"...
I- İPTAL ve YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMLERİNİN GEREKÇESİ
Dava dilekçesinin gerekçe bölümü şöyledir:
"III. GEREKÇE
1- 6486 Sayılı Sosyal Sigortalar Ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu
İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 4. maddesinin
Anayasaya Aykırılığı
21 Mayıs 2013 günü kabul edilen 6486 Sayılı Sosyal Sigortalar Ve
Genel Sağlık Sigortası Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun, 29 Mayıs 2013 günü yayımlanan 28661 Sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak
yürürlüğe girmiştir.
21 Mayıs 2013 günü kabul edilen 6486 Sayılı Sosyal Sigortalar Ve
Genel Sağlık Sigortası Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun'un 4 üncü maddesinin 1. fıkrası ile 5510 sayılıKanunun73 üncü maddesinin
ikinci fıkrasının birinci cümlesinde geçen "bir" ibaresi
"iki" şeklinde değiştirilmiştir.
Bu değişiklik sonucu iptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulması
isteminde bulunulan Kanun Maddesi "Kamu idaresi sağlık hizmeti sunucuları
dışındaki vakıf üniversiteleri dahil sözleşmeli sağlık hizmeti sunucularınca,
Sağlık Hizmetleri Fiyatlandırma Komisyonunca belirlenen sağlık hizmetleri
bedeline ek olarak, genel sağlık sigortalısı ve bakmakla yükümlü oldukları
kişilerden sağlık hizmeti sunucularının giderleri ve ürettikleri sağlık
hizmetlerinin maliyetleri, yapılan sübvansiyonlar gibi kriterler dikkate
alınarak bu bedellerin (Değişik ibare : 6486 - 21.5.2013 /m.4) "iki"
katına kadar alınabilecek ilave ücretin tavanını belirlemeye Bakanlar Kurulu
yetkilidir." şeklinde düzenlenmiştir.
6486 Sayılı Sosyal Sigortalar Ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu İle
Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 4 üncü maddesinin
2.fıkrası ile 5510 sayılıKanunun73 üncü maddesinin 3. fıkrasına ek cümle
eklenmiştir. İptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulması isteminde bulunulan
ek cümle "Ancak yükseköğretim kurumlarına ait sağlık hizmeti sunucularında
öğretim üyeleri tarafından mesai saatleri dışında bizzat verilen sağlık
hizmetleri için Kurumca belirlenmiş sağlık hizmetleri bedelinin, poliklinik
muayenelerinde bir katını, diğer hizmetlerde yüzde ellisini geçmemek üzere,
üniversite yönetim kurulu kararıyla öğretim üyelerinin unvanları itibarıyla
belirlenen miktarda ilave ücret alınabilir. Ancak alınacak ilave ücret bir
defada asgari ücretin iki katını geçemez. Bu oranları bir katına kadar
artırmaya Bakanlar Kurulu yetkilidir. Kurum bu fıkra kapsamında ilave ücret
alınamayacak sağlık hizmetlerini belirlemeye yetkilidir." şeklindedir.
a. 5510 SayılıKanunun73 üncü Maddesinin İkinci Fıkrasının Birinci
Cümlesindeki Değişiklik Yönünden Anayasaya Aykırılık Nedenleri
5510 sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu
16.06.2006 tarihli ve 26200 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe
konulmuştur. Kanunda; sağlık hizmetlerinden yararlanabilmenin ön koşulu olarak
bir yıl içerisinde en az otuz gün prime esas gün sayısına sahip olmak, bağımsız
çalışanlar için en çok 60 günlük prim borcu ile isteğe bağlı sigortalılarda
prim borcu bulunmamak şeklinde sıralanmıştır.
Bu koşulların yanı sıra Yasanın 68 inci maddesinde katılım payı
alınması da hizmetten yararlanmanın bir şartı olarak tespit edilmiş, 73 üncü
maddede vakıf üniversiteleri dahil Sosyal Güvenlik Kurumu ile sözleşmeli bütün
sağlık kuruluşlarından ilave ücret alınması, ilave ücretin miktarının Bakanlar
Kurulu'nca belirleneceği düzenlenmiştir.
Bakanlar Kurulu 2008/13728 sayılı kararında ilave ücret miktarını
sağlık hizmeti bedelinin %30'u, 2009/15627 sayılı kararında %70'i, 2012/2939
sayılı kararında %90'ı olarak belirlemiştir.
21 Mayıs 2013 günü kabul edilen 73 üncü madde değişikliği ile özel
hastaneler, vakıf üniversitesi eğitim ve araştırma hastaneleri, tıp merkezleri
ve poliklinikler gibi sağlık kuruluşlarına başvuran hastadan, Sağlık Uygulama
Tebliğinde (SUT) belirlenensağlık hizmeti ücretinin iki katı ilave ücret
alınması öngörülmüştür.
Bakanlar Kurulu kararları ilave ücret miktarının sürekli
artırıldığını, Yasa değişikliği ise sağlık hizmetine ulaşmanın daha pahalı bir
hale getirileceğini göstermektedir. Oysa sigortalılar kamu sağlık sigortasına,
hastalandıklarında gerekli tedaviyi alabilmek için prim ödemekte, Yasa'da
belirtilen diğer koşulları da yerine getirmekte, ancak sağlık hizmetlerine
erişebilmek için yeniden bir ücret daha ödemek zorunda bırakılmaktadır.
Öyle ki hastanın başvurduğu bir vakıf üniversitesi hastanesinde
örneğin apse veya hem atom drenaj işlemi yapılması gerektiğinde ücreti 150 lira
olan bu işlem için300 lira da hasta ilave ödeme yapacaktır. Aynı hastanede
hasta tonsillektomi (bademcik ameliyatı) yaptırırsa bunun SUT ücreti 400 lira;
hastanın ödeyeceği ilave ücret ise 800 lira olacaktır.
Sağlık hizmetinin niteliği ile uyumlu olmayan paralı ve pahalı
hizmet sunumu iptali istenilen Yasa maddesi ile artarak sürdürülmüş, Bakanlar
Kuruluna tanınan geniş yetki bu alandaki sağlık hizmetinin kamusal niteliği ile
örtüşmeyen biçimde daha da genişletilmiştir.
Öte yandan Sağlık Uygulama Tebliğlerinde hastanın sağlık
kurumlarına acil olarak başvurması halinde ilave ücret alınmayacağı
düzenlemekle birlikte bu durum acil durumlar dışında özel hastaneye
başvurmanın, bu ücretleri ödemenin hastanın tercihi olduğu anlamına
gelmemektedir.
Kamuoyunda "Tam Gün" Kanunu olarak adlandırılan, 5947
sayılı Üniversite ve Sağlık Personelinin Tam Gün Çalışmasına ve Bazı Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun hükümleri ile Hekimler yönünden getirilen
çalışma kısıtlamaları ve performansa dayalı ödeme sistemi sonucu kamu
üniversitelerinin tıp fakültelerinden çok sayıda öğretim üyesi ayrılmış, Sağlık
Bakanlığına bağlı hastanelerde de hekimler ayrılma ve erken emekli olma
durumunda kalmışlardır. Ayrıca 26 Ağustos 2011 tarihli Resmi Gazetede yayımlanan
650 Sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin 40. maddesinde öğretim üyeleri hastalara
tanı ve tedavi hizmeti vermemek ve ek ödeme almamak kaydı ile mesai sonrası
sağlık kuruluşlarında ya da muayenehanelerinde çalışabileceklerine yönelik bir
düzenleme yapılmıştır.
Ayrıca kamuda bir hekimin günde 50-100 hatta 150 hastaya bakmasına
neden olan, basamaksız sağlık sistemi uygulanması sonucu hasta muayene ve
takibi neredeyse 5 dakika ile sınırlandırılmaktadır.
Bütün bu uygulamalar sonucu vatandaş özel sağlık kurumuna
başvurmak durumunda bırakılmış, ardından buralara ödemesi gereken ilave
ücretler büyük oranlarda arttırılmıştır.
Ayrıca Sağlık Uygulama Tebliğinde hastanın acil haller nedeniyle
sağlık hizmeti sunucusuna başvurması ve acil halin sona ermesi halinde, acil
halin sona erdiğine ve müteakip işlemlerin ilave ücrete tabi olduğuna ilişkin
hastaya/hasta yakınına SUT eki "Acil Halin Sona Ermesine İlişkin
Bilgilendirme Formu" kullanılacağı belirtilmektedir. Örneğin trafik kazası
sebebiyle, acil olarak özel hastaneye yatırılan kişiye, en kısa zamanda, SUT
ekinde düzenlenen formun imzalatılmasıyla yapılan her bir işlem için SGK'nın
hastaneye ödediğinin iki katını da hastanın ödeyeceği açıktır.
Öte yandan dar ve sabit gelirli olan sigortalıların azımsanmayacak
bir bölümünün yoksulluk sınırının altında olan ücretleriyle ilave ücreti
karşılaması oldukça güçtür. DİSK-AR'ın Nisan 2013 raporunda 4 kişilik bir aile
için açlık sınırı 1100 TL, yoksulluk sınırı 3478 TL olarak tespit edilmiş,
Türk-İş'in Haziran 2013 raporunda ise dört kişilik ailenin açlık sınırı 1021,67
TL yoksulluk sınırı 3.327,91 TL olarak saptanmıştır. Bu raporlar toplumun geniş
çoğunluğunun ilave ücreti karşılamakta zorlanacağını göstermektedir.
2013 yılı içinasgari ücrette,ortalama artış yüzdesi 8,61,2013 yılı
enflasyon tahmininin %5.3 olduğu dikkate alındığında ilave ücretin iki katına
kadar artırılabilmesi, Bakanlar Kurulu kararlarında ilave ücretin oranına
sürekli artış yapılması, Kanun maddesinde tanınan yetkinin kişinin gelirinden,
ödeme gücünden bağımsız tespit edildiğini, sosyal ölçütlerin yok sayıldığını
göstermektedir. Yasa'nın 73 üncü maddesinin ikinci fıkrasının birinci
cümlesinde geçen "iki" ibaresi ile Bakanlar Kuruluna tanınan yetkinin
kullanılması sağlık hakkını sosyal ölçütler gözetmeden pahalı bir hizmet
niteliğine dönüştürmektedir. Öyle ki yılın ilk altı ayı için aylık 25 TL
civarında bir zam alan asgari ücretle çalışan kişinin, kendisini, eşi veya
çocuğunu özel sağlık kuruluşuna götürmek durumunda kaldığında yapılan artışın
çok daha fazlasını ilave ücret olarak ödeyecektir. Nitekim sağlık hizmeti
sunumundan yararlanacak vatandaşın tek ödemesinin ilave ücret olmadığı göz
önüne alındığında toplamdaki ödemenin boyutu sağlığı bir hak olmaktan
çıkarmaktadır.
Sağlık hizmetinin bütünselliği, basamaklandırılmış sağlık hizmeti
dikkate alınarak bu durum incelendiğinde sigortalı önce birinci basamak sağlık
kuruluşuna başvurup bu kurumdan üçüncü basamağa sevk edildiğinde muayene
katılım payı olarak 5 TL'lik ödemeyi ilk elden yapmış olacak, ayrıca muayene
katılım payı her bir poliklinik muayene ücreti için ayrı ayrı hesaplanacaktır.
Ayakta tedavide sağlanan ilaçlar için de ilaç bedelinin %10'u veya %20'si
tutarında ayrıca katılım payı ödenecek, üç ilaca kadar 3 TL daha fazla olması
halinde ilaç başına 1 TL ödeyecektir. Kronik hastalıklar için gidilen rutin
muayenede başka bir hastalık çıkması durumunda ise bunun için ayrıca muayene
ücreti alınmaktadır. Yani kan kanseri olan birinin nezle olduğu o muayenede
tespit edilirse bunun için muayene katılım payı alınacak, bu kapsamda yazılan
ilaçlar da katılım payına tabi olacaktır.
Kaldı ki ilaç dışında tıbbi malzeme reçete edilmesi halinde bu
malzemenin %10 veya %20'lik kısmı da yine kişi tarafından karşılanacaktır.
Tıbbi malzemelerde katılım payının tutarı, alındığı tarihteki brüt asgari
ücretin yüzde yetmiş beşini geçemeyeceği ifade edilmesine rağmen yüzde yetmiş
beşlik üst sınırın hesaplanmasında her bir protez ve ortez bağımsız olarak
değerlendirilip, toplam bedeli yerine her birinin bedeli esas alınmaktadır.
Bunların yanı sıra kamuda otelcilik ve istisnai sağlık
hizmetlerinden ilave ücret alındığı, özelde ise sağlık hizmetlerinin tümüne
yakınından ilave ücret alınabildiği düşünüldüğünde sağlık hizmetinin her bir
adımının parçalara ayrılıp paralı hale getirildiği böylece toplamda gereksinim
duyulan sağlık hizmetinden yararlanmanın ne kadar pahalı hale getirildiği ortaya
çıkmaktadır. Bu bağlamda sistem bir ilave ücret ödenmesini öngörmemekte
sigortalının maaşının, aylık kazancının belki de daha fazlasının hizmetten
yararlanma karşılığında geri alınmasını istemektedir.
Nitekim cepten sağlık harcamalarının yıllar içindeki değişimi ABD
Doları cinsinden hesaplandığında şu şekilde bir tablo oluşmuştur;
Yıl
|
99
|
00
|
01
|
02
|
03
|
04
|
05
|
06
|
07
|
08*
|
Milyar dolar
|
3.77
|
3.81
|
2.44
|
2.57
|
3.09
|
4.15
|
6.03
|
6.79
|
8.53
|
9.76
|
(TÜİK, Haber Bülteni, 22.2. 2010'dan hesaplanmıştır)
Bu veriler sağlık hizmetinin finansman giderlerinin
karşılanmasında korunan kimselerin katkıda bulunmalarını aşan bir durumun
yaratıldığını ortaya koymaktadır.
Sosyal Güvenlik Kurumu verilerine göre, Aralık 2010 itibariyle
nüfusun yüzde 83'ü (60 milyon 142 bin kişi) sosyal sigorta kapsamı altındadır.
Bu rakama 9 milyon 395 bin yeşil kartlı sayısı da eklendiğinde toplam 69 milyon
537 bin kişinin (nüfusun yüzde 96'sı) teorik olarak kapsam altında, 3 milyon 24
bin kişinin ise kapsam dışında olduğu görülmektedir. Ancak aynı dönemde kendi
hesabına çalışanların (Bağ-Kurluların) yüzde 63.1'i borç nedeniyle sağlık
hizmetine ulaşamamaktadır. Bu ise 2 milyon 170 bin aktif sigortalı ile yaklaşık
3 katı tutarındaki bağımlıları da dikkate alındığında 8 milyon kişi etmektedir.
Bu durumda fiili olarak yaklaşık toplam 11 milyon kişi (nüfusun yüzde 15'i)
kapsam dışındadır. Öte yandan aynı tarihlerde yaklaşık 10 milyon kayıt dışı çalışan
ve 3 milyon civarında işsiz bulunmaktadır. Ayrıca bunların bağımlılarının da
dikkate alınması gerekmektedir.
Sağlık hizmetine ilişkin sağlık Bakanlığı'nın MEDULA sistemine
kayıtlı kişi sayısı 35-40 milyon arasında seyretmektedir. Sağlık hizmetine erişimin
paralı ve pahalı nitelik kazanmasının hizmete erişimi olumsuz yönde etkilediği
göz önüne alındığında halihazırda nüfusun sadece yarısının sağlık hizmeti
aldığını ifade etmek mümkündür.
Anayasa Mahkemesinin 21.10.1986 gün ve 1986/16E.-1986/25K. Sayılı
kararında ".İnsanlar arasında yaradılış ve çalışma gücü veya sağlık
bakımından veya nitelikçe buna eşit nedenler dolayısıyla pek çok ayrım
bulunduğu açık bir gerçektir. Bundan dolayıdır ki eşitliği bozan bir kuralın
varlığı ancak o kuralın 'kamu yararına' veya 'haklı bir nedene' dayanmamış
olması hallerinde ileri sürülebilecektir" denilmiştir. Kararda eşitlik
ilkesinin "kamu yararı" ya da "haklı bir nedene" dayanma
halinde zedelenmeyeceği kabul edilmiştir.
Bu bağlamda Sosyal Güvenliğin Asgari Normları Hakkında Sözleşmede
vurgulanan "bu iştirake taalluk eden esasların ilgiliye ağır bir yük
teşkil etmeyecek şekilde tespit edilmesi gerektiği" ibaresinin Yasa
maddesinde dikkate alınmadığı açıktır.
Anayasa Mahkemesi'nin E.2006/111, K.2006/112 sayılı kararında
"Sosyal güvenlik, bireylerin istek ve iradeleri dışında oluşan sosyal
risklerin kendilerinin ve geçindirmekle yükümlü oldukları kişilerin üzerindeki
gelir azaltıcı ve harcama artırıcı etkilerini en aza indirmek, ayrıca sağlıklı
ve asgari hayat standardını güvence altına alabilmektir. Bu güvencenin
gerçekleştirilebilmesi için sosyal güvenlik kurumları oluşturularak, kişilerin
yaşlılık, hastalık, malullük, kaza ve ölüm gibi sosyal risklere karşı asgari
yaşam düzeylerinin korunması amaçlanmaktadır" denilmiştir.
İlave ücretin üst sınırının SUT'ta belirlenensağlık hizmeti
ücretinin iki katına çıkarılması Anayasa Mahkemesi'nin E.2006/111, K.2006/112
sayılı kararına da aykırıdır. Anayasa Mahkemesi söz konusu kararında
"Sosyal Güvenliğin Asgari Normlarına İlişkin" Uluslararası Çalışma
Örgütü'nün 102 sayılı Sözleşmesi'nin 10. maddesinde, sağlık yardımından
faydalananlar veya bunların aile reislerinin, hastalık halinde yapılacak sağlık
yardımı masraflarına iştirak ettirilebileceğinin belirtildiğine, bunun ilgiliye
ağır bir yük getirmeyecek şekilde tespit edilmesinin öngörüldüğüne ve Avrupa
Konseyi çerçevesinde oluşturulan Avrupa Sosyal Güvenlik Sözleşmesine göre de
korunan kimselerin doğrudan katkıda bulunmalarının olanaklı olduğuna değinmiş,
Türkiye'nin belirtilen iki sözleşmeye de katılarak onayladığını ifade etmiş,
dava konusu kuralı kamu görevlileri dışında kalan sigortalılar yönünden
Anayasa'ya aykırı bulmamıştır.
Bu kapsamda belirtmek gerekir ki Anayasa Mahkemesi'nin E.2006/111,
K.2006/112 sayılı kararından sonra yukarıda gelişimini aktardığımız ilave
ücrete ilişkin Yasa ve yasa altı düzenlemelerindeki değişiklikler ek ödemeye
yeni bir özellik kazandırmış, Anayasa Mahkemesi'nin kararında genel anlamı ile
yer alan "ilgiliye ağır bir yük getirmeyecek şekilde tespit edilme"
kıstası göz ardı edilmiş, hizmetten yararlanan kişinin ödeme durumunun olup
olmaması göz önünde bulundurulmamış, belirlenen ücreti ödeyemeyecek olanlara
ilişkin bir düzenlemeye ise yer verilmemiştir.
Böylelikle, 6486 Sayılı Sosyal Sigortalar Ve Genel Sağlık
Sigortası Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 4
üncü maddesinin 1.fıkrası ile 5510 sayılıKanunun73 üncü maddesinin ikinci
fıkrasının birinci cümlesinde geçen "bir" ibaresinin "iki"
şeklinde değiştirilmesi ile 73 üncü maddesinin ikinci fıkrasının birinci
cümlesi yeni bir nitelik kazanmıştır. 73 üncü maddesinin ikinci fıkrasının
birinci cümlesi sigortalı hastaların sağlık hizmetlerine erişimini kısıtlayacak
önemli değişiklikler içerdiğinden, bu haliyle, Anayasa'nın temel ilkelerinden
sosyal devlet ilkesiyle tamamen çelişmektedir.
Anayasanın 2. maddesinde belirtilen sosyal devlet, bireyin
huzurunu gerçekleştiren ve güvenceye alan, kişi ve toplum arasında denge kuran,
emek ve sermaye ilişkilerini dengeli olarak düzenleyen, çalışanların insanca
yaşaması ve çalışma yaşamının kararlılık içinde gelişmesi için sosyal, ekonomik
ve mali önlemleri alarak çalışanları koruyan, işsizliği önleyici ve ulusal
gelirin adalete uygun biçimde dağılmasını sağlayıcı önlemleri alan devlettir.
Anayasa'nın 60. maddesinde, "Herkes sosyal güvenlik hakkına sahiptir.
Devlet, bu güvenliği sağlayacak gerekli önlemleri alır ve teşkilatı
kurar." kuralına yer verilmiş olup maddede, sosyal güvenlik, bireyler
yönünden "hak", Devlet yönünden "ödev" olarak
öngörülmüştür. Anayasa koyucu, Devlet'i yalnızca sosyal güvenliği sağlayacak
önlemleri almak ve gerekli örgütü kurmakla görevlendirmemiş, aynı zamanda bunu
Devlet'in yükümlülüğü olarak düzenlemiştir. Sosyal güvenlik hakkının,
yurttaşlarının sosyal durumuyla ilgilenen, onlara insanlık onuruna yaraşır
asgari yaşama düzeyi sağlayan "sosyal devletin gereği ve zorunlu sonucu
olduğu, sosyal güvenliğin sağlanmasının Devlete Anayasa ile verilen ve yerine
getirilmesi zorunlu bulunan bir kamu hizmeti olduğu kuşkusuzdur.
Anayasa Mahkemesi sosyal hukuk devletinin "sağlık
hizmetlerinden bireylerin yeteri kadar yararlanmasını sağlayan devlet"
olduğunu vurgulamış ve bunun "insan hak ve özgürlüklerine saygı gösteren,
kişilerin huzur, refah ve mutluluk içinde yaşamlarını güvence altına alan, kişi
ile toplum arasında denge kuran, güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak
sosyal adaleti gerçekleştiren" devlet olmanın bir sonucu olduğunu
belirtmiştir.[2]
Toplumsal faydayı temel alması zorunlu olan kamu hizmetlerinin
kamusal niteliği yararlanma ve bedel ödeme ilişkisinin piyasadaki anlamda iradi
bir alım satım ilişkisi olarak kurulmasını engellemektedir. Anayasa Mahkemesi
ayrıca, iktisadi nitelikte olmayan temel hizmetlerde ekonomik alan dışında
kaldığı için, kazanç sağlama amacı olmasını Anayasa'nın sosyal devlet ilkesine
aykırı görmektedir. Bu nedenle ilave ücrete ilişkin düzenleme bu haliyle
Anayasa Mahkemesi kararını ve sosyal devlet ilkesini ihlal eder hale
gelmiştir.Sürekli ve pahalı bir nitelik kazanan ilave ücretin sağlık hizmeti
bedelinin 2 katına kadar alınabilmesinin öngörülmesi de Anayasa'nın 2. ve 60.
maddelerine aykırıdır.
Kaldı ki sosyal haktan yararlanma bakımından zaman içerisinde
sürekli iyileştirmelerde bulunulması gerektiği, ekonomide iyiye gidişlerden söz
edildiği dikkate alındığında sosyal haklarda hak sahipleri aleyhine uygulamalar
yapılması, ilave ücretin üst sınırının sürgit biçimde artırılması da Anayasa
Mahkemesi'nin E.2006/111 sayılı dosyadaki kararındaki "ilgiliye ağır bir
yük getirmeyecek şekilde tespit edilmesi" ölçütünün göz ardı edildiğini
doğrulamaktadır. Ayrıca, sadece sağlık hakkı bakımından değil, sosyal hakların
birçoğunda da devletin bu haklara katkısı yeterli olmadığı gibi, iyileştiği
ileri sürülen ekonomiye paralel olarak bu haklarda daha da iyileştirmeler
yapılması gerektiği halde, Devlet'in katkısı sürekli azaltılmakta ve ilgililere
ek yükümlülükler getirilmektedir.
Anayasanın 5. maddesinde, devletin temel amaç ve görevleri;
"Türk milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini,
Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve
mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti
ve adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak surette, ekonomik ve sosyal engelleri
kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları
hazırlamaya çalışmaktır." şeklinde tanımlanmıştır. İptali istenen kural,
Devletin kişinin maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları
hazırlama görevine ters düştüğünden Anayasanın 5 inci maddesine aykırı olduğu
açıktır.
Anayasa 5. maddesindeki düzenlemede, sosyal hukuk devleti ve
adalet ilkeleri ile bağdaşmayacak surette, ekonomik ve sosyal engelleri
kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları
hazırlamaya çalışırken, mutlak bir ekonomik ve sosyal eşitlik anlayışından
değil, nisbi bir fırsat eşitliğinden hareket edilmesini öngörmektedir. Nitekim
ekonomik ve sosyal haklarla ilgili olarak devletin ödevi, "bu görevlerin
amaçlarına uygun öncelikleri gözeterek mali kaynaklarının yeterliliği ölçüsünde
yerine getireceği" şeklinde ifade edilmiştir (m. 65).
Anayasa Mahkemesi'nin kararlarından da sosyal devlet ilkesinden,
emek-sermaye dengesi, çalışanların insanca yaşamaları, işsizliğin önlenmesi ve
ulusal gelirin adaletli dağıtılması gibi unsurların ön plana çıktığı
anlaşılmaktadır.
Ancak Anayasa Mahkemesi, Anayasa'nın 65. maddesindeki düzenlemeyi
yorumlarken, ekonomik gelişmişlikten hareketle devleti yönetenlerin, ekonomik
ve sosyal haklar bakımından tamamen keyfi hareket edemeyeceklerine işaret
etmiştir. Örneğin, Anayasa'nın 60. maddesinde yer alan sosyal güvenlik hakkı
ile 17. maddesinde yer alan, "yaşama, maddi ve manevi varlığını
koruma" hakkı birbiriyle çok yakın bağlantılıdır.
Bununla birlikte, Anayasa'nın 56. maddesinin üçüncü fıkrasında
"Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini
sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi arttırarak, işbirliğini
gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp hizmet
vermesini düzenler" denilerek devlete, herkesin maddi ve manevi varlığını
geliştirmesi için gerekli şartları hazırlama, kişilerin hayatını, beden ve ruh
sağlığı içinde sürdürmesini sağlama görevi verilmiştir.
Kişinin sahip olduğu hak ve hürriyetler önem dereceleri göz önünde
bulundurularak Anayasa'da yer almıştır. Bu bağlamda sağlık hizmetleri,
Anayasanın 17. maddesinde yer alan ve bireyin en önemli hakkı olan yaşama,
maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkı ile doğrudan ilgilidir.
Kişilerin maddi ve manevi varlıklarını geliştirebilmelerinin mutlu ve huzurlu
olabilmelerinin başlıca şartı, ihtiyaç duydukları anda sağlık hizmetlerine
ulaşıp bu hizmetlerden yararlanabilmeleridir. Devlet için bir görev ve kişiler
için de bir hak olan bu amacın gerçekleştirilmesine bu haktan yararlanmayı
zorlaştırıcı ya da zayıflatıcı düzenlemeler Anayasa'ya aykırı düşer.
Sağlık hizmetleri doğrudan yaşam hakkı ile ilgili olması nedeniyle
diğer kamu hizmetlerinden de farklıdır. Sağlık hizmetinin temel hedefi olan
insan sağlığı, mahiyeti itibarıyla ertelenemez ve ikame edilemez bir özelliğe sahiptir.
İnsanın en temel hakkı olan sağlıklı yaşam hakkı ile bu yaşamın
sürdürülmesindeki yeri tartışmasız olan sağlık hizmetlerine erişim de bu
çerçevede değerlendirilmelidir.
Bu nedenle, Anayasa Mahkemesi'ne göre, "devlet ekonomik ve
sosyal alandaki görevlerini yerine getirirken uygulayacağı sınırlamalarda
'yaşama yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkını' ortadan
kaldıran düzenlemeler" yapamaz.
Nitekim, Anayasa'nın 17. maddesindeki yaşam hakkı, 56.
maddesindeki sağlığın korunması hakkı ve 60. maddesinde düzenlenen sosyal
güvenlik hakkı ile ilgili düzenlemeler birlikte değerlendirildiğinde, sağlık
hizmetine gereksinim duyan bireyin ilave ücret de dahil olmak üzere para
ödeyememesi, kendisine bu hizmetin verilmesi önünde engel olmamalıdır.
Anayasa Mahkemesi'nin sağlık işletmeleriyle ilgili E.1987/16
sayılı dosyadan verdiği kararda da "Ancak, gelir düzeyi ne olursa olsun
belirlenen ücreti ödeyemeyecek olanlardan bu ücretin alınmaması ya da onlar
adına ödenmesi olanakları da uygulamaya konulması" gerektiği ifade
edilerek devletin sorumluluğu somut olarak gösterilmiştir. Sağlık hizmetinden
yararlanmanın sisteme cepten ödeme yapılma ön koşuluna bağlı tutulmasının
toplum sağlığı üzerinde yarattığı sonuçları ele alan bilimsel çalışmalarda ise
maliyet paylaşımı sisteminde olan kişilerin, özellikle yoksulların, ayaktan
sağlık hizmeti almak için sağlık kurumlarına daha az başvurdukları, hekime daha
az gittikleri gösterilmiştir.
Oysaki sağlık hizmetinin örgütlenişi ve sosyal güvenlik hakkı
sosyal hukuk devletinin somut göstergelerinden olup, sosyal hakların devletçe
tanınmış olması önemli ama tek başına yeterli olmayan bir ölçüttür. Bu hakların
gerçekleşmesi için devletin olumlu edimde bulunması, oluşturulacak kuralların
Anayasa'nın özüne ve sosyal hukuk devleti ilkesine uygun olmasına bağlıdır. Bu
sonuçtan hareketle yasal düzenlemelerin, "yaşama hakkı ile maddi ve manevî
varlığı koruma haklarını" zedeleyecek veya ortadan kaldıracak hükümler
içermemesi gerekmektedir.
Anayasa Mahkemesinin E.1990/27, K.1991/2, sayılı Kararında:
"Anayasanın 17 nci maddesinin ilk tümcesi "Herkes,
yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına
sahiptir..." biçimindedir. Kişinin yaşama hakkı, maddi ve manevi varlığını
koruma hakkı, birbirleriyle sıkı bağlantıları olan, devredilmez, vazgeçilmez
temel haklardandır. Bu haklara karşı olan her türlü engelin ortadan
kaldırılması da devlete ödev olarak verilmiştir. Güçsüzleri güçlüler karşısında
koruyacak olan devlet, gerçek eşitliği sağlayacak, toplumsal dengeyi koruyacak,
böylece gerçek hukuk devleti niteliğine ulaşacaktır. Hukuk devletinin amaç
edindiği yaşama hakkının korunması, sosyal güvenliğin sağlanmasıyla
gerçekleşecektir. Sosyal güvenliği sağlayacak olan kuruluşların yasal
düzenlemeleri "yaşama hakkı ile maddi ve manevi varlığı koruma
haklarını" zedeleyecek veya ortadan kaldıracak hükümler içermemesi
gerekir. İptali istenen kural, "maddi ve manevi varlığı koruma
haklarını" zedeleyen bir nitelik taşıdığından Anayasanın 17 nci maddesinin
birinci fıkrasına da aykırıdır.
Anayasanın 56 ncı maddesinin üçüncü fıkrası devlete, herkesin
maddi ve manevi varlığını geliştirmesi için gerekli şartları hazırlama,
kişilerin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlama görevi
vermiştir. Devlet için bir görev, kişiler için de bir hak olan bu amaç
gerçekleştirilirken, bu hakkı sınırlayıcı, bu haktan yararlanmayı zayıflatıcı
düzenleme niteliği taşıyan iptali istenen yasal düzenleme Anayasanın 56.
maddesinin üçüncü fıkrasına da aykırıdır.
6486 Sayılı Sosyal Sigortalar Ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu İle
Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 4 üncü maddesinin
1.fıkrası ile 5510 sayılıKanunun73 üncü maddesinin ikinci fıkrasının birinci
cümlesinde geçen "bir" ibaresinin "iki" şeklinde değiştirilmesi,
Anayasa'nın 2., 5., 17/1., 56/3 ve 60.maddelerine aykırı olduğundan iptali
istenmektedir.
b. 5510 SayılıKanunun73 üncü Maddesinin 3 üncü Fıkrasına Eklenen
Ek Cümle Yönünden Anayasaya Aykırılık Nedenleri
6486 Sayılı Sosyal Sigortalar Ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu İle
Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 4 üncü maddesinin
2.fıkrası ile 5510 sayılıKanunun73 üncü maddesinin 3. fıkrasına ek cümle
eklenmiştir. İptali için Anayasa Mahkemesi'ne başvurulması isteminde bulunulan
ek cümle "Ancak yükseköğretim kurumlarına ait sağlık hizmeti sunucularında
öğretim üyeleri tarafından mesai saatleri dışında bizzat verilen sağlık
hizmetleri için Kurumca belirlenmiş sağlık hizmetleri bedelinin, poliklinik
muayenelerinde bir katını, diğer hizmetlerde yüzde ellisini geçmemek üzere,
üniversite yönetim kurulu kararıyla öğretim üyelerinin unvanları itibarıyla
belirlenen miktarda ilave ücret alınabilir. Ancak alınacak ilave ücret bir
defada asgari ücretin iki katını geçemez. Bu oranları bir katına kadar
artırmaya Bakanlar Kurulu yetkilidir. Kurum bu fıkra kapsamında ilave ücret
alınamayacak sağlık hizmetlerini belirlemeye yetkilidir." şeklindedir.
Kamu sağlık kurumlarında sunulan sağlık hizmetleri için istisnalar
dışında ilave ücret talep edilemeyeceği belirtilmişken yapılan değişiklikle,
üniversite öğretim üyelerinden mesai saati dışında hizmet alınması ilave ücret
ödenmesi koşuluna bağlanmaktadır. Bu ilave ücretin miktarının, SUT ile
belirlenen sağlık hizmet bedelini aşmayacak şekilde Bakanlar Kurulu tarafından
belirlenmesi ve bir seferde ödenecek ilave ücretin asgari ücreti geçemeyeceği
ifade edilmiştir.
Tıp ve tıpta uzmanlık eğitiminin ayrılmaz bir parçasını oluşturan
hizmet sunumunda öğretim üyesinin doğrudan yer alması,hastanın parasal gücüne
göre değil hastalığın tedavisinin öğretim üyesinin sahip olduğu ileri düzeyde
bilgi ve beceriyi gerektirmesi ya da tedavinin öğrenci ve asistanlara
öğretilmesinde öğretim üyesine duyulan ihtiyaca göre belirlenmesi gerekir.
2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun 3 üncü maddesi uyarınca
üniversitelerin tıp fakültelerine ait hastaneler bir uygulama ve araştırma
merkezi olarak, üst düzey eğitim verilen ve ileri sağlık hizmeti üretilen
kurumlardır. Tıp fakültelerinin eğitim ve araştırma gibi iki temel akademik
işlevi, yürütülen sağlık hizmeti işlevi ile farklı bir boyut kazanmakta ve
böylece eğitim, araştırma faaliyeti ile sunulan sağlık hizmetinin bütünleştiği,
iç içe geçtiği bir alan ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle üniversitelerde tedavi
hizmeti de üretilse esasen eğitim ve bilim alanlarında sonuçlar elde etmek
amaçlanmaktadır. Üniversite öğretim üyelerinden mesai saati dışında hizmet
alınması bu amaçla örtüşmemektedir.
Diğer yandan üniversiteler, bütçeden ayrılan eğitim öğretim ve
araştırma paylarının çok azaltılması, sağlık hizmet bedellerinin düşürülmesi,
sağlık hizmeti sunumuna bağlı performansa dayalı ödeme sisteminin getirilmesi
ile daha çok sağlık hizmet sunumunu temel alan bir yapıya dönüştürülmektedir.
Öğretim üyesini, normal mesai sonrasında sağlık hizmetinde uzun çalışmaya
yönlendirmek, bir yandan öğretim üyesini eğitimden uzaklaştırırken diğer yandan
sağlık hizmetinin azami özen ve dikkat isteyen doğasına da aykırıdır.
Bilindiği üzere üniversitenin temel amaç ve hedefi çok hizmet
sunup gelir elde etmek değil iyi eğitim-bilimsel çalışma ve ileri düzeyde
sağlık hizmeti vermek olmalıdır. Üniversitelerin özerkliğini zedeleyecek
biçimde mali olarak zor durumda bırakan kurallarla birlikte hizmet sunumunu
hastadan para kazanmaya bağlı hale getirmek, bu paradan öğretim üyesine adeta
bir "pay" vermek hekim etiği üzerinde olumsuz sonuçlara yol
açacaktır. Bu durum üniversitelerin tarihsel niteliği ile de örtüşmemektedir.
Ayrıca döner sermayeden ek ödeme yapılmasına ilişkin düzenlemeler
sebebiyle, hastadan alınacak ilave ücretin ancak küçük bir kısmı hizmeti
doğrudan sunan öğretim üyesine ödenecektir. Ancak hasta, cebinden çıkan ilave
paranın sorumlusu olarak öğretim üyesini görebilecektir. Bu durumun hasta hekim
ilişkisini de bozacağı sağlık ortamındaki şiddeti artıran etkilerden birini
oluşturacağı da açıktır.
Hastalardan alınacak ilave ücretlerden öğretim üyesine ödenen
miktar hiçbir şekilde emekliliğe yansımamaktadır. Böylece emekli olmayı isteyen
öğretim üyeleri yaşam standartlarındaki ani ve keskin düşüş nedeniyle emekli
olmaktan vazgeçmekte veya zorunlu olarak emekli olanlar özel sektörde çalışmaya
devam etmektedir.
Öğretim üyelerinden beklenen hizmet öncelikle eğitim ve araştırma
hizmetleri olmalıdır. Öğretim üyelerinin yapacakları uygulama (hasta hizmeti)
işlemleri de bu iki amaca hizmet etmelidir. Yani öğretim üyeleri hasta muayene,
tedavi ve/veya ameliyat işlemleri sırasında öğrenci/asistan eğitmeli ve dünya
tıbbına hizmet edecek araştırmalar yapmalıdır. Ancak yaptığı iş başına ücret
alan öğretim üyesi asli amaçlarından ve görevlerinden uzaklaşmaktadır. Mesai
sonrası yapılacak olan tıbbi hizmetlerde yeterinde öğrenci/asistan yetiştirmek
mümkün olmadığı gibi, öğretim üyelerine verilecek cüzi ek ücretlerle öğretim
üyelerinin yaşam koşullarını düzeltmek mümkün değildir. Öğretim üyelerine
ödenecek ücret, emekliliklerine de yansıyacak şekilde ve temel ücret şeklinde
ayarlanmalıdır.
Bununla birlikte yarı zamanlı olarak görev yapan doktorların
hastanelerde ve üniversitelerde aynı anda çalışabilmesinin önü açılarak, Kamu
üniversitelerinde "öğretim üyesinden sağlık hizmeti" adı altında
vatandaşlara ücretli sağlık getirilmektedir. Sağlık hizmetlerinin finansmanı
büyük ölçüde hastaya yüklendiği ve gereksinim duyan hastaların parası olmadığı
için ulaşamadığı, ya da koşullarını fazlasıyla zorlayarak ulaşabildiği bir
sistem ise sosyal devlet ilkesini ihlal edecektir. Bu nedenle öngörülen
düzenleme Anayasanın 2. maddesinde yer alan sosyal devlet ilkesini
zedelemektedir.
Kaldı ki mesai sonrası sunulacağı belirtilen öğretim üyelerinin
vermesi öngörülen sağlık hizmetlerinin pek çoğu bir ya da birden fazla diğer
sağlık çalışanlarının katılımını gerektiren ekip hizmetleridir. Yapılan
düzenleme ile bu ekipte yer alacak kişilerin de çalışma süreleri uzatılmakta ve
çalışma koşulları ağırlaştırılmaktadır. Günlük yoğun çalışma temposu, yüzyılın
başında yasaklanan bir çalışma biçimidir ve Anayasanın 50 nci maddesinin üçüncü
fıkrasıyla güvence altına alınan "dinlenmek çalışanların hakkıdır"
ilkesine de aykırıdır. Anayasanın 50 nci maddesinin gerekçesinde,
"Dinlenme çalışanların hakkıdır. Bu hem çalışanın bedenen korunması için
zorunlu hem de çalışanın dinlenme sonrası çalışmasının verimi için
gereklidir" denilmek suretiyle, dinlenme hakkının önemi vurgulanmıştır.
Dolayısı ile yapılmış olan düzenleme öğretim üyelerinin çalışma koşullarını
ağırlaştırdığı için Anayasanın 50. maddesinin üçüncü fıkrasına aykırıdır.
Sonuçta 6486 Sayılı Sosyal Sigortalar Ve Genel Sağlık Sigortası
Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 4 üncü
maddesinin 2 inci fıkrası ile 5510 sayılıKanunun73 üncü maddesinin 3 üncü
fıkrasına eklenen ek cümle Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen sosyal devlet
ilkesine ve 50. maddesinin üçüncü fıkrasına aykırıdır. Bu nedenle iptali
istenmektedir.
2.6486 Sayılı Sosyal Sigortalar Ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu
İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 12. maddesinin
Anayasaya Aykırılığı
29/05/2013 tarihli ve 28661 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 6486
sayılı Sosyal Sigortalar Ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu İle Bazı Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 12. Maddesi ile 09/08/1983 tarihli ve 2872
sayılı "Çevre Kanunu"na Geçici 3 üncü madde olarak eklenen hüküm
şöyledir;
"GEÇİCİ MADDE 3- 23/6/1997 tarihinden önce kamu yatırım
programına alınmış olup, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla
planlama aşaması geçmiş ve ihale süreci başlamış olan veya üretim veya
işletmeye başlamış olan projeler ile bunların gerçekleştirilmesi için zorunlu
olan yapı ve tesisler Çevresel Etki Değerlendirmesi kapsamı dışındadır."
29/05/2013 tarihli ve 28661 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan 6486
sayılı Sosyal Sigortalar Ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu İle Bazı Kanunlarda
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 12. Maddesi ile 09/08/1983 tarihli ve 2872
sayılı "Çevre Kanunu"na eklenen Geçici 3 üncü madde hükmü ile
23/6/1997 tarihinden önce kamu yatırım programına alınmış olup, bu maddenin
yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla planlama aşaması geçmiş ve ihale süreci
başlamış olan veya üretim veya işletmeye başlamış olan projeler ile bunların
gerçekleştirilmesi için zorunlu olan yapı ve tesislerin Çevresel Etki
Değerlendirmesi (ÇED) kapsamı dışında tutulması öngörülmüştür.
a) İptali İstenilen Hüküm İle Getirilen Muafiyetlerin, Çevresel
Etki Değerlendirmesi Yönetmeliklerinde ve Çevre Kanunundaki Tarihsel Seyri
Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) Kavramı, 09/08/1983 tarihli
2872 sayılı Çevre Kanunu'nun 10. maddesi ile çevre mevzuatımıza girmiş ancak
Kanunun 31. Maddesi uyarınca, Kanunun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren en
geç 5 ay içerisinde çıkarılmasını emrettiği ÇED Yönetmeliği, ihmal ve
gecikmeler sonucu ancak 07/02/1993 tarihinde, bir diğer ifade ile yaklaşık 10
yıl sonra yayınlanabilmiştir. Yayınlanan ilk Yönetmeliğin Geçici 3. maddesi
ile, 07/02/1993 tarihli ÇED Yönetmeliği yürürlüğe girmeden önce onay, ruhsat,
izin, kamulaştırma kararı alınmış projeler ÇED sürecinden muaf tutularak bu 10
yıllık gecikmeden kaynaklanan ihmale yasal kılıf uydurularak 07 Şubat 1993
tarihinden önce uygulama projeleri onaylanmış veya Çevre Mevzuatı ve diğer
ilgili mevzuat uyarınca yetkili mercilerden izin, ruhsat veya onay ya da
kamulaştırma kararı alınmış veya ilgili mevzuat gereğince yer seçimi yapılmış
veya yatırım programına alınmış veya mevzi imar planları onaylanmış faaliyetler
çevresel etki değerlendirmesi sürecinden muaf tutulmuştur.
Oysa ki, 1993 senesinden 2013 senesine kadar sürekli değiştirilen
ÇED Yönetmeliği'nin geçici maddelerine"Kapsam Dışı Projeler" in
eklenmesi, Çevre Yasası'nın 10.maddesinin lafzına ve ruhuna, Çevresel Etki
Değerlendirmesi (ÇED)sürecinden beklenen hedef ve amaçlarına aykırı olduğu
gerekçesi ile eleştirilmiş, gerek uygulamada gerekse de akademide birçok
tartışmayı da beraberinde getirmiştir. Bu Yönetmelik düzenlemeleri ile 1983
yılında çıkarılan ve ÇED düzenlemesi getiren Çevre Kanununun amir hükümleri,
aradan 30 yıl geçmesine karşın Yönetmelik hükümleri ile sayısız kez bertaraf edilmeye
çalışılmış, ancak Yönetmelik hükümleri ile ilgili Danıştay'ın verdiği iptal
kararları aşılamayıp projelerin muafiyeti ortadan kaldırılınca Danıştay 14.
Dairesi'nin 10/01/2013 tarihli 2011/13522 E., 2013/4 K. sayılı kararının tebliğ
alındığı tarihte davanın davacıları Ekoloji Kolektifi Derneği ile Tarım Orman
Çevre ve Hayvancılık Hizmet Kolu Emekçileri Sendikası tarafından kamuoyuna
duyurulması ile harekete geçilmiştir. Bakanlık, konunun kamuoyunda tartışılması
ile birlikte yayınlanmak üzere elde hazır bekletilen yeni Yönetmelik
değişikliğini Başbakanlık Mevzuatı Geliştirme ve Yayın Genel Müdürlüğü'ne
göndermiş ve yeni değişikliğin 05/04/2013 tarihli Resmi Gazete'de
yayınlanmasını sağlamıştır. 05/04/2013 tarihinde yayınlanan Yönetmelik hükmü bu
konuda verilen Yüksek Yargı kararlarına aykırı şekilde yürürlüğe konulmuştur.
Bu Yönetmelik hükmüne de daha önce dava açan meslek örgütleri ile
sivil toplum kuruluşları tarafından aynı gün dava açılması üzerine bu kez
Yönetmeliği yasa metni haline getirerek koruma sağlama düşüncesi ile 05/04/2013
tarihli Resmi Gazete'de yayınlanan Yönetmelik hükmü ile getirilen düzenleme,
29/05/2013 tarihli ve 28661 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan Sosyal Sigortalar
Ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun'un 12. Maddesi ile 09/08/1983 tarihli ve 2872 sayılı "Çevre
Kanunu"na Geçici 3 üncü maddesi olarak eklenmiş ve düzenlemeye kanun gücü
ile yeni bir zırh kazandırılarak yargısal denetimin önüne geçilmek
istenilmiştir.
İptali istenilen geçici 3. madde ile yasa metni haline getirilen
ÇED muafiyetine ilk kez 7/2/1993 tarih ve 21489 sayılı Resmi Gazete yayınlanan
ÇED Yönetmeliğinin geçici 1. maddesinde yer verilmiş olup, şöyle
düzenlenmiştir.
"Geçici Madde 1: 07 Şubat 1993 tarihinden önce uygulama
projeleri onaylanmış veya Çevre Mevzuatı ve diğer ilgili mevzuat uyarınca
yetkili mercilerden izin, ruhsat veya onay ya da kamulaştırma kararı alınmış
veya ilgili mevzuat gereğince yer seçimi yapılmış veya yatırım programına
alınmış veya mevzi imar planları onaylanmış faaliyetlere bu Yönetmelik
hükümleri uygulanmaz" (7/2/1993 tarih ve 21489 sayılı Resmi Gazete)
Bu yönetmelik 1983 tarihli Çevre Kanunu'nun 10 maddesine
dayanılarak, Kanunun yürürlüğe girmesinden itibaren en geç 5 ay içinde (m.31)
çıkarılması gerekirken 10 yıl sonra 7/2/1993 tarihinde çıkarılarak yürürlüğe
sokulmuş ve aradaki 10 yıl için 7/2/1993 tarihinden önce uygulama projeleri
onaylanmış veya Çevre Mevzuatı ve diğer ilgili mevzuat uyarınca yetkili
mercilerden izin, ruhsat veya onay ya da kamulaştırma kararı alınmış veya
ilgili mevzuat gereğince yer seçimi yapılmış veya yatırım programına alınmış
veya mevzi imar planları onaylanmış faaliyetlere geçici 1. Madde ile ÇED
yönetmeliği hükümlerinin uygulanmayacağı düzenlenmiştir.
İptali istenilen geçici 3. madde ile yasa metni haline getirilen
ÇED muafiyeti ile ilgili ikinci düzenleme 23/6/1997 tarih ve 23028 sayılı Resmi
Gazete'de Geçici 1. Madde ve 2. Madde olarak yayınlanmıştır.
Geçici Madde 1: 07 Şubat 1993 tarihinden önce uygulama projeleri
onaylanmış veya Çevre mevzuatı ve diğer ilgili mevzuat uyarınca yetkili
mercilerden izin, ruhsat veya onay ya da kamulaştırma kararı alınmış veya
ilgili mevzuat gereğince yer seçimi yapılmış veya yatırım programına alınmış
veya mevzi imar planları onaylanmış faaliyetlere bu Yönetmelik hükümleri
uygulanmaz.
Geçici Madde 2: Bu Yönetmeliğin yayımından önce güzergah
belirlenmesini gerektiren faaliyetlerden ilgili mevzuat gereğince güzergahı
belirlenen veya yatırım programına alınan petrol ve gaz boru hatları, enerji
nakil hatları, otoyollar, ekspres yollar, devlet yolları ve il yolları
faaliyetlerine bu yönetmelik hükümleri uygulanmaz. (23/6/1997 tarih ve 23028
sayılı Resmi Gazete)
Görüleceği üzere, ÇED muafiyetinin kapsamı bu Yönetmelik
değişikliğinin birinci maddesi ile 1993 tarihli düzenleme aynen korunmuş,
düzenlemeye eklenen geçici 2. Madde ile 23/6/1997 tarihli Yönetmeliğin
yayımından önce güzergah belirlenmesini gerektiren faaliyetlerden ilgili
mevzuat gereğince güzergahı belirlenen veya yatırım programına alınan petrol ve
gaz boru hatları, enerji nakil hatları, otoyollar, ekspres yollar, devlet
yolları ve il yolları faaliyetleri açısından ÇED yönetmeliği hükümlerinin
uygulanmayacağı düzenlenmiştir.
İptali istenilen geçici 3. madde ile yasa metni haline getirilen
ÇED muafiyetine ilişkin üçüncü düzenleme 6/6/2002 tarih ve 24777 sayılı Resmi
Gazete'de Geçici 4. Madde olarak yayınlanmıştır.
Geçici Madde 4:7/2/1993 tarihinden önce uygulama projeleri
onaylanmış veya çevre mevzuatı ve ilgili diğer mevzuat uyarınca yetkili
mercilerden izin, ruhsat veya onay ya da kamulaştırma kararı alınmış veya
yatırım programına alınmış veya mevzi imar planları onaylanmış projelere ve bu
tarihten önce üretim ve/veya işletmeye başladığı belgelenen faaliyetlere bu
Yönetmelik hükümleri uygulanmaz. (6/6/2002 tarih ve 24777 sayılı Resmi Gazete)
Görüleceği üzere, ÇED muafiyetinin kapsamı 1993 tarihli
düzenlemeye ek yapılan 1997 tarihli düzenlemenin ruhuna uygun olarak korunmuş,
7/2/1993 tarihinden önce üretim ve/veya işletmeye başlayan faaliyetlerin
belgelenmesi kaydıyla bu faaliyetlere ÇED yönetmeliği hükümlerinin
uygulanmayacağı ise ilk kez düzenlenmiştir.
İptali istenilen geçici 3. madde ile yasa metni haline getirilen
ÇED muafiyetine ilişkin dördüncü düzenleme 16/12/2003 tarih ve 25318 sayılı
Resmi Gazete'de Geçici 3 üncü madde olarak yayınlanmıştır.
Geçici Madde 3- 7/2/1993 tarihli ve 21489 sayılı Resmi Gazete'de
yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliğinden önce uygulama
projeleri onaylanmış veya çevre mevzuatı ve ilgili diğer mevzuat uyarınca
yetkili mercilerden izin, ruhsat veya onay ya da kamulaştırma kararı alınmış
veya yatırım programına alınmış veya mevzi imar planları onaylanmış projelere
ve bu tarihten önce üretim ve/veya işletmeye başladığı belgelenen faaliyetlere
bu Yönetmelik hükümleri uygulanmaz. (16/12/2003 tarih ve 25318 sayılı Resmi
Gazete)
Bu düzenleme ile ÇED muafiyetinin kapsamı 2002 tarihli
düzenlemedeki şekli ile aynen korunmuştur.
İptali istenilen geçici 3. madde ile yasa metni haline getirilen
ÇED muafiyetine ilişkin beşinci düzenleme, 16/12/2004 tarih ve 25672 sayılı
Resmi Gazete'de Geçici 3 üncü madde olarak yayınlanmıştır.
Geçici Madde 3- 7/2/1993 tarihli ve 21489 sayılı Resmi Gazete'de
yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliğinden önce uygulama
projeleri onaylanmış, çevre mevzuatı ve ilgili diğer mevzuat uyarınca yetkili
mercilerden izin, ruhsat veya onay ya da kamulaştırma kararı alınmış, yatırım
programına alınmış, mevzi imar planları onaylanmış projelere, bu tarihten önce
üretim ve/veya işletmeye başladığı belgelenen faaliyetlere 9/8/1983 tarihli ve
2872 sayılı Çevre Kanunu ve ilgili diğer yönetmeliklerde alınması gereken
izinler saklı kalmak kaydıyla bu Yönetmelik hükümleri uygulanmaz. (16/12/2004
tarih ve 25672 sayılı Resmi Gazete)
Bu düzenleme ile ÇED muafiyetinin kapsamı, 2002 tarihli düzenlemedeki
şekli ile aynen korunarak, bu faaliyetlere ÇED yönetmeliği hükümlerinin
uygulanmayacağı hükmüne ek olarak ilk kez getirilen düzenleme ile bu
faaliyetler açısından 9/8/1983 tarihli ve 2872 sayılı Çevre Kanunu ve ilgili
diğer yönetmeliklerde alınması gereken izinler saklı tutulmuştur.
İptali istenilen geçici 3. madde ile yasa metni haline getirilen
ÇED muafiyetine ilişkin altıncı düzenleme, 17/7/2008 tarih ve 26939 sayılı
Resmi Gazete'de Geçici 3 üncü madde olarak yayınlanmıştır.
Geçici Madde 3- (1) 7/2/1993 tarihli ve 21489 sayılı Resmî
Gazete'de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliğinden önce
uygulama projeleri onaylanmış veya çevre mevzuatı ve ilgili diğer mevzuat
uyarınca yetkili mercilerden izin, ruhsat veya onay ya da kamulaştırma kararı
alınmış veya yatırım programına alınmış veya mevzi imar planları onaylanmış
projelere veya bu tarihten önce üretim ve/veya işletmeye başladığı belgelenen
projelere Çevre Kanunu ve ilgili diğer yönetmeliklerde alınması gereken izinler
saklı kalmak kaydıyla bu Yönetmelik hükümleri uygulanmaz. (17/7/2008 tarih ve
26939 sayılı Resmi Gazete)
17 Temmuz 2008 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanan ÇED
Yönetmeliği'nin Geçici 3. Maddesinin yürütmesi, TMMOB Çevre Mühendisleri
Odası'nın açtığı davada Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu'nun 7.10.2010
tarihli ve 2010/968 itiraz nolu kararı ile Anayasa Mahkemesi'nin 15.1.2009
günlü, E:2006/99, K:2009/9 sayılı kararına ve Türkiye'nin taraf olduğu
uluslararası sözleşmelere atıf yapılarak düzenlemenin "7/2/1993 tarihli ve
21489 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi
Yönetmeliğinden önce uygulama projeleri onaylanmış, çevre mevzuatı ve ilgili
diğer mevzuat uyarınca yetkili mercilerden izin, ruhsat veya onay ya da
kamulaştırma kararı alınmış, yatırım programına alınmış, mevzi imar planları
onaylanmış projeler" yönünden durdurulmasına, "üretim ve/veya
işletmeye başlandığı belgelenen projeler" yönünden ise yürütmenin
durdurulması talebinin reddine karar verilmiş; bu kararın ardından Danıştay 6.
Dairesi'nin 02.02.2011 tarihinde 2008/8999 E., 2011/165 K. Kararı ile geçici 3.
Madde ile ilgili düzenleme, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu'nun 7.10.2010
tarihli ve 2010/968 itiraz nolu kararı doğrultusunda kısmen iptal edilmiştir.
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu'nun yürütmeyi durdurma,
Danıştay 6. Dairesinin iptal kararı sonrasında geçici 3. Maddesinde 14 Nisan
2011 tarih 27905 sayılı Resmi Gazete'de aşağıda belirtilen şekilde yeni bir
değişiklik yapılmış ve Danıştay'ın 7/2/1993 tarihinden önceki muafiyetlerin
geçersiz olduğuna dair tespiti adeta yok sayılarak bu tarih 17/7/2013 ve
17/7/2015 tarihlerine kadar aşağıdaki şekilde genişletilmiştir.
"Geçici Madde 3 - (1) 7/2/1993 tarihli ve 21489 sayılı Resmî
Gazete'de yayımlanan Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliğinden önce;
a) Üretime ve/veya işletmeye başladığı belgelenen projelere,
b) Uygulama projeleri onaylanmış veya çevre mevzuatı ve ilgili
diğer mevzuat uyarınca yetkili mercilerden izin, ruhsat veya onay ya da kamulaştırma
kararı alınmış veya yatırım programına alınmış veya mevzi imar planları
onaylanmış projelerden
1) Bu Yönetmeliğin EK-I Listesinde yer alan projeler için
17/7/2015 tarihine,
2) EK-II Listesinde yer alan projeler için 17/7/2013 tarihine
kadar yatırımına başlanmış projelere,
Çevre Kanunu ve ilgili diğer yönetmeliklerde alınması gereken
izinler saklı kalmak kaydıyla bu Yönetmelik hükümleri uygulanmaz."
14/4/2011 günlü, 27905 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan
"Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliğinde Değişiklik Yapılmasına Dair
Yönetmelik"in 1. maddesinin b bendi, Danıştay 14. Dairesi'nce Ekoloji
Kolektifi Derneği ile Tarım Orman Çevre ve Hayvancılık Hizmet Kolu Emekçileri
Sendikası'nın açtığı davada 10/01/2013 tarihinde 2011/13522 E., 2013/4 K.
sayılı ve TMMOB Çevre Mühendisleri Odası'nın açtığı davada 2011/11139 E.,
2013/8 K. Kararı ile bir kez daha iptal edilmiş, düzenlemenin üretime ve/veya
işletmeye başladığı belgelenen projeler ile ilgili a bendi yönünden davanın
reddine karar verilmiştir.
Danıştay 14. Dairesinin kapsamlı iptal gerekçelerinde 17/7/2008
günlü, 26939 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanan Yönetmeliğin geçici 3. maddesine
yönelik olarak verilen yargı kararı; yatırımına başlanmamış projelere 2008
yılından sonrası için, yani yürütmesi durdurulan ve esastan iptal edilen anılan
maddeden sonrası için ÇED sürecinden muafiyet tanınması gerektiği yönünde
ileriye dönük bir süre verilmesini öngörmemekte olduğu belirtilmiş, davalı
idarenin dava konusu düzenlemenin yargı kararının gereklerinin yerine
getirilmesini sağlamak amacıyla yapıldığı iddiasının bu nedenle yerinde
bulunmadığına dikkat çekilmiştir. Mahkemenin gerekçesinde; 2872 sayılı Çevre
Kanunu'nun 1983 yılında yürürlüğe girmesine karşın, Çevresel Etki
Değerlendirmesi kriterlerinin on yıl boyunca belirlenmemiş olması, ardından
1993 yılında yayımlanan Yönetmeliğin geçici 1. maddesiyle; 1993'ten önce
yatırım programına alınmış projelere Yönetmelikten muafiyet tanıyan düzenleme
getirilmesi ve bu muafiyetin sonraki yönetmeliklerde de devam ettirilerek 2008
yılına kadar anılan projelerin, 2872 sayılı Kanuna rağmen ÇED süreci dışında
tutulmuş olması ve 17.7.2008 tarihli Yönetmeliğin geçici 3. maddesine karşı
açılan davada verilen yargı kararının gerekçesi göz önüne alındığında, 7.2.1993
tarihinden önce yatırım programına alınmış, ancak yatırımına başlanmamış
projeler için ileriye dönük olarak tekrar ÇED sürecinden muafiyet sağlayan
Yönetmeliğin dava konusu 1. maddesinin (b) bendinde yer alan düzenlemenin,
Anayasa'nın 56., maddesine, 2872 sayılı Çevre Kanunu'nun 10. maddesine,
Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği'nin amacına ve yargı kararında yer
verilen gerekçelere aykırı olduğu sonucuna varıldığına dikkat çekilerek 2872
sayılı Kanun'un yürürlüğe girmesinin üzerinden yaklaşık otuz yıl, ilk
yönetmeliğin yürürlük tarihinin üzerinden ise yirmi yıl gibi çok uzun bir süre
geçmiş ve aradan geçen süre içinde yatırıma başlanmamış projelere yeniden ve
tekrar ÇED sürecinden belli süreyle muafiyet sağlayan düzenlemenin çevrenin
korunması ilkesi açısından hukuki bir dayanağı da bulunmadığına vurgu yapılarak
uygulama projeleri onaylanmış veya çevre mevzuatı ve ilgili diğer mevzuat
uyarınca yetkili mercilerden izin, ruhsat veya onay ya da kamulaştırma kararı
alınmış veya yatırım programına alınmış veya mevzi imar planları onaylanmış
projelerden bu Yönetmeliğin EK-I Listesinde yer alan projeler için 17/7/2015
tarihine, EK-II Listesinde yer alan projeler için 17/7/2013 tarihine kadar
yatırımına başlanmış projelere Çevre Kanunu ve ilgili diğer yönetmeliklerde
alınması gereken izinler saklı kalmak kaydıyla bu Yönetmelik hükümleri
uygulanmayacağına dair düzenlemenin iptaline karar verilmiştir.
Danıştay 14. Dairesinin bu kararı 10/01/2013 tarihli olmasına
rağmen davacı Ekoloji Kolektifi Derneği ile Tarım Orman Çevre ve Hayvancılık
Hizmet Kolu Emekçileri Sendikası'nın açtığı 2011/13522 E., 2013/4 K. sayılı
davanın davacıları tarafından kamuoyuna duyurulması ile birlikte Bakanlık,
yayınlanmak üzere elde hazır beklettiği anlaşılan yeni değişiklik metnini
Başbakanlık Mevzuatı Geliştirme ve Yayın Genel Müdürlüğü'ne göndermiş ve yeni
geçici 3. Madde metni, 05/04/2013 tarih 27905 sayılı Resmi Gazete'de aşağıdaki
şekilde yayınlanarak yürürlüğe konulmuştur.
"Geçici Madde 3- (1) 23/6/1997 tarihinden önce yatırım
programına alınmış olup 5/4/2013 tarihi itibarıyla planlama aşaması geçmiş olan
veya ihalesi yapılmış olan veya üretim veya işletmeye başlamış olan projeler
ile bunların gerçekleştirilmesi için zorunlu olan yapı ve tesislere, Çevre
Kanunu ve ilgili diğer yönetmeliklerde alınması gereken izinler saklı kalmak
kaydıyla bu Yönetmelik hükümleri uygulanmaz." (05/04/2013 tarih 27905
sayılı Resmi Gazete)
Bu düzenleme ile ÇED muafiyetinin kapsamı 1993, 1997, 2002, 2003,
2004 2005, 2008 tarihli düzenlemelerine göre değiştirilmiş, daha önce 7/2/1993
olan tarih, bu kez '23/6/1997' olarak kabul edilmiş; 'ihalesi yapılmış olan'
kriteri ilk kez getirilmiş, üretim veya işletmeye başladığı belgelenmesi
istenilen projelerde belgelenme şartı kaldırılmış ve bu projeler ile bunların gerçekleştirilmesi
için zorunlu olan yapı ve tesislerin ÇED Yönetmeliği kapsamı dışında
olamayacağına dair Danıştay 14. Dairesinin 28/12/2011 Tarih ve 2011/15826 E.
sayılı 8 Aralık 2010 Tarih ve 27779 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan 2010/24
sayılı Gebze-Orhangazi-İzmir Otoyolu Genelgesi'nin 9. Maddesinin yürütmesinin
durdurulması kararı ile yine aynı Dairenin 18/10/2012 tarih ve 2012/3269 E.
sayılı 4 Nisan 2012 Tarih ve 28254 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan 2012/10
sayılı Ilısu Barajı ve HES Projesi Genelgesi'nin 7. Maddesinin yürütmesinin
durdurulması kararına aykırı şekilde bu tesisler de ÇED Yönetmeliğinin
kapsamının dışına çıkarılarak 1983 senesinden bugüne bu tesisler açısından daha
önce hiç olmayan muafiyetler 40 yıl geriye taşınarak var kabul edilmiştir.
Anılan Yönetmelik hükmüne de daha önce dava açan meslek örgütleri
ile sivil toplum kuruluşları tarafından aynı gün dava açılması üzerine bu kez
Yönetmeliği yasa metni haline getirerek korunmasını sağlama düşüncesi ile
05/04/2013 tarihli Resmi Gazete'de yayınlanan Yönetmelik hükmü ile getirilen
düzenleme, 29/05/2013 tarihli ve 28661 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan Sosyal
Sigortalar Ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun'un 12. Maddesi ile 09.08.1983 tarihli ve 2872 sayılı
"Çevre Kanunu"na Geçici 3 üncü maddesi olarak aşağıdaki şekilde torba
kanuna eklenmiş ve düzenlemeye kanun gücü ile yeni bir zırh kazandırılarak
Danıştay'ın yargısal denetiminin önüne geçilmek istenilmiştir.
"Geçici Madde 3- 23/6/1997 tarihinden önce kamu yatırım
programına alınmış olup, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla
planlama aşaması geçmiş ve ihale süreci başlamış olan veya üretim veya
işletmeye başlamış olan projeler ile bunların gerçekleştirilmesi için zorunlu olan
yapı ve tesisler Çevresel Etki Değerlendirmesi kapsamı dışındadır."
(29/05/2013 tarihli ve 28661 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan Sosyal
Sigortalar Ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik
Yapılmasına Dair Kanun)
b) İptali İstenen Yasa Hükmünün Hukuka Aykırılıkları
ÇED muafiyetleri, ilk kez ÇED Yönetmeliğinin çıkarıldığı
07/02/1993 tarihinde Çevre Kanununda dahi çerçevesi çizilmemiş bir düzenleme
olarak yayınlanmış, ÇED Yönetmeliği değiştikçe, geçici maddelerinde de sürekli
şekilde korunmuştur. Bu durum Anayasa'nın 2. Maddesinde tanımlanan ve Anayasa
Mahkemesinin içtihatları ile yorumlanan hukuk devleti ilkesine kesin ve açık
olarak aykırıdır.
Sınırları yasalarla belirlenmemiş konularda, idareye yönetmelik
çıkarma yetkisi verilmesi, Anayasa'nın yasama yetkisinin devredilemeyeceğine
ilişkin 7. maddesine yürütme yetkisinin Anayasa ve kanunlara uygun olarak
kullanılacağına ilişkin 8. maddesine ve idarenin kanunların ve tüzüklerin
uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamak koşuluyla, yönetmelikler
çıkarabileceğine ilişkin 124. maddesine açıkça aykırı olan bu durum, iptali
istenilen Yasa metni ile bu kez tersten işletilmiş ve ÇED muafiyetleri ile
ilgili Yönetmelik hükmü, Danıştay tarafından sürekli iptal edildiğinden
yargısal denetimin önünü kesmek adına Yasa metni haline getirilmiştir.
Oysa Yönetmelikler idarenin düzenleyici tasarrufları içinde yer
alırlar; pozitif hukukumuza göre, yürütmenin ve onun uzantısı sayılan idarenin
asli düzenleme yetkisi yoktur. Esasen anayasanın 124'üncü maddesine göre de
yönetmelikler kanunların ve tüzüklerin uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara
aykırı olmamak koşulu ile çıkarılabilirler. Bu nedenlerle yönetmeliklerle,
ancak çerçevesi ve sınırları kanunla belirlenmiş olan bir alan içinde düzenleme
yapılabilir. Dolayısıyla bu yönetmelik değişiklikleri hukuka uygunluk
karinesinden yararlanamadığı gibi, 05/04/2013 tarihli Yönetmelik hükmü
29/05/2013 tarihli ve 28661 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan Sosyal Sigortalar
Ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına
Dair Kanun'un 12. Maddesi ile 09/08/1983 tarihli ve 2872 sayılı "Çevre
Kanunu"na Geçici 3 üncü maddesi olarak eklenmesi, Yasaların uygulanması
için bir araç olan Yönetmelik hükmünün, bu Yönetmelik hükümlerine dava
açıldıktan sonra Yasa hükmü haline getirilmesi ile yargısal denetimin önünü
kesmek suretiyle Anayasa'nın 2. Maddesi ile teminat altına alınan hukuk devleti
ilkesinin ihlali haline gelmiştir.
2872 sayılı Çevre Kanunu'nun 1983 yılında yürürlüğe girmesine
karşın, Çevresel Etki Değerlendirmesi kriterlerinin on yıl boyunca
belirlenmemiş olması, ardından 1993 yılında yayımlanan Yönetmeliğin geçici 1.
maddesiyle 1993'ten önce yatırım programına alınmış projelere Yönetmelikten
muafiyet tanıyan düzenleme getirilmesi ve bunun, sonraki yönetmeliklerde de
devam ettirilerek 2008 yılına kadar anılan projelerin 2872 sayılı Kanuna rağmen
ÇED süreci dışında tutularak projelere muafiyet tanınmış olması ve 17.7.2008
tarihli Yönetmeliğin geçici 3. maddesine karşı açılan davada verilen yargı
kararının gerekçesi birlikte değerlendirildiğinde, 7.2.1993 tarihinden önce
yatırım programına alınmış ancak yatırımına başlanmamış projeler için ÇED
sürecinden muafiyet sağlayan Yönetmelik metnini Yasa metni haline
getiren29/05/2013 tarihli düzenleme, Anayasa'nın 2 ve 11. Maddelerine ve Yüksek
Mahkemelerce verilen yargı kararlarında yer verilen iptal kararı gerekçelerine
uyulmaması nedeni ile Anayasa'nın 138/son maddesine aykırıdır.
Nitekim Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, eylem
ve işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri
koruyup güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun
üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir.
Anayasa Mahkemesinin 29.04.2003 günlü ve E.2003/30, K.2003/38
sayılı Kararında, "Hukuk devleti, siyasal iktidarı hukukla sınırlayarak ve
devlet etkinliklerinin düzenle sürdürülebilmesi için gerekli olan hukuksal alt
yapıyı oluşturarak aynı zamanda istikrara da hizmet eder. Bu istikrarın özü
hukuki güvenlik ve öngörülebilirliktir" denilirken; 22.02.2012 günlü ve
E.2011/53, K.2012/27 sayılı kararında ise, "Hukuk güvenliği ilkesi,
bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde devlete güven duyabilmesini, devletin de
yasal düzenlemelerde bu güven duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını
gerekli kılar." İfadelerine yer verilmiştir.
Anayasa'nın 5. maddesinde, "Devletin temel amaç ve görevleri,
Türk Milletinin bağımsızlığını ve bütünlüğünü, ülkenin bölünmezliğini,
Cumhuriyeti ve demokrasiyi korumak, kişilerin ve toplumun refah, huzur ve
mutluluğunu sağlamak; kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti
ve adalet ilkeleriyle bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve
sosyal engelleri kaldırmaya, insanın maddî ve manevî varlığının gelişmesi için
gerekli şartları hazırlamaya çalışmaktır." denilmektedir.
Yine Anayasa'nın 11. Maddesinin son fıkrasında Kanunların
Anayasa'ya aykırı olamayacağı düzenlenmiş, 138/son maddesinde de "Yasama
ve yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu
organlar ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların
yerine getirilmesini geciktiremez." denilmiştir.
Anayasa'nın 17/1 maddesi de "Herkes, yaşama, maddî ve manevî
varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir." Şeklindedir.
Anayasa'nın 43/1. Maddesine göre kıyılar, 168. Maddesine göre
tabiî servetler ve kaynaklar devletin hüküm ve tasarrufu altındadır. 44.
maddesinin birinci fıkrasına göre devlet, toprağın verimli olarak işletilmesini
korumak ve geliştirmek, 169. maddesinin birinci fıkrasına göre ormanların korunması
ve sahalarının genişletilmesi için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür. 45.
maddesinin birinci fıkrasına göre ise tarım arazileri ile çayır ve meraların
amaç dışı kullanılmasını ve tahribini önlemek devletin görev ve sorumluluğu
altındadır.
Anayasamızın 56. maddesinin ilk fıkrasında "Herkes, sağlıklı
ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir" hükmü ve aynı maddenin
ikinci fıkrasında"Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre
kirlenmesini önlemek Devletin ve vatandaşların ödevidir." hükmü yer
almaktadır. Bu madde bütünüyle incelendiğinde; "sağlıklı ve dengeli
çevre" kavramına, doğal güzelliklerin korunduğu, kentleşme ve
sanayileşmenin getirdiği hava ve su kirlenmesinin önlendiği bir çevre kadar,
belli bir plan ve programa göre düzenlenmiş çevrenin de gireceği kuşkusuzdur
(AYMK. 11.12.1986 tarihli ve E.1985/11, K.1986/29).
Anayasa'nın 56. maddesinin gerekçesinde de, vatandaşın korunmuş
çevre şartlarında, beden ve ruh sağlığı içinde yaşamını sürdürmesini
sağlamasının Devletin ödevi olduğu, Devletin hem kirlenmenin önlenmesi hem de
tabii çevrenin korunması ve geliştirilmesi için gerekli gereken tedbirleri
alması gerektiği belirtilmiştir.
Yukarıdaki Anayasa hükümleriyle devlete, toplumun huzur ve
mutluluğunun sağlanmasında ve bireylerin maddi ve manevi varlıklarının
geliştirilmesinde önemi yadsınamaz olan çevrenin korunması ve geliştirilmesi
konularında ödevler yüklendiği açıktır. Sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama
hakkı ekonomik ve mali gerekçelerle vazgeçilecek haklardan değildir. Söz konusu
hakka yönelik olarak devlete düşen görev, bu hakkın gerçekleştirilmesinin
önünde yer alan engellerin kaldırılmasından ve yaşanılan çevre ortamının
geliştirilmesinden ibarettir. Bu bağlamda, devlet bütününün bir parçası olan
yasama organı da, aktarılan Anayasa hükümlerine uygun hareket etmek zorundadır.
Buna göre çevreyi ilgilendiren yasal düzenlemelerin, Anayasa tarafından devlete
yüklenen çevrenin korunması, çevrenin geliştirilmesi ve çevre kirliliğinin
önlenmesi ödevlerini yerine getirme amacına bağdaşacak şekilde çıkarılmaları
gerekmekledir.
Bütün vatandaşların ortak varlığı olan çevrenin korunması,
iyileştirilmesi, kırsal ve kentsel alanda arazinin ve doğal kaynakların en
uygun şekilde kullanılması ve korunması, su, toprak ve hava kirlenmesinin
önlenmesi, ülkenin bitki ve hayvan varlığı ile doğal ve tarihsel zenginliklerin
korunarak, bugünkü ve gelecek kuşakların sağlık, uygarlık ve yaşam düzeyinin
geliştirilmesi ve güvence altına alınması için yapılacak düzenlemeleri ve
alınacak önlemleri, ekonomik ve sosyal kalkınma hedefleriyle uyumlu olarak
belirli hukuksal ve teknik esaslara göre düzenlemek amacıyla 9/8/1983 tarihinde
kabul edilen 2872 sayılı Çevre Kanunu, 11/8/1983 günlü, 18132 sayılı Resmi
Gazetede yayımlanarak yürürlüğe konulmuştur.
2872 sayılı Yasa'nın 2. maddesinde sürdürülebilir çevre
"Gelecek kuşakların ihtiyaç duyacağı kaynakların varlığını ve kalitesini
tehlikeye atmadan, hem bugün hem de gelecek kuşakların çevresini oluşturan tüm
çevresel değerlerin her alanda (sosyal, ekonomik, fizik vb.) ıslahı, korunması
ve geliştirilmesi sürecini ifade eder"; sürdürülebilir kalkınma ise
"Bugünkü ve gelecek kuşakların, sağlıklı bir çevrede yaşamasını güvence
altına alan çevresel, ekonomik ve sosyal hedefler arasında denge kurulması
esasına dayalı kalkınma ve gelişmeyi ifade eder" şeklinde tanımlanmıştır.
Buna göre sürdürülebilir çevre ve sürdürülebilir kalkınma ilkelerinin içeriği
itibariyle hem bugünün hem de gelecek kuşakların çevresini oluşturan tüm
çevresel değerlerin her alanda ıslahı, korunması ve geliştirilmesi ile sağlıklı
bir çevrede yaşamasını güvence altına aldığı açıktır.
Aynı Yasa'nın "Çevresel Etki Değerlendirmesi" başlıklı
10. maddesinde "Gerçekleştirmeyi planladıkları faaliyetleri sonucu çevre
sorunlarına yol açabilecek kurum, kuruluş ve işletmeler, Çevresel Etki
Değerlendirmesi Raporu veya proje tanıtım dosyası hazırlamakla yükümlüdürler.
Çevresel Etki Değerlendirmesi Olumlu Kararı veya Çevresel Etki
Değerlendirmesi Gerekli Kararı alınmadıkça bu projelerle ilgili onay, izin,
teşvik, yapı ve kullanım ruhsatı verileme; proje için yatırıma başlanmaz ve
ihale edilemez.
Çevresel Etki Değerlendirmesine tabi projeler ve Stratejik
Çevresel Değerlendirmeye tabi plan ve programlar ve konuya ilişkin usul ve
esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmeliklerle belirlenir." kuralına yer
verilmiştir.
2872 sayılı Yasa'nın 10. maddesinde belirtilen çevresel etki
değerlendirmesi, aynı Yasa'nın 2. maddesine göre gerçekleştirilmesi planlanan
projelerle çevreye olabilecek olumlu ve olumsuz etkilerin belirlenmesinde
olumsuz yöndeki etkilerin önlenmesi ya da çevreye zarar vermeyecek ölçüde en
aza indirilmesi için alınacak önlemlerin, seçilen yer ile teknoloji
alternatiflerinin belirlenerek değerlendirilmesinde ve projelerin
uygulanmasının izlenmesi ve kontrolünde sürdürülecek çalışmaları ifade etmektedir.
Anayasa Mahkemesi'nin 15/1/2009 günlü, E:2006/99, K:2009/9 sayılı
kararında da belirtildiği gibi günümüzde çevrenin kirlendikten veya bozulduktan
sonra eski hale getirilmesinin çok külfetli olması, hatta kimi durumlarda
olanaksız bulunması nedeniyle kirlenen çevreyi temizleme veya bozulan çevreyi
onarma yerine etkileri baştan önlemenin yöntemleri aranmaktadır. ÇED, kalkınma
ve ekonomik gelişme için yatırım ve faaliyetlerin, doğayı tahrip etmeden ve
çevreyi kirletmeden gerçekleştirilmesinde kullanılan yöntemlerden birisidir.
ÇED ile korunmaya çalışılan temel unsur, çevre ve bu çevre ve bu çevre
içerisindeki varlıklardır.
Anayasa Mahkemesi'nin kararından da anlaşılacağı üzere, yatırım
projelerinin niteliği ne olursa olsun ÇED süreci dışında tutulup tutulmayacağı
tartışması, projenin hangi tarihte yatırım kapsamına alındığı ve hangi tarihte
yatırıma başlanacağı tartışmasının ötesindedir. Anayasa Mahkemesi'nin iptal
kararı, doğa varlıklarının nasıl korunacağı, çevresel bozulmaya yol açacağı
kabul edilen projelerle ilgili önlemlerin nasıl alınacağının belirlenmesi ile
ilgilidir.
ÇED süreci izlenilmesi zorunlu olan projeler yönünden dahi anılan
Yönetmeliklerde yatırıma başlanılması için belirli bir süre öngörülmekte iken,
daha önceki Yönetmelik düzenlemelerinde ilk ÇED Yönetmeliğinin yayınlandığı
09/02/1993 tarihi esas alınırken bu kez 23/6/1997 tarihinin milat kabul
edilerek bu tarihten önce kamu yatırım programına alınmış olup, bu maddenin
yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla planlama aşaması geçmiş ve ihale süreci
başlamış olan veya üretim veya işletmeye başlamış olan projeler ile bunların
gerçekleştirilmesi için zorunlu olan yapı ve tesisler Çevresel Etki
Değerlendirmesi kapsamı dışında tutulması, bu projelerin ne zaman hayata
geçirileceği tartışmasını dar yorumlayan ve hatta bunu bir idari kurala
dönüştüren iptali istenilen düzenleme; hukuk devletini, hukuka duyulan güven ve
inancı sarsıcı nitelikte olup; idarenin belirlilik, salt kamu yatırımları
açısından bu muafiyetleri koruması karşısında eşitlik, öngörülebilirlik
ilkelerine de aykırı sayılmalıdır.
ÇED süreci dışına çıkarılmaya çalışılan ve iptali istenilen
düzenlemeden yararlanacak olan projeler kamuoyunda sıkça tartışılan
projelerdir. Bir yatırım konusu olamayacak kadar değerli bir varlık olan canlı
yaşamının korunması ve çeşitliliğinin sağlanması, hem yurttaşların hem de
devletin ödevi ve sorumluluğudur. Bu nedenle bu başvurunun amacı kamu yararı,
doğa varlıklarının haklarını savunmak, toplumsal yaşamın ekolojik bir biçimde
idamesini sağlayacak bilincin yaratılmasına olanak yaratmak ve devletin
bürokratlarının hüküm ve tasarrufunda bir aygıt olmanın dışında doğanın
haklarını da koruyacak bir hukuk pratiği içine çekilmesini sağlamaktır.
Anayasa'nın diliyle söyleyecek olursak, demokratik bir hukuk devletinin olmazsa
olmaz koşulu, yargı kararlarının uygulanması, hukuki güvenlik duygusunun tesisi
ve herkesin maddi ve manevi yaşamını geliştirme, sağlıklı ve dengeli bir
çevrede yaşama hakkının kurulması için karar alma süreçlerinin işletilmesidir.
Bu anlamda hükümetin pek çok önemli bulduğu yatırımın halk
tarafından katılımcı bir tarzda tartışılmasından duyulan kaygı yattığı
ortadadır. İstanbul Üçüncü Köprüsü Projesi, Gebze Orhangazi İzmir Otoyolu
Projesi, Ilısu Baraj Projesi gibi kamuoyu tarafından en çok bilinen
projelerdir. Bu nedenle hukuk devletlerinde, halkın karar alma süreçlerine
katılması, kararların denetlemesini sağlanması, gerektiğinde bu kararlardan
vazgeçilmesine yönelik geri çağırma mekanizmalarının olgunlaştırılması,
olağanüstü rejimlerin yarattığı "ben istedim oldu" yönetim biçimini
ortadan kaldırmasına neden olacaktır.
Bilindiği üzere 7/5/2004 tarihli değişiklikle Anayasa'nın 90.
maddesine 5170/7 sayılı kanunla eklenen maddeye göre; "Usulüne göreyürürlüğe
konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası anlaşmalarla,
kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek
uyuşmazlıklarda milletlerarası anlaşma hükümleri dikkate alınır".Bilindiği
gibi, Anayasanın 56. maddesi Temel Haklar ve Ödevler bölümünde yer almakta ve
"çevre hakkı" üçüncü kuşak insan hakları arasında sayılmaktadır. Bu
doğrultuda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'nin 8. maddesi doğrultusunda AİHM
içtihatlarınca da güvence kapsamında değerlendirilmektedir. Çevre hakkının
insan hakkı niteliği, bu sebeple temel hak ve özgürlüklere ilişkin sözleşmeler
kapsamında olduğu tartışmasızdır.
"Çevre hakkı" ilk kez 1972'de Birleşmiş Milletler Çevre
Konferansı sonucunda yayımlanan Stockholm Deklarasyonunda yer almıştır.
Stockholm Deklarasyonu, çevre ile ilgili ilk önemli belge olarak
kabul edilmektedir. "İnsanın; hürriyet, eşitlik ve yeterli yaşam koşulları
sağlayan onurlu ve refah içinde bir çevrede yaşamak temel hakkıdır"
sözleriyle başlayan deklarasyon, doğal hayatın ve yenilenebilen kaynakların
korunması, yenilenemeyen kaynakların tükenme tehlikesine karşı önlemler alma,
toksit ve diğer maddelerin deşarjı, ısının doğaya onu zararsız kılabilecek
kapasiteyi aşacak şekilde bırakılmasının engellenmesi, kalkınmanın gerekleri
ile çevrenin korunması arasındaki çelişkilerin giderilmesi, nükleer silahlara
karşı çevrenin korunması gibi konuları ele almaktadır.
28 Ekim 1982 Dünya Doğa Şartı ve 1990 Paris Sözleşmesinde çevre
hakkı ile ilgili somut maddeler yer almıştır.
Daha sonra 1984 yılında Tokyo Konferansı tertip edilmiş ve bu
konferansın sonucunda yayınlanan bildiride ise "Gelişme kavramı yeniden
gözden geçirilmeli ve her ülkenin ekonomik gelişmesi, kaynakların korunması ve
arttırılması dikkate alınarak gerçekleştirilmelidir. İktisadi büyümede, sadece
iktisadi geliştirme göstergeleri değil, aynı zamanda tabii kaynakların
korunması, hastalıklarla mücadele edilmesi, kültür miraslarının korunması gibi
konularla da ilgilenilmelidir. Temiz hava, su, orman, toprak gibi çevre kaynakları
korunmalı, dengeli bir nüfus artışı sağlanmalıdır. Bütün ülkelerde teknolojik
gelişmeler, çevre faktörlerine önem verecek şekilde yönlendirilmelidir."
denilmiştir.
Biyolojik çeşitliliğin korunmasının insanlığın ortak sorunu
olduğunu vurgulayan BM üyesi akit taraflar 1992'de Rio'da Biyolojik Çeşitlilik
Sözleşmesi'ni kabul etmişlerdir. Türkiye, 29.08.1996 tarihli, 177 sayılı
Kanunla sözleşmeyi onaylamıştır. Sözleşme ile "biyolojik çeşitliliğin
korunması", "biyolojik kaynakların muhafazası", "biyoteknolojinin
özgün, verimli ve çevreye uygun kullanımı", "ekosistemin
korunması", "biyolojik çeşitlilik oluşturan canlıların ex-situ
korunması", "canlıların yaşam ortamlarının korunması",
"canlıların in-situ koşullarının korunması" ve "biyolojik
çeşitlilik oluşturan canlıların sürdürülebilir kullanımı" konuları ele
alınmıştır.
Bu sözleşmede, insanların sürekli ve dengeli kalkınmanın
merkezinde olduğu, doğa ile uyum içinde sağlıklı ve verimli bir yaşama hakkı
olduğu belirtilmiştir.
Rio Sözleşmesi ve ÇED kavramının içeren tüm doğa koruma
sözleşmelerine göre, evrende çevreye zararlı olabilecek faaliyetlerinin hiç
birisi çevresel etki değerlendirme incelemesinden muaf tutulamaz. Önemli olan
kamu yararıdır, bugünkü ve gelecek nesillerin sağlıklı ve dengeli bir çevrede
yaşamalarıdır.
Bu nedenle iptali istenilen düzenleme, Anayasa m. 90/5 uyarınca
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından ÇED uygulamalarında dikkate alınması
zorunlu olan 1992 - Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Üzerine Rio Zirvesi
Sonuç Deklarasyonu'nun(İnsanlar, doğa ile uyum içinde sağlıklı ve verimli bir
hayata layıktır. Çevre konuları en iyi şekilde, ancak ilgili bütün
vatandaşların katılımı ile yönetilir. Devletler, geniş çapta çevre
bilgilendirmesi yaparak kamuoyu aydınlatılmasını ve katılımı gerçekleştirecek
ve teşvik edecektir.) hükmüne; 1992 - BM-Rio-Gündem 21 Sözleşmesi'nin
(25/7/1995 tarih ve 22534 mükerrer sayılı RG'de yayınlanan Yedinci Beş Yıllık
Kalkınma Planı ile hükümeti bağlayıcı olduğu kabul edilmiştir -sh.157-)
(Hükümetler, iş çevreleri ve kalkınma kuruluşları, kalkınma projelerinin
biyolojik çeşitlilik üzerine etkisinin nasıl değerlendirileceğini ve bu
çeşitliliği kaybetmenin maliyetinin nasıl hesaplanacağını öğrenmelidirler.
Önemli etkileri olabilecek projelerde, halkın geniş ölçüde katılmasıyla
çevresel etki değerlendirmesi yapılmalıdır. Kişiler, gruplar ve kuruluşlar,
özellikle kendi toplumlarını etkileyebilecek çevre ve kalkınma kararlarını
bilmeli ve bunlara katılmalıdır. İnsanlara kararlar hakkında bilgi vermek için,
ulusal hükümetler, kişilerin çevre ve kalkınma konularıyla ilgili bütün
bilgilere ulaşmasını sağlamalıdır. Bu bilgi, çevre üzerine önemli etkisi olan
veya olabilecek olan üretim veya faaliyetleri ve çevre koruma önlemlerini
içermelidir) hükmüne; 1992-BM-Rio-Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesi (28/08/1996
tarih ve 4177 sayılı Kanunla onaylanmış, 27/12/1996 tarih ve 22860 sayılı RG'de
yayınlanmıştır)(Madde 14/1-a; Sözleşen devletler; biyolojik çeşitlilik için
önemli olumsuz etkiler doğurabilecek mevcut proje önerilerinin, bu olumsuz
etkileri engellemeye veya en aza indirmeye yönelik bir çevresel etki
değerlendirmesine tabi tutulmasını öngören uygun işleyişleri yürürlüğe koyacak
ve elverdiğince halkın da bu işleyişlere katılmasını
sağlayacaktır.)hükmüne;1979-Avrupa Konseyi-Avrupa'nın Yaban Hayatı ve Yaşama
Ortamlarını Koruma BERN Sözleşmesi (20/2/1984 tarih ve 18318 sayılı RG)(Madde
3;Her akit taraf, yabani flora ve fauna ile doğal yaşama ortamlarının, bilhassa
nesli tehlikeye düşmüş ve düşebilecek türlerin, özellikle endemik olanlarının
ve tehlikeye düşmüş yaşama ortamlarının, bu sözleşme hükümlerine uygun olarak
muhafazası amacıyla ulusal politikalarını geliştireceklerdir. Her akit taraf,
planlama ve kalkınma politikalarını saptarken ve kirlenme ile ilgili mücadele
önlemlerini alırken, yabani flora ve faunanın muhafazasına özen göstermeyi
taahhüt eder.) hükümlerine aykırıdır. (Danıştay 14. Dairesi 10/01/2013 tarih ve
2011/13522 E. ve 2013/4 K. - Danıştay 14. Dairesi 10/01/2013 tarih ve
2011/11139 E. ve 2013/9K.)
Ayrıca Avrupa Birliği, 85/337/EEC Direktifi; ''AB ülkelerinde
gerçekleştirilecek her türlü projenin, teknik planlama ve karar alma sürecinin
başlangıcında projenin çevresel etkileri dikkate alınmalıdır.'' şeklindedir.
Helsinki Avrupa Birliği Konseyi'nin 11 Aralık 1999 günlü Başkanlık Sonuç
Bildirgesi'nin 2.maddesi uyarınca da, Türkiye, diğer aday devletlere
uygulananlar ile aynı kriterler temelinde, Birliğe katılmaya yönelmiş bir aday
devlet olarak bu düzenlemeleri iç hukuk düzenlemesi olarak yapmak konusunda Birliğe
taahhütte bulunmuştur.
Anayasanın herhangi bir hükmüne aykırı bir düzenlemenin Anayasanın
11. maddesinde yer alan Anayasanın üstünlüğü ve bağlayıcılığı ve dolayısı ile
Anayasanın 2. maddesinde yer alan hukuk devleti ilkesi ile bağdaşması
düşünülemez (Anayasa Mahkemesinin 03.06.1988 tarih ve E.1987/28, K.1988/16
sayılı kararı, AMKD., sa.24, shf. 225).
Bu nedenle de belirtilen kuralın, yüksek mahkeme kararlarına
rağmen bu kez yasa metni olarak hukuk dünyasına sokulmak suretiyle vatandaşın
korunmuş çevre şartlarında, beden ve ruh sağlığı içinde yaşamını sürdürmesini
sağlamasına, kirlenmenin önlenmesine, tabii çevrenin korunması ve
geliştirilmesi için gerekli gereken tedbirlerin alınmasına engel olacak
nitelikte olduğundan yukarıda sayılan gerekçelerde de belirtildiği üzere
Anayasa'nın 2, 11 ve 138/son maddeleri dışında 17/1, 43/1, 44/1, 45/1,
maddelerine, 56. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarına, 90/5, 168 ve 169/1.
maddelerine de aykırı olması nedeni ile iptali gerekmektedir.
b-1) İptali istenilen düzenlemenin "23/6/1997tarihinden önce
kamu yatırım programına alınmış olup bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih
itibarıyla planlama aşaması geçmiş ve ihale süreci başlamış olan veya"
ifadesi ile getirilen muafiyet, Anayasa'nın çevrenin korunması ve geliştirilmesine
yönelik devlete yüklenen ödev ve sorumluluklarla bağdaşmamaktadır.
Danıştay 14. Dairesi'nin 14/4/2011 tarihli yönetmeliğin Geçici
3/1-b bendiyle ilgili iptal kararının gerekçesi yatırımına başlanmamış
projelere 2008 yılından sonrası için, yani yürütmesi durdurulan ve esastan
iptal edilen anılan maddeden sonrası için ÇED sürecinden muafiyet tanınması
gerektiği yönünde ileriye dönük bir süre verilmesini öngörmemektedir.
Bu nedenle Danıştay, iptal kararında; "2872 sayılı Çevre
Kanunu'nun 1983 yılında yürürlüğe girmesine karşın, Çevresel Etki
Değerlendirmesi kriterlerinin on yıl boyunca belirlenmemiş olması, ardından
1993 yılında yayımlanan Yönetmeliğin geçici 1. maddesiyle; 1993'ten önce
yatırım programına alınmış projelere Yönetmelikten muafiyet tanıyan düzenleme
getirilmesi ve bu muafiyetin sonraki yönetmeliklerde de devam ettirilerek 2008
yılına kadar anılan projelerin, 2872 sayılı Kanuna rağmen ÇED süreci dışında
tutulmuş olması ve 17.7.2008 tarihli Yönetmeliğin geçici 3. maddesine karşı açılan
davada verilen yargı kararının gerekçesi göz önüne alındığında, 7.2.1993
tarihinden önce yatırım programına alınmış,ancak yatırımına başlanmamış
projeler için ileriye dönük olarak tekrar ÇED sürecinden muafiyet sağlayan
Yönetmeliğin dava konusu 1. maddesinin (b) bendinde yer alan düzenlemenin,
Anayasa'nın 56., maddesine, 2872 sayılı Çevre Kanunu'nun 10. maddesine,
Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği'nin amacına ve yargı kararında yer
verilen gerekçelere aykırı olduğu sonucuna varmış, 2872 sayılı Kanun'un
yürürlüğe girmesinin üzerinden yaklaşık otuz yıl, ilk yönetmeliğin yürürlük
tarihinin üzerinden ise yirmi yıl gibi çok uzun bir süre geçmiş ve aradan geçen
süre içinde yatırıma başlanmamış projelere yeniden ve tekrar ÇED sürecinden
belli süreyle muafiyet sağlayan düzenlemenin çevrenin korunması ilkesi
açısından hukuki bir dayanağı da bulunmamaktadır."demektedir.
Danıştay'ın iptal kararı gerekçesinden anlaşıldığı üzere Çevre
Kanunu uyarınca Danıştay 14. Dairesi de bir faaliyetin, yatırım programına alınmasını
ÇED kapsamına alınmaması için bir sebep olarak görmemiştir. Yatırım programına
alınmış olmak, bir projenin planlanmasının yapılmış olması ve planlanan
projeyle ilgili ihale sürecinin yapılması da aynı şekilde ÇED sürecinden
muafiyet sağlamak için gerekli koşullar değildir. Çünkü ÇED süreci tam da,
ekonomik yatırımın olabilirliği durumunda devreye girer.
Çevre Kanunu'nun 2 nci maddesinde çevresel etki değerlendirmesi;
"Gerçekleştirilmesi plânlanan projelerin çevreye olabilecek olumlu ve
olumsuz etkilerinin belirlenmesinde, olumsuz yöndeki etkilerin önlenmesi ya da
çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi için alınacak önlemlerin,
seçilen yer ile teknoloji alternatiflerinin belirlenerek değerlendirilmesinde
ve projelerin uygulanmasının izlenmesi ve kontrolünde sürdürülecek
çalışmalar" olarak tanımlanmaktadır. Bu tanımda dikkat çekici husus "projelerden
gerçekleştirilmesi planlananlar açısından" "çevreye etkilerini
belirlemek" ve "olumsuz etkileri önlemek ya da en aza
indirmektir." Bu anlamıyla tam da iptali istenilen Yasa düzenlemesiyle
yukarda anılan ifadede muafiyet tanınan projelere ÇED uygulanması gerektiği
Çevre Kanunu gereğidir. Planlanan, programa alınan, ihalesi yapılan bir proje
tam da çevreye etkilerinin olasılık olarak belirdiği ve denetlenmesi gereken
bir projedir.
Buna göre idarenin önleyici niteliği ve özellikle de çevre
hukukunun önleme ilkesinin birlikteliği ortaya çıkmakta, idare öncelikle henüz
kamu düzeni (çevrenin korunmasının da bu kapsamda olduğuna dair bir şüphe
yoktur) bozulmadan gerekli önlemleri almalıdır. ÇED süreci işte öncelikle bu
önlemlerin ne olacağını bilimsel ve katılımcı araçlarla bulur. Çevre hukukunun
evrensel ilkelerinden biri olan ve Çevre Kanunu'nun "İlkeler"
başlıklı 3. maddesinin (a) ve (b) bentlerinde "kirliliğin önlenmesi"
ve "çevrenin bozulmasının önlenmesi" şeklinde ve yine aynı maddede
"kaynakta önleme" olarak somutlaşan önleme ilkesi de henüz kirletici
faaliyet ortaya çıkmadan ve tehlike ve riskleri henüz oluşmadan durdurmayı
amaçlar. Öyleyse ÇED süreci hem idarenin kolluk yetkileri açısından hem de
çevre hukukunun amaçları açısından önleme ilkesinin hayata geçmesinin
araçlarından biridir. Bu nedenle, planlanan, projelendirilen, ihalesi yapılan
bir proje için ÇED uygulaması zorunluluğu kanun gereğidir. Bunun en güncel
örneği de 3. Köprü Projesinde yaşanan gelişmelerdir. Davalı Karayolları Genel
Müdürlüğünce ihale edildiği belirtilen Kuzey Marmara Otoyolu Güzergahının imar
kesimlerine ait 1/5000 ölçekli Nazım İmar Planı ve 1/1000 ölçekli uygulama imar
planı değişiklikleri davalı Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığının
11/06/2013 tarihli Bakan oluru ile iptal edildiği öğrenildiğinde Bakanlık, her
ne kadar "Köprü güzergahında bazı yerlerde mecburi sapmalar oldu. Mesela
kuş yollarına rastladı Riva deresinde. Orada hafif yolu değiştirdik. Kaynak
sularına rastlayan bölgeler oldu, değiştirdik. Böyle mecburi ufak tefek
değişikliklerin planlara işlenmesi lazım. Yapılan işlem budur." Şeklinde
açıklama yapsa da bu açıklamanın arka planının, dava konusu projenin ÇED
sürecinden muaf tutulması ve ÇED raporu hazırlanmamasının verdiği plansızlık ve
öngörüsüzlük olarak değerlendirilmesi gerektiği açıktır.
Bu nedenle de Yüksek Mahkeme ÇED yönetmeliğinin geçici 3.
Maddesine ilişkin verdiği yargı kararının gerekçesinde "Dava konusu
Yönetmeliğin dayanağı olan 2872 sayılı Çevre Kanununun 10. maddesi uyarınca,
Çevresel Etki Değerlendirilmesi sürecinin gerçekleştirilmesi planlanan
projelere uygulanması gerekliliği karşısında, planlama aşaması geçmiş olan,
diğer bir anlatımla, üretim ve/veya işletmeye başladığı belgelenen projelere
anılan madde hükmüyle muafiyet tanınmasına ilişkin düzenlemede dayanağı Kanun
hükmüne aykırılık bulunmamaktadır." ifadesi muhtemel etki ve sonuçları
idare tarafından belirlenerek her tür önlemin alındığı ve planlanarak
tamamlandığı diğer bir anlatımla bu önlemlere uygun olarak üretim ve/veya
işletilmeye başladığı belgelenen projeler açısından ÇED muafiyetinin hukuka
uygun olduğunu vurgulamıştır. Burada yüksek mahkemenin, ısrarla üzerinde
durduğu husus Çevre Kanunu uyarınca, ÇED'in kirlilik ortaya çıkmadan önlemeye
yönelik mekanizmalarını devreye sokacak, ön tedbirlilik ilkesinin hayat
bulacağı nesnel koşulların kalmadığı bir durumda muafiyet tanınmasını hukuka
uygun bulmuş olduğudur. Bu nedenle karardan da anlaşıldığı üzere, ÇED
süreciyle, kirlilik önlenebilecek, bu konuda risk analizleriyle ihtiyatilik
ilkesi hayat bulabilecekse, yatırım programına alınmış, bu anlamıyla planlama
aşamasını geçmiş ve ihale süreci başlamış/ ihalesi yapılmış yatırımlarla ilgili
de ÇED süreci işletilebilecektir.
Oysa ki iptali istenilen yasa düzenlemesi ile Danıştay kararının
gerekçesi sözcük oyunuyla, yap boza maruz bırakılmıştır. Danıştay'ın
"planlama aşaması geçmiş" ifadesiyle "işletmeye başlamış ve
üretim aşamasında bulunan faaliyetleri" vurgulamasına rağmen iptali
istenilen düzenleme ile "planlama aşaması geçmiş" ifadesini üretim ve
işletme aşamasında bulunan faaliyetler bağlamından kopartılmış ve daha
işletmeye ve üretime başlamamış faaliyetleri de kapsayacak biçimde
düzenlenmiştir. Bu şekilde ÇED kapsamı dışında tutulacak faaliyetler, üretim ve
işletme aşamasında olduğu belgelenen faaliyetlerin ötesine geçerek, işletme ve
üretim faaliyeti içinde olmayan projeleri de kapsayacak biçimde
genişletilmiştir.
Bu düzenleme, Anayasa'nın 138/son Maddesinin emredici
düzenlemesine rağmen Danıştay kararlarını arkadan dolanmak anlamına geleceği
gibi aynı zamanda, Çevre Kanunu'yla ve çevresel etki değerlendirme süreci ile
beklenen kamu yararının, üretim ve işletme faaliyeti başlamadan önce kirliliğin
önlenmesi veya kirliliğin önlenmesine yönelik tedbirlerin alınmasına yönelik yasal
amacın gerçekleşmesini de olanaksızlaştıracak, yukarıda sayılan gerekçelerde de
belirtildiği üzere Anayasa'nın 2, 11 ve 138/son maddeleri dışında 17/1, 43/1,
44/1, 45/1, maddelerine, 56. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarına, 90/5,
168 ve 169/1 maddelerine aykırıdır. Bu nedenle iptali gerekmektedir.
b-2)İptali istenilen yasa düzenlemesindeki "üretim veya
işletmeye başlamış olan projeler" ifadesi ile getirilen muafiyet,
Anayasa'nın çevrenin korunması ve geliştirilmesine yönelik devlete yüklenen
ödev ve sorumluluklarla bağdaşmamaktadır.
Anılan ifade, 14/4/2011 tarihli yönetmeliğin a bendine karşılık
gelmektedir. 14/4/2011 tarihli Yönetmeliğin yargısal ilk denetimden geçen ve
iptal edilmeyen ancak temyiz edilen hükmünde, "Üretime ve/veya işletmeye
başladığı belgelenen projelere," ÇED yönetmeliğinden muafiyet tanınmıştır.
05/04/2013 tarihli Yönetmelik'te de yer verilen, iptali istenilen
yasa düzenlemesinin de aynen yer verdiği düzenleme ile 14/04/2011 tarihli
düzenleme arasında önemsiz gibi görünen ve fakat hukuki belirlilik, yasallık
ilkesine aykırılık oluşturacak çok önemli bir fark vardır. 5/4/2013 tarihli
Yönetmelik düzenlemesi ile aynı olan ve iptali istenilen düzenlemede, bir
faaliyetin üretim ve işletmeye başlamış olmasını belgelemeye gerek duyulmaması
14/4/2011 tarihli yönetmelik düzenlemesinden farklıdır.
İptali istenilen düzenleme ile ÇED muafiyetinden yararlanması
istenilen projenin, üretim veya işletmeye başlamış olduğunu belgelenmesine
gerek yoktur. Sadece bir beyan yeterli kabul edilebilecektir. Bir faaliyetin
bir beyanla ÇED muafiyetine dahil edilmesi, bir diğer ifade ile ÇED kapsamı
dışına çıkartılmasına olanak tanıyacak biçimde belirsizliklerle dolu düzenleme,
muafiyetin genişletilmesi sonucu doğuracak biçimde yürürlüğe girmiştir.
Burada Çevre Kanunu kapsamına, kirliliğin önlenmesi ilkesi açısından
vurgulanması gereken "belgelenen projeler" ifadesidir. Danıştay
kararında belgelendirilme vurgusu yapılmış ve ÇED Yönetmeliğinin amacına uyumlu
olarak "işletmeye başlatılmadan alınması gereken önlemlerin" artık,
işletmeye başlandığı belgelendiğinden mümkün olmadığını gözetmiştir. Faaliyet
işletme veya üretime başladığını belgelediğinde, işletme ve üretim öncesi
tedbirler alınamayacaktır. Bu anlamıyla ÇED sürecini kirliliğin önlenmesi
ilkesi doğrultusunda değerlendiren mahkeme, bu önlemlerin alınamayacağı
nedeniyle ÇED kapsamından çıkarılmasını hukuka aykırı bulmamıştır. Ancak iptali
istenilen düzenleme ile fiilen faaliyetinin üretime veya işletmeye başladığının
beyan edilmesi ÇED muafiyeti için geçerli kabul edilecektir. Bunun dışında
hiçbir kriter yoktur. İşletmeye veya üretime başlamayla ilgili bir kriter
belirlenmeden, daha önceki yönetmelikte olduğu gibi faaliyet sahibine bu durumu
belgelemesi gibi bir yükümlülük getiren düzenlemenin iptali istenilen düzenleme
ile kaldırılması, faaliyet sahibinin beyanı ile projelerin ÇED süreci dışına
çıkartılmasına olanak tanımaktadır. Bu durum, faaliyetlerin işletme ve üretime
geçtiğini belgeleyemeden, bu durumu belgeleme zorunluluğu getirilmeden, ÇED
kapsamı dışında tutulması öncelikle eşitlik, yasallık, belirlilik, hukuki
güvenlik ilkesine ve daha sonra da ÇED yönetmeliğinin dayanağı olan Çevre
Kanunu ile yukarıda sayılan gerekçelerde de belirtildiği üzere Anayasanın 2, 11
ve 138/son maddeleri dışında 17/1, 43/1, 44/1, 45/1, maddelerine, 56.
maddesinin birinci ve ikinci fıkralarına, 90/5, 168 ve 169/1 maddelerine de
aykırı olacaktır.
b-3) "Üretim veya işletmeye başlamış olan projeler"
ifadesi ile üretim ve işletme için belgelendirme koşulunun kaldırılması
yetmiyormuş, bu şekilde muafiyet alanı yeterince genişletilmiyormuş gibi bir bu
ifadenin üstüne "ile bunların gerçekleştirilmesi için zorunlu olan yapı ve
tesislerin de ÇED kapsamı dışında tutulması Anayasa'nın çevrenin korunması ve
geliştirilmesine yönelik devlete yüklenen ödev ve sorumluluklarla bağdaşmamaktadır.
Danıştay 14. Dairesi, 2011/13522 E. ve 2013/4 K. ile 2011/11139 E.
ve 2013/9K. sayılı kararları ile 14/04/2011 tarihli ÇED Yönetmeliğinin geçici
3. Maddesinin b bendine ilişkin, iptal kararının gerekçesinde vurgulanan
"ileriye yönelik muafiyet tanınmasının" yaratacağı olumsuzlukların
hem idare hukuku anlamında önleme ilkesi hem de çevre hukuku anlamında
önlemenin "ileriye yönelik muafiyetlerin yaratacağı belirsizlikler"
karşısında mümkün olmaması nedeniyle iptal kararı vermiştir. Buna karşın iptali
istenilen düzenleme ile, "ile bunların gerçekleştirilmesi için zorunlu
olan yapı ve tesislere" ifadesiyle bu belirsizlik sürdürülmektedir.
İşletmeye alındığı, üretime alındığı belgelenme gereği bile
duyulmayan projelerden, daha sonra ya da mevcutta "bunların
gerçekleştirilmesi için zorunlu yapı ve tesisler" de ÇED yönetmeliği
kapsamına çıkartılmıştır. Buna bir örnek vermek gerekirse, Entegre bir termik
santral projesinin, ana yapısı dışında, kül depolama alanı, limanı da bulunmak
zorundadır. Böylesine bir termik santral faaliyeti için işletme üretime
başladığını ilan ederse ve liman için ÇED muafiyeti söz konusu ise ve böyle bir
işletme için liman hammadde sevkiyatı için daha az maliyet demek olduğundan, bu
liman projesi de beyanla ÇED'den muaf kabul edilip kapsam dışına
çıkartılabilecektir. Bu durumda, bir işletme için entegre tesislerde pek çok
faaliyet, daha sonradan yapılacak biçimde ÇED sürecinden muaf tutulabilecektir.
Ama bu "zorunlu yapı ve faaliyetlerin" muafiyeti aynı zamanda ileriye
yönelik muafiyet sağlanması, Çevre Kanununa ve Anayasa'nın 56. Maddesine
aykırıdır diyen Danıştay kararına da aykırı bir düzenleme yapıldığını
gösterecektir.
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin 85. Kuruluş Yılında Açılış
Dersi olarak yapılan sunumda "istisna hükümler" konusunu başlık
seçilmiş ve bu tebliğ Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisinde de
yayımlanmıştır. Prof. Dr. Aynur Yongalık "Latince
"singularianonsuntextenda" olarak ifade edilen ve genellikle
"istisnalar geniş yorumlanamaz" şeklinde Türkçeye çevrilen ve Türk
hukukunda genellikle "istisnalar dar yorumlanır" şeklinde kullanılan
bu kuralın çok eski olduğu ve tarihsel açıdan Roma hukukundan
kaynaklandığını" söylemektedir. İstisnalar dar yorumlanır ifadesindeki
yorumun ya yorumlanan kuralın sözüne dayanarak yapılan yorum olduğunu ya
kuralın uygulama alanı açısından değerlendirme yapılmakta ve kuralın mümkün
olduğunca az sayıda olaya uygulanmasını anlamak gerektiğini ya da
sübjektif-tarihsel yorumun gerekçesi olarak kullanılması gerektiğini söyleyerek,
istisnaların bu kapsamla sınırlı olarak uygulanması gerektiğini söylemektedir.
(Prof. Dr. Aynur Yongalık, Istisnalar Dar Yorumlanır Kuralı Ve
Değerlendirilmesi, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Yıl 2011 Cilt60
Sayı 1, s. 3)
Aksini kabul etmek kural ve istisna ilişkisini tersine çevireceği
gibi, idarenin işlem ve eylemlerini sürekli istisna kapsamına sokmak suretiyle
işlem ve eylemin yargısal denetiminde bağlı olması gereken temel hukuk
kurallarının "kural" sayılan şartlarının dışında tanımlama durumu
yaratarak denetim ve sorumluktan kurtulmasına neden olur. Buna göre, istisnanın
dar yorumlanması kural hükmün bulunduğu kanun ya da "düzenleyici
işlemin" amacına, ruhuna ve kendisinden beklenen asgari kamu yararının sağlanmasına
hizmet eder.
Fakat son yıllarda istisna hükmün geniş yorumlanması eğilimi bir
yana, idarenin istisna hükmü büyütmek, sınır ve kapsamını genişletmek konusunda
yoğun bir çabasının olduğu görülmektedir. bu başvurunun konusu yapılan Geçici
3. Maddenin muafiyet başlığını taşıyan 14/4/2011 tarihli selef Yönetmelik hükmü
kısmen iptal edilmiş ve bu karara ilişkin gereklerin yerine getirilmesi için
idarenin harekete geçmesi beklenirken, istisna hükmünü genişletmeye çalışmak
öncelikle yargı kararının dolaşılması, ikinci olarak da istisna hükmünün 3.
Köprü Projesi, Hasankeyf antik kentini sular altında bırakacak Ilısu Baraji
Projesi, Izmir -Istanbul Otoyolu Projesi gibi son aylarda hükümet tarafından
sıkça duyurulan projeler açısından uygulanmaz hale getirerek Çevre Kanununun ve
ÇED yönetmeliğinin amacı ve kural hükümleri tamamen uygulanmaz kılmaktan başka
birşey değildir.
Buna göre, yasal düzenlemeler açısından belirli tür faaliyetlerin
değil, belirli çeşit faaliyetlerin değil, yalnızca tarih aralığı belirtilmek
suretiyle belirginleştirilen faaliyetler açısından istisnanın kural hale
getirilmesi konusundaki ısrar öncelikle idarenin bütün faaliyetlerinde nihai
hedef olan kamu yararına aykırı olacağı gibi, idarenin eşitlik ve tarafsızlık
ilkesine ve daha da önemlisi bu faaliyetlerin yaratacağı kapsamı, etkilerinin
genişliği ve sonuçları açısından analiz ve değerlendirmelerden muafiyet
tutulmuş bu faaliyetlerin çevresel etkilerinden olumsuz etkilenecek
vatandaşların sağlıklı bir çevrede yaşama haklarına aykırı olacaktır.
Anılan nedenler ile iptali istenilen düzenleme ile planlama
aşaması geçmiş olan veya ihalesi yapılmış olan veya üretim veya işletmeye
başlamış olan projeler ile bunların gerçekleştirilmesi için zorunlu olan yapı
ve tesislere de Danıştay 14. Dairesinin 28/12/2011 Tarih ve 2011/15826 E.
sayılı 8 Aralık 2010 Tarih ve 27779 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan 2010/24
sayılı Gebze-Orhangazi-İzmir Otoyolu Genelgesi'nin 9. Maddesinin yürütmesinin
durdurulması kararı ile yine aynı Dairenin 18/10/2012 tarih ve 2012/3269 E.
sayılı 4 Nisan 2012 Tarih ve 28254 sayılı Resmi Gazete'de yayınlanan 2012/10
sayılı Ilısu Barajı ve HES Projesi Genelgesi'nin 7. Maddesinin yürütmesinin
durdurulması kararında da belirtildiği üzere projelerin gerçekleştirilmesi için
zorunlu olan yapı ve tesislere de ÇED muafiyeti getirilmesi, 1983 senesinden
bugüne bu tesisler açısından daha önce olmayan muafiyetlerin var olduğu kabul
edilerek muafiyetlerin 1983 senesine kadar 40 yıl geriye taşınması ve geçerli
sayılması da Anayasa'nın 43, 44, 45, 56, 90, 138/son, 168 ve 169. Maddeleri ile
devlete yüklenen görev ve sorumlulukla bağdaşmamaktadır.
Danıştay 14. Dairesi kararında ekonomik olan faaliyet, aynı
zamanda ekolojik olmalıdır demektedir. Ekonomi sözcüğü Türk Dil Kurumu
sözlüğünde"İnsanların yaşayabilmek için üretme, ürettiklerini bölüşme
biçimlerinin ve bu faaliyetlerden doğan ilişkilerin bütünü,"olarak
tanımlanmaktadır. Ekonomi her şeyden önce Anayasal anlamda çalışmayla ilgili
bir kavramdır.
Ekonomi, çalışma hakkı kapsamında bir faaliyettir. Sosyal ve
ekonomik haklar arasında sayılan çalışma hakkı, kimsenin yaşama hakkını ihlal
edecek biçimde kullanılamaz. Zaten ekonomik bir faaliyette, sözcüğün sözlük
anlamıyla, öncelikli olarak, "insanların yaşayabilmek için üretmesine
ilişkin ilişkilerin bütünüdür." Bu nedenle bir çalışmanın, yaşayabilmek
için üretme faaliyeti olup olmadığını değerlendirmek gerekir. Ekonomik
faaliyet, yaşayabilmek için üretme eylemidir. Yaşayabilmek için üretme
faaliyeti, kendi varlık zemini olan "yaşama" faaliyetini ortadan
kaldıracak bir edime dönüştüğü anda ekonomik bir faaliyet olmaktan çıkar.
Kimse ölmek için üretmez. Yaşamak için üretir. Yaşamak için
üretebilmek için de yaşam kaynaklarının sürekliliğinin sağlanması gerekir.
Üretimin girdisi olan kaynaklar ortadan kaldırılırsa üretim faaliyeti de
gerçekleştirilemez. Üretim için gerekli koşullar, insan gücü, doğa gücü, üretim
araçları ve bu konuda gerekli bir birikmiş sermayedir (sermeye de özü
itibariyle birikmiş-yoğunlaşmış emektir). Bunların örgütlenmesi ile üretim
gerçekleşir. Üretimin devamı için de bu girdilerin sürekliliğinin sağlanması
lazımdır. Bir ülkenin, bir toplumun yaşaması için insanın ve doğanın sürekli
olarak kendini var edeceği koşullara sahip olması gerekir. Bu nedenle ekonomik
faaliyetler öncesinde bir faaliyetin, doğa ve insan üzerindeki olası etkileri
değerlendirilir. Bu şekilde ekonomik faaliyetin sürekliliğini ölçmek mümkün
hale gelir. Bir yıl içinde çok verim almak için, bir kiraz bahçesine, kiraz
ağaçlarının isteyeceğinden çok sularsanız, çok gübre verirseniz ilk yıl yüksek
verim alabilirsiniz. Ama zamanla bu ağaçları kurutursunuz. Bu nedenle ekonomik
faaliyet için kullanılacak teknik, planlama, hedef ve bütünlüklü bir gelecek
öngörüsü ekonomik faaliyetin ömrünü belirler. Aynı zamanda insanlar yaşamlarını
devam ettirdikleri sürece, üretimlerini denetleyerek, bir yıl sonra, ya da on
yıl sonra ne olacağını öngörerek üretimde bulunurlar. Yani insanlar, ne oldum
demezler ne olacağım derler. Çünkü insanın ekonomik faaliyeti bir kez yapılıp
bitmez. Kuşaklar boyu devam eder. İşletmeler, insanlar, devletler biter. Ama
insanın üretim faaliyeti insan var oldukça devam edecektir.
Bu nedenle de ekonominin örgütlenme biçimi önemlidir. Bu bağlamda,
adı ne olursa olsun her ekonomik model planlamaya dayanır. Yaşama istenci
içinde olan insanların önünü görmesi gerekir. Bu durumda bir faaliyetin
ekonomik olup olmadığına karar verilir. Tek başına bir işletmeden elde edilecek
ürünle ölçülmez bir işin ekonomik olup olmadığı, tüm üretim sürecindeki
etkileriyle birlikte değerlendirilir. Bir işletmenin olası etkilerinin neler
olduğu ortaya konulmadan, bu konuda önlemlerin neler olacağı belirlenmeden
isteyen istediği yere istediği işletmeyi kuramaz.
Bir işletmenin ekonomisi dışında, başka ekonomiler de vardır.
Köyün bir ekonomisi vardır. Kentin vardır. Bu ekonomiler arasında bütünlüklü
bir ilişki vardır. Bu nedenle tek başına bir işletmenin faaliyeti esas
alınarak, bir faaliyetin ekonominin ihtiyacı olduğuna karar verilmesi, ekonomik
bir değerlendirme olmadığı gibi hukuki bir değerlendirme de sayılamaz.
Böylesine kararların verildiği düzene de hukuk düzeni denemez. Su gibi önemli
ve yaşamsal bir kaynağın korunmasının ekonomik önemi gözetilmeden, tek taraflı
olarak enerji ya da maden faaliyetinin öneminden bahsetmek, köylüler taş içsin
demektir. Köylülerin ekonomisi gözetilmeden, faaliyet analizi yapmak mümkün
değildir. Köy yaşamının-ekonomisinin zorunlu bir takım ihtiyaçları vardır.
Nasıl büyük şirketlerin ekonomisi için, her daim kar hırsı, düşük ücret, daha
fazla kaynak sömürüsü ekonomik bir zorunluluksa, köylüler için de ekmek, hava
ve su ekonomik bir zorunluluktur. Bir köyde insanlar maden ocağında
çalıştıklarında karınları doymaz, kazandıkları parayla içecekleri suyu ve ağız
tadıyla yiyebilecekleri bir ortam olduğunda, başlarını göğe kaldırdıklarında
daha az tasa edecek şeyleri olduğunda insanlar yaşarlar. İnsanlar para ile
doymazlar. Bir iktisadi yaşam insanlara iş sağlarken aynı zamanda bu iş
sonucunda elde ettikleri gelirle yaşamlarını idame ettirebileceği çevresel
koşulları da sağlamalıdır. Bu nedenle ekonomik faaliyet para kazanmak demek
değildir.
Ekonomi sözcüğü köken olarak da Aristo'nun belirttiği gibi,
"OİKOS" sözcüğünden gelir. Ekoloji Sözcüğü ile aynı etimolojik
kökenden beslenirler. Oikos bir anlamıyla yaşanılan yer (ekolojinin kökeni
olarak) demektir bir anlamıyla da ev ekonomisi (ekonominin kökeni olarak)
demektir. İnsanlar, geçimlerini sağlamak ve daha iyi yaşamak için çalışırlar.
Bunun için hayat gayesi edinirler. İyi yaşama olanağı sağlamayan bir faaliyet
ekonomik bir faaliyet değildir. Sonucunda birileri para kazanıyor olabilir. Ama
bu sonuç, o iktisadi faaliyetin ekonomik olduğu anlamına gelmez.
Hükümetin bir gün çıkıp, hayır bizim tespit ettiğimiz faaliyetler
ekonomimizin çıkarınadır, ekonomimizin büyümesi için para gerekmektedir. Bu
nedenle de ekonomimiz için bu faaliyetler yürütülmelidir ama çevre ve insan
sağlığına olumsuz etkileri olduğunda idareciler önlemlerini alsınlar dediğinde,
yine aynı soruyla karşı karşıya kalırız. Ekonomik olan şey nedir' Ekonomik
olduğu iddia edilen faaliyetler kümesi toplum tarafından belirlenmediğinde ve
ekolojik ilkeler umursanmadığında kararlar topluma rağmen alınır. Üçüncü köprü
faaliyeti önemli görülürken, insanların su kaynaklarının korunması gelişme
olarak değerlendirilmez. Çünkü, küresel iktisadi yaklaşıma göre
"ekonomi",salt büyümeye yönelik faaliyetin yürütülmesi olarak
değerlendirmektedir. Ama kendinden menkul bir büyüme, ekonomik bir iktisadi
faaliyet demek değildir.
Ekonomi, kendi içinde pek çok ekonomiyi barındıran insanların
doğayla birlikte yaşamlarını üretme faaliyetidir. Bu nedenle bu faaliyet
ekonomik bir zorunluk olarak görülüyorsa, bu zorunluluğun aynı zamanda diğer
ekonomik faaliyetleri ortadan kaldırmayacak, yani insanların yaşama
faaliyetlerini engellemeyecek biçimde örgütlenmesi gerekir. Bir işin,
yatırımın, işletmenin çıkarı ile ekonominin çıkarı bir ve aynı şey değildir.
Bir işletme, kendinin kar elde etmesinden fazlasını düşünmek zorunda değildir.
Ama ticari işletme olmayan ekonomiler de vardır. Bu ekonomiler de kendilerini
büyütmek, kendilerini idame etmek zorundadır. Bu da ekonomik bir zorunluluktur.
Bu zorunlukları görmezden gelerek, iktisadi işletmenin çıkarını ülke çıkarı
olarak saymak, ekonomik bir değerlendirme değildir. Bir faaliyetten elde
edilecek gelirle, bu faaliyetin yürütülmesi sonrasında ortaya çıkacak zarar
arasındaki farkı gözetiyorsa bir idare, ortaya çıkacak ekolojik ve toplumsal
faydanın ne olduğunu bilebilir.
Danıştay 14. Dairesi kararında iktisadi gelişme sadece ekonomik
büyüme değildir aynı zamanda kültür varlıklarının ve doğal kaynakların
korunmasıdır demektedir. Bu nedenle, bir faaliyetin ekonomik olup olmadığına
yönelik değerlendirme, sadece elde edilecek gelirin düzeyi veya yatırımın
büyüklüğü ile ölçülemez. Anılan karar gereği yargı makamlarınca, doğanın
geleceğini düşünmeden "bu faaliyet ekonomik bir zorunluluktur" kararı
veremez.
2872 sayılı Çevre Kanunu'nun Çevresel Etki Değerlendirmesi
başlıklı 10. Maddesine göre, "Gerçekleştirmeyi planladıkları faaliyetler
sonucu çevre sorunlarına yol açabilecek kurum, kuruluş ve işletmeler, Çevresel
Etki Değerlendirmesi Raporu veya proje tanıtım dosyası hazırlamakla
yükümlüdürler. Çevresel Etki Değerlendirmesi olumlu kararı veya çevresel etki
değerlendirmesi gerekli değildir kararı alınmadıkça bu projeler ilgili onay,
izin, teşvik, yapı ve kullanma ruhsatı verilemez; proje için yatırıma başlanamaz
ve ihale edilemez. Çevresel Etki Değerlendirmesine tabi projeler ve stratejik
çevresel etki değerlendirmeye tabi plan, programlar ve konuya ilişkin usul ve
esaslar Bakanlıkça çıkarılacak yönetmeliklerle belirlenir" kuralına yer
verilmiştir. ÇED süreci "gerçekleştirilmesi planlanan projelerin çevreye
olabilecek olumlu ya da olumsuz etkilerinin belirlenmesinde, olumsuz yöndeki
etkilerin önlenmesi ya da çevreye zarar vermeyecek ölçüde en aza indirilmesi
için alınacak önlemlerin, seçilen yer ile teknoloji alternatiflerinin
belirlenerek değerlendirilmesinde projelerin uygulanmasının izlenmesi ve
kontrolünde sürdürülecek çalışmaları kapsar"
Bu doğrultuda 2872 sayılı yasa gereğince, 07.02.1993 tarihinde
yayımlanana ve daha sonra birkaç kez değişikliğe uğrayan "Çevresel Etki
Değerlendirmesi Yönetmeliği" ÇED sürecini tanımlayan önemli bir belgedir.
Gerçekleştirmeyi planladıkları faaliyetler sonucu çevre sorunlarına yol
açabilecek kurum, kuruluş ve işletmeler ÇED Yönetmeliği'nde belirtildiği üzere
bir proje tanıtım dosyası veya ÇED raporu hazırlarlar. ÇED raporunda çevreye
olabilecek atık ve artıkların ne şekilde zararsız hale getirilebileceği ve hususta
alınacak önlemler belirtilir."
"ÇED yönetmeliğinin belirlediği ilkeler kapsamında; diğer
yatırımcı ve planlayıcı bakanlık ve kurumlar, özel sektör, üniversiteler ve
meslek odaları, mühendislik ve müşavirlik büroları, çevre mühendisliği alanında
hizmet veren özel firma\kuruluşlar, sivil toplum kuruluşları ve toplumun
değişik kesimleri ÇED sürecinin tarafları ve bileşenleridir. Bu anlamı ile, ÇED
süreci demokratik katılımın öne çıktığı bir ortamdır."
Danıştay 14. Dairesi'nin 2011/13522 E. ve 2013/4 K. ile 2011/11139
E. ve 2013/9K. ile kararında belirttiği gibi, ÇED süreci, "demokratik
katılımın ortaya çıktığı bir ortamdır."Bu toplantılarda halkın görüşü
alınır. Bu görüşler raporlandırılır. Raporlar doğrultusunda bakanlık, şirketin
sunduğu belgeleri değerlendirir. Bu değerlendirme sonrasında ilgili bakanlık
ÇED olumlu ya da ÇED olumsuz görüşü verir. Bu aktardığımız Çevre Etki
Değerlendirme sürecini idare yürütür. Danıştay kararının ÇED sürecini
demokratik bir ortam olarak tanımlaması da işte bu gerçeğin içtihadi
ifadesidir.
Anayasa'nın 5. ve 56. maddeleri ile Devlete verilen görevlerin
yerine getirilmesi, çevresel etkileri önemli olan faaliyetlerinin belli bir
plan ve program çerçevesinde yapılması ve bu faaliyetlerin gözetimi ve denetimi
ile gerçekleşebilir. Anayasa'da yer alan "sağlıklı ve dengeli çevre"
kavramına, doğal güzelliklerin korunduğu, kentleşme ve sanayileşmenin getirdiği
hava ve su kirlenmesinin önlendiği bir çevre kadar, işin niteliğine göre
belirli esaslara uygun olarak kıyı, tarım, mera, orman alanlarında
faaliyetlerinin gerçekleştirildiği çevrenin de gireceği kuşkusuzdur.
Hukuk Devleti olabilmenin en temel göstergesi de yasalarda
"genellik" ilkesine uyulmasıdır."Yasaların genelliği"ilkesi,
özel, aktüel ve geçici bir durumu gözetmeyen, belli bir kişiyi hedef almayan,
aynı statüde olan herkesi kapsayan kuralların getirilmesini zorunlu kılar
(Anayasa Mahkemesi'nin 20.11.1996 günlü, E.1996/58, K.1996/43 sayılı kararı).
Bu nedenle yasa koyucu iptali istenen kural ile, belirli projelere
ve bu projelerin zorunlu yapı ve tesislerine özel bir düzenlemeyi
gerçekleştirerek yasaların genelliği ilkesinden ayrılmış olduğundan yapılan bu
düzenleme, Anayasanın 2. maddesinde ifade edilen "hukuk devleti"
ilkesi ile bağdaşmamaktadır.
Anayasa Mahkemesinin 27.12.2012 günlü E.2012/102, K.2012/207
sayılı Kararında, "Anayasanın 138. maddesinin son fıkrası, "Yasama ve
yürütme organları ile idare, mahkeme kararlarına uymak zorundadır; bu organlar
ve idare, mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine
getirilmesini geciktiremez." hükmünü içermektedir.
Mahkeme kararlarının değiştirilememesi ilkesi, yasamanın ve
yürütmenin kesinleşmiş yargı kararlarıyla oluşmuş hukuksal durumlara
dokunamaması ya da ortadan kaldıramaması anlamına gelir." denilmiştir.
İptali istenen kuralın yargı kararlarına müdahale niteliği
taşıdığı, bir diğer ifade ile yasama hilesi olduğu son derece açıktır.
Bu nedenle iptali istenilen düzenleme, Anayasanın 2. 11 ve 138
inci maddelerine açıkça aykırıdır.
Benzer bir uyuşmazlık AİHM'in içtihatlarına da konu olmuştur.
Aşağıda ayrıntıları verilen Case Of Golder V - The United Kingdom kararında bir
konunun yargı kararıyla çözümünü etkilemeye dönük herhangi bir yasama
müdahalesinin adil yargılanma ve hukuk devleti ilkesinin ihlali olarak
değerlendirilmiştir.
Golder davasında da AİHS m.6/1 yorumlanırken, evrensel olarak
kabul görmüş hukukun temel prensiplerine ve uluslararası hukukun mahkemeye
ulaşım hakkını tanıyan prensipleri ışığında yorum yapılması gerektiği kanaatine
varılmıştır.
Mahkeme, yukarıda belirtilen sözleşme hükümlerini dikkate alarak;
6/1 ilgili olarak şöyle bir yorum yapmıştır (parag.35)
"Eğer, AİHS m.6/1 sadece mahkeme önüne gelmiş davalarla
ilgili olarak anlaşılsaydı; sözleşmeci devletler, sözleşmeyi ihlal etmeksizin;
mahkemeleri ortadan kaldırabilir veya bazı cins hukuk davalarını gören
mahkemelerin yargı yetkisini ellerinden alabilir ve bu yetkiyi hükümete bağlı
organlara verebilir. Böyle varsayımlar keyfi bir gücün yaratacağı tehlikeyi
içinde barındırdıklarından; daha önce bahsedilen prensiplere (uluslararsı
hukukun genel prensipleri ve sözleşmenin özünde bulunan hukukun üstünlüğü kavramı)
ve mahkemenin "Lawlessjudgment of 1 July 1961, Series A no. 3, p. 52,
andDelcourtjudgment of 17 January 1970, Series A no. 11, pp. 14-15"
davalarında gözünden kaçmayan hususlara aykırı, çok ciddi sonuçlara sebep
olabilirdi."
AİHM, bir başka kararına konu
StranGreekRefineriesandStratisAndreadis v. Greece davasında; kararının 42 -50
paragraflarında hukukun üstünlüğü ve hukuk devletini yorumlamıştır.
25 Mayıs 1987' de dava Yunanistan temyiz mahkemesinde iken;
röportör yargıç tarafından başvurucular lehine olan mütala taraflara
gönderildikten sonra, Yunan Parlementosu bir yasa (Lawno. 1701/1987) kabul
etmesini, bu yasaya göre, askeri rejim döneminde yapılan imtiyazlı
sözleşmelerde bulunan hakem klozlarıdahil, bütün klozlar yürürlükten
kaldırılmış (iptal) hakem kararları geçersiz sayılıp, iptal edilmesinin,
Yasanın aynı zamanda bu sözleşmelerin sona erdirilmesinden kaynaklanan
iddiaların zamanaşımına uğradığı hükmünü getirmesinin çıkarılan bu yasayla
mahkemelerin yargı yetkisinin etkin bir şekilde ellerinden alındığını; dava
konusunun uygun şekilde araştırılmasının engellendiğini; bu tip bir müdahalenin
Golder kararındaki ifadeyle "keyfi bir güç tehlikesini içinde
barındırdığı; uluslararası hukukun genel prensiplerine ve sözleşmenin özünde
bulunan hukukun üstünlüğü kavramına aykırı olduğunu tespit etmiştir. Devlet
taraf olduğu bir davanın sonucunu yasama yoluyla belirlemiştir.
"Legislativelegerdemain" Yasama hilesi davanın tümünde silahların
eşitsizliğine sebep olmuştur.
Mahkeme, prag.44 te, davanın temyiz mahkemesinde olduğu bir sırada
(Lawno. 1701/1987) çıkarılan yasanın davanın gidişinde çok belirgin bir öneme
sahip olduğunu; o zamana kadar devletin aleyhinde gelişen yargılamada bir dönüm
noktası olduğu sonucuna varmıştır.
6. Paragrafta ise Yunanistan'ın Avrupa Konseyine tekrar katılarak;
hukukun üstünlüğü ilkesine saygı gösterme yükümlülüğü altına girdiğini; bu
ilkenin özellikle adil yargılanma hakkını garanti altına aldığını; bu ilkenin
özünde temel garantileri düzenlediğini belirtmiştir. Özellikle çatışan
çıkarların bulunduğu davalarda, eşitlik, her iki tarafın davasını savunmada
makul olanaklara sahip olmasını; taraflardan herhangi birini ciddi dezavantajlı
konuma düşürülmemesini gerektirdiğini, sözleşmenin 6. maddesinin kapsamında
olan hukukun üstünlüğü ve adil yargılanma kavramının, dava konusunun yargı
kararıyla çözümünü etkilemeye dönük, herhangi bir yasama müdahalesine engel
olduğunu vurgulamıştır.
Özetle, iptali istenilen düzenleme ile bağımsız mahkemelerinin
yargı yetkisine müdahale edilmiş (Bu durum bahsi geçen kararda
"Legislativelegerdemain" bir diğer ifade ile "yasama
hilesi" olarak nitelendirilmiştir), yapılan bu etkin müdahale ile II-B
bölümünde açıklanan gerekçelerle Anayasanın 2, 11 ve 138/son maddeleri dışında
17/1, 43/1, 44/1, 45/1, maddelerine, 56. maddesinin birinci ve ikinci
fıkralarına, 90/5, 168 ve 169/1maddelerine aykırı davranılmasının yanı sıra
AİHS m.6 ve Anayasanın m.36 "adil yargılanma" ilkesini 6. maddesinin
özünde yer alan hukuk devleti ilkesini ve hukukun genel prensipleri ağır
şekilde ihlal edilmişve sonuçta silahların eşitliği ilkesini çiğnenmiştir.
(paragraf 42,46,47Inthecase of StranGreekRefineriesandStratisAndreadisv.Greece)
IV. YÜRÜRLÜĞÜ DURDURMA İSTEMİNİN GEREKÇESİ
6486 sayılı Sosyal Sigortalar Ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu İle
Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 4'üncümaddesi
ile 5510 Sayılı Sosyal Sigortalar ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu'nun 73'üncümaddesinde,
sigortalı hastaların sağlık hizmetlerine erişimini kısıtlayacak önemli
değişiklikler yapılmıştır. Bu haliyle, Genel Sağlık Sigortası Anayasa'nın temel
ilkelerinden sosyal devlet ilkesiyle çelişmektedir. Zira sağlık hizmetlerinin
finansmanı önemli ölçüde prim ödemiş olan sigortalıya yüklenmektedir. Devlet
hastaneleri ve kamu üniversite hastaneleri dışında kalan, vakıf üniversiteleri
hastaneleri dahil SGK ile sözleşmesi bulunan bütün sağlık kuruluşlarından
sağlık hizmeti alan tüm sigortalıların ödeyeceği "İlave ücret" bir
kat artırılmaktadır. Kamu yararı ilkesi gereğince, tıp fakülteleri ve öğretim
üyelerinin de büyük çoğunluğunca önerildiği gibi öğretim üyelerine hekim ve
uzman hekim yetiştirme, bilimsel araştırma ve ileri düzeyde sağlık hizmeti vermelerini
sağlayıcı koşullar yaratılması gerekirken, gereksinim duyan sigortalıların
parası olmadığı için ulaşamadığı, ya da koşullarını çok fazla zorlayarak
ulaşabildiği bir sistem yaratılmaktadır. Yapılan düzenleme, sigortalılar ile
emekli, dul ve yetimlerin büyük çoğunluğunun özel hastane hizmetlerinden
yararlanabilme imkanını ortadan kaldıracak ve devlet hastanelerinde yığılmalara
sebep olacaktır. Bu nedenle bu hükmün uygulanması halinde sonradan giderilmesi
güç ya da olanaksız durum ve zararlar doğabilecektir.
6486 sayılı Sosyal Sigortalar vee Genel Sağlık Sigortası Kanunu
İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 12. maddesi ile,9/8/1983
tarihli ve 2872 sayılı Çevre Kanununa Geçici 3. madde eklenmektedir. Çevre
Kanununa eklenen Geçici Madde 3 ile; 23/6/1997 tarihinden önce yatırım
programına alınmış olup, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla
planlama aşaması geçmiş olan veya ihalesi yapılmış olan veya üretim veya
işletmeye başlamış olan projeler ile bunların gerçekleştirilmesi için zorunlu
olan yapı ve tesisler Çevresel Etki Değerlendirmesi kapsamı dışına
çıkartılmaktadır.
ÇED aşaması yapılmadan başlayacak projelerin çevreye zarar
vereceği, bunun sonucunda geriye dönüşü olmayacak şekilde insan ve çevre
sağlığının tehdide maruz kalacağı ortadadır. Söz konusu yasal düzenlemenin
Anayasa'ya, çevre kanununa, uluslararası sözleşmelere ve mahkeme kararlarına
aykırı olması ve çevre sağlığı ile yakından ilgilendirmesi nedeniyle bu hükmün
uygulanması halinde sonradan giderilmesi güç ya da olanaksız durum ve zararlar
doğabilecektir.
Yukarıda "Gerekçeler" bölümde iptal gerekçeleri
açıklanan düzenlemenin; uygulanması halinde hukuk devleti yönünden giderilmesi
olanaksız durum ve zararlara yol açacağında duraksama bulunmamaktadır.
"Yasaların Genelliği" ve" Mahkeme kararlarının
değiştirilememesi ilkesi" ne,"sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama
hakkı" ile bu hakkın korunması ve geliştirilmesine yönelik devlete
pozitif/aktif görevlerinin yanısıra bu hakkın kullanılmasını engelleyecek düzenlemeler
yapmamasına yönelik negatif/pasif görevlerine aykırı olan Geçici 3 üncü
maddenin uygulanması halinde, hukuk devleti, tabii ve kültürel çevre, toprak,
kıyı, mera, ormanlar yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol
açacağı çok açıktır.
Öte yandan, anayasal düzenin en kısa sürede hukuka aykırı
kurallardan arındırılması, hukuk devleti sayılmanın gereğidir. Anayasaya
aykırılığın sürdürülmesinin, bir hukuk devletinde subjektif yararların üstünde,
özenle korunması gereken hukukun üstünlüğü ilkesini de zedeleyeceği
kuşkusuzdur. Hukukun üstünlüğü ilkesinin sağlanamadığı bir düzende, kişi hak ve
özgürlükleri güvence altında sayılamayacağından, bu ilkenin zedelenmesinin
hukuk devleti yönünden giderilmesi olanaksız durum ve zararlara yol açacağında
duraksama bulunmamaktadır.
Bu zarar ve durumların doğmasını önlemek amacıyla, Anayasaya
açıkça aykırı olan ve iptali istenen hükümlerin iptal davası sonuçlanıncaya
kadar yürürlüklerinin de durdurulması istenerek Anayasa Mahkemesine dava
açılmıştır.
V. SONUÇ VE İSTEM
1) 6486 sayılı Sosyal Sigortalar Ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu
İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un,
a) 4 üncü maddesinin 1.fıkrası ile 5510 sayılıKanunun73 üncü
maddesinin ikinci fıkrasının birinci cümlesinde geçen "bir"
ibaresinin "iki" şeklinde değiştirilmesi Anayasa'nın 2., 5., 17/1.,
56/3 ve 60. maddelerine,
b) 4 üncü maddesinin 2 inci fıkrası ile 5510 sayılıKanunun73 üncü
maddesinin 3 üncü fıkrasına eklenen ek cümle Anayasa'nın 2. maddesine ve 50.
maddesinin üçüncü fıkrasına,
2) 6486 sayılı Sosyal Sigortalar Ve Genel Sağlık Sigortası Kanunu
İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 12. maddesininAnayasanın2,
11 ve 138/son maddelerine ve 17/1, 43/1, 44/1, 45/1, maddelerine, 56. maddesinin
birinci ve ikinci fıkralarına, 90/5, 168 ve 169/1maddelerine,
aykırı olduklarından iptallerine ve iptal davası sonuçlanıncaya
kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar verilmesine ilişkin istemimizi saygı
ile arz ederiz.""
[1]Anayasa Mahkemesi’nin E.2006/111, K.2006/112 sayılı 15.12.2006
günlü kararı
[2]AYMK., 22.11.2007, E.2004/114, K.2007/85.
[3]AMK, T.26-27.9.1967,
E.1963/336, K.1967/29, AMKD, Sayı: 6, s.26-27; AMK, T. 18.2.1985, E. 1984/9,
K.1985/4, AMKD, Sayı: 21, s.59; AMK, T.21.10.1986, E. 1986/16, K.1986/25, AMKD,
Sayı: 22, s.290 vd.; AMK, T.26.10.1988, E.1988/19, K.1988/33, AMKD, Sayı: 24,
s.451 vd..
[4]AMK, T.17.1.1991, E.1990/27, K.1991/2, AMKD, Sayı: 27, Cilt: 1,
s.13-39.
[5]Anayasa Mahkemesi’nin E.1987/16, K.1988/8 sayılı 19.4.1988 günlü
kararı
[6]Prof. Dr. Cem Terzi Amerika Birleşik Devletleri Sağlık Sistemi
DEÜTF Genel Cerrahi AD İzmir
[7]Danıştay 14. Dairesi’nin 2011/13522 E. ve 2013/4K. -2011/11139 E.
ve 2013/9K.
[8] Danıştay 14. Dairesi’nin 2011/13522 E. ve 2013/4 K. - 2011/11139
E. ve 2013/9 K.