“...
1)
7072 sayılı
Kanun’un 5. maddesi ile 24/2/1983 tarihli ve 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar
Kanununun 9/A maddesinin beşinci fıkrasının birinci cümlesinde yer alan “en az
yetmiş puan almak kaydıyla” ibaresinin yürürlükten kaldırılmasını öngören
düzenlemenin Anayasa’ya aykırılığı
Hakim ve savcıların seçilmesi
usulünün düzenlendiği 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanununun 9/A maddesinin
5 inci fıkrasının 1 inci cümlesinde; “Yazılı sınavda yüz tam puan üzerinden en az yetmiş puan almak kaydıyla en yüksek puan alandan başlamak
üzere, sınav ilânında belirtilen kadro sayısının iki katı fazlası mülâkata
çağrılır” şeklinde bir düzenleme yer almaktaydı. Bu düzenleme uyarınca yazılı
sınavdan en az 70 puan almış olmak, mülakat çağırılmak için bir önkoşul olarak
kabul edilmişti. 7072 sayılı Kanun’un 5. maddesi ile 70 puanlık yazılı sınav
barajı kaldırılmıştır.
Anayasanın 2 nci maddesinde; ”Türkiye
Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan
haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel
ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” denilerek,
hukuk devleti Türkiye Cumhuriyeti’nin temel nitelikleri arasında sayılmıştır.
Hukuk devleti, en basit tanımıyla,
devletin iş ve eylemlerinin hukukla sınırlanması demektir. Anayasa Mahkemesi’ne
göre hukuk devleti; ”… eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına
saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir
hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve
tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan,
yargı denetimine açık olan devlettir. Anayasa’nın 2. maddesinde
düzenlenen hukuk devleti ilkesinin önkoşullarından biri kişilerin
hukuki güvenliğinin sağlanmasıdır. Hukuk devletinin sağlamakla yükümlü
olduğu hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını,
bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de
yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını
gerekli kılar” (AYM., 07.04.2016, 2015/94, 2016/27)
Yasama organı yönünden hukuk
devleti ilkesi, ihdas edilen kanunların Anayasaya uygun olmasını gerekli kılar.
Bu çerçevede Anayasanın 11 inci maddesinin son fıkrasında; ”Kanunlar
Anayasaya aykırı olamaz” denilerek, hukuk devleti ilkesinin Yasama
erki yönünden bağlayıcılığı ortaya konulmuş, Anayasanın 146 ve devamı maddeleri
uyarınca kurulan Anayasa Mahkemesi’ne Yasama organının faaliyetlerinin
Anayasaya uygunluğunun denetlenmesi yetkisi tanınmıştır. Yürütme organı
yönünden ise hukuk devletinin yansıması, yürütmenin, üstlendiği görevleri
yerine getirirken ve sahip olduğu yetkileri kullanırken kanunlara uygun davranma
yükümlülüğüdür. Anayasanın 125 inci maddesiyle, ”yürütmenin eylem ve
işlemlerinin Yargı denetimine tabi olduğu” belirtilerek, hukuk devleti
ilkesinin korunması amaçlanmıştır.
Görüldüğü gibi, yargı erki, hukuk
devletinin sağlanmasında önemli bir rol oynamaktadır. Zira özellikle yasama ve
yürütme faaliyeti çerçevesinde gerçekleştirilen eylem ve işlemlerin hukuka
uygunluğunun denetimi yargı tarafından yapılmaktadır.
Getirilen düzenlemeyle, 2802 sayılı
Kanun’da liyakat ölçüsü çerçevesinde, yazılı sınavda belirli bir puan barajını
aşan adayların objektif kriterlere göre sözlü mülakata hak kazanması
prosedürünü öngören kriterler hafifletilmekte, hakimlik ve savcılık mesleği
açısından mesleki nitelik ölçütünün ve kalitesinin düzeyi azaltılmış
olmaktadır.
Getirilen düzenlemede sadece hakim
ve savcı açığını kapatma amacının hedeflendiği anlaşılmaktadır.
Hakimlik ve savcılık mesleği,
hukuki bilgi birikim ve yetkinliğin en üst seviyede olması gereken mesleklerden
olup, hakim ve savcıların nitelikli olması, iyi bir bilgi ve birikime sahip
olması, hukuk devleti ilkesinin tam manasıyla hayata geçirilebilmesi bakımından
önem taşımaktadır. Bilhassa, hakimim bağımsızlığı bakımından, bu hususların
ayrı bir öneme sahip olduğu açıktır.
Anayasanın 138 inci maddesi; ”Hakimler,
görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanı
kanaatlerine göre hüküm verirler.
Hiçbir organ, makam, merci veya
kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat
veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.
Görülmekte olan bir dava hakkında
Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz,
görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz.
Yasama ve yürütme organları ile
idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme
kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini
geciktiremez” şeklindedir.
Anayasada, yargıçların
bağımsızlığını korumak için 139 uncu maddede; “hâkim teminatı” kabul
edilmiştir. Maddede; “Hakimler ve savcılar azlolunamaz, kendileri
istemedikçe Anayasada gösterilen yaştan önce emekliye ayrılamaz; bir mahkemenin
veya kadronun kaldırılması sebebiyle de olsa, aylık, ödenek ve diğer özlük
haklarından yoksun kılınamaz.
Meslekten çıkarılmayı gerektiren
bir suçtan dolayı hüküm giymiş olanlar, görevini sağlık bakımından yerine
getiremeyeceği kesin olarak anlaşılanlar veya meslekte kalmalarının uygun
olmadığına karar verilenler hakkında kanundaki istisnalar saklıdır” denilmektedir.
Anayasanın 140 ıncı maddesinde
ise; ”Hakimler ve savcılar adli ve idari yargı hakim ve savcıları
olarak görev yaparlar. Bu görevler meslekten hakim ve savcılar eliyle
yürütülür.
Hakimler, mahkemelerin bağımsızlığı
ve hakimlik teminatı esaslarına göre görev ifa ederler.
Hakim ve savcıların nitelikleri,
atanmaları, hakları ve ödevleri, aylık ve ödenekleri, meslekte ilerlemeleri,
görevlerinin ve görev yerlerinin geçici veya sürekli olarak değiştirilmesi,
haklarında disiplin kovuşturması açılması ve disiplin cezası verilmesi,
görevleriyle ilgili veya görevleri sırasında işledikleri suçlarından dolayı
soruşturma yapılması ve yargılanmalarına karar verilmesi, meslekten çıkarmayı
gerektiren suçluluk veya yetersizlik halleri ve meslek içi eğitimleri ile diğer
özlük işleri mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esaslarına göre
kanunla düzenlenir. Hakimler ve savcılar altmışbeş yaşını bitirinceye kadar
hizmet görürler; askeri hakimlerin yaş haddi, yükselme ve emeklilikleri kanunda
gösterilir.
Hakimler ve savcılar, kanunda
belirtilenlerden başka, resmi ve özel hiçbir görev alamazlar.
Hakimler ve savcılar idari
görevleri yönünden Adalet Bakanlığına bağlıdırlar.
Hakim ve savcı olup da adalet
hizmetindeki idari görevlerde çalışanlar, hakimler ve savcılar hakkındaki
hükümlere tabidirler. Bunlar, hakimler ve savcılara ait esaslar dairesinde
sınıflandırılır ve derecelendirilirler, hakimlere ve savcılara tanınan her
türlü haklardan yararlanırlar” denilmektedir.
Kuvvetler ayrılığının geçerli
olduğu bir ülkede, yargının, yürütme ve yasama erkinden bağımsız olması
gerekir. Yargının siyasi otoriteden bağımsız bir yapısının ve işleyişinin
olması, hukuk devletinin olmazsa olmaz unsurlarından biridir. Yargı
bağımsızlığının sağlanabilmesi için başlıca iki koşulun bir arada bulunması
gerekir. Bunlardan ilki mahkemelerin bağımsızlığı, ikincisi ise hakimlik
teminatıdır.
Hakimlerin güvencelere sahip
olmaması, onların objektif ve özgür bir biçimde karar vermelerine engel teşkil
eder. Bireylerin temel hak ve hürriyetlerini sınırlayıcı, malvarlığı
değerlerini azaltıcı kararlar verme yetkisiyle donatılan kişilerin seçiminde
objektif, liyakat kurallarına uygun, bilgi, birikimi ve kaliteyi ölçebilen
koşullara yer verilmemesi, hukuk devleti ilkesini örseleyeceği gibi yargı
bağımsızlığına da zarar verir. Hakim ve savcıların seçiminde nitelikli
koşullara yer verilmemesi, yargı bağımsızlığına da zarar vereceğinden, adil
yargılama ilkesinin hayata geçirilmesine de engel oluşturur. Hakimlik, liyakata
bağlı, hak edenin, layık olanın yerine getirmesi gereken hayati öneme sahip bir
meslektir. Adayların seçiminde, layık olma yerine, lütufun önem kazanması,
bağımsızlık ve tarafsızlığın en baştan ortadan kaldırılması anlamına
gelmektedir.
Anayasa Mahkemesi de, 10.04.2014
tarih ve 57/81 sayılı kararında; ”Hukuk devleti ilkesinin temel
bileşenlerinden olan yargı bağımsızlığı, insan haklarının ve
özgürlüklerinin başlıca ve en etkin güvencesidir. Mahkemelerin bağımsızlığı
ilkesi, hâkimlerin görevlerinde bağımsız olduklarını ifade etmektedir.
Hâkimlerin görevlerinde bağımsızlıkları ise onlara tanınan bir ayrıcalık
olmayıp, adaletin dolaylı dolaysız her türlü etki, baskı, yönlendirme ve
kuşkudan uzak dağıtılması amacını gütmektedir. Yargının bir karakteri olan
bağımsızlık, hâkimin, çekinmeden ve endişe duymadan, Anayasa’nın öngördüğü
gereklerden başka herhangi bir dış etki altında kalmadan, yansız tutumla,
özgürce karar verebilmesidir. Hâkimlik teminatı da aynı amaca yönelik
olup, hâkim ve savcıların azledilmelerine, kendileri istemedikçe Anayasa’da
öngörülen yaştan önce emekliye ayrılmalarına, herhangi bir sebeple aylık,
ödenek ve diğer özlük haklarından yoksun bırakılmalarına engel oluşturmaktadır.
Gerek mahkemelerin bağımsızlığı, gerekse hâkimlik teminatı ilkeleri, yargılama
faaliyetine ilişkin ilkeler olup, esas olarak adil bir yargılama sistemini
sağlama amacını gütmektedirler. Hakim ve savcıların belirli süre ile yurtdışına
gönderilmelerinin ise yargılama faaliyeti ile bir ilişkisi bulunmamakta olup,
hâkim ve savcıların yurt dışına gönderilmeleri konusunda HSYK’nın görevli
kılınmamasının, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına
aykırılığı da söz konusu değildir” ifadelerine yer vererek bu hususa işaret
etmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
(AİHM)’ne göre, bağımsızlık kavramıyla; “yürütmeden ve taraflardan bağımsız
olmak” anlaşılmalıdır (Ringeisen/Avusturya, 1971).
Bağımsız yargılama makamı,
yargılama makamının yürütme başta olmak üzere diğer güçlerden ayrık, bağımsız
olmasını, hiçbir erke, kurum ve kuruluşa, kişiye tabi olmamasını güvence altına
alan bir kriterdir. Bu bakımdan bağımsızlık, yargılama makamının yasayla
kurulmuş olmasının da doğal bir sonucudur (Clarke/Birleşik Krallık, 2005).
AİHM, hakimlerin seçilme ve atanma
tarzının, bağımsızlığın sağlanabilmesi bakımından belirleyici olan hususlardan
biri olduğuna işaret etmektedir. Zira AİHM, bir organın, özellikle yürütmeden
ve davanın taraflarından “bağımsız” olup olmadığını belirlerken (23.06.1981
tarihli Le Compte, Van Leuven ve De Meyere/Belçika kararı, par. 55), üyelerinin
atanma tarzına ve görev sürelerine (aynı karar, parag. 57), dışarıdan
gelebilecek baskılara karşı güvencelerinin varlığına (bk.
01.10.1982 tarihli Piersack/Belçika kararı, par. 27) ve bu
organın bağımsız olduğu görüntüsü verip vermediğine (17.01.1970
tarihli Delcourt/Belçika kararı, par. 31) bakmak zorundadır (Campbell
ve Fell/Birleşik Krallık).
2802 sayılı Hakimler ve Savcılar
Kanununun 9/A maddesinin 5 inci fıkrasının 1 inci cümlesinde, hakim ve
savcıların sözlü mülakata seçilmesinde, Kanun’un yazılı sınav için öngördüğü 70
puanlık baraj şartı kaldırılarak, hakim ve savcıların seçiminde nitelik ve
kalite ölçütünün düzeyi düşürülmektedir. Bu durum, hakim ve savcılık mesleğinin
saygınlığına zarar verici bir nitelik arz etmektedir. Bu sebeple, getirilen bu
düzenleme, hakim ve mahkemelerin bağımsızlığına da zarar vermekte ve bu yönüyle
hukuk devleti ilkesi ne aykırılık teşkil etmektedir.
Yukarıdaki izah çerçevesinde, 7072
sayılı Kanun’un 5 inci maddesiyle getirilen düzenleme, Anayasa’nın Başlangıç Kısmına 2., 138., 139. ve 140. maddelerine
açık aykırılık oluşturmakta olup, bu yönüyle hükmün iptali gerekir.
2)
7072 sayılı
Kanun’un 7. maddesi ile 24/2/1983 tarihli ve 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar
Kanununa eklenen geçici 20 nci maddenin Anayasa’ya aykırılığı
7072 sayılı Kanun’un 7 nci maddesi
ile 24/2/1983 tarihli ve 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununa eklenen
geçici 20 nci maddenin eklenmesi öngörülmektedir. Eklenen geçici 20 nci maddeye
göre; “Bu maddeyi ihdas eden Kanun Hükmünde Kararnameyle 9/A maddesinin beşinci
fıkrasında yapılan değişiklik, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce yapılan
ve sonucu açıklanmayan yazılı sınava katılanlar bakımından da uygulanır.”
Hakim ve savcıların seçilmesi
usulünün düzenlendiği 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanununun 9/A maddesinin
5 inci fıkrasının 1 inci cümlesinde; “Yazılı sınavda yüz tam puan üzerinden en
az yetmiş puan almak kaydıyla en yüksek puan alandan başlamak üzere, sınav
ilânında belirtilen kadro sayısının iki katı fazlası mülâkata çağrılır”
şeklinde bir düzenleme yer almaktaydı. Bu düzenleme uyarınca yazılı sınavdan en
az 70 puan almış olmak, mülakat çağırılmak için bir önkoşul olarak kabul
edilmişti. 7072 sayılı Kanun’un 5. maddesi ile 70 puanlık yazılı sınav barajı
kaldırılmıştır.
7072 sayılı Kanun’un 7 nci maddesi
ile 24/2/1983 tarihli ve 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununa geçici 20
nci madde eklenerek, 2802 sayılı Kanun’un 9/A maddesinin beşinci fıkrasında
yapılan değişikliğin, maddenin yürürlüğe girdiği tarihten önce yapılan ve
sonucu açıklanmayan yazılı sınava katılanlar bakımından da uygulanması kabul
edilmiştir.
Anayasanın 2 nci maddesinde; ”Türkiye
Cumhuriyeti, toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan
haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı, başlangıçta belirtilen temel
ilkelere dayanan, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir” denilerek,
hukuk devleti Türkiye Cumhuriyeti’nin temel nitelikleri arasında sayılmıştır.
Hukuk devleti, en basit tanımıyla,
devletin iş ve eylemlerinin hukukla sınırlanması demektir. Anayasa Mahkemesi’ne
göre hukuk devleti; ”… eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına
saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir
hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve
tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan,
yargı denetimine açık olan devlettir. Anayasa’nın 2. maddesinde
düzenlenen hukuk devleti ilkesinin önkoşullarından biri kişilerin
hukuki güvenliğinin sağlanmasıdır. Hukuk devletinin sağlamakla yükümlü
olduğu hukuki güvenlik ilkesi, hukuk normlarının öngörülebilir olmasını,
bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de
yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını
gerekli kılar” (AYM., 07.04.2016, 2015/94, 2016/27)
Yasama organı yönünden hukuk
devleti ilkesi, ihdas edilen kanunların Anayasaya uygun olmasını gerekli kılar.
Bu çerçevede Anayasanın 11 inci maddesinin son fıkrasında; ”Kanunlar
Anayasaya aykırı olamaz” denilerek, hukuk devleti ilkesinin Yasama erki
yönünden bağlayıcılığı ortaya konulmuş, Anayasanın 146 ve devamı maddeleri
uyarınca kurulan Anayasa Mahkemesi’ne Yasama organının faaliyetlerinin
Anayasaya uygunluğunun denetlenmesi yetkisi tanınmıştır. Yürütme organı
yönünden ise hukuk devletinin yansıması, yürütmenin, üstlendiği görevleri
yerine getirirken ve sahip olduğu yetkileri kullanırken kanunlara uygun
davranma yükümlülüğüdür. Anayasanın 125 inci maddesiyle, ”yürütmenin eylem
ve işlemlerinin Yargı denetimine tabi olduğu” belirtilerek, hukuk devleti
ilkesinin korunması amaçlanmıştır.
Görüldüğü gibi, yargı erki, hukuk
devletinin sağlanmasında önemli bir rol oynamaktadır. Zira özellikle yasama ve
yürütme faaliyeti çerçevesinde gerçekleştirilen eylem ve işlemlerin hukuka
uygunluğunun denetimi yargı tarafından yapılmaktadır.
Getirilen düzenlemeyle, 2802 sayılı
Kanun’da liyakat ölçüsü çerçevesinde, yazılı sınavda belirli bir puan barajını
aşan adayların objektif kriterlere göre sözlü mülakata hak kazanması
prosedürünü öngören kriterler hafifletilmekte, hakimlik ve savcılık mesleği açısından
mesleki nitelik ölçütünün ve kalitesinin düzeyi azaltılmış olmaktadır.
Getirilen düzenlemenin tek
amacının, hakim ve savcı açığını kapatmak olduğu, girişin kolaylaştırılmasının
hedeflendiği anlaşılmaktadır. Nitekim bu amaçla, maddenin yürürlüğe girdiği
tarihten önce yapılan ancak henüz sonuçları açıklanmayan yazılı sınavlar
bakımından da yapılan değişikliğin uygulanması öngörülmüştür.
Hakimlik ve savcılık mesleği,
hukuki bilgi birikim ve yetkinliğin en üst seviyede olması gereken mesleklerden
olup, hakim ve savcıların seçiminin belirlik niteliklere sahip olması, iyi bir
bilgi ve birikime sahip hakim ve savcıların seçilebilmesi için objektif ve
liyakati ön planda tutan usullerin öngörülmesi, hukuk devleti ilkesinin tam
manasıyla hayata geçirilebilmesi bakımından önem taşımaktadır. Bilhassa,
hakimin bağımsızlığının sağlanması bakımından, hakim seçimi ve atanması usulüne
ilişkin prosedürlerin ayrı bir öneme sahip olduğu açıktır.
Anayasanın 138 inci maddesi; ”Hakimler,
görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanı
kanaatlerine göre hüküm verirler.
Hiçbir organ, makam, merci veya
kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve hakimlere emir ve talimat
veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde bulunamaz.
Görülmekte olan bir dava hakkında
Yasama Meclisinde yargı yetkisinin kullanılması ile ilgili soru sorulamaz,
görüşme yapılamaz veya herhangi bir beyanda bulunulamaz.
Yasama ve yürütme organları ile
idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme
kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini
geciktiremez” şeklindedir.
Anayasada, yargıçların
bağımsızlığını korumak için 139 uncu maddede; “hâkim teminatı” kabul
edilmiştir. Maddede; “Hakimler ve savcılar azlolunamaz, kendileri istemedikçe
Anayasada gösterilen yaştan önce emekliye ayrılamaz; bir mahkemenin veya
kadronun kaldırılması sebebiyle de olsa, aylık, ödenek ve diğer özlük
haklarından yoksun kılınamaz.
Meslekten çıkarılmayı gerektiren
bir suçtan dolayı hüküm giymiş olanlar, görevini sağlık bakımından yerine
getiremeyeceği kesin olarak anlaşılanlar veya meslekte kalmalarının uygun
olmadığına karar verilenler hakkında kanundaki istisnalar saklıdır” denilmektedir.
Anayasanın 140 ıncı maddesinde
ise; ”Hakimler ve savcılar adli ve idari yargı hakim ve savcıları olarak
görev yaparlar. Bu görevler meslekten hakim ve savcılar eliyle yürütülür.
Hakimler, mahkemelerin bağımsızlığı
ve hakimlik teminatı esaslarına göre görev ifa ederler.
Hakim ve savcıların nitelikleri,
atanmaları, hakları ve ödevleri, aylık ve ödenekleri, meslekte ilerlemeleri,
görevlerinin ve görev yerlerinin geçici veya sürekli olarak değiştirilmesi,
haklarında disiplin kovuşturması açılması ve disiplin cezası verilmesi,
görevleriyle ilgili veya görevleri sırasında işledikleri suçlarından dolayı
soruşturma yapılması ve yargılanmalarına karar verilmesi, meslekten çıkarmayı
gerektiren suçluluk veya yetersizlik halleri ve meslek içi eğitimleri ile diğer
özlük işleri mahkemelerin bağımsızlığı ve hakimlik teminatı esaslarına göre
kanunla düzenlenir. Hakimler ve savcılar altmışbeş yaşını bitirinceye kadar
hizmet görürler; askeri hakimlerin yaş haddi, yükselme ve emeklilikleri kanunda
gösterilir.
Hakimler ve savcılar, kanunda belirtilenlerden
başka, resmi ve özel hiçbir görev alamazlar.
Hakimler ve savcılar idari
görevleri yönünden Adalet Bakanlığına bağlıdırlar.
Hakim ve savcı olup da adalet
hizmetindeki idari görevlerde çalışanlar, hakimler ve savcılar hakkındaki
hükümlere tabidirler. Bunlar, hakimler ve savcılara ait esaslar dairesinde
sınıflandırılır ve derecelendirilirler, hakimlere ve savcılara tanınan her
türlü haklardan yararlanırlar” denilmektedir.
Kuvvetler ayrılığının geçerli
olduğu bir ülkede, yargının, yürütme ve yasama erkinden bağımsız olması
gerekir. Yargının siyasi otoriteden bağımsız bir yapısının ve işleyişinin
olması, hukuk devletinin olmazsa olmaz unsurlarından biridir. Yargı
bağımsızlığının sağlanabilmesi için başlıca iki koşulun bir arada bulunması
gerekir. Bunlardan ilki mahkemelerin bağımsızlığı, ikincisi ise hakimlik
teminatıdır.
Hakimlerin güvencelere sahip
olmaması, onların objektif ve özgür bir biçimde karar vermelerine engel teşkil
eder. Bireylerin temel hak ve hürriyetlerini sınırlayıcı, malvarlığı
değerlerini azaltıcı kararlar verme yetkisiyle donatılan kişilerin seçiminde
objektif, liyakat kurallarına uygun, bilgi, birikimi ve kaliteyi ölçebilen
koşullara yer verilmemesi, hukuk devleti ilkesini örseleyeceği gibi yargı
bağımsızlığına da zarar verir. Hakim ve savcıların seçiminde nitelikli
koşullara yer verilmemesi, yargı bağımsızlığına da zarar vereceğinden, adil
yargılama ilkesinin hayata geçirilmesine de engel oluşturur.
Anayasa Mahkemesi de, 10.04.2014
tarih ve 57/81 sayılı kararında; ”Hukuk devleti ilkesinin temel
bileşenlerinden olan yargı bağımsızlığı, insan haklarının ve
özgürlüklerinin başlıca ve en etkin güvencesidir. Mahkemelerin bağımsızlığı
ilkesi, hâkimlerin görevlerinde bağımsız olduklarını ifade etmektedir.
Hâkimlerin görevlerinde bağımsızlıkları ise onlara tanınan bir ayrıcalık
olmayıp, adaletin dolaylı dolaysız her türlü etki, baskı, yönlendirme ve
kuşkudan uzak dağıtılması amacını gütmektedir. Yargının bir karakteri olan
bağımsızlık, hâkimin, çekinmeden ve endişe duymadan, Anayasa’nın öngördüğü
gereklerden başka herhangi bir dış etki altında kalmadan, yansız tutumla,
özgürce karar verebilmesidir. Hâkimlik teminatı da aynı amaca yönelik
olup, hâkim ve savcıların azledilmelerine, kendileri istemedikçe Anayasa’da
öngörülen yaştan önce emekliye ayrılmalarına, herhangi bir sebeple aylık,
ödenek ve diğer özlük haklarından yoksun bırakılmalarına engel oluşturmaktadır.
Gerek mahkemelerin bağımsızlığı, gerekse hâkimlik teminatı ilkeleri, yargılama
faaliyetine ilişkin ilkeler olup, esas olarak adil bir yargılama sistemini
sağlama amacını gütmektedirler. Hakim ve savcıların belirli süre ile yurtdışına
gönderilmelerinin ise yargılama faaliyeti ile bir ilişkisi bulunmamakta olup,
hâkim ve savcıların yurt dışına gönderilmeleri konusunda HSYK’nın görevli
kılınmamasının, mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkimlik teminatı esaslarına
aykırılığı da söz konusu değildir” ifadelerine yer vererek bu hususa işaret
etmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
(AİHM)’ne göre, bağımsızlık kavramıyla; “yürütmeden ve taraflardan bağımsız
olmak” anlaşılmalıdır (Ringeisen/Avusturya, 1971).
Bağımsız yargılama makamı,
yargılama makamının yürütme başta olmak üzere diğer güçlerden ayrık, bağımsız
olmasını, hiçbir erke, kurum ve kuruluşa, kişiye tabi olmamasını güvence altına
alan bir kriterdir. Bu bakımdan bağımsızlık, yargılama makamının yasayla
kurulmuş olmasının da doğal bir sonucudur (Clarke/Birleşik Krallık, 2005).
AİHM, hakimlerin seçilme ve atanma
tarzının, bağımsızlığın sağlanabilmesi bakımından belirleyici olan hususlardan
biri olduğuna işaret etmektedir. Zira AİHM, bir organın, özellikle yürütmeden
ve davanın taraflarından “bağımsız” olup olmadığını
belirlerken (23.06.1981 tarihli Le Compte, Van Leuven ve De Meyere/Belçika
kararı, par. 55), üyelerinin atanma tarzına ve görev sürelerine (aynı
karar, parag. 57), dışarıdan gelebilecek baskılara karşı güvencelerinin
varlığına (bk. 01.10.1982 tarihli Piersack/Belçika kararı, par.
27) ve bu organın bağımsız olduğu görüntüsü verip vermediğine (17.01.1970
tarihli Delcourt/Belçika kararı, par. 31) bakmak zorundadır (Campbell ve
Fell/Birleşik Krallık).
2802 sayılı Hakimler ve Savcılar
Kanununun 9/A maddesinin 5 inci fıkrasının 1 inci cümlesinde, hakim ve
savcıların sözlü mülakata seçilmesinde, Kanun’un yazılı sınav için öngördüğü 70
puanlık baraj şartı kaldırılarak, hakim ve savcıların seçiminde nitelik ve
kalite ölçütünün düzeyi düşürülmektedir. Bu durum, hakim ve savcılık mesleğinin
saygınlığına zarar verici bir nitelik arz etmektedir. Bu sebeple, getirilen bu
düzenleme, hakim ve mahkemelerin bağımsızlığına da zarar vermekte ve bu yönüyle
hukuk devleti ilkesi ne aykırılık teşkil etmektedir.
Yukarıdaki izah çerçevesinde, 7072
sayılı Kanun’un 7 nci maddesiyle getirilen düzenleme, Anayasa’nın Başlangıç
Kısmına, 2., 138., 139. ve 140. maddelerine açık aykırılık oluşturmakta olup,
bu yönüyle hükmün iptali gerekir.
3)
7072 sayılı
Kanun’un 9. maddesiyle 5271
sayılı Kanunun 172 nci maddesinin 2 nci fıkrasının değiştirilmesine ilişkin
düzenlemenin Anayasa’ya aykırılığı
7072 sayılı Kanun’un 9 uncu
maddesi, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 172 nci maddesinin 2 nci
fıkrasının değiştirilmesini öngörmektedir. Değişiklik uyarınca; “Kovuşturmaya
yer olmadığına dair karar verildikten sonra kamu davasının açılması için
yeterli şüphe oluşturacak yeni delil elde edilmedikçe ve bu hususta sulh ceza
hâkimliğince bir karar verilmedikçe, aynı fiilden dolayı kamu davası açılamaz.”
Muhakeme hukuku üçayaklı bir sistem
üzerine kurulu olup, iddia, müdafaa ve yargıdan oluşan bu sistem kolektif
şekilde görev icra etmekte ve nihayetinde hukuk kurallarını, bireyin hak ve
hürriyetlerini gözeterek maddi gerçeği ortaya çıkarmayı hedeflemektedir. Bu
sistemin parçalarından birinin bulunmadığı ya da yeterince görevini ifa
edemediği, birinin diğeri üzerinde üstünlük kurduğu, hak ve imkân kısıtlamaları
ile karşılaştığı durumlarda, sağlıklı bir ceza muhakemesi işleyişinden de söz
etmek mümkün değildir.
Kamusal ve bireysel iddia makamları
iddia faaliyetini yerine getirerek, muhakeme faaliyetinin en önemli ayaklarından
birini oluşturmaktadır. Davasız yargılama olmaz ilkesi uyarınca, bir ceza
uyuşmazlığının yargılamaya konu olabilmesi, bu hususta bir iddianın ileri
sürülmüş olmasına bağlıdır. Bu sebeple, iddia faaliyeti, ceza muhakemesi
faaliyetinin başlangıcını oluşturan, bu faaliyeti harekete geçiren bir öneme
sahiptir.
İddia olmadan, bir ceza
uyuşmazlığının dava konusu olabilmesi, suç işleyen kişiler hakkında işlem tesis
edilebilmesi, haklarında hüküm kurulabilmesi mümkün değildir. İddia
faaliyetinin etkisizleştirildiği, iddia mekanizmalarının sınırlandırıldığı bir
muhakeme sisteminin, hukuk devleti içinde yeri bulunmamaktadır.
Bu sebeple, ceza muhakemesi
sisteminin bir bütün olarak değerlendirilmesi ve sistemin amacına uygun
şekilde, özellikle silahların eşitliğini bozacak, iddia ve savunma arasında hak
ve imkân dengesizliğine yol açacak düzenlemelerden kaçınılması gerekmektedir.
Ceza muhakemesi hukuku, tarihsel
süreçte, suçlunun cezalandırılması, sanığın korunması ve sanığın haklarına
saygılı bir şekilde maddi gerçeğe ulaşılması aşamalarından geçmiştir. Günümüz
ceza muhakemesinde ideal olan, sanığın haklarına saygılı bir şekilde maddi
gerçeğe ulaşmaktır. Bu yapılırken, silahların eşitliği ilkesinin benimsendiği,
iddia ile savunma arasında hak ve imkân dengesinin gözetildiği ve uygulandığı
bir süreç yürütülmelidir. Silahların eşitliği, çağdaş ceza muhakemesinin
vazgeçilmez bir parçası olup, bu ilke, müdafaanın iddia makamı karşısında eşit
imkânlara sahip olmasını ve bunları etkin bir şekilde kullanabilmesini ifade
etmektedir. Silahların eşitliğinin öngörüldüğü bu döneme bir anda
erişilmediğini, savunmanın iddia karşısında yerinin olmadığı, savunmanın
etkisiz kılındığı dönemlerden, savunma ile iddianın eşit şartlara sahip olduğu
günümüz muhakeme hukuku anlayışına, sayısız hak ihlalinden, haksız ve adaletsiz
yargılamalardan sonra gelinebildiğini de unutmamak gerekir.
İddia faaliyeti, ceza muhakemesini
sürecini başlatan bir etkiye sahip olduğundan, hak arama ve adil yargılanma
hakkı ile doğrudan irtibatlıdır. Ceza muhakemesinin amacı, adil bir yargılama
neticesinde maddi gerçeğe ulaşmak, adaleti tesis etmek olduğundan, iddia
faaliyetinin etkisizleştirilmesi, sınırlandırılması, adil yargılama ilkesi ile
bağdaşmamaktadır.
Anayasa’nın 36. maddesi, yargı
mercilerine davacı ve davalı olarak başvurabilme ve kişinin yargı mercileri
önünde iddia, savunma, adil yargılanma hakkına sahip olduğu güvence altına
alınmış ve özel sınırlama nedenleri öngörmemiştir. Bu sebeple, bit hukuk
devletinde, bireyin en önemli güvencelerinden birini de “hak arama hürriyeti”
oluşturmaktadır.
Hak arama özgürlüğü ve adil
yargılanma hakkı bir temel haktır. Anayasal hak ve özgürlüklerin kullanılmasını
ve korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. İhbar ve şikayet
hakkı, kamusal iddia faaliyeti de, hak arama hakkının bir tamamlayıcısı ve
ayrılmaz bir parçasıdır.
Bir suçun işlendiği haberinin alınması üzerine, bu fiilleri takibe
yetkili makamların kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere
derhal soruşturmaya başlamalarını (m.160/1), yapılan soruşturma sonucunda fiil
ve failin belli olması, suçun işlendiğine dair yeterli şüphe bulunması ve dava
şartlarının gerçekleşmiş olması durumunda cumhuriyet savcısı tarafından
iddianame düzenlenmesini (m.170/1) ve açılan kamu davasının yargılamanın sonuna
kadar savcılıkça takip edilmesini (m.188) ifade eden ilkeye “kovuşturma
mecburiyeti ilkesi” denilmektedir. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere
kovuşturma mecburiyeti ilkesi “araştırma mecburiyeti”, “kamu davasını açma
mecburiyeti” ve “kamu davasını yürütme mecburiyeti” olmak üzere üç alt ilkeden
oluşmaktadır.
Araştırma mecburiyeti (m.160/1), savcının resen,
ihbar, şikayet yoluyla ya da herhangi bir surette öğrendiği suç şüphesi
üzerine, işin gerçeğini araştırmakla yükümlü olduğunu ifade etmektedir. İşin
gerçeğinin araştırılması mecburiyeti, soruşturmanın en temel gerekliliklerinden
biridir. Etkin bir ceza muhakemesi faaliyetinden söz edilebilmesinin ilk ve en
önemli koşulu, etkili bir araştırma faaliyetinin icra edilmesidir. Bu
mecburiyetin layıkıyla yerine getirilmemesi, soruşturma faaliyetini
etkisizleştireceği gibi, ceza muhakemesinin amaçlarına ulaşmasına da engel
oluşturur. Araştırma faaliyetinin, savcıya tanınan yetkiler ve yasada öngörülen
araştırma işlem ve tedbirleri çerçevesinde hakkiyle yerine getirilmesi, bu
yükümlülüğün yerine getirilmesinin temel koşuludur.
Kamu davasını açma mecburiyeti (m.170/1), cumhuriyet
savcısına, soruşturma sırasında yeterli suç şüphesine ulaşıldığına kanaat
getirdiğinde, isnadı yargı makamı önünde sonuca bağlamak üzere iddianame tanzim
etme yükümlülüğü getirmektedir. Ceza muhakemesinde, cezai uyuşmazlığın çözümü
kovuşturma aşamasında mahkeme önünde gerçekleşeceğinden, soruşturmanın temel
fonksiyonunu, yapılan araştırma sonucunda ortaya çıkan yeterli suç şüphesinin
yargılamayı yapacak merci önüne getirilmesi oluşturmaktadır.
Kamu davasını yürütme mecburiyeti
(m.188), iddia
makamının kovuşturma evresine taşınan ceza uyuşmazlığını sonuna kadar takip
ederek, muhakeme faaliyetinin kollektifliğine son ana kadar katkıda bulunması
yükümlülüğü getirmektedir. Bu mecburiyet, yargı makamı açısından da söz
konusudur. Yargı makamı da, yargılamaya konu ceza uyuşmazlığını çözüme
kavuşturarak nihayete erdirmekle yükümlüdür. Kısacası kovuşturma evresine
geçildiğinde, iddia makamı iddiasını geri alıp uyuşmazlığı kendisi
sonlandıramayacağı gibi, yargı makamı da ceza uyuşmazlığını bir hükme
bağlamaktan imtina edemez.
Yasamız temel olarak kovuşturma
mecburiyeti ilkesini benimsemiştir. Nitekim 170 inci maddenin 2 nci fıkrasında;
“soruşturma evresi sonunda toplanan deliller, suçun işlendiği hususunda
yeterli şüphe oluşturuyorsa; Cumhuriyet savcısı, bir iddianame düzenler”
denilerek bu husus vurgulanmıştır. Kamu davası açma mecburiyeti, beraberinde
kamu davasından vazgeçilmemesini, sonuna kadar takip edilmesi zorunluluğunu da
getirmektedir.
Soruşturma safhasında yapılan
araştırmalar fiilin fail tarafından işlendiği hususunda yeterli suç şüpheleri
doğuruyorsa Cumhuriyet Savcısı iddianame düzenleyecektir. Esasen, m.170/2
hükmü, iddianame düzenleme yetkisini verdiği Cumhuriyet Savcısının, kamu
davasını açma tekelini de ortaya koymaktadır. Savcı, tanzim ettiği iddianamenin
kabulü ile başlayan kovuşturma evresinde de açılan davayı takip etmek ve
yürütmek zorundadır. Bu prensip, açılan davanın bir hükümle sonuçlanıncaya
kadar (m.223) savcılık tarafından takip edilmesi, geri alınamaması anlamına
gelmektedir.
Cumhuriyet Savcısı tarafından
verilen “kovuşturmaya yer olmadığı kararı”na karşı itiraz yolunun kabul
edilmesi (m.173) ve suç işleyen bir kimsenin kayırılmasının yaptırıma
bağlanması (TCK.m.283) kamu davasını açma mecburiyeti ilkesinin güvenceleri
olarak zikredilebilir.
Tüm bu açıklamalardan hareketle,
5271 sayılı CMK. sisteminde, iddia faaliyeti Cumhuriyet savcısı tarafından
yerine getirildiğini ve kovuşturma mecburiyeti ilkesi uyarınca, etkili bir
soruşturma, araştırma, iddiada bulunma faaliyetinin adil yargılama ilkesinin
önemli bir parçasını oluşturduğunu ifade etmek gerekir. Nitekim, Anayasa’nın 6
ncı maddesinde; “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti,
egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle
kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya
sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir
Devlet yetkisi kullanamaz” denilmekte olup, iddia faaliyetinin yerine
getirilmesi de münhasıran Cumhuriyet savcılarına aittir. Bu yetkinin
devredilmesi, Anayasa’nın 6 ncı maddesine aykırılık oluşturur.
İddia faaliyetinin, şartları
oluştuğunda, başka bir merci ya da makamın onayı olmadan yargılama aşamasına
taşınması, delillerin ortaya konulması ve tartışılmasına, bu suretle
yargılamanın yönlendirilmesi ve çelişmeliliğine imkan vermekte, sonuç olarak
kollektif bir ceza muhakemesi faaliyetinin yürütülmesine zemin hazırlamış
olmaktadır.
Getirilen düzenlemeyle,
kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verildikten sonra kamu davasının
açılması için yeterli şüphe oluşturacak yeni delil elde edilmedikçe ve bu
hususta sulh ceza hâkimliğince bir karar verilmedikçe, aynı fiilden dolayı kamu
davası açılamayacağının kabul edilmesi, kısacası bu gibi durumlarda kamu
davasının açılmasının sulh ceza hakimliğinin onayına tabi tutulması, CMK.’nın
öngördüğü sistemle bağdaşmamaktadır.
Bu düzenleme ile soruşturma
evresinde temel hak ve hürriyetlere müdahale oluşturan tedbirlere karar
verebilmesi için yetkilendirilen sulh ceza hakimliklerine, soruşturma yapma
yetkisini tekel olarak elinde bulunduran Cumhuriyet savcısının yetkileri
tanınmış olmakta ve böylelikle ceza muhakemesi sistemimizin özüne uygun
düşmeyen bir yetki transferine imkan tanınmış olmaktadır.
Bilhassa bu değişiklik, sulh ceza
hakimliklerinin adli yargı sistemimiz içerisindeki yeri, bu hakimliklerin
kuruluş şekli, hakimlerin atanma tarzları gibi (5235 sk. m.10), son dönemde
getirilen düzenlemeler ile birlikte ele alındığında, sulh ceza hakimlikleri
lehine yapılan bu yetki transferinin, adil yargılama ilkesi bakımından ortaya
koyacağı sakıncalar çok daha iyi anlaşılabilecektir.
Anayasanın 2. maddesinde güvenceye
alınan hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan,
bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni
kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan
kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık
olan devlettir (E.2014/189, K.2015/32,RG. 21.5.2015-29362). Söz konusu madde
adil olması gereken hukuk düzenini zedelemesi, hukukun üstün kurallarını
gözeterek hak ve özgürlükleri koruyucu değil, ortadan kaldırıcı bir nitelik
taşıması ve Anayasaya aykırı bir düzenleme olması bakımından Anayasanın insan
haklarına dayalı demokratik hukuk devletini düzenleyen 2. maddesine aykırıdır.
Söz konusu hükümler ile yasama organı Anayasanın izin vermediği bir konuda,
Anayasal ilkelere aykırı şekilde düzenleme yapmaktadır.
Açıklanan bu sebeplerle, iptali
talep edilen iş bu düzenleme Anayasa’nın Başlangıç Kısmına, 2., 6. ve 36.
maddelerine aykırıdır, iptali gerekir.
4) 7072 sayılı Kanun’un 10. maddesiyle 5271 sayılı
Kanunun 173 üncü maddesinin altıncı fıkrasının değiştirilmesine ilişkin düzenlemenin Anayasa’ya
aykırılığı
7072 sayılı Kanun’un 10 uncu
maddesiyle 5271 sayılı Kanunun 173 üncü maddesinin 6 ncı fıkrasının
değiştirilmesi öngörülmüştür. Değiştirilen 6 ncı fıkraya göre; “İtirazın reddedilmesi halinde aynı
fiilden dolayı kamu davası açılabilmesi için 172 nci maddenin ikinci fıkrası
uygulanır.”
7072 sayılı Kanun’un 9 uncu
maddesi, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 172 nci maddesinin 2 nci
fıkrasının değiştirilmesini öngörmektedir. Değişiklik uyarınca; “Kovuşturmaya
yer olmadığına dair karar verildikten sonra kamu davasının açılması için
yeterli şüphe oluşturacak yeni delil elde edilmedikçe ve bu hususta sulh ceza
hâkimliğince bir karar verilmedikçe, aynı fiilden dolayı kamu davası açılamaz.”
Muhakeme hukuku üçayaklı bir sistem
üzerine kurulu olup, iddia, müdafaa ve yargıdan oluşan bu sistem kolektif
şekilde görev icra etmekte ve nihayetinde hukuk kurallarını, bireyin hak ve
hürriyetlerini gözeterek maddi gerçeği ortaya çıkarmayı hedeflemektedir. Bu
sistemin parçalarından birinin bulunmadığı ya da yeterince görevini ifa
edemediği, birinin diğeri üzerinde üstünlük kurduğu, hak ve imkân kısıtlamaları
ile karşılaştığı durumlarda, sağlıklı bir ceza muhakemesi işleyişinden de söz
etmek mümkün değildir.
Kamusal ve bireysel iddia makamları
iddia faaliyetini yerine getirerek, muhakeme faaliyetinin en önemli
ayaklarından birini oluşturmaktadır. Davasız yargılama olmaz ilkesi uyarınca,
bir ceza uyuşmazlığının yargılamaya konu olabilmesi, bu hususta bir iddianın
ileri sürülmüş olmasına bağlıdır. Bu sebeple, iddia faaliyeti, ceza muhakemesi
faaliyetinin başlangıcını oluşturan, bu faaliyeti harekete geçiren bir öneme
sahiptir.
İddia olmadan, bir ceza
uyuşmazlığının dava konusu olabilmesi, suç işleyen kişiler hakkında işlem tesis
edilebilmesi, haklarında hüküm kurulabilmesi mümkün değildir. İddia
faaliyetinin etkisizleştirildiği, iddia mekanizmalarının sınırlandırıldığı bir
muhakeme sisteminin, hukuk devleti içinde yeri bulunmamaktadır.
Bu sebeple, ceza muhakemesi
sisteminin bir bütün olarak değerlendirilmesi ve sistemin amacına uygun
şekilde, özellikle silahların eşitliğini bozacak, iddia ve savunma arasında hak
ve imkân dengesizliğine yol açacak düzenlemelerden kaçınılması gerekmektedir.
Ceza muhakemesi hukuku, tarihsel
süreçte, suçlunun cezalandırılması, sanığın korunması ve sanığın haklarına
saygılı bir şekilde maddi gerçeğe ulaşılması aşamalarından geçmiştir. Günümüz
ceza muhakemesinde ideal olan, sanığın haklarına saygılı bir şekilde maddi
gerçeğe ulaşmaktır. Bu yapılırken, silahların eşitliği ilkesinin benimsendiği,
iddia ile savunma arasında hak ve imkân dengesinin gözetildiği ve uygulandığı
bir süreç yürütülmelidir. Silahların eşitliği, çağdaş ceza muhakemesinin
vazgeçilmez bir parçası olup, bu ilke, müdafaanın iddia makamı karşısında eşit
imkânlara sahip olmasını ve bunları etkin bir şekilde kullanabilmesini ifade
etmektedir. Silahların eşitliğinin öngörüldüğü bu döneme bir anda
erişilmediğini, savunmanın iddia karşısında yerinin olmadığı, savunmanın
etkisiz kılındığı dönemlerden, savunma ile iddianın eşit şartlara sahip olduğu
günümüz muhakeme hukuku anlayışına, sayısız hak ihlalinden, haksız ve adaletsiz
yargılamalardan sonra gelinebildiğini de unutmamak gerekir.
İddia faaliyeti, ceza muhakemesini
sürecini başlatan bir etkiye sahip olduğundan, hak arama ve adil yargılanma
hakkı ile doğrudan irtibatlıdır. Ceza muhakemesinin amacı, adil bir yargılama
neticesinde maddi gerçeğe ulaşmak, adaleti tesis etmek olduğundan, iddia
faaliyetinin etkisizleştirilmesi, sınırlandırılması, adil yargılama ilkesi ile
bağdaşmamaktadır.
Anayasa’nın 36. maddesi, yargı
mercilerine davacı ve davalı olarak başvurabilme ve kişinin yargı mercileri
önünde iddia, savunma, adil yargılanma hakkına sahip olduğu güvence altına
alınmış ve özel sınırlama nedenleri öngörmemiştir. Bu sebeple, bit hukuk
devletinde, bireyin en önemli güvencelerinden birini de “hak arama hürriyeti”
oluşturmaktadır.
Hak arama özgürlüğü ve adil
yargılanma hakkı bir temel haktır. Anayasal hak ve özgürlüklerin kullanılmasını
ve korunmasını sağlayan en etkili güvencelerden biridir. İhbar ve şikayet
hakkı, kamusal iddia faaliyeti de, hak arama hakkının bir tamamlayıcısı ve
ayrılmaz bir parçasıdır.
Bir suçun işlendiği haberinin alınması üzerine, bu fiilleri takibe
yetkili makamların kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar vermek üzere
derhal soruşturmaya başlamalarını (m.160/1), yapılan soruşturma sonucunda fiil
ve failin belli olması, suçun işlendiğine dair yeterli şüphe bulunması ve dava
şartlarının gerçekleşmiş olması durumunda cumhuriyet savcısı tarafından
iddianame düzenlenmesini (m.170/1) ve açılan kamu davasının yargılamanın sonuna
kadar savcılıkça takip edilmesini (m.188) ifade eden ilkeye “kovuşturma
mecburiyeti ilkesi” denilmektedir. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere
kovuşturma mecburiyeti ilkesi “araştırma mecburiyeti”, “kamu davasını açma
mecburiyeti” ve “kamu davasını yürütme mecburiyeti” olmak üzere üç alt ilkeden
oluşmaktadır.
Araştırma mecburiyeti (m.160/1), savcının resen,
ihbar, şikayet yoluyla ya da herhangi bir surette öğrendiği suç şüphesi
üzerine, işin gerçeğini araştırmakla yükümlü olduğunu ifade etmektedir. İşin
gerçeğinin araştırılması mecburiyeti, soruşturmanın en temel gerekliliklerinden
biridir. Etkin bir ceza muhakemesi faaliyetinden söz edilebilmesinin ilk ve en
önemli koşulu, etkili bir araştırma faaliyetinin icra edilmesidir. Bu
mecburiyetin layıkıyla yerine getirilmemesi, soruşturma faaliyetini
etkisizleştireceği gibi, ceza muhakemesinin amaçlarına ulaşmasına da engel
oluşturur. Araştırma faaliyetinin, savcıya tanınan yetkiler ve yasada öngörülen
araştırma işlem ve tedbirleri çerçevesinde hakkiyle yerine getirilmesi, bu
yükümlülüğün yerine getirilmesinin temel koşuludur.
Kamu davasını açma mecburiyeti (m.170/1), cumhuriyet
savcısına, soruşturma sırasında yeterli suç şüphesine ulaşıldığına kanaat getirdiğinde,
isnadı yargı makamı önünde sonuca bağlamak üzere iddianame tanzim etme
yükümlülüğü getirmektedir. Ceza muhakemesinde, cezai uyuşmazlığın çözümü
kovuşturma aşamasında mahkeme önünde gerçekleşeceğinden, soruşturmanın temel
fonksiyonunu, yapılan araştırma sonucunda ortaya çıkan yeterli suç şüphesinin
yargılamayı yapacak merci önüne getirilmesi oluşturmaktadır.
Kamu davasını yürütme mecburiyeti
(m.188), iddia
makamının kovuşturma evresine taşınan ceza uyuşmazlığını sonuna kadar takip
ederek, muhakeme faaliyetinin kollektifliğine son ana kadar katkıda bulunması
yükümlülüğü getirmektedir. Bu mecburiyet, yargı makamı açısından da söz
konusudur. Yargı makamı da, yargılamaya konu ceza uyuşmazlığını çözüme
kavuşturarak nihayete erdirmekle yükümlüdür. Kısacası kovuşturma evresine
geçildiğinde, iddia makamı iddiasını geri alıp uyuşmazlığı kendisi
sonlandıramayacağı gibi, yargı makamı da ceza uyuşmazlığını bir hükme
bağlamaktan imtina edemez.
Yasamız temel olarak kovuşturma
mecburiyeti ilkesini benimsemiştir. Nitekim 170 inci maddenin 2 nci fıkrasında;
“soruşturma evresi sonunda toplanan deliller, suçun işlendiği hususunda
yeterli şüphe oluşturuyorsa; Cumhuriyet savcısı, bir iddianame düzenler”
denilerek bu husus vurgulanmıştır. Kamu davası açma mecburiyeti, beraberinde
kamu davasından vazgeçilmemesini, sonuna kadar takip edilmesi zorunluluğunu da
getirmektedir.
Soruşturma safhasında yapılan
araştırmalar fiilin fail tarafından işlendiği hususunda yeterli suç şüpheleri
doğuruyorsa Cumhuriyet Savcısı iddianame düzenleyecektir. Esasen, m.170/2
hükmü, iddianame düzenleme yetkisini verdiği Cumhuriyet Savcısının, kamu
davasını açma tekelini de ortaya koymaktadır. Savcı, tanzim ettiği iddianamenin
kabulü ile başlayan kovuşturma evresinde de açılan davayı takip etmek ve
yürütmek zorundadır. Bu prensip, açılan davanın bir hükümle sonuçlanıncaya
kadar (m.223) savcılık tarafından takip edilmesi, geri alınamaması anlamına
gelmektedir.
Cumhuriyet Savcısı tarafından
verilen “kovuşturmaya yer olmadığı kararı”na karşı itiraz yolunun kabul
edilmesi (m.173) ve suç işleyen bir kimsenin kayırılmasının yaptırıma
bağlanması (TCK.m.283) kamu davasını açma mecburiyeti ilkesinin güvenceleri
olarak zikredilebilir.
Tüm bu açıklamalardan hareketle,
5271 sayılı CMK. sisteminde, iddia faaliyeti Cumhuriyet savcısı tarafından
yerine getirildiğini ve kovuşturma mecburiyeti ilkesi uyarınca, etkili bir
soruşturma, araştırma, iddiada bulunma faaliyetinin adil yargılama ilkesinin
önemli bir parçasını oluşturduğunu ifade etmek gerekir. Nitekim, Anayasa’nın 6
ncı maddesinde; “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti,
egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle
kullanır. Egemenliğin kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya
sınıfa bırakılamaz. Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir
Devlet yetkisi kullanamaz” denilmekte olup, iddia faaliyetinin yerine
getirilmesi de münhasıran Cumhuriyet savcılarına aittir. Bu yetkinin
devredilmesi, Anayasa’nın 6 ncı maddesine aykırılık oluşturur.
İddia faaliyetinin, şartları
oluştuğunda, başka bir merci ya da makamın onayı olmadan yargılama aşamasına
taşınması, delillerin ortaya konulması ve tartışılmasına, bu suretle
yargılamanın yönlendirilmesi ve çelişmeliliğine imkan vermekte, sonuç olarak
kollektif bir ceza muhakemesi faaliyetinin yürütülmesine zemin hazırlamış
olmaktadır.
Getirilen düzenlemeyle,
kovuşturmaya yer olmadığına dair karar verildikten sonra kamu davasının
açılması için yeterli şüphe oluşturacak yeni delil elde edilmedikçe ve bu
hususta sulh ceza hâkimliğince bir karar verilmedikçe, aynı fiilden dolayı kamu
davası açılamayacağının kabul edilmesi, kısacası bu gibi durumlarda kamu
davasının açılmasının sulh ceza hakimliğinin onayına tabi tutulması, CMK.’nın
öngördüğü sistemle bağdaşmamaktadır.
Bu düzenleme ile soruşturma
evresinde temel hak ve hürriyetlere müdahale oluşturan tedbirlere karar
verebilmesi için yetkilendirilen sulh ceza hakimliklerine, soruşturma yapma
yetkisini tekel olarak elinde bulunduran Cumhuriyet savcısının yetkileri
tanınmış olmakta ve böylelikle ceza muhakemesi sistemimizin özüne uygun
düşmeyen bir yetki transferine imkan tanınmış olmaktadır.
Bilhassa bu değişiklik, sulh ceza
hakimliklerinin adli yargı sistemimiz içerisindeki yeri, bu hakimliklerin
kuruluş şekli, hakimlerin atanma tarzları gibi (5235 sk. m.10), son dönemde
getirilen düzenlemeler ile birlikte ele alındığında, sulh ceza hakimlikleri
lehine yapılan bu yetki transferinin, adil yargılama ilkesi bakımından ortaya
koyacağı sakıncalar çok daha iyi anlaşılabilecektir.
Anayasanın 2. maddesinde güvenceye
alınan hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan,
bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni
kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan
kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık
olan devlettir (E.2014/189, K.2015/32,RG. 21.5.2015-29362). Söz konusu madde
adil olması gereken hukuk düzenini zedelemesi, hukukun üstün kurallarını
gözeterek hak ve özgürlükleri koruyucu değil, ortadan kaldırıcı bir nitelik
taşıması ve Anayasaya aykırı bir düzenleme olması bakımından Anayasanın insan
haklarına dayalı demokratik hukuk devletini düzenleyen 2. maddesine aykırıdır.
Söz konusu hükümler ile yasama organı Anayasanın izin vermediği bir konuda,
Anayasal ilkelere aykırı şekilde düzenleme yapmaktadır.
Açıklanan bu sebeplerle, iptali
talep edilen iş bu düzenleme Anayasa’nın Başlangıç Kısmına, 2., 6. ve 36.
maddelerine aykırıdır, iptali gerekir.
5) 7072 sayılı Kanun’un 15. maddesi ile 11/11/1983
tarihli ve 2954 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanununun 50 nci maddesinin
birinci fıkrasının değiştirilen (ı) bendinde yer alan “Bu bentte belirtilen sözleşmeli
personel sayıları Bakanlar Kurulu kararı ile artırılabilir” ibaresinin Anayasa’ya aykırılığı
7072 sayılı Kanun’un 15. maddesi
ile 11/11/1983 tarihli ve 2954 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanununun 50
nci maddesinin birinci fıkrasının (ı) bendinin değiştirilmesi öngörülmüştür.
Değişiklik yapılan bende göre; “ı)
Sözleşmeli personel; Kurumda radyo-televizyon yayın, yapım, teknik ve bilişim
hizmetlerini yürütmek üzere Kurumca yapılacak sınavla istihdam edilen,
istihdama ve sözleşmeye ilişkin usul ve esasları Yönetim Kurulunca
belirlenen yerli veya yabancı uyruklu personeldir. Bu suretle
çalıştırılacaklar, sosyal güvenlikleri bakımından 31/5/2006 tarihli ve 5510
sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 4 üncü
maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi hükümlerine tabidir. Sözleşmeli personelin
ücreti Genel Müdürün teklifi ve Yönetim Kurulu kararı ile tespit edilir.
Kurumun yabancı dilde yayın yapan televizyon kanallarında fiilen çalışanlar
hariç, sözleşmeli personelin ücretleri 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 4
üncü maddesinin (B) fıkrasına göre istihdam edilenlere uygulanan sözleşme
ücreti tavanının dört katını geçemez ve bu ücret dışında herhangi bir ödeme
yapılamaz. Bu şekilde istihdam edilecek personel sayısı 300’ü geçemez. Ancak,
Kurumun yabancı dilde yayın yapan televizyon kanallarında fiilen çalıştırılmak
üzere bu sayıya ilaveten 450’yi geçmemek üzere sözleşmeli personel istihdam
edilebilir. Bu bentte belirtilen sözleşmeli personel sayıları Bakanlar Kurulu
kararı ile artırılabilir. Yabancı uyruklular dışında kalan sözleşmeli personel
yönetici kadrolarında görevlendirilebilir.”
11/11/1983 tarihli ve 2954 sayılı
Türkiye Radyo ve Televizyon Kanununun 50 nci maddesinin birinci fıkrasının (ı)
bendi, sözleşmeli personele ilişkin hükümler içermektedir.
Getirilen düzenlemede, sözleşmeli
personel, Kurumda radyo-televizyon yayın, yapım, teknik ve bilişim hizmetlerini
yürütmek üzere Kurumca yapılacak sınavla istihdam edilen, istihdama ve
sözleşmeye ilişkin usul ve esasları Yönetim Kurulunca belirlenen yerli veya
yabancı uyruklu personel olarak tarif edilmiş ve bu suretle
çalıştırılacakların, sosyal güvenlikleri bakımından 31/5/2006 tarihli ve 5510
sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanununun 4 üncü
maddesinin birinci fıkrasının (a) bendi hükümlerine tabi olacağı kabul edilmiştir.
Ayrıca, sözleşmeli personelin ücretinin Genel Müdürün teklifi ve Yönetim Kurulu
kararı ile tespit edileceği belirlenmiştir.
Kurumun yabancı dilde yayın yapan
televizyon kanallarında fiilen çalışanlar hariç, sözleşmeli personelin
ücretleri 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 4 üncü maddesinin (B) fıkrasına
göre istihdam edilenlere uygulanan sözleşme ücreti tavanının dört katını
geçemeyeceği ve bu ücret dışında herhangi bir ödeme yapılamayacağı kabul
edilmiştir. Bunun yanında, bu usule göre istihdam edilecek personel sayısının
300’ü geçemeyeceği yasal düzenlemeye bağlanmıştır.
Aynı bendin devamında, bu bentte
belirtilen sözleşmeli personel sayılarının Bakanlar Kurulu kararı ile
artırılabileceği kabul edilerek, Bakanlar Kurulu’na yasama yetkisinden üstün
bir yetki tanınmakta ve yasayı değiştirme yetkisi verilmektedir.
Kuvvetler ayrılığı ilkesi, millet
adına devlet yetkilerinin yasama, yürütme ve yargı olarak birbirinden farklı
erkler aracılığıyla kullanılmasını gerektirir. Anayasa’nın 7 nci maddesine
göre, “ Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet
Meclisinindir. Bu yetki devredilemez”.
Anayasa’nın 6 ncı maddesine göre
de; “Egemenlik, kayıtsız şartsız Milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasanın
koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır. Egemenliğin
kullanılması, hiçbir surette hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılamaz.
Hiçbir kimse veya organ kaynağını Anayasadan almayan bir Devlet yetkisi
kullanamaz”.
Anayasa’nın 6 ve 7 nci maddeleri uyarınca,
Türk Milleti adına yasama yetkisi ancak Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından
kullanılabilecek bir yetki olup, bu yetki yasama organı da dahil olmak üzere
hiçbir merci, makam, kişi tarafından bir başka kişiye, kuruma, organa devredilemez.
Aksi durum, egemenlik yetkisinin devredilmesi anlamını taşıyacağından Anayasa’nın
6 ncı maddesine aykırılık oluşturur.
Getirilen yasal düzenleme ile,
yasada belirlenmiş ve düzenlenmiş olan bir konu hakkında Bakanlar Kurulu’na
değişiklik yapma yetkisi tanındığından, yasama yetkisinin yürütme organına
devri söz konusu olmaktadır. Anayasa’nın 7 nci maddesi uyarınca yasama yetkisi,
münhasıran TBMM’ye ait bir yetki olup, bu yetkinin yürütme organına
devredilmesi Anayasa’nın 7 nci maddesine aykırıdır.
Anayasanın 2. maddesinde güvenceye
alınan hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan,
bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni
kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan
kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık
olan devlettir (E.2014/189, K.2015/32,RG. 21.5.2015-29362).
Söz konusu madde adil olması
gereken hukuk düzenini zedelemesi, hukukun üstün kurallarını, kuvvetler ayrılığı
ilkesini, yasama yetkisinin devredilemezliği ilkesini ortadan kaldırıcı bir
nitelik taşıması ve Anayasaya aykırı bir düzenleme olması bakımından Anayasanın
demokratik hukuk devletini düzenleyen 2. maddesine aykırıdır. Söz konusu
hükümler ile yasama organı Anayasanın izin vermediği bir konuda, Anayasal
ilkelere aykırı şekilde düzenleme yapmaktadır.
Açıklanan bu sebeplerle, iptali
talep edilen iş bu düzenleme Anayasa’nın Başlangıç Kısmına, 2., 6. ve 7.
maddelerine aykırıdır, iptali gerekir.
6) 7072 Sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun
Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’un 17. maddesi
ile 6112
sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanunun 8.
maddesinin birinci fıkrasına eklenen (t) bendinin Anayasaya Aykırılığı
6112
sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanunun 8. maddesinde
medya hizmet sağlayıcıların uyması gereken yayın ilkeleri düzenlenmiştir. Bu
ilkeler birinci fıkrada ayrıntılı bir şekilde ele alınmıştır. İptali istenen
kural dışında (d) bendinde yayınların Terörü övemeyeceği ve teşvik edemeyeceği, terör
örgütlerini güçlü veya haklı gösteremeyeceği, terör örgütlerinin korkutucu ve
yıldırıcı özelliklerini yansıtıcı nitelikte olamayacağı belirtilmiştir. Aynı
şekilde (ş) bendinde şiddeti özendirici ve kanıksatıcı olamayacağı
belirtilmiştir. Görüldüğü gibi terörü ve şiddeti övmeyi ve meşrulaştırıcı yayın
yapmayı yasaklayan ilkeler zaten kanunda yer almaktadır. Bu ilkeler kanunda
dururken yeni bir fıkra eklenerek radyo ve televizyon yayınlarının terör eylemini, faillerini
ve mağdurlarını terörün amaçlarına hizmet edecek sonuçlar doğuracak şekilde
sunamayacağı hükmü getirilmiştir. Bu ilke ve yasaklara uymayan kanalların
lisans iptaline kadar varabilecek yaptırımlara tabi tutulacağı kanunda
düzenlenmiştir. Dolayısıyla getirilen bu kural ile Anayasada güvence altına
alınan ifade ve basın özgürlüğü haklarına önemli bir sınırlama getirilmiştir.
Son birkaç yılda meydana gelen terör eylemleri ile ilgili olarak hemen toptan
yayın yasağı getirilerek bireylerin haber alma hakkı tamamen ortadan
kaldırılmaktadır. Getirilen bu düzenleme ile yayın yasağına gerek olmadan radyo
ve televizyonlara yaptırım uygulanmasının yolu açılmıştır.
Getirilen
düzenlemede yer alan terörün amaçlarına hizmet edecek şekilde sunamaz ibaresi
oldukça muğlak ve belirsiz olup hangi yayınların bu kapsamda
değerlendirileceğini öngörmek mümkün değildir.
Anayasa
Mahkemesinin pek çok kararında belirtildiği gibi ifade özgürlüğü; kişinin haber
ve bilgilere, başkalarının fikirlerine serbestçe ulaşabilmesi, edindiği düşünce
ve kanaatler nedeniyle kınanmaması, bunları tek başına veya başkalarıyla
birlikteyken çeşitli yollarla serbestçe ifade edebilmesi, savunabilmesi,
başkalarına anlatabilmesi, aktarabilmesi ve yayabilmesi anlamına gelir. İfade
özgürlüğünün kullanılma araçlarından biri olan basın özgürlüğü, düşüncenin
iletilmesini ve dolaşımını gerçekleştirerek bireyin ve toplumun bilgilenmesini
sağlar. Çoğunluğa muhalif olanlar da dahil olmak üzere düşünceleri her türlü
araçla açıklamak, açıklanan düşünceye paydaş sağlamak, düşünceyi
gerçekleştirmek ve gerçekleştirme konusunda ikna etmek çoğulcu demokratik
düzenin gereklerindedir. İfade özgürlüğünün sağlanamadığı bir siyasal sistemin
demokrasi olarak nitelendirilmesi mümkün değildir. Bu itibarla ifade özgürlüğü
ile basın özgürlüğü herkes için geçerli ve demokrasinin işleyişi için yaşamsal
önemdedir (AYM, E.1997/19, K.1997/66, 23/10/1997; Bekir Coşkun [GK], B. No:
2014/12151, 4/6/2015, §§ 34-36; Medya Gündem Dijital Yayıncılık Ticaret A.Ş.
[GK], B. No: 2013/2623, 11/11/2015, § 28).
Anayasa’nın
26. maddesinin birinci fıkrasının son cümlesinde, ifade özgürlüğünün radyo,
televizyon ve benzeri yollarla yapılan yayınların izin sistemine bağlanmasına
engel olmadığı ifade edilerek radyo ve televizyon yayınlarının da 26. maddenin
koruması altında olduğu belirtilmiştir. Radyo ve televizyon yayınlarının ifade
özgürlüğünün ayrılmaz bir parçası olduğu konusunda hiçbir şüphe bulunmamaktadır
(R. V YA.Ş., B. No: 2013/1429, 14/10/2015, § 28). Dolayısıyla radyo yayınları
da dahil olmak üzere medya özgürlüğüne uygulanacak ilkeler, basın özgürlüğüne
uygulanan ilkeler ile benzerlik gösterecektir (Bizim FM Radyo Yayıncılığı ve
Reklamcılık A.Ş., § 51).
Bununla
birlikte radyo ve televizyon gibi işitsel ve görsel kitle iletişim araçları,
basılı eserlerden çok daha hızlı ve güçlü bir etkiye sahiptirler. Zira ilk
olarak bu araçlar haber ve fikirleri ses ve görüntü ile iletirler ve bu,
kişiler üzerinde çok daha etkindir. İkinci olarak bireyler kitle iletişim
araçlarına basılı eserlere göre çok daha kolaylıkla erişebilmektedirler. Son
olarak basılı eserlerin dağıtımı sınırlıdır. Buna karşılık kitle iletişim
araçları toplumun tümüne doğrudan ulaşabilmekte ve etki edebilmektedir (R. V Y
A.Ş., § 31 ). Bu bağlamda radyo ve televizyon gibi işitsel ve görsel kitle
iletişim araçları demokrasinin işleyişi için çok önemli bir rol oynamaktadır
(Bizim FM Radyo Yayıncılığı ve Reklamcılık Ş., § 55).
Birey özgürlüğü
ve demokrasi açısından son derece önemli olan basın özgürlüğüne yapılacak
sınırlamaların Anayasal ilkelere uygun olması gerekir. Anayasa’nın 13.
maddesinde temel hakların kanunla sınırlandırılması ilkesine yer verilmiştir.
Kanunla sınırlama ilkesinin nedeni birey haklarına keyfi müdahaleyi engellemek
olup, yasama organının açık tartışma ile kabul ettiği bir yasa çerçevesinde
temel haklara müdahaleye izin verilmesi bireylerin temel haklarını korumayı
amaçlamaktadır. Birey haklarına müdahaleye izin veren yasalar ancak içeriği
belirli, anlamı öngörülebilir ise kendisinden beklenen faydayı sağlayacaktır. Temel
haklara müdahaleye izin veren bir yasanın içeriği muğlâk ve tanınan yetkinin
kapsamı konusunda belirlilik içermiyorsa yasayla sınırlama ölçütü ihlal edilmiş
demektir. Ülkede bir terör eylemi meydana geldiğinde medyanın görevi olay
hakkında halkı bilgilendirmektir. Bu hem basın özgürlüğünün hem de halkın haber
alma hakkının doğal bir sonucudur. Yukarıda da belirtildiği gibi iptali istenen
kural ile getirilen radyo ve televizyon yayınlarının terör eylemini, faillerini ve mağdurlarını terörün
amaçlarına hizmet edecek sonuçlar doğuracak şekilde sunamayacağı hükmü oldukça
muğlâk olup, kurala tabi olanlar açısından hangi fiillerin yasaklanmış olduğunu
öngörmek mümkün değildir. Bir hukuk devletinde hukuk kurallarının belli ve
öngörülebilir olması asgari koşuldur. Hangi fiilleri dolayısıyla bireylerin
yaptırıma tabi tutulabileceklerini önceden öngörebilmeleri gerekir. Bu derece
muğlâk ve belirsiz bir düzenlemenin öngörülebilir olduğunu söylemeye olanak
bulunmamaktadır.
Yasaların
içeriğinin belirliliği ve öngörülebilirliği hukuka bağlı yönetimin en temel
gereklerinden biridir. Bireyler en azından bir uzmanın yardımıyla hukuk
kuralının kendisinden hangi davranışı beklediğini, davranışlarının sonuçlarının
ne olacağını öngörebilmelidir. Bu birey özgürlüğünün de asgari koşuludur.
Yasaların hangi davranışı yasakladığını ve hangi davranışı serbest bıraktığını
öngöremeyen bir bireyin davranışlarını özgürce belirlemesi mümkün olmadığı
gibi, bir davranışın sonuçlarının ne olacağını öngöremeyen bireyin
davranışlarından sorumlu tutulması da birey özgürlüğü ile bağdaşmaz. Hukuk
devletinin yasaların öngörülebilirliğine atfettiği önem, özgürlük ile
öngörülebilirlik arasındaki bu ilişkiden kaynaklanmaktadır.
Bu nedenle
iptali istenen içeriği belirsiz kavramlar Anayasa’nın 2., 13., 26. ve 28.
maddelerine açıkça aykırıdır, iptali gerekir
7) 7072 Sayılı Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun
Hükmünde Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’un 18. maddesi
ile 6112
sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanunun
19. maddesine eklenen (3) numaralı fıkranın Anayasaya Aykırılığı
6112 sayılı Radyo ve
Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun’un 19. maddesinde
özel medya hizmet sağlayıcı kuruluşların kuruluşu ve hisse oranları
düzenlenmektedir. Bu çerçevede ortakları ile yönetim kurulu başkan ve
üyelerinin terör örgütlerine iltisakı yahut bunlarla irtibatı olduğu Millî
İstihbarat Teşkilatı veya Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından bildirilen medya
hizmet sağlayıcı kuruluşların lisans başvurularının reddedileceği kuralı
getirilmiştir.
Anayasa’nın 26.
maddesinin birinci fıkrasının son cümlesinde, ifade özgürlüğünün radyo,
televizyon ve benzeri yollarla yapılan yayınların izin sistemine bağlanmasına
engel olmadığı ifade edilerek radyo ve televizyon yayınlarının da 26. maddenin
koruması altında olduğu belirtilmiştir. Radyo ve televizyon yayınlarının ifade
özgürlüğünün ayrılmaz bir parçası olduğu konusunda hiçbir şüphe bulunmamaktadır
(R. V YA.Ş., B. No: 2013/1429, 14/10/2015, § 28). Dolayısıyla radyo yayınları
da dahil olmak üzere medya özgürlüğüne uygulanacak ilkeler, basın özgürlüğüne
uygulanan ilkeler ile benzerlik gösterecektir (Bizim FM Radyo Yayıncılığı ve
Reklamcılık A.Ş., § 51). Radyo ve televizyon yayınları Anayasanın 28.
maddesinde güvence altına alınan basın hürriyeti kapsamındadır.
Yayın lisansı talebinin
reddi ifade özgürlüğü ve basın özgürlüğüne önemli bir sınırlama getirmektedir.
Birey özgürlüğü ve demokrasi açısından son derece önemli olan basın özgürlüğüne
yapılacak sınırlamaların Anayasal ilkelere uygun olması gerekir. Anayasa’nın
13. maddesinde temel hakların kanunla sınırlandırılması ilkesine yer
verilmiştir. Kanunla sınırlama ilkesinin nedeni birey haklarına keyfi
müdahaleyi engellemek olup, yasama organının açık tartışma ile kabul ettiği bir
yasa çerçevesinde temel haklara müdahaleye izin verilmesi bireylerin temel
haklarını korumayı amaçlamaktadır. Birey haklarına müdahaleye izin veren
yasalar ancak içeriği belirli, anlamı öngörülebilir ise kendisinden beklenen
faydayı sağlayacaktır. Temel haklara müdahaleye izin veren bir yasanın içeriği
muğlâk ve tanınan yetkinin kapsamı konusunda belirlilik içermiyorsa yasayla
sınırlama ölçütü ihlal edilmiş demektir.
İptali istenen kuralda
ortakları ile yönetim kurulu başkan ve üyelerinin terör örgütlerine iltisakı
yahut bunlarla irtibatı olduğu Millî İstihbarat Teşkilatı veya Emniyet Genel
Müdürlüğü tarafından bildirilen medya hizmet sağlayıcı kuruluşların lisans başvurularının
reddedileceği hükmüne yer verilmiştir. Kuralda yer alan iltisak
ve irtibat kavramlarının içeriği belirsiz ve öngörülemezdir. Bir haktan
yararlanma engeli olarak öngörülen bu fiiller oldukça muğlâk olup
bunların içeriğini öngörmek tamamen imkânsızdır. Hangi somut eylemlerin bu
kapsamda değerlendirileceğini ortaya koyan hiçbir düzenleme ya da açıklık
bulunmamaktadır. Oysa bir hukuk devletinde hukuk kurallarının belli ve
öngörülebilir olması asgari koşuldur. Yasaların
içeriğinin belirliliği ve öngörülebilirliği hukuka bağlı yönetimin en temel
gereklerinden biridir. Bireyler en azından bir uzmanın yardımıyla hukuk
kuralının kendisinden hangi davranışı beklediğini, davranışlarının sonuçlarının
ne olacağını öngörebilmelidir. Bu birey özgürlüğünün de asgari koşuludur.
Yasaların hangi davranışı yasakladığını ve hangi davranışı serbest bıraktığını
öngöremeyen bir bireyin davranışlarını özgürce belirlemesi mümkün olmadığı
gibi, bir davranışın sonuçlarının ne olacağını öngöremeyen bireyin
davranışlarından sorumlu tutulması da birey özgürlüğü ile bağdaşmaz. Hukuk
devletinin yasaların öngörülebilirliğine atfettiği önem, özgürlük ile
öngörülebilirlik arasındaki bu ilişkiden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle iptali
istenen içeriği belirsiz kavramlar temel hakların kanunla sınırlanması gereğini
karşılamadığı gibi hukuk devleti ilkesine de aykırıdır.
Diğer taraftan bu
belirlemenin Millî İstihbarat Teşkilatı veya Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından
yapılabileceği öngörülmektedir. Bu kurumların böyle bir belirlemeyi hangi usul
ve esaslara göre yapacağını belirten bir düzenleme de yoktur. Bu haliyle
düzenleme tamamen keyfi uygulamalara kapı aralamaktadır. Temel haklara
yapılacak bir müdahalenin adil usulü süreçlere uyularak yapılması gerekir. Adil
usulü süreç, açık ve bağımsız ve tarafsız organlarca yürütülecek bir soruşturma
sürecinde savunma haklarına riayet edilmesini içerir. Kişiler ve kurumlar
haklarındaki iddialar konusunda bilgilendirilerek savunma olanakları tanınmalı
ve alınan kararlara karşı yargı yolları açık olmalıdır. Ne var ki iptali
istenen düzenleme hiçbir usulü güvence içermemekte ve bireylerin ve kurumların,
denetim imkânına sahip olmadıkları istihbari bilgilere dayalı olarak yayın
lisansı taleplerinin reddine olanak tanımaktadır.
Açıklanan nedenlerle,
iptali istenen kural Anayasa’nın 2., 13., 26. ve 28. maddelerine açıkça
aykırıdır ve iptali gerekir.
8) 7072 sayılı Kanun’un 26. maddesi
ile 2559 sayılı Kanunun ek 6 ncı maddesine eklenen fıkranın Anayasa’ya
aykırılığı
7072 sayılı Kanun’un 26. maddesi
ile 2559 sayılı Polis Vazife Salahiyet Kanunun ek 6 ncı maddesine bir fıkra
eklenmiştir. Fıkraya göre; “Polis, sanal ortamda işlenen suçlarda, yetkili
Cumhuriyet başsavcılığının tespiti amacıyla, internet abonelerine ait kimlik
bilgilerine ulaşmaya, sanal ortamda araştırma yapmaya yetkilidir. Erişim
sağlayıcıları, yer sağlayıcıları ve içerik sağlayıcıları talep edilen bu bilgileri
kolluğun bu suçlarla mücadele için oluşturduğu birimine bildirir.”
Getirilen düzenleme uyarınca,
polis, sanal ortamda işlenen suçlarda, yetkili Cumhuriyet başsavcılığının
tespiti amacıyla internet abonelerinin kimlik bilgilerine ulaşabilecek, sanal
ortamda araştırma yapabilecektir.
Söz konusu incelemenin
yapılabilmesi, belirli bir suçun sanal ortamda işlenmiş olması şartına
bağlandığından, bu inceleme hukuki niteliği itibariyle “adli bir işlem”
mahiyetini taşımaktadır. Bir suçun işlendiği izlenimini veren bir halin
öğrenilmesi, ceza muhakemesi sistemimizde esas itibariyle, adli soruşturmanın
başlatılmasını gerektirmektedir. 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanunu sisteminde,
soruşturmayı başlatmaya ve soruşturma işlemlerini yapmaya tek yetkili kişi ise
Cumhuriyet savcısıdır. Adli kolluk görevlileri ise, soruşturma evresinde
Cumhuriyet savcısının yardımcısı konumunda olup, savcının adli görevlere
ilişkin emir ve talimatlarını yerine getirmekle yükümlüdür. Nitekim, CMK.’nın
161 inci maddesinin 2 nci fıkrası bu yükümlülüğü düzenlemiş olup, burada; “adlî
kolluk görevlileri, elkoydukları olayları, yakalanan kişiler ile uygulanan
tedbirleri emrinde çalıştıkları Cumhuriyet savcısına derhâl bildirmek ve bu
Cumhuriyet savcısının adliyeye ilişkin bütün emirlerini gecikmeksizin yerine
getirmekle yükümlüdür” denilmektedir.
CMK.’nın 160 ıncı maddesi; “(1)
Cumhuriyet savcısı, ihbar veya başka bir suretle bir suçun işlendiği izlenimini
veren bir hâli öğrenir öğrenmez kamu davasını açmaya yer olup olmadığına karar
vermek üzere hemen işin gerçeğini araştırmaya başlar.
(2) Cumhuriyet savcısı, maddî
gerçeğin araştırılması ve adil bir yargılamanın yapılabilmesi için, emrindeki
adlî kolluk görevlileri marifetiyle, şüphelinin lehine ve aleyhine olan
delilleri toplayarak muhafaza altına almakla ve şüphelinin haklarını korumakla
yükümlüdür” şeklinde
olup, bu düzenleme sanal ortamda işlenen suçlar bakımından da geçerli olup,
sanal ortamda bir suçun işlendiği şüphesi ortaya çıkmışsa, 160 ıncı madde
hükümleri çerçevesinde hareket edilmelidir.
7072 sayılı Kanun’un 26. maddesi
ile getirilen düzenleme ise, CMK. sistemine aykırı olarak, polise, suç
işlendiği izlenimi veren bir halin öğrenilmesinden sonra doğrudan doğruya
araştırma ve inceleme yapma yetkisi vermektedir. Bu açıdan, getirilen düzenleme
CMK.’nın sistemiyle bağdaşmamaktadır.
İnternet abonelerinin kimlik ve
diğer bilgi ve verilerinin doğrudan doğruya polisin inisiyatifi altında
inceleme ve araştırmaya tabi tutulması, esasen bireyin özel hayatının
gizliliğine, kişisel verilerinin dokunulmazlığına yönelik bir müdahale
oluşturmaktadır.
Özel hayatın gizliliği ve kişisel
verilerin dokunulmazlığı, Anayasa’nın 20 nci maddesinde; “Herkes, özel
hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına sahiptir. Özel
hayatın ve aile hayatının gizliliğine dokunulamaz.
Millî güvenlik, kamu düzeni, suç
işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâkın korunması veya
başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına
bağlı olarak, usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça; yine bu sebeplere
bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış
merciin yazılı emri bulunmadıkça; kimsenin üstü, özel kâğıtları ve eşyası
aranamaz ve bunlara el konulamaz. Yetkili merciin kararı yirmidört saat içinde
görevli hâkimin onayına sunulur. Hâkim, kararını el koymadan itibaren kırksekiz
saat içinde açıklar; aksi halde, el koyma kendiliğinden kalkar.
Herkes, kendisiyle ilgili kişisel
verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak; kişinin kendisiyle
ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların
düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda kullanılıp
kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda öngörülen
hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Kişisel verilerin korunmasına
ilişkin esas ve usuller kanunla düzenlenir” şeklinde düzenlenmiş, böylelikle bir yandan bu hak ve
hürriyetler güvence altına alınmışken, bu haklara yönelik müdahaleler de
belirli koşullara bağlanmıştır.
Kişinin özel hayatının ve kişisel
verilerinin gizliliği, kural olup, bu hakka istisnai hallerde müdahale söz
konusu olabilir. CMK.’nın 160 vd. maddeleri uyarınca, suç şüphesi üzerine
başlatılan soruşturma kapsamında, inceleme ve araştırma Cumhuriyet savcısı
tarafından yapılabilir. Adli kolluk görevlileri ise, Cumhuriyet savcının emir
ve talimatları doğrultusunda hareket etmekle yükümlü olup, doğrudan doğruya
araştırma-inceleme yapma yetkisi bulunmamaktadır.
Getirilen düzenleme ile sanal
ortamda işlenen suçlar bakımından soruşturma, araştırma, inceleme yapma yetkisi
doğrudan adli kolluk görevlilerine de tanınmaktadır.
5271 sayılı CMK. sisteminde,
soruşturma yetkisinin münhasıran Cumhuriyet savcısına tanınmasındaki maksat,
esasen bu kişilerin hukuk bilgisine sahip olması ve bu çerçevede delilleri
değerlendirme ve takdir etme yetkisinin bulunmasıdır. Sanal ortamda işlendiği
haber alınan suçlar bakımından, internet abonelerinin bilgilerinin
araştırılması yetkisinin Cumhuriyet savcısının yanında doğrudan kolluk
görevlilerine de tanınması, delillerin ve kişisel verilerin güvenliğini
tehlikeye sokabilecek, soruşturmanın gizliliğine de zarar verebilecektir.
Kolluk görevlilerine doğrudan doğruya böyle bir araştırma yetki tanınması,
aslında hakkın özüne müdahale teşkil eden bir yetkilendirme niteliğindedir.
Çünkü adli kolluğun etkinliği, soruşturma kapsamındaki bilgi, belge ve
delillere hakim olmak, bunları değerlendirmek değil, yalnızca Cumhuriyet
savcının kendisine verdiği görev ve emirleri yerine getirmekle sınırlıdır.
Anayasanın 13. maddesine göre, temel hak ve hürriyetler, özlerine
dokunulmaksızın yalnızca Anayasanın ilgili maddelerinde belirtilen sebeplere
bağlı olarak ve ancak kanunla sınırlanabilir. Bu sınırlamalar, Anayasanın
sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine
ve ölçülülük ilkesine aykırı olamaz. Olağanüstü hal dönemlerinde dahi temel hak
ve hürriyetler sınırlandırılırken ölçülülük prensibine riayet edilmelidir. Bu
yönüyle düzenleme Anayasanın 13 ve 15/1. maddesindeki ölçülülük ilkesine
aykırıdır.
Anayasanın 2. maddesinde güvenceye
alınan hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına dayanan,
bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adil bir hukuk düzeni
kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan
kaçınan, hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık
olan devlettir (E.2014/189, K.2015/32,RG. 21.5.2015-29362). Söz konusu
düzenleme, adil olması gereken hukuk düzenini ve hukukun üstün kurallarını gözeterek
hak ve özgürlükleri koruyucu niteliğini zedelemesi ve Anayasaya aykırı bir
düzenleme olması bakımından Anayasanın insan haklarına dayalı demokratik hukuk
devletini düzenleyen 2. maddesine aykırıdır.
Açıklanan bu sebeplerle, iptali
talep edilen iş bu düzenleme Anayasa’nın Başlangıç Kısmına, 2., 13., 15. ve 20.
maddelerine aykırıdır, iptali gerekir.
9) 1/2/2018 Tarihli Ve 7072 Sayılı
Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde
Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 75. Maddesiyle
10/7/1953 Tarihli ve 6132 Sayılı At Yarışları Hakkında Kanuna Eklenen Ek 2.
Maddenin Birinci Fıkrasının Anayasa’ya Aykırılığı
1/2/2018 tarihli ve 7072 sayılı
Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde
Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 75. maddesiyle
10/7/1953 tarihli ve 6132 sayılı At Yarışları Hakkında Kanuna eklenen ek 2.
maddenin birinci fıkrası ile yurt içinde at yarışları düzenleme, yurt içinde ve
yurt dışında düzenlenen at yarışları üzerine yurt içinden ve yurt dışından
müşterek bahis kabul etme hak ve yetkilerine ilişkin lisans, topluca 1/1/2018
tarihinden itibaren 49 yıl süreyle Türkiye Varlık Fonuna devredilmiştir.
İtiraz konusu kuralda, at yarışları
düzenleme, düzenlenen at yarışları üzerine müşterek bahis kabul etme hak ve
yetkilerine ilişkin bir lisanstan söz edilmekle birlikte 6132 sayılı Kanunda bu
lisansın ne olduğu ve ne anlama geldiğine ilişkin herhangi bir belirleme ve
tanımlamada bulunulmamıştır. Tanımı ve kapsamı tereddüde ve şüpheye yer
vermeyecek şekilde açık ve net olarak kanunla belirlenmemiş dolayısıyla da
hukuken mevcut olmayan bir lisans hakkının devredilmesi mümkün değildir.
Diğer yandan, itiraz konusu kural
ile devredildiği belirtilen lisansın özel hukuk hükümlerine tabi Türkiye Varlık
Fonu yönetimince ne şekilde kullanılacağına ve değerlendirileceğine ilişkin
temel ilke ve kurallar ile hukuki çerçevesi ve sınırları da belirlenmemiştir.
6741 sayılı Türkiye Varlık Fonu
Yönetimi Anonim Şirketinin Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun uyarınca, özel hukuk hükümlerine göre yönetilmekte olan Türkiye
Varlık Fonunun kuruluşu, yapısı, işleyişi, yönetimi ve yapacağı işlemler
Türkiye Varlık Fonu İçtüzüğü ile Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketinin
esas sözleşmesi hükümleri dâhilinde belirlenmektedir. Türkiye Varlık Fonu
İçtüzüğü ile Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketi esas sözleşmesi,
herhangi bir ön incelemeye ve onaya gereksinim olmaksızın Şirket yönetimi ile
Özelleştirme İdaresi Başkanının kararı ile istenildiği zaman ve istenildiği
şekilde düzenlenebilmekte ve değiştirilebilmektedir. Bu durum dikkate
alındığında, Türkiye Varlık Fonu’na devredilen at yarışı lisansının kullanım ve
değerlendirilmesine ilişkin temel ilke ve kurallar ile hukuki çerçeve ve
sınırların, tereddüde ve şüpheye yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve
uygulanabilir şekilde ve kanunla belirlenmemiş olmasının, bu konuda ciddi
belirsizliklere, buna bağlı olarak keyfi uygulamalara ve suistimallere zemin
hazırlamış olduğu açıktır.
Anayasa’nın 2. maddesinde
belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına
saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir
hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini sağlayan,
bütün etkinliklerinde hukuka ve Anayasa’ya uyan, işlem ve eylemleri bağımsız
yargı denetimine bağlı olan devlettir.
Anayasa’nın 2. maddesinde yer alan
hukuk devletinin temel ilkelerinden biri “belirlilik”tir. Bu ilkeye göre, kanun
düzenlemelerinin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir tereddüde ve
şüpheye yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması
ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu tedbirler
içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuki güvenlikle bağlantılı olup
birey hangi somut eylem ve olguya hangi hukuki müeyyidenin veya neticenin
bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini doğurduğunu bilmelidir.
Birey ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve
davranışlarını belirler. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını,
bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de
yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını
gerekli kılar. (Anayasa Mahkemesi 26.12.2013 gün ve E.2013/67, K2013/164)
İtiraz konusu kurala ilişkin olarak
yukarıda açıklanan lisans teriminin tanımı ve kapsamına ve lisansın Türkiye
Varlık Fonu tarafından ne şekilde kullanılacağına ve değerlendirileceğine
ilişkin belirsizliklerin varlığı, bu durumun keyfi uygulamalara ve
suistimallere zemin oluşturması, normların öngörülebilir olmasını engelleyerek
bireylerin yasal düzenlemelere ve devlete duyduğu güven duygusunu zedeleyici
nitelikte olduğundan Anayasa’nın hukuk devleti ilkesine aykırıdır.
Ayrıca, lisans devri yoluyla
Türkiye Varlık Fonu yönetimi tarafından at yarışları düzenlenmesi, düzenlenen
at yarışları üzerine müşterek bahis kabul edilmesi faaliyetlerinin 6741 sayılı
Kanunun 1. maddesinde açıklanan Türkiye Varlık Fonunun amaçları ile
bağdaştığını savunmak mümkün değildir. 6741 sayılı Kanunun 1. Maddesine göre
Türkiye Varlık Fonunun amaçları sermaye piyasalarında araç çeşitliliği ve
derinliğine katkı sağlamak, yurtiçinde kamuya ait olan varlıkları ekonomiye
kazandırmak, dış kaynak temin etmek, stratejik, büyük ölçekli yatırımlara
iştirak etmek olarak belirlenmiştir. Buna karşın Türkiye Varlık Fonu yönetimi
tarafından at yarışı düzenlenmesi veya bahis oynatılması suretiyle sermaye
piyasalarında araç çeşitliliği ve derinliğine katkı sağlanması, yurtiçinde
kamuya ait olan varlıkların ekonomiye kazandırılması, dış kaynak temin edilmesi
ya da stratejik, büyük ölçekli yatırımlara iştirak edilmesi mümkün olmayıp bu
durum yapılan düzenlemenin çarpıklığını ortaya koymaktadır.
Hukuk devleti ilkesi yasa koyucunun
keyfi ve tutarsız düzenleme yapmasına engeldir. Hukuk devletinde kurallar
birbirleri ile tutarlı ve uyum içinde olmak zorundadır. Yasa koyucu Anayasa’nın
hukuk devleti ilkesi gereğince kuralların düzenlenmesini, belirgin hale
getirilmesini ve böylece keyfiliklerin önlenmesini hedeflemelidir. Aksi yönde
bir tutum; hukuk devleti değil “Kanun devleti” anlayışının varlığına işaret
eder. Bu durumda, konulan kurallar sadece siyasi iktidarın ihtiyaç duyduğu
keyfi uygulamalara kanunilik kazandırma gayesini taşırken, gerçek manada hukuk
devletinin evrensel ilkeleri ve değerleri ile bağdaşmaz.
İtiraz konusu kural, 6741 sayılı
Kanunun 1. maddesinde açıklanan Türkiye Varlık Fonunun amaçları ile tutarlı ve
uyumlu olmayıp, iktidarın keyfi uygulamalarına kanuni bir görüntü kazandırma
amacını taşıdığından Anayasa’nın hukuk devleti ilkesine aykırıdır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu
kural Anayasa’nın 2. maddesine aykırıdır. İptali gerekir.
10) 1/2/2018 Tarihli Ve 7072 Sayılı
Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde
Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 80. Maddesiyle
Değiştirilen 4/4/1988 Tarihli Ve 320 Sayılı Milli Piyango İdaresi Genel
Müdürlüğü Kuruluş Ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Ek 2.
Maddesinin Birinci Fıkrasının İlk Cümlesinin Anayasa’ya Aykırılığı
1/2/2018 tarihli ve 7072 sayılı
Olağanüstü Hal Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde
Kararnamenin Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanunun 80. maddesi ile
4/4/1988 tarihli ve 320 sayılı Milli Piyango İdaresi Genel Müdürlüğü Kuruluş ve
Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin ek 2. maddesi değiştirilmiştir.
Buna göre karşılığı nakit olmak üzere oynatılan Piyango, Hemen-Kazan, Sayısal
Loto, Şans Topu, On Numara ve Süper Loto oyunları ile ilgili mevzuat
çerçevesinde izin verilebilecek olan benzer şans oyunlarına ilişkin lisans,
maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 49 yıl süreyle 19/8/2016 tarihli
ve 6741 sayılı Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketinin Kurulması ile
Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun hükümleri uyarınca kurulan
Türkiye Varlık Fonuna verilmiş olup lisansın Türkiye Varlık Fonu tarafından
üçüncü kişilere devredilmesinden sonra, Milli Piyango İdaresinin lisansa konu
şans oyunlarını düzenlemesi ve bu oyunlar için ayrı bir lisans vermesi
yasaklanmıştır.
İtiraz konusu kural ile şans
oyunlarına ilişkin lisansın üçüncü kişilere devredilmek üzere Türkiye Varlık
Fonuna verilmesi öngörülmüş olmakla birlikte özel hukuk hükümlerine tabi
Türkiye Varlık Fonu yönetimince bu lisansın ne şekilde üçüncü kişilere
devredileceğine ve değerlendirileceğine ilişkin herhangi bir düzenleme
yapılmamış, konuya ilişkin temel ilke ve kurallar ile hukuki çerçevesi ve
sınırları kanun koyucu tarafından belirlenmemiştir.
Oysa 4/4/1988 tarihli ve 320 sayılı
Kanun Hükmünde Kararnamenin ek 2. maddesinin 1/2/2018 tarihli ve 7072 sayılı
Kanunla değişmeden önceki halinde şans oyunlarına ilişkin lisansın verilmesine
ilişkin usul ve esaslar ayrıntılı olarak şu şekilde düzenlenmiştir:
“EK MADDE 2. - Şans oyunlarına
ilişkin lisans, aşağıdaki usul ve esaslara göre verilir:
a) Lisans, Bakanlar Kurulu
tarafından belirlenecek usul ve esaslar çerçevesinde yeni kurulacak bir
iktisadi devlet teşekkülüne veya Türk Ticaret Kanunu hükümlerine göre kurulmuş
anonim şirketlere ayrı ayrı veya topluca verilebilir.
b) Lisans verilmesi işlemlerinin
başlatılmasına ilişkin karar Özelleştirme Yüksek Kurulunca verilir.
c) Lisansın verilmesine ilişkin
değerleme ve ihale işlemleri, Özelleştirme İdaresi Başkanlığından bir başkan
yardımcısı, İdareden bir genel müdür yardımcısı ve bir daire başkanı,
Bakanlıktan bir daire başkanı ve Hazine Müsteşarlığından bir daire başkanı
olmak üzere toplam beş üyeden oluşan komisyon tarafından yürütülür. Aynı sayıda
yedek üye belirlenir ve komisyon Bakanın onayı ile göreve başlar. Komisyona
Özelleştirme İdaresi Başkanlığı temsilcisi başkanlık yapar ve sekretarya
hizmetleri Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tarafından yürütülür. Komisyon,
üyelerinin tamamının katılımı ile toplanır ve kararlar en az üç üyenin oyu ile
alınır. Komisyon çalışmalarına yardımcı olmak ve kararlara katılmamak şartıyla
komisyonun talebi üzerine, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı tarafından yerli
ve/veya yabancı danışman görevlendirilebilir. Komisyon üyeleri aylık ödenek,
her türlü zam ve tazminatlar ile diğer malî, sosyal hak ve yardımları
kurumlarınca ödenmek kaydıyla komisyonlarda görev yaptıkları zaman dilimlerinde
aslî görevlerinden izinli sayılırlar.
d) Özelleştirme Yüksek Kurulunun
kararı üzerine, İdare tarafından lisansın verilmesine ilişkin kurallar ile
lisansın verilmesinden sonraki denetime ilişkin usul ve esasları da içerecek ihale
şartnameleri hazırlanır. İhale şartnamelerinin hazırlanmasında, gerek görüldüğü
takdirde, İdare tarafından yerli ve/veya yabancı danışman görevlendirilebilir.
Lisans, Türk Ticaret Kanunu hükümlerine göre kurulmuş anonim şirketlere en
fazla on yıla kadar süre ile verilir. Lisansın verilmesine ilişkin ihalelerde
4046 sayılı Kanunda yer alan pazarlık usulü uygulanır. İhale sonuçları
Özelleştirme Yüksek Kurulu tarafından onaylanır. Onayı müteakip, Özelleştirme
İdaresi Başkanlığı, İdare ve ihale üzerinde kalan şirket tarafından lisans
sözleşmesi imzalanır. İhale işlemleri ile danışman için yapılacak giderler ve
komisyon üyelerinin çalışmalarına ilişkin harcamalar Özelleştirme Fonundan
karşılanır.
e) Lisansın verilmesinden elde
edilecek bedelden, Özelleştirme Fonundan karşılanan harcamalar düşüldükten
sonra kalan tutar Hazineye aktarılır. Şans oyunlarının lisans hakkını alan özel
kuruluşların aylık brüt satış hasılatının en az; % 5’i İdareye, % 10’u Savunma
Sanayii Destekleme Fonuna ödenir. İdareye ve Savunma Sanayii Destekleme Fonuna
ödenecek paylar bu maddede belirlenen oranlardan aşağı olmamak üzere yapılacak
ihale sonucunda belirlenir. Lisans verilmesine ilişkin işlemler her türlü
vergi, resim ve harçtan muaftır.
f) İdare, lisansın verilmesine
ilişkin yapılacak sözleşmelerin kamu yararını ve tüketici haklarını koruyacak
şekilde uygulanmasının sağlanması için gereken tedbirleri almaya, şans oyunları
faaliyetlerinin ilgili mevzuat ile sözleşme hükümlerine uygun yürütülmesini
izlemeye ve denetlemeye, ilgili mevzuat ve sözleşme hükümlerine aykırılık
halinde, bu durumun tespit edildiği ayı izleyen ayın son iş gününe kadar
ödenmek üzere, bir önceki yılın aylık ortalama brüt satış hâsılatının % 5’i
oranında idarî para cezası uygulamaya, bu durumun devam etmesi halinde lisans
hakkını iptal etmeye ve sözleşmeyi feshetmeye yetkilidir. İlk yıl için idarî
para cezasının uygulanmasında, Özel Kuruluşa lisans devri tarihinden önceki
Milli Piyango İdaresinin son bir yıllık brüt satış hasılatının aylık ortalaması
esas alınır.
g) Lisans sahibi bu izni başkasına
devredemez. İdare, lisans süresince lisans konusu şans oyunlarını tertip
edemez, çekiliş düzenleyemez.
h) Bu madde hükümlerine göre lisans
verilmesinden sonra; 3230, 3238, 2828, 3796 sayılı kanunların ve bu Kanun Hükmünde
Kararnamenin İdare gelirlerinden yapılacak aktarmalara ilişkin hükümleri ile 55
ve 57 nci maddeleri uygulanmaz.
ı) (e) bendine göre İdareye ve
Savunma Sanayii Destekleme Fonuna ödenecek paylar, lisans sahibinin şans
oyunlarının uygulanmasından elde edeceği aylık brüt satış hâsılatı üzerinden
hesaplanır ve izleyen ayın 15’ine kadar İdare ve Savunma Sanayii Destekleme
Fonu hesaplarına yatırılır. Yatırılması gereken paylar ile uygulanan idarî para
cezaları, süresinde ödenmemesi halinde, ödenmesi gereken tarihten itibaren 6183
sayılı Amme Alacaklarının Tahsil Usulü Hakkında Kanun hükümlerine göre gecikme
zammı uygulanmak suretiyle takip ve tahsil edilir. Lisans hakkını alan
kuruluşun, İdare tarafından başlatılan takip ve tahsil işlemlerine karşı
yapacağı itiraz, cezanın ödenmesini durdurmaz.
Bu maddenin uygulanmasına ilişkin
usul ve esaslar, İdare tarafından hazırlanacak ve Bakanlık tarafından yürürlüğe
konulacak yönetmelikle düzenlenir.”
6741 sayılı Türkiye Varlık Fonu
Yönetimi Anonim Şirketinin Kurulması ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun uyarınca, özel hukuk hükümlerine göre yönetilmekte olan Türkiye
Varlık Fonunun kuruluşu, yapısı, işleyişi, yönetimi ve yapacağı işlemler
Türkiye Varlık Fonu İçtüzüğü ile Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketinin
esas sözleşmesi hükümleri dâhilinde belirlenmektedir. Türkiye Varlık Fonu
İçtüzüğü ile Türkiye Varlık Fonu Yönetimi Anonim Şirketi esas sözleşmesi,
herhangi bir ön incelemeye ve onaya gereksinim olmaksızın Şirket yönetimi ile
Özelleştirme İdaresi Başkanının kararı ile istenildiği zaman ve istenildiği
şekilde düzenlenebilmekte ve değiştirilebilmektedir. Bu durum dikkate
alındığında, Türkiye Varlık Fonuna verilen şans oyunları lisansının üçüncü
kişilere devredilmesine ilişkin temel ilke ve kurallar ile hukuki çerçeve ve
sınırların, tereddüde ve şüpheye yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır,
uygulanabilir şekilde ve kanunla belirlenmemiş olmasının, bu konuda ciddi
belirsizliklere, buna bağlı olarak keyfi uygulamalara ve suistimallere zemin
hazırlamış olduğu açıktır.
Anayasa’nın 2. maddesinde
belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına
saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir
hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, hukuk güvenliğini sağlayan,
bütün etkinliklerinde hukuka ve Anayasa’ya uyan, işlem ve eylemleri bağımsız
yargı denetimine bağlı olan devlettir.
Anayasa’nın 2. maddesinde yer
alan hukuk devletinin temel ilkelerinden biri “belirlilik”tir. Bu ilkeye göre,
kanun düzenlemelerinin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir tereddüde
ve şüpheye yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması
ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu tedbirler
içermesi de gereklidir. Belirlilik ilkesi, hukuki güvenlikle bağlantılı olup
birey hangi somut eylem ve olguya hangi hukuki müeyyidenin veya neticenin
bağlandığını, bunların idareye hangi müdahale yetkisini doğurduğunu bilmelidir.
Birey ancak bu durumda kendisine düşen yükümlülükleri öngörebilir ve
davranışlarını belirler. Hukuk güvenliği, normların öngörülebilir olmasını,
bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de
yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli
kılar. (Anayasa Mahkemesi 26.12.2013 gün ve E.2013/67, K2013/164)
İtiraz konusu kurala ilişkin olarak
yukarıda açıklanan ve şans oyunlarına ilişkin lisansın Türkiye Varlık Fonu
yönetimince ne şekilde devredileceğine ilişkin ciddi belirsizliklerin varlığı
ve bu durumun keyfi uygulamalara ve suistimallere zemin oluşturması, normların
öngörülebilir olmasını engelleyerek bireylerin yasal düzenlemelere ve devlete
duyduğu güven duygusunu zedeleyici nitelikte olduğundan Anayasa’nın hukuk
devleti ilkesine aykırıdır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu
kural Anayasa’nın 2. maddesine aykırıdır. İptali gerekir.
11) 7072 sayılı Kanun’un 82. Maddesiyle 22/1/1990 tarihli ve
399 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Personel Rejiminin Düzenlenmesi ve 233
sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin Bazı Maddelerinin Yürürlükten Kaldırılmasına
Dair Kanun Hükmünde Kararnamenin 7 nci maddesinin birinci fıkrasına (e) bendinden
sonra gelmek üzere eklenen (f) bendinin Anayasa’ya Aykırılığı
7072 sayılı Yasanın 82. Maddesiyle
(2/1/2017 tarihli ve 680 sayılı OHAL KHK’sının 84 md. Aynen kabul edilerek)
22/1/1990 günlü ve 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 7. maddesinin birinci
fıkrasına (e) bendinden sonra gelmek yeni bir bent eklenmiş (f bendi), böylece
KİT’lerde sözleşmeli personel olarak atanacaklarda aranan şartlar arasına “Güvenlik
soruşturması ve/veya arşiv araştırması yapılmış olmak” ilave edilmiştir. Bu
çerçevede öncelikle Anayasaya aykırılık iddiamıza esas olan hükmün anlaşılması
açısından hukukumuzda sözleşmeli personel ile güvenlik soruşturması, arşiv
araştırması kavramlarına bakmak gerekir.
657 sayılı Yasanın 4. Maddesinde kamu
hizmetlerinin memurlar, sözleşmeli personel, geçici personel ve
işçiler eliyle görüleceği ifade edilmek suretiyle kamuda dört farklı
statüde personel istihdamı öngörülmüş, daha sonra yürürlüğe giren çeşitli
kanunlarda da bu statülere yenileri eklenmiştir. Sözleşmeli personel, bağlı
oldukları yasa açısından iki gruba ayrılır: İlki 657 sayılı Yasanın 4.
Maddesinin B bendine göre çalıştırılan “özel meslek bilgisi ve ihtisasına
ihtiyaç gösteren geçici işlerde … sözleşme ile çalıştırılmasına karar verilen
ve işçi sayılmayan kamu görevlileridir”, diğeri ise kendi özel yasalarının
verdiği izne göre 657 sayılı Yasanın 4/B Maddesinin verdiği imkan dışında
çalıştırılan sözleşmeli personeldir. Ülkemizdeki bütün sözleşmeli personel, KİT’lerde
çalıştırılan da dâhil, kamu görevlisi olarak kabul edilir. “Genel idare
usullerine göre sürekli ve asli bir görevi gören sözleşmeli personel
Anayasamızın 128’inci Maddesinin ilk fıkrasında geçen “diğer kamu görevlileri”
kategorisine tartışmasız dahildir”. (Bkz., K. Gözler, İdare Hukuku
Dersleri, Ekin Yayınevi 8. Baskı, 2009, s.625). Bu nedenle sözleşmeli
personelle ilgili değerlendirmelerde, bir kamu hizmetini yerine getirdikleri,
kamu görevlisi oldukları, işe alınmalarının kamu hizmetine girme olarak kabul
edilmesi gerektiği dikkate alınmalıdır.
“Güvenlik soruşturması ile, bir
kişi hakkında, bir kurum veya makamın talebi üzerine, belli bir amaçla
kullanılmak üzere rapor düzenlenip ilgili makama iletilir. Amaç, kişinin, bir
kamu hürriyetini kullanmasının “sakıncalı” olup olmadığının saptanmasıdır”
(O. Karahanoğulları, “Güvenlik Soruşturması”, AÜ SBF Dergisi, Cilt: 53,
Sayı: 1-4, 1998).
7072 sayılı Yasanın 82. maddesiyle
KİT’lerde işe alınacak sözleşmeli personelde aranacak şartlar arasında “Güvenlik
soruşturması ve/veya arşiv araştırması yapılmış olmak” şartı eklenmiştir.
Böylece daha önce mevzuatta 4045 sayılı Yasa ile bazı kritik yerlerde
çalıştırılacak kamu görevlileri için aranan güvenlik soruşturması şartı KİT’lerde
işe alınacak sözleşmeli personel için de getirilmiştir.
Anayasa’nın kamu hizmetlerine girme
hakkını düzenleyen 70. maddesi, “Her Türk, kamu hizmetlerine girme hakkına
sahiptir. Hizmete alınmada, görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir
ayırım gözetilemez.” hükmünü içerir. Anayasanın bütünlüğü dikkate
alındığında memurluğa girişe ilişkin üç temel ilkenin olduğu kabul
edilmektedir. Memurluğa girişin kişinin kendi isteğine bağlı olduğunu belirten serbestlik
ilkesi (AY m. 18); kişiler arasında birtakım sebeplerle ayrımcılık yapılmaması
ve koşulları taşıyan herkesin alınmasını ifade eden eşitlik ilkesi (AY m. 10 ve
70); ve görevin gerektirdiği niteliklerden başka niteliklerin aranmaması
esasını kabul eden liyakat ilkesidir (AY m. 70) (Bkz., K. Gözler, İdare Hukuku
Dersleri, Ekin Yayınevi 8. Baskı, 2009, s.633-634). Dolayısıyla kamu
görevlilerinin alımında bu ilkeler çerçevesinde nesnel ve tarafsız ölçütlerin
belirlenmesi, bu ölçütlerin kamu yararına uygun olarak, hukuku ve adaleti
sarsmayacak şekilde uygulanması gerekir. Yasa koyucu kamu hizmetine girme
koşullarını belirlerken bu Anayasal ilkelere uymak zorundadır.
Anayasa Mahkemesi de yasa koyucuya
kamu hizmetine alımda aranacak koşulları belirlemede takdir yetkisi
tanındığını, ancak bu koşulların görevin gerektirdiği niteliklerle uyumlu
olması gereği vurgulanarak takdirin sınırlandırıldığını kabul eder. “Kanunların
kamu yararının sağlanması amacına yönelik olması, genel, objektif, adil
kurallar içermesi ve hakkaniyet ölçütlerini gözetmesi hukuk devleti olmanın
gereğidir. Bu nedenle kanun koyucunun hukuki düzenlemelerde kendisine tanınan
takdir yetkisini anayasal sınırlar içinde adalet, hakkaniyet ve kamu yararı
ölçütlerini göz önünde tutarak kullanması gerekir.” Tam da bu nedenle AYM
askerî hâkimlik mesleğine alınmada aranan “askerliğini yapmamış olmak” şartının,
Anayasa 70. Madde bağlamında görevin gerektirdiği bir nitelik olduğu
söylenemeyeceğini belirterek Anayasanın 2. ve 70. Maddelerine aykırılığına
karar vermiştir (E.2014/34, K.2014/79, 9.4.2014).
Mahkeme bir başka kararında ise
liyakat ilkesini açıklamıştır: “bir kamu hizmetine alınacaklarla ilgili
yasal niteliklerle kısıtlamalar düzenlenirken, doğrudan doğruya, o hizmetin
gereklerinin göz önünde tutulması, başka bir anlatımla konulan nitelik ve
kısıtlamalarla hizmet arasında gerçeklere uyan, nesnel ve zorunlu bir neden
sonuç ilişkisinin kurulması gereklidir … (görevin gerektirdiği nitelikler
sözcüğü) o nitelikler görevlilerde bulunmadıkça o ödev yerine getirilemeyecek
ya da ödev iyi bir biçimde yerine getirilmiş olmayacak demektir.”
(E.1979/19, K.1979/39, 9.10.1979).
Bu genel çerçevede 7072 sayılı
Yasanın 82. Maddesiyle 339 sayılı KHK’nın 7. Maddesine eklenen “Güvenlik
soruşturması ve/veya arşiv araştırması yapılmış olmak” şartı aşağıda
açıklanacak sebeplerle Anayasa’ya aykırıdır.
1. Öncelikle 7070 sayılı Yasa ile
görüldüğü gibi sadece ilgili Yasaya “Güvenlik soruşturması ve/veya arşiv
araştırması yapılmış olmak” ibaresi eklenmiştir. Güvenlik soruşturmasının
ve arşiv araştırmasının ne olduğu, hangi hususların hangi organlarca ve hangi
ilkeler çerçevesinde araştırılacağı ve hangi hususların kamu görevine alınmaya
engel oluşturacağı gibi konulardan hiç biri yasada düzenlenmemiştir.
Hukukumuzda güvenlik soruşturması
ilk defa 26.10.1994 günlü ve 4045 sayılı Yasa ile düzenlenmiştir. Ancak bu Yasa
sadece bazı kamu görevlileriyle ilgili güvenlik soruşturması yapılacağına
dair bir maddelik bir düzenleme içermektedir. Bu Yasada güvenlik
soruşturmasının tanımı da dâhil, diğer hususlar bütünüyle, Bakanlar Kurulu
tarafından çıkarılacak yönetmeliğe bırakılmaktadır. Dolayısıyla 7072 sayılı
Yasanın kabul edildiği tarihte yürürlükte olan ve güvenlik soruşturması ve
arşiv araştırmasının, kapsamını, usulünü, ilkelerini belirleyen başka herhangi
bir yasa da bulunmamaktadır. Bu durumda getirilen düzenleme ile sadece güvenlik
soruşturmasının yapılacağı belirtilmiş, başka hiçbir husus açıklığa
kavuşturulmamıştır. Bu Anayasa’nın 2. maddesindeki yer alan hukuk devleti
ilkesine ve 7. maddesinde yer alan “yasama yetkisinin devredilemezliği”
ilkesine açıkça aykırıdır.
Yürütme organının hukukumuzda
ilk-el düzenleme yetkisi bulunmamaktadır, yani düzenleyici işlem yapılmadan
önce o konu, bir yasayla düzenleme alanına sokulmuş olmalıdır. Bu çerçevede bir
konunun yasada yalnızca adının zikredilmesi, o konunun usul ve esaslarına dair
hiçbir hususun belirtilmeyip bunların düzenleyici işleme bırakılması, konunun
yasayla düzenlendiği anlamına gelmez. Nitekim AYM de bir kararında “Anayasa’nın
7. maddesinde, “Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet
Meclisinindir. Bu yetki devredilemez.” denilmektedir. Yasama yetkisinin
devredilemezliği ilkesi uyarınca kanun koyucunun temel ilkeleri koymadan,
çerçeveyi çizmeden yürütmeye yetki vermemesi, sınırsız ve belirsiz bir alanı
yürütmenin düzenlemesine bırakmaması gerekir. Kanun ile yetkilendirme, Anayasa’nın
öngördüğü biçimde kanun ile düzenleme anlamına gelmez. Kanun koyucu
gerektiğinde sınırlarını belirlemek koşuluyla bazı konuların düzenlenmesini
idareye bırakabilir... yasama yetkisinin devredilemezliği ilkesini ihlal
edecek nitelikte yürütmeye sınırsız ve belirsiz yetki verilmemesi gerekir”
demektedir (E.2015/46 K.2017/130, 26.7.2017, para. 45, 49). Bir diğer kararında
Mahkeme “69. ... Anayasa’da kanun ile düzenlenmesi öngörülen konularda
yürütme organına genel ve sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi
mümkün değildir. Ancak yasama organının temel kuralları saptadıktan sonra
uzmanlık ve idare tekniğine ilişkin hususları yürütmeye bırakması, yasama
yetkisinin devri olarak yorumlanamayacağı gibi yürütme organının yasama organı
tarafından çerçevesi çizilmiş alanda genel nitelikte hukuksal tasarruflarda
bulunması hukuk devletinin belirlilik ilkesine de aykırı düşmez.”
(E.2015/41
K. 2017/98, 4.5.2017).
İptali istenen kuralın düzenleme
alanı kamu hizmetine girme hakkının koşullarının belirlenmesidir. Bu konunun
Anayasanın 13. maddesi gereği bir temel hak sınırlaması niteliği taşıması
dolayısıyla yasayla düzenlenmesi zorunludur. Ayrıca Anayasa’nın 128. Maddesinde
“Memurların ve diğer kamu görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, … diğer
özlük işleri kanunla düzenlenir” denilmektedir. Bu da güvenlik
soruşturmasının açıkça bir şekilde yasayla düzenlenmesi gereken bir husus
olduğunu göstermektedir.
7072 sayılı Yasanın iptali istenen
kuralı hiçbir şekilde yasa ile düzenleme gereğini karşılamadığı gibi daha
önceden yürürlükte olan 4045 sayılı Yasa’da da bu eksikliği giderecek herhangi
bir açıklık bulunmamaktadır. Bu yasa da bütün hususların düzenlenmesini
Yönetmeliğe bırakmaktadır. Bu durumda yasama yetkisinin devredilmezliği
kuralının ihlal edildiği açık bir şekilde görülmektedir. Bu durum sözü edilen
yönetmelik incelendiğinde daha da net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Bahsedilen Yönetmelik, Güvenlik
Soruşturması ve Arşiv Araştırması Yönetmeliği, ancak 14.2.2000 tarihinde
çıkarılabilmiştir. Yönetmelikte arşiv araştırması ve güvenlik soruşturması şu
şekilde tanımlanmıştır:
“f) Arşiv araştırması: Kişinin
kolluk kuvvetleri tarafından halen aranıp aranmadığının, kolluk kuvvetleri ve
istihbarat ünitelerinde ilişiği ile adli sicil kaydının ve hakkında herhangi
bir tahdit olup olmadığının mevcut kayıtlardan saptanmasını,
g) Güvenlik soruşturması: Kişinin
kolluk kuvvetleri tarafından halen aranıp aranmadığının, kolluk kuvvetleri ve
istihbarat ünitelerinde ilişiği ile adli sicil kaydının ve hakkında herhangi
bir tahdit olup olmadığının, yıkıcı ve bölücü faaliyetlerde bulunup bulunmadığının,
ahlaki durumunun, yabancılar ile ilgisinin ve sır saklama yeteneğinin mevcut
kayıtlardan ve yerinden araştırılmak suretiyle saptanması ve
değerlendirilmesini,”
ifade eder.
Buna göre güvenlik soruşturması,
arşiv araştırmasını kapsamakta ancak izleyen hususlar açısından ondan daha
geniştir: güvenlik soruşturması ayrıca “yıkıcı ve bölücü faaliyetlerde
bulunup bulunmadığı”, “ahlaki durumu”, “yabancılar ile ilgisi”
ve “sır saklama yeteneği” unsurlarını da kapsar. Bir de güvenlik
soruşturmasında, bu hususların, arşiv araştırmasında olduğu gibi, sadece mevcut
kayıtlardan değil, “yerinden araştırılmak suretiyle” de saptanması ve
değerlendirilmesi kabul edilmiştir.
Yasayla temel ilkeler belirlenmeden
genel ve belirsiz ifadelerle verilen bu yetki ile çıkarılan Yönetmeliğin
içeriği ise idarenin keyfiliğine açık kapı bırakan muğlâk, belirsiz,
yetkililerin değerlendirmesine göre değişecek verilerin derlenmesini
içermektedir. Bu durum ise siyasi bir hak olarak kamu hizmetine girme hakkının
kullanımını idarenin keyfiliğine bırakma ve adeta ortadan kaldırma
potansiyelini taşır.
Yönetmelikte güvenlik
soruşturmasında işlenecek hususlara bakıldığında bu husus daha açıklıkla
görülecektir: örneğin “istihbarat ünitelerinde ilişiği” ibaresi ile
aslında kişinin ilgili birimlerce fişlenip fişlenmediği anlatılmaktadır ki bu
ünitelerin istihbarat raporlarının hangi ölçüde nesnel ve hakkaniyetli olduğu
hususu tartışmalıdır. Zamana ve yere göre değişen, verileri toplayanın
sübjektif değerlendirmelerini de içermesi kuvvetle muhtemel birtakım
bilgilerin, denetim ve hesap verilebilirlikten uzak bir şekilde derlenmiş,
karara dayanak yapılması kabul edilemez.
Salt güvenlik soruşturmasına özgü “yıkıcı
ve bölücü faaliyetlerde bulunup bulunmadığı”, “ahlaki durumu”, “yabancılar
ile ilgisi” ve “sır saklama yeteneği” hususları da kişilerle alakalı
nesnellik, eşitlik, hakkaniyet ilkeleri çerçevesinde muamele edilmesini
güçleştirir. Yönetmeliğin 11. Maddesinde bu kavramların tanımlanması da sorunu
ortadan kaldırmaz. Zira tanımlar çok genel, müphem, uygulayıcıların kişisel
kanaatlerinin nihai aşamada baskın olabileceği şekilde formüle edilmiştir.
Örneğin ahlaki durum ile ilgili olarak “d) Şeref ve haysiyetini ihlal edecek
ve görevine yansıyacak şekilde kumara, uyuşturucuya, içkiye, paraya ve aşırı
bir şekilde menfaatine düşkün olup olmadığı, ahlak ve adaba aykırı davranıp
davranmadığı” soruşturulacak; sır saklama yeteneğinde herhalde her şeyi her
yerde anlatmaya müsait olup olmadığına bakılacaktır. Bu hususların kişilik
değerlendirmesi alanına kaydığı, kişilerin ahlaki yapılarının siyasi iktidarın
değişen görüş ve düşüncesine göre sorgulanabildiği, sakıncalı bulunduğu bir
ortama işaret etmesi ise kaçınılmazdır. Özellikle anılan maddedeki “kişinin
içinde bulunduğu ortam da dikkate alınarak” ifadesi soruşturmanın kapsamını
kişiler yönünden belirsiz bir şekilde genişletme eğilimini içermektedir. Bu hem
kişinin bizzat sebebi olmadığı bir husus nedeniyle yaptırımla karşılaşması hem
de konuyla ilgili olmayan kişilerin de (ilgilinin akrabaları olsa da)
haklarında verilerin toplanması neticesini doğurur.
Güvenlik soruşturmasının yöntemi de
tamamen idari hiyerarşik yetkililerin takdirine bırakılmakta ve soruşturma
tamamen gizli bir şekilde yürütülmektedir (bkz, Yönetmelik 12 ve 15. Maddeler).
Yürütülmesi tamamen idarenin tasarrufunda olan ve gizli bir şekilde yürütülen
bir süreç neticesinde kişinin birçok temel hakkına zarar verici işlem ve
eylemlerin ortaya çıkması kuvvetle muhtemeldir. Böyle bir yöntem izleyen sürecin
idari ciddiyetten, hesap verilebilirlik ve saydamlıktan uzak, tarafgirlikle
yürütülmesi ihtimal dışı değildir. İdarenin konumu ve niteliği dikkate
alınarak, hukuka uygunluğunun sağlanmasına özel bir önem gösterilmesi gereken
bir konuda yeterli hukuki güvenceler oluşturulmadan idarenin yetkilendirilmesi
kabul edilemez. Bu kişilerin hukuka ve adalete olan güvenini esas alan
demokratik sisteme güvensizlik oluşturur. Oysa bu şekilde işleyen bir süreç
sonucunda kişi kamu görevi için “makbul vatandaş” olarak görülmemekte, “sakıncalı”
olarak fişlenmekte ve belki de hayatının kalan süresince çok farklı zamanlarda
bu olumsuz niteleme ile karşı karşıya gelebilmektedir.
Güvenlik soruşturması, bir yönüyle
kişilerin, kamu hizmetine girme hakkını kullanmasının şartı haline getirilen “makbul
vatandaş” olup olmadığını saptamak amacıyla başvurulan bir yöntem olarak
kabul edilmelidir. Amaç, “sakıncalılığın” araştırılması ve saptanması olduğu
ölçüde, güvenlik soruşturması, ideolojik bir araç haline dönüşür. Neyin sakıncalı,
neyin sakıncasız olduğunu tespit etmek, “yansızlık, objektiflik, ideolojik
tarafsızlık, hukuka bağlılık ve çoğulculuk” gibi, demokratik devletin temel
varsayımlarıyla çelişir ve sakıncalı nitelikte bulunanları dışlamak anlamına
gelir (O. Karahanoğulları, a.g.e.).
Bu şekilde birey temel hak ve
özgürlüklerini esaslı bir şekilde etkileyen ve sınırlandıran bir konunun yasama
organının sadece adını koyarak bütün diğer hususların tespit ve tatbikini
idareye bırakması Anayasa’nın 2. ve 7. maddelerine açıkça aykırılık oluşturur.
2. Anılan düzenleme aşağıda
açıklanacak sebeplerle kamu hizmetine girme hakkını düzenleyen Anayasa’nın 70.
maddesine de açıkça aykırıdır.
Maddede geçen “hizmete alınmada
görevin gerektirdiği niteliklerden başka hiçbir ayrım gözetilemez” hükmü,
hakka yönelik düzenlemelerdeki anayasal sınırı ifade eder. Böylece memurun
görev yapacağı hizmet gerektirmedikçe başka bir şart aranması, Anayasaya
aykırılık oluşturur.
Diğer yandan Anayasanın 13.
maddesine göre temel hak ve özgürlükler ancak kanunla sınırlandırılabilir. Bu
çerçevede bir hakla ilgili sınırlama öngören yasanın temel ilkeleri, usul ve
esasları ortaya koymuş olması gerekir. Aksi halde yasayla sınırlama koşuluna
aykırılık ortaya çıkacaktır. AYM de “Anayasa’da kanunla düzenlenmesi
öngörülen konularda genel ifadelerle yürütme organına düzenleme yapma yetkisi
verilmesi, yasama yetkisinin devredilmezliği ilkesine aykırılık
oluşturabilmektedir. Bu nedenle Anayasa’da temel hak ve özgürlüklerin
sınırlandırılması, vergi ve benzeri mali yükümlülüklerin konması ve memurların
atanmaları, özlük hakları gibi münhasıran kanunla düzenlenmesi öngörülen
konularda kanunun temel esasları, ilkeleri ve çerçeveyi belirlemiş olması
gerekmektedir.” demek suretiyle temel esasları, ilkeleri ve çerçeveyi
belirlemeyen bir yasal düzenlemenin kanunla sınırlama koşulunu
gerçekleştirmeyeceğini ortaya koymuştur (E.2017/51 K.2017/163, 29.11.2017).
Bu nedenle iptali istenen kural
kanunla sınırlama ölçütüne aykırı olduğundan Anayasanın 13. ve 70. maddelerine
aykırıdır.
Diğer taraftan AYM kararında
belirtildiği üzere “Kamu hizmetlerinin özellikleri olduğu ve bu hizmetleri
gören idare ajanlarının da özel statülere bağlı bulunduğu bilinen bir
gerçektir. Memurlarda yasalarca aranan nitelikler ve onlar hakkında yasalarda
öngörülen kısıtlamalar, kamu hizmetinin etkin ve esenlikli bir biçimde
yürütülmesi amacına yöneliktir. Bu nedenle bir kamu hizmetine alınacaklarla
ilgili yasal niteliklerle kısıtlamalar düzenlenirken, doğrudan doğruya, o
hizmetin gereklerinin göz önünde tutulması, başka bir anlatımla konulan nitelik
ve kısıtlamalarla hizmet arasında gerçeklere uyan, nesnel ve zorunlu bir neden
sonuç ilişkisinin kurulması gereklidir.” (E.1979/19, K.1979/39, 9.10.1979).
Kamu hizmetine girişte aranan
şartların alıntılanan kararların çizdiği çerçevede belirlenmesi gerekir. Kamu
hizmetine girmede görevin gerektirdiği nitelikler dolayısıyla getirilen
sınırlamalar ile ilgili kamu hizmeti arasında “gerçeklere uyan, nesnel ve zorunlu
bir neden sonuç ilişkisi kurulması” zorunludur. Güvenlik soruşturması
konusunda kanunlarda herhangi bir düzenleme bulunmadığına göre uygulama 2000
yılında çıkarılan yönetmelik çerçevesinde gerçekleştirilecektir. Bu yönetmeliğe
göre güvenlik soruşturmasında soruşturulması istenen hususlardan birçoğu -”istihbarat
ünitelerinde ilişiği”, “yıkıcı ve bölücü faaliyetlerde bulunup
bulunmadığı”, “ahlaki durumu”, “yabancılar ile ilgisi” ve “sır
saklama yeteneği”- pek çok kamu hizmeti ile nesnel, objektif, tarafsız ve
zorunlu bir neden sonuç ilişkisi kurmaya müsait olmayan hususlardır. Örneğin
ahlaki durum ile ilgili olarak “d) Şeref ve haysiyetini ihlal edecek ve
görevine yansıyacak şekilde kumara, uyuşturucuya, içkiye, paraya ve aşırı bir
şekilde menfaatine düşkün olup olmadığı, ahlak ve adaba aykırı davranıp
davranmadığı” soruşturulacak; sır saklama yeteneğinde herhalde her şeyi her
yerde anlatmaya müsait olup olmadığına bakılacaktır.
Yerinde yapılan araştırma bazen
kişinin fiziki özellikleri (bıyık, sakal vb.), okuduğu gazete ya da komşu
duyumları vb. hususların nesnel veri olarak alınmasına yol açmaktadır. Bu
hususlarda yapılan bir soruşturmada, soruşturmakla görevli kişilerin dinsel,
kültürel, siyasal ve ahlaki tercihleri, siyasal iktidarın bu kişiler üzerindeki
tesiri, üstlerine yaranma düşüncesi, örneğin mahallinde incelemede soruların
muhatabı olan kişilerin özellikleri vb. sübjektif etkiler raporu çok rahat
objektiflikten uzak hale getirebilecektir. Bu hususlarda veri toplanması ve
değerlendirmesi, tamamen görevlilerin ve amirlerin sübjektif algılarını devreye
sokmaktadır.
Salt güvenlik soruşturması
verilerine dayalı olarak idareye bir kişinin anayasal hakkını kullanmasını
engelleme yetkisi verilmesi en azından mevcut yöntemle idareyi keyfiliğe açık hale
getirir. Kimlerin kamu hizmetine girmeye “uygun olmadığı”, “riskli ve
sakıncalı” kategoride yer aldığının tespiti idarece tamamen öznel ölçülere
göre, zamana ve yere göre değişen şekillerde, yapılabilmektedir. Bu şekilde bir
düzenlemeden kaynaklanan bir yargı denetimi de, kavramların belirsiz ve
nesnellikten yoksun olması nedeniyle etkili olmayacaktır.
Belirlenebilir, saydam ve
denetlenebilir birtakım neden sonuç ilişkileri içermeyen, yıllardır yapılan
uygulamalarla da belirli kesimlerin –siyasi tarafgirlikle tespit edilen ve
değişen- kamuya alınmaması amacıyla kullanılan bu verilerin kamu hizmetine
girmede esas alınması Anayasa’nın 70. maddesindeki liyakat ilkesine aykırılık
oluşturur. Zira iptali istenen kural ile getirilen bu düzenlemeyle Anayasa’nın
70. maddesine liyakat ilkesi yanında “sakıncalı olmama” ve “siyasi ve
ahlaki açıdan siyasal iktidarla uyumlu olma” kriteri eklenmiş olmaktadır.
3. Güvenlik soruşturmasının tehdit
ettiği haklardan biri de özel hayatın gizliliği ve kişisel verilerin korunması
hakkıdır. Anayasanın 20. Maddesi şöyledir: “Herkes, kendisiyle ilgili
kişisel verilerin korunmasını isteme hakkına sahiptir. Bu hak; kişinin
kendisiyle ilgili kişisel veriler hakkında bilgilendirilme, bu verilere erişme,
bunların düzeltilmesini veya silinmesini talep etme ve amaçları doğrultusunda
kullanılıp kullanılmadığını öğrenmeyi de kapsar. Kişisel veriler, ancak kanunda
öngörülen hallerde veya kişinin açık rızasıyla işlenebilir. Kişisel verilerin
korunmasına ilişkin esas ve usuller kanunla düzenlenir.”
Kişisel veri kavramı, 24.3.2016
günlü ve 6698 sayılı Kişisel Verilerin Korunması Yasasına göre, kimliği belirli
veya belirlenebilir bir gerçek kişi hakkındaki tüm bilgilerdir. Güvenlik
soruşturması kapsamında işlemlerin kişisel verilerin işlenmesi kapsamında
olduğundan kuşku yoktur. Yasaya göre “Kişisel verilerin işlenmesi: Kişisel
verilerin tamamen veya kısmen otomatik olan ya da herhangi bir veri kayıt
sisteminin parçası olmak kaydıyla otomatik olmayan yollarla elde edilmesi,
kaydedilmesi, depolanması, muhafaza edilmesi, değiştirilmesi, yeniden
düzenlenmesi, açıklanması, aktarılması, devralınması, elde edilebilir hâle
getirilmesi, sınıflandırılması ya da kullanılmasının engellenmesi gibi veriler
üzerinde gerçekleştirilen her türlü işlemi (md. 3/1 e)” ifade eder.
Üstelik bu çerçevede işlenen veriler, özel nitelikli kişisel veri kategorisi
(mad. 6) ya da hassas veri kapsamındadır ve ilke olarak bu verilerin ilgilinin
açık rızası olmaksızın işlenmesi kabul edilmemektedir. Ayrıca Yasaya göre
kişilerin kendileriyle alakalı kişisel verilerin işlenmesinin farklı
aşamalarına dair bilgi edinme imkânına ve başvuru yollarına sahip olması
gerekir.
Güvenlik soruşturmasında kullanılan
bilgilerin tamamının kişisel veri, yoğunluğunun da özel nitelikli kişisel veri
olduğu dikkate alındığında bu soruşturmanın tabi olduğu esas ve usullerin
yasayla düzenlenmemesi zorunludur. Öncelikle belirtmek gerekir ki güvenlik
soruşturması suretiyle kişisel verilerin toplanması ve bu verilerin
kullanılması söz konusudur. Yukarıda belirtildiği gibi yürürlükteki Yönetmelik
yerinde araştırma yapılması suretiyle kişiler hakkındaki kişisel verilerin
toplanmasını öngörmektedir. Bir temel hak olarak kişisel verilerin toplanması,
işlenmesi ve kullanılması yasayla düzenlemiş olması gerekir. Ne var ki iptali
istenen kural bu yönde hiçbir açıklık taşımamaktadır. Yönetmelikle konulan
hükümlerin keyfiliğe açık, belirgin olmaktan uzak, uygulayıcıların sübjektif
değerlendirmelerine neredeyse sınırsız imkân tanıyan ifadelerle formüle
edilmesi böylesine önemli bir temel hakkın yasa ile düzenlenmesi gereğine
aykırılık sorununu daha da ağırlaştırmaktadır. Salt bu nedenle bile kural
Anayasa’nın hem 13. hem de 20. maddelerine açıkça aykırıdır.
Diğer taraftan güvenlik
soruşturmasına ilişkin uygulamayı düzenleyen Yönetmelikte yer alan usuller 20.
maddede yer alan diğer pek çok güvenceye de aykırılık oluşturmaktadır. Yukarıda
belirtildiği gibi Yönetmelik hükümleri son derece belirsiz, muğlâk, keyfiliğe
açık ifadelerle formüle edilmiştir. Diğer yandan 12. Maddede “Güvenlik
soruşturması ve arşiv araştırmasının nasıl ve ne şekilde yapılacağı, soruşturma
ve araştırma yapmaya yetkili makamların görev talimatları ile belirlenir”
(e) bendi) denilerek güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması süreci
bütünüyle gizlilik içinde ve idarece keyfi şekilde yürütülebilecek hale
getirilmiştir. Soruşturmanın olumsuz olması halinde bir değerlendirme komisyonu
kurulacak ve onun kararı sorumlu amirin takdirine sunulacaktır. Ancak “Değerlendirme
Komisyonunun çalışma tutanakları ve kararları gizlidir.” (Yön. m.15).
Güvenlik soruşturmasının temel unsurunu oluşturan istihbarat raporlarının
hazırlanma usulünün hukuki ve nesnel ölçütlerden uzak olduğu kabul
edilmektedir. Her aşamasında gizliliğin olduğu bu raporlarda gizlilik nedeniyle
ciddiyetsizlik, hesap sorulamazlık, saydamlığın olmaması ve yanlışlıklar
halinde ilgililerin sorumluluğu yoluna gidilemeyeceği kanaati, nesnellikten
uzak, taraflı ve bazen de sanal, gerçeğe aykırı raporlar hazırlanmasına yol
açabilecektir.
Güvenlik soruşturması ve arşiv
araştırmasının sonuçlarını keyfiliğine karşı hiçbir etkin koruyucu mekanizma
öngörülmemiştir. Oysa güvenlik soruşturması ile bir kişi kamu hizmetine girmeye
elverişsiz, “makbul olmayan vatandaş” olarak nitelenmekte, kamuda çalışamadığı
gibi özel sektörde de “fişlenme” nedeniyle zorluklar yaşamaktadır.
Tamamen gizli ve kişilerin içeriğinde neler olduğundan ve nasıl işlediğinden
haberdar olmadıkları bir süreç ile özel nitelikli veriler toplanmakta,
değerlendirilmekte ve ilgiliye sadece 657 sayılı Yasa’nın 48. maddesindeki
genel şartları taşımadığınızdan atamanız yapılamamaktadır şeklinde bir yazı ile
olumsuz cevap verilmektedir.
Bu şekilde işleyen bir sürecin
Anayasa’nın 20. maddesinde güvence altına alınan kişisel bilgiler hakkında
bilgilendirilme, bu verilere erişme, bunların düzeltilmesini veya silinmesini
talep etme haklarına olanak tanımadığı, hiçbir şekilde bu hakların
kullanılmasına imkân vermediği açıktır. Bu uygulamanın Anayasa ve AİHS ile
uyumlu olduğunu söylemeye olanak yoktur. AİHM, bireyin özel yaşamına dair
bilgilere yönelik kamu müdahalesini, bireyi koruyucu uygun ve etkili garantiler
içeren yasal düzenlemeler, istismar ve kötü kullanıma karşı güvenceler
bulunmadığı sürece Sözleşme’nin 8. Maddesinin ihlali olarak değerlendirmektedir
(Klass ve Diğerleri/Almanya, § 50). Bir diğer kararında ise Mahkeme, (Rotaru/Romanya) ulusal yasanın milli güvenliği etkileyecek
bilgilerin toplanmasına, kaydedilmesine ve gizli dosyalarda arşivlenmesine izin
verdiğini saptamış ancak bu yasanın AİHS ile uyumlu olmadığını tespit etmiştir.
AİHM, hangi koşullar altında, hangi amaçla, ne kadar süreyle kamu
otoritelerinin özel hayatla ilgili bilgileri saklayacağı ve kullanacağının
belirsizliğini, istismarlara karşı hiçbir önlem alınmamasını, kötüye kullanımı
engellemeye yönelik etkili denetim mekanizmalarının öngörülmemesini ve
verilerin değerlendirilmesine ilişkin hukuki sınırlar çizilmemesini, 8.
maddenin ihlali kabul etmiştir.
AYM de 5429 sayılı Türkiye
İstatistik Kanunu’nun 8. Maddesiyle ilgili bir itiraz davasında “Bir ülkede
en güçlü veri tekeli idaredir. Bu gücün sınırlandırılması özel yaşamın ve
düşünce ve kanaat özgürlüğünün korunması bakımından önemlidir … İtiraza konu 8.
madde hükmüyle kişiler, bilgi toplama, saklama, işleme ve değiştirme
tekeli olan idareye ve diğer kişilere karşı korumasız bırakılmış, veri
toplamanın sınırlarına yasal düzenlemede yer verilmemiştir.” denilerek
iptale karar verilmiştir. (E.2006/167
K.2008/86, 20.3.2008),
Diğer yandan her ne kadar, 6698
sayılı kişisel verilerle alakalı Yasanın, güvenlik soruşturmasına da
uygulanabilir bazı koruma önlemleri içerdiği iddia edilse de, güvenlik
soruşturmasının asıl kaynağını oluşturan istihbarı bilgiler, Yasa hükümlerinin
uygulanmayacağı ‘istisna’ durumlar kapsamına girdiğinden bu Yasanın güvenlik
soruşturmasını kişisel verilerin işlenmesi çerçevesinde Anayasaya uygun hale
getirmediği de açıktır. Bu nedenle kural Anayasanın 20. maddesine açıkça
aykırıdır.
Sonuç olarak, 7072 sayılı Yasanın 82. maddesi ile
339 sayılı KHK’nın 7.
maddesinin birinci
fıkrasına eklenen (f), bendi
Anayasa’nın 2., 7., 13., 20. ve 70. maddelerine aykırıdır, iptali gerekir
12)
7072
sayılı Kanun’un 83. Maddesiyle 399 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 45 inci maddesinin birinci
fıkrasına (e) bendinden sonra gelmek üzere eklenen (f) bendinde yer alan “eylem
birliği içerisinde olmak” ibaresinin Anayasaya aykırılığı
399 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin
45. maddesinde kamu iktisadi teşekküllerinde çalışan sözleşmeli personele
ilişkin olarak sözleşmenin feshi ve sona erdirilmesi sebepleri düzenlenmiştir.
İptali istenen kural ile sözleşmenin feshini gerektiren fiiller arasına terör örgütleriyle eylem birliği içerisinde olmak, bu
örgütlere yardım etmek, kamu imkân ve kaynaklarını bu örgütleri desteklemeye
yönelik kullanmak ya da kullandırmak, bu örgütlerin propagandasını yapmak
fiilleri eklenmiştir.
Bu
çerçevede terör örgütleriyle eylem birliği içinde olmak fiili de sözleşmenin
feshi nedeni olarak öngörülmüştür. Buna göre terör örgütleri ile eylem birliği
içinde olduğu tespit edilen bir çalışanın sözleşmesi feshedilebilecektir. Eylem
birliği içinde bulunmak kavramının içeriği belirsiz ve öngörülemezdir. Hangi fiillerin bu kavramın
kapsamına girdiğini açıklayan bir yargı kararı ya da alt bir düzenleme de
bulunmamaktadır. Bu nedenle kurala tabi olanlar açısından hangi fiillerin
yasaklanmış olduğunu öngörmek mümkün değildir. Bir
disiplin suçu olarak öngörülen bu fiiller oldukça muğlâk olup bunların içeriğini öngörmek tamamen imkânsızdır. Hangi
somut eylemlerin bu suçu oluşturduğunu ortaya koyan hiçbir düzenleme ya da
açıklık bulunmamaktadır. Oysa bir hukuk devletinde hukuk kurallarının
belli ve öngörülebilir olması asgari koşuldur. Hangi
fiilleri dolayısıyla bireylerin yaptırıma tabi tutulabileceklerini önceden
öngörebilmeleri gerekir. Bu derece muğlâk ve belirsiz bir düzenlemenin
öngörülebilir olduğunu söylemeye olanak bulunmamaktadır.
Yasaların içeriğinin
belirliliği ve öngörülebilirliği hukuka bağlı yönetimin en temel gereklerinden
biridir. Bireyler en azından bir uzmanın yardımıyla hukuk kuralının kendisinden
hangi davranışı beklediğini, davranışlarının sonuçlarının ne olacağını
öngörebilmelidir. Bu birey özgürlüğünün de asgari koşuludur. Yasaların hangi
davranışı yasakladığını ve hangi davranışı serbest bıraktığını öngöremeyen bir
bireyin davranışlarını özgürce belirlemesi mümkün olmadığı gibi, bir davranışın
sonuçlarının ne olacağını öngöremeyen bireyin davranışlarından sorumlu
tutulması da birey özgürlüğü ile bağdaşmaz. Hukuk devletinin yasaların
öngörülebilirliğine atfettiği önem, özgürlük ile öngörülebilirlik arasındaki bu
ilişkiden kaynaklanmaktadır. Bu nedenle iptali istenen içeriği belirsiz kural
öncelikle Anayasa’nın 2. maddesinde Cumhuriyetin temel nitelikleri arasında
sayılan hukuk devleti ilkesine açıkça aykırıdır.
Diğer taraftan hukuk
devleti ilkesinin bir uzantısı olarak Anayasa’nın 13. maddesinde temel hakların kanunla
sınırlandırılması ilkesine yer verilmiştir. Kanunla sınırlama ilkesinin nedeni
birey haklarına keyfi müdahaleyi engellemek olup, yasama organının açık
tartışma ile kabul ettiği bir yasa çerçevesinde temel haklara müdahaleye izin
verilmesi bireylerin temel haklarını korumayı amaçlamaktadır. Birey haklarına
müdahaleye izin veren yasalar ancak içeriği belirli, anlamı öngörülebilir ise
kendisinden beklenen faydayı sağlayacaktır. Temel haklara müdahaleye izin veren
bir yasanın içeriği muğlâk ve tanınan yetkinin kapsamı konusunda belirlilik
içermiyorsa yasayla sınırlama ölçütü ihlal edilmiş demektir. Anayasa’nın 70.
maddesinde güvence altına alınan kamu hizmetine girme hakkına ağır bir
sınırlama öngören bu müdahalenin kanunla sınırlama ölçütüne uyduğunu söylemeye
olanak bulunmamaktadır. Bu nedenle içeriği belirsiz olan iptali istenen
kurallar Anayasa’nın 13. ve 70. maddelerine de aykırıdır.
Ayrıca Anayasa’nın 38. maddesinde suç ve
cezaların kanuniliği ilkesi düzenlenmiştir. Buna göre bireyler ancak işlendiği
zaman yürürlükteki kanunların suç saydığı fiiller nedeniyle sorumlu
tutulabilirler ve ancak fiil işlendiği zaman kanunda öngörülen ceza ile
cezalandırılabilirler. Bu kuralın gereği olarak ceza ve ceza yerine geçen
tedbirler ancak kanun yoluyla konulabilir. Kanun altı düzenlemeler, hatta KHK’lar
ile ceza normu konamaz. Suç ve cezaların
kanuniliğinden söz edilebilmesi için bunu düzenleyen yasa hükmünün bireyler
açısından en azından bir hukukçunun yardımıyla anlaşılabilir olması, yani
bireylerin hangi fiillerin yasaklandığını ve yaptırıma tabi tutulduğunu
öngörebilmesi gerekir. Anayasa Mahkemesinin yerleşik
içtihadına göre disiplin suç ve cezaları da 38. maddede öngörülen kanunilik
ilkesine tabidir. Anayasa Mahkemesi pek çok kararında Anayasa’nın 38.
maddesindeki ilkelerin disiplin suç ve cezaları için de geçerli olduğuna karar
vermiştir (bkz. E.2014/100, K.2015/6, K.T. 14.1.2015; E. 2010/28, K.
2011/139, K.T. 20.10.2011). İptali istenen kural ile kamuda sözleşmeli olarak
çalışan kişilerin sözleşmelerinin feshini öngören ve bir daha kamu
hizmetlerinde çalıştırılmalarını yasaklayan kuralın hangi eylemin bu sonucu
doğuracağını açık bir şekilde ortaya koyması gerekir. Oysa yukarıda
belirtildiği gibi bu kavramın içeriği ve kapsamı belli olmadığı gibi, bu
açıklığı sağlayacak ne bir alt düzenleme ne de yargısal içtihat ortaya çıkmış
değildir.
Açıklanan nedenlerle iptali istenen
kural Anayasa’nın 2., 13., 38. ve 70. maddelerine açıkça aykırıdır, iptali
gerekir.
III. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN
GEREKÇESİ
Anayasa Mahkemesinin
7072 sayılı Kanun’un Anayasaya aykırı gördüğümüz maddelerinin anayasa
uygunluğunu incelemesi ve esastan karara bağlaması zaman alabilecektir. Yargı
denetimi yürütme organının hukuk devleti sınırları içinde kalmasını sağlayan en
etkili araçtır.
Olağanüstü hallerde
yargı denetiminin önemi daha da artmakta, devlet organlarının işlemlerinin
yargı denetimine bağlı tutulması, yasama organının Anayasanın çizdiği sınırlar
içinde kalmasını sağlamak ve temel hak ve özgürlüklerin korunması bakımından
özellikle önem taşımaktadır.
İptalini istediğimiz
7072 sayılı Kanun hükümlerinin uygulanmasının insan haklarına saygılı
demokratik hukuk devleti ilkesine, Anayasanın üstünlüğüne ve bağlayıcılığına
aykırılık oluşturan sonradan giderilmesi olanaksız durumların ortaya çıkmasına
neden olacağı ve zararlar doğuracağı açık olduğundan, ayrıca Anayasa Mahkemesi’nin
yapacağı inceleme sonucunda iptal kararı vermesi durumunda bu kararının
sonuçsuz kalmaması amacıyla kararın Resmî Gazete’de yayımlanacağı güne kadar
yürürlüğün durdurulması istemiyle iptal davası açılmıştır.
IV. SONUÇ VE İSTEM
08.03.2018 tarihli ve 30354
mükerrer sayılı Resmi Gazetede yayımlanan, 7072 sayılı “Olağanüstü Hal
Kapsamında Bazı Düzenlemeler Yapılması Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin
Değiştirilerek Kabul Edilmesine Dair Kanun’un;
1) 5. maddesi ile 24/2/1983 tarihli
ve 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununun 9/A maddesinin beşinci fıkrasının
birinci cümlesinde yer alan “en az yetmiş puan almak kaydıyla” ibaresinin
yürürlükten kaldırılmasını öngören düzenlemenin Anayasa’nın Başlangıç Kısmına,
2., 138., 139. ve 140. maddelerine,
2) 7. maddesi ile 24/2/1983 tarihli
ve 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununa eklenen geçici 20 nci maddenin
Anayasa’nın Başlangıç Kısmına, 2., 138., 139. ve 140. maddelerine,
3) 9. maddesiyle 5271 sayılı
Kanunun 172 nci maddesinin 2 nci fıkrasının değiştirilmesine ilişkin
düzenlemenin Anayasa’nın Başlangıç Kısmına, 2., 6. ve 36. Maddelerine,
4) 10. maddesiyle 5271 sayılı
Kanunun 173 üncü maddesinin altıncı fıkrasının değiştirilmesine ilişkin
düzenlemenin Anayasa’nın Başlangıç Kısmına, 2., 6. ve 36. maddelerine,
5) 15. maddesi ile 11/11/1983
tarihli ve 2954 sayılı Türkiye Radyo ve Televizyon Kanununun 50 nci maddesinin
birinci fıkrasının değiştirilen (ı) bendinde yer alan “Bu bentte belirtilen
sözleşmeli personel sayıları Bakanlar Kurulu kararı ile artırılabilir”
ibaresinin Anayasa’nın Başlangıç Kısmına, 2., 6. ve 7. maddelerine,
6) 7. maddesiyle 6112 sayılı Kanunun 8 inci maddesinin birinci
fıkrasına eklenen (t) bendinin, Anayasa’nın
2., 13., 26. ve 28. maddelerine,
7) 18. Maddesi ile 6112 sayılı
Kanunun 19 uncu maddesine eklenen 3. Fıkrasının Anayasa’nın 2., 13., 26. ve 28. maddelerine,
8) 26.
maddesi ile 2559 sayılı Kanunun ek 6 ncı maddesine eklenen fıkranın Anayasa’nın
Başlangıç Kısmına, 2., 13., 15. ve 20. maddelerine,
9) 75. Maddesinin Anayasa’nın 2. maddesine,
10) 80. Maddesiyle Değiştirilen
4/4/1988 Tarihli Ve 320 Sayılı Milli Piyango İdaresi Genel Müdürlüğü Kuruluş ve
Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin Ek 2. Maddesinin Birinci
Fıkrasının İlk Cümlesi Anayasa’nın 2. maddesine,
11) 82. Maddesinin Anayasa’nın 2., 7.,
13., 20. ve 70. maddelerine,
12) 83. Maddesiyle 399 sayılı Kanun
Hükmünde Kararnamenin 45 inci maddesinin birinci fıkrasına (e) bendinden
sonra gelmek üzere eklenen (f) bendinde yer alan “eylem birliği içerisinde
olmak” ibaresinin Anayasa’nın 2., 13., 38. ve 70. maddelerine,
aykırı olduklarından iptallerine ve
uygulanmaları halinde giderilmesi güç ya da olanaksız zarar ve durumlar olacağı
için, iptal davası sonuçlanıncaya kadar
yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı ile
arz ederiz.”