Esas Sayısı : 2014/86
Karar Sayısı : 2015/109
“…
IV. ANAYASAYA AYKIRILIK İDDİALARININ GEREKÇELERİ
1-)
21.2.2014 günlü, 6526 sayılı “Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu
İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 10. maddesinde
iptalini istediğimiz;
a-) İlk paragrafında geçen:
“… ikinci fıkrasının (a) bendinin (10) numaralı alt bendi
yürürlükten kaldırılmış...”
Sözcük grubunun Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal
gerekçesi:
Bu düzenleme ile, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 128.
maddesinin mevcut ikinci fıkrasının (a) bendinin mevcut (10) numaralı alt bendi
yürürlükten kaldırılmış bulunmaktadır. Anılan madde ile yürürlükten kaldırılan
(10) numaralı alt bend 5271 sayılı CMK’nun “Taşınmazlara, hak ve alacaklara
elkoyma” başlığını taşıyan 128. maddesinde yer alıyordu ve şu hükmü içeriyordu:
“Suç işlemek amacıyla örgüt kurma (madde 220),”
Görüldüğü gibi, bu düzenleme, yâni 5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanununun 128. maddesinin mevcut ikinci fıkrasının (a) bendinin mevcut (10)
numaralı alt bendinin yürürlükten kaldırılmasıyla, örgütlü suçlarla mücadele
neredeyse olanaksız hâle getirilmekte ve böylece, suç işlemek amacıyla örgüt
kurma suçunun fâili ya da fâilleri, 5271 sayılı CMK’nun 128. maddesi
kapsamındaki taşınmazlara, kara, deniz veya hava ulaşım araçlarına, banka veya
diğer malî kurumlardaki her türlü hesaba, gerçek veya tüzel kişiler nezdindeki
her türlü hak ve alacaklara, kıymetli evraka, ortağı bulundukları şirketlerdeki
ortaklık paylarına, kiralık kasa mevcutlarına ve diğer malvarlığı değerlerine
elkoyma işlemine ilişkin yargılama tedbirinden bağışık tutulmaktadır. Dahası,
5271 sayılı Kanunun 128. maddesinin birinci fıkrasındaki önceki düzenlemeye
göre, bu taşınmaz, hak, alacak ve diğer malvarlığı değerlerinin şüpheli veya
sanıktan başka bir kişinin zilyetliğinde bulunması halinde dahî, elkoyma işlemi
yapılabilecekken; 6526 sayılı Kanunun öngördüğü bu değişiklik ile, suç işlemek
amacıyla örgüt kurma suçu ile yargılanan şüpheli ya da sanıklar bakımından
artık bu tedbire başvurulamayacaktır. Başka bir değişle, suç işlemek amacıyla
örgüt kuran fâil ya da fâiller, “taşınmazlara, haklara, alacak ve diğer
malvarlığı değerlerine elkoyma işlemi” tedbirinden muaf tutulmakta, âdeta, bir
nev’î ödüllendirilmektedir. Artık, 6526 sayılı Kanunun anılan düzenlemesiyle,
yâni 5271 sayılı CMK’nun 128. maddesinin ikinci fıkrasının (a) bendinin (10)
numaralı alt bendinin yürürlükten kaldırılmasıyla, suç işlemek amacıyla örgüt
kurma / yönetme suçu bakımından taşınmaz, hak, alacak ve diğer malvarlığı
değerlerine elkoyma şeklindeki koruma tedbirine başvurulamayacaktır.
Şüphesiz, bu düzenleme karşısında 5237 sayılı Türk Ceza
Kanununun 220. maddesinde tanımlanan “Suç işlemek amacıyla örgüt kurma” suçu
ile etkin mücadele imkânı kalmamakta ve daha hafif bir suç işleyen şüpheli veya
sanıklar bakımından taşınmaz, hak, alacak
ve diğer malvarlığı değerlerine elkoyma tedbirine başvurabilme imkânı
tanınmışken (örneğin, hırsızlık suçu), daha ağır bir suç olan ve Kanunda daha
ağır cezâî müeyyideye tâbi tutulan “Suç işlemek amacıyla örgüt kurma” suçunda şüpheli veya sanıklar bakımından anılan elkoyma tedbirine başvurma
yolunun kapatılması, öncelikle Anayasamızın 10. maddesinde ifadesini bulan
“eşitlik” ilkesine aykırı bir sonuç doğurmaktadır.
Zirâ, Anayasamızın “Kanun önünde
eşitlik” başlığını taşıyan 10. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, dil,
ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” denilmektedir.
Anayasamızın bu hükmüne göre, “Herkes, … kanun önünde eşit…” olduğuna göre,
maddede sözü geçen “herkes” mefhûmunun içine ceza yargılamasının süjesi olan
şüpheliler / sanıklar / suç fâilleri de girmektedir. Başka bir değişle, “Kanun
önünde eşitlik” ilkesi, ceza yargılamasının süjesi olan (ya da olma ihtimâli
bulunan) herkes için geçerlidir. 5271 sayılı CMK’nun 128. maddesinin ikinci
fıkrasının (a) alt bendinin mevcut düzenlemesinde, Türk Ceza Kanununda
tanımlanan Soykırım ve insanlığa karşı suçlar, Göçmen kaçakçılığı ve insan
ticareti, Hırsızlık, Yağma, Güveni kötüye kullanma, dolandırıcılık, Hileli
iflas, uyuşturucu veya uyarıcı madde imal ve ticareti, parada sahtecilik,
ihaleye fesat karıştırma, Edimin ifasına fesat karıştırma, Zimmet, İrtikap,
rüşvet, Devletin Güvenliğine Karşı Suçlar, Silahlı örgüt veya bu örgütlere
silah sağlama, Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk suçları, (b) bendinin
mevcut düzenlemesinde, Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında
Kanunda tanımlanan silah kaçakçılığı suçları, (c) bendinin mevcut düzenlemesinde,
Bankalar Kanununun 22. maddesinin (3) ve (4) numaralı fıkralarında tanımlanan
zimmet suçu, (d) bendinin mevcut düzenlemesinde, Kaçakçılıkla mücadele
Kanununda tanımlanan ve hapis cezasını gerektiren suçlar ile (e) bendinin
mevcut düzenlemesinde, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 68. ve
74. maddelerinde tanımlanan suçların fâilleri bakımından “taşınmaz, hak, alacak
ve diğer malvarlığı değerlerine elkoyma tedbirine karar verebilmek” mümkün
iken, “Suç işlemek amacıyla örgüt kurma” suçunun fâilleri bakımından bu
tedbirin uygulanmasından 6526 sayılı Kanunun 10. maddesindeki düzenleme ile
vazgeçilmesi ve dolayısı ile 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 128. maddesinin ikinci
fıkrasının (a) bendinin mevcut (10) numaralı alt bendinin yürürlükten
kaldırılması, bu suçun fâilleri lehine, maddede sayılan diğer suçların
fâillerinin ise aleyhine bir eşitsizlik yaratmaktadır. İşte, bu eşitsizlik,
kanaatimizce, Anayasa’nın 10. maddesinde hükme bağlanan “Kanun önünde eşitlik”
ilkesine aykırıdır.
Bu
aykırılık, Anayasa’nın, sadece 10. maddesinin birinci fıkrasına aykırılık
teşkil etmemektedir; 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun 128. maddesinin ikinci fıkrasının (a) bendinin mevcut (10)
numaralı alt bendinin yürürlükten kaldırılmasına ilişkin bu düzenleme, aynı
zamanda, aynı maddenin “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye
veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” hükmünü ihtivâ eden 10. maddesinin dördüncü
fıkrasına da aykırıdır. Zirâ, anılan düzenleme ile, örgütlü suç fâilleri,
artık, “taşınmaz, hak, alacak ve diğer malvarılğı değerlerine elkoyma”
tedbirinden kurtulmakta; dolayısı ile, bu kişiler yararına 6526 sayılı Kanun
yoluyla bir ayrıcalık (imtiyaz) tanınmaktadır. Anayasamızın bu hükmü “Hiçbir
kişiye … imtiyaz tanınamaz.” dediğine göre, “suç işlemek amacıyla örgüt kurma”
suçunun fâillerine böylece imtiyaz sağlanması, Anayasamızın 10. maddesinin
dördüncü fıkrasına da aykırılık teşkil etmektedir.
Diğer
yandan, yine Anayasa’nın 10. maddesinin beşinci (son) fıkrasında, “Devlet
organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine
uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” hükmü yer almaktadır. Şüphesiz,
“Devlet organları” kavramı içerisine “Yasama organı” da girmektedir. Oysa,
Yasama organı, bu tasarrufuyla, yâni 6526 sayılı Kanunun iptalini talep
ettiğimiz bu hükmü ile “suç işlemek amacıyla örgüt kurma” suçunun fâilleri
lehine bir düzenleme getirdiğinden, “Kanun önünde eşitlik” ilkesine uygun
hareket etmemiş olmaktadır. Dolayısı ile, 5271
sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 128. maddesinin mevcut ikinci fıkrasının (a)
bendinin mevcut (10) numaralı alt bendinin yürürlükten kaldırılmasına ilişkin
düzenleme, Anayasamızın 10. maddesinin beşinci (son) fıkrası hükmüne de açıkça
aykırıdır.
Bütün bu açıklamaya çalıştığımız nedenlerle, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanununun 128. maddesinin mevcut ikinci fıkrasının (a) bendinin (10) numaralı
alt bendinin yürürlükten kaldırılmasına ilişkin düzenleme, Anayasa’nın 10.
maddesinin birinci, dördüncü ve beşinci (son) fıkraları hükümlerine açıkça
aykırılık oluşturmaktadır.
b-) İkinci paragrafının tamamı olan:
“Bu madde kapsamında elkoyma kararı alınabilmesi için
ilgisine göre Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, Sermaye Piyasası
Kurulu, Mali Suçları Araştırma Kurulu, Hazine Müsteşarlığı ve Kamu Gözetimi,
Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumundan, suçtan elde edilen değere ilişkin
rapor alınır. Bu rapor en geç üç ay içinde hazırlanır. Özel sebepler zorunlu
kıldığında bu süre talep üzerine iki ay daha uzatılabilir.”
Söz grubunun Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal
gerekçesi:
Görüldüğü gibi, bu düzenleme ile soruşturma veya
kovuşturma konusu suçun işlendiğine ve bu suçlardan elde edildiğine dair
kuvvetli şüphe sebebi bulunan hallerde, şüpheli veya sanığa ait taşınmaz, hak,
alacak ve diğer malvarlığı değerlerine elkoyma kararı alınabilmesi, ilgisine
göre Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, Sermaye Piyasası Kurulu, Mali
Suçları Araştırma Kurulu, Hazine Müsteşarlığı ve Kamu Gözetimi, Muhasebe ve
Denetim Standartları Kurumundan, suçtan elde edilen değere ilişkin rapor
alınması şartına bağlanmıştır.
Her ne kadar, 6526 sayılı Kanunun 10. maddesinin birinci
fıkrası ile 5271 sayılı Kanunun 128 inci maddesinin birinci fıkrasında yer alan
“elde edildiğine dair” ibâresinden sonra gelmek üzere “somut delillere dayanan”
ve “Elkonulabilir.” ibâresinden sonra gelmek üzere “Somut olarak belirlenen”
ibâresine (kavramına) yer verilmiş ise de, bir suçtan elde edildiği şüphesi
bulunan malvarlıklarından hangisinin bu suçtan veya bu suçtan kaynaklanan
malvarlığından elde edildiğinin soruşturmanın hemen başında tesbit edilmesinin
mümkün olamayacağı aşikâr olduğundan, mezkûr düzenlemenin suçtan kaynaklanan
malvarlıklarının soruşturma süresince kaçırılmasına sebebiyet verecektir.
Diğer taraftan, soruşturmanın başında Cumhuriyet savcısının
nitelendirmesine bağlı olması gereken bir malvarlığının suçtan elde edildiğine
ilişkin nitelendirmenin yargılama-dışı (haricî) bir takım kurumlara verilmesi,
soruşturmanın selâmetine zarar verecektir. Burada, Cumhuriyet savcısının
yetkilerinin sınırlandırılması söz konusudur. Özellikle, soruşturmanın
gizliliğinin tehlikeye girme riski bulunmaktadır. Ayrıca, el koyma işlemi için
aldırılacak raporun beklenmesi sürecinde, bu malvarlıklarının soruşturma veya
kovuşturma makamlarından kaçırılma ihtimâlinin bulunduğu gerçeği de, yadsınamaz
bir vâkıâdır. Cumhuriyet savcısı, bu tarz bir incelemeye ihtiyaç duyması
halinde, elkonulan malvarlıkları üzerinde bilirkişi incelemesi yaptırarak
pekâlâ bunu tesbit edebilir. Bu aşamada, esâsen, elkoyma işleminden sonra
ilgisine göre Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, Sermaye Piyasası
Kurulu, Mali Suçları Araştırma Kurulu, Hazine Müsteşarlığı ve Kamu Gözetimi,
Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumundan suçtan elde edilen değere ilişkin
rapor alınmasının daha isâbetli bir düzenleme olacağı açıktır.
Mülkiyet hakkının korunması ve suçla bağlantılı olmayan
malvarlığının kapsam dışında bırakılması açısından -bir an için- rapor
aldırılması koşulu olumlu bir uygulama gibi görünse de, aldırılacak bu
raporların -özerk olsalar bile- yürütme organı ile bağlantılı bulunan
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, Sermaye Piyasası Kurulu, Mali Suçları
Araştırma Kurulu, Hazine Müsteşarlığı ve Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim
Standartları Kurumundan suçtan elde edilen değere ilişkin rapor istenmesinin
zorunlu kılınması, Anayasa’nın “Hukuk devleti” ilkesine yer veren 2. maddesi
delaletiyle “Kuvvetler ayrılığı” prensibine vurgu yapan Başlangıç Bölümünün 4.
paragrafına açık bir aykırılık teşkil etmektedir. Zirâ, soruşturma aşamasında
Cumhuriyet savcısının, kovuşturma aşamasında ise mahkemelerin bağımsız ve
tarafsız bilirkişiler marifetiyle yaptırabileceği bir araştırma ve inceleme
keyfiyeti, 6526 sayılı Kanunun 10. maddesindeki bu düzenleme ile yürütme
organının -deyim yerinde ise, âdetâ- yürütme organının bir birimine
bırakılmaktadır. Dava konusu yaptığımız bu maddede sözü edilen Bankacılık
Düzenleme ve Denetleme Kurumu, Sermaye Piyasası Kurulu, Mali Suçları Araştırma
Kurulu, Hazine Müsteşarlığı ve Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları
Kurumundan suçtan elde edilen değere ilişkin sağlıklı rapor alınamaması veya
yürütmeye yakın kişiler adına ayırım ve kollama girişimlerinde bulunmaları her
zaman ihtimâl dâhilindedir. Böyle bir ihtimâlin varlığı dahî, yargı
makamlarının yapacağı soruşturma veya kovuşturmaya gölge düşürmeye yetecektir.
Zirâ, adı geçen kurumların, -az yukarıda belirtildiği gibi- yürütme organı ile
bağlantılı olmaları nedeniyle, yargı mercilerinin görevlendireceği bağımsız ve
tarafsız bilirkişi ya da bilirkişi kurulları kadar objektif, tarafsız ve
bağımsız olmaları beklenemez. O halde, bu düzenleme, “Mahkemelerin
bağımsızlığı” ilkesini düzenleyen Anayasa’nın 138. maddesi hükmüne de
aykırıdır; çünkü, anılan maddenin birinci fıkrasının ilk cümlesinde “Hâkimler, görevlerinde
bağımsızdırlar; Anayasaya, kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine
göre hüküm verirler.” demektedir. Anılan maddede, “Hâkimlerin, görevlerinde
bağımsız” oldukları vurgulandığına (veya öyle olması gerektiğine göre),
bağımsız ve tarafsız olması beklenemeyen Bankacılık Düzenleme ve Denetleme
Kurumu, Sermaye Piyasası Kurulu, Mali Suçları Araştırma Kurulu, Hazine
Müsteşarlığı ve Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumları gibi,
yürütme organına bağımlı olan Kurumlardan alınacak raporlar da objektif ve
tarafsız olamayacak ve dolayısı ile Anayasa’nın 138. maddesin birinci fıkrası
hükmü olan “hâkimlerin görevlerinde bağımsız olmaları” ilkesi ihlâl edilmiş
olacaktır. Bağımsız ve tarafsız olmaları kendilerinden beklenemeyen bir kurumdan
alınan rapora dayanarak karar verecek olan bir mahkemenin bağımsızlığından söz
edebilmek, kanaatimizce, mümkün olamayacaktır.
Diğer yandan, dava konusu yaptığımız 6526 sayılı Kanunun
10. maddesinin ikinci paragrafında, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu,
Sermaye Piyasası Kurulu, Mali Suçları Araştırma Kurulu, Hazine Müsteşarlığı ve
Kamu Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumundan, suçtan elde edilen
değere ilişkin raporun en geç üç ay içinde hazırlanacağı ve özel sebepler
zorunlu kıldığında bu sürenin talep üzerine iki ay daha uzatılabileceği hükme
bağlanmaktadır.
Hemen belirtmek gerekir ki, 6526 sayılı Kanunun 10.
maddesinde adı geçen kurumların ülkenin dört bir tarafından gelecek rapor
hazırlama taleplerini kısa süreler içerisinde karşılayabilmeleri mümkün
olamayacağından, suçtan elde edilen mal ve gelirler kolaylıkla elden
çıkarılacak, kaçırılabilecektir. Dahası, 5271 sayılı CMK’nun 157. maddesinin
birinci fıkrası hükmüne göre, “soruşturma evresindeki usûl işlemleri gizlidir.”
Herhangi bir soruşturma evresinde, kurumlar arasında yazışma gerektiren bir
ortamda “soruşturmanın gizliliği” ilkesi haleldâr olacak, usûlî işlemler
olumsuz etkilenecek ve böylece, güvenli bir soruşturma ortamı kaybolacaktır.
Anılan düzenlemede, söz konusu kurumlardan suçtan elde
edilen değere ilişkin raporun alınmasından beş ay sonra (üç ay + iki ay = beş
ay) elkoyma kararı verilmesi durumunda, bu koruma tedbirinin hiçbir anlamı
kalmayacak ve uygulamada hiçbir surette sonuç almaya yönelik olamayacaktır. Kaldı
ki, böylesi olumsuz bir durum, Türkiye Cumhuriyeti’ni, Kara Parayı Aklama ile
ilgili olarak Uluslararası Sözleşmelere attığı imzalar karşısında da zora
sokabilecektir. Böyle bir vâkıâ ise, suç olgusu ile etkin biçimde mücadeleyi
amaç edinmesi gereken bir hukuk devletinde kabul edilebilir bir durum değildir.
Bu itibarla, 6526 sayılı Kanunun 10. maddesinin iptalini talep ettiğimiz ikinci
paragrafında yer alan Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, Sermaye
Piyasası Kurulu, Mali Suçları Araştırma Kurulu, Hazine Müsteşarlığı ve Kamu
Gözetimi, Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumundan, suçtan elde edilen
değere ilişkin rapor aldırılması sürelerine ilişkin düzenleme Anayasa’nın
“Hukuk devleti” ilkesine vurgu yapan 2. maddesine aykırılık teşkil etmektedir.
Bütün bu nedenlerle, 6526 sayılı Kanunun 10. maddesinin
iptalini talep ettiğimiz ikinci paragrafının ilk cümlesi Anayasa’nın Kuvvetler
ayrılığı” prensibine değinen Başlangıç Bölümünün 4. paragrafına, “Hukuk
devleti” ilkesini öngören 2. maddesine ve “Mahkemelerin bağımsızlığı” ilkesini
düzenleyen 138. maddesine; rapor sürelerine ilişkin ikinci ve üçüncü cümleleri
de, Anayasa’nın “Hukuk devleti” ilkesine vurgu yapan 2. maddesi hükmüne
aykırıdır; iptalleri gerekir.
c-) Üçüncü paragrafının tamamı olan:
“(9) Bu madde hükmüne göre elkoymaya ağır ceza
mahkemesince oy birliğiyle karar verilir. İtiraz üzerine bu tedbire karar
verilebilmesi için de oy birliği aranır.”
Söz gruplarının Anayasaya aykırılığı
nedeniyle iptal gerekçesi:
Görüldüğü gibi, bu
düzenleme ile, soruşturma veya
kovuşturma konusu olan suçun işlendiğine ve bu suçlardan elde edildiğine dair
kuvvetli şüphe sebebi bulunan hallerde şüpheli veya sanığa ait taşınmazlara,
hak ve alacaklara elkoyma, ancak, ağır ceza mahkemesinin kararıyla mümkün
olabilmektedir.
Diğer yandan, yine bu fıkra uyarınca alınacak tedbire ağır
ceza mahkemesince oy birliğiyle karar verileceği; İtiraz edilmesi hâlinde, bu
tedbire karar verilebilmesi için de Ağır Ceza Mahkemesinin oy birliğinin
aranacağı hükme bağlanmaktadır.
5271 sayılı CMK’nun
128. maddesinin dokuzuncu fıkrasının önceki halinde ise düzenleme aynen şöyle
idi:
“Bu madde hükmüne göre elkoymaya ancak hâkim karar
verebilir.”
Görüldüğü gibi, önceki mevcut düzenlemede, soruşturma veya
kovuşturma konusu olan suçun işlendiğine ve bu suçlardan elde edildiğine dair
kuvvetli şüphe sebebi bulunan hallerde şüpheli veya sanığa ait taşınmazlara,
hak ve alacaklara elkoyma, ancak hâkim kararıyla mümkün iken, şimdi, 6526
sayılı Kanunun 12. maddesinde öngörülen düzenleme ile soruşturma veya
kovuşturma konusu olan suçun işlendiğine ve bu suçlardan elde edildiğine dair
kuvvetli şüphe sebebi bulunan hallerde şüpheli veya sanığa ait taşınmazlara,
hak ve alacaklara elkoyma, ancak, ağır ceza mahkemesinin kararıyla mümkün
olabilmektedir. Ayrıca -az yukarıda belirtildiği gibi- alınacak tedbire ağır
ceza mahkemesince oy birliğiyle karar verileceği; İtiraz edilmesi hâlinde,
tedbire karar verilebilmesi için de yine Ağır ceza mahkemesinin oy birliğinin
aranacağı hükme bağlanmaktadır.
Yine bu koruma
tedbirine ağır ceza heyetinin oybirliğiyle karar vermesi, Ceza Muhakemesi
Kurallarının alt-üst edilerek, tersine çevrilmesi anlamına gelmektedir. 5235
sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin
Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanunun “Ceza mahkemelerinin kuruluşu”
başlıklı 9. maddesinin üçüncü fıkrasına göre, “Ağır ceza mahkemesinde bir
başkan ile yeteri kadar üye bulunur. Bu mahkeme bir başkan ve iki üye ile
toplanır.” 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun “Karar ve hükümlerde gerekli
oy sayısı” başlıklı 224. maddesinin birinci fıkrasında da “Mahkemece karar ve
hükümler oybirliği veya oyçokluğuyla verilir.” denilmektedir. Bu hükümde geçen
“oybirliği” ibâresi, ağır ceza mahkemesi gibi heyet halinde çalışan toplu
mahkemelerde kararların ille de “oybirliği” ile alınacağı anlamına
gelmemektedir; “oybirliği”nin sağlanamadığı ahvâlde kararlar, şüphesiz,
“oyçokluğu” ile de alınabilecektir. Örneğin, ağırlaştırılmış müebbet hapis
cezasını heyet oy çokluyla, yâni bir başkan, bir üye (ya da başkan hariç iki
üye) ile verebildiği halde, 6526 sayılı Kanunun 10. maddesi uyarınca 5271
sayılı CMK’nun 128. maddesinde yapılan yeni düzenleme ile şüpheli veya sanığa ait taşınmazlara, hak ve alacaklara
elkoyma tedbirinde oybirliğinin aranması, yargılama ilkelerine tamamen
aykırıdır. Tek bir hâkimin bir kişiye toplamda infaz edilecek 40 yıl hapis
cezası verebildiği düşünüldüğünde (5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin
İnfazı Hakkında Kanun, m.107/1-2) elkoyma
niteliğindeki bir koruma tedbirinde oybirliği şartını aramak, isabetsizdir.
Ceza muhakemesinde
soruşturma evresinde tedbir kararlarıyla görevli ve yetkili mercii, esas
itibariyle, Sulh Ceza Hâkimi ya da (5 Temmuz 2012’de yürürlüğe giren 3. Yargı Paketi ile Türk
hukukuna dâhil olan) “Özgürlük Hâkimi”dir. Şimdi, bu
kuraldan dönülmekte; görev ve yetki Ağır ceza mahkemesine verilmekte ve üstelik
bu mahkemenin tedbir konusundaki kararının oybirliğine bağlanması
öngörülmektedir. Anılan maddede öngörülen koruma tedbirine karar verme
yetkisinin “hâkim” den alınarak “mahkeme”ye (ağır ceza mahkemesine) verilmesi,
suçlarla etkin biçimde mücadele edilmesinde çok önemli bir handikaptır. Zirâ,
suçla mücadele ile bireyin hak ve özgürlüğü arasında dengeyi bozacak bir
düzenleme, üstelik bu düzenlemenin alt yapısı dahî oluşturulmadan
gerçekleştirilmesi halinde, yargı organının (erkinin) etkinliği azalacaktır.
Kaldı ki, sanık-şüpheli hakkında
mahkûmiyete, beraate, tutuklamaya, adlî kontrole ve daha birçok karara / hükme
/ tedbire oyçokluğu ya da hâkim kararıyla (tek başına) karar verilebilirken, bu
tedbirler bakımından karar merciinin Sulh Ceza Mahkemesi (ya da özgürlük
hâkimi) dışında Ağır ceza mahkemesi olarak öngörülmesi ve kararların oybirliği
şeklinde alınmasının zorunlu olarak görülmesi, Anayasamızın “Tabiî (Kanunî,
Olağan) Hâkim İlkesi” ile “Eşitlik İlkesi”ne ayrılık oluşturacaktır.
Bu cümleden
olarak, “Tabiî (Kanunî, Olağan) Hâkim İlkesi” üzerinde kısaca durmak istiyoruz:
Yüksek mâlûmları olduğu üzere, “Tabiî mahkeme” veya “olağan mahkeme” ilkesi, bir
uyuşmazlığı yargılayacak olan mahkemenin o uyuşmazlığın doğmasından önce
kanunen belli olması anlamına gelir (Ergun ÖZBUDUN, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin
Yayınları, Beşinci Baskı, Ankara, 1998, sh.95). Yâni, tabiî mahkeme (yahut
olağan mahkeme), yargılanacak olayın meydana geldiği anda, o olay için kanunun
öngördüğü mahkeme demektir (Kemal GÖZLER, Türk Anayasa Hukuku, Ekin Kitabevi
Yayınları, Bursa, 2000, sh.844). Kısacası, tabiî mahkeme (olağan mahkeme),
olaydan önce kurulmuş ve somut olay ile ilgisi olmayan mahkeme demektir. Bu
mahkemenin hâkimine de “tabiî hâkim” denir (Nurullah KUNTER, Ceza Muhakemesi
Hukuku, İstanbul, Kazancı Yayınları, Sekizinci Baskı, 1996, sh.129). Buna göre,
bir uyuşmazlık, ancak uyuşmazlığın doğumu anında görevli ve yetkili olan
mahkeme tarafından yargılanabilecektir. Böylece, tabiî hâkim ilkesiyle, davanın
olaydan sonra çıkarılacak bir kanunla kurulacak bir mahkeme tarafından
yargılanması yasaklanmakta, yâni kişiye veya olaya özgü mahkeme kurma imkânı
ortadan kaldırılmaktadır. “Tabiî hâkim (doğal yargıç)” ilkesinin doğal sonucu
“olağanüstü (istisnaî) mahkemelerin kurulmasının yasaklanmasıdır (GÖZLER,
a.g.e., sh.845).
“Tabiî hâkim
(olağan hâkim) ilkesi” yürütme ve hatta yasama organının yargılama faaliyetine
müdahalesini önlemeye yarar. Zirâ, mahkemenin olaydan önce kanunla kurulması
zorunluluğu, evvelâ yürütme organının mahkeme kurmasını yasaklamaktadır. Diğer
yandan, yasama organı da kurulmasından önce gerçekleşmiş olayları yargılamakla
görevli ve yetkili mahkeme kuramayacaktır. Bu ise, mahkemelerde yargılanacak
olan kişilere büyük bir güvence sağlar. Çünkü, o kişileri yargılayacak
mahkemeler, sırf onlar için kurulmamış, onları yargılayacak hâkimler sırf onlar
için atanmamıştır (GÖZLER, a.g.e., sh.845).
Burada önemle
belirtmek gerekir ki, tabiî hâkim ilkesi ve kezâ Anayasa’nın 37. maddesi,
olaydan sonra mahkeme kurulmasını yasaklamaktadır. “Kurulma”dan kastedilen şey,
“bir mahkeme çeşidinin kanunla kabul edilmesi ve çalışmalarının
düzenlenmesidir.” (KUNTER, a.g.e., sh.130).
Anayasamız,
“Tabiî hâkim” ilkesini “Kanunî hâkim güvencesi” başlıklı 37. maddesinde şu
şekilde düzenlemektedir:
“Hiç kimse kanunen tabî olduğu
mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz.
Bir kimseyi kanunen tabî olduğu
mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip
olağanüstü merciler kurulamaz.”
Görüldüğü
gibi, maddede “Tabiî hâkim” veya “tabiî mahkeme” ifadesi geçmemektedir. Ancak,
Anayasa’nın 37. maddesinde “kanunî hâkim güvencesi” adı altında düzenlenen
şeyin, aslında “tabiî hâkim ilkesi” olduğu söylenebilir (GÖZLER, a.g.e.,
sh.846).
“Tabiî
hâkim (doğal yargıç, kanunî, olağan hâkim)” ilkesi hakkında buraya kadar
yapılan açıklamalardan sonra somut olayımıza baktığımızda, 6526 sayılı “Terörle
Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un 10. maddesinin iptalini istediğimiz üçüncü
paragrafında yer alan düzenlemenin (yâni, soruşturma
veya kovuşturma konusu olan suçun işlendiğine ve bu suçlardan elde edildiğine
dair kuvvetli şüphe sebebi bulunan hallerde şüpheli veya sanığa ait
taşınmazlara, hak ve alacaklara elkoyma, ancak, ağır ceza mahkemesinin
kararıyla mümkün olabilmesine ve yine
bu fıkra uyarınca alınacak tedbire ağır ceza mahkemesince oy birliğiyle karar
verileceğine; İtiraz edilmesi hâlinde, bu tedbire karar verilebilmesi için de
ağır ceza mahkemesinin oy birliğinin aranacağına ilişkin düzenlemenin)
Anayasa’nın yukarıda atıf ve alıntı yaptığımız 37. maddesi hükmüne aykırı
olduğu sonucuna varılmaktadır.
Zirâ, görüldüğü gibi, Anayasa’nın 37. maddesi, olaydan
sonra mahkemenin kurulmasını yasaklamaktadır. Burada, “kurulma”dan kasdedilen
şeyin, “bir mahkeme çeşidinin kanunla kabul edilmesi yanında, çalışmalarının
düzenlenmesi” olduğunu az yukarıda belirtmiştik. Bilindiği üzere, Ağır Ceza
Mahkemeleri, bir başkan ve yeteri kadar üyeden müteşekkil toplu mahkemelerdir
ve kâideten, kararlarını “oybirliği” ile alabileceği gibi, “oyçokluğu” ile de
alabilir. Ağır Ceza Mahkemelerinin çalışma ve karar verme esâsı budur. Oysa, şimdi,
6526 sayılı Kanunun 10. maddesinin üçüncü paragrafı ile getirilen düzenlemede
alınacak tedbire ağır ceza mahkemesince oy birliğiyle karar verileceği; İtiraz
edilmesi hâlinde bu tedbire karar verilebilmesi için de ağır ceza mahkemesinin
oy birliğinin aranacağının öngörülmesi, Ağır Ceza Mahkemelerinin çalışma ve
karar verme yöntemine açık bir müdahale niteliği taşımaktadır. Öyle ise, mezkûr
düzenleme Anayasa’nın “Kanunî hâkim güvencesi” başlığını taşıyan 37. maddesinin
birinci ve ikinci fıkraları hükmüne açıkça aykırı bir düzenleme olup,
kanaatimizce, iptali gerekmektedir.
Kaldı ki, mezkûr düzenleme ile bir yandan elkoyma tedbirine karar verilebilmesi ancak ağır ceza
mahkemesi kararıyla mümkün olabilmesi ve yine
bu fıkra uyarınca ancak oy birliğiyle karar verilebilmesi; İtiraz edilmesi
hâlinde, bu tedbire karar verilebilmesi için de yine ağır ceza mahkemesinin oy
birliğinin aranacağı öngörülmüş iken, bir yandan da 6526 sayılı Kanunun 1.
maddesiyle 12.4.1991 gün ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununa eklenen
Geçici Madde 14 marifetiyle “6352 sayılı Kanunun geçici 2 nci maddesi uyarınca
görevlerine devam eden ağır ceza mahkemeleri ile bu Kanunla yürürlükten
kaldırılan Terörle Mücadele Kanununun 10 uncu maddesi uyarınca görevlendirilen
ağır ceza mahkemeleri kaldırılmış” olması, tam bir çelişkidir. Diğer bir
değişle, 6526 sayılı Kanun bir yandan, “elkoyma”ya ilişkin tedbir konusunda
karar vermeye yetkili mercii olan tabiî hâkim ilkesinden vazgeçip, bu yetkiyi
ağır ceza mahkemesine vermekle bir nevî özel yetkili mahkeme ihdâs etmekte, bir
yandan da mevcut özel yetkili mahkemeleri kaldırmaktadır; bu itibarla, 6526
sayılı Kanun, ceza yargılaması konusunda getirdiği bu düzenlemeler ile,
kanaatimizce, kendi içerisinde çelişkiye düşmektedir.
Diğer yandan, mezkûr düzenleme, Anayasamızın 10.
maddesinde öngörülen “Kanun önünde eşitlik” ilkesini de açık bir biçimde ihlâl
etmektedir. Şöyle ki;
Anayasamızın “Kanun önünde eşitlik”
başlığını taşıyan 10. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, dil, ırk, renk,
cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle
ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” denilmektedir. Anayasamızın bu
hükmüne göre, “Herkes, … kanun önünde eşit…” olduğuna göre, maddede sözü geçen
“herkes” mefhumunun içine ceza yargılamasının süjesi olan şüpheliler / sanıklar
/ suç fâilleri de girmektedir. Bu kimseler arasında Ağır Ceza Mahkemelerinde
yargılanıp da, sözgelimi, haklarında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına
hükmedilecek olanlar için anılan mahkemenin “oyçokluğu” ile karar alabilmesi
mümkün iken, “taşınmazlara, hak ve alacaklara elkoyma” ile ilgili tedbire “ağır
ceza mahkemesi” tarafından ve üstelik de “oyçokluğu” yerine “oybirliği” ile
karar alabilme zorunluluğunun getirilmesi, suç fâilleri, dolayısıyla kişiler
arasında “kanun önünde eşitsizlik” husûle gelmesine yol açacaktır. Suçu sâbit
görülen bir sanığa, örneğin, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına
hükmedilirken “oyçokluğu”nun yeterli görülüp, “soruşturma ya da kovuşturma
evresinde elkoyma” tedbirine karar verilirken “oybirliği”nin şartının
dayatılması, “kanun önünde eşitlik” ilkesine tamamen aykırıdır.
Bu
aykırılık, Anayasa’nın sadece 10. maddesinin birinci fıkrasına aykırılık teşkil
etmemektedir; iptalini talep ettiğimiz bu düzenleme,
aynı zamanda, Anayasa’nın “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye
veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” hükmünü ihtivâ eden 10. maddesinin dördüncü
fıkrasına da aykırıdır. Zirâ, anılan düzenleme ile, haklarında “taşınmaz, hak,
alacak ve diğer malvarlığı değerlerine elkoyma” tedbirine başvurulacak şüpheli
ya da sanıklar yahut da bu hakların zilyetleri yönünden karar verebilme
merciini “hâkim”den alıp “ağır ceza mahkemesi”ne vermekle ve bu mahkemenin de
karar verebilmesini “oybirliği” şartına bağlamakla, haklarında bu tedbire
başvurulacak şüpheli ve sanıkların (ya da zilyetlerin) lehine, ama, haklarında,
sözgelimi “ağırlaştırılmış hapis cezası” verilecek suç fâillerinin aleyhine bir
ayrıcalık (imtiyaz) tanınmaktadır. Anayasamızın 10. maddesinin dördüncü fıkrası
hükmü “Hiçbir kişiye … imtiyaz tanınamaz.” dediğine göre, haklarında “elkoyma”
tedbirine başvurulacak şüpheliler, sanıklar ve hatta zilyetler yönünden bu
şekilde imtiyaz sağlanması, Anayasamızın 10. maddesinin dördüncü fıkrasına da
aykırılık teşkil etmektedir.
Diğer yandan,
yine Anayasa’nın 10. maddesinin beşinci (son) fıkrasında, “Devlet organları ve
idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine uygun olarak
hareket etmek zorundadırlar.” hükmü yer almaktadır. Şüphesiz, “Devlet
organları” kavramı içerisine “Yasama organı” da girmektedir. Oysa, Yasama
organı, bu tasarrufuyla, yâni 6526 sayılı Kanunun iptalini talep ettiğimiz bu
hükmü ile haklarında “elkoyma” tedbirine başvurulacak kişiler yönünden lehe bir
düzenleme getirdiğinden, “Kanun önünde eşitlik” ilkesine uygun hareket etmemiş
olmaktadır. Dolayısı ile, 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun 128. maddesinin dokuzuncu fıkrasının değiştirilmesine
ilişkin düzenleme, Anayasamızın 10. maddesinin beşinci (son) fıkrası hükmüne de
açıkça aykırıdır.
Bütün bu açıklamaya çalıştığımız nedenlerle, 6526
sayılı “Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu İle Bazı Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 10. maddesinin iptalini istediğimiz
5271 sayılı Kanunun 128. maddesinin dokuzuncu fıkrasını
değiştiren düzenleme, Anayasa’nın 10. maddesinin birinci, dördüncü ve beşinci
(son) fıkraları hükümleri ile yine Anayasa’nın 37. maddesine açıkça aykırılık
oluşturmaktadır.
2-)
21.2.2014 günlü 6526 sayılı “Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu
İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 12. maddesinin
iptalini istediğimiz,
a.) İlk paragrafında geçen:
“… mevcut (8) numaralı alt bendi yürürlükten kaldırılmış…”
Sözcük grubunun Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal
gerekçesi:
Bu düzenleme ile, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 135.
maddesinin mevcut altıncı fıkrasının (a) bendinin mevcut (8) numaralı alt bendi
yürürlükten kaldırılmış bulunmaktadır. Anılan madde ile yürürlükten kaldırılan
(8) numaralı alt bend 5271 sayılı CMK’nun “İletişimin tespiti, dinlenmesi ve
kayda alınması” başlığını taşıyan 135. maddesinde yer alıyordu ve şu hükmü
içeriyordu:
“Suç işlemek amacıyla örgüt kurma (iki, yedi ve sekizinci
fıkralar hariç, madde 220),”
Görüldüğü gibi, bu düzenleme, yâni 5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanununun 135. maddesinin mevcut altıncı fıkrasının (a) bendinin mevcut (8)
numaralı alt bendinin yürürlükten kaldırılmasıyla, örgütlü suçlarla mücadele
neredeyse olanaksız hâle getirilmekte, suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçunun
fâili ya da fâilleri, 5271 sayılı CMK’nun 135. maddesi kapsamında dinleme,
kayda alma ve sinyal bilgilerinin değerlendirilmesine ilişkin yargılama
tedbirinden bağışık tutulmaktadır. Başka bir değişle, “suç işlemek amacıyla
örgüt kuran fâil ya da fâiller, “Telekomünikasyon Yoluyla Yapılan İletişimin
Denetlenmesi” tedbirinden muaf tutulmakta, âdeta, bir nev’î
ödüllendirilmektedir. Artık, 6526 sayılı Kanunun anılan düzenlemesiyle, yâni
5271 sayılı CMK’nun 135. maddesinin altıncı fıkrasının (a) bendinin (8) numaralı
alt bendinin yürürlükten kaldırılmasıyla, suç işlemek amacıyla örgüt kurma /
yönetme suçu bakımından iletişimin tesbiti, dinlenmesi ve kayda alınması koruma
tedbirine başvurulamayacaktır.
5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun mevcut düzenlemesinde 135.
maddesinde öngörülen (İletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınması), 139.
maddesinde öngörülen (Gizli soruşturmacı görevlendirilmesi) ve 140.maddesinde
öngörülen (Teknik araçlarla izleme) maddelerine göre karar
verilebilecek suçlar arasında “suç işlemek amacıyla örgüt kurma (iki, yedi ve
sekizinci fıkralar hariç, madde 220)” suçu da bulunmaktadır. Artık, 6526 sayılı
Kanun ile 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 135. maddesinin altıncı
fıkrasının (a) bendinin mevcut (8) numaralı alt bendi ile
-az aşağıda (dilekçemizin (IV). bölümünün (4). maddesinde) açıklayacağımız
üzere- 140. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinin mevcut (5) numaralı alt
bendinin yürürlükten kaldırılmasıyla, suç işlemek amacıyla örgüt kurma-yönetme
suçu bakımından iletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınması ile teknik
araçlarla izleme koruma tedbirine başvurulamayacaktır.
Burada iki
önemli husus dikkati çekmektedir.
Birincisi;
suçlarla mücadele bakımından hemen hemen eşit değere sahip olan bu üç ayrı
tedbirden neden sadece iletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda alınması ile
teknik araçlarla izlenmesi yapılamamakta, ancak gizli soruşturmacı
görevlendirilebilmektedir. Oysa, örgütlü
suçlarla mücadele bakımından uygulamada esâsen beklenen, 5271 sayılı CMK’nun
mevcut düzenlemesinde 135. maddesinde öngörülen (İletişimin tespiti, dinlenmesi
ve kayda alınması), 139. maddesinde öngörülen (Gizli soruşturmacı
görevlendirilmesi) ve 140.maddesinde öngörülen (Teknik araçlarla izleme)
maddelerine göre, yâni bu üç ayrı tedbire (İletişimin tespiti, dinlenmesi ve
kayda alınması / Gizli soruşturmacı görevlendirilmesi / Teknik araçlarla
izleme) örgüt kurma / yönetme suçu yanında 5237 sayılı Türk Ceza Kanununun
220/2-6-7. maddelerinde düzenlenen “örgüte üye olma, örgüt adına suç işleme ve örgüte
yardım” suçları bakımından başvurulabilmesi yönünde bir düzenleme yapılması
idi. Dolayısı ile, 5271 sayılı CMK’nın 135. maddesinin 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun 135. maddesinin mevcut altıncı fıkrasının (a) bendinin
mevcut (8) numaralı alt bendinin yürürlükten kaldırılmasıyla, “suç işlemek
amacıyla örgüt kurma” suçlarıyla mücadele neredeyse imkânsız hâle getirilmiş
olmaktadır.
İkinci önemli
husus da şudur: 6526 sayılı Kanun ile “iletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda
alınması” ile “teknik araçlarla izleme” koruma tedbirine başvurulabilecek
suçlar arasında, 5271 sayılı CMK’nun 135. maddesinin altıncı fıkrasının (a) alt
bendinde sayılan suçlara ek olarak “nitelikli hırsızlık (TCK. 142. madde) ve
yağma (TCK. 148, 149. maddeler)” suçları da eklenmiştir. Başka bir değişle,
suçla etkin mücadele bakımından bu tedbirle başvurulabilecek suçlara iki suç
daha eklenmiştir. Bu uygulamadaki düşünce yerinde bir düşünce gibi gözükse de,
CMK’nun 135. ve 140. maddelerine eklenen suçlar ile bu maddelerden çıkartılan
suçlar birbiri ile tamamen çelişki (mübâyenet) içindedir. Zirâ, eklenen suçlar
ile mevcut düzenlemede bulunan suçlardan çoğunun örgüt kapsamında işlendiği
bilinmekte iken bu şekilde bir düzenleme yapılmasının nedeni
anlaşılamamaktadır. Ancak net olarak anlaşılan husus şudur. Bu düzenleme ile
suçla etkin mücadele imkânı kalmamış ve daha hafif bir suç işleyen şüpheli
bakımından bu tedbirlere başvurabilme imkânı sağlanmışken, daha ağır suç
işleyen şüpheli bakımından bu tedbirlere başvurabilme imkânı tanınmamıştır. Bu
da Anayasamızın “eşitlik” ilkesine aykırı bir sonuç doğurmaktadır.
Zirâ, Anayasamızın “Kanun önünde
eşitlik” başlığını taşıyan 10. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, dil,
ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” denilmektedir.
Anayasamızın bu hükmüne göre, “Herkes, … kanun önünde eşit…” olduğuna göre,
maddede sözü geçen “herkes” mefhumunun içine ceza yargılamasının süjesi olan
şüpheliler / sanıklar / suç fâilleri de girmektedir. Başka bir değişle, “Kanun
önünde eşitlik” ilkesi, ceza yargılamasının süjesi olan ya da olması muhtemel
herkes için geçerlidir. 5271 sayılı CMK’nun 135. maddesinin altıncı fıkrasının
(a) alt bendinin mevcut düzenlemesinde, Türk Ceza Kanununda yer alan Göçmen
kaçakçılığı ve insan ticareti, kasten öldürme, işkence, cinsel saldırı,
çocukların cinsel istismarı, uyuşturucu ve uyarıcı madde imal ve ticareti,
parada sahtecilik, fuhuş, ihaleye fesat karıştırma, rüşvet, suçtan kaynaklanan
malvarlığı değerlerini aklama, silahlı örgüt veya bu örgütlere silah sağlama,
Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk suçları, (b) bendinin mevcut
düzenlemesinde, Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler Hakkında Kanunda
tanımlanan silah kaçakçılığı suçları, (c) alt bendinin mevcut düzenlemesinde,
Bankalar Kanununun 22. maddesinin (3) ve (4) numaralı fıkralarında tanımlanan
zimmet suçu, (d) alt bendinin mevcut düzenlemesinde, Kaçakçılıkla mücadele
Kanununda tanımlanan ve hapis cezasını gerektiren suçlar ile (e) alt bendinin
mevcut düzenlemesinde, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanununun 68. ve
74. maddelerinde tanımlanan suçların fâilleri bakımından “iletişimin tesbiti,
dinlenmesi ve kayda alınması” mümkün iken, “Suç işlemek amacıyla örgüt kurma”
suçunun fâilleri bakımından bu tedbirin uygulanmasından 6526 sayılı Kanunun 12.
maddesindeki düzenleme ile vazgeçilmesi ve dolayısı ile 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun 135. maddesinin altıncı fıkrasının (a) bendinin mevcut (8)
numaralı alt bendinin yürürlükten kaldırılması, bu suçun fâilleri lehine,
maddede sayılan diğer suçların fâillerinin ise aleyhine bir eşitsizlik
yaratmaktadır. İşte, bu eşitsizlik, kanaatimizce, Anayasa’nın 10.maddesinde
hükme bağlanan “Kanun önünde eşitlik” ilkesine aykırıdır.
Bu
aykırılık, Anayasa’nın sadece 10. maddesinin birinci fıkrasına aykırılık teşkil
etmemektedir; 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun
135. maddesinin altıncı fıkrasının (a) bendinin mevcut (8) numaralı alt
bendinin yürürlükten kaldırılmasına ilişkin bu düzenleme, aynı zamanda, aynı
maddenin “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa
imtiyaz tanınamaz.” hükmünü ihtivâ eden 10. maddesinin dördüncü fıkrasına da
aykırıdır. Zirâ, anılan düzenleme ile, örgütlü suç fâilleri, artık,
“Telekomünikasyon Yoluyla Yapılan İletişimin Denetlenmesi” tedbirinden
kurtulmakta; dolayısı ile, bu kişiler yararına 6526 sayılı Kanun yoluyla bir
ayrıcalık (imtiyaz) tanınmaktadır. Anayasamızın bu hükmü “Hiçbir kişiye …
imtiyaz tanınamaz.” dediğine göre, “suç işlemek amacıyla örgüt kurma” suçunun
fâillerine böylece imtiyaz sağlanması, Anayasamızın 10. maddesinin dördüncü
fıkrasına da aykırılık teşkil etmektedir.
Diğer
yandan, yine Anayasa’nın 10. maddesinin beşinci (son) fıkrasında, “Devlet
organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine
uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” hükmü yer almaktadır. Şüphesiz,
“Devlet organları” kavramı içerisine “Yasama organı” da girmektedir. Oysa,
Yasama organı, bu tasarrufuyla, yâni 6526 sayılı Kanunun iptalini talep
ettiğimiz bu hükmü ile “suç işlemek amacıyla örgüt kurma” suçunun fâilleri
lehine bir düzenleme getirdiğinden, “Kanun önünde eşitlik” ilkesine uygun
hareket etmemiş olmaktadır. Dolayısı ile, 5271
sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 135. maddesinin altıncı fıkrasının (a)
bendinin mevcut (8) numaralı alt bendinin yürürlükten kaldırılmasına ilişkin
düzenleme, Anayasamızın 10. maddesinin beşinci (son) fıkrası hükmüne de açıkça
aykırıdır.
Bütün bu açıklamaya çalıştığımız nedenlerle, 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun 135. maddesinin altıncı fıkrasının (a) bendinin mevcut (8)
numaralı alt bendinin yürürlükten kaldırılmasına ilişkin düzenleme Anayasa’nın
10. maddesinin birinci, dördüncü ve beşinci (son) fıkraları hükümlerine açıkça
aykırılık oluşturmaktadır.
b-) İkinci paragrafının tamamı olan:
“(1) Bir suç dolayısıyla yapılan soruşturma ve
kovuşturmada, suç işlendiğine ilişkin somut delillere dayanan kuvvetli şüphe
sebeplerinin varlığı ve başka suretle delil elde edilmesi imkânının bulunmaması
durumunda, ağır ceza mahkemesi veya gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde
Cumhuriyet savcısının kararıyla şüpheli veya sanığın telekomünikasyon yoluyla
iletişimi tespit edilebilir, dinlenebilir, kayda alınabilir ve sinyal bilgileri
değerlendirilebilir. Cumhuriyet savcısı kararını derhâl mahkemenin onayına
sunar ve mahkeme, kararını en geç yirmi dört saat içinde verir. Sürenin dolması
veya mahkeme tarafından aksine karar verilmesi hâlinde tedbir Cumhuriyet
savcısı tarafından derhâl kaldırılır. Bu fıkra uyarınca alınacak tedbire ağır
ceza mahkemesince oy birliğiyle karar verilir. İtiraz üzerine bu tedbire karar
verilebilmesi için de oy birliği aranır.”
Söz grubunun Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal
gerekçesi:
Görüldüğü gibi, bu
düzenleme ile, bir suç
dolayısıyla yapılan soruşturma ve kovuşturmada, suç işlendiğine ilişkin somut
delillere dayanan kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı ve başka suretle delil
elde edilmesi imkânının bulunmaması durumunda, şüpheli veya sanığın
telekomünikasyon yoluyla iletişiminin tesbiti, dinlenmesi, kayda alınabilmesi
ve sinyal bilgilerinin değerlendirilebilmesi, ancak, ağır ceza mahkemesi veya
gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde Cumhuriyet savcısının kararıyla mümkün
olabilmektedir.
Diğer yandan, yine bu fıkra uyarınca alınacak tedbire ağır
ceza mahkemesince oy birliğiyle karar verileceği; İtiraz edilmesi hâlinde, bu
tedbire karar verilebilmesi için de ağır ceza mahkemesinin oy birliğinin
aranacağı hükme bağlanmaktadır.
5271 sayılı CMK’nun
135. maddesinin birinci fıkrasının önceki halinde ise düzenleme aynen şöyle
idi:
“MADDE 135. - (1)
Bir suç dolayısıyla yapılan soruşturmalarda, suç işlendiğine ilişkin kuvvetli
şüphe sebeplerinin varlığı ve başka suretle delil elde edilmesi imkânının
bulunmaması durumunda, hâkim veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde
Cumhuriyet savcısının kararıyla şüpheli veya sanığın telekomünikasyon yoluyla
iletişimi tespit edilebilir, dinlenebilir ve kayda alınabilir. Cumhuriyet
savcısı kararını derhâl hâkimin onayına sunar ve hâkim, kararını en geç
yirmidört saat içinde verir. Sürenin dolması veya hâkim tarafından aksine karar
verilmesi halinde tedbir Cumhuriyet savcısı tarafından derhâl kaldırılır.”
Görüldüğü gibi, önceki düzenlemede, herhangi bir suç
nedeniyle yapılan soruşturmalarda, suç işlendiğine ilişkin kuvvetli şüphe
sebeplerinin varlığı ve başka suretle delil elde edilmesi imkânının bulunmaması
durumunda, şüpheli veya sanığın telekomünikasyon yoluyla iletişiminin tespit
edilebilmesi, dinlenebilmesi ve kayda alınabilmesi hâkim veya gecikmesinde
sakınca bulunan hallerde Cumhuriyet savcısının kararıyla mümkün iken, şimdi,
6526 sayılı Kanunun 12. maddesinde öngörülen düzenleme ile şüpheli veya sanığın
telekomünikasyon yoluyla iletişiminin tesbiti, dinlenmesi, kayda alınabilmesi
ve sinyal bilgilerinin değerlendirilebilmesi, ancak, ağır ceza mahkemesi veya
gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde Cumhuriyet savcısının kararıyla mümkün
olabilmektedir. Ayrıca -az yukarıda belirtildiği gibi- alınacak tedbire ağır
ceza mahkemesince oybirliğiyle karar verileceği; İtiraz edilmesi hâlinde,
tedbire karar verilebilmesi için de yine ağır ceza mahkemesinin oy birliğinin
aranacağı hükme bağlanmaktadır.
Yâni, önceki
düzenlemede anılan tedbire hükmedilebilmesi hâkim veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Cumhuriyet
savcısının kararıyla mümkün iken, 6526 sayılı Kanunun 12. maddesi ile getirilen
yeni düzenlemede, “Hâkim”in yerini “Ağır Ceza Mahkemesi” almaktadır. Bununla da
yetinilmemekte, bu fıkra uyarınca alınacak tedbire ağır ceza mahkemesince “oy
birliğiyle” karar verileceği; İtiraz üzerine bu tedbire karar verilebilmesi
için de, yine ağır ceza mahkemesinin “oy birliğinin” aranacağı hükme
bağlanmaktadır.
Yine bu koruma
tedbirine ağır ceza heyetinin oybirliğiyle karar vermesi, Ceza Muhakemesi
Kurallarının alt üst edilmesi demektir. Yukarıda, dilekçemizin (IV). Bölümünün
(1). Maddesinde (c). bendinde yaptığımız açıklamalarda da belirttiğimiz gibi,
5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye Mahkemelerinin
Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanunun “Ceza mahkemelerinin kuruluşu”
başlıklı 9. maddesinin üçüncü fıkrasına göre, “Ağır ceza mahkemesinde bir
başkan ile yeteri kadar üye bulunur. Bu mahkeme bir başkan ve iki üye ile
toplanır.” 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun “Karar ve hükümlerde gerekli
oy sayısı” başlıklı 224. maddesinin birinci fıkrasında da “Mahkemece karar ve
hükümler oybirliği veya oyçokluğuyla verilir.” denilmektedir. Bu hükümde geçen
“oybirliği” ibâresi, ağır ceza mahkemesi gibi heyet halinde çalışan toplu
mahkemelerde kararların ille de “oybirliği” ile alınacağı anlamına
gelmemektedir; “oybirliği”nin sağlanamadığı ahvâlde kararlar, şüphesiz,
“oyçokluğu” ile de alınabilecektir. Örneğin, ağırlaştırılmış müebbet hapis
cezasını heyet oy çokluyla, yani bir başkan, bir üye (ya da başkan hariç iki
üye) ile verebildiği halde, 6526 sayılı Kanunun 12. maddesi uyarınca 5271
sayılı CMK’nun 135. maddesinde yapılan yeni düzenleme ile şüpheli veya sanığın telekomünikasyon yoluyla iletişiminin
tespit edilebilmesi, dinlenebilmesi, kayda alınabilmesi ve sinyal bilgilerinin
değerlendirilebilmesi tedbirlerinde oybirliği şartının aranması,
yargılama ilkelerine tamamen aykırıdır. Tek bir hâkimin bir kişiye toplamda
infaz edilecek 40 yıl hapis cezası verebildiği düşünüldüğünde (5275 sayılı Ceza
ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun, m.107/1-2) telekomünikasyon yoluyla iletişiminin tespit edilebilmesi,
dinlenebilmesi, kayda alınabilmesi ve sinyal bilgilerinin değerlendirilebilmesi
niteliğindeki bir koruma tedbirinde oybirliği şartını aramak, doğru bir
uygulama değildir.
Ceza muhakemesinde
soruşturma evresinde tedbir kararlarıyla görevli ve yetkili mercii, esas
itibariyle, Sulh Ceza Hâkimi ya da (5 Temmuz 2012’de yürürlüğe giren 3. Yargı Paketi ile Türk
hukukuna dâhil olan) “Özgürlük Hâkimi”dir. Şimdi, bu
kuraldan dönülmekte; görev ve yetki ağır ceza mahkemesine verilmekte ve üstelik
bu mahkemenin tedbir konusundaki kararının oybirliğine bağlanması
öngörülmektedir. Anılan maddede öngörülen koruma tedbirine karar verme
yetkisinin “Hâkim” den alınarak “Mahkeme”ye (Ağır Ceza Mahkemesine) verilmesi,
suçlarla mücadele edilmesinde çok önemli bir handikaptır. Zirâ, suçla mücadele
ile bireyin hak ve özgürlüğü arasında dengeyi bozacak bir düzenleme, üstelik bu
düzenlemenin alt yapısı dahî oluşturulmadan gerçekleştirilmesi halinde, yargı
organının (erkinin) etkinliği azalacaktır.
Kaldı ki, sanık-şüpheli hakkında
mahkûmiyete, beraate, tutuklamaya, adlî kontrole ve daha birçok karara / hükme
/ tedbire oy çokluğu ya da hâkim kararıyla (tek başına) karar verilebilirken,
bu tedbirler bakımından karar merciinin Sulh Ceza Mahkemesi (ya da özgürlük
hâkimi) dışında Ağır Ceza Mahkemesi olarak öngörülmesi ve kararların oybirliği
şeklinde alınmasının zorunlu olarak görülmesi, Anayasamızın “Tabiî (Kanunî,
Olağan) Hâkim İlkesi” ile “Eşitlik İlkesi”ne ayrılık oluşturacaktır.
Bu cümleden
olarak, “Tabiî (Kanunî, Olağan) Hâkim İlkesi” üzerinde kısaca durmak istiyoruz:
Yüksek mâlûmları olduğu üzere, “Tabiî mahkeme” veya “olağan mahkeme” ilkesi,
bir uyuşmazlığı yargılayacak olan mahkemenin o uyuşmazlığın doğmasından önce
kanunen belli olması anlamına gelir (Ergun ÖZBUDUN, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin
Yayınları, Beşinci Baskı, Ankara, 1998, sh.95). Yâni, tabiî mahkeme (yahut
olağan mahkeme), yargılanacak olayın meydana geldiği anda, o olay için kanunun
öngördüğü mahkeme demektir (Kemal GÖZLER, Türk Anayasa Hukuku, Ekin Kitabevi
Yayınları, Bursa, 2000, sh.844). Kısacası, tabiî mahkeme (olağan mahkeme),
olaydan önce kurulmuş ve somut olay ile ilgisi olmayan mahkeme demektir. Bu
mahkemenin hâkimine de “tabiî hâkim” denir (Nurullah KUNTER, Ceza Muhakemesi
Hukuku, İstanbul, Kazancı Yayınları, Sekizinci Baskı, 1996, sh.129). Buna göre,
bir uyuşmazlık, ancak uyuşmazlığın doğumu anında görevli ve yetkili olan
mahkeme tarafından yargılanabilecektir. Böylece, tabiî hâkim ilkesiyle, davanın
olaydan sonra çıkarılacak bir kanunla kurulacak bir mahkeme tarafından
yargılanması yasaklanmakta, yâni kişiye veya olaya özgü mahkeme kurma imkânı
ortadan kaldırılmaktadır. “Tabiî hâkim (doğal yargıç)” ilkesinin doğal sonucu
“olağanüstü (istisnaî) mahkemelerin kurulmasının yasaklanmasıdır (GÖZLER,
a.g.e., sh.845).
“Tabiî hâkim
(olağan hâkim) ilkesi” yürütme ve hatta yasama organının yargılama faaliyetine
müdahalesini önlemeye yarar. Zirâ, mahkemenin olaydan önce kanunla kurulması
zorunluluğu, evvelâ yürütme organının mahkeme kurmasını yasaklamaktadır. Diğer
yandan, yasama organı da kurulmasından önce gerçekleşmiş olayları yargılamakla
görevli ve yetkili mahkeme kuramayacaktır. Bu ise, mahkemelerde yargılanacak
olan kişilere büyük bir güvence sağlar. Çünkü, o kişileri yargılayacak
mahkemeler, sırf onlar için kurulmamış, onları yargılayacak hâkimler sırf onlar
için atanmamıştır (GÖZLER, a.g.e., sh.845).
Burada önemle
belirtmek gerekir ki, tabiî hâkim ilkesi ve kezâ Anayasa’nın 37. maddesi,
olaydan sonra mahkeme kurulmasını yasaklamaktadır. “Kurulma”dan kasdedilen şey,
“bir mahkeme çeşidinin kanunla kabul edilmesi ve çalışmalarının
düzenlenmesidir.” (KUNTER, a.g.e., sh.130).
Anayasamız,
“Tabiî hâkim” ilkesini “kanunî hâkim güvencesi” başlıklı 37. maddesinde şu
şekilde düzenlemektedir:
“Hiç kimse kanunen tabî olduğu mahkemeden
başka bir merci önüne çıkarılamaz.
Bir kimseyi kanunen tabî olduğu
mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip
olağanüstü merciler kurulamaz.”
Görüldüğü
gibi, maddede “Tabiî hâkim” veya “tabiî mahkeme” ifadesi geçmemektedir. Ancak,
Anayasa’nın 37. maddesinde “kanunî hâkim güvencesi” adı altında düzenlenen
şeyin aslında “tabiî hâkim ilkesi” olduğu söylenebilir (GÖZLER, a.g.e.,
sh.846).
“Tabiî
hâkim (doğal yargıç, kanunî, olağan hâkim)” ilkesi hakkında buraya kadar
yapılan çaıklamalardan sonra somut olayımıza baktığımızda, 6526 sayılı “Terörle
Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun”un 12. maddesinin iptalini istediğimiz ikinci
paragrafında yer alan düzenlemenin (yâni, bir suç
dolayısıyla yapılan soruşturma ve kovuşturmada, suç işlendiğine ilişkin somut
delillere dayanan kuvvetli şüphe sebeplerinin varlığı ve başka suretle delil
elde edilmesi imkânının bulunmaması durumunda, şüpheli veya sanığın
Telekomünikasyon yoluyla iletişiminin tesbiti, dinlenmesi, kayda alınabilmesi
ve sinyal bilgilerinin değerlendirilebilmesi, ancak, ağır ceza mahkemesi veya
gecikmesinde sakınca bulunan hâllerde Cumhuriyet savcısının kararıyla mümkün
olabilmesine ilişkin düzenleme ile yine
bu fıkra uyarınca alınacak tedbire ağır ceza mahkemesince oy birliğiyle karar
verileceğine; İtiraz edilmesi hâlinde, bu tedbire karar verilebilmesi için de
ağır ceza mahkemesinin oy birliğinin aranacağına ilişkin düzenlemenin),
Anayasa’nın yukarıda atıf ve alıntı yaptığımız 37. maddesi hükmüne aykırı
olduğu sonucuna varılmaktadır.
Zirâ, görüldüğü gibi, Anayasa’nın 37. maddesi, olaydan
sonra mahkemenin kurulmasını yasaklamaktadır. Burada, “kurulma”dan kasdedilen
şeyin, “bir mahkeme çeşidinin kanunla kabul edilmesi yanında, çalışmalarının
düzenlenmesi” olduğunu az yukarıda belirtmiştik. Bilindiği üzere, Ağır Ceza
Mahkemeleri, bir başkan ve iki üyeden müteşekkil toplu mahkemelerdir ve
kaideten, bütün kararlarını “oybirliği” yanında “oyçokluğu” ile de alabilir.
Ağır Ceza Mahkemelerinin çalışma ve karar verme esâsı budur. Oysa, şimdi, 6526
sayılı Kanunun 12. maddesinin ikinci paragrafı ile getirilen düzenlemede
alınacak tedbire ağır ceza mahkemesince oy birliğiyle karar verileceği; İtiraz
edilmesi hâlinde bu tedbire karar verilebilmesi için de ağır ceza mahkemesinin
oy birliğinin aranacağının öngörülmesi, ağır ceza mahkemelerinin çalışma ve
karar verme yöntemine açık bir müdahale niteliği taşımaktadır. Öyle ise, mezkûr
düzenleme Anayasa’nın “Kanunî hâkim güvencesi” başlığını taşıyan 37. maddesinin
birinci ve ikinci fıkraları hükmüne açıkça aykırı bir düzenleme olup,
kanaatimizce, iptali gerekmektedir.
Kaldı ki, mezkûr düzenleme ile bir yandan şüpheli veya sanığın telekomünikasyon yoluyla iletişiminin
tesbiti, dinlenmesi, kayda alınabilmesi ve sinyal bilgilerinin
değerlendirilebilmesi, ancak ağır ceza mahkemesi (veya gecikmesinde sakınca
bulunan hâllerde Cumhuriyet savcısının kararıyla) mümkün olabilmesi ve yine bu fıkra uyarınca alınacak tedbire ağır ceza mahkemesince
oy birliğiyle karar verilebilmesi; İtiraz edilmesi hâlinde, bu tedbire karar
verilebilmesi için de ağır ceza mahkemesinin oy birliğinin aranacağı öngörülmüş
iken, bir yandan da 6526 sayılı Kanunun 1. maddesiyle 12.4.1991 gün ve 3713
sayılı Terörle Mücadele Kanununa eklenen Geçici Madde 14 marifetiyle “6352
sayılı Kanunun geçici 2 nci maddesi uyarınca görevlerine devam eden ağır ceza
mahkemeleri ile bu Kanunla yürürlükten kaldırılan Terörle Mücadele Kanununun 10
uncu maddesi uyarınca görevlendirilen ağır ceza mahkemeleri kaldırılmış”
olması, tam bir çelişkidir. Diğer bir değişle, 6526 sayılı Kanun bir yandan,
“iletişimin tesbiti, dinlenmesi ve kayda alınması”na ilişkin tedbir konusunda
karar vermeye yetkili mercii olan tabiî hâkim ilkesinden vazgeçip, bu yetkiyi
ağır ceza mahkemesine vermekle, bir nevî “özel yetkili mahkeme” ihdâs etmekte,
bir yandan da mevcut özel yetkili mahkemeleri kaldırmaktadır; bu itibarla, 6526
sayılı Kanun, ceza yargılaması konusunda getirdiği bu düzenlemeler ile,
kanaatimizce, kendi içerisinde çelişmektedir.
Diğer yandan, mezkûr düzenleme, Anayasamızın 10.
maddesinde öngörülen “Kanun önünde eşitlik” ilkesini de açık bir biçimde ihlâl
etmektedir. Şöyle ki;
Anayasamızın “Kanun önünde eşitlik”
başlığını taşıyan 10. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, dil, ırk, renk,
cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle
ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” denilmektedir. Anayasamızın bu
hükmüne göre, “Herkes, … kanun önünde eşit…” olduğuna göre, maddede sözü geçen
“herkes” mefhumunun içine ceza yargılamasının süjesi olan şüpheliler / sanıklar
/ suç fâilleri de girmektedir. Bu kimseler arasında Ağır Ceza Mahkemelerinde
yargılanıp da, sözgelimi, haklarında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına hükmedilecek
olanlar için anılan mahkemenin “oyçokluğu” ile karar alabilmesi mümkün iken,
“iletişimin tesbiti, dinlenmesi ve kayda alınması” ile ilgili tedbire “ağır
ceza mahkemesi” tarafından ve de üstelik “oyçokluğu” yerine “oybirliği” ile
karar alabilme zorunluluğunun getirilmesi, suç fâilleri, dolayısıyla kişiler
arasında “kanun önünde eşitsizlik” husûle gelmesine yol açacaktır. Suçu sâbit
görülen bir sanığa, örneğin, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına
hükmedilirken “oyçokluğu”nun yeterli görülüp, soruşturma ya da kovuşturma
evresinde iletişimin tesbiti, dinlenmesi ve kayda alınması” tedbirine karar
verilirken “oybirliği”nin dayatılması, “kanun önünde eşitlik” ilkesine tamamen
aykırıdır.
Bu
aykırılık, Anayasa’nın sadece 10. maddesinin birinci fıkrasına aykırılık teşkil
etmemektedir; iptalini talep ettiğimiz bu düzenleme,
aynı zamanda, Anayasa’nın “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye
veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” hükmünü ihtivâ eden 10. maddesinin dördüncü
fıkrasına da aykırıdır. Zirâ, anılan düzenleme ile, haklarında “iletişimin
tespiti, dinlenmesi ve kayda alınması” tedbirine başvurulacak şüpheli ya da
sanıklar yönünden karar verebilme merciini “hâkim”den alıp ağır ceza
mahkemesine vermekle ve bu mahkemenin de karar verebilmesini “oybirliği”
şartına bağlamakla, haklarında bu tedbire başvurulacak şüpheli ve sanıkların
lehine, ama, haklarında sözgelimi “ağırlaştırılmış hapis cezası” verilecek suç
fâillerinin aleyhine 6526 sayılı Kanun yoluyla bir ayrıcalık (imtiyaz)
tanınmaktadır. Anayasamızın 10. maddesinin dördüncü fıkrası hükmü “Hiçbir
kişiye … imtiyaz tanınamaz.” dediğine göre, haklarında “iletişimin tespiti,
dinlenmesi ve kayda alınması” tedbirine başvurulacak şüpheli ya da sanıklar
yönünden böylece imtiyaz sağlanması, Anayasamızın 10. maddesinin dördüncü
fıkrasına da aykırılık teşkil etmektedir.
Diğer
yandan, yine Anayasa’nın 10. maddesinin beşinci (son) fıkrasında, “Devlet
organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine
uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” hükmü yer almaktadır. Şüphesiz,
“Devlet organları” kavramı içerisine “Yasama organı” da girmektedir. Oysa,
Yasama organı, bu tasarrufuyla, yâni 6526 sayılı Kanunun iptalini talep
ettiğimiz bu hükmü ile haklarında “iletişimin tespiti, dinlenmesi ve kayda
alınması” tedbirine başvurulacak şüpheli ya da sanıklar yönünden lehe bir
düzenleme getirdiğinden, “Kanun önünde eşitlik” ilkesine uygun hareket etmemiş
olmaktadır. Dolayısı ile, 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun 135. maddesinin birinci fıkrasının değiştirilmesine
ilişkin olup iptalini talep ettiğimiz ikinci paragrafına ilişkin düzenleme,
Anayasamızın 10. maddesinin beşinci (son) fıkrası hükmüne de açıkça aykırıdır.
Bütün bu açıklamaya çalıştığımız nedenlerle, 6526
sayılı “Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu İle Bazı Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 12. maddesinin iptalini istediğimiz
5271 sayılı Kanunun 135. maddesinin birinci fıkrasını
değiştiren ikinci paragrafının taamamına ilişkin
düzenleme, Anayasa’nın 10. maddesinin birinci, dördüncü ve beşinci (son)
fıkraları hükümleri ile yine Anayasa’nın 37. maddesine açıkça aykırılık
oluşturmaktadır.
3-)
21.2.2014 günlü 6526 sayılı “Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu
İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 13. maddesinin İkinci paragrafının İkinci ve Üçüncü cümlelerinde geçen:
“Bu madde uyarınca yapılacak görevlendirmeye ağır ceza
mahkemesince oy birliğiyle karar verilir. İtiraz üzerine bu tedbire karar
verilebilmesi için de oy birliği aranır.”
Söz grubunun Anayasaya aykırılığı nedeniyle iptal
gerekçesi:
Görüldüğü gibi, bu
düzenleme ile, 5271 sayılı Kanunun 139. maddesinin birinci fıkrasında yapılan
değişiklikle, soruşturma konusu
suçun işlendiği hususunda somut delillere dayanan kuvvetli şüphe sebeplerinin
bulunması ve başka surette delil elde edilememesi hâlinde, kamu görevlilerinin
gizli soruşturmacı olarak görevlendirilebilmesi, ancak, ağır ceza mahkemesinin
kararıyla mümkün olabilmektedir.
Diğer yandan, yine bu fıkra uyarınca alınacak tedbire
İtiraz edilmesi hâlinde, bu tedbire karar verilebilmesi için de, yine, ağır
ceza mahkemesinin oy birliğinin aranacağı hükme bağlanmaktadır.
5271 sayılı CMK’nun
139. maddesinin birinci fıkrasının önceki halinde ise düzenleme aynen şöyle
idi:
“Soruşturma konusu suçun işlendiği hususunda kuvvetli
şüphe sebeplerinin bulunması ve başka surette delil elde edilememesi halinde,
hâkim veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Cumhuriyet savcısı kararı ile
kamu görevlileri gizli soruşturmacı olarak görevlendirilebilir.”
Görüldüğü
gibi, önceki mevcut düzenlemede, soruşturma konusu suçun işlendiği hususunda
kuvvetli şüphe sebeplerinin bulunması ve başka surette delil elde edilememesi
halinde, hâkim veya gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Cumhuriyet savcısının
kararı ile kamu görevlilerinin gizli soruşturmacı olarak görevlendirilmeleri
mümkün iken, şimdi, 6526 sayılı Kanunun 13. maddesinde öngörülen düzenleme ile soruşturma konusu
suçun işlendiği hususunda somut delillere dayanan kuvvetli şüphe sebeplerinin
bulunması ve başka surette delil elde edilememesi hâlinde, kamu görevlilerinin
gizli soruşturmacı olarak görevlendirilebilmesi, ancak, ağır ceza mahkemesinin kararıyla
mümkün olabilmektedir. Ayrıca -az yukarıda belirtildiği gibi- alınacak tedbire
ağır ceza mahkemesince oy birliğiyle karar verileceği; itiraz edilmesi hâlinde
ise, tedbire karar verilebilmesi için, yine, ağır ceza mahkemesinin oy
birliğinin aranacağı hükme bağlanmaktadır.
Yine (yukarıda
6526 sayılı Kanunun 10. ve 12. maddelerinin iptalini talep ettiğimiz benzer
düzenlemelerinde dile getirdiğimiz ve dilekçemizin (IV). bölümünün (1).
maddesinin (c) bendi ile (2). maddesinin (b). bendinde de açıkladığımız üzere),
bu koruma tedbirine ağır ceza heyetinin oybirliğiyle karar vermesi, Ceza
Muhakemesi Kurallarının alt-üst edilerek, tersine çevrilmesi anlamına
gelmektedir. 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye
Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanunun “Ceza
mahkemelerinin kuruluşu” başlıklı 9. maddesinin üçüncü fıkrasına göre, “Ağır
ceza mahkemesinde bir başkan ile yeteri kadar üye bulunur. Bu mahkeme bir
başkan ve iki üye ile toplanır.” 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun “Karar
ve hükümlerde gerekli oy sayısı” başlıklı 224. maddesinin birinci fıkrasında da
“Mahkemece karar ve hükümler oybirliği veya oyçokluğuyla verilir.”
denilmektedir. Bu hükümde geçen “oybirliği” ibâresi, ağır ceza mahkemesi gibi
heyet halinde çalışan toplu mahkemelerde kararların ille de “oybirliği” ile
alınacağı anlamına gelmemektedir; “oybirliği”nin sağlanamadığı ahvâlde
kararlar, şüphesiz, “oyçokluğu” ile de alınabilecektir. Örneğin,
ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını heyet oy çokluyla, yani bir başkan, bir
üye (ya da başkan hariç, iki üye) ile verebildiği halde, 6526 sayılı Kanunun
13. maddesi uyarınca 5271 sayılı CMK’nun 139. maddesinde yapılan yeni düzenleme
ile kamu görevlilerinin gizli soruşturmacı olarak
görevlendirilebilmesinde “oybirliği” şartının aranması, yargılama
ilkelerine ve tekniğine tamamen aykırıdır. Tek bir hâkimin bir kişiye toplamda
infaz edilecek 40 yıl hapis cezası verebildiği düşünüldüğünde (5275 sayılı Ceza
ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun, m.107/1-2) kamu görevlilerinin gizli soruşturmacı olarak
görevlendirilebilmesi niteliğindeki bir koruma tedbirinde oybirliğini
aramak, isâbetli bir tercih değildir.
Ceza muhakemesinde
soruşturma evresinde tedbir kararlarıyla görevli ve yetkili mercii, esas
itibariyle, Sulh Ceza Hâkimi ya da (5 Temmuz 2012’de yürürlüğe giren 3. Yargı Paketi ile Türk
hukukuna dâhil olan) “Özgürlük Hâkimi”dir. Şimdi, bu
kuraldan dönülmekte; görev ve yetki Ağır Ceza Mahkemesine verilmekte ve üstelik
bu mahkemenin tedbir konusundaki kararının oybirliğine bağlanması öngörülmektedir.
Anılan maddede öngörülen koruma tedbirine karar verme yetkisinin “Hâkim” den
alınarak “Mahkeme”ye (Ağır Ceza Mahkemesine) verilmesi, suçlarla mücadele
edilmesinde çok önemli bir handikaptır. Zirâ, suçla mücadele ile bireyin hak ve
özgürlüğü arasında dengeyi bozacak bir düzenleme, üstelik bu düzenlemenin alt
yapısı dahî oluşturulmadan gerçekleştirilmesi halinde, yargı organının
(erkinin) etkinliği azalacaktır.
Kaldı ki, sanık-şüpheli hakkında
mahkûmiyete, beraate, tutuklamaya, adlî kontrole ve daha birçok karara / hükme
/ tedbire oy çokluğu ya da hâkim kararıyla (tek başına) karar verilebilirken, kamu görevlilerinin gizli soruşturmacı olarak
görevlendirilebilmesi tedbiri bakımından karar merciinin Sulh Ceza
Mahkemesi (ya da özgürlük hâkimi) dışında Ağır Ceza Mahkemesi olarak
öngörülmesi ve kararların “oybirliği” şeklinde alınması mecburiyetinin
getirilmesi, Anayasamızın “Tabiî (Kanunî, Olağan) Hâkim İlkesi” ile “Eşitlik
İlkesi”ne ayrılık oluşturmaktadır.
Yukarıda, dava
dilekçemizin (IV). Bölümünün (1). ve (2). maddelerinde de açıklamaya
çalıştığımız gibi, bu bahiste de, “Tabiî (Kanunî, Olağan) Hâkim İlkesi”
üzerinde kısaca durmak istiyoruz: Yüksek mâlûmları olduğu üzere, “tabiî
mahkeme” veya “olağan mahkeme” ilkesi, bir uyuşmazlığı yargılayacak olan
mahkemenin o uyuşmazlığın doğmasından önce kanunen belli olması anlamına gelir
(Ergun ÖZBUDUN, Türk Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, Beşinci Baskı, Ankara,
1998, sh.95). Yâni, tabiî mahkeme (yahut olağan mahkeme), yargılanacak olayın
meydana geldiği anda, o olay için kanunun öngördüğü mahkeme demektir (Kemal
GÖZLER, Türk Anayasa Hukuku, Ekin Kitabevi Yayınları, Bursa, 2000, sh.844).
Kısacası, tabiî mahkeme (olağan mahkeme), olaydan önce kurulmuş ve somut olay
ile ilgisi olmayan mahkeme demektir. Bu mahkemenin hâkimine de “tabiî hâkim”
denir (Nurullah KUNTER, Ceza Muhakemesi Hukuku, İstanbul, Kazancı Yayınları,
Sekizinci Baskı, 1996, sh.129). Buna göre, bir uyuşmazlık, ancak uyuşmazlığın
doğumu anında görevli ve yetkili olan mahkeme tarafından yargılanabilecektir.
Böylece, tabiî hâkim ilkesiyle, davanın olaydan sonra çıkarılacak bir kanunla
kurulacak bir mahkeme tarafından yargılanması yasaklanmakta, yâni kişiye veya
olaya özgü mahkeme kurma imkânı ortadan kaldırılmaktadır. “Tabiî hâkim (doğal
yargıç)” ilkesinin doğal sonucu, “olağanüstü (istisnaî) mahkemeler”in
kurulmasının yasaklanmasıdır (GÖZLER, a.g.e., sh.845).
“Tabiî hâkim
(olağan hâkim) ilkesi” yürütme ve hatta yasama organının yargılama faaliyetine
müdahalesini önlemeye yarar. Zirâ, mahkemenin olaydan önce kanunla kurulması
zorunluluğu, evvelâ yürütme organının mahkeme kurmasını yasaklamaktadır. Diğer
yandan, yasama organı da kurulmasından önce gerçekleşmiş olayları yargılamakla
görevli ve yetkili mahkeme kuramayacaktır. Bu ise, mahkemelerde yargılanacak
olan kişilere büyük bir güvence sağlar. Çünkü, o kişileri yargılayacak
mahkemeler, sırf onlar için kurulmamış, onları yargılayacak hâkimler sırf onlar
için atanmamıştır (GÖZLER, a.g.e., sh.845).
Burada önemle
belirtmek gerekir ki, tabiî hâkim ilkesi ve kezâ Anayasa’nın 37. maddesi,
olaydan sonra mahkeme kurulmasını yasaklamaktadır. “Kurulma”dan kastedilen şey,
“bir mahkeme çeşidinin kanunla kabul edilmesi ve çalışmalarının
düzenlenmesidir.” (KUNTER, a.g.e., sh.130).
Anayasamız,
“Tabiî hâkim” ilkesini “kanunî hâkim güvencesi” başlıklı 37. maddesinde şu
şekilde düzenlemektedir:
“Hiç kimse kanunen tabî olduğu
mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz.
Bir kimseyi kanunen tabî olduğu
mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip
olağanüstü merciler kurulamaz.”
Görüldüğü
gibi, maddede “Tabiî hâkim” veya “tabiî mahkeme” ifadesi geçmemektedir. Ancak,
Anayasa’nın 37. maddesinde “kanunî hâkim güvencesi” adı altında düzenlenen
şeyin, aslında “tabiî hâkim ilkesi” olduğu söylenebilir (GÖZLER, a.g.e.,
sh.846).
“Tabiî
hâkim (doğal yargıç, kanunî, olağan hâkim)” ilkesi hakkında buraya kadar
yapılan açıklamalardan sonra somut olayımıza baktığımızda, 6526 sayılı Kanunun
13. maddesinin iptalini istediğimiz ikinci paragrafında yer alan düzenlemenin
(yâni, kamu görevlilerinin gizli soruşturmacı
olarak görevlendirilebilmesi tedbirinin
ancak, ağır ceza mahkemesinin kararıyla mümkün olabilmesine ve yine bu fıkra uyarınca alınacak tedbire ağır ceza
mahkemesince oy birliğiyle karar verileceğine; İtiraz edilmesi hâlinde, bu
tedbire karar verilebilmesi için de ağır ceza mahkemesinin oy birliğinin
aranacağına ilişkin düzenlemenin) Anayasa’nın yukarıda atıf ve alıntı
yaptığımız 37. maddesi hükmüne aykırı olduğu sonucuna varılmaktadır.
Zirâ, görüldüğü gibi, Anayasa’nın 37. maddesi, olaydan
sonra mahkemenin kurulmasını yasaklamaktadır. Burada, “kurulma”dan kasdedilen
şeyin, “bir mahkeme çeşidinin kanunla kabul edilmesi yanında, çalışmalarının
düzenlenmesi” olduğunu yukarıda belirtmiştik. Bilindiği üzere, ağır ceza
mahkemeleri, bir başkan ve yeteri kadar üyeden müteşekkil toplu mahkemelerdir
ve kâideten, kararlarını “oybirliği” ile alabileceği gibi, “oyçokluğu” ile de
alabilir. Ağır ceza mahkemelerinin çalışma ve karar verme esâsı budur. Oysa,
şimdi, 6526 sayılı Kanunun 13. maddesinin ikinci paragrafı ile getirilen
düzenlemede alınacak tedbire ağır ceza mahkemesince oy birliğiyle karar
verileceği; İtiraz edilmesi hâlinde bu tedbire karar verilebilmesi için de ağır
ceza mahkemesinin oy birliğinin aranacağının öngörülmesi, ağır ceza
mahkemelerinin çalışma ve karar verme yöntemine açık bir müdahale niteliği
taşımaktadır. Öyle ise, mezkûr düzenleme Anayasa’nın “Kanunî hâkim güvencesi”
başlığını taşıyan 37. maddesinin birinci ve ikinci fıkraları hükmüne açıkça
aykırı bir düzenleme olup, kanaatimizce, iptali gerekmektedir.
Kaldı ki, mezkûr düzenleme ile bir yandan kamu
görevlilerinin gizli soruşturmacı olarak görevlendirilebilmesi tedbirine karar verilebilmesi, ağır ceza mahkemesi
kararıyla ve ancak oy birliğiyle karar
verilebileceği; İtiraz edilmesi hâlinde, bu tedbire karar verilebilmesi için de
yine ağır ceza mahkemesinin oy birliğinin aranacağı öngörülmüş iken, bir yandan
da 6526 sayılı Kanunun 1. maddesiyle 12.4.1991 gün ve 3713 sayılı Terörle
Mücadele Kanununa eklenen Geçici Madde 14 marifetiyle “6352 sayılı Kanunun
geçici 2 nci maddesi uyarınca görevlerine devam eden ağır ceza mahkemeleri ile
bu Kanunla yürürlükten kaldırılan Terörle Mücadele Kanununun 10 uncu maddesi
uyarınca görevlendirilen ağır ceza mahkemeleri kaldırılmış” olması, tam bir
çelişkidir. Diğer bir değişle, 6526 sayılı Kanun, bir yandan, “kamu
görevlilerinin gizli soruşturmacı olarak görevlendirilebilmesine” ilişkin
tedbir konusunda karar vermeye yetkili mercii olan tabiî hâkim ilkesinden
vazgeçip, bu yetkiyi ağır ceza mahkemesine vermekle bir nevî “özel yetkili
mahkeme” ihdâs etmekte, bir yandan da mevcut özel yetkili mahkemeleri
kaldırmaktadır. Bu itibarla, 6526 sayılı Kanun, ceza yargılaması konusunda
getirdiği bu düzenlemeler ile kanaatimizce, kendi içerisinde çelişkiye
düşmektedir.
Diğer yandan, mezkûr düzenleme, Anayasamızın 10.
maddesinde öngörülen “Kanun önünde eşitlik” ilkesini de açık bir biçimde ihlâl
etmektedir. Şöyle ki;
Anayasamızın “Kanun önünde eşitlik”
başlığını taşıyan 10. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, dil, ırk, renk,
cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle
ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” denilmektedir. Anayasamızın bu
hükmüne göre, “Herkes, … kanun önünde eşit…” olduğuna göre, maddede sözü geçen
“herkes” mefhumunun içine ceza yargılamasının süjesi olan şüpheliler / sanıklar
/ suç fâilleri de girmektedir. Bu kimseler arasında Ağır Ceza Mahkemelerinde
yargılanıp da, sözgelimi, haklarında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına
hükmedilecek olanlar için anılan mahkemenin “oyçokluğu” ile karar alabilmesi
mümkün iken, “kamu görevlilerinin gizli soruşturmacı
olarak görevlendirilebilmesi” ile ilgili tedbire “ağır ceza mahkemesi”
tarafından ve üstelik de “oyçokluğu” yerine “oybirliği” ile karar alma
zorunluluğunun getirilmesi, suç fâilleri, dolayısıyla kişiler arasında “kanun
önünde eşitsizlik” husûle gelmesine yol açacaktır. Suçu sâbit görülen bir
sanığa, örneğin, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına hükmedilirken
“oyçokluğu”nun yeterli görülüp, kamu görevlilerinin
gizli soruşturmacı olarak görevlendirilebilmesi tedbirine karar
verilirken “oybirliği”nin şartının dayatılması, “kanun önünde eşitlik” ilkesine
tamamen aykırıdır.
Bu
aykırılık, Anayasa’nın sadece 10. maddesinin birinci fıkrasına aykırılık teşkil
etmemektedir; iptalini talep ettiğimiz bu düzenleme,
aynı zamanda, Anayasa’nın “Hiçbir kişiye, aileye, zümreye
veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” hükmünü ihtivâ eden 10. maddesinin dördüncü
fıkrasına da aykırıdır. Zirâ, anılan düzenleme ile, haklarında “soruşturma konusu suçun işlendiği hususunda somut delillere
dayanan kuvvetli şüphe sebeplerinin bulunması ve başka surette delil elde
edilememesi hâlinde, kamu görevlileri gizli soruşturmacı olarak görevlendirilebilme”
tedbirine başvurulacak şüpheli ya da sanıklar yönünden karar verebilme merciini
“hâkim”den alıp ağır ceza mahkemesine vermekle ve üstelik, bu mahkemenin de
karar verebilmesini “oybirliği” şartına bağlamakla, haklarında bu tedbire
başvurulacak şüpheli ve sanıklar lehine, ama, haklarında sözgelimi
“ağırlaştırılmış hapis cezası” verilecek suç fâillerinin aleyhine bir ayrıcalık
(imtiyaz) tanınmaktadır. Anayasamızın 10. maddesinin dördüncü fıkrası hükmü
“Hiçbir kişiye … imtiyaz tanınamaz.” dediğine göre, haklarında “soruşturma konusu suçun işlendiği hususunda somut delillere
dayanan kuvvetli şüphe sebeplerinin bulunması ve başka surette delil elde
edilememesi hâlinde, kamu görevlilerinin gizli soruşturmacı olarak
görevlendirilebilme” tedbirine başvurulacak şüpheliler, sanıklar
ve hatta zilyetler yönünden bu şekilde imtiyaz sağlanması, Anayasamızın 10.
maddesinin dördüncü fıkrasına da aykırılık teşkil etmektedir.
Diğer
yandan, yine Anayasa’nın 10. maddesinin beşinci (son) fıkrasında, “Devlet
organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine
uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” hükmü yer almaktadır. Şüphesiz,
“Devlet organları” kavramı içerisine “Yasama organı” da girmektedir. Oysa,
Yasama organı, bu tasarrufuyla, yâni 6526 sayılı Kanunun iptalini talep
ettiğimiz bu hükmü ile haklarında “kamu
görevlilerinin gizli soruşturmacı olarak görevlendirilebilme”
tedbirine başvurulacak kişiler yönünden lehe bir düzenleme getirdiğinden,
“Kanun önünde eşitlik” ilkesine uygun hareket etmemiş olmaktadır. Dolayısı ile,
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 139. maddesinin birinci
fıkrasının değiştirilmesine ilişkin düzenleme, Anayasamızın 10. maddesinin
beşinci (son) fıkrası hükmüne de açıkça aykırıdır.
Bütün bu açıklamaya çalıştığımız nedenlerle, 6526
sayılı “Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu İle Bazı Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 13. maddesinin iptalini istediğimiz
5271 sayılı Kanunun 139. maddesinin birinci fıkrasını
değiştiren düzenleme de, Anayasa’nın 10. maddesinin birinci, dördüncü ve
beşinci (son) fıkraları hükümleri ile yine Anayasa’nın 37. maddesine açıkça
aykırılık oluşturmaktadır.
4-)
21.2.2014 günlü 6526 sayılı “Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu
İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 14. maddesinin iptalini istediğimiz ilk paragrafında geçen:
a-) “… mevcut (5) numaralı alt bendi yürürlükten
kaldırılmış, …”
Sözcük grubunun Anayasa’ya aykırılığı nedeniyle iptal
gerekçesi:
Bu düzenleme ile, 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 140.
maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinin mevcut (5) numaralı alt bendi
yürürlükten kaldırılmış bulunmaktadır. Anılan madde ile yürürlükten kaldırılan
(5) numaralı alt bend, 5271 sayılı CMK’nun “Teknik araçlarla izleme” başlığını
taşıyan 140. maddesinde yer alıyordu ve şu hükmü içeriyordu:
“Suç işlemek amacıyla örgüt kurma (iki, yedi ve sekizinci
fıkralar hariç, madde 220).”
Görüldüğü gibi, bu düzenleme, yâni 5271 sayılı Ceza Muhakemesi
Kanununun 140. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinin mevcut (5) numaralı
alt bendinin yürürlükten kaldırılmasıyla, örgütlü suçlarla mücadele neredeyse
olanaksız hâle getirilmekte, suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçunun fâili ya
da fâilleri, 5271 sayılı CMK’nun 140. maddesinde öngörülen “teknik araçlarla
izleme” kapsamında “şüpheli veya sanığın kamuya açık yerlerdeki faaliyetlerinin
ve işyerinin teknik araçlarla izlenebilmesine, ses veya görüntü kaydının
alınabilmesine” ilişkin yargılama tedbirinden bağışık tutulmaktadır. Başka bir
değişle, “suç işlemek amacıyla örgüt şüpheli ya da sanıklar, kamuya açık
yerlerdeki faaliyetlerinin ve işyerinin teknik araçlarla izlenebilmesi, ses
veya görüntü kaydının alınabilmesi” tedbirinden muaf tutulmakta, âdeta, bir
nev’î ödüllendirilmektedir. Artık, 6526 sayılı Kanunun anılan düzenlemesiyle,
yâni 5271 sayılı CMK’nun 140. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinin (5)
numaralı alt bendinin yürürlükten kaldırılmasıyla, suç işlemek amacıyla örgüt
kurma / yönetme suçu bakımından “kamuya açık yerlerdeki faaliyetlerinin ve
işyerinin teknik araçlarla izlenebilmesi, ses veya görüntü kaydının
alınabilmesi” yolundaki koruma tedbirine, artık başvurulamayacaktır.
Şüphesiz, bu düzenleme ile suçla etkin mücadele imkânı
kalmamakta ve daha hafif bir suç işleyen şüpheli veya sanıklar bakımından “kamuya açık yerlerdeki faaliyetlerinin ve işyerinin teknik
araçlarla izlenebilmesi, ses veya görüntü kaydının alınabilmesi” tedbirine
başvurabilme imkânı tanınmışken (örneğin, parada sahtecilik suçu), daha ağır
bir suç işleyen (suç işlemek amacıyla örgüt kuran) şüpheli veya sanıklar
bakımından anılan “kamuya açık yerlerdeki faaliyetlerinin ve işyerinin teknik
araçlarla izlenebilmesi, ses veya görüntü kaydının alınabilmesi” tedbirine
başvurma yolunun kapatılması, öncelikle Anayasamızın 10. maddesinde ifadesini
bulan “eşitlik” ilkesine aykırı bir sonuç doğurmaktadır.
Zirâ, Anayasamızın “Kanun önünde
eşitlik” başlığını taşıyan 10. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, dil,
ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” denilmektedir.
Anayasamızın bu hükmüne göre, “Herkes, … kanun önünde eşit…” olduğuna göre,
maddede sözü geçen “herkes” mefhumunun içine ceza yargılamasının süjesi olan
şüpheliler / sanıklar / suç fâilleri de girmektedir. Başka bir değişle, “Kanun
önünde eşitlik” ilkesi, ceza yargılamasının süjesi olan (ya da olma ihtimâli
bulunan) herkes için geçerlidir. 5271 sayılı CMK’nun 140. maddesinin birinci
fıkrasının (a) alt bendinin mevcut düzenlemesinde, Türk Ceza Kanununda yer alan
Göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti, Kasten öldürme, uyuşturucu veya uyarıcı
madde imal ve ticareti, parada sahtecilik, Fuhuş, ihaleye fesat karıştırma,
Rüşvet, Suçtan kaynaklanan malvarlığı değerlerini aklama, Silahlı örgüt veya bu
örgütlere silah sağlama, Devlet Sırlarına Karşı Suçlar ve Casusluk, (b)
bendinin mevcut düzenlemesinde, Ateşli Silahlar ve Bıçaklar ile Diğer Aletler
Hakkında Kanunda tanımlanan silah kaçakçılığı suçları, (c) bendinin mevcut
düzenlemesinde, Kaçakçılıkla Mücadele Kanununda tanımlanan ve hapis cezasını
gerektiren suçlar, (d) bendinin mevcut düzenlemesinde, Kültür ve Tabiat
Varlıklarını Koruma Kanununun 68. ve 74. maddelerinde tanımlanan suçların
fâilleri bakımından “Teknik araçlarla izleme” mümkün iken, “Suç işlemek
amacıyla örgüt kurma” suçunun fâilleri bakımından bu tedbirin uygulanmasından
6526 sayılı Kanunun 14. maddesindeki düzenleme ile vazgeçilmesi ve dolayısı ile
5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 140. maddesinin birinci
fıkrasının (a) bendinin mevcut (5) numaralı alt bendinin yürürlükten
kaldırılması, bu suçun fâilleri lehine, maddede sayılan diğer suçların
fâillerinin ise aleyhine bir eşitsizlik yaratmaktadır. İşte, bu eşitsizlik,
kanaatimizce, Anayasa’nın 10. maddesinde hükme bağlanan “Kanun önünde eşitlik”
ilkesine aykırıdır.
Bu
aykırılık, Anayasa’nın, sadece 10. maddesinin birinci fıkrasına aykırılık
teşkil etmemektedir; 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun 140. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinin mevcut (5)
numaralı alt bendinin yürürlükten kaldırılmasına ilişkin 6526 sayılı Kanunun
14. maddesi ile öngörülen bu düzenleme, aynı zamanda, Anayasa’nın “Hiçbir
kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” hükmünü ihtivâ eden 10.
maddesinin dördüncü fıkrasına da aykırıdır. Zirâ, anılan düzenleme ile, örgütlü
suç fâilleri, artık, “kamuya açık
yerlerdeki faaliyetlerinin ve işyerlerinin teknik araçlarla izlenebilmesi, ses
veya görüntü kaydının alınabilmesi” tedbirinden
kurtulmakta; dolayısı ile, bu kişiler yararına 6526 sayılı Kanun yoluyla bir
ayrıcalık (imtiyaz) tanınmaktadır. Anayasamızın bu hükmü “Hiçbir kişiye …
imtiyaz tanınamaz.” dediğine göre, “suç işlemek amacıyla örgüt kurma” suçunun
fâillerine böylece imtiyaz sağlanması, Anayasamızın 10. maddesinin dördüncü fıkrasına
da aykırılık teşkil etmektedir.
Diğer
yandan, yine Anayasa’nın 10. maddesinin beşinci (son) fıkrasında, “Devlet
organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine
uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” hükmü yer almaktadır. Şüphesiz,
“Devlet organları” kavramı içerisine “Yasama organı” da girmektedir. Oysa,
Yasama organı, bu tasarrufuyla, yâni 6526 sayılı Kanunun iptalini talep
ettiğimiz bu hükmü ile “suç işlemek amacıyla örgüt kurma” suçunun fâilleri
lehine bir düzenleme getirdiğinden, “Kanun önünde eşitlik” ilkesine uygun
hareket etmemiş olmaktadır. Dolayısı ile, 5271
sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun 140. maddesinin mevcut birinci fıkrasının (a)
bendinin mevcut (5) numaralı alt bendinin yürürlükten kaldırılmasına ilişkin
düzenleme, Anayasamızın 10. maddesinin beşinci (son) fıkrası hükmüne de açıkça
aykırıdır.
Bütün bu açıklamaya çalıştığımız nedenlerle, 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun 140. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinin mevcut
(10) numaralı alt bendinin yürürlükten kaldırılmasına ilişkin düzenleme,
Anayasa’nın 10. maddesinin birinci, dördüncü ve beşinci (son) fıkraları
hükümlerine açıkça aykırılık oluşturmaktadır.
b-) İkinci paragrafının tamamı olan:
“(2) Teknik araçlarla izlemeye ağır ceza mahkemesi
tarafından oy birliğiyle karar verilir. İtiraz üzerine bu tedbire karar
verilebilmesi için de oy birliği aranır.”
Söz grubunun Anayasa’ya aykırılığı nedeniyle iptal
gerekçesi:
Bu
düzenleme ile, 5271 sayılı Kanunun 140. maddesinin ikinci fıkrasında yapılan
değişiklikle, anılan maddede sayılan suçların işlendiği hususunda kuvvetli şüphe sebepleri bulunması ve
başka suretle delil elde edilememesi hâlinde, şüpheli veya sanığın kamuya açık
yerlerdeki faaliyetleri ve işyeri teknik araçlarla izlenebilmesi, ses veya
görüntü kaydı alınabilmesi, ancak, ağır ceza mahkemesinin kararıyla mümkün
olabilmektedir. Diğer yandan, yine bu
fıkra uyarınca alınacak tedbire İtiraz edilmesi hâlinde, bu tedbire karar
verilebilmesi için de, yine, ağır ceza mahkemesinin oy birliğinin aranacağı
hükme bağlanmaktadır.
5271 sayılı CMK’nun
140. maddesinin ikinci fıkrasının önceki halinde ise düzenleme aynen şöyle idi:
“Teknik
araçlarla izlemeye hâkim, gecikmesinde sakınca bulunan hallerde Cumhuriyet
savcısı tarafından karar verilir. Cumhuriyet savcısı tarafından verilen
kararlar yirmidört saat içinde hâkim onayına sunulur.”
Görüldüğü
gibi, önceki mevcut düzenlemede, 5271 sayılı CMK’nun 140. maddesinde sayılan suçların
işlendiği hususunda kuvvetli
şüphe sebepleri bulunması ve başka suretle delil elde edilememesi hâlinde,
şüpheli veya sanığın kamuya açık yerlerdeki faaliyetleri ve işyeri teknik
araçlarla izlenebilmesine, ses veya görüntü kaydı alınabilmesine, aynı maddenin
ikinci fıkrası hükmüne göre hâkim, gecikmesinde sakınca bulunan
hallerde Cumhuriyet savcısı tarafından karar verilir iken, şimdi, 6526 sayılı
Kanunun 14. maddesinde öngörülen düzenleme ile bu tedbire karar verilebilmesi,
ancak, ağır ceza mahkemesinin kararıyla mümkün olabilmektedir. Ayrıca -az
yukarıda belirtildiği gibi- alınacak tedbire ağır ceza mahkemesince oy
birliğiyle karar verileceği; itiraz edilmesi hâlinde ise, tedbire karar
verilebilmesi için, yine, ağır ceza mahkemesinin oy birliğinin aranacağı hükme
bağlanmaktadır.
Yine (yukarıda
6526 sayılı Kanunun 10., 12. ve 13. maddelerinin iptalini talep ettiğimiz
benzer düzenlemelerinde dile getirdiğimiz ve dilekçemizin (IV). Bölümünün (1).,
(2). ve (3). maddelerinde de açıkladığımız üzere), bu koruma tedbirine ağır
ceza heyetinin oybirliğiyle karar vermesi, Ceza Muhakemesi Kurallarının tersine
çevrilmesi anlamına gelmektedir. 5235 sayılı Adli Yargı İlk Derece Mahkemeleri
ile Bölge Adliye Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında Kanunun
“Ceza mahkemelerinin kuruluşu” başlıklı 9. maddesinin üçüncü fıkrasına göre,
“Ağır ceza mahkemesinde bir başkan ile yeteri kadar üye bulunur. Bu mahkeme bir
başkan ve iki üye ile toplanır.” 5271 sayılı Ceza Muhakemesi Kanununun “Karar
ve hükümlerde gerekli oy sayısı” başlıklı 224. maddesinin birinci fıkrasında da
“Mahkemece karar ve hükümler oybirliği veya oyçokluğuyla verilir.”
denilmektedir. Bu hükümde geçen “oybirliği” ibâresi, ağır ceza mahkemesi gibi
heyet halinde çalışan toplu mahkemelerde kararların ille de “oybirliği” ile
alınacağı anlamına gelmemektedir; “oybirliği”nin sağlanamadığı ahvâlde
kararlar, şüphesiz, “oyçokluğu” ile de alınabilecektir. Örneğin,
ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasını heyet oy çokluyla, yani bir başkan, bir
üye (ya da iki üye) ile verebildiği halde, 6526 sayılı Kanunun 14. maddesi
uyarınca 5271 sayılı CMK’nun 140. maddesinde yapılan yeni düzenleme ile anılan
maddede sayılan suçların işlendiği hususunda kuvvetli şüphe sebepleri bulunması ve
başka suretle delil elde edilememesi hâlinde, şüpheli veya sanığın kamuya açık
yerlerdeki faaliyetleri ve işyeri teknik araçlarla izlenebilmesine, ses veya
görüntü kaydı alınabilmesine, yâni, “Teknik araçlarla izlenmesine” karar
verilmesinde “oybirliği” şartının aranması, yargılama ilkelerine
ve tekniğine tamamen aykırıdır. Tek bir hâkimin bir kişiye toplamda infaz
edilecek 40 yıl hapis cezası verebildiği düşünüldüğünde (5275 sayılı Ceza ve
Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun, m.107/1-2) 5271 sayılı CMK’nun
140. maddesinde sayılan suçların işlendiği hususunda kuvvetli şüphe sebepleri bulunması ve
başka suretle delil elde edilememesi hâlinde, şüpheli veya sanığın kamuya açık
yerlerdeki faaliyetleri ve işyeri teknik araçlarla izlenebilmesi, ses veya
görüntü kaydı alınabilmesi niteliğindeki bir koruma tedbirinde
oybirliğini aramak, doğru bir düzenleme değildir.
Ceza muhakemesinde
soruşturma evresinde tedbir kararlarıyla görevli ve yetkili mercii, esas
itibariyle, Sulh Ceza Hâkimi ya da (5 Temmuz 2012’de yürürlüğe giren 3. Yargı Paketi ile Türk
hukukuna dâhil olan) “Özgürlük Hâkimi”dir. Şimdi, bu
kuraldan dönülerek görev ve yetki Ağır Ceza Mahkemesine verilmekte ve üstelik
bu mahkemenin tedbir konusundaki kararının oybirliğine bağlanması
öngörülmektedir. Anılan maddede öngörülen koruma tedbirine karar verme
yetkisinin “Hâkim” den alınarak “Mahkeme”ye (Ağır Ceza Mahkemesine) verilmesi,
suçlarla mücadele edilmesinde çok önemli bir handikaptır. Zirâ, suçla mücadele
ile bireyin hak ve özgürlüğü arasında dengeyi bozacak bir düzenleme, üstelik bu
düzenlemenin alt yapısı dahî oluşturulmadan gerçekleştirilmesi halinde, yargı
organının (erkinin) etkinliği azalacaktır.
Kaldı ki, sanık-şüpheli hakkında
mahkûmiyete, beraate, tutuklamaya, adlî kontrole ve daha birçok karara / hükme
/ tedbire oy çokluğu ya da hâkim kararıyla (tek başına) karar verilebilirken, “teknik araçlarla izleme” tedbiri bakımından karar
merciinin Sulh Ceza Mahkemesi (ya da özgürlük hâkimi) dışında Ağır Ceza
Mahkemesi olarak öngörülmesi ve kararların “oybirliği” şeklinde alınması mecburiyetinin
getirilmesi, Anayasamızın “Tabiî (Kanunî, Olağan) Hâkim İlkesi” ile “Eşitlik
İlkesi”ne ayrılık oluşturmaktadır.
Yukarıda 6526
sayılı Kanunun 10., 12. ve 13. maddelerinin iptalini talep ettiğimiz benzer
düzenlemelerinde dile getirdiğimiz ve dilekçemizin (IV). Bölümünün (1)., (2).
ve (3). maddelerinde de açıkladığımız üzere, bu bahiste de (Yüksek Mahkemenin
hoşgörüsüne sığınarak), “Tabiî (Kanunî, Olağan) Hâkim İlkesi” üzerinde kısaca
durmak istiyoruz: Yüksek mâlûmları olduğu üzere, “tabiî mahkeme” veya “olağan
mahkeme” ilkesi, bir uyuşmazlığı yargılayacak olan mahkemenin o uyuşmazlığın
doğmasından önce kanunen belli olması anlamına gelir (Ergun ÖZBUDUN, Türk
Anayasa Hukuku, Yetkin Yayınları, Beşinci Baskı, Ankara, 1998, sh.95). Yâni,
tabiî mahkeme (yahut olağan mahkeme), yargılanacak olayın meydana geldiği anda,
o olay için kanunun öngördüğü mahkeme demektir (Kemal GÖZLER, Türk Anayasa
Hukuku, Ekin Kitabevi Yayınları, Bursa, 2000, sh.844). Kısacası, tabiî mahkeme
(olağan mahkeme), olaydan önce kurulmuş ve somut olay ile ilgisi olmayan
mahkeme demektir. Bu mahkemenin hâkimine de “tabiî hâkim” denir (Nurullah
KUNTER, Ceza Muhakemesi Hukuku, İstanbul, Kazancı Yayınları, Sekizinci Baskı,
1996, sh.129). Buna göre, bir uyuşmazlık, ancak uyuşmazlığın doğumu anında
görevli ve yetkili olan mahkeme tarafından yargılanabilecektir. Böylece, tabiî
hâkim ilkesiyle, davanın olaydan sonra çıkarılacak bir kanunla kurulacak bir
mahkeme tarafından yargılanması yasaklanmakta, yâni kişiye veya olaya özgü
mahkeme kurma imkânı ortadan kaldırılmaktadır. “Tabiî hâkim (doğal yargıç)”
ilkesinin doğal sonucu, “olağanüstü (istisnaî) mahkemeler”in kurulmasının
yasaklanmasıdır (GÖZLER, a.g.e., sh.845).
“Tabiî hâkim
(olağan hâkim) ilkesi” yürütme ve hatta yasama organının yargılama faaliyetine
müdahalesini önlemeye yarar. Zirâ, mahkemenin olaydan önce kanunla kurulması
zorunluluğu, evvelâ yürütme organının mahkeme kurmasını yasaklamaktadır. Diğer
yandan, yasama organı da kurulmasından önce gerçekleşmiş olayları yargılamakla
görevli ve yetkili mahkeme kuramayacaktır. Bu ise, mahkemelerde yargılanacak
olan kişilere büyük bir güvence sağlar. Çünkü, o kişileri yargılayacak
mahkemeler, sırf onlar için kurulmamış, onları yargılayacak hâkimler sırf onlar
için atanmamıştır (GÖZLER, a.g.e., sh.845).
Burada önemle
belirtmek gerekir ki, tabiî hâkim ilkesi ve kezâ Anayasa’nın 37. maddesi,
olaydan sonra mahkeme kurulmasını yasaklamaktadır. “Kurulma”dan kastedilen şey,
“bir mahkeme çeşidinin kanunla kabul edilmesi ve çalışmalarının
düzenlenmesidir.” (KUNTER, a.g.e., sh.130).
Anayasamız,
“Tabiî hâkim” ilkesini, “kanunî hâkim güvencesi” başlıklı 37. maddesinde şu
şekilde düzenlemektedir:
“Hiç kimse kanunen tabî olduğu
mahkemeden başka bir merci önüne çıkarılamaz.
Bir kimseyi kanunen tabî olduğu
mahkemeden başka bir merci önüne çıkarma sonucunu doğuran yargı yetkisine sahip
olağanüstü merciler kurulamaz.”
Görüldüğü
gibi, maddede “Tabiî hâkim” veya “tabiî mahkeme” ifadesi geçmemektedir. Ancak,
Anayasa’nın 37. maddesinde “kanunî hâkim güvencesi” adı altında düzenlenen
şeyin aslında “tabiî hâkim ilkesi” olduğu söylenebilir (GÖZLER, a.g.e.,
sh.846).
“Tabiî
hâkim (doğal yargıç, kanunî, olağan hâkim)” ilkesi hakkında buraya kadar
yapılan açıklamalardan sonra somut olayımıza baktığımızda, 6526 sayılı Kanunun
14. maddesinin iptalini istediğimiz ikinci paragrafında yer alan düzenlemenin
(yâni, “teknik araçlarla izleme” tedbirinin ancak, ağır ceza mahkemesinin kararıyla mümkün
olabilmesine ve yine bu fıkra uyarınca
alınacak tedbire ağır ceza mahkemesince oy birliğiyle karar verileceğine;
İtiraz edilmesi hâlinde, bu tedbire karar verilebilmesi için de ağır ceza
mahkemesinin oy birliğinin aranacağına ilişkin düzenlemenin) Anayasa’nın
yukarıda atıf ve alıntı yaptığımız 37. maddesi hükmüne aykırı olduğu sonucuna
varılmaktadır.
Zirâ, görüldüğü gibi, Anayasa’nın 37. maddesi, olaydan
sonra mahkemenin kurulmasını yasaklamaktadır. Burada, “kurulma”dan kasdedilen
şeyin, “bir mahkeme çeşidinin kanunla kabul edilmesi yanında, çalışmalarının
düzenlenmesi” olduğunu yukarıda belirtmiştik. Bilindiği üzere, Ağır Ceza
Mahkemeleri, bir başkan ve yeteri kadar üyeden müteşekkil toplu mahkemelerdir
ve kâideten, kararlarını “oybirliği” ile alabileceği gibi, “oyçokluğu” ile de
alabilir. Ağır Ceza Mahkemelerinin çalışma ve karar verme esâsı budur. Oysa,
şimdi, 6526 sayılı Kanunun 14. maddesinin ikinci paragrafı ile getirilen
düzenlemede alınacak tedbire ağır ceza mahkemesince oy birliğiyle karar
verileceği; İtiraz edilmesi hâlinde bu tedbire karar verilebilmesi için de ağır
ceza mahkemesinin oy birliğinin aranacağının öngörülmesi, Ağır Ceza
Mahkemelerinin çalışma ve karar verme yöntemine açık bir müdahale niteliği
taşımaktadır. Öyle ise, mezkûr düzenleme Anayasa’nın “Kanunî hâkim güvencesi”
başlığını taşıyan 37. maddesinin birinci ve ikinci fıkraları hükmüne açıkça
aykırı bir düzenleme olup, kanaatimizce, iptali gerekmektedir.
Kaldı ki, mezkûr düzenleme ile bir yandan “teknik
araçlarla izleme” tedbirine ağır ceza
mahkemesi kararıyla ve ancak oy
birliğiyle karar verilebileceği; İtiraz edilmesi hâlinde, bu tedbire karar
verilebilmesi için de yine ağır ceza mahkemesinin oy birliğinin aranacağı
öngörülmüş iken, bir yandan da 6526 sayılı Kanunun 1. maddesiyle 12.4.1991 gün
ve 3713 sayılı Terörle Mücadele Kanununa eklenen Geçici Madde 14 marifetiyle
“6352 sayılı Kanunun geçici 2 nci maddesi uyarınca görevlerine devam eden ağır
ceza mahkemeleri ile bu Kanunla yürürlükten kaldırılan Terörle Mücadele
Kanununun 10 uncu maddesi uyarınca görevlendirilen ağır ceza mahkemeleri
kaldırılmış” olması tam bir çelişkidir. Diğer bir değişle, 6526 sayılı Kanun,
bir yandan, “teknik araçlarla izleme” ilişkin tedbir konusunda karar vermeye
yetkili mercii olan tabiî hâkim ilkesinden vazgeçip, bu yetkiyi ağır ceza
mahkemesine vermekle, bir anlamda “özel yetkili mahkeme” ihdâs etmekte, bir
yandan da mevcut özel yetkili mahkemeleri kaldırmaktadır. Bu itibarla, 6526
sayılı Kanun, ceza yargılaması konusunda getirdiği bu düzenlemeler ile,
kanaatimizce, kendi içerisinde çelişkiye düşmektedir.
Diğer yandan, mezkûr düzenleme, Anayasamızın 10.
maddesinde öngörülen “Kanun önünde eşitlik” ilkesini de açık bir biçimde ihlâl
etmektedir. Şöyle ki;
Anayasamızın “Kanun önünde eşitlik”
başlığını taşıyan 10. maddesinin birinci fıkrasında, “Herkes, dil, ırk, renk,
cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle
ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.” denilmektedir. Anayasamızın bu
hükmüne göre, “Herkes, … kanun önünde eşit…” olduğuna göre, maddede sözü geçen
“herkes” mefhumunun içine ceza yargılamasının süjesi olan şüpheliler / sanıklar
/ suç fâilleri de girmektedir. Bu kimseler arasında Ağır Ceza Mahkemelerinde
yargılanıp da, sözgelimi, haklarında ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına
hükmedilecek olanlar için anılan mahkemenin “oyçokluğu” ile karar alabilmesi
mümkün iken, “teknik araçlarla izleme” ile
ilgili tedbire “ağır ceza mahkemesi” tarafından ve üstelik de “oybirliği” ile
karar alma zorunluluğunun getirilmesi, suç fâilleri arasında “kanun önünde
eşitsizlik” husûle gelmesine yol açacaktır. Suçu sâbit görülen bir sanığa,
örneğin, ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına hükmedilirken “oyçokluğu”nun
yeterli görülüp, “teknik araçlarla izleme” tedbirine
karar verilirken “oybirliği”nin şartının dayatılması, “kanun önünde eşitlik”
ilkesine tamamen aykırıdır.
Bu
aykırılık, Anayasa’nın sadece 10. maddesinin birinci fıkrasına aykırılık teşkil
etmemektedir; bu düzenleme aynı zamanda, Anayasa’nın “Hiçbir
kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz.” hükmünü ihtivâ eden 10.
maddesinin dördüncü fıkrasına da aykırıdır. Zirâ, anılan düzenleme ile,
haklarında “teknik araçlarla izleme”
tedbirine başvurulacak şüpheli ya da sanıklar yönünden karar verebilme merciini
“hâkim”den alıp ağır ceza mahkemesine vermekle ve üstelik, bu mahkemenin de
karar verebilmesini “oybirliği” şartına bağlamakla, haklarında bu tedbire
başvurulacak şüpheli ve sanıklar lehine, ama, haklarında sözgelimi
“ağırlaştırılmış hapis cezası” verilecek suç fâillerinin aleyhine bir ayrıcalık
(imtiyaz) tanınmaktadır. Anayasamızın 10. maddesinin dördüncü fıkrası hükmü
“Hiçbir kişiye … imtiyaz tanınamaz.” dediğine göre, haklarında “teknik araçlarla izleme” tedbirine
başvurulacak şüpheliler ve sanıklar yönünden bu şekilde imtiyaz sağlanması,
Anayasamızın 10. maddesinin dördüncü fıkrasına da aykırılık teşkil etmektedir.
Diğer
yandan, yine Anayasa’nın 10. maddesinin beşinci (son) fıkrasında, “Devlet
organları ve idare makamları bütün işlemlerinde kanun önünde eşitlik ilkesine
uygun olarak hareket etmek zorundadırlar.” hükmü yer almaktadır. Şüphesiz,
“Devlet organları” kavramı içerisine “Yasama organı” da girmektedir. Oysa,
Yasama organı, bu tasarrufuyla, yâni 6526 sayılı Kanunun iptalini talep
ettiğimiz bu hükmü ile haklarında “teknik
araçlarla izleme” tedbirine başvurulacak kişiler yönünden lehe
bir düzenleme getirdiğinden, “Kanun önünde eşitlik” ilkesine uygun hareket
etmemiş olmaktadır. Dolayısı ile, 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun 139. maddesinin birinci fıkrasının değiştirilmesine
ilişkin düzenleme, Anayasamızın 10. maddesinin beşinci (son) fıkrası hükmüne de
açıkça aykırıdır.
Bütün bu açıklamaya çalıştığımız nedenlerle, 6526
sayılı “Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu İle Bazı Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 14. maddesinin iptalini istediğimiz
5271 sayılı Kanunun 140. maddesinin ikinci fıkrasını
değiştiren düzenleme, Anayasa’nın 10. maddesinin birinci, dördüncü ve beşinci
(son) fıkraları hükümleri ile yine Anayasa’nın 37. maddesine açıkça aykırılık
oluşturmaktadır.
5-)
21.2.2014 günlü 6526 sayılı “Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu
İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 17. maddesinin tamamı olan:
“MADDE 17-6/1/1982
tarihli ve 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 27 nci maddesinin (2)
numaralı fıkrasının ikinci cümlesinden sonra gelmek üzere aşağıdaki cümle
eklenmiştir.
“Ancak, kamu görevlileri hakkında tesis edilen atama,
naklen atama, görev ve unvan değişikliği, geçici veya sürekli görevlendirmelere
ilişkin idari işlemler, uygulanmakla etkisi tükenecek olan idari işlemlerden
sayılmaz.”
Hükmünün Anayasa’ya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi:
Anayasa’nın 125. ve 2577 sayılı İdari Yargılama Kanununun 27. maddesinde
geçici bir hukukî koruma tedbiri olan “yürütmenin durdurulması” kararı
verilebilmesi için “idarî işlemin açıkça hukuka aykırı olması” ve “uygulanması
halinde telafisi güç veya imkânsız zararlara neden olacak nitelikte bulunması”
şartlarının “birlikte” gerçekleşmesi gerekmektedir.
Zirâ,
2577 sayılı Kanunun 2.7.2012 gün ve 6352 sayılı Kanunla değişik 27.maddesinin
ikinci fıkrasında aynen şu hüküm yer almaktadır: “Danıştay veya idari
mahkemeler, idari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkânsız
zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının
birlikte gerçekleşmesi durumunda, davalı idarenin savunması alındıktan veya
savunma süresi geçtikten sonra gerekçe göstererek yürütmenin durdurulmasına
karar verebilirler. Uygulanmakla etkisi tükenecek olan idari işlemlerin
yürütülmesi, savunma alındıktan sonra yeniden karar verilmek üzere, idarenin
savunması alınmaksızın da durdurulabilir. Yürütmenin durdurulması kararlarında
idari işlemin hangi gerekçelerle hukuka açıkça aykırı olduğu ve işlemin
uygulanması halinde doğacak telafisi güç veya imkânsız zararların neler
olduğunun belirtilmesi zorunludur. Sadece ilgili kanun hükmünün iptali
istemiyle Anayasa Mahkemesine başvurulduğu gerekçesiyle yürütmenin durdurulması
kararı verilemez.”
2709 sayılı Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın “Yargı Yolu” başlığını
taşıyan 125. maddesinin 5. ve 6. fıkralarında ise;
“İdari işlemin uygulanması halinde telafisi güç veya imkânsız
zararların doğması ve idari işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının
birlikte gerçekleşmesi durumunda gerekçe gösterilerek yürütmenin durdurulmasına
karar verilebilir.
Kanun, olağanüstü hallerde, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş
halinde ayrıca milli güvenlik, kamu düzeni, genel sağlık nedenleri ile yürütmenin
durdurulması kararı verilmesini sınırlayabilir.”
hükümlerine yer verilmiştir.
Söz konusu Anayasa hükmünde,
“hangi şartlarda yürütmenin durdurulmasına karar verileceği ve hangi durumlarda
yürütmenin durdurulmasına karar verilmesinin kanunla sınırlanabileceği” açıkça
ortaya konulmuştur. Bu şekilde yürütmenin durdurulması kararı verilmesi, daha
önce de kanun koyucu tarafından bazı uyuşmazlıklar hakkında yasaklanmış ya da
kısıtlanmıştır.
Bu
noktada, yapılan başvurular üzerine Anayasa Mahkemesi’nin konu hakkında yaptığı
değerlendirmeler ve verdiği kararlar önem taşımaktadır.
Bu
kararlardan birisi, 3091 sayılı Taşınmaz Mal Zilyetliğine Yapılan Tecavüzlerin
Önlenmesi Hakkındaki Kanunun 13. maddesi ile yapılan düzenlemedir. Bu maddeye
göre, anılan Kanundan kaynaklanan uyuşmazlıklarda yürütmenin durdurulmasına
karar verilmesi yasaklanmıştır. Anılan maddenin gerekçesinde, amacın kamu
düzenini sağlamak olduğu belirtildiğinden, Anayasa Mahkemesi, Anayasa’nın 125.
maddesinde kısıtlama sebepleri arasında gösterilen kamu düzeninin bozulması /
sağlanması kriteri açısından da değerlendirme yapmıştır.
Anayasa
Mahkemesi, 3091 sayılı Kanun’un 13. maddesinde; “Bu Kanuna göre verilmiş
kararlar üzerine idarî yargıya başvurmalarda yürütmenin durdurulması kararı
verilmez.” hükmü ile taşınmaz mal zilyetliğine yapılan tecavüzlerin önlenmesi
hakkında idarî makamlarca verilmiş kararlara karşı açılan iptal davalarında,
idarî yargı mercilerince yürütmenin durdurulması kararı verilebilmesinin “kamu
düzeni” gerekçesiyle sınırlandırılmasına ilişkin hükmü iptal etmiştir (Anayasa
Mahkemesi’nin 3.10.2010 tarih ve Esas:2008/77, Karar:2010/77 sayılı Kararı).
Anayasa Mahkemesi’ne göre, iptal davasının koşullarını belirleme
yetkisi, Anayasa’da belirlenen kurallar içinde kalmak şartıyla kanun koyucunun
takdirindedir. İptal davası ya da yürütmeyi durdurma kararı verilebilmesinin
zamanına ve şartlarına ilişkin düzenlemeler, idarî yargılama usûlü ile ilgili
kurallardandır.
Anayasa’nın 142. maddesi uyarınca mahkemelerin kurulması, görev ve
yetkileri, işleyişleri ve yargılama usûlleri kanunla düzenlenir. Mahkemelerin
nihaî karardan önce alacakları yasal önlemler ile ileride kendi kararlarının
uygulanabilirliğini ve geçerliliğini sağlamak üzere alacakları önlemler,
yargılama usûlüne ilişkin kurallardır.
Ancak, Devletin, hak arama özgürlüğünü daraltan bütün sınırlamaları
kaldırması ve bu yolla yargı denetimini yaygınlaştırarak adaletin
gerçekleştirilmesini sağlaması, hukuk devleti ilkesine yer veren Anayasa’nın 2.
maddesi gereğidir. Anayasa Mahkemesine göre hukuk devleti, insan haklarına
dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve işlemleri hukuka
uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku tüm devlet
organlarına egemen kılan, Anayasa ve yasalarla kendini bağlı sayan, yargı
denetimine açık olan devlettir.
Aynı
görüş, anılan Mahkemece, M.M.S. –Belçika –Yunanistan dosyasında da dile
getirilmiş ve geçici nitelikteki tedbirler için iç hukukta aranan şartların,
Sözleşmenin 13. maddesinde belirtilen, uyuşmazlık hakkında karar verecek etkili
başvuru mercii bulunması ilkesine aykırı olmaması gerektiği ifade edilmiştir
(21 Ocak 2011 tarihli, Case of M.S.S. v. Belgium and Greece Kararı, paragrf
387, 388, http://hudoc.echr.coe.int).
Yine başka bir kararda ise, hak
ihlâline sebep olduğu iddia edilen işlemin, ne zaman ortadan kaldırıldığı ya da
etkisiz hâle getirildiğinin önemine ve mahkemenin ya da idarî otoritenin bu
konudaki hızının gerekliliğine vurgu yapılmaktadır (6 Haziran 2013 tarihli CASE
OF MOHAMMED v. AUSTRİA Kararı).
Bu kararlar dikkate alındığında,
Anayasa Mahkemesi’nin kanun koyucunun hak arama özgürlüğünü daraltan bütün
sınırlamaları kaldırması ve bu yolla yargı denetimini yaygınlaştırarak adaletin
gerçekleştirilmesini sağlamasının, hukuk devleti ilkesinin bir gereği olduğuna
ilişkin görüşü ile AİHM’nin ihlâle neden olduğu iddia edilen işleme karşı
başvuru yapılan iç hukuktaki merciin, uyuşmazlığın her aşamasında ihlâli
önleyecek karar verebilme yetkisinin olması gerektiğine ilişkin tespiti, nihaî
amaç açısından örtüşmektedir.
Bu itibarla, idarî yargı
mercilerince, yargılamanın herhangi bir aşamasında yürütmenin durdurulması
kararı verilebilmesini ortadan kaldıran bu Kanun hükmü (6526 sayılı Kanunun
iptalini talep ettiğimiz 17. maddesi), öncelikle Anayasa’nın 2. maddesinde
öngörülen “hukuk devleti” ilkesi; 13. maddesinde belirtilen “Temel hak ve
hürriyetlerin sınırlandırılması”na ilişkin hükümler; 36. maddesinde düzenlenen
“Hak arama hürriyeti” ve 125. maddesinin birinci fıkrasında öngörülen “İdarenin
her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olacağı” hükümleriyle
bağdaşmamaktadır.
Buna göre, 6526 sayılı Kanununun
iptalini talep ettiğimiz 17. maddesindeki Anayasa’ya aykırılıkları üç
ana-başlık altında toplamak mümkündür.
1. Anayasa’nın 2. maddesinde
ifadesini bulan “Hukuk Devleti” İlkesine Aykırılık:
Anayasa’nın 2. maddesinde, Türkiye
Cumhuriyeti Devletinin aynı zamanda bir “Hukuk Devleti” olduğu belirtilmiştir.
Hukuk devleti, idarenin tüm işlem ve eylemlerinin yargı denetimine tâbî olduğu
devlettir. Nitekim, Anayasa’nın 125. maddesinde de “İdarenin her türlü eylem ve
işlemlerine karşı yargı yolu açıktır” hükmüne yer verilerek, kişilerin idarî
yargıya başvuru hakları anayasal güvenceye kavuşturulmuştur.
Şüphesiz, idarî yargının en önemli araçlarından biri, iptal
davasıdır. İdarî yargı alanında iptal davaları ile birlikte en etkili kurum
olan “yürütmenin durdurulması” müessesesine Anayasa’nın 125. maddesinde yer
verilmiş olup; idarî işlemin uygulanması halinde telâfisi güç veya imkânsız
zararların doğması ve idarî işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının
birlikte gerçekleşmesi durumunda yürütmenin durdurulmasına karar verilebileceği
hükme bağlanarak, hukuk devleti ilkesine uygun bir düzenleme yapılmıştır.
Mahkemenin yargılama yaparken, uyuşmazlığın herhangi bir aşamasında açıkça
hukuka aykırı olduğunu tespit ettiği bir işlem hakkında yürütmenin durdurulması
kararı verememesi durumu, açıkça hukuka aykırı olan işlemin hukuk âleminde
varlığını bir süre daha devam ettirmesine yol açacaktır. Bu durumun “hukukun
üstünlüğü” ilkesine uygun olduğunu söylemek mümkün değildir.
2. Anayasa’nın 36. maddesinde ifadesini bulan “Hak arama
Özgürlüğü”ne Aykırılık:
Öte yandan, 6526 sayılı Kanunun 17. maddesinde öngörülen hüküm,
Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenen “hak arama özgürlüğü”nü sınırlayan bir
hüküm içerdiği gibi, naklen atama, görevlendirme gibi idarî kararlar açıkça
hukuka aykırı olsa ve telâfisi güç veya imkânsız zararların meydana geleceği
anlaşılsa bile, yargı organınca yürütmenin durdurulması kararı verilemesi
durumunda, idarî makamlarca tesis edilen ve hukuka açıkça aykırı olduğu ilk
aşamada anlaşılan kararların, hukuk âleminde bir süre daha varlığını
sürdürmesine yol açacaktır. Böyle bir durumun, başka bir deyişle, hukuka aykırı
kararların hukuk âleminde yürürlüklerinin sürmesine izin vermenin, kamu
düzenine ve kamu yararına da aykırı olacağı kuşkusuzdur.
Atama ve görevlendirme işlemlerinin, diğer kanunlara göre tesis
edilen idarî işlemlerden herhangi bir farkı bulunmamaktadır. Zirâ, genellikle
her idarî işlemin kamu düzeni ile doğrudan veya dolaylı bir şekilde ilgisi
vardır. Bu itibarla, idarî işlemler aleyhine idarî yargı mercilerinde açılacak
iptal davalarında, Anayasa’da ve 2577 sayılı Kanunda sayılan şartların
varlığının mahkemece tespit edilmesi halinde, yürütmenin durdurulması kararı
verilebilmelidir.
Âdil yargılanma hakkını düzenleyen Anayasa’nın 36. maddesinde, “Herkes,
meşrû vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı
veya davalı olarak iddia ve savunma ile adil yargılanma hakkına sahiptir.
Hiçbir mahkeme, görev ve yetkisi içindeki davaya bakmaktan kaçınamaz.”
denilmektedir.
Anılan madde ile güvence altına alınan dava yoluyla hak arama
özgürlüğü, bir temel hak niteliği taşımasının ötesinde, diğer temel hak ve
özgürlüklerden gereken şekilde yararlanılmasını ve bunların korunmasını
sağlayan en etkili güvencelerden birini oluşturmaktadır. Kişinin uğradığı bir
haksızlığa veya zarara karşı kendisini savunabilmesinin ya da mâruz kaldığı
haksız bir işlem veya uygulamaya karşı haklılığını ileri sürüp
kanıtlayabilmesinin / zararını giderebilmesinin en etkili ve güvenceli yolu, yargı
merciileri önünde dava hakkını kullanabilmesidir. Kişilere yargı mercileri
önünde dava hakkı tanınması, âdil yargılamanın ön koşulunu oluşturur.
Anayasa’nın 125. maddesinin birinci fıkrasında, “idarenin her türlü
eylem ve işlemlerine karşı yargı yolu açıktır.” denilerek etkin bir yargı
denetimi amaçlanmıştır. Çünkü, yargı denetimi, bir hukuk devletinin “olmazsa
olmaz” koşuludur. Bu kural, idarenin kamu hukuku ya da özel hukuk alanına giren
tüm eylem ve işlemlerini kapsamaktadır. Anayasa’nın 125. maddesinin beşinci
fıkrasında, idarî işlemin uygulanması halinde telâfisi güç veya imkânsız
zararların doğması ve idarî işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının
birlikte gerçekleşmesi durumunda gerekçe gösterilerek yürütmenin durdurulmasına
karar verilebileceği, altıncı fıkrasında ise, yürütmenin durdurulması kararı
verilmesinin olağanüstü hal, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş hali ile millî
güvenlik, kamu düzeni ve genel sağlık nedenlerine bağlı olarak yasayla
sınırlanabileceği hükme bağlanmıştır.
Hak arama özgürlüğü bakımından kişilerin idareye karşı sahip
oldukları en etkili yargısal koruma mekanizması, iptal davasıdır. İptal
davasında, idarî işlemin hukuk kurallarına aykırılığının belirlenmesi halinde
iptali yoluna gidilmekte ve bunun sonucunda idarenin hukuka bağlılığı ve hukuk
düzeninin korunması sağlanmaktadır. Genel ilke, iptal kararlarının geriye
yürümesi ve iptal edilen işlemi başından itibaren ortadan kaldırması, bu işlem
ve ona dayanan sonuçlar hiç mevcut olmamış gibi kabul edilmesi olmakla birlikte,
bu ilke, idarî işlemin iptal kararına kadar mevcûdiyetine ve etki doğurmasına
engel değildir. Bu itibarla, kişileri iptal davası sonuçlanıncaya kadar hukuka
aykırı idarî işlemin olumsuz etkilerinden korumak, ileride giderilmesi veya
düzeltilmesi imkânsız veya zor olan durumları önlemek, idareyi de hem olası bir
tazmin yükünden kurtarmak, hem de hukuk sınırları içine çekerek hukuk
devletinin kesintiye uğramadan devamını sağlamak amacıyla “yürütmenin
durdurulması” kurumu öngörülmüştür.
Yürütmenin durdurulması kurumu,
yargının denetim etkinliğini arttırıcı bir araç olarak dava hakkının bir
parçasını oluşturmaktadır. Bu yetkinin mahkeme açısından sınırlandırılması,
davanın kesin karar verilinceye kadar yapısının tümlüğüne, yargılamanın her
evresini kapsayan işlem ve kararlar üzerinde mahkemenin tek belirleyici olması
ilkesine de aykırıdır.
Yürütmenin durdurulması kararı ile
dava konusu olan işlemin yapıldığı andan önceki durumun geri gelmesi
sağlanmakta ve kişiler, dava sonuçlanıncaya kadar bu işlemin olumsuz
etkilerinden korunmaktadır.
İdarî yargıda açılan davalarda yargılamanın hangi aşamasında olursa
olsun mahkemece yürütmenin durdurulması kararı verilememesinin, kamu düzenini
korumayacağı açıktır. Kamu düzeni, hukukun dışlandığı, yargının etkisiz kaldığı
yerde daha çok bozulur. Yürütmenin durdurulmasının sınırlanması anayasal
sınırlar içinde kanun koyucunun takdiri içerisinde ise de, bu yetki sınırsız
değildir. Kanun koyucu tarafından kamu düzeni gerekçesine dayanılarak böyle bir
düzenleme yapılabilmesi için önemli, genel kabul görmüş, somut nedenlerin
varlığı gerekir.
6526 sayılı Kanunun
17. maddesi uyarınca 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanununun 27. maddesinin
(2) numaralı fıkrasının ikinci cümlesinden sonra getirilen düzenleme ile bazı
davalar için idarenin savunması alınmadan yürütmenin durdurulması kararı
verilememesi, hakkın özünü zedeleyen bir durum olduğu gibi, idarî yargının en
güçlü araçlarından birinin elinden alınması suretiyle yargısal denetimin
kısıtlanmasına da yol açmaktadır.
Devletin her türlü işleminde
hukuka bağlılık esasına dayanan ve bunu yargı denetimi yolu ile gerçekleştiren
“Hukuk devleti” ilkesi, bugün ulaştığı noktada, kişiye tanıdığı, sınırları
genişletilmiş özgürlüklerle onun haklarını öne çıkaran, devleti ise bu hakları
korumakla yükümlü tutan bir nitelik kazanmıştır. Anayasa’nın 36. maddesinde
düzenlenen “hak arama özgürlüğü” ile 138. ve 139. maddelerinde düzenlenen
“Mahkemelerin bağımsızlığı” ve “Hâkimlik ve savcılık teminatı”, “Hukuk devleti”
ilkesinin doğal bir sonucu olduğu kadar, onu gerçekleştirmenin de aracıdır.
İdarî yargı yerlerince yürütmeyi
durdurma kararı verilebilmesi, yargı yetkisinin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu
yetkinin, uyuşmazlığın herhangi bir aşamasında kullanılmasını engelleyen bir
kanun hükmü, aynı zamanda yargı yetkisinin kullanılmasını da kısıtlar ve
hâkimin vicdanî kanaatine göre karar verme olanağını ortadan kaldırır. Bu
nedenle de böyle bir kanun hükmü, “Hâkimler görevlerinde bağımsızdırlar.
Anayasa’ya kanuna ve hukuka uygun olarak vicdanî kanaatlerine göre hüküm
verirler.” şeklinde ifadesini bulan Anayasa’nın 138. maddesine aykırı düşer.
Anayasa’nın 125. maddesinin
gerekçesinde, yönetimde hukuka uygunluğu sağlamanın en etkin yolunun yargısal
denetim olduğu belirtilmiştir. Devletin tüm işlemlerinde hukuka uygunluğunun
sağlanması, eksiksiz bir yargı denetimine bağlı tutulmasını gerekli kılar.
Yargı yetkisinin etkinliği, “karar verme” aracının da özgürce ve eksiksiz
kullanılmasını gerektirir ki, “yürütmeyi durdurma” önlemi bu “eksiksiz
kullanma” kapsamında yer alır.
“Dava” kavramı içinde “yürütmenin
durdurulması kavramı” da vardır. Mahkemenin yürütmeyi durdurma yetkisi davayı
görüp karara bağlama ödevi ve yetkisi içinde bir aşamadır. Yürütmenin
durdurulması kararı, yargı bütünlüğü ilkesinin bir ön uygulamasıdır. Bu karar,
sonuç karardan ayrı, ama o davayla ilgili bir bölümdür. Son kararı vermeye
yetkili organın davanın bir başka bölümü için karar veremeyeceğinin kabulü ve
“yargı yetkisinin eksiksiz kullanılması”yla bağdaşamaz (Anayasa Mahkemesi’nin
21.10.1993 günlü, E: 1993/33, K: 1993/40-2 sayılı Kararı).
Diğer
yandan, dava kurumu içinde, yürütmenin durdurulması müessesesi vardır. İkisini
birbirinden ayırmak davayı parçalamak, dava olmaktan çıkarmaktır. İdarî
yargının yürütmeyi durdurma yetkisi, davayı görüp karara bağlama ödevi ve
yetkisi içinde bir aşamadır; yargı, gerekli görürse bu yetkisini kullanır.
Hukukta yürütmenin durdurulması kurumu bulundukça, bunu kimi uyuşmazlıklar için
var sayıp geçerli görmek, kimi konular için yok sayıp geçersiz görmek, yasal
bir çelişkidir. Yine, son (nihâî) kararı vermeye yetkili olan organdan, ilk
kararı aynı dava için geri almak, hukuk içinde yeri güç bulunur bir tutumdur
(Anayasa Mahkemesi’nin 21/6/1979 gün ve E.1979/1,K. 1979/30 sayılı Kararı).
3. Anayasa’nın “Yargı yolu”
başlığını taşıyan 125. maddesine aykırılık:
Anayasa’nın 125. maddesinin beşinci ve altıncı fıkralarında, hangi
koşullarda yürütmenin durdurulması kararı verilebileceği ve hangi durumlarda
kanunla sınırlandırılabileceği açıkça belirtilmiştir. Anılan maddenin beşinci
fıkrasında, idarî işlemin uygulanması halinde telâfisi güç veya imkânsız
zararların doğması ve idarî işlemin açıkça hukuka aykırı olması şartlarının
birlikte gerçekleşmesi durumunda gerekçe gösterilerek yürütmenin durdurulmasına
karar verilebileceği, altıncı fıkrasında ise, yürütmenin durdurulması kararı
verilmesinin olağanüstü hal, sıkıyönetim, seferberlik ve savaş hali ile milli
güvenlik, kamu düzeni ve genel sağlık nedenlerine bağlı olarak yasayla sınırlanabileceği
hükme bağlanmıştır.
Anayasa’nın 125. maddesinin altıncı fıkrasına ilişkin gerekçede de
“… idarî işlemler için verilecek yürütmenin durdurulması kararlarına istisnaî
olarak sınır getirilebileceği de maddede düzenlenmiştir. Buna göre, olağanüstü
hal, sıkıyönetim ve savaş hallerinde veya milli güvenlik, kamu düzeni ve genel
sağlık nedenleri ile idarî işlemler için yürütmenin durdurulması kararı
verilemeyeceği kanunda öngörülebilecektir.” denilmektedir.
Anayasa’nın 125. maddesinin
birinci fıkrasında “açık” olduğu belirtilen yargı yolu, getirilen istisnalarla
daraltılmaktadır. Anayasa’nın 125. maddesinde kamu düzeni ölçütü gerekçesiyle
öngörülen sınırlamanın, önerilen maddeye “olur” verdiği sanısı
“sınırlama-hukuk” ilişkisinin yaşama geçirilmesindeki özenle bağdaşmamaktadır.
Sözcüklere sıkı sıkıya bağlılık, hukukun özünü yadsımaktır. Anayasa’nın
sınırlamadan söz etmesi, kimi sınırlama nedenlerini sayması karşısında, bu
nedenlerin varlığının ayrıntılı ve somut biçimde gösterilmesi gerekir.
Nedenlerin somutlaştırılmaması halinde, kamu düzeni bahâne edilerek başka
sınırlamalar getirilmesine de yol açabilir. Kaldı ki, kamu düzeni idarenin bir
kararıyla da bozulabilir. Kamu düzeni hukukun dışlandığı, yargının etkisiz
kaldığı yerde daha çok bozulur. Kamu düzeninin kesin karara değin askıda
kalmasından ya da tartışılmasından daha iyisi, bir yargı kararıyla durumun
belirlenmesidir. Sonucu belirleyecek mahkemenin, hukukî bir önlem olan
yürütmenin durdurulmasından yasaklanması, ilgili konuda o mahkemenin, mahkeme olmaktan
çıkarılması anlamına gelmektedir.
6526 sayılı Kanunun 17. maddesi
ile getirilen düzenlemede, hangi gerekçelerle atama, görevlendirme gibi
işlemlerde savunma alınmadan yürütmenin durdurulması kararı verilemeyeceğinin
öngörüldüğü, bunun hak arama hürriyetine etkisi belirtilmemektedir. Bununla
birlikte, “uygulamakla etkisi tükenecek işlemler” diye ifade edilen dava
türlerinin hiç birisi kanun metninde sayılmayıp, tamamen mahkemenin takdir ve
değerlendirmesine bırakılmış iken, sadece atama/görevlendirme işlemleri için bu
tanımın Kanunda yapılması da uygun değildir. Bu nedenle, yargı yeri, gereken
incelemeyi yaparak, şartları varsa, yürütmenin durdurulması kararını,
uyuşmazlığın her aşamasında verebilmelidir. Bu husus aynı zamanda, yargı
bağımsızlığı ve etkili hukuksal koruma ilkelerinin de bir gereğidir. Hâkimin
“karar verme” yetkisinin varlığından tam olarak söz edilebilmesi için,
görülmekte olan davada yürütmenin durdurulması kararı da dâhil olmak üzere,
lüzûmlu olan tüm kararların verilebilmesi gerekir. Yürütmenin durdurulması için
gereken koşulların varlığını takdir edebilecek durumda olan da, kuşkusuz,
hâkimdir. Anayasa’nın 9. maddesinde yer alan, “Yargı yetkisi, Türk Milleti
adına bağımsız mahkemelerce kullanılır.” kuralı da, yargı yetkisinin etkinliğini
ve bu yetkinin serbest ve noksansız olarak kullanılacağını göstermektedir.
Yüksek malûmları olduğu üzere,
idare, her türlü eylem ve işlemlerini re’sen yerine getirebilme ve bunu
sağlamak için gerektiğinde kamu gücünü kullanabilme ayrıcalığına sahiptir.
İdarî işlemler, hukuka uygunluk karinesinden yararlanırlar ve aleyhlerine dava
açılması idarî işlemlerin yürütmesini durdurmaz. İdarenin, hukuka aykırı
işlemlerinin, dava konusu edilmiş olsalar dahî yürürlüğünü sürdürmeleri ve
açılan davaların çok uzaması sonucu kişilerin temel hak ve hürriyetlerinin
kolayca tehlikeye girebileceği endişesi nedeniyle idare hukukuna özgü bir yargı
işlemi olan “yürütmenin durdurulması” müessesesi kabul edilmiştir.
Bir davanın görülmesi sırasında
yürütmenin durdurulması koşullarının bulunup bulunmadığını takdir etme konusu
tamamen hukukî bir konudur. Yargı yerinin “ne olursa olsun yürütmeyi durdurma
kararı vereceğini”, böylece “idarenin güç duruma düşeceğini” sanmak yanlıştır.
Kaldı ki, dava açılınca iptal ya da red kararıyla en geniş yetkiyi kullanacak
mahkemenin, dar yetki olan yürütmeyi durdurma kararı veremeyeceğini benimsemek,
yetkileri sınırlayıp bölmekten öte, güvensizlik anlamında bir değerlendirmedir.
Dava, her evresinde, izlenen her yöntem ve kullanılacak her yolla
bir bütündür. Yürütmenin durdurulmasını sınırlama, hak arama özgürlüğünün
daraltılmasının ötesinde, yarım bir hak olarak, özgürlük olmaktan
çıkarılmaktadır. İstemin haklı olması durumunda karşı tarafın savunması
alınıncaya kadar haktan yoksun bırakılması, kanun yoluyla haksızlık yapılması
anlamına gelmektedir. Haksız, hukuksuz işlem yapan idareye verilen yetki
yerine, yargının yetkisinin sınırlandırılması, hukuk devleti ilkesiyle
bağdaştırılamaz.
Yürütmenin durdurulmasını ilk aşamada yasaklayan bir yargısal
denetim, biçimsel olarak vardır. Yokluk halindeki idarî işlemler bile,
yürütmenin durdurulması aşamasına kadar, hukuksal sonuçlar doğurmaya devam
edecektir. Örneğin, sınıfının dışında, başka bir ülkede, derecesinin çok
altında bir göreve atanma / görevlendirme halinde dahî, kişi, mahkemece hukuka
aykırılığı saptanıp yürütmesi durdurulamayan işlemin sonucu olarak gidip
görevine başlayacaktır. Mevcut halde, -söz gelimi- talebi olmayan memuru
yurtdışı bir görevde ya da memuru işçinin yapacağı işte görevlendirme, zabit
kâtibini gece bekçisi yapma gibi, gelecek uygulamalara karşı dahî koruyabilecek
bir hukuk normu olmayacaktır. Mahkemece savunma alınıp karar verilene kadar
geçecek 45 ilâ 60 günlük sürede, açıkça hukuka aykırılık hâli devam edecektir.
Bu süre geçtikten sonra verilecek bir kararın, yeni atananlar bakımından da
başka sorunlara yol açacağı aşikârdır. Bu nedenle, evrensel, demokratik
ölçütlere aykırı bu yöndeki düzenlemeler, hakkın özüne dokunduklarından hukuka
aykırıdır.
Bu
bakımdan, kimi idarî işlemlerin özelliğinden söz ederek, bu işlemlerde hâkimin
yürütmenin durdurulması kararı verebilme yetkisinin sınırlandırılması /
kaldırılması, yürütmenin durdurulması kararının yargı yetkisinin ayrılmaz bir
parçası ve yargısal denetimin vazgeçilmez bir aracı olması nedenleriyle,
Anayasa’nın 125. maddesi hükmüne aykırı düşer.
Mahkemenin
yürütmeyi durdurma kararı verebilme yetkisi, yargı yetkisinin ayrılmaz bir
parçası olduğundan, bu yetkinin kullanılmasını önleyen bir kanun, belirli bir
olay için dahî olsa, “yargı yetkisinin kullanılmasını sınırlayıcı” bir kanundur
ve hâkimin vicdanî kanısına göre karar verme olanağını kısıtlar. Hak arama
özgürlüğünü, yasal yargı yolunu bazı kararların zamanında alınamaması şeklinde
daraltmak, mahkemelere güvensizlik duyuracak doğrultuda yetki kısıntısına
gitmek, Anayasamızın aynı kuralına aykırı düşmektedir.
Bütün bu açıklamaya çalıştığımız sebeplerle, söz konusu düzenleme
Anayasal dayanaktan yoksundur ve açıklamaya çalıştığımız sebeplerle Anayasa’nın
2., 13., 36. ve 125. maddelerine açıkça aykırıdır.
6-)
21.2.2014 günlü 6526 sayılı “Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu İle
Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un 18. maddesinin tamamı olan:
“MADDE 18-2577
sayılı Kanunun 28 inci maddesinin (1) numaralı fıkrasına aşağıdaki cümleler
eklenmiş ve (4) numaralı fıkrası aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
“Kamu görevlileri hakkında tesis edilen atama, görevden
alma, göreve son verme, naklen veya vekâleten atama, yer değiştirme, görev ve
unvan değişikliği işlemleriyle ilgili olarak verilen iptal ve yürütmenin
durdurulmasına ilişkin mahkeme kararlarının gereği; dava konusu edilen kadronun
boş olması hâlinde bu kadroya, boş olmaması hâlinde ise aynı kurumda kazanılmış
hak aylık derecesine uygun başka bir kadroya atanmak suretiyle yerine
getirilir. Eski kadro ile atandığı yeni kadro arasında mali haklar bakımından
bir fark bulunması durumunda, bu fark 14/7/1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet
Memurları Kanununun 91 inci maddesinin ikinci fıkrasında düzenlenen usul ve
esaslar çerçevesinde ödenir.”
“4. Mahkeme kararlarının süresi içinde kamu görevlilerince
yerine getirilmemesi hâlinde tazminat davası ancak ilgili idare aleyhine
açılabilir.”
Hükmünün
Anayasa’ya aykırılığı nedeniyle iptal gerekçesi:
a-) 6526 sayılı Kanunun 18. maddesi ile 2577 sayılı Kanunun 28.
maddesinin (1) numaralı fıkrasına eklenen cümlelerin Anayasa’ya aykırılığı:
2577
sayılı Kanunda yapılan değişikliğin gerekçesi, verilen bir önergede; kamu
görevlileri hakkında tesis edilen atama, yer değiştirme, görev ve unvan
değişikliği işlemleriyle ilgili olarak idarî yargı merciilerince verilen iptal
ve yürütmenin durdurulması kararlarının yerine getirilme usûlü ile bu
kapsamdakilerin mâlî haklarının korunmasına ilişkin olduğu belirtilmiştir.
Günümüz
modern hukuk devletinde, kamu yararını gerçekleştirmek için kamu gücünü
kullanma yetkisine sahip olan idarenin, hukuk kurallarıyla bağlı kalmasının
sağlanmasında; bağımsız yargı organlarınca denetimi büyük öneme sahiptir. Yargı
denetimi, yönetilenlerin temel hak ve özgürlüklerinin korunması, yönetenlerin
ise hukuka uygun davranması için zorunlu kabul edilmektedir. Bu nedenle, hukuk
devletinde yargı denetiminden vazgeçilemez.
Ancak,
hukuk devletinden söz edebilmek için idarenin bağımsız yargı organlarınca
denetimi yeterli olmayıp, aynı zamanda idarî yargı organlarınca verilen
kararların idare tarafından uygulanması da gerekmektedir. İşte bu nedenle,
yasama ve yürütme organları ile idarenin, mahkeme kararlarını hiçbir suretle
değiştiremeyecekleri, bunların yerine getirmesini geciktiremeyecekleri,
Anayasal bir kural olarak öngörülmüştür.
Modern
bir hukuk devletinde en üst sözleşme niteliğindeki Anayasa kuralları, buyurucu
ve bağlayıcı temel hukuk kurallarıdır. Anayasa kurallarının gereği olarak,
mahkeme kararlarının geciktirilmeksizin ve aynen yerine getirilmesi; doğru,
haklı gibi niteliklere sahip olması koşulu aranmaksızın, yalnızca yargı kararı
oldukları için zorunludur. İnsan hak ve özgürlüklerini, sosyal adaleti,
toplumun huzur ve refahını gerçekleştirmeyi ve güvence altına almayı amaçlamış
demokratik bir hukuk devletinde, Anayasa ve hukuk kurallarına rağmen bir yargı kararının
yerine getirilmemesi, söz konusu hukukî düzenlemeleri kâğıt üzerinde bırakacak
ve değersiz kılacaktır.
Anayasa’nın
2. maddesinde; Türkiye Cumhuriyetinin bir hukuk devleti olduğu, 11. maddesinde;
Anayasa hükümlerinin, yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını
ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralları olduğu, kanunların
Anayasaya aykırı olamayacağı, 36. maddesinde; herkesin meşru vasıta ve
yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak
iddia ve savunma ile âdil yargılanma hakkına sahip olduğu, 125. maddesinin
birinci fıkrasında, idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun
açık olduğu, beşinci ve altıncı fıkralarında; idarî işlemin uygulanması halinde
telâfisi güç ve imkânsız zararların doğması ve idarî işlemin açıkça hukuka
aykırı olması şartlarının birlikte gerçekleşmesi durumunda gerekçe gösterilerek
yürütmenin durdurulmasına karar verilebileceği; olağanüstü hallerde,
sıkıyönetim, seferberlik ve savaş halinde ayrıca milli güvenlik, kamu düzeni,
genel sağlık nedenleri ile kanunla yürütmenin durdurulması kararı verilmesinin
sınırlanabileceği, 138. maddesinin son fıkrasında ise; yasama ve yürütme
organları ile idarenin, mahkeme kararlarına uymak zorunda olduğu; bu organlar
ve idarenin, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremeyeceği ve bunların
yerine getirmesini geciktiremeyeceği hükme bağlanmıştır.
Diğer
taraftan, iç hukukumuzda da bağlayıcılığı kabul edilen Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin 6/1. maddesinde; herkesin medenî hak ve yükümlülüklerinin karara
bağlanmasını bir yargı yerinden isteme hakkına sahip olduğu belirtilmiştir.
Başta,
Anayasa ve AİHS olmak üzere kanunların bağlayıcılığı ve hukukun üstünlüğü
değerleri etrafında şekillenen hukuk devleti ilkesinin gerekleri arasında, en
başta idarenin işlemlerinin yargısal denetimi ve bu denetim sonucunda özellikle
yargı kararlarının uygulanması vazgeçilmez bir öneme sahiptir.
Kuşkusuz,
yargı kararlarının uygulanması, etkin bir yargısal korumanın, hukuk devletinin
ve hukukî güvenlik ilkesinin de temel göstergelerindendir. Bu çerçevede,
Anayasa’nın 36. maddesi ile AİHS’nin 6. maddesinde güvence altına alınan âdil
yargılanma hakkına, yargı kararlarının yerine getirilmesini sağlama
yükümlülüğünün de dâhil olduğunda kuşku bulunmamaktadır.
Anayasa
Mahkemesi’nin 27.9.2012 gün ve E.2012/22, K.2012/133 sayılı Kararında da
vurgulandığı gibi; Anayasa’nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti; eylem ve
işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasaya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun
üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir.
Hukukun ve adaletin en somut yansıması olan mahkeme kararlarının uygulanması,
“hukuk devleti” ilkesi ve onun vazgeçilmez koşullarından biri olan “hukuka
bağlı idare” anlayışının bir gereğidir.
Yüksek
Mahkeme anılan kararında; Anayasa’nın 138. maddesinin dördüncü fıkrasındaki,
“Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır;
bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve
bunların yerine getirmesini geciktiremez.” hükmü uyarınca, kamu görevlilerinin
de mahkeme kararlarını yerine getirmek zorunda olup, bu konuda seçim haklarının
bulunmadığı; kaldı ki, mahkeme kararlarını kasten yerine getirmeyen memur ve
diğer kamu görevlilerinin eylemlerinin suç oluşturduğu; bu bağlamda,
Anayasa’nın 138. maddesinin dördüncü fıkrası uyarınca mahkeme kararlarını
uygulayıp uygulamama konusunda seçim hakkı bulunmayan kamu görevlilerinin,
yargı kararlarını kasten yerine getirmeme eylemlerinin, Anayasa’nın 129.
maddesinin beşinci fıkrası kapsamında değerlendirilemeyeceğine karar vermiştir.
Danıştay’ın
istikrar kazanan kararlarında da, Anayasa’nın 2. maddesinde ye alan “hukuk
devleti” ilkesinin doğal sonucu olarak, yasama ve yürütme organları ile
idarenin, mahkeme kararlarına uymak zorunda olduğu, bu organlar ile idarenin
mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremeyecekleri ve bunların yerine
getirmesini geciktiremeyecekleri; 2577 sayılı İdari Yargılama Usûlü Kanunu’nun
28. maddesinde ise, idarenin, mahkemenin esas ve yürütmenin durdurulmasına
ilişkin kararlarının icaplarına göre, gecikmeksizin işlem tesis etmeye veya
eylemde bulunmaya mecbur olduğu vurgulanmıştır.
Türk
hukuk doktrininde, hukuk devleti tanımlarının ortak noktasını, üstün devlet
kudretinin zorlayıcılığına karşı bireylerin temel hak ve özgürlüklerinin
korunması, kamu kudretinin sınırlandırılması ve denetlenmesi oluşturmaktadır.
Ayrıca, hukuk devleti ilkesini gerçekleştirmenin en etkili araçlarından birisi,
idarenin işlemlerine karşı açılan iptal davaları olduğu kabul edilmekte olup;
gerçek bir hukuk devletinde yargı kararlarının uygulanmamasından söz
edilebilmesi mümkün olmadığı gibi, yargı kararlarının uygulanmasının zorunlu
olduğunun belirtilmesine de gerek bulunmamaktadır. Mahkeme kararlarının
uygulanması, “hukuk devleti” ilkesinin doğal bir sonucudur.
Ülkemizde
yargı kararlarının, özellikle idarî yargı yerlerince verilen iptal kararlarının
uygulanmasında, yükümlülüğün davada haksız çıkan davalı konumunda olan idareye
ait olması, öte yandan iptal hükmü verilen tasarrufun idare içinde yer alan ve
hiyerarşik olarak en üstte bulunan ve bir kısmı siyasî nitelikli kamu
görevlilerinin bizzat ya da direktifleri ile gerçekleştirilmesi nedenleriyle
sorunlar yaşandığı da açıktır. Ayrıca, tesis edilen işlem ile iptal kararının
verildiği zaman aralığı da, hukuka aykırı bulunarak iptal edilen işlemin hukuk
âleminde hiç varlık kazanmamış gibi önceki durumun sağlanmasını güçleştiren
önemli bir faktör olabilmektedir. Ancak, yargı kararlarının çok açık
imkânsızlık halleri dışında uygulanmaması, Anayasa Mahkemesi’nin yukarıda
anılan Kararında da vurgulandığı gibi, Anayasal bir emrin ihlâli olarak
-tartışmasız- suçtur. Cezaî anlamda olduğu gibi, disiplin ve mâlî yönlerden de
sorumluluk gerektirmektedir.
Bu
açıklamalar ışığında dava konusu olaya baktığımızda, 6256 sayılı Kanunun 18.
maddesiyle 2577 sayılı İdari Yargılama Usûlü Kanunu’nun 28. maddesinin 1.
fıkrasına eklenen cümlenin yürürlüğe girmesiyle birlikte; kamu görevlileri
hakkında tesis edilen atama, yer değiştirme, görev ve unvan değişikliği
işlemleriyle ilgili olarak verilen iptal ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin
mahkeme kararlarının gereği; dava konusu edilen kadronun boş olması halinde bu
kadroya, boş olmaması halinde ise aynı kurumda kazanılmış hak aylık ve
derecesine uygun başka bir kadroya atanmak suretiyle yerine getirileceği kurala
bağlanmıştır.
Bu
değişiklikle; hukuka aykırı olarak görevinden alınan bir kamu görevlisinin
yerine aynı kadroya başka bir kişinin atanması durumunda, İdare Mahkemesince
verilen kararın uygulanma imkânı da kalmayacaktır. Uygulamada, idare tarafından
genelde boşalan kadro veya göreve hemen başka bir kişinin atandığı göz önünde
bulundurulduğunda, bu düzenlemeyle, yargı kararlarının uygulanması şeklî
düzeyde kalacaktır. Bu nedenle, getirilen düzenleme, yukarıda yer verilen
Anayasa’nın 2. maddesinde ifadesini bulan “hukuk devleti” ilkesinin temel
nitelikleri ile 138. maddesinde öngörülen “mahkemelerin bağımsızlığı” ilkesine
aykırılık oluşturmaktadır.
Hukuk
devleti; eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve
özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup
bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan,
Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine
açık olan devlettir. Hukukun ve adaletin en somut yansıması olan mahkeme
kararlarının uygulanması, “hukuk devleti” ilkesi ve onun vazgeçilmez
koşullarından biri olan “hukuka bağlı idare” anlayışının bir gereğidir.
6526
sayılı Kanunun 18. maddesi ile getirilen değişikliğe göre, kamu görevlileri
hakkında tesis edilen atama, görevden alma, göreve son verme, naklen veya
vekâleten atama, yer değişikliği, görev ve unvan değişikliği işlemleriyle
ilgili olarak verilen iptal ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin mahkeme
kararlarının gereğinin yerine getirilmesi, Anayasa’nın 138. maddesinin son
fıkrasına aykırı bir şekilde bir kısım koşullara bağlanmıştır.
Buna
göre, mahkeme kararlarının gereğinin, dava konusu edilen kadronun boş olması
halinde bu kadroya, boş olmaması halinde ise aynı kurumda kazanılmış hak aylık
ve derecesine uygun başka bir kadroya atanma suretiyle yerine getirileceği
öngörülmüştür.
Anayasa’nın
138. maddesinin son fıkrasında; “Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme
kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir
suretle değiştiremez ve bunların yerine getirmesini geciktiremez.” hükmüne yer
verilmiştir.
Oysa,
6526 sayılı Kanunun 18. maddesi ile yapılan değişiklikle bu kuraldan
sapılmakta, mahkeme kararlarının gereğinin yerine getirilmesinin zorunlu olduğu
yönündeki Anayasal düzenlemenin dışına çıkılmakta, yeni koşullar ileri
sürülerek mahkeme kararlarının değiştirilmesinin veya uygulanmamasının önü
açılmaktadır.
Yine,
Anayasa’nın 125. maddesinde; idarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı
yargı yolunun açık olduğu belirtilmiştir. Örneğin, bir memurun atama işlemine
karşı açtığı davada mahkemece verilen yürütmenin durdurulması isteminin kabulü
veya iptal kararının doğal sonucu, ilgilinin önceki görevine dönmesidir.
İlgilinin eski görevine dönme sonucunu doğurmayacak şekilde düzenleme
yapılması, yargı kararının bertaraf edilmesi sonucunu doğurur ve bu durum, kamu
görevlisinin açtığı davadan elde edeceği hukukî kazanımdan yararlanamaması
anlamına gelir. 6526 sayılı Kanunun 18. maddesiyle yapılan kanun
değişikliğiyle, dava açılmasının bir anlamı kalmayacak; dolayısıyla, idarenin
her türlü eylem ve işlemine karşı yargı yolunun açık olduğu yönündeki Anayasal
düzenleme de işlevsiz hâle gelecektir.
İlgililerin
atama ve benzeri işlemlere karşı dava açmalarının nedeni, işlemden önceki
görevden alınmalarının hukuka aykırı olduğunu ispat etmek ve yargı kararı
sonucunda söz konusu görevlerine dönebilmelerini sağlamaktır. Danıştay
içtihatları ve idare hukuku ilkelerine göre, iptal davalarının doğurduğu hukukî
sonuç da, iptal edilen işlemin hukuk âleminde doğmamış olması ve hiç tesis
edilmemiş gibi kabul edilmesidir. İdarî işlemin mevcut olmadığını kabul
ettiğimizde, idarece yapılacak işlem de, ilgilinin eski görevine aynen ve
geciktirilmeksizin iade edilmesi olacaktır.
Nitekim,
Anayasa’nın 138. maddesinin son fıkrasındaki hüküm de bunu emretmektedir.
Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır.
Yürütme organı ile idarenin yanı sıra yasama organının da, birtakım
düzenlemelerle, mahkeme kararlarını değiştirecek mâhiyette ve yargı kararının
uygulanmasının bertarâf edilmesini doğuracak şekilde yasal düzenleme yapması,
Anayasa’nın 125. maddesi ile 138. maddesinin son fıkrasına açıkça aykırılık
oluşturmaktadır.
6526
sayılı Kanunun 18. maddesi ile 2577 sayılı Kanunun 28. maddesinin birinci
fıkrasına eklenen ikinci cümle olan “Eski
kadro ile atandığı yeni kadro arasında mali haklar bakımından bir fark bulunması
durumunda, bu fark 14/7/1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun
91 inci maddesinin ikinci fıkrasında düzenlenen usul ve esaslar çerçevesinde
ödenir.” cümlesinin Anayasa’ya aykırılığına gelince:
Bu düzenleme ile, hakkında tesis edilen atama, görevden
alma, göreve son verme, naklen veya vekâleten atama, yer değiştirme, görev ve
unvan değişikliği işlemleriyle ilgili olarak verilen iptal ve yürütmenin
durdurulmasına ilişkin mahkeme kararlarının gereği; dava konusu edilen kadronun
boş olmaması hâlinde aynı kurumda kazanılmış hak aylık derecesine uygun başka
bir kadroya atanmak suretiyle yerine getirilen herhangi bir kamu görevlisinin,
eski kadrosu ile yeni atandığı kadro arasında malî hakları bakımından arada bir
fark bulunması durumunda, bu farkın 657 sayılı Devlet Memurları Kanununun 91.
maddesinin ikinci fıkrasında düzenlenen usûl ve esaslar çerçevesinde ödeneceği
hükme bağlanmaktadır.
Şüphesiz, az yukarıda, dava dilekçemizin (6) numaralı
madde başlığı altında, 6526 sayılı Kanunun 18. maddesiyle 2577 sayılı Kanunun
28. maddesinin birinci fıkrasına eklenen birinci cümlesi hakkında ileri
sürdüğümüz bütün Anayasa’ya aykırılık gerekçeleri, iş bu ikinci cümle için de
aynen geçerlidir. Zirâ, 6526 sayılı Kanunun 18. maddesiyle 2577 sayılı Kanunun 28.
maddesinin birinci fıkrasına eklenen birinci cümle ile ikinci cümle arasında
-âdetâ- “organik” bir bağ mevcuttur; ikinci cümle olmaksızın birinci cümle
başlıbaşına varlığını sürdürebilir; ancak, birinci cümlenin varlığı söz konusu
olmaksızın, ikinci cümle başlıbaşına varlığını sürdüremez. Öyle ise, dava
konusu yaptığımız 6526 sayılı Kanunun 18. maddesinin ikinci paragrafında yer
alan birinci cümle hakkında az yukarıda ileri sürdüğümüz Anayasa’ya aykırılık
gerekçeleri, aynı paragrafın ikinci cümlesi için de aynen geçerli olacaktır.
Diğer yandan -yüksek malûmları olduğu üzere-, 6216 sayılı
Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanunun “Dosya
üzerinden inceleme ve gerekçeye bağlı olmama” başlığını taşıyan 43. maddesinin
(4) numaralı fıkrası aynen şu hükmü âmirdir:
“Başvuru, kanunun,
kanun hükmünde kararnamenin veya Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün
sadece belirli madde veya hükümleri aleyhine yapılmış olup da, bu madde veya
hükümlerin iptali kanunun, kanun hükmünde kararnamenin veya Türkiye Büyük
Millet Meclisi İçtüzüğünün diğer bazı hükümlerinin veya tamamının
uygulanamaması sonucunu doğuruyorsa, keyfiyeti gerekçesinde belirtmek şartıyla
Mahkeme, uygulama kabiliyeti kalmayan kanunun, kanun hükmünde kararnamenin veya
Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğünün bahis konusu öteki hükümlerinin veya
tümünün iptaline karar verebilir.”
Dava
konusu yapılan 6526 sayılı Kanun hükümlerinden, dava dilekçemizin iş bu
bölümünde Anayasa’ya aykırılık gerekçeleri tasrih olunan 18. maddesinin ikinci
paragrafının birinci cümlesi olan “Kamu
görevlileri hakkında tesis edilen atama, görevden alma, göreve son verme,
naklen veya vekâleten atama, yer değiştirme, görev ve unvan değişikliği
işlemleriyle ilgili olarak verilen iptal ve yürütmenin durdurulmasına ilişkin
mahkeme kararlarının gereği; dava konusu edilen kadronun boş olması hâlinde bu
kadroya, boş olmaması hâlinde ise aynı kurumda kazanılmış hak aylık derecesine
uygun başka bir kadroya atanmak suretiyle yerine getirilir.” hükmünün iptali, 6526 sayılı Kanunun 18. maddesinin
ikinci paragrafının ikinci cümlesi olan “Eski
kadro ile atandığı yeni kadro arasında mali haklar bakımından bir fark
bulunması durumunda, bu fark 14/7/1965 tarihli ve 657 sayılı Devlet Memurları
Kanununun 91 inci maddesinin ikinci fıkrasında düzenlenen usul ve esaslar
çerçevesinde ödenir.” hükmünün uygulanamaması sonucunu doğuracaktır. Bu durumda
-şüphesiz, takdir Yüksek Mahkemenize ait olmak üzere- 6216 sayılı Kanunun
yukarıda anılan 43. maddesinin (4) numaralı fıkrası gereğince, 6526 sayılı
Kanunun 18. maddesinin birinci cümlesinin iptal başvurumuz doğrultusunda iptali
hâlinde, uygulama kabiliyeti kalmayan ikinci cümlesinin de iptaline karar
verilmesi gerekecektir.
Bütün bu nedenlerle, 21.2.2014 günlü 6526 sayılı “Terörle Mücadele
Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun”un 18. maddesinin ikinci paragrafı ile 2577 sayılı Kanunun 28 inci maddesinin (1) numaralı
fıkrasına eklenen her iki cümlenin öngördüğü düzenlemeler
Anayasal dayanaktan yoksundur ve açıklamaya çalıştığımız sebeplerle Anayasa’nın
2., 125. maddeleri ile 138. maddesinin döndüncü (son) fıkrası hükümlerine
açıkça aykırıdır.
b-) 6526 sayılı Kanunun 18. maddesi ile 2577 sayılı Kanunun 28.
maddesi ile değiştirilen (4) numaralı fıkrasının Anayasa’ya aykırılığı:
2577
sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 28. maddesinin 4. fıkrasında; “Mahkeme
kararlarının otuz gün içinde kamu görevlilerince kasten yerine getirilmemesi
halinde ilgili, idare aleyhine dava açabileceği gibi, kararı yerine getirmeyen
kamu görevlisi aleyhine de tazminat davası açılabilir.” hükmüne yer verilmekte
iken; 6526 sayılı Kanun”un 18. maddesi ile 2577 sayılı Kanunun 28. maddesinin
4. fıkrası, “Mahkeme kararlarının süresi
içinde kamu görevlilerince yerine getirilmemesi hâlinde tazminat davası ancak
ilgili idare aleyhine açılabilir.” şeklinde
değiştirilmektedir.
Bununla
birlikte, kamu görevlilerinin hizmet içinde ve hatta hizmetle ilgili bazı
kusurlu davranışları, gerek öğretide, gerekse yargı içtihatlarında kişisel
kusur olarak nitelendirilmektedir (GÜNDAY, a.g.e., sh.374).
Bu
kusurlu davaranışlardan biri de, yargı kararlarına uymamadır. Yargı kararlarına
uymamanın ilgili kamu görevlisinin kişisel kusuru olduğu kabul edilmektedir.
Nitekim, Yargıtay İçtihadı Birleştirme Büyük Genel Kurulu’nun 24.9.1979 gün ve
E:1978/7, K:1979/2 sayılı Kararında, Danıştay’ca verilen yürütmenin
durdurulması ve iptal kararlarının bu kararları uygulama durumunda bulunan
bakan ya da öteki kamu görevlilerince uygulanmamasının kişisel kusuru
oluşturacağı belirtilmiştir.
2577
sayılı Kanun’un 28. maddesinin 4. fıkrasında da yukarıda belirtilen içtihat
benimsenmiş ve bu nedenle yargı kararını kasten yerine getirmeyerek kişisel
kusur işleyen kamu görevlisine karşı da tazminat davası açılması öngörülmüş
iken, yargısal içtihatlara tamamen aykırı biçimde, “Mahkeme kararlarının süresi
içinde kamu görevlilerince yerine getirilmemesi halinde de tazminat davası
ancak idare aleyhine açılabilir.” şekline dönüşmüştür.
Zirâ,
Anayasa Mahkemesi kararlarında da belirtildiği üzere; Anayasa’nın 2. maddesinde
belirtilen hukuk devleti, eylem ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına
saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir
hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek sürdüren, Anayasa’ya aykırı durum ve
tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan,
yargı denetimine açık olan devlettir. Hukukun ve adaletin en somut yansıması
olan mahkeme kararlarının uygulanması, “hukuk devleti” ilkesi ve onun
vazgeçilmez koşullarından biri olan “hukuka bağlı idare” anlayışının gereğidir.
Esâsen,
AİHM’in “Süzer” kararında, Türkiye’nin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin mal
ve mülkiyetin korunmasıyla ilgili 1. protokolünün 1. maddesini ihlal ettiğine
karar vererek, demokratik bir toplumda yargı kararlarının uygulanmamasının söz
konusu olamayacağı, bunun tek istisnasının hukukî veya fiilî olanaksızlık
olduğu belirtilmiştir (http://www.suzer.com.tr/press/Turkiye_24102012.jpg).
Ayrıca,
bu yönde yapılacak bir düzenleme, kamu görevlilerinin keyfî olarak mahkeme
kararlarını yerine getirmemelerini önleyici, dolayısıyla hukuk devleti ilkesi
için gerekliliği açık olan bir koruma mekanizmasının kaldırılması anlamına da
gelmektedir. Dolayısı ile, 6526 sayılı Kanunun 18. maddesi uyarınca 2577 sayılı
Kanunun 28. maddesinin (4) numaralı fıkrasını değiştiren düzenleme, mahkeme
kararlarını süresi içerisinde yerine getirmeyen kamu görevlilerine karşı dava
açılabilmesini engellemek suretiyle, Anayasa’nın 2. maddesinde ifadesini bulan
“Hukuk devleti” ilkesinin varlığı için gerekli olan ve kamu görevlileri
tarafından mahkeme kararlarının keyfî olarak yerine getirmemelerinin önündeki
koruma mekanizmasından da vazgeçilmesine yol açacaktır.
6526
sayılı Kanunun 18. maddesi ile yapılan değişikliğin hukuk devleti ilkesine ve
dolayısıyla Anayasa’ya aykırı olduğunun göstergesi, Yargıtay 4. Hukuk
Dairesinin, 2577 sayılı Kanun’un 28. maddesinin 4. fıkrasında yer alan; “...
kararı yerine getirmeyen kamu görevlisi aleyhine de tazminat davası
açılabilir.” ibâresinin, Anayasa’nın 129. maddesine aykırı olduğu savıyla
iptali istemiyle yaptığı başvurusu üzerine Anayasa Mahkemesi’nce verilen ve
aşağıda belirtilen Kararıdır.
Yargıtay
4. Hukuk Dairesinin başvuru kararında; “Anayasa’nın 129. maddesinin beşinci
fıkrasında, memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanmalarından kaynaklanan
zararlar nedeniyle kendilerine tazminat davası açılamayacağının belirtildiği,
Anayasa’da bunun istisnasının da düzenlenmediği, ancak, itiraz konusu ibare ile
Anayasa’nın bu hükmünün aksine kamu görevlisine karşı dava açma hakkının
tanındığı, bu nedenle, itiraz konusu ibarenin Anayasa’nın 129. maddesinin
beşinci fıkrasına aykırı olduğu ileri sürülmüştür.”
Başvuruyu
inceleyen Anayasa Mahkemesi ise; 27.9.2012 tarihli ve E:2012/22, K:2012/133
sayılı kararında (11.12.2013 tarihli ve 28494 sayılı Resmi Gazete), hukukun ve
adaletin en somut yansıması olan mahkeme kararlarının uygulanmasının, hukuk
devleti ilkesi ve onun vazgeçilmez koşullarından biri olan hukuka bağlı idare
anlayışının gereği olduğuna vurgu yaparak, kamu görevlilerinin de mahkeme kararlarını
yerine getirmek zorunda olduğu ve bu konuda seçim hakları bulunmadığını; kaldı
ki, mahkeme kararlarını kasten yerine getirmeyen memur ve diğer kamu
görevlilerinin eylemlerinin suç oluşturduğunu belirtmiştir.
Mahkeme,
“Anayasa’nın 138. maddesinin dördüncü fıkrası uyarınca mahkeme kararlarını
uygulayıp uygulamama konusunda seçim hakkı bulunmayan kamu görevlilerinin,
yargı kararlarını kasten yerine getirmeme eylemleri, Anayasa’nın 129.
maddesinin beşinci fıkrası kapsamında değildir.” gerekçesine de yer vererek
2577 sayılı Kanun’un 28. maddesinin 4. fıkrasında yer alan; “...kararı yerine
getirmeyen kamu görevlisi aleyhine de tazminat davası açılabilir.” ibâresini
Anayasaya aykırı bulmamıştır.
Sonuç
olarak, 6526 sayılı Kanunun 18. maddesi ile 2577 sayılı Kanununun 28.
maddesinin dördüncü fıkrasında yapılan değişiklik Anayasal dayanaktan mahrumdur
ve Anayasa’nın 2. maddesindeki “hukuk devleti” ilkesi başta olmak üzere,
yargısal içtihatlara bütünüyle aykırı olup, kamu görevlileri tarafından mahkeme
kararlarının keyfî olarak yerine getirmemelerinin önündeki koruyucu mekanizmayı
da tamamen ortadan kaldırmaktadır.
V.
YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ
Yüksek
mâlûmları olduğu üzere, Kamu Hukukunda yürütmeyi durdurma kararı verilebilmesi
için, yasal bir düzenlemenin uygulanması halinde telâfisi güç veya imkânsız
zararların doğması ve bu yasal düzenlemenin açıkça hukuka aykırı olması
şartlarının birlikte gerçekleşmesi gerekmektedir. Dava konusu olayda, 21.2.2014
tarihli ve 6526 sayılı Kanun’un 10., 12., 13., 14., 17. ve 18. maddelerinin
iptallerini talep ettiğimiz hükümleri yönünden, bu iki şart birlikte gerçekleşmiştir.
Zirâ,
6526 sayılı Kanunun öngördüğü düzenlemeler ile Türk Ceza Kanununda tanımlanan
“Suç işlemek amacıyla örgüt kurma” suçu bakımından artık, 5271 sayılı Ceza
Muhakemesi Kanununun 128. maddesinde düzenlenen “Taşınmazlara, hak ve
alacaklara elkoyma” tedbirine; 135. maddesinde düzenlenen “Telekomünikasyon
yoluyla iletişimin tesbiti, dinlenmesi ve kayda alınması” tedbirine; 140.
maddesinde düzenlenen “Teknik araçlarla izleme” tedbirine başvurulamayacaktır.
6526 sayılı Kanunun yürürlüğe girmesiyle birlikte 5271 sayılı CMK’nun 128.
maddesinin ikinci fıkrasının (a) bendinin (10) numaralı alt bendinin; 135.
maddesinin altıncı fıkrasının (a) bendinin mevcut (8) numaralı alt bendinin;
140. maddesinin birinci fıkrasının (a) bendinin mevcut (5) numaralı alt
bendinin yürürlükten kaldırılmasıyla, örgütlü suçlarla mücadele nerede ise
imkânsız hâle gelmektedir. Başka bir değişle, “suç işlemek amacıyla örgüt kuran”
fâiller, 5271 sayılı CMK’nun 128., 135. ve 140. maddelerinde öngörülen koruma
tedbirlerinden muaf tutulmakta ve -âdetâ- ödüllendirilmektedir.
Şüphesiz,
ceza muhakemesi alanında getirilen bu düzenlemeler ile, Türk Ceza Kanununun
220. maddesinde tanımlanan “Suç işlemek amacıyla örgüt kurma” suçu ile etkin
mücadele imkânı kalmamakta ve daha hafif bir suç işleyen şüpheli veya sanıklar
için -örneğin, “Hırsızlık” suçu- anılan koruma tedbirine başvurabilme imkânı devam
etmekte iken, daha ağır bir suç olan ve TCK’nda daha ağır bir cezayı gerektiren
“Suç işlemek amacıyla örgüt kurma” suçunun fâilleri için aynı koruma
tedbirlerinin uygulanabilme imkânı ortadan kalkmaktadır.
Diğer
yandan, 6526 sayılı Kanunla 5271 sayılı CMK.nun 128., 135., 139. ve 140.
maddelerine getirilen yeni düzenlemelerle, anılan maddelerde öngörülen koruma
tedbirlerine karar verebilme yetkisi “hâkimlerden ve gecikmesinde sakınca
bulunan hallerde Cumhuriyet savcısından” alınarak, “ağır ceza mahkemeleri”ne
verilmekte; bununla da yetinilmeyerek, ceza muhakemesi hukukunun bütün ilke ve
uygulamalarıyla tamamen tezat teşkil eder biçimde, ağır ceza mahkemelerinin bu
tedbirlere karar verilebilmeleri “oybirliği” koşuluna bağlanmaktadır. Kezâ,
itiraz üzerine bu tedbirlere karar verilebilmesi için de “oybirliği” şartının
aranacağı hükme bağlanmaktadır.
Böylesi
bir uygulama, muhakeme (yargılama) ilkelerine, tekniğine ve tatbikâtına tamamen
aykırıdır. Bunun yanında, böyle bir düzenleme, suçlarla mücadele edilmesinde
çok önemli bir handikap oluşturmakta olup, suçla mücadelede bireyin hak ve
özgürlüğü arasındaki dengeyi bozucu nitelikte ve yargı organının gücünü ve
etkinliğini azaltacak mâhiyettedir. 6526 sayılı Kanunla, bir yandan özel
yetkili mahkemeler kaldırılırken, bir yandan da koruma tedbirlerine karar
verebilme yetkisi tabiî hâkim ilkesinden uzaklaşarak hâkim ve Cumhuriyet
savcılarının elinden alınıp ağır ceza mahkemelerine verilmekte; yâni, bu
tedbirler açısından -bir anlamda- yeni “özel yetkili mahkemeler” kurulmaktadır.
Böylesi bir düzenleme, 6526 sayılı Kanunun öngördüğü düzenlemeler bakımından
kendi içerisinde çelişkiye düştüğünü göstermektedir.
Ayrıca,
6526 sayılı Kanunla 5271 sayılı CMK.nun 128. maddesinde yapılan bir
değişiklikle, elkoyma kararı alınabilmesi,
ilgisine göre Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu, Sermaye Piyasası
Kurulu, Mali Suçları Araştırma Kurulu, Hazine Müsteşarlığı ve Kamu Gözetimi,
Muhasebe ve Denetim Standartları Kurumundan, suçtan elde edilen değere ilişkin
rapor alınması şartına bağlanmıştır. Böylesi bir düzenleme ile, soruşturmanın
bir evresi (suçtan elde edilen değere ilişkin rapor aldırılmasına yönelik
yargılama faaliyeti) yürütme organına yakın ve bu nedenle objektif, tarafsız ve
bağımsız olmaları kendilerinden beklenilemeyen yargılama-dışı bir takım
kurumlara bırakılması, soruşturmanın selâmetine zarar verici mâhiyettedir.
Burada, Cumhuriyet savcısının yetki alanı sınırlandırılmakta ve özellikle 5271
sayılı CMK.nun 157/1. maddesinde hükme bağlanan “Soruşturmanın gizliliği”
prensibi haleldâr olmaktadır. Kaldı ki, elkoyma tedbiri için aldırılacak
raporun beklenmesi sürecinde, soruşturma konusu malvarlıklarının soruşturma /
kovuşturma makamlarından kaçırılma ihtimâli her zaman için söz konusudur.
Bütün bunların yanında, 6526 sayılı Kanunla getirilen
düzenlemede, ilgili kurumlardan rapor aldırılmasının en geç üç ay içinde
hazırlanacağı, özel sebepler zorunlu kıldığında bu sürenin iki ay daha
uzatılabileceği yolunda süreler öngörülmesi, adı geçen kurumların Türkiye’nin
her tarafından gelecek rapor taleplerini kısa sürelerde hazırlayamayacakları
vâkıâsı nazara alındığında, suçtan elde edilen malvarlıklarının kolayca elden
çıkartılması sonucunu doğurabilecektir. Dahası, soruşturma evresinde,
kurumlar-arası yazışma gerektiren süreçte, “soruşturmanın gizliliği” ilkesi
zedelenecek ve böylece güvenli ve sağlıklı bir ortam sağlanamayacaktır.
Diğer yandan, 6526 sayılı Kanunun 17. maddesi ile 2577 sayılı
Kanunun 27. maddesine getirilen yeni düzenleme, yargılamanın herhangi bir
aşamasında “yürütmenin durdurulması” kararı verilmesini ortadan kaldırmaktadır.
Mahkemenin, yargılama sırasında açıkça hukuka aykırı olduğunu tesbit ettiği bir
işlem hakkında yürütmenin durdurulması kararı verememesi, hukuka aykırı olan
işlemin hukuk âleminde varlığını bir süre daha sürdürmesine sebebiyet
verecektir. Bu durum ise, “hukukun üstünlüğü” ilkesinin tamamen çiğnenmesi
anlamına gelmektedir.
Öte yandan, 6526 sayılı Kanunun 17.
maddesinde öngörülen hüküm, Anayasa’nın 36. maddesinde düzenlenen “hak arama
özgürlüğü”nü sınırlayan bir hüküm içerdiği gibi, naklen atama, görevlendirme
gibi idarî kararlar, açıkça hukuka aykırı olsa ve telâfisi güç veya imkânsız
zararların meydana geleceği anlaşılsa bile, yargı organınca yürütmenin
durdurulması kararı verilemesi durumunda, idarî makamlarca tesis edilen ve
hukuka açıkça aykırı olduğu ilk aşamada anlaşılan kararların, hukuk âleminde
bir süre daha varlığını sürdürmesine yol açacaktır. Böyle bir durumun, başka
bir deyişle, hukuka aykırı kararların hukuk âleminde yürürlüklerinin sürmesine
izin vermenin, kamu düzenine ve kamu yararına da aykırı olacağı kuşkusuzdur.
Atama ve görevlendirme işlemlerinin, diğer kanunlara göre tesis
edilen idarî işlemlerden herhangi bir farkı bulunmamaktadır. Zirâ, genellikle
her idarî işlemin kamu düzeni ile doğrudan veya dolaylı bir şekilde ilgisi
vardır. Bu itibarla, idarî işlemler aleyhine idarî yargı mercilerinde açılacak
iptal davalarında, Anayasa ve 2577 sayılı Kanunda sayılan şartların varlığının
mahkemece tespit edilmesi halinde, yürütmenin durdurulması kararı
verilebilmelidir. 6526 sayılı Kanunun 17. maddesi uyarınca 2577 sayılı İdari
Yargılama Usulü Kanununun 27. maddesinin (2) numaralı fıkrasının ikinci
cümlesinden sonra getirilen düzenleme ile bazı davalar için idarenin savunması
alınmadan yürütmenin durdurulması kararı verilememesi, hakkın özünü zedeleyen
bir durum olduğu gibi, idarî yargının en güçlü araçlarından birinin elinden
alınması suretiyle yargısal denetimin kısıtlanmasına da yol açmaktadır.
6526
sayılı Kanunun 17. maddesi ile getirilen düzenlemede, hangi gerekçelerle atama,
görevlendirme gibi işlemlerde savunma alınmadan yürütmenin durdurulması kararı
verilemeyeceğinin öngörüldüğü, bunun hak arama hürriyetine etkisi
belirtilmemektedir. Bununla birlikte, ‘uygulamakla etkisi tükenecek işlemler’
diye ifade edilen dava türlerinin hiç birisi kanun metninde sayılmayıp,
mahkemenin takdir ve değerlendirmesine bırakılmış iken, Kanunda sadece atama /
görevlendirme işlemleri için bu tanımın yapılması da uygun değildir. Bu
nedenle, yargı yeri, gereken incelemeyi yaparak, şartları varsa, yürütmenin
durdurulması kararını, uyuşmazlığın her aşamasında verebilmelidir. Bu husus
aynı zamanda, yargı bağımsızlığı ve etkili hukuksal koruma ilkelerinin de bir
gereğidir. Yürütmenin durdurulmasını sınırlama, hak arama özgürlüğünün
daraltılmasının ötesinde, yarım bir hak olarak, özgürlük olmaktan çıkarılmaktadır.
İstemin haklı olması durumunda savunma alınıncaya kadar haktan yoksun
bırakılması, kanun yoluyla haksızlık yapılması anlamına gelmektedir.
Nitekim, mahkemece savunma alınıp karar verilene kadar geçecek
sürede, açıkça hukuka aykırılık hâli devam edecektir. Süre geçtikten sonra
verilecek bir kararın, yeni atananlar bakımından da başka sorunlara yol açacağı
aşikârdır. Bu nedenle, evrensel, demokratik ölçütlere aykırı bu yöndeki
düzenlemeler, hakkın özüne dokunduklarından hukuka aykırıdır.
Öte
yandan, 6256 sayılı Kanunun 18. maddesiyle 2577 sayılı İdari Yargılama Usûlü
Kanunu’nun 28. maddesinin 1. fıkrasına eklenen cümlenin yürürlüğe girmesiyle
birlikte; kamu görevlileri hakkında tesis edilen atama, yer değiştirme, görev
ve unvan değişikliği işlemleriyle ilgili olarak verilen iptal ve yürütmenin
durdurulmasına ilişkin mahkeme kararlarının gereği; dava konusu edilen kadronun
boş olması halinde bu kadroya, boş olmaması halinde ise aynı kurumda kazanılmış
hak aylık ve derecesine uygun başka bir kadroya atanmak suretiyle yerine
getirileceği hükme bağlanmıştır.
Bu değişiklikle; hukuka aykırı olarak görevinden alınan bir kamu
görevlisinin yerine aynı kadroya başka bir kişinin atanması durumunda, İdare
Mahkemesince verilen kararın uygulanma imkânı da kalmayacaktır. Uygulamada,
idare tarafından genelde boşalan kadro veya göreve hemen başka bir kişinin
atandığı göz önünde bulundurulduğunda bu düzenlemeyle, yargı kararlarının
uygulanması şeklî düzeyde kalacaktır.
Anayasa’nın
138. maddesinin son fıkrasında; “Yasama ve yürütme organları ile idare, mahkeme
kararlarına uymak zorundadır; bu organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir
suretle değiştiremez ve bunların yerine getirmesini geciktiremez.” hükmüne yer
verilmiştir. Yapılan değişiklikle bu kuraldan sapılmakta, mahkeme kararlarının
gereğinin yerine getirilmesinin zorunlu olduğu yönündeki Anayasal düzenlemenin
dışına çıkılmakta, yeni koşullar ileri sürülerek mahkeme kararlarının
değiştirilmesinin veya uygulanmamasının yolu açılmaktadır. Böylece, dava yoluna
gidilmesinin bir anlamı kalmayacak; dolayısıyla, idarenin her türlü eylem ve
işlemine karşı yargı yolunun açık olduğu yönündeki Anayasal düzenleme de
işlevsiz hâle gelecektir.
Diğer
yandan, 6526 sayılı Kanunun 18. maddesi uyarınca 2577 sayılı Kanunun 28. maddesinin
(4) numaralı fıkrasını değiştiren düzenleme, mahkeme kararlarını süresi
içerisinde yerine getirmeyen kamu görevlilerine karşı dava açılabilmesini
engellemek suretiyle, Anayasa’nın 2. maddesinde ifadesini bulan “Hukuk devleti”
ilkesinin varlığı için gerekli olan ve kamu görevlileri tarafından mahkeme
kararlarının keyfî olarak yerine getirmemelerinin önündeki koruma
mekanizmasından da vazgeçilmesine yol açacaktır.
Bütün bu açıklamaya çalıştığımız sebeplerle, dava konusu
yapılan ve iptali istenen hükümler, Anayasa’ya açıkça aykırıdır. Dava konusu
hükümlerin uygulanması halinde, “kuvvetler ayrılığı” ilkesi,
“Hukuk devleti” ilkesi, “Kanun önünde eşitlik” ilkesi, “Anayasa’nın
bağlayıcılığı ve üstünlüğü” prensibi, “Hak arama hürriyeti”, “Kanunî hâkim güvencesi”,
“İdarenin her türlü eylem ve işlemlerine karşı yargı yolunun açık olduğu”
prensibi”, “Mahkemelerin bağımsızlığı” ilkesi ve “Hâkimlik ve savcılık
teminatı” konularında Anayasa’nın öngördüğü bütün kuralların ihlâl edilmiş
olacağı ve bu Anayasal ilke ve güvenceler yönünden telâfisi imkânsız zararların
doğacağı çok açık ve kesindir.
Dava
konusu hükümler hakkında yürürlüğün durdurulması kararı verildiği takdirde,
hukuk sistemimizde herhangi bir boşluk meydana gelmeyecek, sadece, Anayasa’ya
aykırı olan uygulama durdurulmuş olacaktır. Ancak, dava konusu hükümler
yönünden “Yürürlüğü Durdurma” Kararı verilmeyip, sadece iptal kararı verilmesi
halinde, bu iptal kararı -büyük bir ihtimâlle- etkisiz kalacaktır.
Öte
yandan, Anayasal düzenin, hukuka aykırı kural ve düzenlemelerden en kısa sürede
arındırılması, hukuk devleti olmanın en önemli gerekleri arasında
sayılmaktadır. Anayasa’ya aykırılıkların sürdürülmesi, özenle korunması gereken
“hukukun üstünlüğü” ilkesini de zedeleyecektir. Hukukun üstünlüğünün sağlanamadığı
bir düzende ise, kişi hak ve özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından,
bu ilkenin zedelenmesi hukuk devleti yönünden, telâfîsi imkânsız durum ve
zararlara yol açacaktır.
Böylesi
bir ahvâlin husûle gelmesini önlemek amacıyla, Anayasa’ya açıkça aykırı olan ve
iptalleri istenen hükümlerin, iş bu dava sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin
de durdurulması talebiyle Yüksek Mahkemenizde iş bu dava açılmıştır.
VI. SONUÇ
VE İSTEM
21.2.2014
günlü 6526 sayılı “Terörle Mücadele Kanunu ve Ceza Muhakemesi Kanunu İle Bazı
Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”un,
1-) 10.
maddesinin birinci paragrafında geçen “ikinci fıkrasının (a) bendinin (10)
numaralı alt bendi yürürlükten kaldırılmış” sözcük grubu, Anayasa’nın 10.
maddesine; ikinci paragrafının birinci cümlesi, Anayasa’nın Başlangıç Bölümünün
4. paragrafı ile 2. ve 138. maddelerine; ikinci paragrafının ikinci ve üçüncü
cümleleri, Anayasa’nın 2. maddesine; üçüncü paragrafının birinci ve ikinci
cümleleri, Anayasa’nın 10. ve 37. maddelerine,
2-) 12.
maddesinin birinci paragrafında geçen,
“… mevcut (8) numaralı alt bendi yürürlükten
kaldırılmış…” sözcük grubu, Anayasa’nın 10. maddesine; 5271
sayılı Kanunun 135. maddesinin birinci fıkrasını değiştiren ikinci
paragrafınının tamamı, Anayasa’nın 10. ve 37. maddelerine,
3-) 13.
maddesinin ikinci paragrafının ikinci ve üçüncü cümleleri, Anayasa’nın 10. ve
37. maddelerine,
4-) 14.
maddesinin birinci paragrafında yer alan “mevcut (5) numaralı alt bendi
yürürlükten kaldırılmış” sözcük grubu, Anayasa’nın 10. maddesine; ikinci
paragrafının tamamı, Anayasa’nın 10. ve 37. maddelerine,
5-) 17.
maddesinin 2577 sayılı Kanunun 27. maddesinin (2) numaralı fıkrasının ikinci
cümlesinden sonra gelmek üzere eklenen cümlenin tamamı, Anayasa’nın 2., 13.,
36. ve 125. maddelerine,
6-) 18.
maddesinin 2577 sayılı Kanunun 28. maddesinin (1) numaralı fıkrasına eklenen
cümleler, Anayasa’nın 2., 125. ve 138. maddelerine; 2577 sayılı Kanunun 28.
maddesinin (4) numaralı fıkrasında yapılan değişikliğe ilişkin cümlenin tamamı,
Anayasa’nın 2. maddesine,
aykırı
olmaları nedeniyle, gerek lâyihamızda açıkladığımız gerekçelerle ve gerekse
Yüksek Mahkemeniz tarafından re’sen belirlenecek nedenlerle İPTALLERİNE ve iptal
davası sonuçlanıncaya kadar YÜRÜRLÜKLERİNİN DURDURULMASINA,
karar
verilmesini saygı ile arz ve talep ederiz.”