“…
1) 11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 5. maddesiyle 25.08.1999 tarihli ve 4447 sayılı İşsizlik
Sigortası Kanunu’na eklenen ek madde 7’nin birinci fıkrasının birinci
cümlesinde yer alan ‘‘Fondan’’ ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanunun 5. maddesi ile 4447 sayılı Kanun’a eklenen ek madde 7 ile
işsiz kalmaları ve 4447 sayılı İşsizlik Sigortası Kanunu’nun 50. maddesinde
tanımlanan işsizlik ödeneğine hak kazanma koşullarını yerine getirerek işsizlik
ödeneği alan işçilerin, işsizlik ödeneği alma sürelerinin yeniden işe başlama
koşuluyla 90 günü geçmemesi halinde, söz konusu işçilerin işsizlik süresi
sonunda yeniden girdikleri işte kesintisiz 12 ay çalışmaları halinde, 5510
sayılı Kanun gereğince yaşlılık, malullük ve ölüm sigortası gibi uzun vadeli
sigorta kolları için ödenmesi gereken sigortalı ve işveren sigorta primlerinin
prime esas kazanç alt sınırı üzerinden İşsizlik Sigortası Fonundan
karşılanmasına dair bir düzenleme yapılmıştır.
Söz konusu düzenleme ile Fon amacı dışında
kullanıma açılmış, çalışanların işsizlik halinde ekonomik güvencelerinin
sağlanması amacından sapılarak Anayasamızın 60. maddesinde belirlenen
yükümlülük ve ödeve aykırı bir durum ortaya çıkmıştır.
Bu nedenle 7256 sayılı Bazı Alacakların
Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un
5. maddesi ile 4447 sayılı Kanun’a eklenen ek madde 7’nin birinci fıkrasının
birinci cümlesinde yer alan “Fondan” ibaresi Anayasa’nın “sosyal hukuk devleti
ilkesi”ne ve sosyal güvenliğe ilişkin hükümlerine aykırı olduğu gibi kanun
önünde eşitlik ilkesine ve sosyal hukuk devleti ilkesine de aykırıdır. Bir
başka deyişle söz konusu düzenleme, Anayasa’nın 60. ve 65. maddelerine
aykırıdır. Aşağıda sırasıyla ayrıntılı olarak söz konusu ibarenin Anayasa’nın
ilgili maddelerine aykırılıkları tanımlanacaktır.
7256 sayılı Bazı Alacakların Yeniden
Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 5.
maddesi ile 4447 sayılı Kanun’ eklenen ek madde 7 ile yasada belirtilen şart ve
sürelerle sınırlı olmak üzere işsizlik ödeneği alan kişilerin işsizlik ödeneği
aldığı döneme ilişkin 5510 sayılı Kanun gereğince uzun vadeli sigorta kolları
için ödenmesi gereken sigortalı ve işveren sigorta primlerinin İşsizlik
Sigortası Fonundan karşılanmasına dair düzenleme Anayasanın 60. maddesinde yer
alan “sosyal güvenlik hakkı” ile çelişmektedir.
Sosyal güvenlik hakkı, ikinci kuşak insan
haklarındandır. Sosyal güvenlik hakkı, niteliği itibarı ile ekonomik ve sosyal
haklar arasında yer alan bir haktır. Sosyal güvenlik hakkı, insan haklarına
dair bütün milletlerarası belgelerde kabul edilen bir insan hakkıdır.
Sosyal güvenlik hakkı, bir insan hakkı
olarak vatandaş olsun ya da olmasın bütün insanlara tanınması gereken bir
haktır. Niteliği itibarı ile ekonomik ve sosyal bir hak olarak sosyal güvenlik
hakkı devlete bu hakkı hayata geçirmek için gereken tedbirleri almak ve
teşkilatı kurmak gibi bir yükümlülük yükler. Sosyal güvenlik hakkı bu anlamda
pozitif statü hakları arasında yer alır. Devlete sosyal güvenliği sağlama gibi
bir görev yükler. Sosyal güvenlik bu anlamda insanlar için bir hak, devletler
için ise bir ödev, bir yükümlülüktür. Sosyal güvenlik hakkı kişilere devletten
sosyal güvenliğini sağlamak için gerekeni yapmayı talep etme hakkı verir.
1982 Anayasası bu özelliklere uygun bir
muhteva içerisinde sosyal güvenlik hakkını düzenlemiştir. Sosyal güvenlik hakkı
1982 Anayasası’nda sosyal devletin gerekliliği olarak geniş bir muhtevada
düzenlenmiştir. Anayasa’da sosyal güvenlikle ilgili olmak üzere 60., 61. ve 62.
maddeler olmak üç ayrı maddede olmak üzere hü-kümler yer almaktadır. Asıl
olarak sosyal güvenlik hakkı Anayasamızın 60. maddesinde düzenlenmiştir. Buna
göre “madde 60: "Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu
güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar." Bu
maddede sosyal güvenlik hakkı tanımlanmıştır.
Anayasa bu hakkı sosyal ve ekonomik bir
hak olarak düzenlemekle yetinmemiş ayrıca bu niteliğin sonuçlarını vurgulamak
için “Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı
kurar” (m. 60/2) hükmüne yer vermiştir. Şu halde devlet sosyal güvenliği
sağlamak için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür. Devlet; sosyal güvenlik
hakkını hayata geçirmek üzere kanuni düzenlemeleri yapmakla, kanunların
uygulama esaslarını tüzük ve yönetmelikler çıkararak düzenlemekle ve herkesin
sosyal güvenliğini sağlayacak tedbirleri almakla yükümlüdür.
Çağdaş dünyada devletler sosyal güvenliği
sağlamak için bir teşkilat kurmakla;
Bir sistem kurmakla yükümlüdürler.
Anayasamız da sosyal hukuk Devletini sosyal güvenlik teşkilatlanmasını yapmakla
ve sosyal güvenliği sağlayacak bir sistemi kurmakla yükümlü kılmıştır
Nitekim, Anayasa Mahkemesi’nin çeşitli
kararlarında da bu yükümlülüğün altı çizilmiştir:
“Anayasa’nın 60. maddesinde, herkesin,
sosyal güvenlik hakkına sahip olduğu, Devletin, bu güvenliği sağlayacak gerekli
tedbirleri alacağı ve örgütü kuracağı kurala bağlanmıştır. Bu maddeye göre,
sosyal güvenlik herkes için bir hak ve bunu gerçekleştirmek ise Devlet için bir
görevdir. Sosyal güvenlik hakkı, sosyal sigorta kuruluşlarınca kendi kuralları
çerçevesinde yerine getirilir. Sosyal güvenliğin ve sigortanın varlık nedeni
sosyal risklerin karşılanmasıdır. Devletin Anayasa’da güvence altına alınan
sosyal güvenlik haklarının yaşama geçirilmesi için gerekli önlemleri alması,
sosyal güvenlik politikalarını bilimsel verilere göre belirlemesi ve bunun için
gerekli yasal düzenlemeleri yapması doğaldır. Nesnel ve sürekli kurallarla
sağlam ve sağlıklı temellere oturtulmayan bir sosyal güvenlik sisteminin
sürdürülebilir olması düşünülemez. Bu düzenin korunması Anayasa’nın 60.
maddesinde yer alan sosyal güvenlik hakkının güvenceye alınması için de
zorunludur.” (AYM, E: 2011/42, K: 2013/60, R.G. Tarih-Sayı 25.7.2014-29071;
AYM, E. 2006/111, K: 2006/112, R.G. Tarih/Sayı: 30.12.2006/26392 5. Mükerrer)
Görüleceği üzere Anayasa Mahkemesi
kararlarında da Anayasanın 60. maddesinde, sosyal güvenlik, bireyler yönünden
"hak", Devlet yönünden "ödev" olarak öngörülmüştür. Anayasa
koyucu, Devlet’i yalnızca sosyal güvenliği sağlayacak önlemleri almak ve gerekli
örgütü kurmakla görevlendirmemiş, aynı zamanda bunu Devlet’in yükümlülüğü
olarak görmüş ve olumlu edim yükümlülüğü getirmiştir. Toplumsal dayanışmanın
kurumsal duruma getirilmesini anlatan sosyal güvenlik sisteminin, Devlet’in,
Anayasa’nın 60. maddesi gereğince kurmakla görevli ve yükümlü olduğu sosyal
güvenlik örgütü ile yine Devlet’in sosyal güvenliği sağlamak için alacağı
önlemlerin tümünü kapsadığı da yine bu kararlarda ifade edilmiştir.
Devlet, ekonomik ve sosyal risklerden
yurttaşlarını korumak ve sosyal güvenlik hakkının hayata geçirilmesi için
çeşitli sigortaları kurmuş ve bu sigorta kollarını yönetmek için de iki farklı
sosyal güvenlik kurumu kurmuştur. Bunlardan birisi Sosyal Güvenlik Kurumudur
(SGK), birisi de Türkiye İş Kurumu’dur. SGK, iş kazası, meslek hastalığı
sigortası, hastalık sigortası, Genel Sağlık Sigortası şeklindeki kısa vadeli
sigorta kolları ile sigortalıların ekonomik ve sosyal haklarının korunması ile
uzun vadeli sigorta kolları olan yaşlılık, ölüm ve maluliyet sigortaları ile sigortalıların
ve bunların hak sahiplerinin ekonomik haklarının korunması için 5510 sayılı
Kanun ile tanımlanmış haklarının hayata geçirilmesi ile görevlendirilmiştir.
Türkiye İş Kurumu da 4447 sayılı Kanun ile yürürlüğe giren ve işsizlik halinde
sigortalıya gelir güvencesi sağlamaya yönelik kurulmuş İşsizlik Sigortası
Fonunun yönetiminden sorumlu tutulmuştur.
Söz konusu her iki kurum da sosyal sigorta
kurumudur ve bunların görevleri kanunlarla belirlenmiştir. 4447 sayılı İşsizlik
Sigortası Kanunu Türkiye İş Kurumu’nun görev ve sorumluluklarını, yetkilerini
tanımlamıştır. Kanun’a göre Fonun asıl görevi işsiz kalmış kapsam dahilindeki
sigortalılara işsiz kaldıkları sürenin Kanun’da tanımlanan kısmı boyunca
“işsizlik ödeneği” adı altında belirli bir gelir sağlamak olarak
tanımlanmıştır. Kanun’un ve işsizlik sigortasının asıl amacı sigortalının kendi
kusuruna bağlı olmaksızın haksız bir neden ile veya geçerli bir nedenle
sigortalının iş akdinin 4857 sayılı Kanun’a göre iş akdinin feshi halinde
sigortalıya işsiz kaldığı dönemde geçimini sağlamaya yönelik bir sosyal sigorta
oluşturmaktır.
Söz konusu Kanun’un 46. maddesinin 4.
fıkrasına göre İşsizlik Sigortasının amaçlarından birisi “sigorta primlerinin
Sosyal Güvenlik Kurumuna yatırılmasını sağlamak” belirtilmiş, 48. maddesinin 6.
fıkrasının (b) bendinde de “5510 sayılı Kanun gereği ödenecek sigorta
primleri,” ifadeleri ile yukarıda belirtilen işsiz kalmış sigortalının işsiz
kaldığı dönemde hastalık veya sağlık sorunları yaşaması halinde de sağlık
hizmetlerinden ve tedavilerinden yararlanabilmesi için kısa vadeli sigorta
kollarından olan hastalık ve analık sigorta kollarından da yararlanabilmesi
düzenlenmiştir. Nitekim, söz konusu fıkranın ve bendin mevzuat açısından 2008
yılında 5754 sayılı Kanun’un 90. maddesiyle değiştirilmeden önce açık bir
biçimde “hastalık ve analık sigorta primleri’’ olarak tanımlanmıştı. Ancak 5510
sayılı Kanun ile Genel Sağlık Sigortası’nın yürürlüğe girmesiyle hastalık ve
analık sigortası primleri yerine 5754 sayılı Kanun’un 48. maddesiyle değiştirilen
5510 sayılı Kanun’un 81. maddesinin birinci fıkrasının (f) bendi kapsamında
Genel Sağlık Sigortası primleri kesilmeye başlanmıştır. Bu nedenle de hastalık
ve analık sigortası primlerinin kesilmesine ilişkin hükümler değiştirilmiştir.
Görüldüğü üzere 4447 sayılı Kanun’un amaçları arasında uzun vadeli sigorta
kolları açısından prim ödenmesi gibi bir düzenleme ve amaç bulunmamaktadır.
Anayasa Mahkemesi’nin 2019/46 E. ve 2020/55 K. sayılı kararında: “17. Anayasa’nın
60. maddesinde devlete sosyal güvenlik hakkını sağlayacak gerekli tedbirleri
alma ödevi yüklenmiş iken 49. maddesine göre devletin ayrıca işsizliği önlemeye
yönelik ekonomik bir ortam yaratma yükümlülüğü de bulunmaktadır. Anayasa’ya
aykırı olmamak kaydıyla bu kapsamda alınacak tedbirleri, bu tedbirlerin
kapsamını, içeriğini, şeklini ve usulünü belirleme konusunda kanun koyucunun
takdir yetkisi bulunmaktadır (benzer yöndeki değerlendirme için bkz. AYM,
E.2008/57, K.2010/26, 4/2/2010). Dava konusu kuralla da işverene sağlanacak
ücret desteği tutarının Fondan karşılanmasının öngörülmesiyle ilave çalışan
istihdamının kolaylaştırılmasının hedeflendiği açıktır. Bu yönüyle kural
devletin işsizliği önlemeye yönelik ekonomik bir ortam yaratmak yükümlülüğü
kapsamında aldığı bir tedbir niteliğindedir.
18. Öte yandan kural sosyal güvenlik
hakkının sağlanmasına hizmet eden işsizlik sigortasının işleyişinde herhangi
bir değişiklik öngörmemekte, işsizlik durumunda sigortalıya yapılan ödeme ve
sunulan hizmetlerde herhangi bir sınırlamada bulunmamaktadır. Sigortalı, kural
öncesinde sahip olduğu imkânları kural sonrasında da aynen muhafaza etmeye
devam etmektedir. Bu itibarla işverene sağlanan ücret desteği tutarının Fondan
karşılanmasının öngörülmesinin sigortalıların sosyal güvenlik hakları
bakımından bir kayba yol açtığı söylenemez.” şeklindeki görüşü ile yasama
erkinin işsizliği önlemeye yönelik düzenlemeler yapabileceğini, ayrıca İşsizlik
Sigortası Fonunun işleyişinde herhangi bir değişiklik öngörmemesi durumunda
İşsizlik Sigortası Fonundan bu yönde transfer yapılabileceğinin yasama
organının takdir yetkisinde olduğunu belirtmektedir. Oysa yapılan düzenleme
belirtilen kıstaslara uymamaktadır. Söz konusu düzenleme işsizliği önleyici bir
nitelikte değildir. Ayrıca söz konusu düzenleme sigortanın amaçları arasında
sayılmayan bir ödeme türü öngörerek işsizlik sigortasının işleyişini bozmaya
yönelik bir işlev taşımaktadır.
İşsizlik Sigortasından sağlanan gelir
kavramı prim ödemiş sigortalıya işsizlik süresince temel ihtiyaçlarını
karşılamaya yönelik bir ödenektir. Bir ücret türü değildir. Dolayısıyla, bu
ödemeden uzun vadeli sigorta kolları için prim kesilmesi sigortanın mantığı ve
amacıyla bağdaşmaz. Bu ödenek bir çalışma karşılığında ödenen ücretin
geciktirilmiş bir parçası değildir. Uzun vadeli sigorta kolları için kesilen
primler, aslında geciktirilmiş bir ücret türüdür. Nitekim, 5510 sayılı Kanun
gereğince yaşlılık aylığına hak kazanamayan sigortalının ödediği primler
kendilerine ödenmesi de bu geciktirilmiş ücret anlayışının sigortacılık
açısından mevzuata aktarılmasıdır.
Dolasıyla, bir sigortalının uzun vadeli
sigorta kolları açısından ödeyeceği primler, sigortalı ile SGK arasında Anayasa’nın
60. maddesinde ifade edilen sosyal güvenlik hakkı kapsamında ele alınması
gereken bir konudur. Anayasa, devlete sigortalının uzun vadeli primlerini ödeme
yükümlülüğü veya sorumluluğu getirmediği gibi böyle bir görev de vermemiştir.
Devlet, ancak SGK’ya “devlet yardımı” yapmakla görevlendirilmiştir. Bu görevi
yerine getirmekte bütçe kanunlarıyla sosyal güvenlik kurumuna SGK açıklarını
gidermek üzere kanun ile öngörülen biçimde katkı sağlayabilir.
Hal böyle iken 11.11.2020 tarihli ve 7256
sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik
Yapılması Hakkında Kanunun 5. maddesi ile 4447 sayılı Kanun’a eklenen ek madde
7 ile işsiz kalmaları ve 4447 sayılı İşsizlik Sigortası Kanunu’nun 50.
maddesinde tanımlanan işsizlik ödeneğine hak kazanma koşullarını yerine
getirerek işsizlik ödeneği alan işçilerin, işsizlik ödeneği alma sürelerinin
yeniden işe başlama koşuluyla 90 günü geçmemesi halinde, söz konusu işçilerin
işsizlik süresi sonunda yeniden girdikleri işte kesintisiz 12 ay çalışmaları
halinde, 5510 sayılı Kanun gereğince yaşlılık, malullük ve ölüm sigortası gibi
uzun vadeli sigorta kolları için ödenmesi gereken sigortalı ve işveren sigorta
primlerinin prime esas kazanç alt sınırı üzerinden İşsizlik Sigortası Fonundan
karşılanmasına dair bir düzenleme yapılmıştır.
Bu düzenleme Anayasamızda düzenlenen
sosyal güvenlik hakkıyla bağdaşan bir düzenleme değildir. Özellikle işçilerin
çeşitli nedenlerle çalışma yaşamı dışında kaldığı hallerde yurttaşlara gelir
güvencesi sağlamayı amaçlayan İşsizlik Sigortası Fonu’nun amaçları arasında
sayılmayan ve devletin yükümlülüğü olmayan bir prim türü ödemesinin yapması
sağlanmıştır. Fonun kullanım amaçları da açık bir biçimde 4447 sayılı Kanun’da
belirtilmiştir. Bu amaçlar içerisinde işsiz kişilerin uzun vadeli sigorta
primlerini ödeme gibi bir amaç bulunmadığı gibi, yapılan bu düzenleme ile
Sigortanın kuruluş amaçlarını gerçekleştirmek için ihtiyacı olan maddi
birikimin amaç dışı kullanımı söz konusu olacaktır. Sigortalıların
ücretlerinden kesilen primler, işçilerin sosyal güvenlik hakkını sağlamak
yerine, idarenin hazineden veya genel bütçeden yapması gereken harcama için
kullanılacaktır. Bu da haliyle fonun kuruluş amacı olan işçilerin işsiz
kalmaları durumunda işçilere ödeme yapılmasını etkileyecektir. Bu husus
Anayasamızın 60. maddesi çerçevesinde devlete yüklenen sosyal güvenlik hakkını
düzenleme görevini zedeleyici bir unsur olduğu gibi devletin, sosyal ve
ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen görevlerini, bu görevlerin amaçlarına
uygun öncelikleri gözeterek, malî kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde yerine
getirme ödevini ihlal edecek bir şekilde, fonun amaç dışı kullanımını
öngördüğünden de Anayasa’nın 65. maddesindeki sınırlamaya da uygun bir yasal
düzenleme değildir. Sosyal güvenlik hakkının kapsamını belirlerken ya da bu
hakla ilgili sınırları öngörürken, devletin; sosyal güvenlik sistemine dahil
fonları, kamu yararı içerseler dahi, başka amaçlarla kullanması mümkün olmamak
gerekir.
Yukarıda belirtilen nedenlerle 11.11.2020
tarihli ve 7256 sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 5. maddesi ile 4447 sayılı
Kanun’a eklenen ek madde 7’nin birinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan
“Fondan” ibaresi bir sosyal güvenlik kurumu olan İşsizlik Sigortası Fonunun
amaç dışı olarak kullanılmasını ve yurttaşların işsiz kaldıkları dönemde gelir
güvencesi sağlanmasına yönelik sosyal güvenlik haklarını zedelediğinden Anayasa’nın
60. ve 65. maddelerinde yer alan sosyal güvenlik hakkı ve yükümlülüğüne ve
amaca uygun kullanıma aykırıdır, iptali gerekir.
2) 11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 12. maddesiyle 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 27’nin
birinci fıkrasının (b) bendinin, birinci fıkrasının (c) bendinde yer alan ‘‘Fondan’’
ibaresinin, dördüncü fıkrasının, beşinci fıkrasında yer alan ‘‘işsizlik
sigortası primi de dâhil olmak üzere sigorta primi tahakkuk ettirilmez’’
ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
a) 11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 12. maddesiyle 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 27’nin
birinci fıkrasının (b) bendinin Anayasa’ya aykırılığı
11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanunun 12. maddesi ile 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 27
ile her türlü iş veya hizmet sözleşmesiyle kayıtlı veya kayıt dışı olarak
çalıştırılıp 01.01.2019 – 17.04.2020 tarihleri arasında iş akitleri haklı neden
haricinde feshedilenler ile maddenin yürürlüğe girdiği 17.11.2020 tarihi
itibariyle kayıt dışı olarak çalıştırılmaya devam edilen işçilerin en son
çalıştıkları işverence 30 gün içerisinde başvuru yapıldığı takdirde fiilen
çalıştırılmaları halinde günlük 44.15 TL olarak belirlenen desteğin
işverenlerin SGK’ya ödeyeceği sigorta primlerinden mahsup edilerek İşsizlik
Sigortası Fonundan karşılanmasına dair bir düzenleme yapılmıştır.
Söz konusu düzenlemenin (b) bendinde ise
yukarıda belirtilen durumda olanlar - her türlü iş veya hizmet sözleşmesiyle
kayıtlı veya kayıt dışı olarak çalıştırılıp 01.01.2019 – 17.04.2020 tarihleri
arasında iş akitleri haklı neden haricinde feshedilenler ile maddenin yürürlüğe
girdiği 17.11.2020 tarihi itibariyle kayıt dışı olarak çalıştırılmaya devam
edilen işçiler- için işe başlatılıp 4857 sayılı Kanun’a eklenen geçici 10.
madde çerçevesinde ücretsiz izine çıkarılmaları halinde ücretsiz izinde
bulundukları süre boyunca günlük 39.24 TL nakdi ücret desteği verilmesi ve bu
desteğin de İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanması düzenlenmiştir.
İptale konu olan (b) bendindeki düzenleme
ile Fon amacı dışında kullanıma açılmış, çalışanların işsizlik halinde ekonomik
güvencelerinin sağlanması amacından sapılarak Anayasamızın 60. maddesinde
belirlenen yükümlülük ve ödeve aykırı bir durum ortaya çıkmıştır.
Bu nedenle 7256 sayılı Bazı Alacakların
Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında
Kanunun 12. maddesi ile 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 27’nin birinci
fıkrasının (b) bendi, Anayasa’nın birden çok maddesine aykırıdır. Aşağıda
sırasıyla ayrıntılı olarak söz konusu bendin Anayasa’nın ilgili maddelerine
aykırılıkları tanımlanacaktır.
Öncelikle 16.04.2020 tarihli ve 7244
sayılı Kanun’un 9. maddesi ile 4857 sayılı İş Kanunu’na eklenen geçici 10.
madde ile iş hukukumuza eklenen zorunlu ücretsiz izne ayırma hakkına yönelik
iptal ve yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesi halen 2020/56 Esas
numarası ile mahkemenizde derdest olan davada dilekçemiz ile talep edilmiştir.
Dilekçede söz konusu ikinci fıkranın
Anayasa’nın 2., 5., 10., 12., 13., 48. ve 49. maddelerine aykırılığı öne
sürülerek iptali talep edilmiştir.
Söz konusu dilekçemizde işverene tek
taraflı olarak işçiyi ücretsiz izine çıkarma hakkı verilmesine ilişkin düzenlemenin
iş hukukunun en önemli ilkelerinden birisi olan “işçiyi koruma ilkesi”ni ihlal
etmesi, Anayasa’nın 48. maddesinde hüküm altına alınan sözleşme özgürlüğünü
ihlal etmesi, bununla bağlantılı olarak Anayasa’nın 13. maddesinin ihlali, işçinin
korunması amacına ters düşmesi nedeniyle Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan ‘‘sosyal
bir hukuk devleti’’ anlayışının zedeleyici niteliği; işverene işçiler arasında
herhangi bir neden öne sürmeksizin eşitlik ilkesine aykırı karar alabilme hakkı
getirmesi nedeniyle Anayasa’nın 10. maddesini ihlal etmesi; yine çalışanların
ücretsiz olarak kendi rızaları hilafına çalıştıkları işlerden ayrılmalarına
yönelik anılan düzenleme, Anayasa’nın 49. maddesinde tanımlanan Devletin
çalışanları koruma yükümlülüğünü ihlal etmesi nedeniyle Anayasa’ya aykırılığı
ileri sürülmüştür.
Halen derdest olan davamızdaki söz konusu
dilekçemizdeki taleplerimizin Mahkemenizce yerinde görülmesi halinde, işveren
tarafından tek taraflı olarak izine çıkarmaya yönelik düzenleme 4857 sayılı
Kanun açısından yürürlükten kalkmış olmasına rağmen iptalini talep ettiğimiz
düzenlemenin 4447 sayılı Kanun’da bulunması nedeniyle yürürlükte kalması
hukuksuz bir durum ortaya çıkaracaktır. Bu maddenin iptaline ilişkin
taleplerimizle bağlı olarak, 7256 sayılı Kanunun 12. maddesi ile 4447 sayılı
Kanun’a eklenen geçici 27. maddenin birinci fıkrasının (b) bendinin Anayasa’nın
2., 5., 10., 12., 13., 48. ve 49. maddelerine aykırı olması nedeniyle iptali
talep edilmektedir.
İkinci olarak iptali talep edilen (b)
bendi ile de hukuksuzluğu açık olan ücretsiz izin uygulaması daha da ileri
götürülmüş ve 01.01.2019 – 17.04.2020 tarihleri arasında iş akdi feshedilmiş
olan veya kayıt dışı olarak çalıştırılan işçilerin işe başlatılması ve kayıt
altına alınarak ücretsiz izine çıkarılması halinde bu işçilere İşsizlik
Sigortası Fonundan günlük 39.24 TL nakdi ücret desteğinin verilmesine ilişkin
düzenleme, işçilerin en temel haklarından olan Anayasa’nın 49. maddesinde
tanımlanan çalışma hakkını doğrudan ihlal etmektedir. Söz konusu maddenin 1.
fıkrasına göre: “Çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir”. Kendi iradesi dışında
kanuni düzenlemelere aykırı olarak kayıt dışı çalıştırılan işçinin veya iş akdi
geçerli bir nedenle feshedilmiş işçinin yeniden iş akdi ile kayıtlı olarak
çalıştırılmaya başlaması geçici 27. maddenin birinci fıkrasının (a) bendinde
düzenlenirken iptale talep olan (b) bendi ile bunların iş akitlerinin
yapılmasının hemen ardından ücretsiz izine çıkarılabilecekleri düzenlenmiştir.
Burada işverenler için herhangi bir nedene dayanma şartı da aranmamış ve sadece
şekil açısından iş akdinin kurulması veya bunun kayıtlı bir biçime
dönüştürülmesi yeterli sayılmıştır. Dolayısıyla işçinin iş akdinin tarafı
olarak hak ettiği ücret ve diğer haklarından mahrum tutulması amaçlanmıştır. Bu
da doğal olarak işçinin çalışma hakkının kısıtlanmasına neden olacak bir
uygulamadır ve iptali gerekir. Kaldı ki; 49. maddenin 2. fıkrasına göre:
“Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek
için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği
önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak
için gerekli tedbirleri alır”. Oysa ihtilaflı kural, Anayasa’nın bu açık
hükmündeki amaçlara aykırı sonuçlar doğurmaktadır: Çalışanların yükseltilmesi
gereken hayat seviyesi açlık sınırının altına düşürülmekte, işçiler yerine
işveren korunmakta ve çalışma barışını bozacak bir ortam yaratılmaktadır.
Diğer yandan söz konusu bent, aynı zamanda
Anayasa’nın 48. maddesinde tanımlanan sözleşme özgürlüğünü de zedelemektedir.
Bir iş akdi ile çalışmaya başlayan işçinin ücretsiz izine çıkarılmasına yönelik
işverenlere tanınan hak, yukarıda da belirtildiği üzere sözleşmenin güçlü
tarafı olan işverene tanınan eşitsiz bir haktır ve işçinin iradesi dışında iş
akdinin asli unsurlarından yararlanamama halini ortaya çıkarmaktadır. Özellikle
iptale konu olan (b) bendi ile işverenin çalışma ilişkisinin ana unsuru olan
sözleşme özgürlüğünü zedeleyecek yeni bir hak tanınmaktadır. İş akdinin geçerli
nedenle feshedildiği veya kayıt dışı olarak iş akdi kurulmuş olan bir işçiyle
resmi bir iş ilişkisi kurması karşılığında bu iş ilişkisinin asli unsuru olan
ücret ödeme yükümlülüğünü yerine getirmeyebileceğine ilişkin bir hak
tanınmıştır. Anayasa’nın 18. maddesinde “Hiç kimse zorla çalıştırılamaz.
Angarya yasaktır.” hükmü bulunmaktadır. Bu hükmün anlamı kişinin bir ücret
karşılığı olmaksızın çalıştırılamayacağıdır. Oysa söz konusu düzenleme ile
işten çıkarılmış işçiler ile kayıt dışı çalıştırılan ve ücret ödenen işçilere
bu bent ile ücret ödenmeden çalıştırılma hakkı getirilmektedir. İşçiler, söz
konusu ücretsiz izin döneminde başka bir sözleşme kuramayacakları gibi ücret de
alamayacaklardır. Bu da yapılan düzenlemenin yeni istihdam yaratmaya yönelik
bir amaç taşımadığını aksine işçilerin en temel hakkı olan ve Anayasa’nın 49.
maddesindeki çalışma haklarının kısıtlanmasına ilişkin bir düzenleme olduğunu
söylemek mümkündür. İşverenlere adeta işçilerin sözleşmeden kaynaklanan
haklarını kullandırmama ve onları adeta kendi iradeleri dışında işten
uzaklaştırma ve işverenin iradesine bağlı olarak işe dönüşlerine yönelik irade
belirleme hakkı verilmiştir. İş hukukunda esas olan işçinin işverenin emri ile
veya işverenin gözetiminde iş yapmaksızın geçirdiği sürelerin çalışma
süresinden sayılması durumudur. Oysa burada işçinin kendi iradesi olmaksızın
işveren tarafından ücretsiz izine çıkarılma ile karşı karşıya kalan işçiye
ücretinin verilmemesi yasal dayanağa kavuşturularak hak ihlali yapıldığı gibi
aynı zamanda işsizliği azaltma ve yeni istihdam yaratmaya yönelik herhangi bir
katkısı olmayan bir nakdi ücret desteği adı altında asgari ücretin altında bir
gelirin İşsizlik Sigortası Fonundan verilmesi ile işçiler adeta korumasız
bırakılmaktadırlar.
Temel hak ve özgürlüklerden olan çalışma hakkıyla
sözleşme hürriyetine ilişkin söz konusu sınırlamalar, Anayasa’nın 13.
maddesindeki hak sınırlama ölçütleriyle bağdaşması gerekmektedir. Oysa
ihtilaflı kural, Anayasa’nın 48. ve 49. maddeleri anlamında meşru bir amaç
izlemediği gibi; işçilere asgari ücretin çok altında bir nakdi ücret desteği
sağlanması hususu da dikkate alındığında, ortada her halükarda ölçülülük
ilkesine uygun bir sınırlama bulunmadığı açıktır. Bu çerçevede söz konusu
düzenleme, (Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan sınırlandırmanın sınırlarına
aykırı şekilde) çalışma hakkını zedelemesi ve sözleşme özgürlüğünü ortadan
kaldırması nedeniyle Anayasa’nın 48. ve 49. maddelerine aykırıdır.
Yine söz konusu düzenleme, sosyal hukuk
devleti ilkesini de açıkça zedelemektedir. Sosyal hukuk devletinin en temel
özelliklerinden birisi çalışma yaşamında güçsüz olan işçilerin korunması
ilkesidir. Hukuk devletinin güçsüzlerin korunmasına ilişkin ödev ve yükümlülüğü
göz ardı edilerek sözleşmenin güçlü tarafı olan işverenlere işçilerin çalışma
hakkını ortadan kaldırıcı bir hak tanımlanmıştır. İşveren yasalara aykırı
çalışma ilişkisinden yasalara uygun bir iş ilişkisine geçmesi koşuluyla işçiyi
ücretsiz izine çıkarma hakkına kavuşmakta ve adeta işçiyi açlık sınırının
altında bir gelir desteğine (asgari ücretin yarısından daha az olan ve aylık
1186 TL) mahkum bırakma hakkını kazanmaktadır. Bu nedenle söz konusu düzenleme
Anayasa’nın 2. maddesine de aykırılık taşımaktadır ve iptali gerekir.
Yukarıda belirtilen nedenlerle 7244 sayılı
Kanun ile 4857 sayılı Kanun’a eklenen geçici 10. maddeye ilişkin iptal
taleplerimizle bağlı olarak, 7256 sayılı Kanunun 12. maddesi ile 4447 sayılı
Kanun’a eklenen geçici 27. maddenin birinci fıkrasının (b) bendi, Anayasa’nın
2., 5., 10., 12., 13., 48. ve 49. maddelerine aykırıdır. Bu nedenle iptali
talep edilmektedir.
b) 11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 12. maddesiyle 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 27’nin
birinci fıkrasının (c) bendinde yer alan ‘‘Fondan’’ ibaresinin Anayasa’ya
aykırılığı
11.11.2020 tarih ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 12. maddesi ile 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 27’nin
birinci fıkrasının (c) bendi ile her türlü iş veya hizmet sözleşmesiyle kayıtlı
veya kayıt dışı olarak çalıştırılıp 01.01.2019 – 17.04.2020 tarihleri arasında
iş akitleri haklı neden haricinde feshedilenler ile maddenin yürürlüğe girdiği
17.11.2020 tarihi itibariyle kayıt dışı olarak çalıştırılmaya devam edilen
işçilerin en son çalıştıkları işverence 30 gün içerisinde başvuru yapılan ve
yapılan başvurunun reddedilmesi halinde başvuruculara, yaşadığı hane halkı
içerisinde herhangi bir sosyal güvenlik kurumundan aylık alan, çalışan veya
sosyal yardım alan bulunmadığı takdirde 3294 sayılı Sosyal Yardımlaşma ve
Dayanışma Kanunu’nun 7. maddesinde tanımlanan Vakıflarca yapılacak değerlendirme
çerçevesinde Kanun’un 2. maddesindeki “Fakrü zaruret içinde ve muhtaç durumda
bulunan kanunla kurulu sosyal güvenlik kuruluşlarına tabi olmayan ve bu
kuruluşlardan aylık ve gelir almayan vatandaşlar” tanımı içerinde
değerlendirilen işçilere günlük 34.32 TL olarak belirlenen desteğin İşsizlik
Sigortası Fonundan karşılanmasına dair bir düzenleme yapılmıştır.
Söz konusu düzenleme ile Fon amacı dışında
kullanıma açılmış, çalışanların işsizlik halinde ekonomik güvencelerinin
sağlanması amacından sapılarak Anayasamızın 60. maddesinde belirlenen
yükümlülük ve ödeve aykırı bir durum ortaya çıkmıştır.
Bu nedenle 7256 sayılı Bazı Alacakların
Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında
Kanun’un 12. maddesi ile 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 27’nin
birinci fıkrasının (c) bendinde yer alan “Fondan” ibaresi Anayasa’nın “sosyal
hukuk devleti “gerekliliklerine ve sosyal güvenliğe ilişkin hükümlerine aykırı
olduğu gibi kanun önünde eşitlik ilkesine ve sosyal hukuk devleti ilkesine de
aykırıdır. Bir başka deyişle söz konusu düzenleme Anayasa’nın 60. ve 65.
maddelerine aykırıdır. Aşağıda sırasıyla ayrıntılı olarak söz konusu ibarenin
Anayasa’nın ilgili maddelerine aykırılıkları tanımlanacaktır.
Bu nedenle 7256 sayılı Bazı Alacakların
Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında
Kanunun 12. maddesi ile 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 27’nin birinci
fıkrasının (c) bendi ile 4447 sayılı Kanun’un kapsamında olmayan kişilere ve
koşullara ilişkin, işsizlik sigortasının amaçlarına aykırı olan bir biçimde
İşsizlik Sigortası Fonundan destek verilmesine dair düzenleme Anayasanın 60.
maddesinde yer alan “sosyal güvenlik hakkı” ile çelişmektedir.
Sosyal güvenlik hakkı, ikinci kuşak insan
haklarındandır. Sosyal güvenlik hakkı, niteliği itibarı ile ekonomik ve sosyal
haklar arasında yer alan bir haktır. Sosyal güvenlik hakkı, insan haklarına
dair bütün milletlerarası belgelerde kabul edilen bir insan hakkıdır.
Sosyal güvenlik hakkı, bir insan hakkı
olarak vatandaş olsun ya da olmasın bütün insanlara tanınması gereken bir haktır.
Niteliği itibarı ile ekonomik ve sosyal bir hak olarak sosyal güvenlik hakkı
devlete bu hakkı hayata geçirmek için gereken tedbirleri almak ve teşkilatı
kurmak gibi bir yükümlülük yükler. Sosyal güvenlik hakkı bu anlamda pozitif
statü hakları arasında yer alır. Devlete sosyal güvenliği sağlama gibi bir
görev yükler. Sosyal güvenlik bu anlamda insanlar için bir hak, devletler için
ise bir ödev, bir yükümlülüktür. Sosyal güvenlik hakkı kişilere devletten
sosyal güvenliğini sağlamak için gerekeni yapmayı talep etme hakkı verir.
1982 Anayasası bu özelliklere uygun bir
muhteva içerisinde sosyal güvenlik hakkını düzenlemiştir. Sosyal güvenlik hakkı
1982 Anayasası’nda sosyal devlet gereklilikleri doğrultusunda geniş bir
muhtevada düzenlenmiştir. Anayasa’da sosyal güvenlikle ilgili olmak üzere 60.,
61. ve 62. maddeler olmak üç ayrı maddede olmak üzere hükümler yer almaktadır.
Asıl olarak Sosyal Güvenlik Hakkı Anayasamızın 60. maddesinde düzenlenmiştir.
Buna göre “Madde 60: "Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu
güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar." Bu
maddede sosyal güvenlik hakkı tanımlanmıştır.
Anayasa bu hakkı sosyal ve ekonomik bir
hak olarak düzenlemekle yetinmemiş ayrıca bu niteliğin sonuçlarını vurgulamak
için “Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı
kurar” (m. 60/2) hükmüne yer vermiştir. Şu halde devlet sosyal güvenliği
sağlamak için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür. Devlet; sosyal güvenlik
hakkını hayata geçirmek üzere kanuni düzenlemeleri yapmakla, kanunların
uygulama esaslarını tüzük ve yönetmelikler çıkararak düzenlemekle ve herkesin
sosyal güvenliğini sağlayacak tedbirleri almakla yükümlüdür.
Çağdaş dünyada devletler sosyal güvenliği
sağlamak için bir teşkilat kurmakla; bir sistem kurmakla yükümlüdürler.
Anayasamız da devleti sosyal güvenlik teşkilatlanmasını yapmakla ve sosyal
güvenliği sağlayacak bir sistemi kurmakla yükümlü kılmıştır.
Nitekim, Anayasa Mahkemesi’nin çeşitli
kararlarında da bu yükümlülüğün altı çizilmiştir:
“Anayasa’nın 60. maddesinde, herkesin,
sosyal güvenlik hakkına sahip olduğu, Devletin, bu güvenliği sağlayacak gerekli
tedbirleri alacağı ve örgütü kuracağı kurala bağlanmıştır. Bu maddeye göre,
sosyal güvenlik herkes için bir hak ve bunu gerçekleştirmek ise Devlet için bir
görevdir. Sosyal güvenlik hakkı, sosyal sigorta kuruluşlarınca kendi kuralları
çerçevesinde yerine getirilir. Sosyal güvenliğin ve sigortanın varlık nedeni
sosyal risklerin karşılanmasıdır. Devletin Anayasa’da güvence altına alınan sosyal
güvenlik haklarının yaşama geçirilmesi için gerekli önlemleri alması, sosyal
güvenlik politikalarını bilimsel verilere göre belirlemesi ve bunun için
gerekli yasal düzenlemeleri yapması doğaldır. Nesnel ve sürekli kurallarla
sağlam ve sağlıklı temellere oturtulmayan bir sosyal güvenlik sisteminin
sürdürülebilir olması düşünülemez. Bu düzenin korunması Anayasa’nın 60.
maddesinde yer alan sosyal güvenlik hakkının güvenceye alınması için de
zorunludur.” (AYM, E: 2011/42, K: 2013/60, R.G. Tarih-Sayı 25.7.2014-29071;
AYM, E. 2006/111, K: 2006/112, R.G. Tarih/Sayı: 30.12.2006/26392 5. Mükerrer)
Görüleceği üzere Anayasa Mahkemesi
kararlarında da Anayasa’nın 60. maddesinde, sosyal güvenlik, bireyler yönünden
"hak", Devlet yönünden "ödev" olarak öngörülmüştür. Anayasa
koyucu, Devlet’i yalnızca sosyal güvenliği sağlayacak önlemleri almak ve
gerekli örgütü kurmakla görevlendirmemiş, aynı zamanda bunu Devlet’in
yükümlülüğü olarak görmüş ve olumlu edim yükümlülüğü getirmiştir. Toplumsal
dayanışmanın kurumsal duruma getirilmesini anlatan sosyal güvenlik sisteminin,
Devlet’in, Anayasa’nın 60. maddesi gereğince kurmakla görevli ve yükümlü olduğu
sosyal güvenlik örgütü ile yine Devlet’in sosyal güvenliği sağlamak için
alacağı önlemlerin tümünü kapsadığı da yine bu kararlarda ifade edilmiştir.
Devlet, ekonomik ve sosyal risklerden
yurttaşlarını korumak ve sosyal güvenlik hakkının hayata geçirilmesi için
çeşitli sigortaları kurmuş ve bu sigorta kollarını yönetmek için de iki farklı
sosyal güvenlik kurumu kurmuştur. Bunlardan birisi Sosyal Güvenlik Kurumudur
(SGK), birisi de Türkiye İş Kurumu’dur. SGK, iş kazası, meslek hastalığı
sigortası, hastalık sigortası, Genel Sağlık Sigortası şeklindeki kısa vadeli
sigorta kolları sigortalıların ekonomik ve sosyal haklarının korunmasını ile
uzun vadeli sigorta kolları olan yaşlılık, ölüm ve maluliyet sigortaları ile
sigortalıların ve bunların hak sahiplerinin ekonomik haklarının korunması için
5510 sayılı Kanun ile tanımlanmış haklarının hayata geçirilmesi ile
görevlendirilmiştir. Türkiye İş Kurumu da 4447 sayılı Kanun ile yürürlüğe giren
ve işsizlik halinde sigortalıya gelir güvencesi sağlama yönelik kurulmuş
İşsizlik Sigortası Fonunun yönetiminden sorumlu tutulmuştur.
Devlet söz konusu primli sigorta sistemi
haricinde çeşitli kanunlarla yurttaşlara yönelik sosyal yardım denilen ve
sosyal güvenlik sisteminin üçüncü ayağını da hayata geçirmiştir. Nitekim, 3294
sayılı Sosyal Yardımlaşmayı ve Dayanışmayı Teşvik Kanunu, 2022 sayılı 65 Yaşını
Doldurmuş Muhtaç, Güçsüz ve Kimsesiz Vatandaşlara Aylık Bağlanması Hakkında
Kanun, 2828 sayılı Sosyal Hizmetler Kanunu, 23.07.1995 tarihli ve 4123 sayılı
Tabii Afet Nedeniyle Meydana Gelen Hasar ve Tahribata İlişkin Hizmetlerin
Yürütülmesine Dair Kanun, 4341 sayılı Muhtaç Erbaş ve Er Ailelerinin Ücretsiz Tedavisi
Hakkında Kanun, 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanunu, 5102 sayılı Yüksek Öğrenim
Öğrencilerine Burs Kredi Verilmesine İlişkin Kanun, 5378 sayılı Engelliler
Hakkında Kanun, 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu gibi Kanunlar sosyal yardım
alanındaki önemli Kanunlar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Sosyal Sigortalar ile ilgili 4447 sayılı
İşsizlik Sigortası Kanunu, özel olarak iş bulma ve işsizlik durumunda
sigortalılara yönelik yardımlara yönelik primli bir sistem olarak
tanımlanmıştır. Söz konusu kanununda Türkiye İş Kurumu’nun görev ve
sorumluluklarını, yetkilerini tanımlamıştır. Kanun’a göre Fonun asıl görevi
işsiz kalmış kapsam dahilindeki sigortalılara işsiz kaldıkları sürenin Kanun’da
tanımlanan kısmı boyunca “işsizlik ödeneği” adı altında belirli bir gelir
sağlamak olarak tanımlanmıştır. Kanun’un ve işsizlik sigortasının asıl amacı
sigortalının kendi kusuruna bağlı olmaksızın haksız bir neden ile veya geçerli
bir nedenle sigortalının iş akdinin 4857 sayılı Kanun’a göre iş akdinin feshi
halinde sigortalıya işsiz kaldığı dönemde geçimini sağlamaya yönelik bir sosyal
sigorta oluşturmaktır.
Söz konusu Kanun’un 46. maddesinde
İşsizlik Sigortasının kapsamındaki kişiler tanımlanmıştır. Maddenin ikinci
fıkrasında kapsamda kimler olduğu belirlenmiştir. Buna göre “Bu Kanun, 5510
sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 4 üncü maddesinin
birinci fıkrasının (a) bendi ile ikinci fıkrası kapsamında olanlardan bir
hizmet akdine dayalı olarak çalışan sigortalıları, 4857 sayılı Kanuna göre
kısmi süreli iş sözleşmesi ile çalışanlardan 5510 sayılı Kanunun 52 nci
maddesinin birinci fıkrası kapsamında işsizlik sigortası primi ödeyen isteğe
bağlı sigortalılar ile aynı Kanunun ek 6 ncı maddesi kapsamındaki sigortalıları
ve 506 sayılı Sosyal Sigortalar Kanununun geçici 20 nci maddesinde açıklanan
sandıklara tabi sigortalıları kapsar.” Bu hüküm tam da 7256 sayılı Kanun ile
4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici 27. maddesinin birinci fıkrasının (c) bendi
kapsamında bulunan kişileri kapsam dışı bırakmıştır.
Yine aynı kanunun 48. maddesinin 6.
fıkrasında ise işsizlik sigortasından sağlanacak hizmetler ve ödemeleri
tanımlamaktadır. Bunlar arasında kapsam dışındaki kişilere herhangi bir ödeme
ve hizmet türü düzenlenmemiştir. Kaldı ki muhtaç veya yoksul olarak tanımlanmış
kişilere yönelik bir yardım türü de tanımlanmamıştır. Görüldüğü üzere 4447
sayılı Kanun’un amaçları arasında yoksul ve çalışmayan kişilere sosyal yardım
ödenmesi gibi bir düzenleme ve amaç bulunmamaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin
2019/46 E. ve 2020/55 K. sayılı kararında:
“17. Anayasa’nın 60. maddesinde devlete
sosyal güvenlik hakkını sağlayacak gerekli tedbirleri alma ödevi yüklenmiş iken
49. maddesine göre devletin ayrıca işsizliği önlemeye yönelik ekonomik bir
ortam yaratma yükümlülüğü de bulunmaktadır. Anayasa’ya aykırı olmamak kaydıyla
bu kapsamda alınacak tedbirleri, bu tedbirlerin kapsamını, içeriğini, şeklini
ve usulünü belirleme konusunda kanun koyucunun takdir yetkisi bulunmaktadır
(benzer yöndeki değerlendirme için bkz. AYM, E.2008/57, K.2010/26, 4/2/2010).
Dava konusu kuralla da işverene sağlanacak ücret desteği tutarının Fondan
karşılanmasının öngörülmesiyle ilave çalışan istihdamının kolaylaştırılmasının
hedeflendiği açıktır. Bu yönüyle kural devletin işsizliği önlemeye yönelik
ekonomik bir ortam yaratmak yükümlülüğü kapsamında aldığı bir tedbir
niteliğindedir.
18. Öte yandan kural sosyal güvenlik
hakkının sağlanmasına hizmet eden işsizlik sigortasının işleyişinde herhangi
bir değişiklik öngörmemekte, işsizlik durumunda sigortalıya yapılan ödeme ve
sunulan hizmetlerde herhangi bir sınırlamada bulunmamaktadır. Sigortalı, kural
öncesinde sahip olduğu imkânları kural sonrasında da aynen muhafaza etmeye
devam etmektedir. Bu itibarla işverene sağlanan ücret desteği tutarının Fondan
karşılanmasının öngörülmesinin sigortalıların sosyal güvenlik hakları
bakımından bir kayba yol açtığı söylenemez.”
şeklindeki görüşü ile yasama erkinin
işsizliği önlemeye yönelik düzenlemeler yapabileceğini, ayrıca da İşsizlik
Sigortası Fonunun işleyişinde herhangi bir değişiklik öngörmemesi durumunda
İşsizlik Sigortası Fonundan bu yönde transfer yapılabileceğinin Yasama
organının takdir yetkisinde olduğunu belirtmektedir.
Oysa yapılan düzenleme belirtilen
kıstaslara uymamaktadır. Söz konusu düzenleme işsizliği önleyici bir nitelikte
değildir. Ayrıca söz konusu düzenleme sigortanın amaçları arasında sayılmayan
bir sosyal yardım türüdür. İptali talep edilen düzenleme devletin primsiz
rejiminin alanında olup prime dayanmayan sosyal güvenlik sisteminin parçasıdır.
Nitekim 3294 sayılı Kanun’un tanımladığı alan, kapsam içerisindeki kişilere
yönelik bir yardım türüdür. Dolayısıyla devletin sosyal devlet olama
yükümlülüğünden kaynaklanan bu yardım türünün bütçeden yapılması gerekirken
İşsizlik Sigortası Fonuna mal edilmesi işsizlik sigortasının işleyişini bozmaya
yönelik bir işlev taşımaktadır.
İşsizlik Sigortasından sağlanan gelir
kavramı prim ödemiş sigortalıya işsizlik süresince temel ihtiyaçlarını
karşılamaya yönelik bir ödenektir. Dolayısıyla, bu sigorta kolundan yoksullara
veya muhtaç durumundaki kişilere sosyal yardım verilmesi sigortanın mantığı ve
amacıyla bağdaşmaz.
Dolasıyla, devletin yoksul veya muhtaç
yurttaşlarına yapacağı sosyal yardımlar, Anayasa’nın 60. maddesinde ifade
edilen sosyal güvenlik hakkı kapsamında ele alınması gereken bir konu olmasına
rağmen işsizlik sigortası kanun kapsamında olan bir konu değildir. Anayasa,
İşsizlik Sigortası Fonuna yoksul yurttaşlara sosyal yardım yapma yükümlülüğü
veya sorumluluğu getirmediği gibi böyle bir görev de vermemiştir. Devlet,
toplumun muhtaç durumda olan bir kesimine sosyal devlet ilkesi çerçevesinde
sağlamakla yükümlü olduğu desteğin bedelini, toplumun başka bir kesiminin
anayasal güvencede olan sosyal güvenlik hakkını ve Anayasa’nın 60. maddesinin
kendisine izafe ettiği ödevi çiğnemek suretiyle karşılayamaz.
Hal böyle iken 11.11.2020 tarih ve 7256
sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik
Yapılması Hakkında Kanunun 12. maddesi ile 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici
madde 27 ‘nin birinci fıkrasının (c) bendi ile işsizlik sigortası kapsamında
olmayan yurttaşlara sosyal yardım yapılması ve bu sosyal yardımın da İşsizlik
Sigortası Fonundan karşılanmasına dair bir düzenleme yapılmıştır.
Bu düzenleme Anayasamızda güvence altına alınan
sosyal güvenlik hakkıyla bağdaşan bir düzenleme değildir. Özellikle işçilerin
çeşitli nedenlerle çalışma yaşamı dışında kaldığı hallerde yurttaşlara gelir
güvencesi sağlamayı amaçlayan İşsizlik Sigortası Fonu’nun amaçları arasında
sayılmayan ve devletin bütçeden ödemesi gereken bir sosyal yardım türünün
primli bir sistemden yapılması sağlanmıştır. Fonun kullanım amaçları da açık
bir biçimde 4447 sayılı Kanun’da belirtilmiştir. Bu amaçlar içerisinde çalışma
yaşamı dışındaki yoksul veya muhtaç yurttaşlara sosyal yardım yapılması gibi
bir amaç bulunmadığı gibi, yapılan bu düzenleme ile Sigortanın kuruluş
amaçlarını gerçekleştirmek için ihtiyacı olan maddi birikimin amaç dışı
kullanımı söz konusu olacaktır. Sigortalıların ücretlerinden kesilen primler,
işçilerin sosyal güvenlik hakkını sağlamak yerine, idarenin hazineden ve ya
genel bütçeden yapması gereken harcama için kullanılacaktır. Bu da haliyle
fonun kuruluş amacı olan işçilerin işsiz kalmaları durumunda işçilere ödeme
yapılmasını etkileyecektir. Bu husus Anayasamızın 60. maddesi çerçevesinde
devlete yüklenen sosyal güvenlik hakkını düzenleme görevini zedeleyici bir
unsur olduğu gibi devletin, sosyal ve ekonomik alanlarda Anayasa ile belirlenen
görevlerini, bu görevlerin amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek, malî kaynaklarının
yeterliliği ölçüsünde yerine getirme ödevini ihlal edecek bir şekilde, fonun
amaç dışı kullanımını öngördüğünden de Anayasa’nın 65. maddesindeki sınırlamaya
da uygun bir yasal düzenleme değildir. Sosyal güvenlik hakkının kapsamını
belirlerken ya da bu hakla ilgili sınırları öngörürken, devletin; sosyal
güvenlik sistemine dahil fonları, kamu yararı içerseler dahi, öngörüldükleri
sosyal güvenlik amacının dışındaki başka amaçlara yönelik olarak kullanması
mümkün olmamak gerekir.
Yine Anayasa’nın 2. maddesinde tanımlanan
sosyal hukuk devleti ilkesi, yurttaşlara yönelik koruyucu sosyal düzenlemelerin
yapılmasını sosyal hukuk devletinin asli bir özelliği olarak karşımıza
çıkarmaktadır. Sosyal devlet, vergiler yoluyla elde ettiği gelirleri güçsüzleri
korumak amacıyla kullanmak zorundadır. Bu çerçevede primsiz bir sosyal güvenlik
rejimi kurmuş olan devlet, bu amacı gerçekleştirmek için yukarıda da
belirtildiği üzere çeşitli kanunlarla da primsiz sosyal güvenlik rejimini
kurmuştur. Hal böyle iken primli sosyal güvenlik rejiminin bir parçası olarak
işsizlik sigortasını bir sosyal yardım kuruluşu olarak kullanması sosyal hukuk
devleti ilkesini zedeleyici bir ekti yaratır. Bu nedenle söz konusu düzenleme
Anayasa’nın 2. maddesinde tanımlanan sosyal hukuk devleti ilkesine aykırılık
taşımaktadır. Bu nedenle iptali gerekir.
Yukarıda belirtilen nedenlerle 11.11.2020
tarih ve 7256 sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun 12. maddesi ile 4447 sayılı Kanun’a
eklenen geçici madde 27’nin birinci fıkrasının (c) bendinde yer alan “Fondan”
ibaresi bir sosyal güvenlik kurumu olan İşsizlik Sigortası Fonunun amaç dışı
olarak kullanılmasını ve yurttaşların işsiz kaldıkları dönemde gelir güvencesi
sağlanmasına yönelik sosyal güvenlik haklarını zedelediğinden Anayasanın 2.,
60. ve 65. maddelerinde yer alan sosyal hukuk devleti ilkesine, sosyal güvenlik
hakkı ve yükümlülüğüne ve amaca uygun kullanıma aykırıdır, iptali gerekir.
c) 11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 12. maddesiyle 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 27’nin
dördüncü fıkrasının Anayasa’ya aykırılığı
11.11.2020 tarih ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanunun 12. maddesi ile 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 27’nin
dördüncü fıkrası ile 17.11.2020 tarihi itibariyle kayıt dışı olarak
çalıştırılmaya devam edilen işçilerin kayıt dışı çalışma dönemine ilişkin ücret
ve ücrete bağlı hakları dışındaki haklardan feragat ettiği düzenlenmektedir.
Anayasanın “Sosyal Güvenlik Hakkı”
başlıklı 60. maddesi; “Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu
güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar.” hükmünü
taşımaktadır. Bu madde sosyal güvenlik hakkını devlet için bir ödev olarak
tanımlamıştır. Bu çerçevede meri sosyal güvenlik mevzuatı ile yurttaşların
primli sosyal sigorta sistemine zorunlu katılımı sağlanmıştır.
Nitekim, 506 sayılı Sosyal Sigortalar
Kanunu’nun 6. maddesinde, 5510 sayılı Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası
Kanunu’nun 92. maddesinde de bu ilke aynen benimsenerek çalışanların işe
alınmalarıyla kendiliğinden sigortalı olduğu, bu suretle sigortalı olmak hak ve
yükümünden kaçınılamayacağı ve vazgeçilmeyeceği, sözleşmelere sosyal sigorta
yardım ve yükümlerini azaltmak veya başkasına devretmek yoluyla hükümler
konulamayacağı belirtilmiştir.
Bu hâliyle sigortalı olmak kişi bakımından
sadece bir hak olmayıp aynı zamanda bir yükümlülük olarak kabul edilmeli, buna
aykırı olabilecek düzenlemelerden kaçınılmalıdır.
Meri mevzuata göre; sigortalılığın
başlangıcı işçinin işe başladığı tarihtir. 5510 sayılı Kanunun 7. maddesi ile
sigortalılığın başlangıcı tanımlanmış, 8. maddesi ile de bu sigortalının
bildiriminin kıstasları ve süresi düzenlenmiştir. Her işveren sigortalılık
başlangıç tarihinden önce yani işçi çalıştırmaya başlamadan önce, işçi fiilen
işbaşı yapmadan önce işçileri sigortalı işe giriş bildirgesiyle Kurum’a
bildirmekle yükümlüdür. İşverenin bu yükümlülüğe uymadan işçi çalıştırmasına
kısaca kayıt dışı işçi çalıştırma denilmektedir.
Primli sistemi benimsemiş olan sosyal
güvenlik sistemimizin amaçlarına uygun ayakta kalabilmesi için her çalışanın
ücretinden kesilen primlerin Kurum’a yatırılması gerekmektedir.
Çalışanların sosyal güvenlik hakkından
gerçek anlamda yararlanmaları ancak kurum kayıtlarına girmeleriyle olanaklıdır.
İşverenin çalıştırdığı işçileri süresi içerisinde Kurum’a bildirmemesi,
işçilerin çalıştıkları gün sayısını gerçeğe aykırı bir şekilde eksik
bildirmesi, işçilerin prime esas kazançlarına ilişkin dönem bordrolarını süresi
içerisinde vermemesi, dönem bordrolarının gerçeğe aykırı düzenlenmiş olması
ciddi idari para cezalarını gerektiren işvereninin yasa dışı uygulamalarıdır.
Diğer yandan sigortalı olmak her
vatandaşın hem hakkı hem de yükümlülüğüdür. Dünyanın hiçbir yerinde primli
sistemleri benimsemiş sosyal güvenlik kurumlan zorunlu sigortalılık esasına
dayanmadan ayakta kalamazlar.
Bu nedenle işçiler sosyal güvenlik
hakkından, feragat edemezler. İşçiyle işverenin, işçiyi sosyal güvenlik
hakkından yoksun bırakma sonucunu doğuran anlaşmaları geçersizdir. İşçi,
sigorta hizmet tespiti davası açarsa bu davadan daha sonra feragat etse bile bu
feragat geçersizdir.
Nitekim 5510 sayılı Kanun’un 86.
maddesinin 9. fıkrası ile sigortalının bildirimini yapılmamış ise bu durumda
sigortalının iş akdinin son bulduğu tarihten itibaren beş yıl içerisinde iş
mahkemesine başvurması halinde çalıştıklarını ispatlaması halinde bu primlerin
işverenden tahsil edileceği belirtilmektedir. Yine sigortalının bildiriminin
yapılmadığı Kurum veya kamu denetimlerince yapılmadığı tespiti halinde de
geriye yönelik olarak primlerin tahsilatı sağlanıp bu yükümlülüğe uymayan
işverenlere gecikme zammı, ceza ve idari para cezası verilmektedir.
5510/86-9. fıkra: “Aylık prim ve hizmet
belgesi veya muhtasar ve prim hizmet beyannamesi işveren tarafından verilmeyen
veya çalıştıkları Kurumca tespit edilemeyen sigortalılar, çalıştıklarını
hizmetlerinin geçtiği yılın sonundan başlayarak beş yıl içerisinde iş
mahkemesine başvurarak, alacakları ilâm ile ispatlayabilirlerse, bunların
mahkeme kararında belirtilen aylık kazanç toplamları ile prim ödeme gün
sayıları dikkate alınır.”
Bu düzenlemelerin amacı sigortalı ile
Sosyal Güvenlik Kurumu arasında Kanun gereği oluşturulmuş sözleşmenin ana
unsuru olan prim ödenmesi ve aylık bağlanması ve sosyal güvenlik haklarından
yararlanılmasını güvence altına alınmasıdır. Sigortalı uzun vadeli sigorta kolları
açısından aylık bağlanabilmesi açısından prim ödeme yükümlülüğünü yerine
getirmek zorundadır. Bu çerçevede yaşlılık aylığına hak kazanabilmektedir.
Sosyal güvenlik hakkı aynı zamanda bu sigortalıların adına işverenlerin bu
primlerini yatırıp yatırmama konusunda bir inisiyatif oluşturmamış ve
işverenleri bu çerçevede sigortalılar adına belirlenen primleri SGK’ya
yatırmakla yükümlü tutmuştur. Bu sorumluluk veya yükümlülüğün yerine
getirilmemesi durumunda sigortalılar açısından yaşlılık aylığına veya ölüm
aylığına hak kazanamama durumu ortaya çıkarken, SGK açısından da primli
sistemin sürdürülememesi tehlikesi ortaya çıkmaktadır. Bir diğer deyişle
çeşitli sigorta kolları açısından primlerin tahakkuku ve ödemesi sistemin
işleyişi açısından olmazsa olmaz bir önceliktir. İşverenlerin işçilerin sosyal
güvenlik primlerini yatırmaması, bunların bildirimini yapmaması doğrudan sosyal
güvenlik hakkını zedeleyici bir durum ortaya çıkarmaktadır.
Örneğin bir işçinin 5 yıl boyunca kayıt
dışı çalıştırıldığını varsayalım. Bu durumda işveren tarafından ödenmesi
gereken 1800 günlük prim ödenmemiş olacağından, bu durumda ilgili işçi 5510
sayılı Kanun’un 28. maddesinde tanımlanan yaşlılık aylığına hak kazanma
koşullarından prim ödeme yükümlülüğünü yerine getiremeyeceğinden yaşlılık
aylığına hak kazanamayacaktır. Ayrıca, işçi yaşlılık aylığına hak kazanmak için
gerekli asgari prim ödeme gün sayısını diğer çalışmaları veya hizmetleri
doğrultusunda doldurmuş olsa dahi yaşlılık aylığının hesaplanmasında 1800 gün
için prim ödenmediğinden bu süre aylık bağlama sisteminde değerlendirilmeyecek
ve 5510 sayılı Kanun’un 29. maddesinin 3. fıkrasında belirlendiği üzere her 360
gün için %2 oranında bağlanacak aylık miktarı, örnekte belirlenen 5 yıllık
çalışma karşılığında % 10 oranında eksik bağlanmış olacaktır. Bu da doğrudan
sigortalılar açısından sosyal güvenlik hakkının zedelenmesine neden olacak bir
durumdur.
Anayasa’ya aykırı olarak kayıt dışı
çalıştırılmış olanların yasal olarak tanınmış haklarını ortadan kaldıran
işçilerin ücret dışındaki haklarından feragat etmiş sayılacaklarına ilişkin
düzenleme ile işverenlerin kayıt dışı çalışma dönemine ilişkin sigorta primi
gecikme cezası, idari para cezası gibi yükümlülüklerin ortadan kaldırılmasına
ilişkin düzenleme, doğrudan çalışanların Anayasa’nın 60. maddesinde tanımlanan
sosyal güvenlik haklarını ihlal edici bir nitelik taşımaktadır. Kanun koyucu,
işçinin, anayasal sosyal sigorta hakkından feragat ettiğine dair bir kural
koyamaz. Öyle ki; Anayasa’nın 13. maddesine göre, temel hak ve hürriyetlerin
özüne dokunulamaz. Sosyal güvenlik hakkı da temel bir haktır. İhtilaflı kural;
uygulandığı kişilerin sosyal güvenlik haklarını tamamen ortadan kaldırıcı
niteliktedir ve Anayasa’nın 60. maddesinde düzenlenen sosyal güvenlik hakkının
özüne dokunmaktadır. Bu nedenle iptali gerekir.
Diğer yandan Anayasa’nın 2. maddesine
göre; Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı
içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta
belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk
devletidir.
Sosyal hukuk devleti çalışanların
haklarını koruyucu normlar aracılığıyla sosyal güvenliklerini sağlamakla
yükümlüdür. Hal böyle iken bir devletin çalışma ve prim ödeme yükümlülüğünü
yerine getirmiş bir çalışanın, primlerini ödemeyen işverenlerin yasalara aykırı
olan bu tutum ve davranışlarını meşrulaştırması hukuk devleti ilkesi ile
bağdaşmaz. Çalışanın kendi arzu ve iradesi dışında işverenin yasal
yükümlülüklerini yerine getirmemiş olmasının cezalandırılması gerekirken, söz
konusu düzenleme ile cezalandırmanın ortadan kaldırılmasının yanı sıra işçiler
açısından işçiler adına ödenmesi gereken sigorta primlerinin çalışanların
rızası olmadan ödenmeyeceğine çalışanların buna ilişkin haklarından feragat etmiş
sayılacaklarına ilişkin düzenleme hukuk devleti ilkesi ile açık bir biçimde
çelişmektedir.
Ayrıca, söz konusu sosyal sigorta primleri
işçiler açısından sigortalının çalışması sürecinde ücretle birlikte ödenmesi
gereken yasal kesintilerdir. Dolayısıyla primler, çalışılmış olan zaman
açısından tahakkuk etmiş, olurlar ve ödeme yükümlülüğünün işverenlerce yerine
getirilmemesi bu hakları ortadan kaldırmaz. Bu primler her bir işçi açısından
ücret niteliğinde sayılırlar ve kazanılmış haklardır. Daha sonra yapılan yasal
bir değişiklikle bu işçilerin halihazırda kazanmış oldukları birel haklarına
ilişkin geçmişe yönelik hak düşürücü düzenleme yapılması da hukuk devletinin
önemli ilkelerinden birisi olan yasaların geriye yürümezlik ilkesini,
kazanılmış hakların korunması ilkesini, hukuki belirlilik ve öngörülebilirlik
ilkesini de ayrıca zedelemektedir. Bu nedenle Anayasa’nın 2. maddesine
aykırıdır, iptali gerekir.
Anayasa’nın; “Çalışma ve sözleşme
hürriyeti” başlıklı 48. maddesi; “Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme
hürriyetlerine sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak serbesttir. Devlet, özel
teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürümesini,
güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır.”
şeklindedir. Söz konusu madde çerçevesinde işçi işveren arasında yapılan iş
akitleri de her iki tarafın özgür iradesi ile yapılmış sözleşmelerdir ve
Anayasa’nın söz konusu maddesi kapsamındadırlar. Sözleşme özgürlüğünün bir
unsuru olarak işçi çalışma edimini yerine getirmesi karşılığında ücrete hak
kazanır ve sosyal güvenlik sisteminin zorunlu unsuru olan primlerinin işverence
SGK’ya yatırılması söz konusu olur. İşçiler ve işverenler tek taraflı olarak
veya karşılıklı olarak sözleşmenin asli unsuru olan bu hususlardan sözleşmenin
kurulması esnasında veya daha sonrasında vazgeçemezler. Hal böyle iken 7256
sayılı Kanun ile 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici 27. maddenin iptali talep
edilen dördüncü fıkrası ile işçi sigortalıların bu sözleşmeden kaynaklanan
haklarından iradesi dışında feragat etmiş sayılması sözleşme özgürlüğünü
zedeleyici bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. İşçinin veya sigortalının
kendi iradesi olmaksızın sözleşmenin koruyucusu olan devlet tarafından
haklarından mahrum bırakılması ve sözleşmenin asli unsurlarından olan prim
ödenme yükümlülüğünün ortadan kaldırılması, sözleşme özgürlüğünü doğrudan
zedeleyen bir düzenlemedir. Bu nedenle Anayasa’nın 48. maddesine aykırıdır,
iptali gerekir.
Dördüncü olarak Anayasa’nın “Çalışma hakkı
ve ödevi” başlıklı 49. maddesi; “Devlet, çalışanların hayat seviyesini
yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak,
çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak
ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır.” şeklindedir. Söz
konusu madde devlete çalışanların haklarını koruma yükümlülüğü getirmektedir.
Çalışan haklarından birisi de iş görme edimini yerine getirmiş olan işçilerin
yasalar çerçevesinde kendileri adına işverenleri aracılığıyla ödenmesi gereken
sosyal güvenlik sistemine ödemeleri gereken primleridir. Anayasa’nın 60.
maddesi çerçevesinde kurulmuş olan sosyal güvenlik kurumları çalışma
karşılığında tahakkuk etmiş olan bu primlerin tahsilatından sorumludur. Bu
yükümlülük aynı zamanda çalışma hakkının da bir uzantısıdır.
Hal böyle iken 7256 sayılı Kanun’un 12.
maddesi ile 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici 27. maddenin dördüncü fıkrası
ile işçilerin çalışmaları karşılığı hak etmiş oldukları ücret ve bu ücretin bir
unsuru olan ve ücretlerinden kesilen primlerin sosyal güvenlik kurumuna
yatırılmamasının hukuki olarak düzenlenmesi, işçilerin korunması ilkesine
aykırıdır. Kayıt dışı çalıştırmanın meşrulaştırılması ve affedilmesi olarak
tanımlanacak bu düzenleme aynı zamanda bu kayıt dışı çalıştırma nedeniyle
işçiler açısından sosyal güvenlik haklarında kayıpları da ortaya çıkaracak bir
düzenlemedir. İşçilerin sigorta primlerinin eksik yatmasına neden olacağı gibi
bu çerçevede kayıt dışı çalışma yaptırarak işçileri mağdur eden işverenlerin
yasalara aykırı uygulamaları nedeniyle korunması anlamına gelmektedir. Bu da
doğal olarak çalışanların korunmasına yönelik Anayasa’nın 49. maddesi
hükümlerine aykırılık teşkil etmektedir. Bu nedenle iptali gerekir.
Bu düzenleme devletin çalışanların sosyal
güvenlik haklarını ortadan kaldırıcı bir düzenleme olduğu gibi aynı zamanda bir
mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilmesi gereken sigorta primleri ödeme
yükümlülüğünü ortadan kaldırarak söz konusu sigortalıların çalıştıkları
dönemlerin prim ödeme gün sayısına eklenmemesine neden olmaktadır.
Söz konusu düzenlemenin Anayasanın 35.
maddesiyle düzenlenen “mülkiyet hakkı” kapsamında olduğunu söylemek mümkündür.
Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet
hakkının, “ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü
mal varlığı haklarını" kapsadığını belirtmiştir (AYM, E.2015/39,
K.2015/62, 1/7/2015, §§ 20, 21). Bu çerçevede gerek norm denetiminde gerekse
bireysel başvuruda kişilere ödenmesi öngörülen ücret, maaş, yaşlılık aylığı,
emeklilik ikramiyesi ve kıdem tazminatı gibi ödemeler mülkiyet hakkı kapsamında
değerlendirilmiştir (bkz:. Adli tıp uzmanına ödenen otopsi ücreti konusunda
Yasemin Balcı [GK], B. No: 2014/8881, 25/7/2017; noterlerin ücreti konusunda
AYM, E.2017/163, K.2018/90, 06/09/2018; ek gösterge ve makam tazminatı dahil
aylık maaş konusunda Ayten Yeğenoğlu, B. No: 2015/1685, 23/5/2018; yaşlılık
aylığı konusunda AYM, E.2019/50, K. 2019/96, 25/12/2019, Naci Allmbulduk, B.
No: 2017/38608, 11/12/2019 ve Muzaffer Peker, B. No: 2016/7192, 7/11/2019;
emekli ikramiyeleri konusunda AYM, E.2018/8, K.2018/85, 11/5/2018, Ferda
Yeşiltepe [GK], B. No: 2014/7621, 25/7/2017; işçilere ödenen kıdem tazminatı
konusunda AYM, E. 2018/8, K.2018/85, 11/7/2018, Adnan Alver, B. No: 2014/5800,
9/11/2017). Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, emeklilik aylığının, Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi’ne Ek 1 numaralı Protokol’ün mülkiyet hakkını
düzenleyen 1. maddesinin uygulama alanına girdiği fikrini benimsemektedir.
(Bkz. AİHM, Fábián-Macaristan, başvuru no: 78117/13, 5 Eylül 2017, p.62.)
İptali talep edilen düzenleme, işçilerin
çalışmaları karşılığında işverenlerce ödenen brüt ücretten kesilmesi gereken
geciktirilmiş bir ücret türü olan sigorta primi olan ve bu anlamda ücret
niteliği taşıyan ödeme olduğundan “mülkiyet hakkı" kapsamındadır. Bu
çerçevede işverenlerin işçilerin ücretlerinden kesip sosyal güvenlik kurumuna
yatırmaları gereken bu primleri yatırmamalarının, bundan ayrıca kazanç elde
etmelerin, affedilmesinin yanı sıra işçilerin bu primlerinin yatırılmaması
nedeniyle yukarıda açıklandığı üzere mülkiyet hakkının bir unsuru olan emekli
aylıklarının ve diğer haklarının etkilenmesinin mülkiyet hakkına yönelik bir
sınırlandırma olacağı da açıktır. İhtilaflı kural, mülkiyet hakkına, geriye
dönük ve öngörülemez bir sınırlama getirmektedir ve kanunilik ilkesine
aykırıdır. Bu nedenle söz konusu düzenleme Anayasa’nın 35. maddesine aykırıdır
ve bu nedenle de iptali gerekir.
Bunun yanında, Anayasa’nın 10. maddesi,
kanun önünde eşitlik ilkesini düzenlemektedir. Anayasa Mahkemesi’nin ifade
ettiği üzere; “[Eşitlik ilkesi] ile güdülen amaç, benzer koşullar içinde olan,
özdeş nitelikte bulunan durumların yasalarca aynı işleme uyruk tutulmasını
sağlamaktır.” (AYM, 13.04.1976 tarih ve 1976/3 E.; 1976/3 K. sayılı Karar).
Yine AYM’ye göre; “Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin
yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını
ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir” (AYM, E.S.:2006/11, K.S.:2006/17, K.T.:
7.2.2006). Eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun tespitinde,
somut olayda yapılan ayrımın haklı bir nedene dayanıp dayanmadığı noktası
dikkate alınır: “Anayasa’nın 10. maddesinde öngörülen eşitlik, mutlak anlamda
bir eşitlik olmayıp, ortada haklı nedenlerin bulunması halinde, farklı
uygulamalara imkan veren bir ilkedir” (E.S.:1985/11, K.S.:1986/29,
KT:11.12.1986).
17.11.2020 tarihi itibariyle kayıt dışı
olarak çalıştırılmaya devam edilen işçilerin kayıt dışı çalışma dönemine
ilişkin ücret ve ücrete bağlı hakları dışındaki haklardan feragat ettiği
kuralı; bu durumdaki işçilerle, aynı zaman diliminde kayıtlı olarak çalışan
işçiler arasında, sosyal güvenlik haklarının sağlanması bakımından ayrım
yapmaktadır. Bu iki kategori işçi, çalışma koşul ve süreleri ile sosyal
güvenlik hakkından yararlanma ihtiyacı bakımından aynı durumdadır. Ancak,
ihtilaflı kural, bu iki kategori arasında, sosyal güvenlik hakkından yararlanma
ile ilgili olarak haklı bir nedene dayalı olmayan bir ayrım yapmış ve kayıt
dışı çalışanları temel bir hakları açısından dezavantajlı duruma düşürmüştür.
İptali istenen kural, bu sebeple, Anayasa’nın 10. maddesine aykırıdır.
Yukarıda belirtilen nedenlerle 11.11.2020
tarihli ve 7256 sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 12. maddesiyle 4447 sayılı
Kanun’a eklenen geçici madde 27’nin dördüncü fıkrası, Anayasa’nın 2., 10., 13.,
35., 48., 49. ve 60. maddelerine aykırılık taşımaktadır; iptali talep
edilmektedir.
d) 11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 12. maddesiyle 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 27’nin
beşinci fıkrasında yer alan ‘‘işsizlik sigortası primi de dâhil olmak üzere
sigorta primi tahakkuk ettirilmez’’ ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
11.11.2020 tarih ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 12. maddesi ile 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 27’nin
beşinci fıkrası ile 17.11.2020 tarihi itibariyle kayıt dışı olarak
çalıştırılmaya devam edilen işçileri kayıt dışı olarak çalıştırdığını kabul
eden işverenlere 5510 sayılı Kanun’un 102. maddesi gereğince kesilmesi gereken
idari para cezalarının kesilmeyeceği ve söz konusu kayıt dışı çalıştırılan
döneme ilişkin sigorta primlerinin tahakkuk ettirilmeyeceği ve söz konusu
işverenlerin daha önce yararlandıkları indirim ve teşviklerin geri
alınmayacağına ilişkin düzenleme yapılmıştır. İptale konu olan düzenleme
işverenlerin ödemek zorunda oldukları işsizlik sigortası primleri de dahil
sigorta primlerinin tahakkuk ettirilmemesine ilişkin düzenlemedir.
Dördüncü fıkraya ilişkin taleplerimizle
bağlantılı olan bu düzenleme Anayasa’nın 60. maddesinde düzenlenen sosyal
güvenlik hakkına aykırılık taşımaktadır. Anayasanın “Sosyal Güvenlik Hakkı”
başlıklı 60. maddesi; “Herkes, sosyal güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu
güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri alır ve teşkilatı kurar.” hükmünü
taşımaktadır. Bu madde sosyal güvenlik hakkını devlet için bir ödev olarak
tanımlamıştır. Bu çerçevede meri sosyal güvenlik mevzuatı ile yurttaşların
primli sosyal sigorta sistemine zorunlu katılımı sağlanmıştır.
Nitekim, 506 sayılı Sosyal Sigortalar
Kanunu’nun 6. maddesinde, 5510 sayılı Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası
Kanunu’nun 92. maddesinde de bu ilke aynen benimsenerek çalışanların işe
alınmalarıyla kendiliğinden sigortalı olduğu, bu suretle sigortalı olmak hak ve
yükümünden kaçınılamayacağı ve vazgeçilmeyeceği, sözleşmelere sosyal sigorta
yardım ve yükümlerini azaltmak veya başkasına devretmek yoluyla hükümler
konulamayacağı belirtilmiştir.
Bu hâliyle sigortalı olmak kişi bakımından
sadece bir hak olmayıp aynı zamanda bir yükümlülük olarak kabul edilmeli, buna
aykırı olabilecek düzenlemelerden kaçınılmalıdır.
Meri mevzuata göre; sigortalılığın
başlangıcı işçinin işe başladığı tarihtir. 5510 sayılı Kanun’un 7. maddesi ile
sigortalılığın başlangıcı tanımlanmış, 8. maddesi ile de bu sigortalının
bildiriminin kıstasları ve süresi düzenlenmiştir. Her işveren sigortalılık
başlangıç tarihinden önce yani işçi çalıştırmaya başlamadan önce, işçi fiilen
işbaşı yapmadan önce işçileri sigortalı işe giriş bildirgesiyle Kurum’a
bildirmekle yükümlüdür. İşverenin bu yükümlülüğe uymadan işçi çalıştırmasına
kısaca kayıt dışı işçi çalıştırma denilmektedir.
Primli sistemi benimsemiş olan sosyal
güvenlik sistemimizin amaçlarına uygun ayakta kalabilmesi için her çalışanın
ücretinden kesilen primlerin Kurum’a yatırılması gerekmektedir.
Çalışanların sosyal güvenlik hakkından
gerçek anlamda yararlanmaları ancak kurum kayıtlarına girmeleriyle olanaklıdır.
İşverenin çalıştırdığı işçileri süresi içerisinde Kurum’a bildirmemesi,
işçilerin çalıştıkları gün sayısını gerçeğe aykırı bir şekilde eksik bildirmesi,
işçilerin prime esas kazançlarına ilişkin dönem bordrolarını süresi içerisinde
vermemesi, dönem bordrolarının gerçeğe aykırı düzenlenmiş olması ciddi idari
para cezalarını gerektiren işvereninin yasa dışı uygulamalarıdır.
Diğer yandan sigortalı olmak her
vatandaşın hem hakkı hem de yükümlülüğüdür. Dünyanın hiçbir yerinde primli
sistemleri benimsemiş sosyal güvenlik kurumlan zorunlu sigortalılık esasına
dayanmadan ayakta kalamazlar.
Bu nedenle işçiler sosyal güvenlik
hakkından, feragat edemezler. İşçiyle işverenin, işçiyi sosyal güvenlik
hakkından yoksun bırakma sonucunu doğuran anlaşmaları geçersizdir. İşçi,
sigorta hizmet tespiti davası açarsa bu davadan daha sonra feragat etse bile bu
feragat geçersizdir.
Nitekim 5510 sayılı Kanun’un 86.
maddesinin 9. fıkrası ile sigortalının bildirimini yapılmamış ise bu durumda
sigortalının iş akdinin son bulduğu tarihten itibaren beş yıl içerisinde iş
mahkemesine başvurması halinde çalıştıklarını ispatlaması halinde bu primlerin
işverenden tahsil edileceği belirtilmektedir. Yine sigortalının bildiriminin
yapılmadığı Kurum veya kamu denetimlerince yapılmadığı tespiti halinde de
geriye yönelik olarak primlerin tahsilatı sağlanıp bu yükümlülüğe uymayan
işverenlere gecikme zammı, ceza ve idari para cezası verilmektedir.
5510/86-9. fıkra: “Aylık prim ve hizmet
belgesi veya muhtasar ve prim hizmet beyannamesi işveren tarafından verilmeyen
veya çalıştıkları Kurumca tespit edilemeyen sigortalılar, çalıştıklarını
hizmetlerinin geçtiği yılın sonundan başlayarak beş yıl içerisinde iş
mahkemesine başvurarak, alacakları ilâm ile ispatlayabilirlerse, bunların
mahkeme kararında belirtilen aylık kazanç toplamları ile prim ödeme gün
sayıları dikkate alınır.”
Bu düzenlemelerin amacı sigortalı ile
sosyal Güvenlik Kurumu arasında Kanun gereği oluşturulmuş sözleşmenin ana
unsuru olan prim ödenmesi ve aylık bağlanması ve sosyal güvenlik haklarından
yararlanılmasını güvence altına alınmasıdır. Sigortalı uzun vadeli sigorta
kolları açısından aylık bağlanabilmesi açısından prim ödeme yükümlülüğünü
yerine getirmek zorundadır. Bu çerçevede yaşlılık aylığına hak
kazanabilmektedir. Sosyal güvenlik hakkı aynı zamanda bu sigortalıların adına
işverenlerin bu primlerini yatırıp yatırmama konusunda bir inisiyatif
oluşturmamış ve işverenleri bu çerçevede sigortalılar adına belirlenen primleri
SGK’ya yatırmakla yükümlü tutmuştur. Bu sorumluluk veya yükümlülüğün yerine
getirilmemesi durumunda sigortalılar açısından yaşlılık aylığına veya ölüm
aylığına hak kazanamama durumu ortaya çıkarken, SGK açısından da primli
sistemin sürdürülememesi tehlikesi ortaya çıkmaktadır. Bir diğer deyişle
çeşitli sigorta kolları açısından primlerin tahakkuku ve ödemesi sistemin
işleyişi açısından olmazsa olmaz bir önceliktir.
İşverenlerin işçilerin sosyal güvenlik
primlerini yatırmaması, bunların bildirimini yapmaması, devletin de bir kanuni
düzenleme ile yasaya aykırı olarak işçinin çalıştırıldığı döneme ilişkin bu
primlerin yatırılmayacağını belirtmesi doğrudan sosyal güvenlik hakkını
zedeleyici bir durum ortaya çıkarmaktadır.
Örneğin bir işçinin 5 yıl boyunca kayıt
dışı çalıştırıldığını varsayalım. Bu durumda işveren tarafından ödenmesi
gereken 1800 günlük prim ödenmemiş olacağından, bu durumda ilgili işçi 5510
sayılı Kanun’un 28. maddesinde tanımlanan yaşlılık aylığına hak kazanma
koşullarından prim ödeme yükümlülüğünü yerine getiremeyeceğinden yaşlılık
aylığına hak kazanamayacaktır. Ayrıca, işçi yaşlılık aylığına hak kazanmak için
gerekli asgari prim ödeme gün sayısını diğer çalışmaları veya hizmetleri
doğrultusunda doldurmuş olsa dahi yaşlılık aylığının hesaplanmasında 1800 gün
için prim ödenmediğinden bu süre aylık bağlama sisteminde değerlendirilmeyecek
ve 5510 sayılı Kanun’un 29. maddesinin 3. fıkrasında belirlendiği üzere her 360
gün için %2 oranında bağlanacak aylık miktarı, örnekte belirlenen 5 yıllık
çalışma karşılığında % 10 oranında eksik bağlanmış olacaktır. Bu da doğrudan
sigortalılar açısından sosyal güvenlik hakkının zedelenmesine neden olacak bir
durumdur. Her şeyden önce söz konusu sigorta primleri sigortalıların
ücretlerinin bir parçasıdır ve brüt ücretlerinden işverenlerce kesilerek bir
nevi aracılık edilerek sosyal güvenlik kurumuna işçileri adına yatırılmaktadır.
Dolayısıyla hakkın öznesinin kabulü olmadan bir yasa ile olsa dahi hakkı
ortadan kaldırmak sosyal güvenlik hakkını doğrudan zedeleyen bir düzenleme
olarak karşımıza çıkar.
Anayasa’ya aykırı olarak kayıt dışı
çalıştırılmış olanların yasal olarak tanınmış haklarını ortadan kaldıran
işverenlerin işçileri adına ödemesi zorunlu olan primleri ödeme yükümlülüğünü
ortadan kaldırılmasına ilişkin düzenleme, doğrudan çalışanların Anayasa’nın 60.
maddesinde tanımlanan sosyal güvenlik haklarını ihlal edici bir nitelik
taşımaktadır. Anayasa’nın 13. maddesine göre, temel hak ve hürriyetlerin özüne
dokunulamaz. Sosyal güvenlik hakkı da temel bir haktır. İhtilaflı kural; ilgili
işçilerin sosyal güvenlik haklarını tamamen ortadan kaldırıcı niteliktedir ve
Anayasa’nın 60. maddesinde düzenlenen sosyal güvenlik hakkının özüne
dokunmaktadır. İhtilaflı kural, daha genel olarak, prim temelinde işleyen
sosyal sigorta sistemine aktarılması gereken kaynakların sisteme transferini
engellemektedir ve bu itibarla Anayasa’nın 60. maddesinin 2. fıkrasında yer
alan, devletin sosyal güvenliği sağlayıcı gerekli tedbirleri alması yükümlülüğünü
de ihlal etmektedir. Bu nedenle iptali gerekir.
Diğer yandan Anayasa’nın 2. maddesine
göre; Türkiye Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı
içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta
belirtilen temel ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk
devletidir.
Sosyal hukuk devleti çalışanların
haklarını koruyucu normlar aracılığıyla sosyal güvenliklerini sağlamakla
yükümlüdür. Hal böyle iken bir devletin çalışma ve prim ödeme yükümlülüğünü
yerine getirmiş bir çalışanın, primlerini ödemeyen işverenlerin yasalara aykırı
olan bu tutum ve davranışlarını meşrulaştırması hukuk devleti ilkesi ile
bağdaşmaz. Çalışanın kendi arzu ve iradesi dışında işverenin yasal
yükümlülüklerini yerine getirmemiş olmasının cezalandırılması gerekirken, söz
konusu düzenleme ile cezalandırmanın ortadan kaldırılmasının yanı sıra işçiler
açısından işçiler adına ödenmesi gereken sigorta primlerinin ödenmeyeceğine
ilişkin düzenleme hukuk devleti ilkesi ile açık bir biçimde çelişmektedir.
Ayrıca, söz konusu sosyal sigorta primleri
işçiler açısından sigortalının çalışması sürecinde ücretle birlikte ödenmesi
gereken yasal kesintilerdir. Dolayısıyla primler, çalışılmış olan zaman
açısından tahakkuk etmiş, olurlar ve ödeme yükümlülüğünün işverenlerce yerine
getirilmemesi bu hakları ortadan kaldırmaz. Bu primler her bir işçi açısından
ücret niteliğinde sayılırlar ve kazanılmış haklardır. Daha sonra yapılan yasal
bir değişiklikle bu işçilerin halihazırda kazanmış oldukları birel haklarına
ilişkin geçmişe yönelik hak düşürücü düzenleme yapılması da hukuk devletinin
önemli ilkelerinden birisi olan yasaların geriye yürümezlik ilkesini ve
kazanılmış hakların korunması ilkesini, hukuki belirlilik ve öngörülebilirlik
ilkesini de ayrıca zedelemektedir. Bu nedenle Anayasa’nın 2. maddesine
aykırıdır, iptali gerekir.
Anayasa’nın; “Çalışma ve sözleşme
hürriyeti” başlıklı 48. maddesi; “Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme
hürriyetlerine sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak serbesttir. Devlet, özel
teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürümesini,
güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır.”
şeklindedir. Söz konusu madde çerçevesinde işçi işveren arasında yapılan iş
akitleri de her iki tarafın özgür iradesi ile yapılmış sözleşmelerdir ve
Anayasa’nın söz konusu maddesi kapsamındadırlar. Sözleşme özgürlüğünün bir
unsuru olarak işçi çalışma edimini yerine getirmesi karşılığında ücrete hak
kazanır ve sosyal güvenlik sisteminin zorunlu unsuru olan primlerinin işverence
SGK’ya yatırılması söz konusu olur. İşçiler ve işverenler tek taraflı olarak
veya karşılıklı olarak sözleşmenin asli unsuru olan bu hususlardan sözleşmenin
kurulması esnasında veya daha sonrasında vazgeçemezler. Hal böyle iken 7256
sayılı Kanun ile 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici 27. maddenin iptali talep
edilen beşinci fıkrasındaki ibare ile işçi sigortalıların bu sözleşmeden
kaynaklanan haklarının işverenlerce yerine getirilmeyeceğini belirtmek sözleşme
özgürlüğüne müdahale anlamına gelmektedir. Sözleşmenin tarafı olan işçinin
iradesi dışında primlerin tahakkuk etmeyeceğine ilişkin düzenleme, sözleşme
özgürlüğünü zedeleyici bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. İşçinin veya
sigortalının kendi iradesi olmaksızın sözleşmenin koruyucusu olan devlet
tarafından haklarından mahrum bırakılması ve sözleşmenin asli unsurlarından
olan prim ödenme yükümlülüğünün ortadan kaldırılması, sözleşme özgürlüğünü
doğrudan zedeleyen bir düzenlemedir. Bu nedenle Anayasa’nın 48. maddesine
aykırıdır, iptali gerekir.
Dördüncü olarak Anayasa’nın “Çalışma hakkı
ve ödevi” başlıklı 49. maddesi; “Devlet, çalışanların hayat seviyesini
yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek için çalışanları ve işsizleri korumak,
çalışmayı desteklemek, işsizliği önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak
ve çalışma barışını sağlamak için gerekli tedbirleri alır.” şeklindedir. Söz
konusu madde devlete çalışanların haklarını koruma yükümlülüğü getirmektedir.
Çalışan haklarından birisi de iş görme edimini yerine getirmiş olan işçilerin
yasalar çerçevesinde kendileri adına işverenleri aracılığıyla ödenmesi gereken
sosyal güvenlik sistemine ödemeleri gereken primleridir. Anayasa’nın 60.
maddesi çerçevesinde kurulmuş olan sosyal güvenlik kurumları çalışma
karşılığında tahakkuk etmiş olan bu primlerin tahsilatından sorumludur. Bu
yükümlülük aynı zamanda çalışma hakkının da bir uzantısıdır.
Hal böyle iken 7256 sayılı Kanun’un 12.
maddesi ile 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici 27. maddenin beşinci
fıkrasındaki ibare ile işçilerin çalışmaları karşılığı hak etmiş oldukları
ücret ve bu ücretin bir unsuru olan ve ücretlerinden kesilen primlerin sosyal
güvenlik kurumuna yatırılmamasının hukuki olarak düzenlenmesi, işçilerin
korunması ilkesine aykırıdır. Kayıt dışı çalıştırmanın meşrulaştırılması ve
affedilmesi olarak tanımlanacak bu düzenleme aynı zamanda bu kayıt dışı
çalıştırma nedeniyle işçiler açısından sosyal güvenlik haklarında kayıpları da
ortaya çıkaracak bir düzenlemedir. İşçilerin sigorta primlerinin eksik
yatmasına neden olacağı gibi bu çerçevede kayıt dışı çalışma yaptırarak işçiler
gerek işsizlik sigortası gerekse uzun vadeli sigorta kolları açısından mağdur
olmaktadırlar.
Örneğin işsizlik sigortası primlerinin
tahakkuk ettirilmemesi nedeniyle 2021 yılının sonunda işten çıkarılmış bir
işçi, 4447 sayılı Kanun’un 50. maddesinde tanımlanan yükümlülüklerden olan son
bir yıl içerisinde 3 ay prim yatırmış olma ve son 3 yıl içerisinde en 600 gün
işsizlik sigortası primi ödeme yükümlülüğünü yerine getiremeyecek ve bu nedenle
de işsizlik sigortasınca ödenene işsizlik ödeneğine hak kazanamayacaktır. Ya da
son üç yıl içerisinde 1080 gün çalışmış olmasına rağmen, söz konusu primler
tahakkuk ettirilmediğinden işsizlik ödeneğinden 300 gün boyunca yararlanmak
yerine daha az süre ile yararlanabilecektir. Söz konusu düzenleme yaşlılık
aylığı, ölüm aylığı ve maluliyet aylığı açısından da geçerlidir. Her üç sigorta
kolu açısından sigortalıların veya hak sahiplerinin bu sigorta kollarının
haklarından yararlanabilmeleri açısından asgari prim ödeme yükümlülüklerini
yerine getirmesi gerekir. Bu hususlar, 5510 sayılı Kanun’un 26., 28. ve 32.
maddelerin tanımlanmış olup, bu maddelerde belirtilen prim ödeme gün sayılarını
dolduramamalarına neden olacağından bu maluliyet, yaşlılık veya ölüm
aylıklarına hak kazanamama durumları ortaya çıkacaktır. Sigorta primlerinin
tahakkuk etmemesi aynı zamanda bu kişilere bağlanacak aylık miktarlarının da
daha az olmasına neden olacaktır.
Bu da doğal olarak çalışanların
korunmasına yönelik Anayasa’nın 49. maddesi hükümlerine aykırılık teşkil
etmektedir. Bu nedenle iptali gerekir.
Bu düzenleme devletin çalışanların sosyal
güvenlik haklarını ortadan kaldırıcı bir düzenleme olduğu gibi aynı zamanda bir
mülkiyet hakkı kapsamında değerlendirilmesi gereken sigorta primleri ödeme
yükümlülüğünü ortadan kaldırarak söz konusu sigortalıların çalıştıkları
dönemlerin prim ödeme gün sayısına eklenmemesine neden olmaktadır.
Söz konusu düzenlemenin Anayasa’nın 35.
maddesiyle düzenlenen “mülkiyet hakkı” kapsamında olduğunu söylemek mümkündür.
Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın 35. maddesiyle güvenceye bağlanan mülkiyet
hakkının, “ekonomik değer ifade eden ve parayla değerlendirilebilen her türlü
mal varlığı haklarını" kapsadığını belirtmiştir (AYM, E.2015/39,
K.2015/62, 1/7/2015, §§ 20, 21). Bu çerçevede gerek norm denetiminde gerekse
bireysel başvuruda kişilere ödenmesi öngörülen ücret, maaş, yaşlılık aylığı,
emeklilik ikramiyesi ve kıdem tazminatı gibi ödemeler mülkiyet hakkı kapsamında
değerlendirilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, emeklilik aylığının,
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ne Ek 1 numaralı Protokol’ün mülkiyet hakkını
düzenleyen 1. maddesinin uygulama alanına girdiği fikrini benimsemektedir.
(Bkz. AİHM, Fábián-Macaristan, başvuru no: 78117/13, 5 Eylül 2017, p.62.)
İptali talep edilen düzenleme, işçilerin
çalışmaları karşılığında işverenlerce ödenen brüt ücretten kesilmesi gereken
geciktirilmiş bir ücret türü olan sigorta primi olan ve bu anlamda ücret
niteliği taşıyan ödeme olduğundan “mülkiyet hakkı’" kapsamındadır. Ayrıca,
söz konusu primler işçiler açısından ileride kendilerine bağlanacak yaşlılık
aylıklarının hesaplanmasında asli ve temel bir unsur olduğundan, bu primlerin
sayılmaması halinde emekli aylıklarının daha düşük bağlanmasına neden
olacağından işçiler açısından doğrudan mülkiyet hakkı çerçevesinde ele alınması
gereken bir gelir türüdür. Bu çerçevede işverenlerin işçilerin ücretlerinden
kesip sosyal güvenlik kurumuna yatırmaları gereken bu primleri yatırmamalarının,
bundan ayrıca kazanç elde etmelerin, affedilmesinin yanı sıra işçilerin bu
primlerinin yatırılmaması nedeniyle yukarıda açıklandığı üzere mülkiyet
hakkının bir unsuru olan emekli aylıklarının ve diğer haklarının etkilenmesinin
mülkiyet hakkına yönelik bir sınırlandırma olacağı da açıktır. İhtilaflı kural,
mülkiyet hakkına, geriye dönük şekilde, öngörülemez bir sınırlama getirmektedir
ve kanunilik ilkesine aykırıdır. Bu nedenle söz konusu düzenleme Anayasa’nın
35. maddesine aykırıdır ve bu nedenle de iptali gerekir.
Bunun yanında, Anayasa’nın 10. maddesi,
kanun önünde eşitlik ilkesini düzenlemektedir. Anayasa Mahkemesi’nin ifade
ettiği üzere; “[Eşitlik ilkesi] ile güdülen amaç, benzer koşullar içinde olan,
özdeş nitelikte bulunan durumların yasalarca aynı işleme uyruk tutulmasını
sağlamaktır.” (AYM, 13.04.1976 tarih ve 1976/3 E.; 1976/3 K. sayılı Karar).
Yine AYM’ye göre; “Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin
yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım yapılmasını
ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir” (AYM, E.S.:2006/11, K.S.:2006/17, K.T.:
7.2.2006). Eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun tespitinde,
somut olayda yapılan ayrımın haklı bir nedene dayanıp dayanmadığı noktası
dikkate alınır: “Anayasa’nın 10. maddesinde öngörülen eşitlik, mutlak anlamda
bir eşitlik olmayıp, ortada haklı nedenlerin bulunması halinde, farklı
uygulamalara imkan veren bir ilkedir” (E.S.:1985/11, K.S.:1986/29,
KT:11.12.1986).
17.11.2020 tarihi itibariyle kayıt dışı
olarak çalıştırılmaya devam edilen işçilerin kayıt dışı çalışma dönemine
ilişkin sigorta primlerinin tahakkuk ettirilmeyeceği kuralı; bu durumdaki
işçilerle, aynı zaman diliminde kayıtlı olarak çalışan işçiler arasında, sosyal
güvenlik haklarının sağlanması bakımından ayrım yapmaktadır. Bu iki kategori
işçi, çalışma koşul ve süreleri ile sosyal güvenlik hakkından yararlanma
ihtiyacı bakımından aynı durumdadır. Ancak, ihtilaflı kural, bu iki kategori
arasında, temel bir hak olan sosyal güvenlik hakkından yararlanma ile ilgili
olarak haklı bir nedene dayalı olmayan bir ayrım yapmış ve kayıt dışı
çalışanları dezavantajlı duruma düşürmüştür. İptali istenen kural, Anayasa’nın
10. maddesine aykırıdır.
Yukarıda belirtilen nedenlerle 11.11.2020
tarihli ve 7256 sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 12. maddesiyle 4447 sayılı
Kanun’a eklenen geçici madde 27’nin beşinci fıkrasında yer alan ‘‘işsizlik
sigortası primi de dâhil olmak üzere sigorta primi tahakkuk ettirilmez’’
ibaresi, Anayasa’nın, 2., 10., 13., 35., 48., 49. ve 60. maddelerine aykırılık
taşımaktadır, iptali talep edilmektedir.
3) 11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 13. maddesiyle 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 28’in
ikinci fıkrasının Anayasa’ya aykırılığı
11.11.2020 tarih ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 13. maddesi ile 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 28’nin
birinci fıkrası ile işverenler tarafından 2019/Ocak-2020/Nisan döneminde en az
sigortalı bildirimi yapılan aydaki/dönemdeki sigortalı sayısına ilave olarak
istihdam edilecek işçilerle, 07.04.2020 tarihinden sonra ilk defa işe alınacak
işçiler için günlük 44.15 TL olarak belirlenen desteğin işverenlerin SGK’ya
ödeyeceği sigorta primlerinden mahsup edilerek İşsizlik Sigortası Fonundan
karşılanmasına dair bir düzenleme yapılmıştır.
Söz konusu düzenlemenin ikinci fıkrasında
ise yukarıda belirtilen durumda olan işçilerin işe başlatılıp 4857 sayılı Kanun’a
eklenen geçici 10. madde çerçevesinde ücretsiz izine çıkarılmaları halinde
ücretsiz izinde bulundukları süre boyunca günlük 39.24 TL nakdi ücret desteği
verilmesi ve bu desteğin de İşsizlik Sigortası Fonundan karşılanması
düzenlenmiştir.
İptale konu olan ikinci fıkradaki
düzenleme ile Fon amacı dışında kullanıma açılmış, çalışanların işsizlik
halinde ekonomik güvencelerinin sağlanması amacından sapılarak Anayasamızın 60.
maddesinde belirlenen yükümlülük ve ödeve aykırı bir durum ortaya çıkmıştır.
Bu nedenle 7256 sayılı Bazı Alacakların
Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında
Kanunun 13. maddesi ile 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 28’nin ikinci
fıkrası, Anayasa’nın birden çok maddesine aykırıdır. Aşağıda sırasıyla
ayrıntılı olarak söz konusu fıkranın Anayasa’nın ilgili maddelerine
aykırılıkları tanımlanacaktır.
Öncelikle 16.04.2020 tarihli ve 7244
sayılı Kanun’un 9. maddesi ile 4857 sayılı İş Kanunu’na eklenen geçici 10.
madde ile iş hukukumuza eklenen zorunlu ücretsiz izne ayırma hakkına yönelik
iptal ve yürürlüğünün durdurulmasına karar verilmesi halen 2020/56 Esas
numarası ile mahkemenizde derdest olan davada dilekçemiz ile talep edilmiştir.
Dilekçede söz konusu ikinci fıkranın
Anayasa’nın 2., 5., 10., 12., 13., 48. ve 49. maddelerine aykırılığı öne
sürülerek iptali talep edilmiştir.
Söz konusu dilekçemizde işverene tek
taraflı olarak işçiyi ücretsiz izine çıkarma hakkı verilmesine ilişkin
düzenlemenin iş hukukunun en önemli ilkelerinden birisi olan “işçiyi koruma
ilkesi”ni ihlal etmesi, Anayasa’nın 48. maddesinde hüküm altına alınan sözleşme
özgürlüğünü ihlal etmesi, Bununla bağlantılı olarak Anayasa’nın 13. maddesinin
ihlali, işçinin korunması amacına ters düşmesi nedeniyle Anayasa’nın 2.
maddesinde yer alan ‘‘sosyal bir hukuk devleti’’ anlayışının zedeleyici
niteliği; işverene işçiler arasında herhangi bir neden öne sürmeksizin eşitlik
ilkesine aykırı karar alabilme hakkı getirmesi nedeniyle Anayasa’nın 10. maddesini
ihlal etmesi; yine çalışanların ücretsiz olarak kendi rızaları hilafına
çalıştıkları işlerden ayrılmalarına yönelik anılan düzenleme, Anayasa’nın 49.
maddesinde tanımlanan Devletin çalışanları koruma yükümlülüğünü ihlal etmesi
nedeniyle Anayasa’ya aykırılığı ileri sürülmüştür.
Halen derdest olan davamızdaki söz konusu
dilekçemizdeki taleplerimizin Mahkemenizce yerinde görülmesi halinde, işveren
tarafından tek taraflı olarak izne çıkarmaya yönelik düzenleme 4857 sayılı
Kanun açısından yürürlükten kalkmış olmasına rağmen iptalini talep ettiğimiz
düzenlemenin 4447 sayılı Kanun’da bulunması nedeniyle yürürlükte kalması
hukuksuz bir durum ortaya çıkaracaktır.
Bu maddenin iptaline ilişkin
taleplerimizle bağlı olarak, 7256 sayılı Kanunun 13. maddesi ile 4447 sayılı
Kanuna eklenen geçici 28. maddenin ikinci fıkrasının Anayasa’nın 2., 5., 10.,
12., 13., 48. ve 49. maddelerine aykırı olması nedeniyle iptali talep
edilmektedir.
İkinci olarak iptali talep edilen ikinci
fıkra ile de hukuksuzluğu açık olan ücretsiz izin uygulaması daha da ileri
götürülmüştür. İşverenler tarafından 2019/Ocak-2020/Nisan döneminde en az
sigortalı bildirimi yapılan aydaki/dönemdeki sigortalı sayısına ilave olarak
istihdam edilecek, işçilerle, 07.04.2020 tarihinden sonra ilk defa işe alınacak
işçilerin işe başlatıldıktan sonra ücretsiz izine çıkarılması halinde bu
işçilere İşsizlik Sigortası Fonundan günlük 39.24 TL nakdi ücret desteğinin
verilmesine ilişkin düzenleme, işçilerin en temel haklarından olan Anayasa’nın
49. maddesinde tanımlanan çalışma hakkını doğrudan ihlal etmektedir. Söz konusu
maddenin 1. fıkrasına göre: “Çalışma, herkesin hakkı ve ödevidir”.
İşsiz olan bir işçinin yeniden veya ilk
defa olarak iş akdi ile çalıştırılmaya başlaması halinde işverenlere bir destek
verilmesi geçici 28. maddenin birinci fıkrası düzenlenirken iptale talep olan
ikinci fıkra ile bunların iş akitlerinin yapılmasının hemen ardından ücretsiz
izine çıkarılabilecekleri düzenlenmiştir. Dolayısıyla işçinin iş akdinin tarafı
olarak hak ettiği ücret ve diğer haklarından mahrum tutulması amaçlanmıştır. Bu
da doğal olarak işçinin çalışma hakkının kısıtlanmasına neden olacak bir
uygulamadır ve iptali gerekir. Kaldı ki; 49. maddenin 2. fıkrasına göre:
“Devlet, çalışanların hayat seviyesini yükseltmek, çalışma hayatını geliştirmek
için çalışanları ve işsizleri korumak, çalışmayı desteklemek, işsizliği
önlemeye elverişli ekonomik bir ortam yaratmak ve çalışma barışını sağlamak
için gerekli tedbirleri alır”. Oysa ihtilaflı kural, Anayasa’nın bu açık
hükmündeki amaçlara aykırı sonuçlar doğurmaktadır: Çalışanların yükseltilmesi
gereken hayat seviyesi açlık sınırının altına düşürülmekte, işçiler yerine
işveren korunmakta ve çalışma barışını bozacak bir ortam yaratılmaktadır.
Diğer yandan söz konusu fıkra aynı zamanda
Anayasa’nın 48. maddesinde tanımlanan sözleşme özgürlüğünü de zedelemektedir.
Bir iş akdi ile çalışmaya başlayan işçinin ücretsiz izine çıkarılmasına yönelik
işverenlere tanınan hak, yukarıda da belirtildiği üzere sözleşmenin güçlü
tarafı olan işverene tanınan eşitsiz bir haktır ve işçinin iradesi dışında iş
akdinin asli unsurlarından yararlanamama halini ortaya çıkarmaktadır. Özellikle
iptale konu olan ikinci fıkra ile işverenin çalışma ilişkisinin ana unsuru olan
sözleşme özgürlüğünü zedeleyecek yeni bir hak tanınmaktadır. İşverene bir
işçiyle resmi bir iş ilişkisi kurması karşılığında bu iş ilişkisinin asli
unsuru olan ücret ödeme yükümlülüğünü yerine getirmeyebileceğine ilişkin bir
hak tanınmıştır. Anayasa’nın 18. maddesinde “Hiç kimse zorla çalıştırılamaz.
Angarya yasaktır.” hükmü bulunmaktadır. Bu hükmün anlamı kişinin bir ücret
karşılığı olmaksızın çalıştırılamayacağıdır. Oysa söz konusu düzenleme ile
işverenlere ücret ödenmeden çalıştırılma hakkı getirilmektedir. İşçiler, söz
konusu ücretsiz izin döneminde başka bir sözleşme kuramayacakları gibi ücret de
alamayacaklardır. Bu da yapılan düzenlemenin yeni istihdam yaratmaya yönelik
bir amaç taşımadığını aksine işçilerin en temel hakkı olan ve Anayasa’nın 49.
maddesindeki çalışma haklarının kısıtlanmasına ilişkin bir düzenleme olduğunu
söylemek mümkündür. İşverenlere adeta işçilerin sözleşmeden kaynaklanan
haklarını kullandırmama ve onları adeta kendi iradeleri dışında işten
uzaklaştırma ve işverenin iradesine bağlı olarak işe dönüşlerine yönelik irade
belirleme hakkı verilmiştir. İş hukukunda esas olan işçinin işverenin emri ile
veya işverenin gözetiminde iş yapmaksızın geçirdiği sürelerin çalışma
süresinden sayılması durumudur. Oysa burada işçinin kendi iradesi olmaksızın
işveren tarafından ücretsiz izine çıkarılma ile karşı karşıya kalan işçiye
ücretinin verilmemesi yasal dayanağa kavuşturularak hak ihlali yapıldığı gibi
aynı zamanda işsizliği azaltma ve yeni istihdam yaratmaya yönelik herhangi bir
katkısı olmayan bir nakdi ücret desteği adı altında asgari ücretin altında bir
gelirin İşsizlik Sigortası Fonundan verilmesi ile işçiler adeta korumasız
bırakılmaktadırlar. Temel hak ve özgürlüklerden olan çalışma hakkıyla sözleşme
hürriyetine ilişkin söz konusu sınırlamalar, Anayasa’nın 13. maddesindeki hak
sınırlama ölçütleriyle bağdaşmak gerekmektedir. Oysa ihtilaflı kural, Anayasa’nın
48. ve 49. maddeleri anlamında meşru bir amaç izlemediği gibi; işçilere asgari
ücretin çok altında bir nakdi ücret desteği sağlanması hususu da dikkate
alındığında, ortada her halükarda ölçülülük ilkesine uygun bir sınırlama
olmadığı açıktır. Bu çerçevede (Anayasa’nın 13. maddesinde düzenlenene
sınırlandırmanın sınırlarına aykırı olarak) söz konusu düzenleme çalışma
hakkını zedelemesi ve sözleşme özgürlüğünü ortadan kaldırması nedeniyle Anayasa’nın
48. ve 49. maddelerine aykırıdır.
Yine söz konusu düzenleme, sosyal hukuk
devleti ilkesini de açıkça zedelemektedir. Sosyal hukuk devletinin en temel
özelliklerinden birisi çalışma yaşamında güçsüz olan işçilerin korunması
ilkesidir. Hukuk devletinin güçsüzlerin korunmasına ilişkin ödev ve yükümlülüğü
göz ardı edilerek sözleşmenin güçlü tarafı olan işverenlere işçilerin çalışma
hakkını ortadan kaldırıcı bir hak tanımlanmıştır. İşveren yasalara aykırı
çalışma ilişkisinden yasalara uygun bir iş ilişkisine geçmesi koşuluyla işçiyi
ücretsiz izine çıkarma hakkına kavuşmakta ve adeta işçiyi açlık sınırının
altında bir gelir desteğine (asgari ücretin yarısından daha az olan ve aylık
1186 TL) mahkum bırakma hakkını kazanmaktadır. Bu nedenle söz konusu düzenleme
Anayasa’nın 2. maddesine de aykırılık taşımaktadır ve iptali gerekir.
Yukarıda belirtilen nedenlerle 7244 sayılı
Kanun ile 4857 sayılı Kanun’a eklenen geçici 10. maddeye ilişkin iptal
taleplerimizle bağlı olarak, 7256 sayılı Kanun’un 13. maddesi ile 4447 sayılı
Kanun’a eklenen geçici 28. maddenin ikinci fıkrası, Anayasa’nın 2., 5., 10.,
12., 13., 48. ve 49. maddelerine aykırıdır. Bu nedenle iptali talep
edilmektedir.
4) 11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 14. maddesiyle 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 29’un
Anayasa’ya aykırılığı
7256 sayılı Kanun’un 14. maddesiyle 4447
sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 29 gereğince Yeni Koronavirüs (Covid-19)
sebebiyle işverenlerin yaptıkları zorlayıcı sebep gerekçeli kısa çalışma
başvurularının alınması, değerlendirilmesi ve ödenmesine ilişkin işlemler
hakkında Bakanlık ve Kurum personeline herhangi bir sorumluluk
yüklenemeyecektir; 2020 Ekim ayı ve öncesi döneme ait işverenlerin hatalı
işlemlerinden kaynaklanan fazla ve yersiz ödemelerden bu maddenin yürürlük
tarihi itibarıyla (7256 sayılı Kanun’un 45. maddesinin delaletiyle 17.11.2020
tarihi itibarıyla) tahsil edilmemiş olanlar terkin edilecektir; tahsil
edilenler ise iade veya mahsup edilmeyecektir. Anılan madde, Anayasa’ya
aykırıdır.
1 Aralık 2019 tarihinde Çin Halk
Cumhuriyeti’nin Hubei bölgesinin başkenti olan Vuhan’da ortaya çıkan ve tüm
dünyayı saran virüs salgını, COVID-19 pandemisi olarak nitelendirilmiştir.
Devletler tarafından pandemiyle mücadele etmek amacıyla birçok önlem
alınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin aldığı bu önlemlerden biri de
işverenlerin pandemi kaynaklı zorlayıcı sebep gerekçesiyle kısa çalışma
başvurusu yapmasına olanak sağlayan mevzuattır. Kısa çalışma ve kısa çalışma
ödeneğinin genel esasları; 4447 sayılı Kanun’un ek 2. maddesiyle düzenlenmiş,
anılan Kanun’da pandemi nedeniyle bu konuya ilişkin olarak geçici hükümlere yer
verilmiştir. Diğer taraftan 30.04.2011 tarihli ve sayılı Resmi Gazete’de
yayınlanan Kısa Çalışma ve Kısa Çalışma Ödeneği Hakkında Yönetmelik
çıkarılmıştır.
4447 sayılı Kanun ve anılan Yönetmelik
hükmüyle; Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı ile Türkiye İş Kurumu
personeline birtakım görevler tevdii edilmiştir. Söz gelimi işverenin kısa
çalışma talebini Kurum’a bildirmesi üzerine; Kurum, yasal koşulları taşıyıp
taşımaması bakımından (öncelikle sebep ve şekil yönünden) başvuruları inceler
ve değerlendirir. Bu başvurular; karara bağlanır, uygunluk tespiti yapılır,
onaylandıktan sonra denetlenir. Talebin uygunluğunun belirlenmesine ilişkin
usul ve esaslar, ilgili kurum ve kuruluşların da görüşü alınarak Bakanlık
tarafından çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. (4447 sayılı Kanun Ek Md. 2/2)
Kısa çalışma başvurusu ve uygunluk tespitine ilişkin diğer işlemler Kurum
ve/veya Bakanlık tarafından belirlenir. (Yön. Md. 5/6) İşverenler,
başvurularını e-Devlet üzerinden takip edebilecektir.
Ancak Bakanlık ve Kurum personeline, kısa
çalışma taleplerine ilişkin söz konusu işlemlerinden (başvuruların alınması,
değerlendirilmesi, ödenmesine ilişkin işlemlerinden) kaynaklı hiçbir (idari,
cezai, hukuki ve mali) sorumluluğun yüklenemeyeceğini öngören ve iptali talep
edilen madde, Anayasa’ya aykırıdır.
Nitekim (Anayasa’nın 2. maddesinde
temelini bulan) bir hukuk devletinde idari teşkilatın işleyişi,
görev-yetki-sorumluluk zinciri içinde gerçekleştir. Diğer bir deyişe idari
ajana verilen görev ve yetki ile bu görev ve yetkiden kaynaklanan sorumluluk
arasında makul bir denge bulunmalıdır. Ancak iptali talep edilen maddeyle;
görev ve yetki sahibi idari ajanın (Bakanlık ve Kurum personelinin) sorumluluğu
(söz gelimi başvuruya hiç yanıt verilmemesi, başvurucunun noksan evraklarının
tamamlattırılmasına yönelik işlem yapılmaması, eksik ödeme yapılması, e-Devlet
üzerinden hatalı kayıt tutulmasından doğan hukuki, cezai, idari, mali
sorumluluğu), Kanun hükmüyle bertaraf edilmektedir.
Başka bir deyişle Anayasa’nın 2.
maddesinde belirtilen hukuk devleti; eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan
haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil
bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuki güvenliği sağlayan,
Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuk kurallarıyla kendini
bağlı sayan ve yargı denetimine açık olan devlettir (Anayasa Mahkemesi’nin,
26.06.2019 tarihli ve 2019/35 E.; 2019/53 K. sayılı Kararı, § 15). Ancak kamu
gücü kullanan Bakanlık ve Kurum personeline, kanun hükmüyle bir türden mutlak
sorumsuzluk tanınarak onların keyfi işlem yapmaları ve eylemde bulunmaları
meşru kılınmaktadır. Kısa çalışma başvurusunda bulunanların haklarına (idare
tarafından) hukuka aykırı müdahale edilmesinin önü açılmaktadır.
Diğer taraftan Anayasa’nın 125. maddesi
uyarında idarenin her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolu açıktır. Söz
konusu amir hüküm, Bakanlık ve Kurum personeli bakımından hiçbir istisnayı haiz
değildir. O halde bir kanun hükmünün (iptali talep edilen maddenin) sorumluluğu
bertaraf etmek suretiyle; idarenin (Bakanlık ve Kurum personelinin) eylem ve
işlemlerine karşı yargı yolunu kapatması, yargı denetiminin dışlanması, yargı
kararlarının gereğinin yerine getirilmemesinin önünün açılması; Anayasa’nın
125. maddesine de aykırıdır.
Diğer bir deyişle Anayasa’nın 125.
maddesinde, "İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu
açıktır." denilerek, idarenin hukuka bağlılığı, yargı denetimi sayesinde
etkili biçimde sağlanmış ve idare edilenler, idarenin kanunsuz ve keyfi
davranışlarına karşı korunmuştur (Anayasa Mahkemesi’nin 08.12.2015 tarihli ve
2014/87 E.; 2015/112 K. sayılı Kararı, §45). Ancak iptali talep edilen maddeyle
Bakanlık ve Kurum personelinin sorumluluğunun kaldırılması, onların kanunsuz ve
keyfi şekilde davranmasına olanak verebilecektir.
Bu noktada Anayasa’nın 125. maddesinin,
36. maddesinden bağımsız ele alınamayacağını belirtmek gerekmektedir. Zira
Anayasa’nın 36. maddesinin birinci fıkrasında, ‘‘Herkes, meşru vasıta ve
yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı ve davalı olarak
iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.’’ hükmüne yer
verilmiştir. Maddeyle güvence altına alınan hak arama özgürlüğü ve adil
yargılanma hakkı, kendisi bir temel hak niteliği taşımasının yanında, diğer
temel hak ve özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların
korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir (Anayasa Mahkemesi’nin
16.03.2016 tarihli ve 2016/19 E.; 2016/17 K. sayılı Kararı, §7). Ancak
sorumluluk yüklenemeyeceğini öngörerek idarenin işlem ve eylemlerine yargı
yolunun kapatılması sonucunu doğuran iptali talep edilen madde, Anayasa’nın 36.
maddesinde yer alan ve AİHS’nin 6. maddesiyle korunan hak arama hürriyetinin
kullanımını önleyerek, olanaksızlaştırarak; özüne dokunmaktadır.
Buna ilave olarak Anayasa’nın 6. maddesi
gereğince hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasa’dan alamayan bir Devlet
yetkisi kullanamaz ve 129. maddesi gereğince memurlar ve diğer kamu görevlileri
Anayasa ve kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmakla yükümlüdürler.
Kaynağını Anayasa’dan alamayan bir yetkinin kullanılamamasını ve Anayasa ve
kanunlara sadık kalarak faaliyette bulunmak yükümlülüğünün yerine getirilmesini
teminen; idarenin eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır, memurların ve
kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken işledikleri kusurlardan dolayı
idare aleyhine açılan tazminat davaları, ilgili idare ajanına rücu edilir.
Ancak iptali talep edilen madde, sorumluluğu ortadan kaldırarak; söz konusu
teminatları işlevsizleştirmektedir. İdare ajanının, kaynağını Anayasa’dan almayan
hukuka aykırı yetki kullanmasına ve dolayısıyla Anayasa ve kanunlara sadık
kalmamasına neden olmaktadır.
Öte yandan Anayasa’nın 2. maddesinde
temelini bulan sosyal hukuk devletinin somut göstergelerinden biri olan sosyal
güvenlik hakkının yer aldığı Anayasa’nın 60. maddesinde, ‘‘Herkes, sosyal
güvenlik hakkına sahiptir. Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli tedbirleri
alır ve teşkilatı kurar.’’ denilmektedir. Sosyal güvenlik, bireylerin istek ve
iradeleri dışında oluşan sosyal risklerin, kendilerinin ve geçindirmekle
yükümlü oldukları kişilerin üzerlerindeki gelir azaltıcı ve harcama artırıcı
etkilerini en aza indirmek, ayrıca sağlıklı ve asgari hayat standardını güvence
altına alabilmektir. Bu güvencenin gerçekleştirilebilmesi için sosyal güvenlik
kuruluşları oluşturularak, kişilerin yaşlılık, hastalık, malûllük, kaza ve ölüm
gibi sosyal risklere karşı asgari yaşam düzeylerinin korunması amaçlanmaktadır
(Anayasa Mahkemesi’nin 30.03.2011 tarihli ve 2008/56 E.; 2011/58 K. sayılı
Kararı ). Kısa çalışma ve kısa çalışma ödeneği de sosyal güvenlik hakkının
konusudur. Ancak iptali talep edilen maddeyle, idare ajanının sorumluluğu
tamamen ortadan kaldırılarak; idare tarafından (Anayasa’nın 13. maddesinde
düzenlenen sınırlandırmanın sınırları kriterlerine aykırı olarak) keyfî ve
öngörülemez davranışların ve kanunilik ilkesine aykırı durumların
yaratılmasının önü açılmakta ve son tahlilde sosyal güvenlik hakkının özüne
dokunulması sonucunu doğuracak her türlü (hukuka aykırı) eylem ve işlemin
yapılması olanaklı kılınmaktadır. Diğer bir deyişle kanun koyucu, sosyal
güvenliği sağlayacak gerekli tedbirler (sosyal güvenlik hakkına müdahale eden
kamu görevlisinin idari, cezai, hukuki, mali yönden sorumlu tutulması) almak
yerine; Anayasayla korunan hakların (Anayasa Madde 36 ve 125) kullanımı
imkansızlaştırarak sosyal güvenlik hakkının içkin çekirdeğine dokunmaktadır.
Bir başka husus, iptali talep edilen
maddeyle mülkiyet hakkının ihlal edilmesine ilişkindir. Anayasa’nın 35. maddesi
ile 1 No’lu Protokol’ün 1. maddesinin koruma alanı içinde yer alan menfaatlerin
kapsamına, mevcut bir mülk (“existing possessions”) girebileceği gibi alacak
hakları (AYM, E.2000/42, K.2001/361, K.T. 10/12/2001; AYM, E.2006/142,
K.2008/148, K.T. 24/9/2008) veya kesin bir şekilde tanımlanmış talep hakları
(“claims”) da girebilir. Bu kapsamda bir alacak hakkı ya da talebin, mülkiyet
hakkı kapsamında korunması için mahkeme hükmü, hakem kararı veya idari karar
gibi yeterli derecede icra edilebilir kılınması halinde bir “mülk” teşkil
edebilir (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Krstıć/Sırbistan, B. No:
45394/06, 10/12/2013, § 76). Ancak, hakkın tam olarak kazanılmamış olduğu bazı
hallerde, özellikle ekonomik hayatın gerekleri ve hukuki güvenlik anlayışı,
hakkın ileride mevcut olacağına dair hukuki umudu ifade eden bir kısım meşru
beklenti hallerinin de mülkiyet hakkının güvence kapsamına dâhil edilmesi
gereğini ortaya koymaktadır. Ancak bu hallerde, hakkın kazanılacağı yönünde
salt bir umudun ötesinde kişinin, hakkın mevcudiyeti yönünde meşru bir beklentisi
olması gerekir (Benzer yöndeki AİHM kararı için bkz. Maltzan ve
Diğerleri/Almanya (k.k.) [BD], B. No: 71916/01, 71917/01, 10260/02, 2/3/2005, §
74). Bu şekildeki bir beklentiye vücut verebilecek ve talep halindeki bir
malvarlığı yararının Anayasa’nın 35. maddesi anlamında kıymet oluşturmasını
sağlayabilecek unsurlardan biri, bu talebi destekleyen yerleşik içtihat gibi
bir hukuksal temelin bulunmasıdır. Ancak sırf bir yargı yerine başvurularak
dile getirilen talepler yeterli temel sağlamaktan uzaktır. Önemli olan,
bahsedilen hukuki dayanağın Anayasa’nın 35. maddesi kapsamında sağlanan
güvenceyi aktif hale getirebilecek yeterlilikte olmasıdır (Benzer yöndeki AİHM
kararları için bkz. Kopecky/Slovakya, B. No: 44912/98, 28/9/2004, § 52;
Draon/Fransa [BD], B. No: 1513/03, 6/10/2005, § 68; Maurice/Fransa [BD], B. No:
11810/03, 6/10/2005, § 66; Özden/Türkiye, B. No: 11841/02, 3/5/2007, § 27)
(Anayasa Mahkemesi’nin 25.03.2014 tarihli ve 2013/1426 Başvuru No’lu Kararı, §
35, 36). Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu muhakemesi nazara alındığında; kısa
çalışma ödeneğinin de mülkiyet hakkının konusunu teşkil ettiği ortaya
çıkacaktır. O halde idare ajanının eylem ve işlemlerinden sorumlu tutulmaması
(söz gelimi Kurum personelinin, başvuranın sosyal güvenlik hakkına dayanarak
yaptığı kısa çalışma ödeneği talebini hukuka aykırı olarak reddetmesinden
dolayı herhangi bir hukuki-cezai-idari tatbikatla karşı karşıya kalmaması);
başvuran işveren ve dolayısıyla işçinin kısa çalışma ödeneğinden
faydalanamamasına diğer bir deyişle mülkiyet hakkının ihlal edilmesine sebep
olacaktır. Nitekim mülkiyet hakkının (söz gelimi dava yoluyla) korunmasını
talep etme hakkı, sorumluluğun bertaraf edilmesiyle ortadan kaldırılmaktadır.
Yine Anayasa’nın 40. maddesi uyarınca
Anayasa ile tanınmış hak ve hürriyetleri ihlal edilen herkesin gecikmeksizin
yetkili makamlara başvurma hakkı vardır. Ancak iptali talep edilen düzenleme
nedeniyle başvuran, Anayasa ile kendine tanınmış mülkiyet hakkı ve sosyal
güvenlik hakkının ihlal edildiği kanısına vardığında ne mahkemeye ne de yetkili
merciye başvurabilecektir. Zira idare ajanının sorumluluğu kanun hükmüyle
bertaraf edilmiştir.
Diğer taraftan memurlar ve kamu
görevlilerinin zorlayıcı sebep gerekçeli kısa çalışma başvuruları çerçevesinde
bu başvuruları değerlendirmesi ve ödenmesine ilişkin yaptıkları
değerlendirmeler, haksız veya yersiz ödemeler, fazla veya eksik ödemelerin emir
doğrultusunda yapıldığı, bir diğer deyişle yürütme erkinde Bakan veya ita
amirlerinin emirleri doğrultusunda bu işlemleri gerçekleştirdiği dolayısıyla
bireysel sorumlulukları bulunmadığı belirtilebilirse de; Anayasa’nın 137.
maddesi, bu hususta tartışamaya mahal vermeyecek bir şekilde memur ve diğer
kamu görevlilerinin idari ve cezai sorumluluğunu da göstermektedir. Anayasa’nın
137. maddesinin birinci ve ikinci fıkraları şu şekildedir:
“Kamu hizmetlerinde herhangi bir sıfat ve
suretle çalışmakta olan kimse, üstünden aldığı emri, yönetmelik,
Cumhurbaşkanlığı kararnamesi, kanun veya Anayasa hükümlerine aykırı görürse,
yerine getirmez ve bu aykırılığı o emri verene bildirir. Ancak, üstü emrinde
ısrar eder ve bu emrini yazı ile yenilerse, emir yerine getirilir; bu halde,
emri yerine getiren sorumlu olmaz.
Konusu suç teşkil eden emir, hiçbir
suretle yerine getirilmez; yerine getiren kimse sorumluluktan kurtulamaz.”
Dolayısıyla Bakanlık’ta ve Kurum’da
çalışmakta olan memur ve diğer kamu görevlileri zorlayıcı sebeple kısa çalışma
başvurularını yasalara, ilgili yönetmeliklere uygun bir biçimde değerlendirmek
ve bu çerçevede ödemeleri doğru ve yasalara uygun bir biçimde gerçekleştirmek
zorundadırlar. Bunun aksine verilen emirleri yerine getiremezler. Bu çerçevede
ortaya çıkan kamu zararlarından sorumludurlar.
Nitekim, 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve
Kontrol Kanunu ile mevzuatımıza giren kamu zararı kavramı; anılan Kanun’un 71.
maddesinde kamu görevlilerinin kasıt, kusur veya ihmallerinden kaynaklanan
mevzuata aykırı karar, işlem veya eylemleri sonucunda kamu kaynağında artışa
engel veya eksilmeye neden olunması olarak tanımlanmıştır. Bir başka deyişle,
5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nun 71. maddesinde kamu zararı
“kamu görevlilerinin kasıt, kusur veya ihmallerinden kaynaklanan mevzuata
aykırı karar, işlem veya eylemleri sonucunda kamu kaynağında artışa engel veya
eksilmeye neden olunması” şeklinde ifade edilmiştir. Buna göre kamu zararının
varlığı için aranan şartlar; (i) kamu görevlilerinin varlığı, (ii) mevzuata
aykırı karar, işlem veya eylemlerin varlığı, (iii) mevzuata aykırılığın kamu
görevlilerinin kasıt, kusur veya ihmallerinden kaynaklanması, (iv) kamu
kaynağında artışa engel veya eksilmeye neden olunması, (v) illiyet bağı (Kamu
zararı unsurlarından “illiyet bağı” unsuruna açıkça 5018 sayılı Kamu Mali
Yönetimi ve Kontrol Kanunu’nda yer verilmemiş, 6085 sayılı Sayıştay Kanunu’nda
yer verilmiştir. Ancak 5018 sayılı KMYKK’da kullanılan kamu zararına neden olma
ifadesi illiyet bağı olarak değerlendirilmekle birlikte, sorumluluk hukukunda
kamu zararından kişisel sorumluluğun tayin edilmesinde kamu zararı ile zarara
sebep olanın eylemi arasında illiyet bağı kurulması zorunlu bir önkoşul olarak
değerlendirilmektedir.) şeklinde sıralanmaktadır (Şahin İpek, E.A., Hepaksaz
E., “Kamu Zararının Tespiti Ve Tahsili Sürecinde Ortaya Çıkan Sorunlar Ve Çözüm
Önerileri” Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt : 32,
2018, Sayı : 4, s. 921-940). Kanun uyarınca yapılması gereken; kontrol,
denetim, inceleme, kesin hükme bağlama veya yargılama sonucunda tespit edilen
kamu zararının, zararın oluştuğu tarihten itibaren ilgili mevzuata göre
hesaplanacak faiziyle birlikte ilgililerden tahsil edilmesi iken; kanun
koyucunun mevzuata aykırı bu durumu, mevzuata uygun hale getirmesi “takdir
yetkisi” ile açıklanamaz. Bu nedenle söz konusu düzenleme, Anayasa’nın 137.
maddesine de aykırıdır ve iptali gerekir.
Öte yandan iptale konu olan maddenin
ikinci ve cümlesi ile de 2020 Ekim ayı ve öncesi döneme ait işverenlerin hatalı
işlemlerinden kaynaklanan fazla ve yersiz ödemelerden bu maddenin yürürlük
tarihi itibarıyla (7256 sayılı Kanun’un 45. maddesinin delaletiyle 17.11.2020
tarihi itibarıyla) tahsil edilmemiş olanlar terkin edilmesi; tahsil edilenler
iade veya mahsup edilmemesi düzenlenmiştir. Söz konusu düzenleme öncelikle 4447
sayılı Kanun’un ek 2. maddesinin son fıkrasıyla açık bir biçimde çelişmektedir.
Söz konusu düzenlemeye göre “İşverenin hatalı bilgi ve belge vermesi nedeniyle
yapılan fazla ödemeler, yasal faizi ile birlikte işverenden tahsil edilir.”
Oysa iptali talep edilen düzenleme ile bu duruma bir istisna getirilmiş ve Ekim
2020 tarihine kadar olan fazla ve yersiz ödemelerin terkin edileceği
düzenlenmiştir. Söz konusu düzenleme, Anayasa’nın 2. maddesinde tanımlanan
sosyal hukuk devleti ilkesine aykırıdır. Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen
hukuk devleti, insan haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir
hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuki güvenliği sağlayan,
Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet organlarına
egemen kılan, Anayasa ve kanunlarla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık
olan devlettir. Hukuk devletinde kanunların kamu yararı gözetilerek çıkarılması
zorunludur. Kanun koyucunun, Anayasa’ya ve hukukun genel ilkelerine aykırı
olmamak kaydıyla her türlü düzenlemeyi yapma konusunda takdir yetkisi
bulunmaktadır. İptali talep edilen düzenleme ile kamu yararı kavramı
zedelenmekte, yapılan yanlışlık nedeniyle kamu kaynaklarındaki haksız azalma
veya bir başka deyişle bu ödemeler nedeniyle sebepsiz zenginleşmeler
meşrulaştırılmaktadır. Ortada bir kamu zararı vardır ve bu kamu zararının
ortadan kaldırılması gerekmektedir. İşsizlik Sigortası Fonu işsizliği önlemeye
ve istihdamı teşvik amacıyla oluşturulmuş bir fondur. Bu Fonun kamu
görevlilerinin değerlendirmeleri veya fazla veya yersiz ödemeleri nedeniyle
zarar görmesi söz konusudur. Sosyal hukuk devleti bu işlemleri yargı denetimine
açarak gerekli işlemleri yapmakla yükümlü devlettir.
Kaldı ki söz konusu Fon aynı zamanda bir
sosyal güvenlik sisteminin parçasıdır, dolayısıyla bu fonun kaynakları
işçilerden, işverenlerden kesilen primlerdir. Dolayısıyla bir sosyal güvenlik
kurumunun primlerinin işletilmesi, idaresinin; idarenin haksız veya yanlış
değerlendirmeleri, işverenlerin yanlış başvuruları nedeniyle zarar görmesi söz
konusudur. Bir diğer deyişle idare, kendisine emanet edilen Fon kaynaklarını
özenle değerlendirmemiş ve kanunen hak tanınmamış kişilere aktarmıştır. Bu da
bir sebepsiz zenginleşme yaratmıştır. İdarenin bu noktada kendi yarattığı garabeti
ortadan kaldırması gerekirken, kurumun malvarlığındaki hukuksuz azalmayı
meşrulaştıracak bir adım atılması ve bu haksız ödemelerin affedilmesi,
işçilerin sosyal güvenlik haklarını da zedelemektedir. Bu nedenle Anayasa’nın
60. maddesine aykırıdır. Bu husus aynı zamanda kamu yararının korunması
ilkesiyle bağdaşmadığı gibi hukuk devleti ilkesini de açık bir biçimde
zedelemektedir. Bu nedenle Anayasa’nın 2. maddesine aykırıdır ve iptali
gerekir.
Diğer bir deyişle kanun koyucu hatalı
işlem yapan işverenleri korumaya çalışmış, adete onlara verilen fazla ve yersiz
ödemeleri ‘‘af’’ etmiştir. Ancak idari kararlarının muhataplarının korunmaya
değer hukuki menfaatleri ya da kazanılmış hakları yoktur. Zira 2020 Ekim ayı ve
öncesi döneme ait hatalı işlemlerden kaynaklanan fazla ver yersiz ödemeler,
zaman içinde hukuk tarafından korunacak hale gelmeye elverişli değildir.
Nitekim bu yersiz ödemeler sosyal güvenlik hakkını ihlal edecektir.
Öte yandan iptali istene madde, Anayasa’nın
‘‘Genel Esaslar’’ başlıklı birinci kısmında yer alan 10. maddesinde düzenlenen
eşitlik ilkesini de ihlal etmektedir. Eşitlik ilkesi, ‘‘herkesin her yönden
aynı hükümlere bağlı olması gerektiği anlamına gelmez. Bu ilke ile güdülen
amaç, benzer koşullar içinde olan, özdeş nitelikte bulunan durumların yasalarca
aynı işleme uyruk tutulmasını sağlamaktır. Kimi yurttaşlar için haklı nedenlere
dayanılarak veya bunların durumlarındaki farklılığın doğurduğu zorunluklar
dolayısıyla ayrı kurallar konulması halinde eşitlik ilkesinin zedelenmesinden
söz edilemez.’’ şeklinde hüküm kurmuştur (Anayasa Mahkemesi’nin 13.04.1976
tarih ve 1976/3 E.; 1976/23 K. sayılı Kararı). Eşitlik ilkesinin ihlal edilip
edilmediği hususunun tespiti ise, somut olayda ‘‘haklı neden’’in var olup
olmadığına göre yapılır.
Söz konusu maddede, tahsil edilmemiş
olanların terkin edilmesini ve fakat tahsil edilmiş olanların iade veya mahsup
edilmemesini haklı kılacak bir makul ve adil neden yoktur. Tahsil edilen
muhataplar yönünden mülkiyet hakkı bağlamında yapılan ayrım da haklı bir nedene
sahip değildir. Fazla ve yersiz ödemenin tahsil edildiği sorumlu muhatap,
tahsil edilmediği sorumsuz muhataba nazaran adeta cezalandırılmakta, ödediği
meblağ iade, mahsup edilmemektedir. (Bu türden ödemelerin tahsilinin belli
süreler sonra affı- terkini, sorumlu vatandaşı, nasıl olsa bir gün affedileceği
düşüncesiyle ödememeye itebilecektir.) Diğer bir deyişle kanun koyucu
tarafından iade, mahsup edilmemek suretiyle; tahsil edilen muhatabın söz konusu
meblağ üzerindeki (Anayasa’nın 35. maddesinde temelini bulan) mülkiyet hakkı
ihlal edilmektedir. Zira tahsil edilmiş ödeme, muhatabın mülkiyet hakkının
konusudur. Nitekim Anayasa Mahkemesi bir kararında ‘‘…başvurucunun mal
varlığına dahil olan bu paranın kendisinden idari yaptırım olarak haksız yere
tahsil edildiği kesinleşmiş yargı kararıyla sabit olduğuna göre söz konusu para
alacağının başvurucu yönünden Anayasa’nın 35. maddesi anlamında mülkiyet hakkı
kapsamında mülk teşkil ettiği kuşkusuzdur.’’ şeklinde hüküm kurmuştur (Anayasa
Mahkemesi’nin 03.07.2019 tarihli ve 2016/78974 Başvuru No’lu Anwar Mohammed
Tareef Zaıd Kararı, § 44).
Bununla birlikte Anayasa’nın 90. maddesine
göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin usulüne göre yürürlüğe konmuş
uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı koruyucu, kullanımını
genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar hiyerarşisinde kanunun
üstündedir. İptali talep edilen cümle, adil yargılanma, hak arama özgürlüğü ve
mülkiyet haklarına ilişkin Anayasa hükümleriyle benzer hükümler içeren Türkiye’nin
taraf olduğu anlaşmayı da (Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi’nin 6. ve 13.
maddesini ve Ek 1 No’lu Protokolü’nün 1. maddesini) ihlal ettiğinden Anayasa’nın
90. maddesine de aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle 7256 sayılı Kanun’un 14.
maddesiyle 4447 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 29, Anayasa’nın 2., 6.,
10., 13., 35., 36., 40., 60., 90., 125., 129., ve 137. maddelerine aykırıdır;
anılan maddenin iptali gerekir.
5) 11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 21.maddesiyle 193 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 93’ün
Anayasa’ya aykırılığı
7256 sayılı Kanun’un 21. maddesiyle,
kamuoyunda “varlık barışı” adıyla bilinen bir düzenleme yapılmıştır. Buna göre
maddede sayılan koşullarla, temel olarak;
i) Yurt dışında bulunan para, altın,
döviz, menkul kıymet ve diğer sermaye piyasası araçlarını Türkiye’ye getiren
gerçek ve tüzel kişiler söz konusu varlıkları serbestçe tasarruf edebilecekler,
ii) Gelir veya kurumlar vergisi
mükellefleri Türkiye’de bulunan ancak kanuni defter kayıtlarında yer almayan
para, altın, döviz, menkul kıymet ve diğer sermaye piyasası araçları ile
taşınmazları, dönem kazancının tespitinde dikkate almaksızın kanuni
defterlerine kaydedebilecekler ve söz konusu varlıkları vergiye tabi kazancın
ve kurumlar için dağıtılabilir kazancın tespitinde dikkate alınmaksızın
işletmeden çekebilecek ve
iii) Bu madde kapsamında bildirilen
varlıklar nedeniyle hiçbir suretle vergi incelemesi ve vergi tarhiyatı
yapılmayacaktır.
Görüldüğü üzere madde ile bu olanaktan
yararlanabilecek durumda olanlara sağlanan temel yarar aslında kaynağının
vergisi ödendikten sonra edinilmiş olması gereken varlıklar ile ilgili olarak
bu verginin ödenip ödenmediği hususunun sorgulanmasından vazgeçilmesi ve bu
varlıklar üzerinde serbestçe tasarruf hakkı sağlanmasıdır.
Vergi, bir ülkenin en temel egemenlik
haklarından birisi olup en önemli özelliği kamu giderlerini karşılamak üzere
karşılıksız olarak ödenmesidir. 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’na göre mükellef,
vergi kanunlarına göre kendisine vergi borcu terettübeden gerçek veya tüzel
kişidir. Kimlere, hangi durumlarda vergi yükümlülüğünün doğacağı ise vergi
kanunlarıyla belirlenmiştir. Mükelleflerin bu yükümlülüklerini tamamen veya
kısmen yerine getirmemelerinin sonucu olarak bunların harcamalarında ve/veya
tasarruflarında bir artış meydana gelecektir. Her ne kadar ülkemizde, sahip
olunan varlıklara ilişkin olarak kişilere, “nereden buldun” diye bilindiği
şekliyle, doğrudan bu varlığı elde ederken kullanılan kaynağın vergisinin
ödenip ödenmediğinin sorulması uygulaması olmasa da ispat külfeti idarede olmak
üzere, sahip olunan varlıkların kaynakları ile kişilerin vergiye tabi
faaliyetleri arasında bağ kurulması yoluyla vergi tarhiyatında bulunulması
mümkündür. Bu yolla zamanında ödenmiş olması gereken bir verginin,
mükellefinden istenmesi mümkün olabilmektedir. İtiraz konusu kural işte bu
sınırlı sorgulama olanağını da ortadan kaldırmakta olup buna karşılık düşük bir
oranda da olsa bir vergileme öngörmemektedir.
Öte yandan buna karşılık, üzerine düşen
vergisel yükümlülüklerini gereği gibi yerine getiren vergi mükellefleri ise,
ödemek durumunda kaldıkları vergiler nedeniyle daha az harcama yapabilmiş veya
daha az tasarrufta bulunabilmişlerdir. Bu durumun yarattığı adaletsizliği
açıklamaya gerek yoktur.
Yurt içinde veya yurt dışında bulunan
varlıkları için söz konusu hükümden yararlanmak isteyenlerin bildirimde
bulunabilecekleri varlıklar; para, altın, döviz, menkul kıymet ve diğer sermaye
piyasası araçları olup buna yurt içi için ayrıca taşınmazlar eklenmiştir. Yurt
içindeki taşınmazlar bir yana bırakıldığında diğer varlıkların sahipliğinin
izinin sürülmesinin imkansıza yakın olduğu açıkça görülmektedir. Bununla
birlikte madde kapsamında bildirimde bulunan kişilerin bildirdikleri
varlıkların gerçekten sahibi oldukları hususunda bir araştırma yapılması
öngörülmediği gibi bildirimde bulunanlardan buna yönelik bir belge vb.
sunmaları bile talep edilmemektedir. Dolayısıyla aslında madde kapsamında
bildirilen varlıklar ile bu varlıkları bildirenler arasındaki ilişkin
gerçekliğinin tespiti fiilen mümkün değildir ve bunun istendiği de zaten
kuşkuludur.
Yukarıda değinilen hususun yaratabileceği
sakıncaları öngörmek zor değildir. Maddede açıkça yazıldığı üzere, madde ile
sağlanan yarar sadece varlıklarla ilgili vergisel yükümlülükler bakımından söz
konusudur. Ancak bilindiği üzere varlıkların sahipliği bakımından uygulamada
olan mevzuat sadece vergi mevzuatı değildir. Örneğin “Suç Gelirlerinin
Aklanmasının Önlenmesi” ile ilgili mevzuata göre “Aklama ve terörün finansmanı
suçunun işlendiğine dair kuvvetli şüphe bulunan hallerde” 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun 128. maddesindeki usûle göre malvarlığı değerlerine
elkonulmasına hükmedilebilmektedir. Keza 5271 sayılı Kanununun 128. maddesi
elkoymaya ilişkin genel hüküm olup maddede yazılı suçlar bakımından elkoyma
kararı verilebilmesi hususunu düzenlemektedir. Bu suçlardan bazıları şunlardır:
göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti, organ veya doku ticareti, hırsızlık,
uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti, suç işlemek amacıyla örgüt
kurma, tefecilik, zimmet, irtikap, rüşvet, silah kaçakçılığı suçları,
Kaçakçılıkla Mücadele Kanunu’nda tanımlanan ve hapis cezasını gerektiren
suçlar.
Görüldüğü üzere bazı suçlarla ilgili
olarak yapılan soruşturma veya kovuşturma kapsamında hâkim kararıyla bir
malvarlığına elkonulması mümkündür. Ancak yukarıda değindiğimiz üzere iptali
istenen hükmün varlıkların sahipliği hususunda bıraktığı boşluk, elkoyma
kararının verilebilmesinin mümkün olduğu bazı suçlardan kaynaklanan varlıkların
tamamen yasal bir şekilde ancak başka bir gerçek ya da tüzel kişinin adına
madde kapsamında bildirilmesine ve bildirilen varlıkların üç ay içinde Türkiye’ye
getirilmesine veya kanuni defterlere kaydedilebilmesine olanak sağlayarak,
sahipliğinin kayıtlarda kolaylıkla değiştirilebilmesine meydan vermektedir. Bu
durum da örneğin uyuşturucu, organ veya insan ticaretinden veya fuhuş üzerinden
kazanılmış olan paraların vergisiz bir şekilde Türkiye’ye getirilerek veya
kanuni defterlere kaydedilerek yasal zemine taşınmasına ve serbestçe tasarruf
edilebilmesine olanak sağlanması anlamına gelebilecektir.
Anayasa’nın “Vergi ödevi” başlıklı 73.
maddesinde “Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere, mali gücüne göre, vergi
ödemekle yükümlüdür. Vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı, maliye
politikasının sosyal amacıdır. (…)” denilmektedir.
Vergide genellik ilkesi, herhangi bir
ayırım yapılmaksızın malî gücü olan herkesin vergi yüküne katılmasını ve vergi
ödemesini ifade eder. Malî güce göre vergilendirme, verginin, yükümlülerin
ekonomik ve kişisel durumlarına göre alınmasıdır. Bu ilke, aynı zamanda vergide
eşitlik sağlanmasının uygulama aracı olup, malî gücü fazla olanın malî gücü az
olana göre daha fazla vergi ödemesini gerektirir. Vergide eşitlik ilkesi ise
malî gücü aynı olanlardan aynı, farklı olanlardan ise farklı oranda vergi
alınması esasına dayanır.
Dava konusu düzenleme ile malî güç dikkate
alınmaksızın madde kapsamına giren kişilerden hiç vergi alınmaması öngörülerek,
vergisel yükümlülüklerini zamanında yerine getiren mükellefler ile iptali
istenen hükümden yararlananlar arasında vergi yükünün dağılımında adalet ve
denge bozulmuş ve Anayasa’nın 73. maddesinde yer alan “herkesin mali gücüne
göre vergi ödemesi” ile “vergi yükünün adaletli ve dengeli dağılımı” ilkelerine
aykırılık oluştuğu gibi “vergide eşitlik ilkesi” de zedelenmiştir.
Anayasa Mahkemesi’nin 14.5.1997 tarihli ve
Esas: 1996/75, Karar: 1997/50 sayılı Kararında Anayasa’nın 73. maddesine
ilişkin olarak aşağıdaki ifadeler yer almaktadır.
“Anayasa’nın ‘Vergi Ödevi’ başlıklı 73.
maddesinin birinci fıkrasında, ‘Herkes, kamu giderlerini karşılamak üzere malî
gücüne göre vergi ödemekle yükümlüdür.’ denilerek kamu giderlerini karşılamak
üzere alınan verginin malî güce göre alınması ve genelliği ilkesi
benimsenmiştir.
Vergide genellik ilkesi, ayırım
gözetilmeksizin herkesin elde ettiği gelir, servet ya da harcamalar üzerinden
vergi ödemesidir. Malî güce göre vergilendirme ise, verginin, yükümlülerin
ekonomik ve kişisel durumlarına göre alınmasıdır. Bu ilke, malî gücü fazla
olanın, az olana oranla daha fazla vergi ödemesi gereğini belirtir. ‘Malî güç’,
Anayasa’da tanımlanmamakla birlikte, genellikle ‘ödeme gücü’ anlamında
kullanılmaktadır. Kamu maliyesi yönünden gelir, servet ve harcamalar malî gücün
göstergesidir. Verginin, herkesten malî gücüne göre alınması, aynı zamanda
eşitlik ilkesinin vergilendirme alanına yansımasıdır.
73. maddenin ikinci fıkrasında, vergi
yükünün adaletli ve dengeli bir biçimde dağılımı öngörülmüştür. Vergilendirilecek
alanların seçimi ve vergi yükünün adaletli ve dengeli biçimde dağılımı için
yükümlülerin kişisel durumlarının gözetilmesi gerekir.”
Görüldüğü üzere Anayasa Mahkemesi de
kararında mali güce göre vergilendirmenin, eşitlik ilkesinin vergilendirme alanına
yansıması olduğunu değerlendirmiş ve vergi yükünün adaletli ve dengeli biçimde
dağılımı için yükümlülerin kişisel durumlarının gözetilmesi gerektiğini açıkça
vurgulamıştır.
İptali istenen kural vergisel
yükümlülüklerini zamanında ve gerektiği gibi yerine getirmeyenlere vergiden
bağışıklık sağlayarak bildirimde bulunacakları varlıkları üzerinden hiç vergi
alınmamasını öngörmüş olup bu bakımdan Anayasa’nın 73. maddesine aykırılık
içermektedir.
İhtilaflı kural, anılan sebeplerle Anayasa’nın
kanun önünde eşitlik ilkesine ilişkin 10. maddesine de aykırıdır. Anayasa
Mahkemesi’nin ifade ettiği üzere; “[Eşitlik ilkesi] ile güdülen amaç, benzer
koşullar içinde olan, özdeş nitelikte bulunan durumların yasalarca aynı işleme
uyruk tutulmasını sağlamaktır.” (AYM, 13.04.1976 tarih ve 1976/3 E.; 1976/3 K.
sayılı Karar). Yine AYM’ye göre; “Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan
kişilerin yasalar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayırım
yapılmasını ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir” (AYM, E.S.:2006/11,
K.S.:2006/17, K.T.: 7.2.2006). Eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği
hususunun tespitinde, somut olayda yapılan ayrımın haklı bir nedene dayanıp
dayanmadığı noktası dikkate alınır: “Anayasa’nın 10. maddesinde öngörülen
eşitlik, mutlak anlamda bir eşitlik olmayıp, ortada haklı nedenlerin bulunması
halinde, farklı uygulamalara imkan veren bir ilkedir” (E.S.:1985/11,
K.S.:1986/29, KT:11.12.1986). Dava konusu düzenleme ile madde kapsamına giren
kişilerden hiç vergi alınmaması öngörülerek, vergisel yükümlülüklerini
zamanında yerine getiren mükellefler ile iptali istenen hükümden yararlananlar
arasında vergi yükünün dağılımında adalet ve denge bozulmuş ve haklı bir neden
olmadan, benzer kategorilerdeki kişiler arasında ayrım yapılmış ve farklı muamele
tesis edilmiştir. İhtilaflı kural, bu sebeple Anayasa’nın 10. maddesini ihlal
etmiştir.
Yukarıda açıklanan gerekçelerle 7256
sayılı Kanunun 21. maddesiyle 193 sayılı Gelir Vergisi Kanunu’na eklenen geçici
madde 93, Anayasa’nın 10. ve 73. maddelerine aykırı olup iptali gerekmektedir.
6) 11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 22. maddesiyle değiştirilen 28.03.1983 tarihli ve 2809 sayılı
Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanunu’nun ek 158. maddesinin ikinci
fıkrasında yer alan ‘‘iki üye’’ ibaresi ile beşinci fıkrasına eklenen ikinci ve
üçüncü cümlelerin Anayasa’ya aykırılığı
a) 11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 22. maddesiyle değiştirilen 28.03.1983 tarihli ve 2809 sayılı
Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanunu’nun ek 158. maddesinin ikinci
fıkrasında yer alan ‘‘iki üye’’ ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 22. maddesiyle 2809 sayılı Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı
Kanunu’nun ek 158. maddesinin ikinci fıkrasının dördüncü cümlesinde yer alan
“bir üye ile Türkiye Sağlık Enstitüleri Başkanlığı Yönetim Kurulunca belirlenen
Sağlık Bilimleri Üniversitesi dışından bir üye” ibaresi “iki üye” şeklinde
değiştirilmiştir. Anılan ibare, Anayasa’ya aykırıdır. Yapılan değişiklik Sağlık
Bilimleri Üniversitesinin Mütevelli Heyetinin oluşumuna ilişkindir.
Yapılan değişiklik ile 2809 sayılı
Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanunu’nun ek 158. maddesinin ikinci fıkrası
şu şekildedir: Üniversitenin yönetim organları, 2547 sayılı Yükseköğretim
Kanununda öngörülen organlar ile Mütevelli Heyetinden oluşur. Mütevelli Heyeti;
Rektör, eğitim ve araştırma konusunda görevlendirilmiş Sağlık Bakanı
Yardımcısı, Sağlık Bakanının seçtiği bir üye, Yükseköğretim Kurulu tarafından
seçilen profesör unvanına sahip iki üye olmak üzere, toplam beş üyeden oluşur.
Mütevelli Heyeti, Rektör başkanlığında ilk toplantısını yapar ve bu toplantıda
yapılacak seçim ile Mütevelli Heyeti Başkanı belirlenir. Mütevelli Heyeti, en
az dört üye ile toplanır ve salt çoğunlukla karar alır. Bakan ve Yükseköğretim
Kurulu tarafından seçilen üyelerin görev süresi dört yıldır. Mütevelli
Heyetinin çalışma usul ve esasları, Mütevelli Heyetinin teklifi üzerine
Yükseköğretim Kurulu tarafından belirlenir.
İptali talep edilen “iki üye” ibaresi ile
ilgili değişikliğin, 27.03.2015 tarihli ve 6639 sayılı Bazı Kanun ve Kanun
Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’da yapılan Anayasa’ya
aykırı değişiklikler ile ilgili Mahkemenizce 02.11.2016 tarihli 2015/61 E.,
2016/172 K. sayılı karara atıf yapılmıştır. Her ne kadar Anayasa’ya aykırılık
nedeniyle kanun koyucu yeniden düzenleme yapmış olsa da düzenleme Mahkemenin
iptal kararı ile uyumsuzdur. Anılan başvurumuzda özetle, Sağlık Bilimleri
Üniversitesi için yönetim organı olarak öngörülen Mütevelli Heyetinin, başkan
dahil üç üyesinin Sağlık Bakanlığı Müsteşarı ile Sağlık Bakanı tarafından
atanacak iki kişiden oluşmasının, Üniversitenin, Sağlık Bakanlığının kontrolüne
geçmesine sebebiyet vereceği, bu durumun ise üniversite özerkliğiyle
bağdaşmadığı belirtilerek kuralların, Anayasa’nın 130. ve 132. maddelerine
aykırı olduğunu, iptallerinin zorunlu olduğunu belirtmiştik.
İş bu değişiklik ile Mütevelli Heyeti;
Rektör, eğitim ve araştırma konusunda görevlendirilmiş Sağlık Bakanı
Yardımcısı, Sağlık Bakanının seçtiği bir üye, Yükseköğretim Kurulu tarafından
seçilen profesör unvanına sahip iki üye olmak üzere, toplam beş üyeden
oluşmaktadır. Mütevelli Heyeti, en az dört üye ile toplanacak ve salt
çoğunlukla karar alacaktır. Anayasa’nın 130. maddesinde üniversiteler Anayasal
bir kuruluş olarak kabul edilmiş ve maddenin birinci fıkrasında,
üniversitelerle ilgili başlıca kurallar belirlenmiştir. Anılan fıkrada,
üniversitelerin, “kamu tüzelkişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip olmaları” ve
“Devlet tarafından kanunla kurulmaları” öngörülmüştür. Maddenin dokuzuncu
fıkrasında da yükseköğretim kurumlarının kuruluş ve organları ile işleyişleri
ve bunların seçimleri, görev, yetki ve sorumluluklarının kanunla düzenleneceği
hüküm altına alınmıştır. Buna göre, yükseköğretim kurumlarının yönetim
organlarının kimlerden oluşacağını belirleme yetkisi kanun koyucuya aittir.
Ancak, kanun koyucunun bu yetkisini anayasal sınırlar içinde özellikle
üniversitelerin bilimsel özerkliğini göz önünde tutarak kullanması
gerekmektedir.
Yüce Mahkeme’niz yerleşik olarak bilimsel
özerkliği, bilimsel çalışmaların üniversite ortamında yürütülebilmesinin
olmazsa olmaz koşulu olup üniversite mensuplarının, ekonomik ve siyasi yönden
nüfuz sahibi bulunan kişi ve kurumların baskısı, yönlendirmesi olmadan ve
toplumda hâkim olan düşünce ve kabuller doğrultusunda sonuçlara varmak gibi bir
zorunluluk hissetmeden sadece bilimsel ölçütler ve etik kurallar çerçevesinde
eğitim, öğretim, araştırma ve yayın yapabilme olanaklarına sahip bulunma olarak
tanımlamaktadır. Ayrıca üniversitelerin bilimsel özerkliğinin, üniversitelerde
yürütülen eğitim, araştırma, yayın ve benzeri etkinliklerin planlanması,
düzenlenmesi ve icra edilmesi aşamalarında, yönetim yetkisinin serbestçe
kullanılabilmesini, belirtilen faaliyetlerle ilgili üniversite kaynaklarının
kullanımına yönelik kararların üniversite yönetim organlarınca serbestçe
alınabilmesini gerektirdiğini de vurgulanmaktadır. Anayasa’nın 130. maddesinin
birinci fıkrasında, üniversitelerin bilimsel özerkliğe sahip kamu tüzelkişileri
olarak tanımlanması ve bunların ancak Devlet tarafından kanunla
kurulabileceklerinin hükme bağlanması ile güdülen amacın, siyasal çevrelerin,
özellikle iktidarların ve değişik baskı gruplarının, üniversite çalışmaları ile
eğitim ve öğretimi etki altında tutabilme yolunu kapatmak ve bu çalışmaların
bilimsel gerekler ve gereksinmelerden başka, herhangi bir dış etkiden uzak
kalacak bir ortamda sürdürülmesini sağlamak olduğunda kuşku bulunmamaktadır
(Anayasa Mahkemesi Kararı 2.11.2016 tarih, 2015/61E., 2016/172K., paragraf
43-44).
Bilimsel özerklik, idari ve mali
özerklikle birlikte üniversitelerin özerkliği için olmazsa olmaz nitelikte bir
bütünün parçalarını oluşturmaktadır. Bu unsurlardan herhangi birine yapılacak
müdahale diğer unsurların da olumsuz şekilde etkilenmesine sebebiyet
verecektir. Bu bağlamda, üniversite yönetim organlarının, merkezi idarenin
müdahalesine olanak verecek şekilde yapılandırılması, diğer bir ifadeyle
üniversitelerin, merkezi idare tarafından doğrudan atanan kişiler tarafından
yönetilmesi, bu kurumların bilimsel özerkliğini de doğrudan etkileyecektir.
Zira, üniversite mensuplarının, bilimsel ölçütler ve etik kurallar çerçevesinde
eğitim, öğretim, araştırma ve yayın yapabilmesi için, herhangi bir dış etkiden
uzak kalacak bir ortamın bulunması zorunludur.
İşbu iptal başvurusuna konu olan
değişikliğin dayanak olarak gösterildiği 02.11.2016 tarihli 2015/61E.,
2016/172K. sayılı kararda; 2809 sayılı Kanun’un ek 158. maddesinin ikinci
fıkrasının dava konusu ikinci cümlesinde ise Sağlık Bilimleri Üniversitesinin
yönetim organlarından biri olarak öngörülen Mütevelli Heyetinin; Sağlık
Bakanlığı Müsteşarı, Rektör, Sağlık Bakanının seçeceği iki üye ile YÖK
tarafından seçilen profesör unvanına sahip bir üye olmak üzere, toplam beş üyeden
oluşması öngörülmüştür. Mütevelli Heyetinin, görev ve yetki alanına giren
konularda salt çoğunlukla karar alabileceği göz önünde bulundurulduğunda,
merkezi idareyi temsil eden Sağlık Bakanlığının Müsteşarı ile Sağlık Bakanının
doğrudan seçeceği üyeler, karar alma sürecinde belirleyici olacaktır. Mütevelli
Heyetinin üniversite yönetimine ilişkin mevcut yetkileri ve Mütevelli Heyetinin
en az dört üye ile toplanıp salt çoğunlukla karar alabileceği göz önünde
bulundurulduğunda, heyet üyelerinin çoğunluğunun Sağlık Bakanlığı Müsteşarı ile
Sağlık Bakanının seçeceği iki üyeden oluşmasının, merkezi idareye, Mütevelli
Heyeti kanalıyla üniversite yönetimine ilişkin karar alma sürecinde belirleyici
olacak şekilde söz hakkı tanıyacağı açıktır. Merkezi idareye, üniversite
üzerinde denetim ve gözetim yetkisini aşan nitelikte bir yetki tanınması ise
Anayasa’nın 130. maddesiyle güvence altına alınan bilimsel özerklik ilkesiyle
bağdaşmamaktadır.
2547 sayılı Kanun’da Devlet üniversiteleri
için yönetim organları Rektör, Yönetim Kurulu ve Senato olarak belirlenmiştir.
Anayasamız ve 2547 sayılı Kanun’un 02.07.2018 gün ve 703 sayılı KHK’nin 135.
maddesi ile değişik 13. maddesi uyarınca Rektör, Cumhurbaşkanı tarafından
atanmaktadır. Biri Bakan Yardımcısı diğeri ise Bakanın seçeceği bir üye olmak
üzere beş kişilik kurulun üçü yani çoğunluğu yine merkezi idare tarafından
belirlenmektedir. Bu durumda Anayasa Mahkemesi’nin saptadığı Anayasa’ya
aykırılık yeniden Kanun haline getirilmiştir. Anayasa’nın 153. maddesinde
belirtilen bağlayıcılık ilkesine aykırılıktan söz edilebilmesi için, iptal
edilen kuralla dava konusu yeni düzenlemenin içerik ve kapsam bakımından aynı
ya da benzer olması gerekir (Anayasa Mahkemesi’nin 12.11.1991 tarihli ve 1991/7
E.: 1991/43 K. sayılı Kararı). İhtilaflı kural, bu çerçevede, Anayasa m.153/7’de
öngörülen Anayasa Mahkemesi kararlarının yasama organını bağlaması kuralına
aykırıdır.
Açıklanan nedenlerle 2809 sayılı Kanun’un
ek 158. maddesinin ikinci fıkrasının dördüncü cümlesinde yer alan ‘‘iki üye’’
ibaresi, Anayasa’nın 130. ve 153. maddelerine aykırıdır, iptali gerekir.
b) 11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 22. maddesiyle değiştirilen 28.03.1983 tarihli ve 2809 sayılı
Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanunu’nun ek 158. maddesinin beşinci
fıkrasına eklenen ikinci ve üçüncü cümlelerin Anayasa’ya aykırılığı
11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 22. maddesiyle değiştirilen 2809 sayılı Yükseköğretim
Kurumları Teşkilatı Kanunu’nun ek 158. maddesinin beşinci fıkrasına ikinci
cümle olarak “Üniversiteye tahsis edilen öğretim elemanı kadrolarının
nitelikleri ve dağılımı, birlikte kullanılan eğitim ve araştırma hastanelerinin
eğitim birimleri, ihtiyacı ve nitelikleri dikkate alınarak, Üniversite ve
Sağlık Bakanlığınca müştereken belirlenir.” eklenmiştir. Devamında üçüncü cümle
olarak da “Öğretim elemanı ile 3359 sayılı Kanunun ek 9 uncu maddesine göre
sözleşme imzalanır. Sözleşmenin feshi veya süresinin sona ermesi hâlinde
öğretim elemanı, Üniversitenin Bakanlıkla birlikte kullanım protokolü
imzaladığı diğer hastanelerle de yeniden sözleşme yapabilir veya Üniversitenin
görevlendireceği birimlerde ve hizmetlerde çalıştırılır.” eki yapılmıştır.
Anılan ikinci ve üçüncü cümle, Anayasa’ya aykırıdır.
Yapılan değişiklik ile beşinci fıkranın
son hali şu şekildedir;
Üniversite, Sağlık Bakanlığına bağlı
eğitim ve araştırma hastaneleriyle 7/5/1987 tarihli ve 3359 sayılı Sağlık
Hizmetleri Temel Kanununun ek 9 uncu maddesi çerçevesinde birlikte kullanım
protokolleri yaparak sağlık uygulama ve araştırma faaliyetlerini yürütür.
Üniversitenin birlikte kullanım protokolü imzaladığı eğitim ve araştırma
hastaneleri, aynı zamanda Üniversitenin uygulama ve araştırma merkezi statüsü
kazanır. (Değişik cümle:11/11/2020-7256/22 md.) Üniversiteye tahsis edilen
öğretim elemanı kadrolarının nitelikleri ve dağılımı, birlikte kullanılan
eğitim ve araştırma hastanelerinin eğitim birimleri, ihtiyacı ve nitelikleri
dikkate alınarak, Üniversite ve Sağlık Bakanlığınca müştereken belirlenir. (Ek
cümleler:11/11/2020-7256/22 md.) Öğretim elemanı ile 3359 sayılı Kanunun ek 9
uncu maddesine göre sözleşme imzalanır. Sözleşmenin feshi veya süresinin sona
ermesi hâlinde öğretim elemanı, Üniversitenin Bakanlıkla birlikte kullanım
protokolü imzaladığı diğer hastanelerle de yeniden sözleşme yapabilir veya
Üniversitenin görevlendireceği birimlerde ve hizmetlerde çalıştırılır. Üniversitenin
birimlerine tahsis edilecek öğretim üyesi norm kadro sayısı, Rektörün önerisi
ile Yükseköğretim Kurulu tarafından tespit edilir.
Sağlık Bilimleri Üniversitesi de adı
üzerinde bir Devlet üniversitesidir. İçinde başta tıp fakültesi olmak üzere
sağlık meslek mensubu yetiştirecek fakülteler ve yüksek okullar oluşturulmuş ve
oluşturulmaktadır. Tıp ve tıpta uzmanlık eğitiminde görev alacak öğretim
üyelerinin, elemanlarının kadrolarının belirlenmesi yöntemi, istihdam
yöntemleri, bilimsel ve akademik haklarının Anayasa’nın 130. maddesinde
belirtilen çerçevede bir kanun ile düzenlenmesi öngörülmüştür. Bu Kanun da
bilindiği üzere 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’dur. Bu Kanun’da düzenlenen
Sağlık Bilimleri Üniversitesi’nin öğretim elemanlarının kadrolarının niteliklerinin
ve dağılımının ya da özlük haklarının diğer üniversitelerdeki öğretim
elemanlarından farkı bulunmamaktadır.
İptali talep edilen, 22. madde ile 2809
sayılı Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanununun ek 158. maddesinin 5.
fıkrasının devamına ikinci cümle olarak eklenen; “Üniversiteye tahsis edilen
öğretim elemanı kadrolarının nitelikleri ve dağılımı, birlikte kullanılan
eğitim ve araştırma hastanelerinin eğitim birimleri, ihtiyacı ve nitelikleri
dikkate alınarak, Üniversite ve Sağlık Bakanlığınca müştereken belirlenir.”
cümlesi kararda belirleyici olanın yürütme olmasına yol açmaktadır. 2547 sayılı
Kanun’da Devlet üniversiteleri için yönetim organları Rektör, Yönetim Kurulu ve
Senato olarak belirlenmiştir. Sağlık Bilimleri Enstitüsü için Mütevelli
Heyetini de dikkate almak mümkündür. Anayasamız ve 2547 sayılı Kanun’un
02.07.2018 gün ve 703 Sayılı KHK’nin 135. maddesi ile değişik 13. maddesi
uyarınca Rektör, Cumhurbaşkanı tarafından atanmaktadır. Beş kişiden oluşan
Mütevelli Heyetinin üç üyesi yine yürütme tarafından belirlenmektedir. Merkezi
idarenin üniversitede etkisi ile iptali talep edilen düzenlemede açıkça
düzenlenen Sağlık Bakanlığı ile ortaklaşa belirlenmesi üniversitenin
özerkliğini zedelemektedir. Yukarıda ayrıntılı olarak değinildiği üzere
bilimsel özerklik mali ve idari özerkliği de içermektedir. Üniversiteye tahsis
edilen öğretim elemanı kadrolarının niteliklerine ve dağılımına merkezi idare
tarafından karar verilmesi Anayasa’nın 130. maddesine aykırılık teşkil eder,
iptali gerekir.
İptali talep edilen, 22. madde ile 2809
sayılı Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanununun ek 158 inci maddesinin 5.
fıkrasının devamına üçüncü cümle olarak eklenen cümle; “Öğretim elemanı ile
3359 sayılı Kanunun ek 9 uncu maddesine göre sözleşme imzalanır. Sözleşmenin
feshi veya süresinin sona ermesi hâlinde öğretim elemanı, Üniversitenin
Bakanlıkla birlikte kullanım protokolü imzaladığı diğer hastanelerle de yeniden
sözleşme yapabilir veya Üniversitenin görevlendireceği birimlerde ve
hizmetlerde çalıştırılır.” şeklindedir. Üniversitede; uzmanlık eğitiminin yanı
sıra temel tıp eğitimi de verilmektedir. Nitekim tıp eğitiminin amacı
insanların sağlığının korunmasını, geliştirilmesini ve bozulduğunda geri
kazanılmasını sağlayacak hekimler yetiştirmektir. Nasıl ki sağlık hizmetleri
sunumunda öncelik, hastalar ve hastaları iyileştirmek değil, sağlığın
geliştirilmesi ve hastalıkların önlenmesi ise tıp eğitiminin yapılandırılması
ve yetiştirilecek hekimlerin de bu amaca uygun olarak eğitimlerinin sağlanması
gerekir (Nusret H. Fişek, Halk Sağlığı’na Giriş, Hacettepe Üniversitesi-Dünya
Sağlık Örgütü Hizmet Araştırma ve Araştırıcı Yetiştirme Merkezi Yayını, No:2,
Ankara, 1983).
Tıp eğitiminin içeriği, genel olarak temel
tıp bilimleri, klinik tıp bilimleri ve toplum tıp bilimleri olmak üzere üç
gruba ayrılabilen bilim dallarının ortaklaşa yürüttüğü kolektif bir süreçtir.
Bu süreç öğretim elemanları tarafından yürütülmektedir. Toplum tıp bilimlerinde
öğrencilere, insan sağlığının geliştirilmesi, hastalıkların önlenmesi ile
ilgili bilgi ve beceriler kazandırılırken sağlık hizmetlerinin yönetimi, tarihi
ile sağlık ekonomisi, sağlık politikaları konuları da öğretilir. Klinik tıp
bilimlerinde, bilinen hastalıkların nasıl oluştuğu, nasıl tanı konulacağı ve
tedavisi öğretilir. Temel tıp bilimleri ise tıp eğitiminin hem alfabesidir hem
de okuma yazmanın öğrenme sürecinin sorumluluğunu üstlenir. İnsanın biyolojik
bir varlık olarak tanınması, organizmanın en küçük yapı taşı olan hücrelerden
başlayarak nasıl çalıştığının öğretilmesi temel tıp bilimlerinin
sorumluluğundadır. İnsan vücudundaki bütün hücre çeşitlerinin, kemiklerin,
organların, bunların bir araya gelmesiyle oluşan sistemlerin yapısı, işleyişi
ile görev ve fonksiyonlarının tanıtılması ve öğretilmesi temel tıp bilimlerinin
görev ve sorumluluğundadır. Sağlık hizmet sunumunun öncelenmesi, doğrudan
sağlık hizmet sunumunda görev almayan temel tıp bilimlerinin, özetle kuramın
geriye çekilmesi, azaltılması ve yerini klinik tıp bilimlerinin alması
öğrenciyi hazır bilgiyle yüklemeyi getirmektedir. Bu da, bilmenin ne olduğu
üzerine düşünemeyen, gerçekliğin karmaşıklığını ve çok boyutluluğunu göremeyen,
yanıldığının farkına varamayan hekim sayısının hızla artması demektir
(Hamzaoğlu, O., Özkan, Ö., “Neoliberal Ekonomik Politikaların Tıp ve Hemşirelik
Eğitimine Etkileri,”,: Neoliberal Dönüşüm Sürecinde Üniversiteler. Ed. Ergüneş
N., Alçın S., 49-74. TAREM, İstanbul, 2010).
Tüm dünyada mezuniyet öncesi tıp eğitimi
mezuniyet sonrası tıp eğitimi ile birlikte, aynı kadrolar tarafından ve aynı
birimlerde yürütülmektedir. Bu yapılar, yine dünyanın hemen her yerinde
eğitimle birlikte hizmet sunumu ve araştırma faaliyetlerini de
gerçekleştirmektedir. Mezuniyet sonrası tıp (uzmanlık) eğitimi için kadrolu
öğretim elemanlarının haftada en az 20 saat zaman ayırmaları gerektiği
hesaplanmıştır (Bowen JL, Leff LE, Smith LG, Wolfsthal SD. (1999) Beyond
themystique of prestige: Measuringthequality of residencyprograms.
AmericanJournal of Medicine, 106(5):493-498., Kahn MJ, Blonde L. (1999)
Assessingthequality of medicalsubspecialtytrainingprograms. AmericanJournal of
Medicine, Jun;106(6):601-604). Bu süreyi temel aldığımızda, tıp
fakültelerindeki öğretim elemanlarının her gün en az 4 saatini mezuniyet
sonrası eğitim için ayırmaları gerekmektedir. Oysa getirilen düzenlemeler
öğretim görevlilerini eğitimin dışında sağlık hizmeti sunmaya
yönlendirmektedir. Tıp fakültelerinde önceliğin hizmet sunumuna kaydırılması
tıp fakültelerindeki/okullarındaki eğiticilerin önceliğini eğitim dışına
yöneltmelerine neden olmaktadır. Böylece bilen, düşünen ve eyleyen hekim
yerine, yalnızca bilen ve eyleyen hekim yetiştirilmesi söz konusu olacaktır.
Oysa insan, toplumsal, biyolojik, fiziksel, zihinsel, kültürel ve tarihsel bir
varlıktır. Bu durum bir tıp ve bilim tarihi uzmanı tarafından “Tıp yalnızca bir
fen bilimi değil, aksine insanı bedensel-ruhsal bir birim olarak ele aldığı
için, daima manevi bir bilimdir” cümlesiyle dile getirilmiştir (Engelhardt D.
Tıbbın Gündelik Yaşamında Etik Türkçe çeviri için önsöz-2000 Nobel Tıp Kitabevleri).
Anayasa Mahkemesi kararlarında da 130.
maddenin 1.fıkrasında amacı ve işlevi belirtilen üniversitelerin taşıması
gereken zorunlu unsurlar, değişik birimlerden oluşmak, kamu tüzelkişiliğine ve
bilimsel özerkliğe sahip olmak, devlet tarafından Yasa ile kurulmak olarak
sayılmıştır (Anayasa Mahkemesi’nin E. 1991/21, K. 1992/42 sayılı ve 29.06.1992
tarihli kararı). Yine aynı kararda Anayasa Mahkemesi; “Üniversiteler, en üst
düzeydeki bilim kuruluşlarıdır. Özgür toplumun bilim alanındaki simgeleridir. Yönetim
yapısı ve biçimi, üniversitenin niteliğini açıklar. Bilgi edinme, bilgi üretme
ve insan yetiştirme amacının ortaya çıkardığı yapının, araştırma, deneyim ve
tüm çabalarla gerçeği bulma ereğine özgün bir kurum olduğu gözardı edilemez.
Özetlenen bu özellikleriyle üniversite, bilimi yaşama katan, usun öncülüğünü,
düşüncenin aydınlığını somutlaştıran kurumlardır. … Anayasa gerekleriyle
uyumsuz bir üniversite yapısına geçerlik tanınamaz. Üniversitede devlet
yönetimindeki sıralama türünde bir yönetim biçimi, düşünce üretimine, özgür
düşünce ve özgür çalışmaya elverişli bir ortama engeldir. Bilimsel
çalışmalarının, bilimsel yönetim ve bu özelliğe uyumlu olmak gerekir.”
demektedir. Anayasamızda da açıkça yer aldığı üzere, üniversite yönetim ve
denetim organları ile öğretim elemanları; Yükseköğretim Kurulunun veya
üniversitelerin yetkili organlarının dışında kalan makamlarca her ne suretle
olursa olsun görevlerinden uzaklaştırılamazlar.
Bu bağlamda; üniversitelerin kamu tüzel
kişiliğine sahip olduğu, yasalarla tanımlanan kendisine ait bir yapısı ve
işleyişi bulunduğu dikkate alınmalı, üniversitelerin Anayasal güvenceleri yok
sayılmamalıdır.
22. madde ile 2809 sayılı Yükseköğretim
Kurumları Teşkilatı Kanununun ek 158. maddesinin 5. fıkrasının devamına üçüncü
cümle olarak eklenen; “Öğretim elemanı ile 3359 sayılı Kanunun ek 9 uncu
maddesine göre sözleşme imzalanır. Sözleşmenin feshi veya süresinin sona ermesi
hâlinde öğretim elemanı, Üniversitenin Bakanlıkla birlikte kullanım protokolü
imzaladığı diğer hastanelerle de yeniden sözleşme yapabilir veya Üniversitenin
görevlendireceği birimlerde ve hizmetlerde çalıştırılır.” düzenlemesi tıp
fakültelerinde yürütülen eğitim-öğretim faaliyeti ile bu faaliyetlerin sonucu
olarak ortaya çıkan öğretim elemanlarına ilişkin kuralların üniversitelerin
Anayasa’nın 130. maddesi ve 2547 sayılı Kanun ile düzenlenen işlevleri ile
uyumlu olması gerekliliği ile örtüşmemektedir.
Üniversitelerde öğretim ve eğitimin
özgürlük ve güvenlik içinde yürütülmesi, yurt düzeyinde yaygınlaşan üniversitelerin
öğretim üye ihtiyaçlarının dengeli biçimde, ülke ihtiyaçları ve kalkınma planı
gerekleri dikkate alınarak karşılanması konularının ve genel olarak Devletin
üniversiteler üzerindeki gözetim ve denetim yetkilerinin düzenlenmesi konuları,
bilimsel özerklik dikkate alınmak suretiyle kanun koyucuya bırakılmıştır.
(07.11.1982 tarihli ve 2709 sayılı Kanun’un gerekçesi)
Yüce Mahkeme’nin çeşitli kararlarında
defaatle vurguladığı üzere; Anayasa’nın 130. Maddesi; üniversite çalışmalarını,
eğitim ve öğretimin her türlü dış etkiden uzak, bilimin gerektirdiği yansız ve
baskısız bir ortam içinde yapılmasını sağlayacak biçimde düzenlenmiştir.
Anayasa’da, üniversiteler konusunda yasama organını bağlayan ilkeler ve
hükümler 130. maddede özel olarak belirtilmiştir. Bu ilkelere dayanarak kurulan
ve Devlet yapısıyla bilim kuruluşları içinde yer alan üniversiteye, Devletin
herhangi bir yönetim kademesinin, bu kurallarla bağdaşmayacak müdahaleler
yapmasına ve böyle bir karışmaya olanak verecek yasal düzenlemelerde bulunulmasına
yer yoktur (Anayasa Mahkemesi’nin 30.05.1990 tarihli ve 1990/2 E.; 1990/10 K.
sayılı Kararı).
Anılan kararda özerklik; belli sınırlar
içerisinde serbestçe davranabilmeyi anlatır vurgusu yapılmıştır. Özerk olan bir
kuruluşun, yasayla çizilen sınırlar içerisinde kalmak koşuluyla kendi
davranışlarına egemen olacak kuralları da yine kendisini düzenlemesi gerekir.
“Anayasa’nın 130. maddesi,
üniversitelerin yine bir hukuk devletinin üniversitesine yaraşır biçimde, uygar
ve evrensel karakterde öğretim-eğitim, araştırma ve yayın konularında bilimsel
özerkliğe sahip bir kamu tüzelkişisi biçiminde kurulmasını ve Cumhuriyetin
temel organları içinde bu niteliğiyle yer almasını istemiş, üniversitelerin
öğretim üyeleri ve yardımcılarını kapsayan kendine özgü önem ve değerde bir
meslek sınıfı düşünmüş ve buna göre düzenlemeler yapmıştır.
Anayasa’nın 130. maddesinde,
üniversitelerin, bilimsel özerkliğe sahip kamu tüzelkişileri olarak
tanımlanması ve bunların ancak Devlet tarafından yasayla kurulabileceklerinin
saptanması ile güdülen ereğin, siyasal çevrelerin, özellikle iktidarların ve
ayrıca çeşitli baskı gruplarının, üniversite çalışmalarıyla öğretim ve
eğitimini etki altında tutabilmeleri yolunu kapatmak ve bu faaliyetlerin
bilimsel gerekler ve gereksinmelerden başka, herhangi bir dış etkiden uzak
kalacak bir ortamda sürdürülmesini sağlamak olduğunda kuşku yoktur.
…
Her siyasal kuruluş, kendine özgü
görüşleri ve anlayışları doğrultusunda eğitim ve öğretimi etkileme eğilimi
gösterebilir. Oysa, toplumsal açıdan çok önemli bulunan alanlarda görev alacak
yetenekli kimselerin yetiştirilmesi, bunların yalnızca nesnel ve bilimsel
düşüncelere dayanan bir eğitim ve öğretimden geçmiş bulunmalarına bağlıdır.
Anayasa’nın 130. maddesinde, üniversite
kuracak olan Devlet için, yerine getirilmesi zorunlu bir takım buyruklar ve
yasaklar yer almıştır. Bunlar, üniversitenin Devlet eliyle ve yasayla kurulması
zorunluluğu özel kişilere üniversite açtırma yasağı, üniversitenin organları
ile öğretim üye ve yardımcılarının üniversiteler dışında kalan bir makam ya da
kişi tarafından görevlerinden uzaklaştırılmaması gereğidir. Bu yasaklar ve
buyruklar Yasakoyucuyu da, Devletin öbür organlarım da Anayasa’nın 11. maddesi
uyarınca bağlamaktadır.
…Üniversitelerin bilimsel özerkliği
benimsenirken güdülen erek, üniversite öğretimi niteliğindeki yükseköğretimi
siyasal çevrelerin ya da çeşitli çıkar veya düşünce kümelerinin dışında
tutmaktır. Her türlü bilimsel görüş ve düşüncelerin öğrenilmesi ve öğretilmesi,
bunun yayılması ve özgürlük olarak demokratik düzende yerini bulmuş ve
"düşünce özgürlüğü"nün varlığım ortaya koymuştur. Eğitim ve öğretim
özgürlüğü düşünce özgürlüğünün bir bölümünü oluşturmaktadır. Anlaşılmaktadır
ki, Devletin sadece eğitim ve öğretim özgürlüğünü kabul etmesi yeterli bulunmayıp,
bu özgürlükten bütün kişilerin yararlanabileceği bir düzen kurmakla yükümlü
kılınması öngörülmüştür.” (Anayasa Mahkemesi’nin 30.05.1990 tarihli ve 1990/2
E.; 1990/10 K. sayılı Kararı). “Üniversiteye tahsis edilen öğretim elemanı
kadrolarının nitelikleri ve dağılımı, birlikte kullanılan eğitim ve araştırma
hastanelerinin eğitim birimleri, ihtiyacı ve nitelikleri dikkate alınarak,
Üniversite ve Sağlık Bakanlığınca müştereken belirlenmesi” ile “Öğretim elemanı
ile 3359 sayılı Kanunun ek 9 uncu maddesine göre sözleşme imzalanır.
Sözleşmenin feshi veya süresinin sona ermesi hâlinde öğretim elemanı,
Üniversitenin Bakanlıkla birlikte kullanım protokolü imzaladığı diğer
hastanelerle de yeniden sözleşme yapabilir veya Üniversitenin görevlendireceği
birimlerde ve hizmetlerde çalıştırılır.” düzenlemeleri bilimsel özerklik
ilkesini yok eden, siyasal çevrelerin ve çıkar gruplarının yükseköğrenime
müdahalesi anlamına gelmektedir. Öğretim görevlilerine yapılan bu müdahale,
bilimsel gelişmeyi, özgür düşünceyi, eğitimi de yok edecek niteliktedir.
Öğretim görevlilerine ilişkin bu
düzenlemeler, 130. maddesinde güvence altına alınan akademik özerklikle, Sağlık
Bakanlığı ile imzalanacak protokolle idarenin keyfi uygulamalarına yol
açabilecek nitelikte belirsizlik yarattığı için Anayasa’nın 2. maddesindeki
hukuki belirlilik bağlamında hukuk devleti ilkesine; öğretim üyesini Sağlık
Bakanlığı’nın keyfi uygulamalarına sınır belirlemeden bıraktığı için aykırılık
teşkil etmektedir. Nitekim yapılan değişiklikler ile üniversitelerin kamu tüzelkişiliğine
ve bilimsel özerkliğe sahip olmaları gerekliliği, üniversitelerin tıp
fakültelerine ait hastanelerin de bir uygulama ve araştırma merkezi olarak
mesleki hizmet üretme ve eğitim ve araştırma gibi iki temel akademik işlevinin
olduğu ve öğretim görevlilerinin ayrılmaz bir önemde olduğu, öğretim
görevlilerinin araştırma ve uzmanlık öğrencileri için eğitim faaliyeti ile
sunulan sağlık hizmetinin bütünleştiği ve iç içe geçtiği bir alanın ortaya
çıktığı, bu durumun ise üniversitelerin bilimsel özerkliği ve dolayısıyla hukuk
devleti ilkesiyle bağdaşmadığı, Sağlık Bakanlığı ile üniversitenin kullanım
koşullarını ortak belirleyeceğinin söylenmesine rağmen yönteme ilişkin
çerçevenin çizilmemiş olması, Üniversitenin Bakanlıkla birlikte kullanım
protokolü imzaladığı diğer hastanelerle yeniden sözleşme olanağı tanısa da
öğretim görevlileri bakımından işlevsel bir çözüm olmadığı açıktır.
Bilime dayalı olması gereken tanı ve
tedavi metotlarının insan yararına sürekli yenilik ve gelişme göstermesi,
hizmet kalite ve beklentilerini çağın koşullarına yaklaştırmayı
gerektirmektedir. Bu çerçevede artan sağlık hizmeti talebini en doğru şekilde
karşılamak, sürekli yenilenen teknolojileri kullanmak, sağlık hizmetlerini yurt
sathında eşit ve kaliteli olarak sunmak, maliyetleri asgari düzeye getirmek,
mesleki olarak yeterli, sayıca kısıtlı yetişmiş insan gücünü dengeli bir
şekilde dağıtmak, değişen şartlara göre planlama yapmak, hizmet kalitesini
yükseltirken maliyeti düşürmek ve buna rağmen etkin, verimli, süratli, kesintisiz
bir sağlık hizmeti sunmak, gereksiz bina ve cihaz alımı yapmamak, kurumlar
arası işbirliği ve halkın sosyal memnuniyetini arttırmak sağlık hizmetleri
yönünden Devlet için bir kamusal zorunluluk ve sosyal devlet olmanın gereğidir
(Anayasa Mahkemesi’nin 03.10.2013 tarihli ve 2012/103 E.; 2013/105K. sayılı
Kararı).
Anayasa Mahkemesi’nin sıkça vurguladığı
gibi kanunilik ölçütünün sağlandığından söz edilebilmesi için kanunun şeklen
var olması yeterli olmayıp yasal kurallar keyfiliğe izin vermeyecek şekilde
belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir nitelikte olmalıdır. Esasen kanunun bu
niteliklere sahip olması Anayasa’nın 2. maddesinde güvenceye bağlanan hukuk
devleti ilkesinin de bir gereğidir. Dolayısıyla Anayasa’nın 128. maddesinde yer
verilen kanunilik ölçütü, Anayasa’nın 2. maddesinde güvence altına alınan hukuk
devleti ilkesi ışığında yorumlanmalıdır (aynı yöndeki değerlendirme için bkz.
AYM, E.2018/88, K.2020/24, 11/6/2020 §§ 13, 14) (Anayasa Mahkemesi’nin,
22.10.2020 tarihli ve 2020/1 E.; 2020/563 K. sayılı Kararı, § 41). Öğretim
görevlilerine ilişkin hak ve güvenceler, Anayasa’nın 130. maddesi uyarınca
düzenlenen, 2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanunu’nda sayılmaktadır. İşbu
iptali talep edilen değişiklikler 2914 sayılı Kanun’daki düzenlemeler ile de
uyumlu değildir; hukuki belirlilikten ve öngörülebilirlikten yoksundur. Sağlık
Bilimleri Üniversitesi’ndeki öğretim görevlileri bir bakıma 2914 sayılı Kanun
kapsamından çıkarılmakta ve özgü bir sözleşmeli statü yaratılmaktadır.
Yürütmenin keyfi uygulamalarına neden olabilecek, sınırları belirsiz
düzenlemeler Anayasa’nın 2. maddesi ile çelişmektedir.
Tüm bu açıklanan nedenlerle iptali talep
edilen cümleler, Anayasa’nın 2. ve 130. maddelerine aykırılık teşkil
etmektedir, iptali gerekir.
7) 11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 26. maddesiyle 03.05.1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu’na
eklenen Ek madde 9’un üçüncü ve dördüncü fıkralarının Anayasa’ya aykırılığı
7256 sayılı Kanun’un 26. maddesiyle 3194
sayılı Kanun’a ‘‘Elektronik haberleşme altyapılarında yapı ruhsatı alınması’’
başlıklı ek 9. madde eklenmiştir. Anılan ek 9. maddenin baz istasyonlarının
kurulumunu kolaylaştıran üçüncü ve dördüncü fıkraları Anayasa’ya aykırıdır.
Söz konusu ek 9. maddede; 5809 sayılı
Elektronik Haberleşme Kanunu kapsamındaki elektronik haberleşme istasyonlarının
kurulmasına mahsus kule ve direkler ile bunlara ait zorunlu altyapı
unsurlarının inşası yönünden iki temel esas kabul edilmiştir. Buna göre;
-1. ve 2. fıkralar gereğince; devletin
hüküm ve tasarrufu altındaki yerler ile umumi hizmet alanları gibi kamu
hizmetine tahsis edilmiş tüm alanlar ile kamu veya özel mülkiyete tabi arsa ve
arazilerde; 1/1000 ölçekli uygulama imar planlarında gösterilen ve on beş
metreden yüksek kule ve direkler ile bunlara ait zorunlu altyapı unsurlarının
inşası için ruhsat alınacaktır.
-3. ve 4. fıkralar gereğince; 1/1000
ölçekli uygulama imar planlarında gösterilmeyen ve yüksekliği on beş metreden fazla
olmayan elektronik haberleşme istasyonlarının Devletin hüküm ve tasarrufu
altındaki yerler ile umumi hizmet alanları gibi kamu hizmetine tahsis edilmiş
tüm alanlar ile kamu veya özel mülkiyete tabi arsa ve arazilerde kurulumuna
mahsus kule ve direkler ile bunlara ait zorunlu altyapı unsurları ile yapı ve
binalarda yüksekliği on metreden az olan kule ve direkler ile bunlara ait
zorunlu altyapı unsurlarının inşasına idarece izin verilecektir.
Öncelikle Anayasa Mahkemesi’nin iptali
talep edilen fıkralarla benzer bir hüküm ihtiva eden 5189 sayılı Kanun’un 5.
maddesiyle 406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanunu’na eklenen ek. 35. maddenin
ilgili kısmı hakkında verdiği 01.10.2009 tarihli ve 2006/129 E.; 2009/121 K.
sayılı iptal kararının gerekçesinin müteallik bölümüne değinmekte fayda vardır.
Anayasa Mahkemesi, 2009 yılında verdiği kararında; elektronik haberleşmeyle
ilgili alt yapı oluşumunda kullanılan direk, kule, kulübe, konteynır, anten,
dalga kılavuzu, enerji nakil hattı, alt yapı niteliğindeki tesisler gibi her
türlü taşınır, taşınmaz mal ve teçhizatın, kanun hükümlerine ve Bilgi
Teknolojileri ve İletişim Kurumu tarafından çıkarılan yönetmeliklere uygun
olarak kurulması ve Kurum’dan gerekli izin, ruhsat veya sertifikaların alınması
şartıyla, 3194 sayılı İmar Kanunu ve İmar Kanunu’na dayanılarak çıkarılan
yönetmeliklerde belirtilen yapı ruhsatiyesine ve yapı kullanma iznine tâbi
olmadığını belirten 4.2.1924 tarihli ve 406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanunu’nun,
16.6.2004 tarihli ve 5189 sayılı Kanun’un 5. maddesiyle eklenen ve iptali
istenilen ek 35. maddesine ilişkin olarak iptal kararı verirken, şu tespitleri
yapmıştır :
‘‘Anayasa’nın 5. maddesiyle kişilerin ve
toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlama ve insanın maddi ve manevi
varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlama ödevi Devlete verilirken,
56. maddesiyle de herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip
olduğu belirtilerek, bu hakkı korumanın yine devletin ve vatandaşların ödevi
olduğu vurgulanmaktadır.
İmar mevzuatıyla getirilen düzenlemeler,
Devlete verilen bu görevlerin yaşama geçirilmesi bakımından büyük önem
taşımaktadır. Anayasa’nın 5. ve 56. maddeleri ile Devlete verilen görevlerin
yerine getirilmesi, belli bir plan ve program çerçevesinde gözetim ve denetim
ile gerçekleşebilir. Anayasa’da yer alan ‘‘sağlıklı ve dengeli çevre’’
kavramına, doğal güzelliklerin korunduğu, kentleşme ve sanayileşmenin getirdiği
hava ve su kirlenmesinin önlendiği bir çevre kadar, belli bir plan ve programa
göre düzenlenmiş çevrenin de gireceği kuşkusuzdur.
İmar planları, planlanan yörenin bugünkü
durumunun, olanaklarının ve ilerideki gelişmesinin gerçeğe en yakın şekilde
saptanabilmesi için coğrafî veriler, beldenin donatımı ve malî, sosyal kültürel
ve ticarî yönden kullanılışı gibi konularda yapılacak araştırma ve incelemeler
sonucu elde edilecek bilgilere göre, çeşitli kentsel işlevler arasında var olan
veya edinilecek olanaklar ölçüsünde, en iyi çözüm yollarına ulaşmak, belde
halkına iyi ve uygar bir yaşama düzeni ve koşulları sağlamak amacıyla, kentin
kendine özgü yaşayış biçimi ve karakteri, nüfus, alan ve yapı ilişkileri,
yörenin gerek çevresiyle ve gerekse çeşitli alanlar arasındaki bağlantıları,
halkın sosyal ve kültürel gereksinimleri, güvenlik ve sağlığı ile ilgili
konular göz önüne alınarak hazırlanır.
İmar hukukuna ilişkin kurallar temel
olarak 3194 sayılı İmar Kanunu’nda yer almaktadır. İmar Kanunu’nun 5.
maddesinde karada ve suda, daimi veya muvakkat, resmi ve hususi yeraltı ve
yerüstü inşaatı ile bunların ilave, değişiklik ve tamirlerini içine alan sabit
ve müteharrik tesisler ‘‘yapı’’ olarak tanımlanmış, 20. maddesinde yapıların
imar planı, yönetmelik, ruhsat ve eklerine uygun olarak yapılabileceği, 21.
maddesinde bu Kanun kapsamına giren yapılar için yapı ruhsatiyesi alınmasının
zorunlu olduğu, 30. maddesinde tamamen ya da kısmen biten bir yapının
kullanılabilmesi için yapı kullanma izni alınması gerektiği, 32. maddesinde de
ruhsatsız veya ruhsat ve eklerine aykırı olarak başlanan yapıların mühürlenerek
inşaatın derhal durdurulacağı ve inşaatın devamına ancak ruhsata aykırılığın
giderilmesi veya ruhsat alınması halinde izin verileceği belirtilmiştir.
Yapıların imar planına ve imar mevzuatına
uygunluğu, yapı ruhsatiyesi ile yapı ruhsatı alınarak tamamlanan bir yapının
ruhsat ve eklerine aykırı olup olmadığı ise söz konusu yapının kullanılabilmesi
için gerekli olan yapı kullanma izni ile denetlenmektedir. Ruhsatla sağlanmak
istenen nihai amacın kamu yararı olduğu kuşkusuzdur. Bu nedenle yapı ruhsatı
alınması konusunda getirilecek bir istisna kuralın kamu düzeni, güvenliği ve
esenliğini zedelememesi ve kamu yararının gerçekleşmesini engellememesi gerekir.
İtiraz konusu kuralla, imar mevzuatında
öngörülen yapı ruhsatiyesi ve yapı kullanma izninden istisna tutulan elektronik
haberleşmeyle ilgili alt yapı oluşumunda kullanılan taşınır, taşınmaz mal ve
teçhizatlar arasında İmar Kanunu uyarınca yapı olarak kabul edilen inşaat ve
tesisler de yer almaktadır. Bir başka deyişle, İmar Kanunu ve ilgili
yönetmeliklerce yapı olarak kabul edilen ve yapılabilmeleri için yapı ruhsatı,
kullanılabilmeleri için ise yapı kullanma izni alınması gereken elektronik haberleşmeyle
ilgili alt yapı oluşumunda kullanılan yapılar, ‘‘yapı ruhsatiyesi’’ ve ‘‘yapı
kullanma izni’’nden istisna tutulmuşlardır. Elektronik haberleşmeyle ilgili alt
yapı oluşumunda kullanılan her türlü taşınır, taşınmaz mal ve teçhizatın, yapı
ruhsatiyesi ve yapı kullanma izninden istisna tutulması, belirli koşulların
varlığına bağlı kılınmıştır. Buna göre, söz konusu taşınır, taşınmaz mal ve
teçhizat, kanun hükümlerine ve Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu
tarafından çıkarılan yönetmeliklere uygun olarak kurulmak ve Kurumdan gerekli
izin, ruhsat veya sertifikaları almak şartıyla yapı ruhsatiyesi ve yapı
kullanma iznine tabi değildir.
…
İtiraz konusu kural ile getirilen
düzenleme, elektronik haberleşmeyle ilgili alt yapı oluşumunda kullanılan
müstakil yapıların imar planına uygunluğunun denetlenmesini olanaksız kılmakta,
elektronik haberleşme cihazlarının mevcut yapılar üzerinde kurulması halinde
ise bu yapıların ruhsata uygunluk denetiminin yapılmasına engel
oluşturmaktadır.
Oysa yapı ruhsatiyesi ve yapı kullanma
izni, imar hukuku yönünden planlamanın ve bu planlara uygunluk denetiminin
yapılmasının ve bu suretle kamu yararının sağlanmasının başlıca araçlarından
olup, elektronik haberleşmeyle ilgili alt yapı oluşumunda kullanılan yapılara
ayrıcalık tanınarak bunların yapı ruhsatından ve yapı kullanma izninden istisna
tutulması, bu yapıların imar mevzuatı kapsamı dışında tutulması anlamını
taşımakta, elektronik haberleşmeyle ilgili alt yapı oluşumunda kullanılan
taşınır, taşınmaz mal ve teçhizatlar yönünden imar hukukunda denetimsiz bir
alan oluşturmakta ve Devletin bu konudaki gözetim ve denetim görevini yerine
getirememesine sebep olmaktadır.
Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa’nın 5.
ve 56. maddelerine aykırıdır.’’ şeklindedir.
Danıştay 6. Dairesi ise, Planlı Alanlar
Tip İmar Yönetmeliği’nin elektronik haberleşme istasyonlarının kurulmasını
düzenleyen 9. maddesinin üçüncü fıkrasına ilişkin verdiği 26.09.2016 tarihli ve
2013/6220 E. sayılı kararında; Anayasa Mahkemesi’nin 01.10.2009 tarihli ve
2006/129 E.; 2009/121 K. sayılı kararına atıf yapmıştır. Danıştay 6. Dairesi’nin
anılan kararının gerekçesinin ilgili kısmı ‘‘İmar Planları, yöre halkının
sağlığını korumak, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını, iyi yaşama düzenini ve
çalışma koşulları ile güvenliğini sağlamak amacıyla ülke bölge ve şehir
yerlerine göre oturma, çalışma, dinlenme, ulaşım, haberleşme gibi kentsel
fonksiyonlar arasında mevcut ve sağlanabilecek imkanlar ölçüsünde en iyi çözüm
yollarını bulmak üzere düzenlenen planlardır. Sabit elektronik haberleşme
sistemi (baz istasyonu), teknik altyapı niteliğinde bir tesis olup, planlama
yapılan alanda yer verilen tüm fonksiyonların sistematik birlikteliği
içerisinde nerelerde bulunacağının yukarıda anılan mevzuat çerçevesinde gerekli
inceleme ve araştırmalar yapılarak plan üzerine gösterilmesi gerekmektedir. Bu
bağlamda, baz istasyonlarının kuruluşunun imar planlarının yapımı ile amaçlanan
planlama esasları çerçevesinde gerçekleştirilmesinin, fiziksel çevreyi sağlıklı
bir yapıya kavuşturmak açısından bir gereklilik olduğu, bu nedenle insan
sağlığının ve çevrenin korunması bakımından baz istasyonlarının konu ile ilgili
teknik şartlar da gözetilerek olumsuz etkilerinin en az hissedileceği yerlere
kurulması ve baz istasyonlarının kurulabileceği yerlerin planlanması
aşamasında, ilgili kurum ve kuruluşların görüş ve önerilerinin alınmasının
gereklilik olduğu açıktır…. İmar Kanunu’nun yukarıda yer alan hükümleri ve
Anayasa Mahkemesinin anılan kararının birlikte değerlendirilmesinden, baz
istasyonlarının kural olarak İmar Kanunu’nun 3. maddesindeki yapı tanımı içinde
yer aldığı, yapı mahiyetinde ve teknik altyapı tesisi niteliğinde olan, imar
planlarında kurulabileceği yerlerin gösterilmesi gerektiği açıktır.’’
şeklindedir. Yine Danıştay 6. Dairesi, Planlı Alanlar İmar Yönetmeliği’nin yapı
ruhsatı alınmaksızın ve imar planı kararı aranmaksızın baz istasyonu (sabit
elektronik haberleşme sistemi) kurulumuna cevaz veren 62. maddesinin birinci,
ikinci ve üçüncü fıkralarında yer alan ilgili ibarelerin yürütmesinin durdurulmasına,
benzer gerekçelerle karar vermiştir.
Anayasa Mahkemesi’nin ve Danıştay’ın
anılan kararları dikkate alındığında da görüleceği üzere; iptali talep edilen
fıkralarda yer alan 1/1000 ölçekli uygulama imar planlarında gösterilmeyen ve
yüksekliği on beş metreden fazla olmayan elektronik haberleşme istasyonlarının
kurulumuna mahsus kule ve direkler ile bunlara ait zorunlu alt yapı unsurları
ile yapı ve binalarda yüksekliği on metreden az kule ve direkler ile bunlara
ait zorunlu altyapı unsurları, İmar Kanunu kapsamında yapı olarak
adlandırılmaktadır. Bunların kurulumu ve kullanımı için yapı ruhsatının ve yapı
kullanma izninin alınması, imar planlarında gösterilmesi gerekmektedir.
Her ne kadar 3. fıkrada: ‘‘statik
bakımından sakınca olmadığına dair inşaat mühendislerince hazırlanacak raporun
sunulması, fennî mesuliyetin üstlenilmesi, malik ya da tasarruf sahibi ile
işletmeci arasında yapılan kiralamaya veya kullanıma ilişkin belgenin sunulması
ve Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumunun ilgili mevzuatında belirlenen
gerekli ve yeterli koruma mesafesinin bırakılması ile yer seçim belgesinin
alınmış olması’’ ; 4. fıkrada ise: ‘‘statik ve elektrik bakımından sakınca
olmadığına dair inşaat ve elektrik/elektronik mühendislerince hazırlanacak
rapor ile bu meslek mensuplarınca fennî mesuliyetin üstlenildiğine dair
taahhütname verilmek ve malik ya da tasarruf sahibi ile işletmeci arasında
yapılan kiralamaya veya kullanıma ilişkin belgenin sunulması’’ şeklindeki
koşullara yer verilmiş olsa da bu kayıtlamalar, yapı ruhsatı verilmesi ve imar
planında gösterilmesiyle elde edilecek faydayı sağlamaya yeter, muktedir
değildir. Diğer bir deyişe bunlar için izin verilmesi, imar mevzuatının amacı
(İmar Kanunu’nun 1. maddesi uyarınca yerleşme yerleri ile bu yerlerdeki
yapılaşmaların; plan, fen, sağlık ve çevre şartlarına uygun teşekkülünü
sağlamaya yönelik amaç) ile bağdaşmamaktadır. Söz konusu 3. ve 4. fıkralarda
değinilen belgeler, 3184 sayılı İmar Kanunu’nun dördüncü bölümündeki yapı
ruhsatı kavramının imar hukuku ve Anayasa’nın 5. ve 56. maddeleri bakımından
sağladığı güvenceleri sağlamamaktadır. Örneğin, 3. fıkrada değinilen yer seçim
belgesi, ruhsata ilişkin imar mevzuatı hükümlerine denk bir belge değildir
(bkz. 5393 sayılı Kanun, m.15-1-r).
Üçüncü fıkrada yer alan kule ve direklerin
(ve bunlara ait zorunlu alt yapı unsurlarının) (Devletin hüküm ve tasarrufu
altındaki yerler ile umumi hizmet alanları gibi kamu hizmetine tahsis edilmiş
tüm alanlar ile kamu veya özel mülkiyete tabi arsa ve arazilerde kurulması
itibariyle) imar planına uygunluğunun denetlenmesi olanaksız kılınmakta;
dördüncü fıkrada yer alan kule ve direklerin (ve bunlara ait zorunlu alt yapı
unsurlarının) (mevcut yapı ve binalarda kurulması itibariyle) mevcut ruhsata
uygunluk denetiminin yapılmasına engel olunmaktadır. Kayıtlamaların tamamı,
teknik kurulum bakımından uygunluk ve taraflar arasında yapılacak sözleşme ile
ilgilidir. Söz konusu kayıtlar arasında, söz gelimi bunların sağlık ve çevre
bakımından hiçbir tehlike arz etmediğine dair bir raporun sunulması gibi bir
koşul bulunmamaktadır. O halde iptali talep edilen fıkralarda yer alan ‘‘başkaca
bir şart aranmaksızın’’ ibareleri, devletin denetim ve gözetim yükümlülüğünü
tam anlamıyla yerine getirmeyeceğini kanıtlar niteliktedir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. ve
Anayasa’nın 17. maddelerinde temelini bulan yaşam hakkı ile Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’nin 8. ve Anayasa’nın 56. maddelerinde temelini bulan çevre
hakkı birlikte ele alındığında herkesin sağlıklı, dengeli ve yaşanılabilir,
planlı bir çevrede yaşama hakkı vardır. Anılan maddeler ve Anayasa’nın 5.
maddesi gereğince devlet, sağlıklı, dengeli ve yaşanılabilir, planlı bir
çevrede yaşama hakkının standardının sağlanması için gerekli tedbirleri
almalıdır. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de içtihadlarında devletin,
bireyin sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşamasını sağlamak için önlemleri
almaya dair kesin bir yükümlülüğü olduğunu vurgular. (Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi, 30.11.2004 tarihli ve 48939/99 Başvuru No’lu Öneryıldız/Türkiye kararında
çöplükten yayılan metan gazının patlaması sonrasında birçok insanın yaşamını
yitirmesiyle sonuçlanan olayda; devletin pozitif yükümlülüklerini yerine
getirmediği gerekçesiyle yaşam hakkının ihlaline karar vermiştir.) Devletlerin,
öncelikle, özellikle tehlikeli bir faaliyet söz konusu olduğunda, bu
faaliyetten kaynaklanabilecek risk konusunda, ilgili faaliyetin özelliklerine
uygun bir düzenleme getirmeleri pozitif yükümlülükleri vardır (AİHM, Cordella
ve diğerleri-İtalya kararı, başvuru no: 54414/13, 54264/15, 24/01/2019, p.159).
Yine AİHM’ye göre; “Tabiatla ormanların ve daha genel olarak çevrenin
korunması, savunulması kamuoyunda ve bunun sonucunda da kamu makamlarında
devamlı ve güçlü bir ilgi doğuran bir değer oluşturmaktadır. Ekonomik
gereklilikler ve hatta mülkiyet hakkı gibi bazı temel haklara, özellikle de
devlet bu konuda yasa yaptığında, çevrenin korunmasına ilişkin düşünceler
karşısında, öncelik verilmemelidir” (AİHM, Turgut ve diğerleri/Türkiye, 8
Temmuz 2008, başvuru no: 1411/03, §90). Devletin aldığı, insanların sağlıklı,
dengeli bir çevrede yaşamasını sağlayan, tedbirlerden biri de imar mevzuatıyla
öngörülen imar planları ve yapı ruhsatıdır.
İnsanın beden ve ruh sağlığı ile çevre
bakımından zararları, birçok bilimsel çalışmaya konu olmuş; elektromanyetik
dalga yayan elektronik haberleşme istasyonlarının kurulumuna mahsus kule ve
direkleri (ve bunlara ait zorunlu altyapı unsurlarını), imar planında
göstermekten ve yapı ruhsatı almaktan vareste tutmak; onları devletin denetim
ve gözetim alanından çıkaracaktır. Her ne kadar maddenin gerekçesinde ‘‘Ulusal
Genişbant stratejisi kapsamında belirlenen 2023 yılı hedefleri doğrultusunda
ülke genelinde genişbant internet altyapısının geliştirilmesi’’ amacıyla bu
düzenlemenin getirildiği belirtilse de; bu amacın gerçekleştirmenin tek yolu,
insan sağlığının ve çevrenin korunmasını teminen yapılacak denetim ve gözetimi,
bu yapıları imar planlarında göstermemek ve izin belgesiyle kurdurmak
suretiyle, ortadan kaldırmak değildir. Söz gelimi şehir dışında kurulacak ve
daha yüksek kule ve direklerle de bu amaç, gerçekleştirilebilir. Öte yandan
şehir içindeki baz istasyonları, estetik görünümden uzaktır.
Öte yandan 1/1000 ölçekli uygulama imar
planlarında gösterilmeyen arsa ve arazilerde kurulan yüksekliği on beş
metreden, bina ve yapılarda kurulan yüksekliği on metreden az kule ve direkler
için ruhsat yerine izin belgesi verilmesini öngören düzenlemeler bir kamu
yararını da barındırmamaktadır. Halbuki Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk
devleti ilkesi gereğince, yasama işlemlerinin kişisel yararları değil kamu
yararını gerçekleştirmek amacıyla yapılması zorunludur (Anayasa Mahkemesi’nin
17.06.2015 tarihli ve 2014/179 E.; 2015/54 K. sayılı Kararı). Anayasa’nın 22.
maddesinde temelini bulan haberleşme özgürlüğü ile sağlıklı, dengeli ve
yaşanılabilir, planlı bir çevrede yaşama hakkı arasında bir denge
gözetilmemiştir. Bir başka deyişle, açıklanan amaçla sebep olunan tehlike ve
zarar arasında bir ölçülülük ilişkisi bulunmamaktadır.
Söz konusu düzenlemede haberleşme özgürlüğü
öne çıkarılmakta ise de, “genel sağlık”, haberleşme özgürlüğü için de bir
sınırlama nedeni oluşturduğuna (md.22/2) göre, sağlık hakkı (md.56) ve yaşam
hakkı (md.17) ile çatışma durumunda, haberleşme özgürlüğünün, sağlıklı ve
güvenli bir çevrede yaşama hakkını tehdit etmeyecek bir biçimde düzenlenmesi ve
sınırlanması gerektiği konusunda kuşku bulunmamaktadır.
Anayasa Mahkemesi kararlarında Anayasa’nın
153. maddesinde belirtilen bağlayıcılık ilkesine aykırılıktan söz edilebilmesi
için iptal edilen kuralla dava konusu yeni düzenlemenin içerik ve kapsam
bakımından aynı ya da benzeri olması gerektiği belirtilmektedir (Anayasa
Mahkemesi’nin 12.11.1991 tarihli ve 1991/7 E.: 1991/43 K. sayılı Kararı).
İptali talep edilen fıkralar da; 5189 sayılı Kanun’un 5. maddesiyle 406 sayılı
Kanun’a eklenen ek 35. maddeye benzer şekilde elektronik haberleşme
istasyonlarının kurulumu için gerekli kule ve direkler yönünden ruhsat yerine
izin belgesi alınmasını ve bunların imar planında gösterilmemesini
öngörmektedir. İzin, sağlıklı ve yaşanılabilir, planlı bir çevre hakkı
bakımından ruhsatın sağladığı güvenceleri temin etmemektedir. Anayasa Mahkemesi’nin
verdiği iptal kararı karşısında; kanun koyucunun iptali talep edilen fıkraları
kanunlaştırması, Anayasa’nın 153. maddesini ihlal ettiği gibi, hiçbir kimse ve
organın kaynağını Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağını
öngören 6. maddesine de halel getirmektedir.
Öte yandan Anayasa’nın 48. maddesi
uyarınca Devlet, özel teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve sosyal
amaçlara uygun yürütülmesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını
sağlayacak tedbirleri alır. Söz konusu kule ve direklerin maliği ya da
zilyetlerinin, elektronik haberleşme faaliyetlerini, sosyal amaçlara (sağlıklı
ve dengeli bir çevrede yaşam hakkının gereklerine) uygun şekilde yürütmesini
sağlamak için tedbir almaması (ruhsat yerine izin verilmesi şartını araması)
Anayasa’nın 48. maddesini de ihlal edecektir.
Bunun yanında, Anayasa’nın 90. maddesine
göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin usulüne göre yürürlüğe konmuş
uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı koruyucu, kullanımını
genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar hiyerarşisinde kanunun
üstündedir. İptali talep edilen cümle, yaşam ve çevre haklarına ilişkin Anayasa
hükümleriyle benzer hükümler içeren Türkiye’nin taraf olduğu anlaşmayı da (söz
gelimi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. ve 8. maddeleri, İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesi’nin 3. ve 25.maddeleri, 1992 tarihli Rio Zirvesi sonrası
düzenlenen uluslararası belgeler, Kyoto Protokolü) ihlal ettiğinden Anayasa’nın
90. maddesine de aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle 7256 sayılı Kanun’un 26.
maddesiyle 03.05.1985 tarihli ve 3194 sayılı İmar Kanunu’na eklenen Ek madde 9’un
üçüncü ve dördüncü fıkraları, Anayasa’nın 2., 5., 6., 17., 48., 56., 90. ve
153. maddelerine aykırıdır; anılan fıkraların iptali gerekir.
8) 11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 27. maddesiyle 3194 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 24’ün
ikinci fıkrasında yer alan ‘‘izin veya’’ ibaresi, üçüncü fıkrasının birinci
cümlesi ile dördüncü fıkrasının Anayasa’ya aykırılığı
a) 11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 27. maddesiyle 3194 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 24’ün
ikinci fıkrasında yer alan ‘‘izin veya’’ ibaresi ve üçüncü fıkrasının birinci
cümlesinin Anayasa’ya aykırılığı
7256 sayılı Kanun’un 27. maddesiyle 3194
sayılı İmar Kanunu’na geçici madde 24 eklenmiştir. Ancak bu geçiş hükmünün
ikinci fıkrasında yer alan ‘‘izin veya’’ ibaresi, üçüncü fıkrasının birinci
cümlesi, Anayasa’ya aykırıdır.
Geçici madde 24’ün ikinci fıkrasına göre;
7256 sayılı Kanun’un 26. maddesiyle 3194 sayılı Kanun’a eklenen ek 9. maddenin
yürürlüğe girdiği tarihten (7256 sayılı Kanun’un 45. maddesinin delaletiyle
17.11.2020 tarihinden) önce kurulmuş bulunan elektronik haberleşme
istasyonlarına mahsus kule ve direkler ile bunların zorunlu altyapı unsurları
için anılan fıkrada sayılı şartların (elektronik haberleşme istasyonunu ilk
kuran işletmeci tarafından bir yıl içinde müracaat dilekçesi ibraz edilmek ve
üç yıl içinde gerekli belgeler tamamlanmak şartıyla statik bakımından uygun olduğuna
dair inşaat mühendislerince hazırlanacak raporun ve Bilgi Teknolojileri ve
İletişim Kurumu tarafından düzenlenen güvenlik sertifikasının veya güvenlik
sertifikasına tabi olmayanlar için radyolink frekansı tahsis edildiğine ilişkin
kullanım hakkı yetki belgesi, elektrik aboneliği veya ilgili tarihi tevsik
edici bir belgenin idareye sunulması ve söz konusu kule ve direklerin
statik/betonarme fennî mesuliyetinin üstlenilmesi kaydıyla başkaca herhangi bir
belge aranmaksızın ve ek 9. maddenin beşinci fıkrasında yer alan yöntem ile
hesaplanan bedelin ödenmesi şartıyla) sağlanması kaydıyla belirtilen haberleşme
istasyonlarına mahsus kule ve direkler ile bunların zorunlu altyapı unsurları
için izin veya ruhsat verilmiş sayılacaktır ve bu ücret dışında herhangi bir
harç, ücret veya bedel alınmayacaktır.
Geçici madde 24’ün üçüncü fıkrasına göre;
02.07.2004 ile 01.10.2009 tarihleri arasında kurulmuş olan elektronik
haberleşme istasyonlarının kurulumuna mahsus yapılmış kule ve direkler için
izin veya ruhsat aranmayacaktır. Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu
tarafından verilen güvenlik sertifikası veya güvenlik sertifikasına tabi
olmayanlar için radyolink frekansı tahsis edildiğine ilişkin kullanım hakkı
yetki belgesi, elektrik aboneliği veya ilgili tarihi tevsik edici bir belgenin
idareye sunulması ile bu tarihler arasında kurulum yapıldığı tevsik edilir ve
başkaca herhangi bir belge aranmayacaktır.
Söz konusu üçüncü fıkranın lafzında geçen
02.07.2004 tarihi; 16.04.2004 tarihli ve 5189 sayılı Kanun’un 406 sayılı Kanun’a
ek madde 35’i ekleyen 5. maddesinin yürürlük tarihidir. 01.10.2009 tarihi ise;
Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu ek madde 35’in ilgili kısmını iptal eden
2006/129 E.; 2009/121 K. sayılı kararının karar tarihidir.
17.11.2020 tarihinden önce kurulmuş
bulunan haberleşme istasyonlarına mahsus kule ve dilekler ile bunların zorunlu
altyapı unsurları için, ikinci fıkrada yer alan şartları sağlaması halinde izin
verilmiş sayılması ile 02.07.2004 ile 01.10.2009 tarihleri arasında kurulmuş
olan elektronik haberleşme istasyonlarının kurulumuna mahsus yapılmış kule ve
direkler için izin veya ruhsat aranmaması, Anayasa’ya aykırıdır. Başka bir
deyişle 17.11.2020 tarihinden önce kurulmuş kule ve direkler ile bunların
zorunlu altyapı unsurları için ruhsat yerine izin verilmesinin öngörülmesi ile
bu türden kule ve direklerin inşasına cevaz veren kanun hükmünün yürürlük
tarihi ile o kanun hükmünün iptal tarihi arasında halihazırda yapılmış bulunan
kule ve direkler ile bunların zorunlu altyapı unsurları için ne izin ne de
ruhsat aranması, hukuka aykırıdır.
Kanun koyucu, anılan geçici Madde 24’ün gerekçesinde
Anayasa Mahkemesi’nin 01.10.2009 tarihli ve 2006/129 E.; 2009/121 K. sayılı
iptal kararına yer verilmiştir. O halde bir hukuk devletinde, anılan geçici
madde 24’ün lafzı, söz konusu iptal kararının gerekçesiyle aynı doğrultuda
olmalıdır. Ancak iptali talep edilen cümle ve ibare, iptal kararında ölçü norm
olarak esas alınan Anayasa’nın 5. ve 56. maddesinin gereklerini
karşılamamıştır.
Öncelikle Anayasa Mahkemesi’nin iptali
talep edilen ibare ve cümle ile benzer bir hüküm ihtiva eden 5189 sayılı Kanun’un
5. maddesiyle 406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanunu’na eklenen ek. 35. maddenin
ilgili kısmı hakkında verdiği 01.10.2009 tarihli ve 2006/129 E.; 2009/121 K.
sayılı iptal kararının gerekçesinin müteallik bölümüne değinmekte fayda vardır.
Anayasa Mahkemesi, 2009 yılında verdiği kararında; elektronik haberleşmeyle
ilgili alt yapı oluşumunda kullanılan direk, kule, kulübe, konteynır, anten,
dalga kılavuzu, enerji nakil hattı, alt yapı niteliğindeki tesisler gibi her
türlü taşınır, taşınmaz mal ve teçhizatın, kanun hükümlerine ve Bilgi
Teknolojileri ve İletişim Kurumu tarafından çıkarılan yönetmeliklere uygun
olarak kurulması ve Kurum’dan gerekli izin, ruhsat veya sertifikaların alınması
şartıyla, 3194 sayılı İmar Kanunu ve İmar Kanunu’na dayanılarak çıkarılan
yönetmeliklerde belirtilen yapı ruhsatiyesine ve yapı kullanma iznine tâbi
olmadığını belirten 4.2.1924 tarihli ve 406 sayılı Telgraf ve Telefon Kanunu’nun,
16.6.2004 tarihli ve 5189 sayılı Kanun’un 5. maddesiyle eklenen ve iptali
istenilen ek 35. maddesine ilişkin olarak iptal kararı verirken, şu tespitleri
yapmıştır :
‘‘Anayasa’nın 5. maddesiyle kişilerin ve
toplumun refah, huzur ve mutluluğunu sağlama ve insanın maddi ve manevi
varlığının gelişmesi için gerekli şartları hazırlama ödevi Devlete verilirken,
56. maddesiyle de herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip
olduğu belirtilerek, bu hakkı korumanın yine devletin ve vatandaşların ödevi
olduğu vurgulanmaktadır.
İmar mevzuatıyla getirilen düzenlemeler,
Devlete verilen bu görevlerin yaşama geçirilmesi bakımından büyük önem
taşımaktadır. Anayasa’nın 5. ve 56. maddeleri ile Devlete verilen görevlerin
yerine getirilmesi, belli bir plan ve program çerçevesinde gözetim ve denetim
ile gerçekleşebilir. Anayasa’da yer alan ‘‘sağlıklı ve dengeli çevre’’
kavramına, doğal güzelliklerin korunduğu, kentleşme ve sanayileşmenin getirdiği
hava ve su kirlenmesinin önlendiği bir çevre kadar, belli bir plan ve programa göre
düzenlenmiş çevrenin de gireceği kuşkusuzdur.
İmar planları, planlanan yörenin bugünkü
durumunun, olanaklarının ve ilerideki gelişmesinin gerçeğe en yakın şekilde
saptanabilmesi için coğrafî veriler, beldenin donatımı ve malî, sosyal kültürel
ve ticarî yönden kullanılışı gibi konularda yapılacak araştırma ve incelemeler
sonucu elde edilecek bilgilere göre, çeşitli kentsel işlevler arasında var olan
veya edinilecek olanaklar ölçüsünde, en iyi çözüm yollarına ulaşmak, belde
halkına iyi ve uygar bir yaşama düzeni ve koşulları sağlamak amacıyla, kentin
kendine özgü yaşayış biçimi ve karakteri, nüfus, alan ve yapı ilişkileri,
yörenin gerek çevresiyle ve gerekse çeşitli alanlar arasındaki bağlantıları,
halkın sosyal ve kültürel gereksinimleri, güvenlik ve sağlığı ile ilgili
konular göz önüne alınarak hazırlanır.
İmar hukukuna ilişkin kurallar temel
olarak 3194 sayılı İmar Kanunu’nda yer almaktadır. İmar Kanunu’nun 5.
maddesinde karada ve suda, daimi veya muvakkat, resmi ve hususi yeraltı ve
yerüstü inşaatı ile bunların ilave, değişiklik ve tamirlerini içine alan sabit
ve müteharrik tesisler ‘‘yapı’’ olarak tanımlanmış, 20. maddesinde yapıların
imar planı, yönetmelik, ruhsat ve eklerine uygun olarak yapılabileceği, 21.
maddesinde bu Kanun kapsamına giren yapılar için yapı ruhsatiyesi alınmasının
zorunlu olduğu, 30. maddesinde tamamen ya da kısmen biten bir yapının
kullanılabilmesi için yapı kullanma izni alınması gerektiği, 32. maddesinde de
ruhsatsız veya ruhsat ve eklerine aykırı olarak başlanan yapıların mühürlenerek
inşaatın derhal durdurulacağı ve inşaatın devamına ancak ruhsata aykırılığın
giderilmesi veya ruhsat alınması halinde izin verileceği belirtilmiştir.
Yapıların imar planına ve imar mevzuatına
uygunluğu, yapı ruhsatiyesi ile yapı ruhsatı alınarak tamamlanan bir yapının
ruhsat ve eklerine aykırı olup olmadığı ise söz konusu yapının kullanılabilmesi
için gerekli olan yapı kullanma izni ile denetlenmektedir. Ruhsatla sağlanmak
istenen nihai amacın kamu yararı olduğu kuşkusuzdur. Bu nedenle yapı ruhsatı alınması
konusunda getirilecek bir istisna kuralın kamu düzeni, güvenliği ve esenliğini
zedelememesi ve kamu yararının gerçekleşmesini engellememesi gerekir.
İtiraz konusu kuralla, imar mevzuatında
öngörülen yapı ruhsatiyesi ve yapı kullanma izninden istisna tutulan elektronik
haberleşmeyle ilgili alt yapı oluşumunda kullanılan taşınır, taşınmaz mal ve
teçhizatlar arasında İmar Kanunu uyarınca yapı olarak kabul edilen inşaat ve
tesisler de yer almaktadır. Bir başka deyişle, İmar Kanunu ve ilgili yönetmeliklerce
yapı olarak kabul edilen ve yapılabilmeleri için yapı ruhsatı,
kullanılabilmeleri için ise yapı kullanma izni alınması gereken elektronik
haberleşmeyle ilgili alt yapı oluşumunda kullanılan yapılar, ‘‘yapı ruhsatiyesi’’
ve ‘‘yapı kullanma izni’’nden istisna tutulmuşlardır. Elektronik haberleşmeyle
ilgili alt yapı oluşumunda kullanılan her türlü taşınır, taşınmaz mal ve
teçhizatın, yapı ruhsatiyesi ve yapı kullanma izninden istisna tutulması,
belirli koşulların varlığına bağlı kılınmıştır. Buna göre, söz konusu taşınır,
taşınmaz mal ve teçhizat, kanun hükümlerine ve Bilgi Teknolojileri ve İletişim
Kurumu tarafından çıkarılan yönetmeliklere uygun olarak kurulmak ve Kurumdan
gerekli izin, ruhsat veya sertifikaları almak şartıyla yapı ruhsatiyesi ve yapı
kullanma iznine tabi değildir.
…
İtiraz konusu kural ile getirilen
düzenleme, elektronik haberleşmeyle ilgili alt yapı oluşumunda kullanılan
müstakil yapıların imar planına uygunluğunun denetlenmesini olanaksız kılmakta,
elektronik haberleşme cihazlarının mevcut yapılar üzerinde kurulması halinde
ise bu yapıların ruhsata uygunluk denetiminin yapılmasına engel
oluşturmaktadır.
Oysa yapı ruhsatiyesi ve yapı kullanma
izni, imar hukuku yönünden planlamanın ve bu planlara uygunluk denetiminin
yapılmasının ve bu suretle kamu yararının sağlanmasının başlıca araçlarından
olup, elektronik haberleşmeyle ilgili alt yapı oluşumunda kullanılan yapılara
ayrıcalık tanınarak bunların yapı ruhsatından ve yapı kullanma izninden istisna
tutulması, bu yapıların imar mevzuatı kapsamı dışında tutulması anlamını
taşımakta, elektronik haberleşmeyle ilgili alt yapı oluşumunda kullanılan
taşınır, taşınmaz mal ve teçhizatlar yönünden imar hukukunda denetimsiz bir
alan oluşturmakta ve Devletin bu konudaki gözetim ve denetim görevini yerine
getirememesine sebep olmaktadır.
Açıklanan nedenlerle kural, Anayasa’nın 5.
ve 56. maddelerine aykırıdır.’’ şeklindedir.
Danıştay 6. Dairesi ise, Planlı Alanlar
Tip İmar Yönetmeliği’nin elektronik haberleşme istasyonlarının kurulmasını
düzenleyen 9. maddesinin üçüncü fıkrasına ilişkin verdiği 26.09.2016 tarihli ve
2013/6220 E. sayılı kararında; Anayasa Mahkemesi’nin 01.10.2009 tarihli ve
2006/129 E.; 2009/121 K. sayılı kararına atıf yapmıştır. Danıştay 6. Dairesi’nin
anılan kararının gerekçesinin ilgili kısmı ‘‘İmar Planları, yöre halkının
sağlığını korumak, sosyal ve kültürel ihtiyaçlarını, iyi yaşama düzenini ve
çalışma koşulları ile güvenliğini sağlamak amacıyla ülke bölge ve şehir
yerlerine göre oturma, çalışma, dinlenme, ulaşım, haberleşme gibi kentsel
fonksiyonlar arasında mevcut ve sağlanabilecek imkanlar ölçüsünde en iyi çözüm
yollarını bulmak üzere düzenlenen planlardır. Sabit elektronik haberleşme
sistemi (baz istasyonu), teknik altyapı niteliğinde bir tesis olup, planlama
yapılan alanda yer verilen tüm fonksiyonların sistematik birlikteliği
içerisinde nerelerde bulunacağının yukarıda anılan mevzuat çerçevesinde gerekli
inceleme ve araştırmalar yapılarak plan üzerine gösterilmesi gerekmektedir. Bu
bağlamda, baz istasyonlarının kuruluşunun imar planlarının yapımı ile amaçlanan
planlama esasları çerçevesinde gerçekleştirilmesinin, fiziksel çevreyi sağlıklı
bir yapıya kavuşturmak açısından bir gereklilik olduğu, bu nedenle insan
sağlığının ve çevrenin korunması bakımından baz istasyonlarının konu ile ilgili
teknik şartlar da gözetilerek olumsuz etkilerinin en az hissedileceği yerlere
kurulması ve baz istasyonlarının kurulabileceği yerlerin planlanması
aşamasında, ilgili kurum ve kuruluşların görüş ve önerilerinin alınmasının
gereklilik olduğu açıktır….İmar Kanununun yukarıda yer alan hükümleri ve
Anayasa Mahkemesinin anılan kararının birlikte değerlendirilmesinden, baz
istasyonlarının kural olarak İmar Kanununun 3. maddesindeki yapı tanımı içinde
yer aldığı, yapı mahiyetinde ve teknik altyapı tesisi niteliğinde olan, imar
planlarında kurulabileceği yerlerin gösterilmesi gerektiği açıktır.’’
şeklindedir. Yine Danıştay 6. Dairesi, Planlı Alanlar İmar Yönetmeliği’nin yapı
ruhsatı alınmaksızın ve imar planı kararı aranmaksızın baz istasyonu (sabit
elektronik haberleşme sistemi) kurulumuna cevaz veren 62. maddesinin birinci,
ikinci ve üçüncü fıkralarında yer alan ilgili ibarelerin yürütmesinin
durdurulmasına benzer gerekçelerle karar vermiştir.
Anayasa Mahkemesi’nin ve Danıştay’ın
anılan kararları dikkate alındığında da görüleceği üzere; iptali talep edilen
ibarenin yer aldığı fıkradaki 17.11.2020 tarihinden önce kurulmuş bulunan
elektronik haberleşme istasyonlarına mahsus kule ve direkler (ile bunların
zorunlu altyapı unsurları) ile; iptali talep edilen cümlede yer alan 02.07.2004
ile 01.10.2009 tarihleri arasında kurulmuş olan elektronik haberleşme
istasyonlarına mahsus kule ve direkler; İmar Kanunu kapsamında yapı olarak
adlandırılmaktadır. Bunların kurulumu ve kullanımı için yapı ruhsatının ve yapı
kullanma izninin alınması, imar planlarında gösterilmesi gerekmektedir.
17.11.2020 tarihinden önce kurulmuş
bulunan elektronik haberleşme istasyonlarına mahsus kule ve direkler ile
bunların zorunlu altyapı unsurları için (statik bakımından uygun olduğuna dair
inşaat mühendislerince hazırlanacak raporun ve Bilgi Teknolojileri ve İletişim
Kurumu tarafından düzenlenen güvenlik sertifikasının veya güvenlik
sertifikasına tabi olmayanlar için radyolink frekansı tahsis edildiğine ilişkin
kullanım hakkı yetki belgesi, elektrik aboneliği veya ilgili tarihi tevsik
edici bir belgenin idareye sunulması ve söz konusu kule ve direklerin
statik/betonarme fennî mesuliyetinin üstlenilmesi koşullarının sayılmış
olmasına rağmen- ki bu koşullar yapı ruhsatı verilmesiyle elde edilecek faydayı
sağlamaya yeter, muktedir değildir) izin verilmiş sayılması; ve 02.07.2004 ile
01.10.2009 tarihleri arasında kurulmuş olan elektronik haberleşme
istasyonlarına mahsus kule ve direkler için izin veya ruhsat aranmaması, imar
mevzuatının amacı (İmar Kanunu’nun 1. maddesi uyarınca yerleşme yerleri ile bu
yerlerdeki yapılaşmaların; plan, fen, sağlık ve çevre şartlarına uygun
teşekkülünü sağlamaya yönelik amaç) ile bağdaşmamaktadır.
17.11.2020 tarihinden önce kurulmuş
bulunan elektronik haberleşme istasyonlarına mahsus kule ve direkler ile
bunların zorunlu altyapı unsurları için izin verilmiş sayılması, 02.07.2004 ile
01.10.2009 tarihler arasında kurulmuş olan elektronik haberleşme istasyonlarına
mahsus kule ve direkler için izin veya ruhsat aranmaması; bunların imar planına
uygunluğunun denetlenmesi olanaksız kılmakta, mevcut ruhsata uygunluk
denetiminin yapılmasına engel olmaktadır. Ayrıca iptali talep edilen ibarenin
yer aldığı fıkradaki kayıtlamaların tamamı, teknik kurulum bakımından uygunluk
ve taraflar arasında yapılacak sözleşme ile ilgilidir. Söz konusu kayıtlar
arasında, söz gelimi bunların sağlık ve çevre bakımından hiçbir tehlike arz
etmediğine dair bir raporun sunulması gibi bir koşul bulunmamaktadır. O halde
bu fıkrada yer alan ‘‘başkaca bir şart aranmaksızın’’ ibaresi, devletin denetim
ve gözetim yükümlülüğünü tam anlamıyla yerine getirmeyeceğini kanıtlar
niteliktedir.
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. ve
Anayasa’nın 17. maddelerinde temelini bulan yaşam hakkı ile Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’nin 8. ve Anayasa’nın 56. maddelerinde temelini bulan çevre
hakkı birlikte ele alındığında herkesin sağlıklı, dengeli ve yaşanılabilir,
planlı bir çevrede yaşama hakkı vardır. Anılan maddeler ve Anayasa’nın 5.
maddesi gereğince devlet, sağlıklı, dengeli ve yaşanılabilir, planlı bir
çevrede yaşama hakkının standardının sağlanması için gerekli tedbirleri
almalıdır. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de içtihadlarında devletin,
bireyin sağlıklı ve güvenli bir çevrede yaşamasını sağlamak için önlemleri
almaya dair kesin bir yükümlülüğü olduğunu vurgular. (Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi, 30.11.2004 tarihli ve 48939/99 Başvuru No’lu Öneryıldız/Türkiye
kararında çöplükten yayılan metan gazının patlaması sonrasında birçok insanın
yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan olayda; devletin pozitif yükümlülüklerini
yerine getirmediği gerekçesiyle yaşam hakkının ihlaline karar vermiştir.)
Devletlerin, öncelikle, özellikle tehlikeli bir faaliyet söz konusu olduğunda,
bu faaliyetten kaynaklanabilecek risk konusunda, ilgili faaliyetin
özelliklerine uygun bir düzenleme getirmeleri pozitif yükümlülükleri vardır
(AİHM, Cordella ve diğerleri-İtalya kararı, başvuru no: 54414/13, 54264/15,
24/01/2019, p.159). Yine AİHM’ye göre; “Tabiatla ormanların ve daha genel
olarak çevrenin korunması, savunulması kamuoyunda ve bunun sonucunda da kamu
makamlarında devamlı ve güçlü bir ilgi doğuran bir değer oluşturmaktadır.
Ekonomik gereklilikler ve hatta mülkiyet hakkı gibi bazı temel haklara,
özellikle de devlet bu konuda yasa yaptığında, çevrenin korunmasına ilişkin
düşünceler karşısında, öncelik verilmemelidir” (AİHM, Turgut ve
diğerleri/Türkiye, 8 Temmuz 2008, başvuru no: 1411/03, §90). Devletin aldığı,
insanların sağlıklı, dengeli bir çevrede yaşamasını sağlayan, tedbirlerden biri
de imar mevzuatıyla öngörülen imar planları ve yapı ruhsatıdır.
İnsanın beden ve ruh sağlığı ile çevre
bakımından zararları, birçok bilimsel çalışmaya konu olmuş; elektromanyetik
dalga yayan elektronik haberleşme istasyonlarının kurulumuna mahsus kule ve
direkler (ve bunlara ait zorunlu altyapı unsurları) bakımından 17.11.2020
tarihinden önce yapılanlara, izin verilmiş saymak ve 02.07.2004 tarihi ile
01.10.2009 tarihi arasında yapılanları, izin ve ruhsattan vareste tutmak;
onları devletin denetim ve gözetim alanından çıkaracaktır. Her ne kadar
maddenin gerekçesinde ‘‘kazanılmış hakların korunması’’ amacıyla bu
düzenlemenin getirildiği belirtilse de; bu kule ve direkler, canlı sağlığı ve
çevre bakımından ciddi derecede tehlike yaratmaktadır.
Bu noktada kazanılmış hakka değinmekte
fayda bulunmaktadır. ‘‘Kazanılmış hak, objektif bir hukuk kuralının kişi
hakkında uygulanması veya kendiliğinden uygulanacak hale gelmesi, (Turgut Tan,
İdari İşlemin Geri Alınması, Ankara 1970, s. 69, 70) böylece objektif ve genel
hukuki durumun kişisel bir işlemle özel hukuki duruma dönüşmesi, hukuka aykırı
işlemlerde ise bir süre yararlanılması sonucunda, Anayasa ve yasalarca
korunmaya değer hale gelmiş, elde edilmiş veya elde edebilir durumdaki hak
sahibinin bir eylemi ve iradesi ile ileri sürülmüş olan ve üçüncü kişilerden
bir şey isteyebilmek ve onu bir şey yapmaya zorunlu kılabilmek gibi aktif hak
sahipliği bahşeden (Ord. Prof. Sıddık Sami Onar, İdare Hukukunun Umumi
Esasları, İstanbul 1966 I. Cilt, s. 492-494, II. Cilt, s. 1239) bir sübjektif
hak veya hak ve karşılanmadıkça ve boşluğu giderilmedikçe tek taraflı
tasarrufla geri alınamayan hukuki bir olanak güç veya yetkidir.(Doçent Mukbil
Özyörük, İdare Hukuku Dersleri, Ankara 1972-73 Teksiri, s. 55-234)’’ Burada
hukuka aykırı bir durum, zaman içinde hukuk tarafından korunacak hale gelmeye
elverişli değildir. Zira sağlıklı bir çevrede yaşama hakkı; her zaman için kule
ve direklerin maliklerinin (ve dahi zilyetlerinin) sahip olduğu ve gerekçede
yer alan ‘‘kazanılmış hakkı’’n üstündedir.
17.11.2020 tarihinden önce kurulmuş
bulunan elektronik haberleşme istasyonlarına mahsus kule ve direkler ile
bunların zorunlu altyapı unsurları için izin verilmiş sayılması, 02.07.2004 ile
01.10.2009 tarihler arasında kurulmuş olan elektronik haberleşme istasyonlarına
mahsus kule ve direkler için izin veya ruhsat aranmaması sağlıklı bir çevrede
yaşama hakkını ihlal ettiğinden bir kamu yararını da barındırmamaktadır.
Halbuki Anayasa’nın 2. maddesindeki hukuk devleti ilkesi gereğince, yasama
işlemlerinin kişisel yararları değil kamu yararını gerçekleştirmek amacıyla
yapılması zorunludur (Anayasa Mahkemesi’nin 17.06.2015 tarihli ve 2014/179 E.;
2015/54 K. sayılı Kararı). Yine hukuk devleti ilkesinin boyutları olan hukuki
güvenlik ve belirlilik ilkesi gereğince kural olarak kanunlar geçmişe yürümez
diğer bir deyişle kanunun yürürlüğe girdiği tarihten sonraki durum ve olguları
düzenler. Ancak burada, kanun koyucu geçmişte inşa edilmiş direk ve kuleler
yönünden bir düzenleme yapmaktadır. Ancak bu düzenleme, kanunların geçmişe
yürümesini meşrulaştıracak bir kamu yararına sahip değildir. Anayasa’nın 22.
maddesinde temelini bulan haberleşme özgürlüğü ile sağlıklı, dengeli ve
yaşanılabilir, planlı bir çevrede yaşama hakkı arasında bir denge
gözetilmemiştir. Bir başka deyişle, açıklanan amaçla sebep olunan tehlike ve
zarar arasında bir ölçülülük ilişkisi bulunmamaktadır. Öte yandan şehir
içindeki baz istasyonları, estetik görünümden uzaktır.
Söz konusu düzenlemede haberleşme
özgürlüğü öne çıkarılmakta ise de, “genel sağlık”, haberleşme özgürlüğü için de
bir sınırlama nedeni oluşturduğuna (md.22/2) göre, sağlık hakkı (md.56) ve
yaşam hakkı (md.17) ile çatışma durumunda, haberleşme özgürlüğünün, sağlıklı ve
güvenli bir çevrede yaşama hakkını tehdit etmeyecek bir biçimde düzenlenmesi ve
sınırlanması gerektiği konusunda kuşku bulunmamaktadır.
Anayasa Mahkemesi kararlarında Anayasa’nın
153. maddesinde belirtilen bağlayıcılık ilkesine aykırılıktan söz edilebilmesi
için iptal edilen kuralla dava konusu yeni düzenlemenin içerik ve kapsam
bakımından aynı ya da benzeri olması gerektiği belirtilmektedir (Anayasa
Mahkemesi’nin 12.11.1991 tarihli ve 1991/7 E.: 1991/43 K. sayılı Kararı).
İptali talep edilen ibare ve cümle de; 5189 sayılı Kanun’un 5. maddesiyle 406
sayılı Kanun’a eklenen ek 35. maddeye benzer şekilde elektronik haberleşme
istasyonlarının kurulumu için gerekli kule ve direkler yönünden (iptali talep
edilen ibareyle) ruhsat yerine izin belgesi alınmış sayılmasını ve (iptali
talep edilen cümleyle) hem izin hem ruhsat aranmamasını öngörmektedir. İzin
alınmış sayılması ve izin veya ruhsat aranmaması; sağlıklı ve yaşanılabilir,
planlı bir çevrede yaşama hakkı bakımından ruhsatın sağladığı güvenceleri temin
etmemektedir. Anayasa Mahkemesi’nin verdiği iptal kararı karşısında; kanun koyucunun
iptali talep edilen ibareyi ve cümleyi kanunlaştırması, Anayasa’nın 153.
maddesini ihlal ettiği gibi, hiçbir kimse ve organın kaynağını Anayasa’dan
almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağını öngören 6. maddesine de halel
getirmektedir.
Buna ilave olarak, Anayasa Mahkemesi’nin
iptal kararları geriye yürümez. Ancak kanun koyucu, Anayasa Mahkemesi’nin iptal
kararına konu kanun hükmünün içeriğine benzer ve geçmişe dönük düzenleme
yapacaksa; Anayasa Mahkemesi kararının gerekçesini, Anayasa Yargısı tarafından
korunan hukuki yararı göz önünde bulundurmalıdır. Ancak burada kanun koyucu,
geçmişe dönük düzenleme yapan ve iptali talep edilen ibare ve cümle ile
(Anayasa Mahkemesi’nin koruduğu) hukuki yararı kayırmamıştır.
Öte yandan Anayasa’nın 48. maddesi uyarınca
Devlet, özel teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara
uygun yürütülmesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak
tedbirleri alır. Söz konusu kule ve direklerin malik ya da zilyetlerinin,
elektronik haberleşme faaliyetlerini, sosyal amaçlara (sağlıklı ve dengeli bir
çevrede yaşam hakkının gereklerine) uygun şekilde yürütmesini sağlamak için
tedbir almaması (izin verilmiş sayılması ya da hiç izin ve ruhsat aramaması)
Anayasa’nın 48. maddesini de ihlal edecektir.
Diğer taraftan Anayasa’nın 90. maddesine
göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin usulüne göre yürürlüğe konmuş
uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı koruyucu, kullanımını
genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar hiyerarşisinde kanunun üstündedir.
İptali talep edilen ibare ve cümle, yaşam ve çevre haklarına ilişkin Anayasa
hükümleriyle benzer hükümler içeren Türkiye’nin taraf olduğu anlaşmayı da (söz
gelimi Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. ve 8. maddeleri, İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesi’nin 3. ve 25.maddeleri, 1992 tarihli Rio Zirvesi sonrası
düzenlenen uluslararası belgeler, Kyoto Protokolü) ihlal ettiğinden Anayasa’nın
90. maddesine de aykırıdır.
Nihayetinde ‘‘izin’’ ibaresini kendinden
sonra gelen ‘‘ruhsat’’ ibaresine bağlayan ‘‘veya’’ bağlacı, ‘‘izin’’ ibaresinin
iptal edilmesiyle işlevini yitirecektir.
Tüm bu nedenlerle 7256 sayılı Kanun’un 27.
maddesiyle 3194 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 24’ün ikinci fıkrasında yer
alan ‘‘izin veya’’ ibaresi ve üçüncü fıkrasının birinci cümlesi, Anayasa’nın
2., 5., 6., 17., 48., 56., 90. ve 153. maddelerine aykırıdır; anılan ibarenin
ve cümlenin iptali gerekir.
b) 11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 27. maddesiyle 3194 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 24’ün
dördüncü fıkrasının Anayasa’ya aykırılığı
7256 sayılı Kanun’un 27. maddesiyle 3194
sayılı İmar Kanunu’na geçici madde 24 eklenmiştir. Ancak bu geçiş hükmünün
dördüncü fıkrası, Anayasa’ya aykırıdır.
Geçici madde 24’ün dördüncü fıkrasına
göre; 7256 sayılı Kanun’un 26. maddesiyle 3194 sayılı Kanun’a eklenen ek 9.
maddenin yürürlüğe girdiği tarihten (7256 sayılı Kanun’un 45. maddesinin
delaletiyle 17.11.2020 tarihinden) önce yapılmış olan elektronik haberleşme
istasyonlarının kurulumuna mahsus kule ve direkler için ‘‘Ruhsatsız veya ruhsat
ve eklerine aykırı olarak başlanan yapılar’’ başlıklı 32. ve ‘‘İdari
müeyyideler’’ başlıklı 42. maddeler uyarınca alınmış tüm idari yaptırım
kararları iptal edilmiş sayılır ve yıkım kararları uygulanmaz, idari para
cezaları tahsil edilmeyecektir ve ödenmiş olan idari para cezaları iade
edilmeyecektir. Ancak bu durum, hukuka aykırıdır.
Nitekim Anayasa’nın 2. maddesinde
belirtilen hukuk devletinin ön koşulları arasında hukuki güvenlik ilkesi
bulunmaktadır. Hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir
olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini,
devletin de yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden
kaçınmasını gerekli kılan ortak değerdir. Kural olarak hukuki güvenlik,
kanunların geriye yürütülmemesini zorunlu kılar. Daha önce tesis edilmiş
bulunan işlemlerin doğurduğu hukuki sonuçları ortadan kaldıracak şekilde yasama
tasarrufunda bulunulması, hukuki güvenlik ilkesine aykırılık oluşturur.
“Kanunların geriye yürümezliği ilkesi” uyarınca kanunlar, kamu yararı ve kamu
düzeninin gerektirmesi, kazanılmış hakların korunması, mali hakların
iyileştirilmesi gibi ayrıksı durumlar dışında ilke olarak yürürlük
tarihlerinden sonraki olay, işlem ve eylemlere uygulanmak üzere çıkarılır.
Yürürlüğe giren kanunların geçmişe ve kesin nitelik kazanmış hukuksal durumlara
etkili olmaması, hukukun genel ilkelerindendir (Anayasa Mahkemesi’nin
13.02.2019 tarihli ve 2018/103 E.; 2019/4 K. sayılı Kararı, § 15). Ancak iptali
talep edilen fıkra hükmüyle, 17.11.2020 tarihinden önce alınmış tüm idari
yaptırım kararları iptal edilmiş sayılmakta, yıkım kararları uygulanmamakta,
idari para cezaları tahsil edilmemektedir. Diğer bir deyişe geçmişe dönük
olarak, idarece düzenlenmiş ve hukuk dünyasında kesin olarak doğmuş idari
işlemlerin icrası engellenmiştir. Ancak söz konusu geriye yürüme, kamu yararı
ve kamu düzeninin gerektirmesi, kazanılmış hakların korunması, mali hakların
iyileştirilmesi gibi bir sebeple meşru kılınmamıştır. Diğer bir deyişle
17.11.2020 tarihinden önce kurulmuş bulunan elektronik haberleşme
istasyonlarına mahsus kule ve direkler, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama
hakkını ihlal ettiğinden kamu yararını haiz değildir. Bir başka deyişle;
ihtilaflı kural, kanunların geriye yürümezliği ilkesine istisna oluşturacak
önemde bir kamu yararı amacı bakımından zorunlu olmamanın ötesinde, bizatihi
kendisi kamu yararına aykırı bir düzenleme oluşturmaktadır.
Öte yandan iptali talep edilen fıkrayı
kazanılmış hakların korunması bakımından da ele almak gerekmektedir. ‘‘Kazanılmış
hak, objektif bir hukuk kuralının kişi hakkında uygulanması veya kendiliğinden
uygulanacak hale gelmesi, (Turgut Tan, İdari İşlemin Geri Alınması, Ankara
1970, s. 69, 70) böylece objektif ve genel hukuki durumun kişisel bir işlemle
özel hukuki duruma dönüşmesi, hukuka aykırı işlemlerde ise bir süre
yararlanılması sonucunda, Anayasa ve yasalarca korunmaya değer hale gelmiş,
elde edilmiş veya elde edebilir durumdaki hak sahibinin bir eylemi ve iradesi
ile ileri sürülmüş olan ve üçüncü kişilerden bir şey isteyebilmek ve onu bir
şey yapmaya zorunlu kılabilmek gibi aktif hak sahipliği bahşeden (Ord. Prof.
Sıddık Sami Onar, İdare Hukukunun Umumi Esasları, İstanbul 1966 I. Cilt, s.
492-494, II. Cilt, s. 1239) bir sübjektif hak veya hak ve karşılanmadıkça ve
boşluğu giderilmedikçe tek taraflı tasarrufla geri alınamayan hukuki bir olanak
güç veya yetkidir.(Doçent Mukbil Özyörük, İdare Hukuku Dersleri, Ankara 1972-73
Teksiri, s. 55-234)’’
Kanun koyucu elektronik haberleşme
istasyonlarının kurulumuna ilişkin yeni usul ve esaslar ortaya koyarken; iptali
talep edilen fıkrayla 17.11.2020 tarihinden önce (hukuka aykırı olarak)
yapılmış olan elektronik haberleşme istasyonlarının kurulumuna mahsus kule ve
direklerin maliklerini (ve zilyetlerini) korumaya çalışmış, adeta onlara
verilen idari yaptırımları ‘‘af’’ etmiştir. Ancak idari yaptırım kararlarının
muhataplarının korunmaya değer hukuki menfaatleri ya da kazanılmış hakları
yoktur. Zira 17.11.2020 tarihinden önce (hukuka aykırı olarak) yapılmış olan
elektronik haberleşme istasyonlarının kurulumuna mahsus kule ve direklerin
varlığı, zaman içinde hukuk tarafından korunacak hale gelmeye elverişli
değildir. Nitekim bu kule ve direklerin varlığı her zaman için sağlıklı bir
çevrede yaşama hakkını ihlal edecektir.
İptali talep edilen fıkra lafzında geçen ‘‘iptal
edilmiş sayılır, yıkım kararları uygulanmaz, idari para cezaları tahsil edilmez’’
ibareleri bakımından bir başka hukuki sorun şudur ki; idare hukukunda iptal
kararı vermeye ehil makam, idari yargıdır. Ancak kanun koyucu, adeta bağımsız
ve tarafsız mahkemelerin yerine geçerek iptal kararı vermekte; idari yargı
kararlarının uygulanmamasına dair fiili durumu meşrulaştırmakta; idari
müeyyidenin muhatabının zihninde, yaptırımın gereğini yerine getirmemesi için
bir türden saik oluşturmakta, idare (ilgili belediyeler ve Bakanlık) tarafından
tesis edilen idari işlemleri hükümsüz kılmakta, kamu alacaklarının tahsil
edilememesine neden olmaktadır. O halde kanun koyucu, yargı ve yürütme
organlarının yetki alanına müdahale etmek suretiyle Anayasa’nın Başlangıç
bölümünde temelini bulan kuvvetler ayrılığı ilkesini ve hiçbir kimse veya
organın kaynağını Anayasa’dan almayan bir Devlet yetkisi kullanamayacağına
düzenleyen amir hükmünü (6. maddesini) ihlal etmektedir.
Öte yandan iptali istene fıkra, Anayasa’nın
‘‘Genel Esaslar’’ başlıklı birinci kısmında yer alan 10. maddesinde düzenlenen
eşitlik ilkesini de ihlal etmektedir. Eşitlik ilkesi, ‘‘herkesin her yönden
aynı hükümlere bağlı olması gerektiği anlamına gelmez. Bu ilke ile güdülen
amaç, benzer koşullar içinde olan, özdeş nitelikte bulunan durumların yasalarca
aynı işleme uyruk tutulmasını sağlamaktır. Kimi yurttaşlar için haklı nedenlere
dayanılarak veya bunların durumlarındaki farklılığın doğurduğu zorunluklar
dolayısıyla ayrı kurallar konulması halinde eşitlik ilkesinin zedelenmesinden
söz edilemez.’’ şeklinde hüküm kurmuştur (Anayasa Mahkemesi’nin 13.04.1976
tarih ve 1976/3 E.; 1976/23 K. sayılı Kararı). Eşitlik ilkesinin ihlal edilip
edilmediği hususunun tespiti ise, somut olayda ‘‘haklı neden’’in var olup
olmadığına göre yapılır.
Söz konusu fıkrada, 17.11.2020 tarihinden
önce (hukuka aykırı olarak) yapılmış olan elektronik haberleşme istasyonlarının
kurulumuna mahsus kule ve direklerin 3194 sayılı Kanun’un 32. ve 42. maddeler
uyarınca alınmış tüm idari yaptırım kararları iptal edilmiş sayılmasını ve
yıkım kararları uygulanmamasını, idari para cezaları tahsil edilmemesini,
ödenmiş olan idari para cezalarının iade edilmemesi haklı kılacak bir neden
yoktur. Diğer bir deyişle söz konusu idari yaptırımlardan istisna tutulacak az
sayıda muhatabın bir kazanılmış hakkı bulunmamaktadır. Yine 3194 sayılı Kanun’da
öngörülen tüm idari yaptırımlar yerine; 32. ve 42. maddeler uyarınca alınmış
tüm idari yaptırım kararları, yıkım kararları, idari para cezalarının tahdidi
olarak sayılmasını başka bir deyişle diğer idari yaptırımlara maruz kalanların
bu istisnadan faydalandırılmamasını somutlaştıran makul ve adil bir neden
yoktur.
Dahası idari para cezasını ödeyen ve
ödemeyen muhataplar yönünden mülkiyet hakkı bağlamında yapılan ayrım da haklı
bir nedene sahip değildir. İptali istenen kural, haklarındaki idari yaptırım
kararları iptal edilmiş aynı durumda olan kişiler açısından, idari para
cezalarının ödenmesi noktasında haklı bir neden olmaksızın ayrım yapmaktadır. İdari
para cezasını ödememiş olandan para cezası tahsil edilmeyecekken, idari para
cezasını ödemiş olana ödenmiş ceza miktarının iade edilmeyeceği öngörülmüştür.
İdari para cezasını ödeyen sorumlu muhatap, idari para cezasını ödemeyen
sorumsuz muhataba nazaran adeta cezalandırılmakta, ödediği meblağ iade
edilmemektedir. (Bu türden idari para cezalarının belli süreler sonra affı,
sorumlu vatandaşı, nasıl olsa bir gün affedileceği düşüncesiyle idari para
cezasını ödememeye itebilecektir.) Diğer bir deyişle kanun koyucu tarafından
iade edilmemek suretiyle; idari para cezasını ödeyen muhatabın söz konusu
meblağ üzerindeki (Anayasa’nın 35. maddesinde temelini bulan) mülkiyet hakkı
ihlal edilmektedir. Zira ödenmiş idari para cezası, muhatabın mülkiyet hakkının
konusudur.
Nitekim Anayasa Mahkemesi bir kararında ‘‘…başvurucunun
mal varlığına dahil olan bu paranın kendisinden idari yaptırım olarak haksız
yere tahsil edildiği kesinleşmiş yargı kararıyla sabit olduğuna göre söz konusu
para alacağının başvurucu yönünden Anayasa’nın 35. maddesi anlamında mülkiyet
hakkı kapsamında mülk teşkil ettiği kuşkusuzdur.’’ şeklinde hüküm kurmuştur.
(Anayasa Mahkemesi’nin 03.07.2019 tarihli ve 2016/78974 Başvuru No’lu Anwar
Mohammed Tareef Zaıd Kararı, § 44)
Öte yandan söz konusu fıkra, dolaylı
olarak yaşam ve çevre hakkını da ihlal etmektedir. Nitekim Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin 2. ve Anayasa’nın 17. maddelerinde temelini bulan yaşam hakkı
ile Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 8. ve Anayasa’nın 56. maddelerinde
temelini bulan çevre hakkı birlikte ele alındığında herkesin sağlıklı, dengeli
ve yaşanılabilir, planlı bir çevrede yaşama hakkı vardır. Anılan maddeler ve
Anayasa’nın 5. maddesi gereğince devlet, sağlıklı, dengeli ve yaşanılabilir,
planlı bir çevrede yaşama hakkının standardının sağlanması için gerekli
tedbirleri almalıdır. Nitekim Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de içtihadlarında
devletin, bireyin sağlıklı ve güvenilir bir çevrede yaşamasını sağlamak için
önlemleri almaya dair kesin bir yükümlülüğü olduğunu vurgular. (Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi, 30.11.2004 tarihli ve 48939/99 Başvuru No’lu
Öneryıldız/Türkiye kararında çöplükten yayılan metan gazının patlaması
sonrasında birçok insanın yaşamını yitirmesiyle sonuçlanan olayda; devletin
pozitif yükümlülüklerini yerine getirmediği gerekçesiyle yaşam hakkının
ihlaline karar vermiştir.) Devletlerin, öncelikle, özellikle tehlikeli bir
faaliyet söz konusu olduğunda, bu faaliyetten kaynaklanabilecek risk konusunda,
ilgili faaliyetin özelliklerine uygun bir düzenleme getirmeleri pozitif
yükümlülükleri vardır (AİHM, Cordella ve diğerleri-İtalya kararı, başvuru no:
54414/13, 54264/15, 24/01/2019, p.159). Yine AİHM’ye göre; “Tabiatla ormanların
ve daha genel olarak çevrenin korunması, savunulması kamuoyunda ve bunun
sonucunda da kamu makamlarında devamlı ve güçlü bir ilgi doğuran bir değer
oluşturmaktadır. Ekonomik gereklilikler ve hatta mülkiyet hakkı gibi bazı temel
haklara, özellikle de devlet bu konuda yasa yaptığında, çevrenin korunmasına
ilişkin düşünceler karşısında, öncelik verilmemelidir” (AİHM, Turgut ve
diğerleri/Türkiye, 8 Temmuz 2008, başvuru no: 1411/03, §90). Devletin aldığı,
insanların sağlıklı, dengeli bir çevrede yaşamasını sağlayan, tedbirlerden biri
de imar mevzuatıyla öngörülen imar planları ve yapı ruhsatıdır. Söz konusu 32.
ve 42. maddelerde düzenlenen cezalandırıcı ve caydırıcı niteliği bulunan idari
müeyyideleri, imar mevzuatının uygulanmasını, idari düzenin sağlanmasını
teminen, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkının sağlanması bakımından
devletin denetim ve gözetim yükümlülüğünün bir tezahürüdür. Ancak iptali talep
edilen fıkrayla idari yaptırım kararlarının iptal edilmiş sayılması, yıkım
kararlarının uygulanmaması, idari para cezalarının tahsil edilmemesi; idari
yaptırımların caydırıcılığını engelleyerek ve Devletin denetim ve gözetim
görevini işlevsizleştirerek; hukuka aykırı yapılaşmanın önünü açacak ve
sağlıklı bir çevrede yaşama hakkını ihlal edecektir. Öte yandan şehir içindeki
baz istasyonları, estetik görünümden uzaktır.
Diğer taraftan Anayasa’nın 48. maddesi
uyarınca Devlet, özel teşebbüslerin milli ekonominin gereklerine ve sosyal
amaçlara uygun yürütülmesini, güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını
sağlayacak tedbirleri alır. Söz konusu kule ve direklerin maliği ya da
zilyetlerinin, elektronik haberleşme faaliyetlerini, sosyal amaçlara (sağlıklı
ve dengeli bir çevrede yaşam hakkının gereklerine) uygun şekilde yürütmesini sağlamak
için aldığı tedbirlere (yapı ruhsatı alınması koşulu) aykırı hareket edenlere
verdiği (3104 sayılı İmar Kanunu’nun 32. ve 42. maddelerine dayanarak) cezaları
kaldırması, Anayasa’nın 48. maddesini de ihlal edecektir.
Nihayetinde Anayasa’nın 90. maddesine göre
temel hak ve özgürlüklere ilişkin usulüne göre yürürlüğe konmuş uluslararası
anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı koruyucu, kullanımını genişletici hükümler
barındırması kaydıyla) normlar hiyerarşisinde kanunun üstündedir. İptali talep
edilen fıkra, yaşam ve çevre, mülkiyet haklarına ilişkin Anayasa hükümleriyle
benzer hükümler içeren Türkiye’nin taraf olduğu anlaşmayı da (söz gelimi Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 2. ve 8. maddeleri, AİHS Ek 1 No’lu Protokolü, İnsan
Hakları Evrensel Beyannamesi’nin 3. ve 25.maddeleri, 1992 tarihli Rio Zirvesi
sonrası düzenlenen uluslararası belgeler, Kyoto Protokolü) ihlal ettiğinden
Anayasa’nın 90. maddesine de aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle 7256 sayılı Kanun’un 27.
maddesiyle 3194 sayılı Kanun’a eklenen geçici madde 24’ün dördüncü fıkrası,
Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 2., 5., 6., 10., 17., 35., 48., 56., 90. ve
153. maddelerine aykırıdır; anılan fıkranın iptali gerekir.
9) 11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 28. maddesiyle 07.05.1987 tarihli ve 3359 sayılı Sağlık
Hizmetleri Temel Kanunu’nun ek 9. maddesinin dokuzuncu fıkrasına eklenen
cümlenin Anayasa’ya aykırılığı
7256 sayılı Kanun’un 28. maddesiyle 3359
sayılı Kanun’un Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu’na bağlı sağlık tesisleri ile
üniversitelerin tıp ve diş hekimliği alanında lisans ve uzmanlık eğitimi veren
kurumların eğitim, araştırma ve sağlık hizmeti sunumu için insan gücü, mali
kaynak, fiziki donanım, bina, tıbbi cihaz ve diğer kaynakları karşılıklı olarak
birlikte kullanımını düzenleyen ek 9. maddesinin dokuzuncu fıkrasına, bu
personelin birlikte kullanılan sağlık tesisinde sözleşme kapsamındaki hizmet ve
faaliyetlerinden dolayı işledikleri disipline aykırı fiilleri hakkında,
başhekim tarafından 657 sayılı Kanun’un disiplin hükümlerine göre işlem
yapılacağına yönelik bir cümle eklenmektedir. Anılan cümle, Anayasa’ya
aykırıdır.
Anılan ek madde 9’un 3. fıkrasına göre;
birlikte kullanıma konu sağlık tesisleri için bu maddede belirtilen esaslar
çerçevesinde birden fazla üniversite ile de protokol yapılabilir. Birlikte
kullanımdaki hastane tarafından üniversitenin tıp fakültesi ve diş hekimliği
fakültesi öğretim elemanları ve bunların kadrosunda bulunan öğretim elemanı
dışındaki diğer personelle, ilgili fakülte dekanının görüşü alınarak,
yürütülecek hizmetlere ilişkin en fazla üç yıl süreli ayrı ayrı sözleşme
imzalanabilir. Bu fakültelerin dışındaki üniversite personeli ile de rektörün
görüşü alınarak sözleşme yapılabilir. Bu sözleşmelerde, sunulacak hizmetin
niteliği, performans hedefleri ve süresi yer alır. Öğretim elemanlarıyla
yapılan sözleşmelerde mezuniyet öncesi ve mezuniyet sonrası eğitim ile bilimsel
çalışmalara ilişkin yetki ve sorumluluklar ayrıca belirtilir. Süresi biten
sözleşmeler yenilenebilir. Sözleşme bitim tarihinden bir ay önce tarafların
aksine yazılı bildirimi yoksa sözleşme kendiliğinden birer yıllık sürelerle
uzar.
Diğer bir deyişe anılan kanun hükmünün
cevaz vermesiyle söz konusu personel, kurumda görevli iken; akdi bir ilişkinin
tarafı haline gelmektedir.
Anılan Ek madde 9’un iptali talep edilen
cümle eklenmeden önceki 9. fıkrasına göre; birlikte kullanılan sağlık tesisinde
görev yapan personelin disiplin ve tüm özlük işlemleri, kadrosunun bulunduğu
kurumun ilgili mevzuatına göre yürütülür.
Ancak iptali talep edilen cümle uyarınca
bu personelin birlikte kullanılan sağlık tesisinde sözleşme kapsamındaki hizmet
ve faaliyetlerinden dolayı işledikleri disipline aykırı fiilleri hakkında,
başhekim tarafından 657 sayılı Kanun’un disiplin hükümlerine göre işlem
yapılacaktır. Diğer bir deyişle personelin özlük işlemlerinin tabi olduğu hukuk
bakımından ikili (aynı anda hem kadrosunun bulunduğu kurumun ilgili mevzuatına
hem de 657 sayılı Kanun’a tabiyet) bir uygulama yaratılmıştır. Bu durum,
Anayasa’ya aykırıdır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki söz konusu
personel, bir kamu hizmeti niteliğine sahip sağlık hizmetinin gerektirdiği asli
ve sürekli görevleri ifa ettiğinden; kamu görevlisidir. O halde söz konusu
personelin, disiplin ve diğer tüm özlük işlemleri Anayasa’nın 128. maddesi
gereğince, kanunla düzenlenmelidir. Ancak bu kanun hükmünün, Anayasa’nın
lafzına ve ruhuna uygun düşmesi gerekmektedir.
Başka bir deyişle Anayasa Mahkemesi’nin
sıkça vurguladığı gibi kanunilik ölçütünün sağlandığından söz edilebilmesi için
kanunun şeklen var olması yeterli olmayıp yasal kurallar keyfiliğe izin
vermeyecek şekilde belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir nitelikte olmalıdır.
Esasen kanunun bu niteliklere sahip olması Anayasa’nın 2. maddesinde güvenceye
bağlanan hukuk devleti ilkesinin de bir gereğidir. Dolayısıyla Anayasa’nın 128.
maddesinde yer verilen kanunilik ölçütü, Anayasa’nın 2. maddesinde güvence
altına alınan hukuk devleti ilkesi ışığında yorumlanmalıdır (aynı yöndeki
değerlendirme için bkz. AYM, E.2018/88, K.2020/24, 11/6/2020 §§ 13, 14)
(Anayasa Mahkemesi’nin, 22.10.2020 tarihli ve 2020/1 E.; 2020/563 K. sayılı
Kararı, § 41).
Öte yandan Anayasa’nın 130. maddesinin 9.
fıkrasında, yükseköğretim kurumlarının kamu kuruluşları ve diğer kurumlarla
ilişkilerinin kanunla düzenleneceği hüküm altına alınmıştır. Buna göre kanun
koyucu, anayasal ilkelere uygun olmak koşuluyla, yükseköğretim kurumları ile
kamu kurum ve kuruluşları arasında ne tür bir işbirliği yapılabileceğini ve bu
işbirliğinin usul ve esaslarını belirleme konusunda takdir yetkisine sahiptir
(Anayasa Mahkemesi’nin, 02.11.2016 tarihli ve 2015/61 E.; 2016/172 K. sayılı
Kararı, § 61).
O halde Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu’na
bağlı sağlık tesisleri ile üniversiteler arasında işbirliği ilişkisi
kurulmasına cevaz veren kanun hükmünün; burada istihdam edilecek personelin
özlük hakları bakımından; açık, net, anlaşılır, uygulanabilir, nesnel, keyfi
uygulamaları engelleyici şekilde düzenlenmesi gerekmektedir. Ne var ki iptali
talep edilen cümle uyarınca istihdam edilecek personel; sözleşme kapsamındaki
hizmet ve faaliyetlerinden dolayı disiplin işlemleri dışındaki işlemler ile
özlük işlemleri için kadrosunun bulunduğu kurumun ilgili mevzuatına (söz gelimi
üniversitenin kuruluş kanunu, 3359 sayılı Kanun, 2547 sayılı Kanun ve bunlara
dayanarak düzenlenmiş ikincil mevzuat); sözleşme kapsamındaki hizmet ve
faaliyetlerinden dolayı disiplin işlemleri için 657 sayılı Kanun’a tabi
olacaktır. Bu durum, uygulamada karışıklığa ve öngörülemezliğe neden olacak
niteliktedir. Diğer bir deyişle hangi fiilin sözleşme kapsamındaki hizmet ve
faaliyetlerinden dolayı işlendiğinin objektif kriterlere göre tespiti güç
olacaktır. Ayrıca sağlık personelinin sağlık hizmeti kapsamındaki spesifik
faaliyetlerinden kaynaklanacak disiplinsizlikler, neredeyse tüm memurların tabi
olduğu ve en genel kapsamlı 657 sayılı Kanun’da tanımlanan disipline aykırı
fiiller kapsamıyla örtüşmeyecektir. Söz gelimi iş sağlığı ve güvenliği
kurallarına uymaması (örneğin sağlık personelinin hastayı ve kendisini korumak
amacıyla tedbir alma yükümlülüğüne uymaması) ile herhangi bir memurun kurumca
belirlenen tasarruf tedbirlerine riayet etmemesi aynı yaptırımı gerektirse de
çok farklı fiil içeriğine sahiptir. Öte yandan disiplin işlemleri, cezalandırma
mekanizmasının bir tezahürü iken; söz gelimi ek prim, başarı belgesi gibi
unsurlar, ödüllendirme mekanizmasının bir tezahürüdür. Aynı kanun içinde bu iki
mekanizma açısından bir denge gözetilmiştir. Ancak iptali talep edilen cümleyle
söz konusu personel bakımından makul denge ortadan kaldırılmaktadır. Her ne
kadar söz konusu disiplin cezasının başhekim tarafından verileceği hüküm altına
alınsa da ve gerekçede birlikte kullanılan sağlık tesisindeki hizmetlerin daha
sağlıklı yürütülebilmesi ve disiplinin temin edilmesi amaçlansa da; başhekimin
bu yetkisi görev-yetki-sorumluluk zinciri bakımından da hukuki olarak sorun
yaratmaktadır. Zira bu personelin tüm özlük işlemleri (örneğin atama)
bakımından kadrosunun bulunduğu ilgili kurum görevlidir. O halde bu personel
üzerinde denetim ve gözetimi de başhekim değil, kadrosunun bulunduğu ilgili
kurum yürütmelidir. O halde iptali talep edilen cümle, Anayasa’nın 2., 128. ve
130. maddelerine aykırıdır.
Ayrıca bu noktada Anayasa Mahkemesi’nin
iptali talep edilen cümleye benzer içerikte olan 6764 sayılı Kanun’un 26.
maddesiyle 2547 sayılı Kanun’un 53. maddesinin değiştirilen (b) fıkrasının (1),
(2), (3), (4) ve (6) numaralı bentlerinde yer alan “657 sayılı Kanundaki
fiillere ilave olarak…” ibarelerinin iptaline ilişkin kararına değinmekte fayda
bulunmaktadır. Anayasa Mahkemesi, öğretim elemanlarına uygulanacak disiplin
mevzuatı arasında 657 sayılı Kanun’un ilgili hükümlerinin sayılmasıyla ilgili
verdiği kararında ‘‘Bu durumda öğretim elemanı, memur ve diğer personelden
oluşan yükseköğretim kurumları kamu personeline ilişkin disiplin kuralları
öngörülürken kanun koyucu tarafından bunlar arasında görevin niteliğinden
kaynaklanan ve Anayasa tarafından öngörülen ayrım ve farklılıkların dikkate alınmayarak
öğretim elemanları ile memur ve diğer personelin tümüyle aynı kurallara tabi
kılınması ve dava konusu ibareler yoluyla öğretim elemanlarının disiplin
sorumluluğu kapsamına 657 sayılı Kanun’da sayılan fiillerin tamamının dâhil
edilmesi, Anayasa’da bu kişiler için öngörülen güvencelerle örtüşmediği gibi
gerek uygulayıcılar gerekse disiplin kurallarının muhatapları yönünden birtakım
belirsizliklere de yol açtığından dava konusu kuralların Anayasa’nın 2., 27. ve
130. maddeleriyle bağdaşmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Açıklanan nedenlerle
kurallar Anayasa’nın 2., 27. ve 130. maddelerine aykırıdır. İptali gerekir.’’ şeklinde
hüküm kurmuştur. (Anayasa Mahkemesi’nin, 10.04.2019 tarihli ve 2017/33 E.;
2019/20 K. sayılı Kararı, § 40, 41) O halde kanun koyucu, sağlık personelinin
özellik arz eden görevi nedeniyle ve uygulamada bir belirsizliğe yol açmaması
amacıyla onların disiplin işlemlerini, (kadrosunun bulunduğu ilgili kurumun
mevzuatından ayırarak) diğer memurlarla aynı kanuna (657 sayılı Kanun’a) tabi
kılmamalıdır.
Son olarak belirtmek gerekir ki anılan Ek
madde 9; Sağlık Bakanlığı ile üniversiteler arasında bir afiliasyon ilişkisi
yaratmaktadır. Bu ilişki personelin özlük hakları zedelenmeden kurulmalıdır.
Aksi takdirde, personelin disiplin ve özlük işlemleri bakımından ikili bir
uygulama yaratılması durumunda, Anayasa’nın 27. ve 130. maddelerinde temelini
bulan bilim hürriyeti ve bilimsel özerkliğe dayanan tıp eğitimi ve akademik
özerkliğin korunması da olumsuz etkilenecektir. Nitekim Avrupa Konseyi Parlamenter
Meclisi’nin 2006 tarihli tavsiye kararına göre akademik özgürlük ve üniversite
özerkliği, demokratik bir toplumun gereğidir. O halde demokratik bir hukuk
devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’nde, akademik özgürlük ve üniversite
özerkliğini sağlayan her tedbir alınmalıdır.
Başka bir deyişle Danıştay 15. Dairesi’nin
06.04.2015 tarihli ve 2014/5232 sayılı kararında belirtildiği üzere; ‘‘sağlık
tesislerinin birlikte kullanımı, sağlık hizmet sunumu ve eğitim ve araştırma
hizmetleri olmak üzere iki temel unsur üzerine kurulmaktadır. Sağlık hizmet
sunumunun kalitesi ve verimliliği büyük önem arz etmekle birlikte, sağlık
eğitiminde kalite ve verimliliğin azalması halinde, uzun vadede sağlık hizmet
sunumunun da bundan olumsuz etkileneceği dikkate alındığında, birlikte
kullanımlardaki tesislerdeki sağlık hizmet sunumunun eğitime herhangi bir
olumsuzluk oluşturmayacak şekilde yürütülmesi esas olmalıdır.’’ (Danıştay 15.
Dairesi’nin 06.11.2018 tarihli ve 2018/2625 sayılı Kararı)
Tıp eğitimi ve akademik özerkliğin gerçekleşmesi,
personelin varlığından bağımsız değildir. Nitekim bu personel; tıp eğitimi ve
sağlık hizmetinin verildiği amfi, sınıf, uzaktan eğitim merkezi, bilişim
merkezi, tıbbi beceri ünitesi, kütüphane, laboratuvarlar, servisler,
poliklinikler, tanı-tedavi üniteleri, ameliyathane, yoğun bakımlar, radyoloji
ünitesi, acil servis, doğumhane, biyokimya laboratuvarı ve diğer servislerde
çalışır ve bu işleyişin bir parçasıdır. O halde söz konusu personelin iş
birliği ve uyum içinde çalışabilmesini sağlayan etmenlerden biri olan ‘‘disiplin
bakımından tabi olduğu mevzuattaki belirliliğin’’ ortadan kaldırılması,
akademik özerkliğe dayanan tıp eğitimi ve sağlık hizmeti verilmesini
aksatacaktır.
Tüm bu nedenlerle 7256 sayılı Kanun’un 28.
maddesiyle 07.05.1987 tarihli ve 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nun
ek 9. maddesinin dokuzuncu fıkrasına eklenen cümle, Anayasa’nın 2., 27., 128.
ve 130. maddelerine aykırıdır; anılan cümlenin iptali gerekir.
10) 11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 32. maddesiyle değiştirilen 31.05.2006 tarihli ve 5510 sayılı
Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 40. maddesinin ikinci
fıkrasında yer alan tablonun 16. sırasındaki ‘‘14 sayılı Cumhurbaşkanlığı
Kararnamesine göre basın kartı sahibi olmak suretiyle fiilen çalışanlar.’’
ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında
Kanunun 32. maddesi ile 5510 sayılı Kanun’un 40. maddesinin ikinci fıkrasında
yer alan tablonun 16’ncı sırasında yer alan basın ve gazetecilik mesleğinde
çalışanlar için 90 gün olan fiili hizmet zammı süresinden kimlerin
yararlanacağına ilişkin hüküm değiştirilmiş ve 14 sayılı Cumhurbaşkanlığı
Kararnamesi’ne göre basın kart sahibi olmak suretiyle basın ve gazetecilik
mesleğinde fiilen çalışanlar olarak bir kısıtlama getirilmiştir.
Öncelikle, 5510 sayılı Sosyal Sigortalar
ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun 40. maddesi ile bazı işlerde ve
mesleklerde çalışan sigortalılara yönelik özel bir düzenleme yapılmış olup, bu
düzenleme ile sigortalının çalıştığı işyeri, meslek veya işin risk ve
tehlikesine bağlı olarak sigortalının prim ödeme gün sayısına belli bir oranda
gün eklenmesi yoluyla sigortalının daha erken bir şekilde yaşlılık, ölüm ve
malullük aylığından yararlanabilmesine olanak sağlanmıştır. Söz konusu maddede
sıralanan mesleklerden birisi de basın ve gazetecilik mesleğinde çalışanlar
için öngörülen fiili hizmet zammıdır.
Bu meslekte çalışanlar için mülga 506
sayılı Sosyal Sigortalar Kanunu’nda yer alan itibari hizmet süresi düzenlemesi
5510 sayılı Kanun’un yürürlüğe girmesiyle gazeteciler ve basın mesleğinde
çalışanlar için kaldırılmış, ancak 10.01.2013 tarih ve 6385 sayılı Kanun’un 15.
maddesi ile yapılan düzenleme ile basın ve gazetecilik mesleğinde fiili hizmet
süresi zammı kapsamındaki sigortalılar için “Basın Kartı Yönetmeliğine göre
basın kartı sahibi olmak suretiyle fiilen çalışanlar” şartı öngörülmüştür. Bir
diğer deyişle basın ve gazetecilik mesleğinde çalışanlar açısından fiili hizmet
zammı hakkından yararlanmak “basın kartı sahibi olma” şartına bağlanmıştır.
Söz konusu hüküm, Anayasa Mahkemesi’nin
25.12.2019 tarih ve E. 2019/62, K.: 2019/98 sayılı Kararı ile Anayasa’nın 13.
ve 60. maddelerine aykırı bulunarak iptal edilmiş ve Anayasa Mahkemesi’nin
Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun’un 66. maddesinin (3) numaralı
fıkrası gereğince kararın Resmi Gazete’de yayımlanmasından başlayarak dokuz ay
sonra yürürlüğe girmesine oybirliği karar verilmiştir.
14.02.2020 tarihli ve 31039 sayılı Resmi
Gazete’de yayımlanan Anayasa Mahkemesi Kararı’nın gerekçesinin ilgili bölümü şu
şekildedir:
“14. Kuralla fiilî hizmet zammından
yararlanacak basın kartı sahibi olanların tespiti Basın Kartı Yönetmeliği’ne
bırakılmıştır. Böylece basın kartı sahibi olmak için gerekli şartlar ve
dolayısıyla fiilî hizmet zammının uygulanacağı basın ve gazetecilik mesleğinde
çalışanların belirlenmesinde temel esaslar ve ilkeler kanunla düzenlenmeyerek
bu konudaki düzenleme yetkisi yönetmelik aracılığıyla bütünüyle yürütme
organına verilmiştir. Basın ve gazetecilik mesleğinde fiilen çalışanların fiilî
hizmet zammından yararlanmaları için kuralda olduğu gibi Basın Kartı Yönetmeliği’ne
göre basın kartı sahibi olmaları şartının öngörülmesi yeterli değildir.
Kanunilik ölçütünün gerçekleşmesi için sosyal güvenlik hakkının sınırlanmasına
yol açan söz konusu düzenleme nedeniyle basın kartının niteliği ile ne şekilde
verileceği konusunda ve bu kartın verileceği kişilerde aranacak şartları içeren
temel ilkelerin anılan hakka keyfi bir şekilde müdahale edilmesini önleyecek
şekilde kanunla açık bir şekilde ortaya konulması gerekir. Kanunda söz konusu
temel ilkeler ve kanuni çerçeve belirlenmeksizin itiraz konusu kuralla sosyal
güvenlik hakkına sınırlama getirilmesine imkân tanınması temel hakların ancak
kanunla sınırlanabileceğini öngören Anayasa hükmünü ihlal etmektedir.”
Hal böyle iken 7256 sayılı Kanun’un 32.
maddesi ile 5510 sayılı Kanun’un 40. maddesinin ikinci fıkrasındaki tablonun
16. sırası “14 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesine göre basın kartı sahibi
olmak suretiyle fiilen çalışanlar” şeklinde değiştirilmiştir.
Anayasa’nın 60. maddesinde çerçevesinde
tanımlanan sosyal güvenlik hakkı kapsamında yürürlükte olan 506 sayılı Kanun
ile 5434 sayılı Emekli Sandığı Kanunu kapsamında bulunan bazı iş/işyeri ve
meslekler ile bazı ağır ve yıpratıcı işler için, itibarî hizmet veya fiilî
hizmet süresi zammı adıyla farklı esas ve süreler tanımlanmıştır. Fiili hizmet
zammı, ağır, yıpratıcı ve tehlikeli hizmetlerde çalışanların bu çalışma
koşulları nedeniyle yıpranmalarına karşılık her hizmet yılına fiilen çalışmadan
katılan itibari bir süredir. 5510 sayılı Kanun ile mülga sosyal güvenlik kanunlarındaki
bu süreler tek bir madde altında birleştirilerek norm birliği sağlanmıştır.
5510 sayılı Kanun’un 40. maddesinde iptali
talep edilen kuralın da yer aldığı fiilî hizmet zammından yararlanılması için
aranan koşullar düzenlenmiştir. Bunlardan ilki, ilgili hizmetin maddede yer
alan çizelgede “Kapsamdaki İşler/ İşyerleri” başlığı altında belirlenmiş
hizmetlerden biri olması; ikincisi bu zamdan yararlanacak kişilerin “Kapsamdaki
Sigortalılar” başlığı altında belirtilen nitelikleri taşımaları ve belirtilen
işlerde çalışmalarıdır. Bu koşulları taşıyan sigortalıların söz konusu işte
geçen çalışma sürelerinin her 360 günü için karşılarında gösterilen 60 ila 180
arasında değişen gün sayısının fiilî hizmet zam süresi olarak eklenmesi
öngörülmüştür.
13.06.1952 tarihli ve 5953 sayılı Basın
Mesleğinde Çalışanlarla Çalıştıranlar Arasındaki Münasebetlerin Tanzimi
Hakkında Kanun’da gazeteci, bu Kanun kapsamına giren fikir ve sanat işlerinde
ücret karşılığı çalışanlar olarak tanımlanmıştır.
6385 sayılı Kanun ile de basın ve
gazetecilik alanlarında çalışan sigortalıların fiziksel, ruhsal ve fizyolojik
bakımlardan insan sağlığını olumsuz yönde etkileyen ağır ve yıpratıcı koşullar
altında çalıştıkları ve bu nedenle fiilî hizmet zammı hakkından
yararlandırılmaları kabul edilmiştir.
Kanun koyucu iptali talep edilen kural ile
basın ve gazetecilik mesleğini icra edenlerin fiilî hizmet zammından
yararlanabilmeleri için bu kişilerin ayrıca 14 sayılı Cumhurbaşkanlığı
Kararnamesi’ne göre basın kartı sahibi olmaları koşulunu getirmiştir.
23.07.2018 tarihli ve 14 numaralı İletişim
Başkanlığı Teşkilatı Hakkında Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi’nin 3. maddesine
dayanılarak çıkartılan Basın Kartı Yönetmeliği’ne göre basın kartı, bu
Yönetmelik’in 6. maddesindeki şartları taşıyan kişilere, İletişim Başkanlığınca
verilen resmî nitelikte kimlik belgesini ifade etmektedir. Ancak basın kartı
verilecek kişilerin nitelikleri ve basın kartının verilmesine ilişkin şartlar
yönünden herhangi bir kanuni düzenleme bulunmamaktadır.
Söz konusu düzenleme Anayasa’nın 60.
maddesinde tanımlanan sosyal güvenlik hakkını ihlal edici bir niteliktedir.
Anayasa’nın 60. maddesinde tanımlanan sosyal güvenlik hakkı çerçevesinde bir
meslek veya işte çalışan kişilerden kimlere fiili hizmet zammı hakkı
verileceğine ilişkin kısıtlama ancak kanuni bir düzenleme ile objektiflik şartı
yerine getirilerek düzenlenmelidir. Bir diğer deyişle, basın ve gazetecilik
mesleğinde 5953 sayılı Kanun ile tanımlanmış bulunan basın ve gazetecilik
mesleğinde çalışan sigortalılardan bir kısmına yönelik bir hak ihdası yapılacak
bir kısmına ilişkin bir kısıtlama getirilmesi gerekirse kanun koyucunun bu
ayrımı kanunilik ilkesine uygun olarak yapması ve bunun da objektif bir biçimde
düzenlenmesi gerekirken, iptali talep edilen düzenleme ile kanunilik koşulu
ortadan kaldırılmış, objektif olmayan yürütme erkinin inisiyatifinden olan ve
kişinin mesleğiyle ilişkili olmayan mesleğini icra etmede bir akreditasyon
unsuru olarak kabul edilen bir basın kartı sahipliğiyle ilişkilendirilmiştir.
Gazeteci veya basın mensubu basın kartı olmadan da bu mesleği icra edebilen bir
kişidir. Dolayısıyla bu yönde bir kısıtlamaya tabi tutulması objektiflik
kıstasını zedeleyen ve fiili hizmet zammı müessesesinin sosyal devlet ilkesi
muvacehesindeki anayasal amaç ve önemine aykırı bir unsur olarak karşımıza
çıkmaktadır. Yine iptali talep edilen düzenleme, gazetecilerin fiili hizmet
zammından yararlanmasını 14 sayılı CBK’ya bağlamaktadır. Cumhurbaşkanlığı
kararnameleri, kanun ile düzenlenmeyen alanlarda yürütme erkine tanınan
düzenleyici işlemler için oluşturulmuş kurallar bütünüdür. Dolayısıyla söz
konusu kurallar yürütme erki tarafından her zaman değiştirilebilirler ve bu
nedenle de gazeteciler ve basın mesleğinde çalışanlar için tanınmış olan kanuni
bir hakkın CBK ile kısıtlanması durumu ortaya çıkabilir bu da sosyal güvenlik
hakkını zedeleyici bir durumu ortaya çıkarır. Nitekim, Anayasa Mahkemesi,
25/12/2019 tarihli ve E. 2019/62, K.: 2019/98 sayılı kararında:
“11. Anayasa’nın 60. maddesine göre sosyal
güvenlik herkes için bir hak ve bunu gerçekleştirmek devlet için bir görevdir.
Kapsamındaki işyerleri ve sigortalılar belirlenerek fiilî hizmet zammının
kabulü de anayasal sınırlar içinde kalmak koşuluyla kanun koyucunun
takdirindedir. Kanun’da sosyal güvenlik hakkı çerçevesinde basın ve gazetecilik
mesleğinde çalışanların fiilî hizmet zammından yararlanabilmelerine imkân
sağlanmaktadır. Dolayısıyla kanun koyucunun gazetecilik mesleğinde çalışanlar
yönünden de fiili hizmet zammını sosyal güvenlik hakkı kapsamına dâhil ettiği
anlaşılmaktadır. Ancak kuralda bu haktan sadece basın kartı sahibi kişilerin
yararlanabileceği öngörülerek sosyal güvenlik hakkına bir sınırlama
getirilmektedir. Bu durumda belirtilen sınırlamanın Anayasa’nın 13.
maddesindeki ölçütlere uygunluğunun denetlenmesi gerekmektedir.
12. Anayasa’nın 13. maddesinde “Temel hak
ve hürriyetler, özlerine dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili
maddelerinde belirtilen sebeplere bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir.
Bu sınırlamalar, Anayasanın sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve
lâik Cumhuriyetin gereklerine ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz” denilmiştir.
Buna göre sosyal güvenlik hakkına sınırlama getiren düzenlemeler kanunla
yapılmalıdır.
13. Ancak Anayasa’nın 13. ve 60. maddeleri
kapsamında sosyal güvenlik hakkını sınırlamaya yönelik bir kanuni düzenlemenin
şeklen var olması yeterli olmayıp yasal kuralların keyfîliğe izin vermeyecek
şekilde belirli, ulaşılabilir ve öngörülebilir düzenlemeler niteliğinde olması
gerekir.
14. Esasen temel hakları sınırlayan
kanunun bu niteliklere sahip olması, Anayasa’nın 2. maddesinde güvenceye alınan
hukuk devleti ilkesinin de bir gereğidir. Hukuk devletinde kanuni
düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve
kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel
olması, ayrıca kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem
içermesi gerekir. Kanunda bulunması icap eden bu nitelikler hukuki güvenliğin
sağlanması bakımından da zorunludur. Zira bu ilke hukuk normlarının
öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven
duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici
yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar (AYM E.2015/41, K.2017/98, 4/5/2017, §§
153, 154).
15. Kuralla fiilî hizmet zammından
yararlanacak basın kartı sahibi olanların tespiti Basın Kartı Yönetmeliği’ne
bırakılmıştır. Böylece basın kartı sahibi olmak için gerekli şartlar ve
dolayısıyla fiilî hizmet zammının uygulanacağı basın ve gazetecilik mesleğinde
çalışanların belirlenmesinde temel esaslar ve ilkeler kanunla düzenlenmeyerek
bu konudaki düzenleme yetkisi yönetmelik aracılığıyla bütünüyle yürütme
organına verilmiştir. Basın ve gazetecilik mesleğinde fiilen çalışanların fiilî
hizmet zammından yararlanmaları için kuralda olduğu gibi Basın Kartı
Yönetmeliği’ne göre basın kartı sahibi olmaları şartının öngörülmesi yeterli
değildir. Kanunilik ölçütünün gerçekleşmesi için sosyal güvenlik hakkının
sınırlanmasına yol açan söz konusu düzenleme nedeniyle basın kartının niteliği
ile ne şekilde verileceği konusunda ve bu kartın verileceği kişilerde aranacak
şartları içeren temel ilkelerin anılan hakka keyfi bir şekilde müdahale
edilmesini önleyecek şekilde kanunla açık bir şekilde ortaya konulması gerekir.
Kanunda söz konusu temel ilkeler ve kanuni çerçeve belirlenmeksizin itiraz
konusu kuralla sosyal güvenlik hakkına sınırlama getirilmesine imkân tanınması
temel hakların ancak kanunla sınırlanabileceğini öngören Anayasa hükmünü ihlal
etmektedir.”
şeklindeki görüşü ile yürütme organına
gazetecilik ve basın mesleğinde çalışanlardan kimlere yönelik fiili hizmet
süresi zammı verilmesinde belirlemenin yürütme tarafından çıkarılacak bir
kararname veya bir yönetmelik ile düzenlemesinin Anayasa’nın 60. maddesinde
tanımlanan ve temel haklardan olan sosyal güvenlik hakkının kanun ile
sınırlanabileceğini öngören Anayasa hükmü olan 13. maddeye aykırılık teşkil
ettiğini belirtmiştir.
Anayasa Mahkemesinin söz konusu kararına
rağmen, 7256 sayılı Kanun ile getirilen bu düzenleme de Anayasa’nın 13. ve 60.
maddelerine açık aykırılık taşımaktadır. Çünkü bu kararın gerekçesi olan
yönetmelik 14 sayılı CBK’nın 6. maddesi çerçevesinde çıkarılmıştır. Dolayısıyla
Anayasa Mahkemesi kararını yok sayarak “kanunilik ilkesi” çerçevesinde
kriterleri kanun yoluyla belirleme yerine CBK ile yürütmeye sınırları belirsiz
ve keyfiyete dayalı geniş yetki devri yapılmaktadır. Anayasa’nın 153.
maddesinde belirtilen bağlayıcılık ilkesine aykırılıktan söz edilebilmesi için,
iptal edilen kuralla dava konusu yeni düzenlemenin içerik ve kapsam bakımından
aynı ya da benzer olması gerekir (Anayasa Mahkemesi’nin 12.11.1991 tarihli ve
1991/7 E.: 1991/43 K. sayılı Kararı). İhtilaflı kural, bu çerçevede, Anayasa’nın
153. maddesinin son fıkrasına aykırıdır.
Söz konusu düzenleme aynı zamanda Anayasa’nın
2. maddesinde güvenceye alınan hukuk devleti ilkesine de aykırıdır. Anayasa
Mahkemesi’ne göre hukuk devleti, keyfiyeti ortadan kaldırıcı bir devlettir:
“Hukuk devletinde kanuni düzenlemelerin
hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer
vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır, uygulanabilir ve nesnel olması, ayrıca
kamu otoritelerinin keyfî uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi gerekir.
Kanunda bulunması icap eden bu nitelikler hukuki güvenliğin sağlanması
bakımından da zorunludur. Zira bu ilke hukuk normlarının öngörülebilir
olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini,
devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden
kaçınmasını gerekli kılar (AYM E.2015/41, K.2017/98, 4/5/2017, §§ 153, 154).”
Söz konusu düzenleme, yürütmeye temel hak
ve özgürlüklerden olan sosyal güvenlik hakkını kanunilik ilkesi çerçevesinde
kısıtlama yerine yürütme erkinin keyfiyetine dayanan CBK alanında düzenlenen 14
sayılı CBK ile kısıtlama hakkı getirmektedir. Bu düzenleme ile İletişim
Başkanlığı, bu kararnamenin 6. maddesine dayanılarak çıkarılan bir yönetmelikte
yapacağı değişikliklerle hakkın kullanımını doğrudan etkileyebilecektir. Bir
gazeteciye verilen basın kartını iptal edebilecek veya hiçbir biçimde basın
kartı vermeyebilecektir. Dolayısıyla bu da hukuk devletinin güvenirlik ilkesini
doğrudan zedeleyen bir düzenlemeye neden olmaktadır. Bu nedenle söz konusu
düzenleme Anayasa’nın 2. maddesine de açık bir biçimde aykırıdır, iptali
gerekir.
Bunların yanında; ihtilaflı kural, basın
özgürlüğüne (m.28) ve düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğüne de (m.26)
aykırıdır. Anayasa’nın 28. maddesine göre: “Basın hürdür, sansür edilemez ...
Devlet, basın ve haber alma hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır”. Anayasa
Mahkemesi’nin ifade ettiği üzere:
“57. Demokratik bir sistemde, devletin
eylem ve işlemlerinin, adli ve idari yetkililerin olduğu kadar, basının ve aynı
zamanda kamuoyunun da denetimi altında bulunması gerekmektedir. Yazılı, işitsel
veya görsel basın kamu gücünü kullanan organların siyasi kararlarını,
eylemlerini ve ihmallerini sıkı bir denetime tabi tutarak ve vatandaşların
karar alma süreçlerine katılımını kolaylaştırarak demokrasinin sağlıklı bir
şekilde işlemesini ve bireylerin kendilerini gerçekleştirmelerini güvence
altına almaktadır (benzer yöndeki AİHM kararları için bkz. Lingens/Avusturya,
B. No: 9815/82, 8/7/1986, § 41; Özgür radyo-Ses Radyo Televizyon Yapım ve
Tanıtım AŞ/Türkiye, B. No: 64178/00, 64179/00, 64181/00, 64183/00, 64184/00,
30/3/2006 § 78; Erdoğdu ve İnce/Türkiye, B. No: 25067/94, 25068/94, 8/7/1999, §
48). Bu sebeple basın özgürlüğü, herkes için geçerli ve yaşamsal bir
özgürlüktür (bkz. AYM, E.1997/19, K.1997/66, K.T. 23/10/1997).
58. AİHM, birçok sefer demokratik bir
toplumda basının oynadığı temel rolün altını çizmiştir. Her ne kadar, özellikle
de başkalarının şöhret ve haklarının korunmasıyla ilgili olarak, bazı sınırları
aşmaması gerekse de basının, görev ve sorumluluklarının bilincinde olarak kamu
yararını ilgilendiren her konuyu iletme görevi vardır. Onun böyle konularda
bilgi ve fikir yaymadan ibaret olan görevine kamunun bu fikir ve bilgileri alma
hakkı eklenir. AİHM’e göre bu görevi olmasaydı basın, vazgeçilmez “bekçi
köpeği” rolünü oynayamazdı (Bladet Tromsø ve Stensaas/Norveç [BD], B. No:
21980/93, 20/5/1999, §§ 59 ve 62; Pedersen ve Baadsgaard/Danimarka [BD], B. No:
49017/99, 17/12/2004 § 71)” (AYM, İlhan Cihaner (2), B. No: 2013/5574,
30/6/2014, §57-58)
Buna karşın, 7256 sayılı Kanun’un 32.
maddesi ile 5510 sayılı Kanun’un 40. maddesinin ikinci fıkrasındaki tablonun
16. sırası “14 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesine göre basın kartı sahibi
olmak suretiyle fiilen çalışanlar” şeklinde değiştirilmiştir. Fiili hizmet
zammı, Anayasa’nın 60. maddesinde düzenlenen sosyal güvenlik hakkının uygulanma
alanı içinde yer alan, onun özel bir icra şeklini oluşturan bir uygulamadır. Şu
halde; ihtilaflı düzenleme uyarınca, gazetecilerin anayasal sosyal güvenlik hakkından
yararlanabilmeleri, Cumhurbaşkanlığı’na bağlı İletişim Başkanlığı’nca verilecek
basın kartına sahip olmalarını gerektirmektedir.
Ne var ki; 2017 yılında 6771 sayılı Kanun
ile gerçekleştirilen Anayasa değişiklikleri dahilinde, Anayasa’nın 101. maddesinde
yer alan “Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir” fıkrası
ilga olmuştur. Akabindeki siyasi deneyim, Anayasa’nın 103. maddesindeki açık
tarafsızlık kaydına rağmen, partili ve parti genel başkanı Cumhurbaşkanı
kavramını ortaya çıkarmıştır. 6771 sayılı Kanun ile gerçekleşen Anayasa
değişiklikleri sonrasındaki siyasi deneyim; Cumhurbaşkanı’nın, muhalefet
partilerini eleştiren, günlük siyasi tartışmalara dahil olan bir parti genel
başkanı konumunda bulunduğunu göstermektedir. Hal böyleyken, gazetecilerin
sosyal güvenlik hakkını, siyasi tartışmalarda taraf olan ve muhalif gazeteciler
tarafından doğal olarak eleştirilebilen Cumhurbaşkanı’na bağlı İletişim
Başkanlığı’nın vereceği basın kartına bağlamak, basın özgürlüğüne ve düşünceyi
açıklama ve yayma özgürlüğüne açıkça aykırı bir nitelik taşır. İletişim
Başkanlığı, siyasi tartışmalarda taraf olan partili Cumhurbaşkanı’nı basının
“bekçi köpeği” fonksiyonu dahilinde eleştiren muhalif gazetecilere basın kartı
vermeyerek, onları fiilen cezalandırabilecektir. Esasen güncel uygulama, tam da
bu şekilde cereyan etmektedir: İletişim Başkanlığı, muhalif olduğu kabul edilen
gazetecilere, Anayasa’nın demokrasi, basın hürriyeti ve ifade özgürlüğüyle
ilgili düzenlemelerine açıkça aykırı olarak, basın kartı vermemektedir. Son iki
yılda, birçok muhalif gazetecinin basın kartı iptal edilmiştir. Bu tablo
karşısında; iptali istenen kural sebebiyle, demokrasimizin vazgeçilmez unsuru
sıfatlarıyla muhalefet etme haklarını kullanan gazeteciler, (eleştiri haklarından
feragat etmek suretiyle) sosyal güvenlik haklarından mesleklerine uygun şekilde
yararlanmakla, (fiili hizmet zammı bakımından sosyal güvenlik haklarından
feragat etmek suretiyle) siyasi ifade ve basın hürriyetlerinden yararlanmak
arasında fiili bir tercih yapmaya zorlanıyor olmaktadır. Bu durumda, bazı
gazetecilerin, sosyal güvenlik haklarını yitirmemek amacıyla kendi kendilerine
sansür uygulamaları ve eleştiri haklarını kullanmaktan kaçınmaları mümkündür
(chilling effect). Oysa, hiç kimse, rekabet halinde herhangi bir kamu yararı
yokken, iki anayasal hakkından birisinden feragat etmeye zorlanamaz. Hiçbir
kamu mercii, Anayasa’nın 13. maddesindeki koşullar söz konusu değilken, kişinin
iki temel hakkı arasında, bunlardan birisinin ihlal edilmesi sonucunu doğuracak
şekilde bir çatışma yaratamaz. Eklemek gerekir ki; Anayasa Mahkemesi’nin, basın
kartının veriliş koşullarının demokratik hukuk devletiyle bağdaşır şekilde
kanun düzeyinde tanımlanmamış olduğunu ve bu hususun yürütmenin keyfiliğine
bırakılmış bulunduğunu ve bu durumun da, teorik olarak, gazetecilerin basın
hürriyetini muhalefet etme yönünde kullandıkları için kendilerine basın kartı
verilmeyerek fiili bir cezaya maruz bırakılmalarını mümkün kıldığını tespit
etmesi, anayasal sosyal güvenlik hakkının icrasını söz konusu basın kartına
bağlayan ihtilaflı kuralın iptali için yeterli sayılmak gerekir. İhtilaflı
kural, anılan sebeplerle, Anayasa’nın 26. ve 28. maddelerine aykırıdır.
İptali talep edilen düzenlemede
gazetecilerin ve basın mesleğinde çalışanların fiili hizmet süresi zammından
yararlanmaları basın kartı sahibi olmalarına dayandırılmıştır. 14 sayılı CBK’nın
3. maddesi çerçevesinde yayımlanan Basın Kartı Yönetmeliğinin 6., 7. ve 8.
maddelerinde kimlerin basın kartı alabilecekleri düzenlenmiştir. Buna göre;
basın kartı alabilmek için söz konusu yönetmelik maddelerinde bir dizi şart
öngörülmüştür. Bu şartlar arasında basın mesleğinin icrası ile doğrudan
bağlantı kurulamayacak, sadece mesleğin icrasında bir kolaylık bir akreditasyon
aracı olarak tanımlanabilecek basın kartının alınmasında 5953 sayılı Kanun’a
göre sigorta primi ödenmiş olması gibi işverenlerin inisiyatifine bırakılmış,
gazetecinin iradesi dışındaki koşul ve şartlar tanımlanarak aynı mesleği icra
eden kişiler arasında bir ayrım yapılmıştır. Anayasa’nın 10. maddesinde kanun
önünde eşitlik ilkesi tanımlanmıştır. Buna göre aynı statüde olan kişilere
farklı eşit işlem yapılması zorunludur. Oysa, söz konusu düzenleme ile basın
kartı sahibi olan gazeteciler ile basın mesleğinde çalışanlar ile basın kartı
olmayan gazeteciler ve basın mesleğinde çalışanlar arasında kanuna dayanmayan
bir ayrım yapılarak basın kartı sahibi olmayan meslek mensuplarının kanuni bir
hakkı kullanmaları engellenmektedir. Bu ayrımcılık, aynı zamanda hakkın ortadan
kalkmasına ve gazetecinin mesleği icra etmesine rağmen, objektif olmayan bir
biçimde yönetmelikle belirlenmiş olan düzenlemeler nedeniyle fiili hizmet
süresi zammından yararlanamamasına neden olmaktadır. Bu nedenle de düzenleme
aynı zamanda Anayasa’nın 10. maddesine de aykırılık taşımaktadır, bu nedenle
iptali gerekir.
Yürütme organı (ya da idare), Anayasada
öngörülmüş durumlar dışında kanunların düzenlemediği bir alanda kendiliğinden
kural koyamaz ya da bir kanuna aykırı olarak bir kural koyamaz.
7256 sayılı Kanun’un 32. maddesi ile 5510
sayılı Kanun’un 40. maddesinin ikinci fıkrasındaki tablonun 16. sırasındaki
düzenleme ile kanun ile düzenlenmesi zorunlu olan bir alanda Cumhurbaşkanlığı
Kararnamesi ile düzenleme yaparak gazeteci ve basın mensuplarının fiili hizmet
süresi zamlarının 14 sayılı CBK ile ilişkilendirilerek yürütme erkinin
inisiyatifine bırakılmasıyla yasa ile verilen yetki sınırları ve kapsamı
değiştirilmiş ve yasama yetkisinin devrinin sınırlarını aşan bir düzenleme
yapılmıştır. Yürütme organı (ya da idare), Anayasa’da kanun ile düzenlenmesi
öngörülmüş bir alanda ölçülülük sınırlarını aşabilecek, kapsamı ve niteliği
belirsiz bir düzenleme yapma yetkisi ile donatılmaktadır.
Dolayısıyla temel hak ve hürriyetlerden
olan sosyal güvenlik hakkını sınırlayıcı bir düzenlemenin kanunla düzenlenmesi
yolundaki Anayasa kuralına aykırı bir düzenleme yapılması ve yürütmeye Anayasa’ya
aykırı bir yetki tanımlanması, yasama yetkisinin devrine ilişkin sınırın
aşıldığını ve yürütmenin yasamanın yetki alanına müdahale ettiğini
göstermektedir. Bu nedenle, söz konusu madde, Anayasa’nın 7. maddesinde
belirlenen yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine aykırıdır, iptali
gerekir.
Yukarıda belirtilen nedenlerle 11.11.2020
tarihli ve 7256 sayılı Bazı Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 32. maddesi ile değiştirilen
5510 sayılı Kanun’un 40. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan tablonun 16.
sırasındaki “14 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesine göre basın kartı sahibi
olmak suretiyle fiilen çalışanlar” ibaresi, Anayasa’nın 2., 7., 10., 13., 26.,
28., 60. ve 153. maddelerine aykırıdır, iptali gerekir.
11) 11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 41. maddesiyle 01.02.2018 tarihli ve 7075 sayılı Olağanüstü
Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu Kurulması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin
Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’a eklenen geçici madde 4’ün birinci
fıkrasının ikinci cümlesinde yer alan ‘‘en geç altı ay’’ ibaresi ile üçüncü
cümlesinin Anayasa’ya aykırılığı
01.02.2018 tarihli ve 7075 sayılı
Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu Kurulması Hakkında Kanun Hükmünde
Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’un; 2. maddesinin (3)
numaralı fıkrasında yer alan “...ilave tedbirler ile...” ibaresi, Anayasa
Mahkemesi tarafından asıl tedbirin zorunlu sonucu olmayan ve asıl tedbirlerden
ayrılabilir nitelikte olan ilave tedbirler yönünden bir ayrım yapılmaksızın tüm
ilave tedbirlere karşı Komisyon’a başvuru hakkının tanınmaması, anılan
nitelikteki tedbirlerin asıl tedbirlerden bağımsız olarak idari ve yargısal
merciler tarafından etkili bir şekilde denetimini imkânsız kılmaktadır
değerlendirmesi yapılarak Anayasa’nın 40. maddesiyle güvence altına alınan
etkili başvuru hakkına aykırılık nedeniyle 24.12.2019 tarihinde 2018/74 E.,
2019/92 K. sayılı kararıyla iptal edilmiştir.
7256 sayılı Bazı Alacakların Yeniden
Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 41.
maddesiyle 7075 sayılı Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu Kurulması
Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’a
eklenen geçici madde 4 ile Anayasa Mahkemesi’nin hükmü doğrultusunda ilave tedbirler
için başvuru yolu düzenlenmektedir.
Kanun koyucunun Anayasa Mahkemesi’nin
verdiği karara uyum sağlamak için mahkemenin gerekçelerini dikkate alarak
düzenleme yapması gerekmektedir. Kanun Hükmünde Kararnameler ile olağanüstü
hâlin ilanına sebep olan tehdit ve tehlikelerin bertaraf edilmesi amacıyla
kişilere yönelik kamu görevinden çıkarma ya da öğrenci olanların mevcut eğitim
kurumlarıyla ilişiğinin kesilmesi gibi tedbirler öngörülmüştü. Yine kuruluşlara
yönelik yükseköğretim kurumları, dernekler, vakıflar, radyo ve televizyon
kuruluşları, gazete ve dergiler kapatılmıştı. Kamu görevinden çıkarma ya da
kuruluşların kapatılmasının hukuki sonuçları bir idari işleme gerek olmaksızın,
doğrudan KHK hükümleri ile doğmuştur. Doğrudan olağanüstü hâl KHK’ları ile
uygulanan tedbirler herhangi bir idari işleme dayanmadığından bu tedbirlere
karşı idari yargı mercilerinde dava açma imkânı bulunmamakta ve tesis edilen
işlemlere ilişkin başvuruları değerlendirmek ve karara bağlamak üzere
Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu kurulmuş ve yetkilendirilmiştir.
Anayasa Mahkemesi ilave tedbirlerin neler
olduğunu ve Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu’na başvuru imkanı
olmadığını şu şekilde değerlendirmiştir. Başvuru mahkûmiyet kararı aranmaksızın
rütbe ve/veya memuriyetlerinin alınması, yeniden kamu hizmetinde istihdam
edilmeme, uhdelerinde bulunan her türlü mütevelli heyet, kurul, komisyon,
yönetim kurulu, denetim kurulu, tasfiye kurulu üyeliği ve sair görevlerinin
sona ermiş sayılması, silah ruhsatlarının, gemi adamlığına ilişkin
belgelerinin, pilot lisanslarının ve pasaportlarının iptal edilmesi,
oturdukları kamu konutlarından veya vakıf lojmanlarından tahliye edilme, özel
güvenlik şirketlerinin kurucusu, ortağı ve çalışanı olarak görev alamamaları
gibi kamu görevinden çıkarmaya bağlı olarak ilave tedbirlerin uygulanması
öngörülmüştür (Anayasa Mahkemesi Kararı : 24/12/2019 tarih, 2018/74E.,
2019/92K. paragraf 24). Yine aynı şekilde uhdelerinde taşımış oldukları mesleki
unvanları ve sıfatlarını kullanamayacakları, bu unvan ve sıfatlarına bağlı
olarak sağlanan haklardan yararlanamayacakları da ilave tedbirlerden olarak
sayılmıştır (paragraf 25). Kuruluşlar bakımından ise kuruluşlarına ait olan
taşınırlar ile her türlü mal varlığı, alacak ve haklar, belge ve evrakın
Hazineye bedelsiz olarak devredilmesi; bunlara ait taşınmazların tapuda resen
Hazine adına, her türlü kısıtlama ve taşınmaz yükünden ari olarak tescil
edilmesi gibi ilave tedbirlerin uygulanması öngörülmüştür (paragraf 26).
İlgililer, doğrudan KHK hükmü ile uygulanan kamu görevinden çıkarma ya da kurum
ve kuruluşların kapatılması gibi tedbirlere karşı 7075 sayılı Kanun’un 2.
maddesinin (1) numaralı fıkrasına göre Komisyona başvuruda bulunabilecektir.
Ancak dava konusu kural uyarınca ilgililerin kamu görevinden çıkarmaya bağlı
olarak silah ruhsatı ve pasaportun iptal edilmesi ya da kurum ve kuruluşların
kapatılmasına bağlı olarak mal varlığının Hazineye devredilmesi gibi ilave
tedbirlere karşı Komisyona başvuru hakkı bulunmamaktadır (paragraf 27).
Anılan kararda Mahkeme; etkili başvuru
hakkını anayasal bir hakkının ihlal edildiğini ileri süren herkesin hakkın
niteliğine uygun olarak iddialarını inceletebileceği makul, erişilebilir,
etkili, ihlalin gerçekleşmesini veya sürmesini engellemeye ya da sonuçlarını
ortadan kaldırmaya elverişli idari ve yargısal yollara başvuruda bulunabilme
imkânının sağlanmasını teminat altına alınması olarak tanımlayarak asıl
tedbirlerin uygulanmasıyla zorunlu olarak uygulanması gerekmeyen, asıl
tedbirlerden ayrılabilir nitelikteki ilave tedbirlerin hukuka uygun olup
olmadığını değerlendirebilecek herhangi bir idari ve adli yol öngörülmemiş
olduğunu vurgulamıştır. Olağanüstü hâl KHK’larında düzenlenmekle birlikte bir
idari işlem tesis etmek suretiyle uygulanan ilave tedbirlere karşı idari yargı
yoluna başvurulabileceği kabul edilse bile bu tedbirlere karşı açılan davalarda
idari yargı mercilerince yapılacak denetim şeklî bir denetimden öteye
geçmeyeceği, belirtilen şekilde uygulanan ilave tedbirlere karşı idari yargıya
başvuru yapılabilmesinin bu hâliyle etkili bir hukuk yolu olduğu
söylenemeyeceği yorumunu yapmıştır.
İşbu dilekçemize konu 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 41. maddesiyle 7075 sayılı Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme
Komisyonu Kurulması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul
Edilmesine Dair Kanun’a eklenen “ilave tedbirler için başvuru yolu” başlıklı
GEÇİCİ MADDE 4’ün birinci fıkrası uyarınca ilave tedbirlere karşı hakkında
tedbir uygulanan kişi, kanuni temsilcisi ya da mirasçıları tarafından tedbiri
uygulayan veya tedbirle ilgili olan kamu kurum ve kuruluşlarına bu maddenin
yürürlüğe girdiği tarihten itibaren üç ay içinde başvurulacağını, kamu kurum ve
kuruluşlarının, başvuru üzerine yapacağı inceleme sonucuna göre en geç altı ay
içinde başvurunun reddine veya tedbirin kaldırılmasına karar vereceğini
düzenlemiş ve 15.07.1950 tarihli ve 5682 sayılı Pasaport Kanununun ek 7.
maddesi hükmünü saklı tutmuştur.
Anayasa’da güvence altına alınan temel hak
ve özgürlüklere sınırlama getiren ilave tedbirlerin asıl tedbirlerden bağımsız
olarak hukuka uygun olup olmadığının değerlendirilmesi gerekir. Asıl tedbirden
bağımsız olarak uygulanan ilave tedbirlerin hukuka uygun olup olmadığının
denetimi ise ancak yargı makamlarının etkili bir denetim yapmasına imkân
verecek bir idari başvuru yolunun öngörülmesiyle mümkündür.
KHK’lar ile yapılan işlemlerin ve bu
işlemlere bağlı olarak uygulanan ilave tedbirlerin herhangi bir usuli güvenceye
uyulmaksızın, ölçütü ve yöntemi belli olmayan bir şekilde tesis edildiği
dikkate alındığında bu işlemlere karşı tüm başvuru yollarının kapatılması
telafisi mümkün olmayan sonuçlara yol açmaktadır. Her ne kadar yapılan işlemler
için Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu’na başvurular yapılmışsa da
komisyonun önünde binlerce dosya geçen yıllara rağmen beklemekte ve komisyonun
görev süresi mütemadiyen uzatılmaktadır.
İlave tedbirler bakımından geçici madde 4
ile getirilen başvuru mekanizması idari bir başvuru sistemi olarak
öngörülmüştür. Başvuru sisteminin bağımsız ve tarafsız mahkemeye başvuru
öncesinde idari başvuru olarak kurgulanabileceği açıktır. Ancak bu başvurunun
formaliteden yapılmaması, sadece zaman geçirmeye yönelik olmaması
gerekmektedir. Yıllardır bağımsız merciler tarafından lehte-aleyhte hususlar
toplanarak değerlendirilmesi mümkün olmayan dosyalar aslında insanların
hayatlarına son vermelerine, çalışamamalarına, ebeveynlerinin yanlarına
aileleriyle dönmelerine, çocuklarını okula gönderememelerine, yokluk ve
yoksunluk çekmelerine neden olmaktadır. Bu sürecin ivedilikle incelenmesi geçen
yıllar da dikkate alındığında daha da önem kazanmaktadır. İdari başvurularda
süre idari makamların sükutu halinde altmış gündür. Bir başka deyişle ilgililer,
haklarında idari davaya konu olabilecek bir işlem veya eylemin yapılması için
idari makamlara başvurmalarını müteakip altmış gün içinde bir cevap verilmezse
istek reddedilmiş sayılmaktadır. Ancak hali hazırda geçici madde 4 düzenlemesi
ile kamu kurum ve kuruluşlarının, başvuru üzerine yapacağı inceleme sonucuna
göre en geç altı ay içinde başvurunun reddine veya tedbirin kaldırılmasına
karar vereceğini düzenlemiştir. “En geç altı ay” olarak belirlenen süre
bakımından ifade etmek gerekir ki; Anayasa’nın 2. maddesinde güvence altına
alınan hukuk devleti ilkesinin temel unsurlarından birisi de ölçülülüktür.
Anayasa’nın 13. maddesinde de temel hak ve özgürlüklere yapılacak müdahalelerin
ölçülü olması gerektiği belirtilmektedir. Uygulanan yaptırımın ölçülü olup olmadığı
ancak yapılacak idari ve yargısal denetimler yoluyla belirlenebilir. Ancak
belirlenen idarenin zımni reddine ilişkin süre hukuk sistemimizdeki yerleşik
altmış günlük süreden farklı olarak üç katı daha uzun bir zaman olarak
belirlenmiştir. Bu uzun süre, hakkın kullanımını başvurucu aleyhine genişleten
ve böylelikle hakkın kullanımını etkisiz hale getiren, hakkın özüne dokunur
nitelikte bir müdahaledir. Nitekim hukuk devleti idarenin tüm eylem ve
işlemlerinin yargı denetimine açık olmasını gerektirir. Anayasa’nın 125.
maddesi de idarenin tüm eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğunu
düzenlemektedir. Bu kural olağanüstü hallerde dahi ortadan kaldırılamaz. Ancak
bu kural sadece varmış gibi gözüken ama uzun olması nedeniyle hak kayıplarına
yol açacak şekilde de olamaz.
İhtilaflı kural, haklarında alınmış ilave
tedbirlere karşı hak arama özgürlükleri zaten uzun sürelerdir ellerinden
alınmış olan kişilerin mahkemeye erişim haklarını kullanabilmeleri için,
idarenin haklarında verecekleri kararı altı ay gibi uzun bir süre beklemeleri
gerekecektir. Oysa, Anayasa’nın ilgili maddelerinin de ifade ettiği üzere,
kişiler için idarenin eylem ve işlemlerine karşı idare mahkemelerinde dava
açmak, bir lütuf değil ama temel bir haktır : “İdarenin her türlü eylem ve
işlemlerine karşı yargı yolu açıktır” (m. 125), “Anayasa ile tanınmış hak ve
hürriyetleri ihlal edilen herkes, yetkili makama geciktirilmeden başvurma
imkanının sağlanmasını isteme hakkına sahiptir” (m.40) ve “Herkes, meşru vasıta
ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı
olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir” (m.36). İdarenin
olağanüstü hal hukukuna dahi aykırılık oluşturan kimi işlemlerine karşı, olağan
hukuk düzeninde, adil yargılanma hakkının bir unsuru olan mahkemeye erişim
hakkının kullanılabilmesi için idarenin altı ay içinde vereceği kararı bekleme
koşulunu öngörmek, Anayasa Mahkemesi kararının da tescillediği şekilde uzun
süredir hak mağduru olan kişilerin mahkemeye erişim haklarını ölçüsüz şekilde
sınırlamaktadır. Olağanüstü halin yürürlükten kalkmasına rağmen, yıllardır
ilave tedbir başlığı altında haklarında alınan tedbirlere karşı yargı yoluna
başvuramayan kişilerin, hak arama özgürlüklerinin ve mahkemeye erişim
haklarının gereğini en ivedi şekilde yerine getirmek gerekmektedir. İdarece
verilecek olası ret kararı sonrasında açılacak idari davaların da uzun süreler
devam etme ihtimali dikkate alındığında, söz konusu ilave tedbirler bakımından
dava şartı olarak altı aylık bir süre öngörmenin ölçüsüz bir koşul oluşturduğu
ve bireylerin çıkarlarıyla toplumun çıkarları arasında adil bir denge
sağlamadığı ortadadır.
Nasıl ki ilave tedbirler için hiçbir
başvuru yolu öngörülmemiş olması Mahkemece; dava konusu kuralla asıl tedbirin
zorunlu sonucu olmayan ve asıl tedbirlerden ayrılabilir nitelikte olan ilave
tedbirler yönünden bir ayrım yapılmaksızın tüm ilave tedbirlere karşı Komisyona
başvuru hakkının tanınmaması, anılan nitelikteki tedbirlerin asıl tedbirlerden
bağımsız olarak idari ve yargısal merciler tarafından etkili bir şekilde
denetimini imkânsız kılmakta olarak nitelendirilmişse etkili başvuru hakkının
özüne dokunur nitelikteki altı aylık süre belirlenmesi de anayasaya aykırılık
teşkil etmektedir.
Açıklanan nedenlerle “en geç altı ay”
ibaresi, Anayasa’nın 2., 36., 40. ve 125. maddelerine aykırılık teşkil eder,
iptali gerekir.
Geçici madde 4 düzenlemesinin birinci
fıkrasının son cümlesi “15/7/1950 tarihli ve 5682 sayılı Pasaport Kanununun ek
7. maddesi hükmü saklıdır” şeklindedir. Yukarıda ayrıntılı açıklandığı üzere
ilave tedbirlerden bir tanesi de pasaport iptali tedbiridir. KHK ile kamu
görevinden çıkarılan kişilerin aynı zamanda pasaportlarının iptali haklarında
herhangi bir soruşturma veya kovuşturma olmayan ya da olmuş olsa dahi soruşturmaların
kovuşturmaya yer olmadığına karar verilen, kovuşturmaların beraat ile
sonuçlanmış olmasına rağmen pasaportlarını alamayan insanlar bulunmaktadır.
Pasaport iptali ilave tedbir olarak düzenlenmiş, kamu hizmetinden çıkarmadan
bağımsız başvuruya konu edilememesi nedeniyle haklarında adli hiçbir süreç
olmayan kişiler yurtdışında çalışma ya da akademik etkinliklere katılma veya
turistik seyahate dahi yıllardır çıkamamaktadır. Bu şekilde, bireylerin
anayasal haklarına önemli sınırlamalar getirildiği açıktır.
Pasaport iptalleri ve devamındaki süreçte
yeni pasaportların tanzim edilmemesi Anayasa’nın 23. maddesinde güvence altına
alınan seyahat hakkına ağır müdahale olmuştur. 24.12.2019 tarihinde 2018/74 E.,
2019/92 K. sayılı kararına konu başvurumuzda da belirttiğimiz ve Yüce
Mahkemenizin de belirttiği üzere temel haklardan olan seyahat özgürlüğü hakkını
ortadan kaldıran bu “ilave tedbirin” adli veya idari bir etkili başvuru yoluna
konu edilmesi zorunludur. Ancak kanun koyucu 7256 sayılı Bazı Alacakların
Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında
Kanun’un 41. maddesiyle 7075 sayılı Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu
Kurulması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine
Dair Kanun’a eklenen geçici madde 4 ile “15/7/1950 tarihli ve 5682 sayılı Pasaport
Kanunu’nun ek 7. maddesi hükmü saklıdır” düzenlemesini yaparak Anayasa
Mahkemesi’nin kararına uygun bir düzenleme yapmamıştır. Nitekim saklı tutulan
bu düzenleme ile birey hakları açısından bu derece ağır sonuçları olan tedbir
aleyhine Komisyona başvuru yapılamayacak, başka bir hukuk yoluna başvuru
olanağı da bulunmamaktadır. Hali hazırda KHK ile yapılan işlemler aleyhine
idari yargıda açılan davaların tamamı ilgili mahkemeler tarafından KHK’nın
fonksiyonel anlamda bir yasama işlemi olduğu ve yasama işlemlerine karşı idari
yargıda dava açılamayacağı gerekçesiyle reddedilmiştir. Bu durumda söz konusu
işlemler aleyhine dava açmak da olanaksızdır. Bu durum hem ilgi kararınızda
belirtilen Anayasa’nın 40. maddesinde düzenlenen etkili başvuru yolu maddesini
hem de Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenen hak arama özgürlüğü maddesini
ihlal etmektedir. Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenen hak arama özgürlüğü
idari, siyasi ve yargısal başvuru haklarını da güvence altına almaktadır.
Pasaport Kanunu’nun ek 7.maddesi hükmünün saklı tutulması idari başvuru
mekanizmasının işletilememesi ve Komisyon’a da başvuru yapılamaması anlamına
gelmektedir. Dolayısıyla yargı denetimine başvuru yapabilmek için öncelikle
yapılması gereken basamaklara da erişim de engellenmektedir. Bu nedenle
Pasaport Kanunu’nun ek 7. maddesi hükmünün saklı tutulmasıyla doğrudan 36.
maddeye aykırı olduğu gibi, söz konusu yasak aynı zamanda yargı denetimi yasağı
anlamına da geldiğinden mahkemeye erişim hakkını da ortadan kaldırmakta ve
etkili bir başvuru hakkından bireyleri yoksun bırakmaktadır.
Nitekim saklı tutulan ek 7. madde
düzenlemesi tüm yetkiyi idareye bırakmaktadır. Ek madde 7 düzenlemesi; millî
güvenliğe tehdit oluşturduğu tespit edilen yapı, oluşum veya gruplara ya da
terör örgütlerine üyeliği veya iltisakı ya da bunlarla irtibatı nedeniyle;
20.07.2016 tarihli ve 2016/9064 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla ilan edilen
olağanüstü hal kapsamında kabul edilen kanunlar uyarınca kamu görevinden
çıkarılmaları veya rütbelerinin alınması nedeniyle pasaportları iptal edilenler
ile haklarında pasaport verilmemesine yönelik idari işlem tesis edilmiş olan
kişiler ile 18.10.2016 tarihli ve 6749 sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Alınan
Tedbirlere İlişkin Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine
Dair Kanun’un 5. maddesi ve 27.06.1989 tarihli ve 375 sayılı Kanun Hükmünde
Kararnamenin geçici 35. maddesi uyarınca pasaportları iptal edilenler ile
haklarında pasaport verilmemesine yönelik idari işlem tesis edilmiş olan
kişiler ile Mahkemelerce yurt dışına çıkmaları yasaklananlar hariç olmak üzere
Pasaport Kanunun 22. maddesi uyarınca pasaportları iptal edilenler ile
haklarında pasaport verilmemesine yönelik idari işlem tesis edilmiş olan kişilere
ilişkindir.
Bu kişilerin pasaportlarına yönelik karar
ile ilintili nedenlerden dolayı; devam etmekte olan herhangi bir idari veya
adli soruşturma veya kovuşturma bulunmaması, kovuşturmaya yer olmaması, beraat,
ceza verilmesine yer olmaması, davanın reddine veya düşmesine karar verilmesi,
mahkûmiyet kararının infaz edilmiş olması veya ertelenmesi, hükmün
açıklanmasının geri bırakılması durumlarında pasaport başvurusu yapmaları
gerekmektedir. Bu başvuru kolluk birimlerince araştırma yapılmasının ardından
İçişleri Bakanlığının takdirine göre neticelenecektir.
7256 sayılı Bazı Alacakların Yeniden
Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun’un 41.
maddesiyle 7075 sayılı Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu Kurulması
Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’a
eklenen geçici madde 4’ün üçüncü cümlesinin yarattığı sonuç açıkça Anayasa
Mahkemesi kararının kanun koyucu tarafından bertaraf edilmesi anlamına
gelmektedir.
Yüce Mahkeme kararında açıkça ilave
tedbirlere ilişkin etkili bir başvuru yolu olmadığını açıklarken 36. paragraf
ile pasaportlara el konulmasına örnek olarak değinmiştir. “Olağanüstü hâl KHK’ları
ile düzenlenen ilave tedbirlerden bazıları Anayasa’da güvence altına alınan temel
hak ve özgürlüklerle doğrudan ilgilidir. Örneğin kapatılan kurum ve
kuruluşların mal varlığının Hazineye devredilmesi Anayasa’nın 35. maddesiyle
güvence altına alınan mülkiyet hakkına, kamu görevinden çıkarılanların
pasaportlarına elkonulması ise Anayasa’nın 23. maddesiyle güvence altına alınan
yerleşme ve seyahat hürriyetine sınırlama getirmektedir.” Bu açıklığa rağmen
iptali talep edilen 7256 sayılı Kanunla yapılan düzenleme, cümle, Anayasa’nın
36. ve 40. maddesini ihlal etmektedir, iptali zorunludur.
12) 11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 44. maddesiyle değiştirilen 16.04.2020 tarihli ve 7244 sayılı
Yeni Koronavirüs (Covid-19) Salgınının Ekonomik ve Sosyal Hayata Etkilerinin
Azaltılması Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 2. maddesinin birinci fıkrasının (ç), (d) ve (e) bentlerinde yer alan ‘‘üçer
aylık sürelerle üç defaya’’ ibaresi ile birinci fıkrasına eklenen (l) bendinin
Anayasa’ya aykırılığı
a) 11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 44. maddesiyle değiştirilen 16.04.2020 tarihli ve 7244 sayılı
Yeni Koronavirüs (Covid-19) Salgınının Ekonomik ve Sosyal Hayata Etkilerinin
Azaltılması Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 2. maddesinin birinci fıkrasının (ç), (d) ve (e) bentlerinde yer alan ‘‘üçer
aylık sürelerle üç defaya’’ ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
1 Aralık 2019 tarihinde Çin Halk
Cumhuriyeti’nin Hubei bölgesinin başkenti olan Vuhan’da ortaya çıkan ve tüm
dünyayı saran virüs salgını, COVID-19 pandemisi olarak nitelendirilmiştir.
Devletler tarafından pandemiyle mücadele etmek amacıyla birçok önlem
alınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin aldığı bu önlemlerden biri, 7244
sayılı Kanun’dur. 7244 sayılı Kanun’un 2. maddesi genel olarak pandemi kaynaklı
zorlayıcı sebep gerekçesiyle sayılı hususlarda süre uzatımına, sayılı
toplantıların ertelenmesine ve uzaktan çalışma usulüne ilişkindir.
7256 sayılı Kanun’un 44. maddesiyle 7244
sayılı Kanun’un 2. maddesinin birinci fıkrasının (ç), (d) ve (e) bentlerinde
yer alan ‘‘3 aya’’ ibaresi, ‘‘üçer aylık sürelerle üç defaya’’ şeklinde
değiştirilmiştir. Bu durum, Anayasa’ya aykırıdır.
7244 sayılı Kanun’un 2. maddesinin birinci
fıkrasının (ç) bendine göre; ‘‘5253 sayılı Dernekler Kanunu ve 4721 sayılı Türk
Medeni Kanununa göre dernekler tarafından verilecek bildirim ve beyannameler
ile dernek genel kurul toplantıları 31.07.2020 tarihine kadar ertelenir. Bu
süre, 3 aya kadar İçişleri Bakanınca uzatılabilir. Ertelenen genel kurul
toplantıları, ertelemenin sona erdiği tarihten itibaren 30 gün içinde yapılır.
Mevcut organların görev, yetki ve sorumlulukları erteleme süresi sonrasında
yapılacak ilk genel kurula kadar devam eder.’’ Ancak iptali talep edilen
ibareyle erteleme süresi, İçişleri Bakanınca üçer aylık sürelerle üç defaya
kadar uzatılabilecektir.
7244 sayılı Kanun’un 2. maddesinin birinci
fıkrasının (d) bendine göre; ‘‘1163 sayılı Kooperatifler Kanunu kapsamındaki
genel kurul toplantıları 31.07.2020 tarihine kadar ertelenir. Bu süre, ilgili
Bakan tarafından 3 aya kadar uzatılabilir. Ertelenen genel kurul toplantıları,
ertelemenin sona erdiği tarihten itibaren üç ay içinde yapılır. Mevcut
organların görev, yetki ve sorumlulukları erteleme süresi sonrasında yapılacak
ilk genel kurula kadar devam eder.’’ Ancak iptali talep edilen ibareyle
erteleme süresi, ilgili Bakan tarafından üçer aylık sürelerle üç defaya kadar
uzatılabilecektir.
7244 sayılı Kanun’un 2. maddesinin birinci
fıkrasının (e) bendine göre; ‘‘5996 sayılı Veteriner Hizmetleri, Bitki Sağlığı,
Gıda ve Yem Kanunu ile ve 5200 sayılı Tarımsal Üretici Birlikleri Kanunu
kapsamındaki genel kurul toplantıları 31.07.2020 tarihine kadar ertelenir. Bu
süre, Tarım ve Orman Bakanınca 3 aya kadar uzatılabilir. Ertelenen genel kurul
toplantıları, ertelemenin sona erdiği tarihten itibaren üç ay içinde yapılır.
Mevcut organların görev, yetki ve sorumlulukları erteleme süresi sonrasında
yapılacak ilk genel kurula kadar devam eder.’’ Ancak iptali talep edilen
ibareyle erteleme süresi, Tarım ve Orman Bakanınca üçer aylık sürelerle üç
defaya kadar uzatılabilecektir.
Türk Medeni Kanunu’nun 72. ve devamı
maddeleri uyarınca derneklerin zorunlu organları içindeki en yetkili karar
organı olan genel kurullarının derneğin yönetimi ve denetimi, hangi tür
faaliyetlerde bulunulacağı, üyeliğe kabul ve çıkarmadaki ana esaslarının
belirlenmesi, derneğin feshi, derneğin organlarının seçilmesi, diğer organların
denetlenmesi gibi hususlar hakkında karar alma görevi vardır. Ayrıca olağan
genel kurul toplantılarının en geç üç yılda bir yapılması zorunludur. Öte
yandan Dernekler Kanunu (söz gelimi Madde 19, 21, 23) uyarınca dernekler; gelir
ve gider işlemleri, yurtdışından yardım alınması, genel kurul toplantısı ve
organlara seçilenler ile üyeler, üyeliği devam edenler ve sona erenler gibi
hususlar hakkında beyanname vermek ve/veya bildirim yapmak zorundadır.
Kooperatifler Kanunu’nun 42. ve devamı
maddeleri uyarınca bütün ortakları temsil eden, en yetkili organ olan genel
kurulun; ‘‘Anasözleşmeyi değiştirmek, Yönetim Kurulu ve Denetçiler Kurulu
üyeleriyle gerektiğinde tasfiye kurulunu seçmek, işletme hesabıyla bilanço ve
gerektiğinde gelir gider farkının bölüşülmesi hakkında karar almak, yönetim ve
denetçiler kurullarını ibra etmek, Kanun veya anasözleşme ile Genel Kurula
tanınmış olan konular hakkında karar vermek, gayrimenkul alımında ve satımında
takip edilecek usul ile alınacak gayrimenkulün niteliğini, yerine ve azami
fiyatını, satılacak gayrimenkulün asgari fiyatını belirlemek, imalat ve inşaat
işlerinin yaptırılma yöntemini belirlemek, yapı kooperatiflerinde; kooperatifin
ortak sayısı ile yapılacak konut veya işyeri sayısını tespit etmek’’ gibi görev
ve yetkileri vardır. Öte yandan genel kurulun olağan toplantısının her hesap
devresi sonundan itibaren 6 ay içinde ve en az yılda bir defa yapılması
zorunludur.
5996 sayılı Kanun’un 10/A maddesi ve
devamı maddeleri uyarınca hayvan gen kaynaklarının korunması, araştırılması,
tespiti, ıslahı, geliştirilmesi, yaygınlaştırılması ve pazarlanması konularında
faaliyet göstermek amacıyla gerçek veya tüzel kişi yetiştiriciler tarafından,
tüzel kişiliği haiz ve özel hukuk hükümlerine tabi ıslah amaçlı yetiştirici
birliği kurulabilir. Birliklerin onu temsil eden en yetkili organ olan genel
kurulların ‘‘Ana sözleşmeyi değiştirmek, Yönetim kurulu ve denetleme kurulu
üyeleriyle gerektiğinde tasfiye kurulunu seçmek, İşletme hesabıyla bilanço ve
gerektiğinde gelir gider farkının bölüşülmesi hakkında karar almak, Yönetim
kurulu ve denetleme kurulunu ibra etmek, Kanun veya ana sözleşme ile genel
kurulun yetkisine bırakılmış olan konular hakkında karar vermek, alım, satım ve
kiralama hizmetlerinde takip edilecek usul ile alınacak ürünün niteliğini,
azami fiyatını, satılacak ya da kiralanacak ürün ve hizmetlerin asgari fiyatını
belirlemek’’ gibi görev ve yetkileri vardır. Öte yandan genel kurulun olağan
toplantısının dört yılda bir, mali toplantının iki yılda bir yapılması
zorunludur.
5200 sayılı Kanun’un 7. maddesi uyarınca
tüzel kişiliği haiz tarımsal üretici birliklerinin genel kurullarının görev ve
yetkileri ‘‘ yönetim ve denetim kurulu üyelerini seçmek, çalışma raporlarını
incelemek, yönetim kurulu ile denetim kurulu raporlarının ibra edilip
edilmemesine karar vermek, kesin hesapları kabul veya reddetmek, yönetim
kurulunun teklif edeceği bütçe ve çalışma programını görüşerek onaylamak,
personel işlemleri, taşınır ve taşınmaz mal alım veya satımı ile üyelik aidatlarının
belirlenmesi hususunda yönetim kuruluna yetki vermek, Birlik aracılığı ile
pazarlanan ürünlerin satış bedelinin binde ikisini aşmamak üzere kesilecek
hizmet payını tespit etmek, Merkez birliğine temsilci seçmek, üyelikten
çıkarılmayı onaylamak, diğer karar ve tedbirleri almak’’ şeklinde
sıralanabilir. Öte yandan Birlikler, merkez birliği oluşturabilir ve merkez
birliklerinin de genel kurulları vardır.
İptali talep edilen ibareyle söz konusu
tüm genel kurulların (ve dernekler özelinde beyanname verme ve bildirim yükümlülüğünün)
yaklaşık dokuz ay (üçer aylık sürelerle üç defa) uzatılmasına imkan
verilmiştir. Bu durum, Anayasa’ya aykırıdır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki; dernekler,
özel hukuk tüzel kişiliğine sahip kişi topluluklarıdır. Öte yandan Anayasa’nın
48. maddesinde, "Herkes dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetlerine
sahiptir. Özel teşebbüsler kurmak serbesttir. Devlet, özel teşebbüslerin milli
ekonominin gereklerine ve sosyal amaçlara uygun yürümesini, güvenlik ve
kararlılık içinde çalışmasını sağlayacak tedbirleri alır." denilmektedir.
Bu bağlamda sosyal ve ekonomik ihtiyaçları karşılıklı yardım, dayanışma ve
kefalet suretiyle sağlayıp koruma amacıyla kurulan, değişir sermayeli olmak
üzere kişilerin bir araya gelmeleri ile oluşan kendine özgü yapısı olan
kooperatifler de özel teşebbüs niteliğini taşımaktadır (Anayasa Mahkemesi’nin
04.12.2014 tarihli ve 2014/90 E.; 2014/180 K. sayılı Kararı). Ayrıca Anayasa
Mahkemesi, Tarımsal Üretici Birliklerini ‘‘Kanun uyarınca tarım üreticilerinin,
ürün veya ürün grubu bazında ve gönüllülük esasına dayalı olarak birlikler
kurabilecekleri öngörülmüştür. Tarımsal Üretici Birlikleri olarak adlandırılan
bu birlikler kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşu olmamakla birlikte
kanunla kurulan, tüzel kişiliği bulunan, zorunlu üyelik sistemi bulunmayan ve
gönüllülük esasına dayanan kendine özgü bir meslek örgütlenmesi niteliğindedir.’’
şeklinde tanımlamıştır (Anayasa Mahkemesi’nin 22.10.2014 tarihli ve 2014/154
E.; 2014/159 K. sayılı Kararı). Anayasa Mahkemesi’nin söz konusu tanımından
hareketle; tüzel kişiliği haiz ve özel hukuk hükümlerine tabi ıslah amaçlı
yetiştirici birliklerini de kendine özgü bir meslek örgütlenmesi olarak
değerlendirmek mümkündür. Tanımların da gösterdiği üzere; dernekler, kooperatifler,
ıslah amaçlı yetiştirici birlikleri, tarımsal üretici birlikleri ve merkez
birlikler örgütlenme özgürlüğünün gerçekleştirilmesinin tezahürleridir.
Nitekim Anayasa’da yer alan kavramlar ve
korunan haklara verilecek anlamlar demokratik toplumların değerleri ve bakış
açılarıyla belirlenmeli ve geniş anlamda yorumlanmalıdır. Derneklere ilişkin
hükümlerin vakıflara da uygulanacağının belirtilmesi ve modern toplumlarda
örgütlenmelerin çok farklı şekillerde ortaya çıkması ve boyutlar taşıması
dikkate alındığında, Anayasa’nın 33. maddesindeki dernek kavramının diğer insan
örgütlenmelerini kapsayacak şekilde yorumlanabileceğini ifade edebiliriz…Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi de Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 11. maddesinde
örgüt olarak sadece dernek ve sendikalara yer verilmiş olsa da diğer örgütler
için de örgütlenme özgürlüğünün varlığının maddenin esasında bulunduğuna dikkat
çekmiştir (Sidiropoulos ve diğerleri /Yunanistan, B.No: 57/1997(841/1047, Karar
tarihi: 10/7/1998, § 40.) (Anayasa Mahkemesi’nin 24.09.2020 tarihli ve 2019/21
E.; 2020/51 K. sayılı kararında yer alan Üye Engin Yıldırım tarafından kaleme
alınan karşı oy görüşü, § 10 ve 12).
Ancak söz konusu genel kurulların iptali
talep edilen ibareyle üçer aylık sürelerle üç defaya kadar uzatılması,
örgütlenme özgürlüğünün özüne dokunmaktadır.
Söz konusu (dernekler, kooperatifler ve
birliklerin) genel kurullar; sivil toplumun oluşmasında, ekonomi, hayvancılık
ve tarım piyasalarının işleyişinde etkin bir role sahiptir. Derneklerin
katılımcı demokrasinin yerleşmesi, kooperatiflerin ve birliklerin insan
sağlığı, çevre, ekonomi, tarım ve hayvancılık bakımından değeri göz önüne
alındığında; dernekler, kooperatifler, ıslah amaçlı yetiştirici birliği,
tarımsal amaçlı üretici birliği tarafından yürütülen faaliyetlerin (söz gelimi
organların yönetim ve denetim kurulunun seçilmesi) belirli takvimler
çerçevesinde ivedilikle yerine getirmesi gerekir. Ancak söz konusu genel
kurulların üçer aylık sürelerle üç defaya ertelemesi (yaklaşık 9 ay
ertelenmesi) suretiyle; bu faaliyetlerin gerçekleştirilmesinin geciktirilmesi
Anayasa’ya aykırıdır.
Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye
Cumhuriyeti’nin demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk Devleti olduğu vurgulanmış
olup, hukuk devleti; hak ve özgürlükleri güvenceye alan devlettir. Kanun
koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan takdir yetkisini anayasal
sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı ölçütlerini göz önünde
tutarak kullanması ve keyfi davranmaması gerekir (Anayasa Mahkemesi’nin,
12.07.2017 tarihli ve 2017/118 E.; 2017/120 K. sayılı Kararı, § 15). Başka bir
deyişle Anayasanın 2. maddesini nazara alarak örgütlenme özgürlüğünün
somutlaştığı 33. maddesini ele aldığımızda; sivil toplum kuruluşu olan
derneklerin, kendine özgü özel teşebbüs olan kooperatiflerin, kendine özgü
meslek örgütü olan birliklerin genel kurullarında organlar için yapılacak
seçimlerdeki ‘‘seçme ve seçilme’’nin demokratik bir hak olduğu ortaya
çıkacaktır.
Ancak kanun koyucu, genel kurulları
ertelemeye yönelik yetkisini Anayasa’nın 2. maddesinin açık hükmüne rağmen
keyfi şekilde kullanmış; dernek, kooperatif, birlik organlarındaki üyelerin ve
adayların ‘‘seçme ve seçilme hakkına’’ Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan
sınırlamanın sınırlarına aykırı şekilde müdahale etmiştir. Nitekim Anayasa’nın
13. maddesine göre, anayasal bir hakka yapılacak bir müdahalenin demokratik
toplum ilkesinin gereklerine ve ölçülülük ilkesine (orantılılık, gereklilik ve
elverişlilik ilkelerine) uygun olması gerekir. Ancak burada genel kurulların
toplanmasının (ve dolayısıyla organların seçilmesinin) yaklaşık 9 ay
ertelenmesinde makul bir oran gözetilmemiştir. Öte yandan bireylerin sosyal
mesafeyi ve hijyen kurallarını gözeterek ve popülasyon yoğunluğunu azaltarak
bir araya gelmelerini sağlayacak yöntemler (söz gelimi iletişim teknolojileri)
ile genel kurulların belli bir süreçte toplanması (ve dolayısıyla organların
seçilmesi) sağlanabileceğinden; üçer aylık sürelerle üç defaya kadar
ertelenmesi gerekli değildir. Bir başka deyişle; örneğin toplantıyı internet
teknolojisini kullanarak yapma yükümlülüğünü izafe etmek suretiyle daha hafif
bir sınırlama öngörmek mümkünken, ertelemeyi uzatmak suretiyle çok daha ağır
bir sınırlama getirmek, olabilecek en hafif sınırlamanın benimsenmediğini ve
ölçülülük ilkesinin ihlal edildiğini göstermektedir. Ayrıca pandeminin hangi
tarihte sona ereceği ve normal yaşantıya dönüleceği bilinmediğinden söz konusu
erteleme elverişli de değildir. Buna ilave olarak genel kurul toplantılarının
çok uzun süre ertelenmesi (ve dolayısıyla organların seçilmesi), demokratik bir
toplumda kabul edilemez. Zira dernekler, sivil toplum kuruluşu; kooperatifler,
kendine özgü özel teşebbüs, birlikler, kendine özgü meslek örgütlenmesi
olduğundan; amaçladığı konuda kamuoyu oluşmasını ve ilgili olduğu sektöründe alınan
kararlarda üreticilerin ve yetiştiricilerin etkili olmasını ve bu sayede
katılımcı demokrasi anlayışının gerçekleşmesini sağlar. Ancak genel kurulların
çok uzun süre toplanamaması ve dolayısıyla sessiz kalması; kamuoyunun
oluşamamasına, sektörlerden üreticilerin ve yetiştiricilerin dışlanmasına neden
olacaktır. Her ne kadar pandemi nedeniyle genel kurul toplantılarının
ertelendiği ileri sürülse de; bu durumda bir kamu yararı yoktur. Zira
pandeminin yayılması riski gerekçe gösterilerek söz konusu genel kurullarının
(ve dernekler özelinde beyanname verme ve bildirimde bulunma yükümlülüğünün)
ertelenmesine ilişkin bu hüküm karşısında; siyasi partilerin toplu olarak icra
edilen faaliyetlerinin devam ediyor olması, buradaki çelişkiyi ortaya
koymaktadır.
Diğer bir deyişle kanun koyucu, söz konusu
genel kurul toplantılarında bir araya gelecek kimseleri pandeminin yayılması
riskine karşı korumaya alırken; siyasi partilerin faaliyetlerine katılanları,
bu korumadan vareste tutmuştur. Kanun koyucu siyasi faaliyetlerin bir süre
erteleneceğine ilişkin düzenleme yapmamıştır. Halbuki kanun koyucunun bu
rizikoya karşı tüm bireyleri asgari müşterekte koruması gerekmektedir. Bu
nedenle eşitlik ilkesi ihlal edilmiştir.
Nitekim, Anayasa’nın ‘‘Esaslar’’ başlıklı
birinci kısmında yer alan 10. maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesi, anayasal
bir ilke olup mutlak ve nisbi olmak üzere iki anlam taşır. Anayasa’nın 10.
maddesinin ilk fıkrası mutlak eşitliği başka bir deyişle kanunların herkese
eşit şekilde uygulanmasını düzenler. Nispî eşitlik ise, aynı durumda
bulunanların aynı işleme başka bir deyişle farklı durumlarda bulunanların,
farklı işlemlere tâbi tutulabilmesini ifade eder. Anayasa Mahkemesi mutlak
eşitlik anlayışının yanında nisbi eşitlik anlayışını da benimseyerek; ‘‘Eşitlik
ilkesi, herkesin her yönden aynı hükümlere bağlı olması gerektiği anlamına
gelmez. Bu ilke ile güdülen amaç, benzer koşullar içinde olan, özdeş nitelikte
bulunan durumların yasalarca aynı işleme uyruk tutulmasını sağlamaktır.’’
şeklinde hüküm kurmuştur. (Anayasa Mahkemesi’nin 13.04.1976 tarih ve 1976/3 E.;
1976/3 K. sayılı Kararı) Eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun
tespiti ise, somut olayda ‘‘haklı neden’’in var olup olmadığına göre yapılır.
Ancak kanun koyucu Anayasa’nın 17. ve 56.,
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 25., Avrupa Sosyal Şartı’nın 11.
maddelerinde dayanağını bulan sağlık hakkını söz konusu genel kurul üyeleri
bakımından gözetirken; siyasi parti faaliyetlerine katılanlar için
gözetmemiştir. Nitekim söz konusu genel kurulları yapıldığı takdirde bireylerin
bir araya gelmesiyle ortaya çıkması öngörülen pandeminin yayılması riski,
siyasi parti faaliyetlerin yürütülmesi için de gündeme gelecektir. Sağlık
hakkı, devlete herkese mümkün olan en yüksek sağlık standardına sahip olma
hakkını tanıma ve sağlık hakkının gerçekleştirilmesinin koşullarını sağlama
yükümlülüğü yükler. Ancak devlet, siyasi parti faaliyetlerine katılanlara
yönelik bu ödevi ifa etmemiştir. Kanun koyucu; erteleme hususundaki takdir
yetkisini keyfi şekilde kullanmıştır, genel kurulların toplanmasıyla kullanımı
gerçekleşecek (esas olarak örgütlenme özgürlüğü, seçme ve seçilme hakkı)
hakları engellemiştir. O halde bu türden bir eşitsizliğe gidilmesinde ‘‘haklı
neden’’ bulunmamaktadır. Bu nedenlerle iptali talep edilen ibare, Anayasa’nın
2., 10., 13. ve 33. maddelerine aykırıdır.
Öte yandan söz konusu genel kurul
toplantıları keyfi tercihlerle ertelenerek kamuoyunun oluşmasının ve ilgili
(hayvancılık, tarım) sektörünün kamu yararı çerçevesi içinde işlemesinin önüne
geçilmiştir. Zira dernek, kooperatif, birlik için yeni bütçe hazırlanması, eski
bütçenin denetlenmesi, organlarca şeffaf şekilde hesap verilmesi
engellenmiştir. Mevcut organların görev, yetki ve sorumluluklarının ne zamana
kadar devam edeceği öngörülemediğinden, bunlardan memnun olmayan üyeler
bakımından bir belirsizlik oluşturulmuştur. Diğer taraftan Anayasa’nın 33.
maddesinde temelini bulan dernekler, çeşitli faaliyet alanlarında kamuoyunun
bilgilendirilmesini ve aydınlatılmasını sağlar. Söz konusu aydınlatma ve
bilgilendirmenin, Anayasa’nın ve kanunun çizdiği sınırlar içinde, nasıl
gerçekleştirileceğine karar verme yetkisi; genel kurulların uhdesindedir. Bu
nedenle dernek genel kurul toplantılarının makul olmayan sürelerle ertelenmesi,
aydınlatma ve bilgilendirmeyi; beyanname verme ve bildirimde bulunmanın makul
olmayan sürelerle ertelenmesi ise, denetimi işlevsizleştirecektir. Ayrıca
kooperatifler (ve dahi birlikler) için devlet, Anayasa’nın 48. ve 171.
maddeleri uyarınca güvenlik ve kararlılık içinde çalışmasını ve gelişmesini
sağlayacak tedbirler almalıdır. Nitekim Anayasa’nın 171. maddesinde ise
"Devlet, milli ekonominin yararlarını dikkate alarak, öncelikle üretimin
artırılmasını ve tüketicinin korunmasını amaçlayan kooperatifçiliğin
gelişmesini sağlayacak tedbirleri alır." kuralına yer verilmiş ve kendine
özgü yapısı ve önemi de gözetilerek özel teşebbüs niteliğindeki kooperatiflere
yönelik olarak Devletin tedbir alma yükümlülüğü ayrıca vurgulanmıştır (Anayasa
Mahkemesi’nin 04.12.2014 tarihli ve 2014/90 E.; 2014/180 K. sayılı Kararı).
Ancak kanun koyucu, Anayasa’nın 48. ve 171. maddesinin açık hükmüne rağmen;
genel kurulların toplanmasını, iptali talep edilen ibareyle makul olmayan bir
süre erteleyerek; özellikle pandemi sürecinde meslek içi dayanışmanın
gerçekleşmesinin, yetiştiricilerin ve üreticilerin pandemi için alınan
tedbirlere yönelik taleplerini dile getirmelerinin önüne geçmiştir. Bu nedenle
iptali talep edilen ibare, Anayasa’nın 33., 48. ve 171. maddelerine aykırıdır.
Bunun yanında, iptali talep edilen
ibareyle, erteleme süresini üçer aylık sürelerle üç defaya kadar uzatma
yetkisi, (anılan (ç), (d), (e) bentleri için) sırasıyla İçişleri Bakanına,
ilgili bakana, Tarım ve Orman Bakanına tanınmıştır. Bu durum, Anayasa’nın 2.
maddesinde temelini bulan hukuk devleti ilkesinin belirlilik unsuruna ve
Anayasa’nın 123. maddesinde düzenlenen idarenin kanuniliği ilkesine aykırıdır.
Zira bakanlara anılan süreyi üçer aylık sürelerle üç defaya kadar erteleme
hususunda, kanunla çerçevelenmemiş şekilde, geniş bir takdir yetkisi
verilmiştir.
Nitekim hukuk devleti, bütün işlem ve
eylemlerinin hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her
alanda adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek
sürdüren, hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa’ya aykırı durum
ve tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, Anayasa’ya ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren,
yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda
olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasa’nın bulunduğu bilinci olan devlettir
(Anayasa Mahkemesi’nin 02.06.200 tarihli ve 2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı
Kararı). Başka bir deyişle hukuk devleti ilkesi gereğince, idareye davranışta
bulunurken veya görevlerini yerine getirirken belirli oranda hareket
serbestliği sağlayan takdir yetkisinin kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi
biçimde gerçekleşemez. Bu nedenle idarenin takdir yetkisinin sınırları kanunla
çizilmelidir.
Anayasa’nın 123. maddesinde temelini bulan
idarenin kanuniliği ilkesinin iki boyutu bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin
secundum legem özelliğidir (kanuna dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin
düzenleme yetkisi kanundan kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intra legem
özelliğidir (kanuna aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve
eylemleri kanunun çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır. Başka bir deyişe idare
kendine tanınan takdir yetkisini kullanırken kanuni sınırlar içinde hareket
etmelidir.
Ancak bakanlara tanınan anılan sürenin
uzatılmasına ilişkin geniş takdir yetkisinin açık, net, anlaşılabilir kanuni
sınırları belirlenmemiştir. Diğer bir deyişle bakanların hangi hallerde anılan
süreyi üçer aylık sürelerle üç defaya kadar uzatacağına dair bir sınırlandırma yer
almamaktadır. Aynı zamanda bakanların ölçülülük ilkesi gereğince hangi halde
süreyi ne kadar uzatacağına ilişkin objektif bir kıstas da bulunmamaktadır.
Sürenin üçer aylık sürelerle üç defaya
kadar daha uzatılması, genel kurul toplantılarının yapılmasıyla kullanımı
sağlanan ve anılan hakların korunması için gerekli asgari güvencelerin dört ay
daha askıya alınması anlamına gelmektedir. Diğer bir deyişle üçer aylık
sürelerle üç defaya kadar uzatma yetkisinin kullanılması, anılan hakların özüne
dokunmaktadır.
Buna ek olarak; Anayasa’nın 90. maddesine
göre temel hak ve özgürlüklere ilişkin usulüne göre yürürlüğe konmuş
uluslararası anlaşmalar, (kanunlara nazaran hakkı koruyucu, kullanımını
genişletici hükümler barındırması kaydıyla) normlar hiyerarşisinde kanunun
üstündedir. İptali talep edilen ibare, örgütlenme özgürlüğüne ilişkin Anayasa
hükümleriyle benzer hükümler içeren Türkiye’nin taraf olduğu anlaşmayı da
(Avrupa İnsan hakları Sözleşmesi’nin 11. maddesini) ihlal ettiğinden Anayasa’nın
90. maddesine de aykırıdır.
Tüm bu nedenlerle 7256 sayılı Kanun’un 44.
maddesiyle değiştirilen 16.04.2020 tarihli ve 7244 sayılı Yeni Koronavirüs
(Covid-19) Salgınının Ekonomik ve Sosyal Hayata Etkilerinin Azaltılması
Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 2.
maddesinin birinci fıkrasının (ç), (d) ve (e) bentlerinde yer alan ‘‘üçer aylık
sürelerle üç defaya’’ ibaresi, Anayasa’nın 2., 10., 13., 33., 48. 90., 123. ve
171. maddelerine aykırıdır; anılan ibarenin iptali gerekir.
b) 11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un 44. maddesiyle 16.04.2020 tarihli ve 7244 sayılı Yeni
Koronavirüs (Covid-19) Salgınının Ekonomik ve Sosyal Hayata Etkilerinin
Azaltılması Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun’un 2. maddesinin birinci fıkrasına eklenen (l) bendinin Anayasa’ya
aykırılığı
1 Aralık 2019 tarihinde Çin Halk
Cumhuriyeti’nin Hubei bölgesinin başkenti olan Vuhan’da ortaya çıkan ve tüm
dünyayı saran virüs salgını, COVID-19 pandemisi olarak nitelendirilmiştir.
Devletler tarafından pandemiyle mücadele etmek amacıyla birçok önlem
alınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin aldığı bu önlemlerden biri, 7244
sayılı Kanun’dur. 7244 sayılı Kanun’un 2. maddesi genel olarak pandemi kaynaklı
zorlayıcı sebep gerekçesiyle sayılı hususlarda süre uzatımına, sayılı
toplantıların ertelenmesine ve uzaktan çalışma usulüne ilişkindir.
7256 sayılı Kanun’un 44. maddesiyle 7244
sayılı Kanun’un 2. maddesinin birinci fıkrasına (l) bendi eklenmiştir. Buna
göre; 5553 sayılı Tohumculuk Kanunu kapsamında 2020 yılında yapılması gereken
genel kurul toplantıları, 31.12.2020 tarihine kadar ertelenecektir: bu süre,
Tarım ve Orman Bakanınca dört aya kadar uzatılabilecektir; ertelenen genel
kurul toplantıları, ertelemenin sona erdiği tarihten itibaren üç ay içinde
yapılacaktır; mevcut organların görev, yetki ve sorumlulukları, erteleme süresi
sonrasında yapılacak ilk genel kurula kadar devam edecektir. Anılan bent, Anayasa’ya
aykırıdır.
Anılan bentte yer alan ‘‘genel kurul
toplantıları’’ ibaresiyle kast edilen, 5553 sayılı Kanun’un 20. ve 29.
maddeleri uyarınca Alt birlik ve Türkiye Tohumcular Birliği’nin (Birlik) genel
kurul toplantılarıdır.
Alt birlikler ve Türkiye Tohumcular
Birliği ise 5553 sayılı Kanun’un 16. ve 26. maddeleri delaletiyle, Anayasa’nın
135. maddesinde temelini bulan kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşları ve
üst kuruluştur. Diğer bir deyişle alt birlik; tohumculuk sektörünün
geliştirilmesi ile sektörde faaliyet gösteren gerçek veya tüzel kişiler
arasında meslekî dayanışma sağlayarak meslekî faaliyetleri kolaylaştırmak,
tohumculuk faaliyetinde bulunanların ekonomik ve sosyal haklarının korunmasını
sağlamak ve mevzuatla verilen görevleri yerine getirmek amacıyla bitki
ıslahçıları, tohum sanayicileri ve üreticileri, fide üreticileri, fidan
üreticileri, tohum yetiştiricileri, tohum dağıtıcıları, süs bitkileri
üreticileri ve tohumculukla ilgili diğer konularla iştigal eden en az yedi
gerçek veya tüzel kişi tarafından faaliyet konularına göre kurulan, tüzel
kişiliğe sahip kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşlarıdır. Türkiye
Tohumcular Birliği ise; alt birlikler arasındaki işbirliği ve dayanışmayı temin
etmek, tohumculuk sektörünün geliştirilmesi ile sektörde faaliyet gösterenler
arasında meslekî dayanışma sağlamak ve mevzuatla verilen görevleri yerine
getirmek amacıyla alt birliklerce kurulan, tüzel kişiliğe sahip, kamu kurumu
niteliğinde meslek üst kuruluşudur.
5553 sayılı Kanun’un 20. maddesi uyarınca alt
birlik genel kurulu yılda bir defadan az olmamak üzere ve yönetim kurulunun
çağrısı üzerine üye tam sayısının salt çoğunluğu ile toplanır. Alt birlik genel
kurulunun görev ve yetkileri: ‘‘a) Alt birlik organlarını seçmek, b) Üyelik
şartları, üyelikten çıkma ve çıkarılma konusunda karar vermek, c) Giriş aidatı
ve yıllık aidatı belirlemek, d) Meslekleri ile ilgili tohumculuk alt sektörünün
geliştirilmesi için temel ilkeleri belirlemek, e) Yönetim kurulu ve denetim
kurulu raporlarını görüşmek ve ibra edilip edilmemesine karar vermek, f)
Yönetim kurulunca hazırlanan bütçeyi görüşmek ve onaylamak, g) Alt birliğin
çalışmaları ve yönetilmesi ile ilgili genel ilkeleri belirlemek, h) Alt birlik
adına taşınır ve taşınmaz mal almak, satmak, ipotek etmek ve bunlar üzerinde
her türlü aynî hak tesis etmek konusunda yönetim kuruluna yetki vermek, ı)
Birlik genel kurulu ve hakem kuruluna temsilci seçmek, i) Tohumculuk
faaliyetleri ile ilgili tesis, laboratuvar, işletme, eğitim merkezi kurulması
ve bu yerlerin alet, ekipman ve diğer ihtiyaçlarının giderilmesi konusunda
yönetim kuruluna yetki vermek, j) Genel kurul toplantı kararlarının birer
suretini Birliğe göndermek, k) Tohumculuk sektörünün güncel konularını görüşmek’’tir.
5553 sayılı Kanun’un 29. maddesi uyarınca
Birlik genel kurulu yılda bir defadan az olmamak üzere ve yönetim kurulunun
çağrısı üzerine üye tam sayısının salt çoğunluğu ile toplanır. Türkiye
Tohumcular Birliği Tüzüğü’nün 12. maddesi gereğince genel kurul, çoğunluk
sağlanamadığı hallerde yapılacak ikinci toplantı da dahil, alt birliklerin
genel kurulları tamamlandıktan sonraki altı ay içerisinde gerçekleştirilir. Birlik
genel kurulunun görev ve yetkileri: ‘‘a) Alt birlikler arasında işbirliği
kurmak ve bunların gelişimi için gerekli tedbir ve kararları almak, b)
Tohumculuk alt sektörünün geliştirilmesi için temel ilkeleri belirlemek, c)
Birlik organlarını seçmek, d) Birliğin çalışmaları ve yönetilmesi ile ilgili
genel ilkeleri belirlemek, e) Yönetim Kurulunca hazırlanan bütçeyi görüşmek ve
onaylamak, f) Yönetim Kurulu ve Denetim Kurulu raporlarını görüşmek ve ibra
edilip edilmemesine karar vermek, g) Alt birliklerce hazırlanan genel
düzenlemeleri onaylamak, h) Gerekli gördüğü hâllerde komisyonlar kurmak, ı)
Birlik adına taşınır ve taşınmaz mal almak, satmak, ipotek etmek ve bunlar
üzerinde her türlü aynî hak tesis etmek konusunda Yönetim Kuruluna yetki
vermek, i) Tohumculuk faaliyetleri ile ilgili tesis, laboratuvar, işletme,
eğitim merkezi kurulması ve bu yerlerin alet, ekipman ve diğer ihtiyaçlarının
giderilmesi konusunda Yönetim Kuruluna yetki vermek, j) Tohumculuk sektörünün
güncel konularını görüşmek, k) Alt birliğin gelirlerinden Birlik için ayrılacak
katkı payını belirlemek, l) Mevzuatla verilen diğer görevleri yerine getirmek’’tir.
Alt birlik ve Birlik Genel Kurulu, sayılı
görevlerin niteliğinden de anlaşılacağı üzere; tohumculuk piyasalarının
işleyişinde etkin bir role sahiptir. Tohumculuk sektörünün insan sağlığı ve
çevre bakımında değeri göz önüne alındığında; Alt birlik ve Birlik tarafından
yürütülen faaliyetlerin (söz gelimi Alt birlik ve Birlik organlarının -yönetim,
denetim, disiplin, hakem kurulunun- seçilmesi) belirli takvimler çerçevesinde
ivedilikle yerine getirmesi gerekir. Ancak 2020 yılında yapılacak genel kurul
toplantılarının (31.12.2020 tarihine ertelenmesi ve Bakan tarafından bu sürenin
4 ay daha uzatılabilmesi ve ertelenen genel kurul toplantılarının ertelemenin
sona erdiği tarihten itibaren üç ay içinde yapılması sonucu ) yaklaşık Temmuz
2021 tarihine kadar ertelenmesi suretiyle; bu faaliyetlerin
gerçekleştirilmesinin geciktirilmesi ve mevcut organların görev yetki ve
sorumluluklarının erteleme süresi sonrasında yapılacak ilk genel kurula kadar
devam etmesi, Anayasa’ya aykırıdır.
Nitekim Anayasa’nın 135. maddesinde, kamu
kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve üst kuruluşlarının maddede
belirtilen amaçlar doğrultusunda kanunla kurulan ve organları kendi üyeleri
tarafından kanunda gösterilen usullere göre yargı gözetimi altında gizli oyla
seçilen kamu tüzel kişilikleri olduğu belirtilmiştir. Tüzel kişilikleri olan bu
tür meslek kuruluşlarının yönetsel vesayet ağırlığı, yönetim ve mali konularda
denetim yoğunluğunu getirmekle birlikte, organlarını kendi üyeleri arasından
kanunda belirlenen yöntemlere göre seçmeleri ilkesi benimsenmiştir. Bunun
dışında, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının organlarının görev
süresiyle ilgili olarak ise Anayasa’da herhangi bir düzenlemeye yer
verilmemiştir. Kanun koyucu, Anayasa’da belirtilen esaslara aykırı olmamak
kaydıyla, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve üst kuruluşları ile
ilgili olarak Anayasa’da yer almayan konulara ilişkin düzenleme yapma yetkisine
sahiptir. Yasamanın asliliği ve genelliği ilkesi, anayasada açıkça
düzenlenmeyen alanlarda parlamentonun serbestçe kural koyabilmesini gerektirir.
Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin demokratik, lâik ve sosyal
bir hukuk Devleti olduğu vurgulanmış olup, hukuk devleti; hak ve özgürlükleri
güvenceye alan devlettir. Kanun koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine
tanınan takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu
yararı ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması ve keyfi davranmaması gerekir
(Anayasa Mahkemesi’nin, 12.07.2017 tarihli ve 2017/118 E.; 2017/120 K. sayılı
Kararı, § 13, 14, 15). Başka bir deyişle Anayasanın 2. maddesinin ışığı altında
135. maddeyi yorumladığımızda bu maddenin kamu kurumu niteliğindeki meslek
kuruluşlarının iç işleyişinde seçme ve seçilme hakkını güvence altına aldığını
görmekteyiz (Anayasa Mahkemesi’nin, 12.07.2017 tarihli ve 2017/118 E.; 2017/120
K. sayılı kararında yer alan Başkanvekili Engin Yıldırım tarafından kaleme
alınan karşı oy görüşü, § 8).
Ancak kanun koyucu, genel kurulları
ertelemeye yönelik yetkisini Anayasa’nın 2. maddesinin açık hükmüne rağmen
keyfi şekilde kullanmış; Alt Birlik ve Birlik organlarındaki üyelerin ve
adayların Anayasa’nın 135. maddesinde temelini bulan ‘‘seçme ve seçilme hakkına’’
Anayasa’nın 13. maddesinde yer alan sınırlamanın sınırlarına aykırı şekilde
müdahale etmiştir. Nitekim Anayasa’nın 13. maddesine göre, anayasal bir hakka
yapılacak bir müdahalenin demokratik toplum ilkesinin gereklerine ve ölçülülük
ilkesine uygun olması gerekir. Ancak burada 2020 yılında yapılacak genel
kurulların toplanmasının (ve dolayısıyla organların seçilmesinin) yaklaşık
Temmuz 2021 yılına ertelenmesinde makul bir oran gözetilmemiştir. Öte yandan
bireylerin sosyal mesafeyi ve hijyen kurallarını gözeterek ve popülasyon
yoğunluğunu azaltarak bir araya gelmelerini sağlayacak yöntemler (söz gelimi
iletişim teknolojileri) ile genel kurulların belli bir süreçte toplanması (ve
dolayısıyla organların seçilmesi) sağlanabileceğinden; Temmuz 2021 yılına
ertelenmesi gerekli değildir. Bir başka deyişle; örneğin toplantıyı internet
teknolojisini kullanarak yapma yükümlülüğünü izafe etmek suretiyle daha hafif
bir sınırlama öngörmek mümkünken, ertelemeyi uzatmak suretiyle çok daha ağır
bir sınırlama getirmek, olabilecek en hafif sınırlamanın benimsenmediğini ve
ölçülülük ilkesinin ihlal edildiğini göstermektedir. Öte yandan pandeminin
hangi tarihte sona ereceği ve normal yaşantıya dönüleceği bilinmediğinden söz
konusu erteleme elverişli de değildir. Buna ilave olarak genel kurul
toplantılarının çok uzun süre ertelenmesi (ve dolayısıyla organların
seçilmesi), demokratik bir toplumda kabul edilemez. Zira Alt birlik ve Birlik,
kamu kurumu niteliğinde meslek kuruluşu olduğundan tohumculuk sektöründe alınan
kararlarda üreticilerin etkili olmasını ve bu sayede katılımcı demokrasi
anlayışının gerçekleşmesini sağlar. Ancak genel kurulların çok uzun süre
toplanamaması ve dolayısıyla sessiz kalması, sektörden üreticilerin
dışlanmasına neden olacaktır. Her ne kadar pandemi nedeniyle genel kurul
toplantılarının ertelendiği ileri sürülse de; bu durumda bir kamu yararı
yoktur. Zira pandeminin yayılması riski gerekçe gösterilerek Alt birlik ve
Birlik genel kurullarının ertelenmesine ilişkin bu hüküm karşısında; siyasi
partilerin toplu olarak icra edilen faaliyetlerinin devam ediyor olması,
buradaki çelişkiyi ortaya koymaktadır.
Diğer bir deyişle kanun koyucu, Alt birlik
ve Birlik genel kurul toplantılarında bir araya gelecek kimseleri pandeminin
yayılması riskine karşı korumaya alırken; siyasi partilerin faaliyetlerine
katılanları, bu korumadan vareste tutmuştur. Kanun koyucu siyasi faaliyetlerin
bir süre erteleneceğine ilişkin düzenleme yapmamıştır. Halbuki kanun koyucunun
bu rizikoya karşı tüm bireyleri asgari müşterekte koruması gerekmektedir. Bu
nedenle eşitlik ilkesi ihlal edilmiştir.
Nitekim, Anayasa’nın ‘‘Esaslar’’ başlıklı
birinci kısmında yer alan 10. maddesinde düzenlenen eşitlik ilkesi, anayasal
bir ilke olup mutlak ve nisbi olmak üzere iki anlam taşır. Anayasa’nın 10.
maddesinin ilk fıkrası mutlak eşitliği başka bir deyişle kanunların herkese
eşit şekilde uygulanmasını düzenler. Nispî eşitlik ise, aynı durumda
bulunanların aynı işleme başka bir deyişle farklı durumlarda bulunanların,
farklı işlemlere tâbi tutulabilmesini ifade eder. Anayasa Mahkemesi mutlak
eşitlik anlayışının yanında nisbi eşitlik anlayışını da benimseyerek; ‘‘Eşitlik
ilkesi, herkesin her yönden aynı hükümlere bağlı olması gerektiği anlamına
gelmez. Bu ilke ile güdülen amaç, benzer koşullar içinde olan, özdeş nitelikte
bulunan durumların yasalarca aynı işleme uyruk tutulmasını sağlamaktır.’’
şeklinde hüküm kurmuştur. (Anayasa Mahkemesi’nin 13.04.1976 tarih ve 1976/3 E.;
1976/3 K. sayılı Kararı) Eşitlik ilkesinin ihlal edilip edilmediği hususunun
tespiti ise, somut olayda ‘‘haklı neden’’in var olup olmadığına göre yapılır.
Ancak kanun koyucu Anayasa’nın 17. ve 56.,
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin 25., Avrupa Sosyal Şartı’nın 11.
maddelerinde dayanağını bulan sağlık hakkını Alt birlik ve Birlik genel kurulu
üyeleri bakımından gözetirken; siyasi parti faaliyetlerine katılanlar için
gözetmemiştir. Nitekim söz konusu genel kurulları yapıldığı takdirde bireylerin
bir araya gelmesiyle ortaya çıkması öngörülen pandeminin yayılması riski,
siyasi parti faaliyetlerin yürütülmesi için de gündeme gelecektir. Sağlık
hakkı, devlete herkese mümkün olan en yüksek sağlık standardına sahip olma
hakkını tanıma ve sağlık hakkının gerçekleştirilmesinin koşullarını sağlama
yükümlülüğü yükler. Ancak devlet, siyasi parti faaliyetlerine katılanlara
yönelik bu ödevi ifa etmemiştir. Kanun koyucu; erteleme hususundaki takdir
yetkisini keyfi şekilde kullanmıştır, genel kurulların toplanmasıyla kullanımı
gerçekleşecek (Anayasa’nın 135. maddesinde temelini bulan) hakkı engellemiştir.
O halde bu türden bir eşitsizliğe gidilmesinde ‘‘haklı neden’’ bulunmamaktadır.
Bu nedenlerle iptali talep edilen bent, Anayasa’nın 2., 10., 13. ve 135.
maddelerine aykırıdır.
Öte yandan Anayasa’nın 135. maddesinde,
kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ve üst kuruluşlarının maddede
belirtilen amaçlar doğrultusunda kanunla kurulan ve organları kendi üyeleri
tarafından kanunda gösterilen usullere göre yargı gözetimi altında gizli oyla
seçilen kamu tüzel kişileri olduğu belirtilmiştir. Maddede meslek
kuruluşlarının karar ve yönetim organlarının seçimle göreve gelmesinin
öngörülmesi, Devletin idari ve mali denetimine tabi olduklarının belirtilmesi
ve sorumlu organlarının görevlerine yargı kararıyla son verilebileceğinin
kurala bağlanması, bu kuruluşların özerkliğine işaret etmektedir. Özerklik,
kişi ve kuruluşların kendi faaliyetlerine ilişkin kararları alma ve uygulama konusunda
gerekli yetkiyle donatılmış olması anlamına gelmektedir. Bu aynı zamanda
kurumların dış etkilere karşı korunmasını ifade eder. Kamu kuruluşlarına
özerklik tanınmasının nedeni faaliyetlerini hizmetin gereklerine ve kamu
yararına uygun bir şekilde sürdürmelerini güvence altına almaktır. Bu bağlamda,
meslek kuruluşları, idari özerkliklerinin sonucu olarak, kendi seçilmiş
organlarıyla merkezi yönetimin müdahalesi olmaksızın serbestçe karar alıp
uygulayabilirler. Özerklik, kesin ve yürütülebilir karar alabilme yetkisine
sahip olabilmeyi de içerir. Kurumların özerkliğinin hangi unsurları içermesi
gerektiği ve hangi hâllerde bir kurumun özerk sayılabileceğine yönelik olarak
Anayasa’da herhangi bir düzenleme bulunmamaktadır. Dolayısıyla, Anayasa’da
belirtilen amacı ya da kamu yararını gerçekleştirmek için kanunla yapılacak
olan düzenleme, kanun koyucunun yapacağı tercihlere göre şekillenecektir. Bu
konuda takdir yetkisi anayasal ilkelere aykırı olmamak koşuluyla kanun koyucuya
aittir (Anayasa Mahkemesi’nin, 22.06.2016 tarihli ve 2015/106 E.; 2016/128 K.
sayılı Kararı, § 13, 14, 15).Ancak genel kurul toplantıları keyfi tercihlerle
ertelenerek tohumculuk sektörünün kamu yararı çerçevesi içinde işlemesinin
önüne geçilmiştir. Zira Alt Birlik ve Birlik için yeni bütçe hazırlanması, eski
bütçenin denetlenmesi, organlarca şeffaf şekilde hesap verilmesi
engellenmiştir. Mevcut organların görev, yetki ve sorumluluklarının ne zamana
kadar devam edeceği öngörülemediğinden, bunlardan memnun olmayan üyeler
bakımından bir belirsizlik oluşturulmuştur. Genel kurullar, sağlıklı ve dengeli
beslenebilmek için tohum ve tarımın öneminin daha da çok anlaşıldığı pandemi
döneminde bu sektörün güncel sorunlarını tartışmaktan uzak tutulmuştur. Bu
durum da Alt birlik ve Birlik’in, Anayasa’nın 135. maddesinde temelini bulan,
özerkliğini işlevsizleştirecektir.
Bununla birlikte iptali talep edilen
bendin ikinci cümlesiyle, bu süreyi 4 ay uzatma yetkisi Tarım ve Orman Bakanına
tanınmıştır. Bu durum, Anayasa’nın 2. maddesinde temelini bulan hukuk devleti
ilkesinin belirlilik unsuruna ve Anayasa’nın 123. maddesinde düzenlenen
idarenin kanuniliği ilkesine aykırıdır. Zira Bakana anılan süreyi dört ay
erteleme hususunda geniş bir takdir yetkisi verilmiştir.
Nitekim hukuk devleti, bütün işlem ve eylemlerinin
hukuk kurallarına uygunluğunu başlıca geçerlik koşulu sayan, her alanda
adaletli bir hukuk düzeni kurmayı amaçlayan ve bunu geliştirerek sürdüren,
hukuku tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa’ya aykırı durum ve
tutumlardan kaçınan, insan haklarına saygı duyarak bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, Anayasa’ya ve hukuk kurallarına bağlılığa özen gösteren,
yargı denetimine açık olan, yasaların üstünde yasa koyucunun da uymak zorunda
olduğu temel hukuk ilkeleri ile Anayasa’nın bulunduğu bilinci olan devlettir
(Anayasa Mahkemesi’nin 02.06.200 tarihli ve 2004/10 E.; 2009/68 K. sayılı
Kararı). Başka bir deyişle hukuk devleti ilkesi gereğince, idareye davranışta
bulunurken veya görevlerini yerine getirirken belirli oranda hareket
serbestliği sağlayan takdir yetkisinin kullanımı mutlak, sınırsız, keyfi
biçimde gerçekleşemez. Bu nedenle idarenin takdir yetkisinin sınırları kanunla
çizilmelidir.
Anayasa’nın 123. maddesinde temelini bulan
idarenin kanuniliği ilkesinin iki boyutu bulunmaktadır. İlk boyutu, idarenin
secundum legem özelliğidir (kanuna dayanma ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin
düzenleme yetkisi kanundan kaynaklanır. İkinci boyutu, idarenin intra legem
özelliğidir (kanuna aykırı olmama ilkesidir). Bu ilkeye göre idarenin işlem ve
eylemleri kanunun çizdiği sınırlar içinde kalmalıdır. Başka bir deyişe idare
kendine tanınan takdir yetkisini kullanırken kanuni sınırlar içinde hareket
etmelidir.
Ancak Bakana tanınan anılan sürenin
uzatılmasına ilişkin geniş takdir yetkisinin açık, net, anlaşılabilir kanuni
sınırları belirlenmemiştir. Diğer bir deyişle Bakanın hangi hallerde anılan
süreyi dört ay uzatacağına dair bir sınırlandırma yer almamaktadır. Aynı
zamanda Bakanın ölçülülük ilkesi gereğince hangi halde süreyi ne kadar
uzatacağına ilişkin objektif bir kıstas da bulunmamaktadır.
Sürenin dört ay daha uzatılması, genel
kurul toplantılarının yapılmasıyla kullanımı sağlanan ve anılan hakların
korunması için gerekli asgari güvencelerin dört ay daha askıya alınması
anlamına gelmektedir. Diğer bir deyişle dört aylık uzatma yetkisinin
kullanılması anılan hakların özüne dokunmaktadır.
Tüm bu nedenlerle 7256 sayılı Kanun’un 44.
maddesiyle 16.04.2020 tarihli ve 7244 sayılı Yeni Koronavirüs (Covid-19)
Salgınının Ekonomik ve Sosyal Hayata Etkilerinin Azaltılması Hakkında Kanun ile
Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 2. maddesinin birinci
fıkrasına eklenen (l) bendi, Anayasa’nın 2., 10., 13., 123. ve 135. maddelerine
aykırıdır; anılan bendin iptali gerekir.
III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN
GEREKÇESİ
11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun ile getirilen iptali talep edilen düzenlemeler birden fazla
kanunda, kanun hükmünde kararnamede hukuka aykırı değişiklikler yapmaktadır.
Kamu yararına aykırı olan, telafisi mümkün olmayacak sonuçlara yol açacak bu
düzenlemelerin (yukarıda açıklandığı üzere; özellikle İşsizlik Sigortası Fonu’nun
amaç dışı kullanımına yol açacak uygulamalar, ücretsiz iznin yaratacağı
ekonomik ve sosyal problemler, basın ve gazetecilik mesleğine mensup olanların
sosyal güvenliğe yönelik iş ve işlemleri, baz istasyonlarının yaratacağı
ekonomik ve sağlık sorunları yönünden) iptal davası sonuçlanana kadar
yürürlüğünün durdurulması gerekmektedir.
Nitekim Anayasal düzenin hukuka aykırı
kural ve düzenlemelerden en kısa sürede arındırılması, hukuk devleti sayılmanın
en önemli gerekleri arasında sayılmaktadır. Anayasa’ya aykırılıkların
sürdürülmesi, özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de
zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve
özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesi hukuk
devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacaktır.
Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek
amacıyla, Anayasa’ya açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükmün iptal davası
sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesi’ne
dava açılmıştır.
IV. SONUÇ VE İSTEM
11.11.2020 tarihli ve 7256 sayılı Bazı
Alacakların Yeniden Yapılandırılması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması
Hakkında Kanun’un
1) 5. maddesiyle 25.08.1999 tarihli ve
4447 sayılı İşsizlik Sigortası Kanunu’na eklenen ek madde 7’nin birinci
fıkrasının birinci cümlesinde yer alan ‘‘Fondan’’ ibaresi, Anayasa’nın 60. ve
65. maddelerine,
2) 12. maddesiyle 4447 sayılı Kanun’a
eklenen geçici madde 27’nin birinci fıkrasının (b) bendi, Anayasa’nın 2., 5.,
10., 12., 13., 48. ve 49. maddelerine; birinci fıkrasının (c) bendinde yer alan
‘‘Fondan’’ ibaresi, Anayasa’nın 2., 60. ve 65. maddelerine; dördüncü fıkrası,
Anayasa’nın 2., 10., 13., 35., 48., 49. ve 60. maddelerine; beşinci fıkrasında
yer alan ‘‘işsizlik sigortası primi de dâhil olmak üzere sigorta primi tahakkuk
ettirilmez’’ ibaresi, Anayasa’nın 2., 10., 13., 35., 48., 49. ve 60.
maddelerine,
3) 13. maddesiyle 4447 sayılı Kanun’a
eklenen geçici madde 28’in ikinci fıkrası, Anayasa’nın 2., 5., 10., 12., 13.,
48. ve 49. maddelerine,
4) 14. maddesiyle 4447 sayılı Kanun’a
eklenen geçici madde 29, Anayasa’nın 2., 6., 10., 13., 35., 36., 40., 60., 90.,
125., 129. ve 137. maddelerine;
5) 21. maddesiyle 193 sayılı Kanun’a
eklenen geçici madde 93, Anayasa’nın 10. ve 73. maddelerine,
6) 22. maddesiyle değiştirilen 28.03.1983
tarihli ve 2809 sayılı Yükseköğretim Kurumları Teşkilatı Kanunu’nun ek 158.
maddesinin ikinci fıkrasında yer alan ‘‘iki üye’’ ibaresi, Anayasa’nın 130. ve
153. maddelerine; beşinci fıkrasına eklenen ikinci ve üçüncü cümleler, Anayasa’nın
2. ve 130. maddelerine,
7) 26. maddesiyle 03.05.1985 tarihli ve
3194 sayılı İmar Kanunu’na eklenen Ek madde 9’un üçüncü ve dördüncü fıkraları,
Anayasa’nın 2., 5., 6., 17., 48., 56., 90. ve 153. maddelerine,
8) 27. maddesiyle 3194 sayılı Kanun’a
eklenen geçici madde 24’ün ikinci fıkrasında yer alan ‘‘izin veya’’ ibaresi ve
üçüncü fıkrasının birinci cümlesi, Anayasa’nın 2., 5., 6., 17., 48., 56., 90.
ve 153. maddelerine; dördüncü fıkrası, Anayasa’nın Başlangıç bölümüne, 2., 5.,
6., 10., 17., 35., 48., 56., 90. ve 153. maddelerine,
9) 28. maddesiyle 07.05.1987 tarihli ve
3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanunu’nun ek 9. maddesinin dokuzuncu
fıkrasına eklenen cümle, Anayasa’nın 2., 27., 128. ve 130. maddelerine,
10) 32. maddesiyle değiştirilen 31.05.2006
tarihli ve 5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu’nun
40. maddesinin ikinci fıkrasında yer alan tablonun 16. sırasındaki ‘‘14 sayılı
Cumhurbaşkanlığı Kararnamesine göre basın kartı sahibi olmak suretiyle fiilen
çalışanlar.’’ ibaresi, Anayasa’nın 2., 7., 10., 13., 26., 28., 60. ve 153.
maddelerine,
11) 41. maddesiyle 01.02.2018 tarihli ve
7075 sayılı Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu Kurulması Hakkında
Kanun Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’a
eklenen geçici madde 4’ün birinci fıkrasının ikinci cümlesinde yer alan ‘‘en
geç altı ay’’ ibaresi, Anayasa’nın 2., 36., 40. ve 125. maddelerine; üçüncü
cümlesi, Anayasa’nın 36. ve 40. maddelerine,
12) 44. maddesiyle değiştirilen 16.04.2020
tarihli ve 7244 sayılı Yeni Koronavirüs (Covid-19) Salgınının Ekonomik ve
Sosyal Hayata Etkilerinin Azaltılması Hakkında Kanun ile Bazı Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun’un 2. maddesinin birinci fıkrasının (ç), (d)
ve (e) bentlerinde yer alan ‘‘üçer aylık sürelerle üç defaya’’ ibaresi, Anayasa’nın
2., 10., 13., 33., 48. 90., 123. ve 171. maddelerine; birinci fıkrasına eklenen
(l) bendi, Anayasa’nın 2., 10., 13., 123. ve 135. maddelerine
aykırı olduğundan iptallerine ve
uygulanmaları halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar olacağı
için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüğünün durdurulmasına karar
verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile arz ederiz.”