon Türk lirası idari para
cezasının Başkan tarafından verileceği düzenlenmiştir.
Yukarıda üçüncü fıkraya ilişkin açıklamalarda getirilen
şikayetleri inceleme yükümlülüğünün anayasaya ve uluslararası insan hakları
hukukuna aykırı olduğu ayrıntılı olarak açıklanmıştır. Söz konusu Anayasaya
aykırılık, yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde uygulanacak yaptırım
açısından da geçerlidir. Aynı şekilde dördüncü fıkrada belirtilen raporlama
yükümlülüğünün anayasaya aykırı olduğu, birinci ve ikinci fıkralarla bağlantılı
olduğu ve anayasaya aykırı olduğu açıklanmıştır. Dolayısıyla söz konusu
yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde uygulanacak yaptırım da aynı
gerekçelerle Anayasaya aykırıdır.
Yedinci fıkrada Türkiye’den günlük erişimi bir milyondan fazla
olan yurt dışı kaynaklı sosyal ağ sağlayıcılar hakkında 8 inci ve 8/A maddeleri
kapsamında verilecek olan idari para cezalarının bir milyon Türk lirası olarak,
8 inci ve 9 uncu maddeleri kapsamında verilecek olan adli para cezaları ise
elli bin gün olarak verileceği, söz konusu idari para cezasını gerektiren
ihlallerin bir yıl içinde her bir tekrarında cezaların bir kat artırılarak
uygulanacağı düzenlenmiştir. Yukarıda 8. ve 9. maddelerde yapılan
değişikliklerin Anayasaya aykırı olduğu ayrıntılı olarak açıklanmıştır.
Öngörülen idari ve adli para cezaları Anayasa aykırı iken getirilen düzenleme
ile yurt dışında bulunan sosyal ağ sağlayıcılara ayrı ve daha yüksek para
cezası verilmesinin Anayasanın 10. maddesinde güvence altına alınan eşitlik
hakkına aykırı olduğu ve ayrımcı nitelik taşıdığı açıktır.
Sosyal ağ sağlayıcılar yer sağlayıcıların bir alt kategorisi
olup, yurt dışı kaynaklı sosyal ağ sağlayıcılara diğer yer sağlayıcılardan daha
ağır ceza verilmesini meşrulaştıracak objektif bir neden bulunmamaktadır. Bu nedenle
kural açıkça Anayasanın 10. maddesine de aykırıdır.
Dokuzuncu fıkrada maddenin uygulanmasında sosyal ağ sağlayıcının
yükümlülüklerinin, içerik veya yer sağlayıcısı olmasından doğan sorumluluk ve
yükümlülüklerini ortadan kaldırmayacağı kuralına yer verilmiştir.
Bu kuralın kanunda yer alan kavramlar arasında ciddi bir anlam
karışıklığına neden olduğu açıktır. Sosyal ağ sağlayıcı yer sağlayıcının
spesifik bir kategorisi olup hem yer sağlayıcı hem de sosyal ağ sağlayıcı
olarak ayrı ayrı sorumlu tutulması kavramsal olarak anlamsızdır. Sosyal ağ
sağlayıcının aynı zamanda yer sağlayıcı olması da tanım gereği imkansızdır.
Twitter, Facebook, Youtube, Instagram gibi platformların kendi alanlarında
yayınladıkları duyurular ve bilgilendirmeler açısından içerik sağlayıcı olarak
nitelenmesi mümkün olup, iptali istenen kural bu duyuru ve açıklamalar için
ayrı sorumlulukları doğacağını düzenlemektedir.
Dolayısıyla hukuk devletinin temel gereklerinden biri olan
yasaların belirli olması ve hukuk sisteminin kendi içinde tutarlı birbiriyle
uyumlu kurallar içermesi ilkesinin açıkça ihlal edildiği ortadadır. Bu
belirsizlik aynı zamanda Anayasanın 38. maddesinde öngörülen suçların ve
cezaların kanuniliği ilkesine de aykırıdır. Bu nedenle kural Anayasanın 2. ve
38. maddelerine aykırıdır.
Onuncu fıkrada ise maddenin uygulanmasına ilişkin usul ve
esasların Kurum tarafından belirleneceği kuralına yer verilmiştir. Buna göre
maddenin uygulanmasıyla ilgili usul ve esasları BTK belirleyecektir. Öncelikle
madde öngörülen tüm düzenlemelerin Anayasaya aykırı olduğu yukarıda ayrıntılı
olarak açıklanmıştır. Dolayısıyla anayasaya aykırı olan kuralların
uygulanmasına ilişkin usul ve esaslar da anayasaya aykırı olacaktır.
Diğer taraftan kuralda öngörülen düzenlemelerin önemli bir
kısmının belirsiz olduğu yukarıda ilgili bölümlerde ayrıntılı olarak
açıklanmıştır. Bu kuralların aynı zamanda pek çok temel hak ve özgürlüğe
müdahale niteliği taşıdığı da ayrıntılı olarak açıklanmıştır. Anayasanın 13. maddesine
göre temel hak ve özgürlükler ancak kanunla sınırlandırılabilir. Kanunla
sınırlama ilkesinin gereği olarak temel haklarda sınırlama niteliği taşıyan
düzenlemelerin ayrıntılı ve öngörülebilir olması zorunludur. Öngörülebilir ve
kapsamı belirli olmayan kuralların uygulanmasına ilişkin usul ve esasları belirleme
yetkisinin yürütme organına ve idareye verilmesi yasama yetkisinin devri
niteliğindedir ve Anayasanın 7. ve 13. maddelerine de aykırılık
oluşturmaktadır.
Açıklanan nedenlerle 7253 sayılı kanunun 6. maddesiyle 5651
sayılı Kanuna eklenen ek 4. madde Anayasanın 2., 5., 7., 10., 13., 20., 22.,
25., 26., 27., 28., 36., 38. ve 48. maddelerine aykırıdır, iptal edilmesi
gerekir.
III. YÜRÜRLÜĞÜ
DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ
29.07.2020 tarih ve
7253 sayılı İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar
Yoluyla İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun’un tüm maddelerinin açıkça Anayasa’ya aykırı olduğu
yukarıda etraflı bir şekilde açıklanmıştır. Günümüzde ifade özgürlüğünün ve
haberleşme özgürlüğünün en yaygın şekilde kullanım alanı olan İnternet ve
sosyal medyanın kontrol altına alınmasını ve sansürlenmesini amaçlayan
kuralların uygulanması halinde demokratik toplumun vazgeçilmez unsuru olan
ifade ve basın özgürlükleri ağır bir şekilde tahrip edilecek ve Cumhuriyetin
demokratik niteliği zedelenecektir.
Erişim engelleme
tedbirlerinin ölçüsüz ve anayasaya aykırı bir şekilde uygulanması ile
yüzbinlerce internet sitesi ve içerik erişime engellenmişken şimdi içeriğin
çıkarılması yetkisi tanınmaktadır ki bu açıkça ölçüsüz bir tedbir olup bütün
anayasal güvenceleri ihlal etmektedir. Diğer taraftan sosyal ağ sağlayıcısı
tanımı belirsiz olduğu gibi sosyal ağ sağlayıcılara getirilen yükümlülükler de
oldukça ağırdır. Öngörülen yükümlülüklerin ağırlığı dolayısıyla sosyal medya
platformlarının temsilcilik açmaya yanaşmaması halinde sosyal medya fiilen
kullanılamaz hale gelecektir. Milyonlarca sosyal medya kullanıcısı haberleşme,
ifade, bilim ve sanat ve basın özgürlüklerinden fiilen yararlanamaz hale
geleceği gibi sosyal medya üzerinden ticari faaliyetlerini sürdüren
işletmelerin faaliyetlerini de sekteye uğratacak ve ekonomik krizi daha da
derinleştirecektir. Hakları ihlal edilenlerin başvurabileceği hukuk yolu da
öngörülmemiştir. Doğacak ve giderilmesi olanaksız zararları önlemek amacıyla
antidemokratik niteliği açık olan ve başta ifade özgürlüğü olmak üzere çok
sayıda temel hakkı ihlal eden yasanın yürürlüğünün durdurulmasına ivedi şekilde
karar verilmesi gerekir.
Anayasal gereklere
uymadan kabul edilen ve iptal edilmesi gereken bir kuralın uygulanması halinde
telafisi imkânsız zararların doğacağı açıktır. O kadar ki; iptali istenen
kurallar, demokratik hukuk devletinin esasını ortadan kaldıracaktır.
Diğer taraftan
Anayasal düzenin hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden en kısa sürede
arındırılması, hukuk devletinin temel gereğidir. Anayasa’ya aykırılıkların
sürdürülmesi, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de
zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve
özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi, hukuk
devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacaktır.
Bu zarar ve
durumların doğmasını önlemek amacıyla, açıkça Anayasa’ya aykırı olan ve iptali
istenen hükümlerin iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün de durdurulması
istenerek Anayasa Mahkemesine dava açılmıştır.
IV. SONUÇ VE İSTEM
29.07.2020 tarih ve 7253 sayılı
İnternet Ortamında Yapılan Yayınların Düzenlenmesi ve Bu Yayınlar Yoluyla
İşlenen Suçlarla Mücadele Edilmesi Hakkında Kanunda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un;
1-) 1. maddesiyle
5651 sayılı Kanun’un 2. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (s) bendinin,
Anayasa’nın 2., 13., 22., 26., 35., 38. ve 48. maddelerine,
2-) 2. maddesiyle
5651 sayılı Kanun’un 3. maddesine eklenen beşinci fıkrasının, Anayasanın 2.,
10., 36., 40., 90. ve 125. maddelerine,
3-) 3. maddesiyle
değiştirilen 5651 sayılı Kanun’un 5. maddesinin altıncı fıkrasında yer alan yüz
bin Türk lirasından bir milyon Türk lirasına” ibaresinin, Anayasanın 2. ve 13.
maddelerine,
4)- 4. maddesiyle
değiştirilen 5651 sayılı Kanun’un 8. maddesinin dördüncü fıkrasının birinci
cümlesinde yer alan “içeriğin çıkarılması ve/veya” ibaresinin ve onbirinci fıkrasında
yer alan “ilgili içerik, yer ve erişim sağlayıcısına” ibaresinin, Anayasanın
2., 6., 13., 20., 22., 26., 28., 38. ve 48. maddelerine,
5)- 5. maddesiyle
değiştirilen 5651 sayılı Kanun’un 9. maddesinin birinci fıkrasında yer alan “içeriğin
çıkarılmasını ve/veya erişimin engellenmesini” ibaresinin, üçüncü fıkrasında
yer alan “içeriğin çıkarılmasına ve/veya erişimin engellenmesine” ibaresinin,
beşinci fıkrasında yer alan “içeriğin çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesi”
ibaresinin, sekizinci fıkrasının, dokuzuncu fıkrasında yer alan “içeriğin
çıkarılması ve/veya erişimin engellenmesi” ibaresinin, eklenen onuncu
fıkrasının ve onbirinci fıkrasında yer alan “içerik, yer ve erişim sağlayıcıların
sorumluları” ibaresinin, Anayasanın 2., 9., 13., 26., 27., 28., 36., 38., 40. ve 125. maddelerine,
6)- 6. maddesiyle
5651 sayılı Kanuna eklenen ek 4. maddenin, Anayasanın 2., 5., 7., 10., 13.,
20., 22., 25., 26., 27., 28., 36., 38. ve 48. maddelerine,
aykırı olduklarından iptallerine ve uygulanması halinde
giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar yaratacağından iptal davası
sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin
istemimizi saygı ile arz ederiz.”