ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı : 2012/103
Karar Sayısı : 2013/105
Karar Günü : 3.10.2013
R.G. Tarih-Sayı :
17.12.2014-29208
İPTAL DAVASINI AÇAN : Türkiye Büyük Millet Meclisi
üyeleri Emine Ülker TARHAN ve Aytuğ ATICI ile birlikte 123 milletvekili
İPTAL DAVASININ KONUSU : 4.7.2012 günlü, 6354
sayılı Sağlık Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında
Kanun Hükmünde Kararname ile Bazı Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde
Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un;
1- 1. maddesiyle 24.4.1930 günlü, 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha
Kanunu'nun 153. maddesine eklenen "Gebe veya rahmindeki bebek için
tıbbi zorunluluk bulunması hâlinde doğum, sezaryen ameliyatı ile
yaptırılabilir." biçimindeki ikinci fıkrasının,
2- 7. maddesiyle 7.5.1987 günlü, 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri
Temel Kanunu'nun ek 1. maddesine eklenen fıkrasının,
3- 8. maddesiyle değiştirilen 3359 sayılı Kanun'un ek 9.
maddesinin,
4- 12. maddesiyle 24.11.2004 günlü, 5258 sayılı Aile Hekimliği
Kanunu'nun 3. maddesinin;
a- Beşinci fıkrasının sonuna eklenen cümlenin,
b- Sonuna eklenen fıkraların,
5- 13. maddesiyle 5258 sayılı Kanun'un 5. maddesinin ikinci
fıkrasının birinci cümlesine "kaydı ile" ibaresinden sonra
gelmek üzere eklenen "Bakanlıkça belirlenen kıstaslar çerçevesinde"
ibaresinin,
6- 16. maddesiyle 11.10.2011 günlü, 663 sayılı Sağlık Bakanlığı ve
Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde
Kararname'nin 33. maddesinin;
a- Değiştirilen (5) numaralı fıkrasının,
b- Eklenen (7) ve (8) numaralı fıkralarının,
7- 23. maddesiyle 25.2.1954 günlü, 6283 sayılı Hemşirelik
Kanunu'na eklenen geçici 3. maddenin ikinci fıkrasının,
Anayasa'nın2., 5., 6., 7., 10., 11., 13., 17., 48., 50., 56.,
124., 128., 130. ve 131. maddelerine aykırılığı ileri sürülerek iptallerine ve
iptal davası sonuçlanıncaya kadar yürürlüklerinin durdurulmasına karar
verilmesi istemidir.
II- YASA METİNLERİ
A- İptali İstenen Yasa Kuralları
Kanun'un iptali istenen kuralların da yer aldığı maddeleri
şöyledir:
"MADDE 1- 24/4/1930 tarihli ve 1593
sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanununun 153 üncü maddesinin birinci fıkrasının
ikinci cümlesi yürürlükten kaldırılmış ve maddeye aşağıdaki fıkralar
eklenmiştir.
"Gebe veya rahmindeki bebek için tıbbi zorunluluk
bulunması hâlinde doğum, sezaryen ameliyatı ile yaptırılabilir.
Gerekli tedbirlerin alınmasına rağmen, doğumu takiben anne veya
bebekte meydana gelebilecek istenmeyen sonuçlardan dolayı hekim sorumlu
tutulamaz.
MADDE 7- 7/5/1987 tarihli ve
3359 sayılı Sağlık Hizmetleri Temel Kanununun ek 1 inci maddesinin birinci
fıkrasında yer alan "ve tabip" ibaresi ", tabip, diş tabibi ve
eczacı" şeklinde değiştirilmiş ve maddeye aşağıdaki fıkra eklenmiştir.
"Kamu kurum ve kuruluşlarının ve vakıflara ait olanlar
da dâhil olmak üzere yükseköğretim kurumlarının kadro ve pozisyonlarında
bulunmayan profesör ve doçentler; ihtiyaç duyulan alanlarda teorik ve
uygulamalı eğitim ve öğretim ile araştırma faaliyetlerinde bulunmak ve bu
faaliyetlerin gerektirdiği işleri yapmak üzere, Sağlık Bakanlığının kararıyla
eğitim ve araştırma hastanelerinde Maliye Bakanlığının vizesine bağlı olarak
sözleşmeli eğitim görevlisi olarak çalıştırılabilir. Sözleşmeler, aylık çalışma
süresi 80 saati geçmemek üzere bir yıla kadar yapılabilir. Sözleşmeli eğitim
görevlilerine, yapacakları faaliyetin niteliğine göre yükseköğretim
kurumlarında aynı unvandaki kadrolu öğretim üyeleri için 11/10/1983 tarihli ve
2914 sayılı Yükseköğretim Personel Kanununun 11 inci maddesinin dördüncü
fıkrası ile unvanlar itibarıyla belirlenen ek ders ücretinin on katına kadar
saatlik sözleşme ücreti ödenebilir. Özellik arz eden faaliyetler için saatlik
sözleşme ücreti, Maliye Bakanlığının uygun görüşü üzerine Sağlık Bakanlığının
kararıyla bir katına kadar artırılabilir. Bu kapsamdaki sözleşmeli eğitim
görevlilerine ödenecek sözleşme ücretinin yıllık toplam tutarı, ilgili eğitim
ve araştırma hastanesinin bir önceki yıl gerçekleşen personel giderleri
toplamının yüzde birini hiçbir şekilde geçemez. İlgili eğitim ve araştırma
hastanesinin teklifi ve Sağlık Bakanlığının uygun görüşü üzerine Maliye
Bakanlığınca bu oran bir katına kadar artırılabilir. Bu şekilde artırılan tutar
döner sermaye bütçesinden ödenir. Bu kapsamda çalıştırılan sözleşmeli eğitim
görevlilerine, bu madde uyarınca yapılacak ödeme dışında herhangi bir ad
altında ödeme yapılamaz ve bu kişilere hiçbir idari görev verilemez. Bu madde
uyarınca sözleşmeli eğitim görevlisi çalıştırılmasına ilişkin usul ve esaslar,
bunlara yaptıkları görevlere bağlı olarak ödenecek saatlik sözleşme
ücretlerinin tutarı ile diğer hususlar Maliye Bakanlığı ve Sağlık Bakanlığınca
müştereken belirlenir.
MADDE 8- 3359 sayılı Kanunun ek
9 uncu maddesi aşağıdaki şekilde değiştirilmiştir.
"EK MADDE 9- Sağlık Bakanlığı ve bağlı kuruluşlarına
ait kurum ve kuruluşlar ile üniversitelerin ilgili birimleri, karşılıklı olarak
işbirliği çerçevesinde birlikte kullanılabilir. Ancak, adrese dayalı nüfus
kayıt sistemi sonuçlarına göre toplam il nüfusu 750.000'e kadar olan illerde
eğitim ve araştırma hizmetleri, bu maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren
Sağlık Bakanlığı eğitim ve araştırma hastanesi veya üniversite sağlık uygulama
ve araştırma merkezlerinden yalnızca biri tarafından verilebilir. Bu illerde
Bakanlık ve bağlı kuruluşları ile üniversiteler, tıp lisans eğitimi ve/veya
tıpta uzmanlık eğitimi için ortak kullanım ve işbirliği yapar.
Birlikte kullanılacak sağlık tesisleri için, Bakanlık ve
Yükseköğretim Kurulu Başkanlığının uygun görüşü alınarak, il valisi ile
üniversite rektörü arasında birlikte kullanım protokolü akdedilir.
Birlikte kullanımdaki sağlık tesislerinde tıpta uzmanlık ve lisans
eğitimleri, Sağlık Bakanlığı uzmanlık öğrencilerinin eğitimi de dâhil olmak
üzere, ilgili mevzuata göre tıp fakültesi dekanının yetki ve sorumluluğunda
yürütülür. Birlikte kullanıma geçilen sağlık tesisleri, Bakanlığın tâbi olduğu
mevzuat uyarınca işletilir ve tesis, üniversitenin görüşü alınarak Bakanlıkça
atanan başhekim tarafından yönetilir. Birlikte kullanıma geçilen sağlık
tesisinin kamu hastane birliği kapsamında olması hâlinde, o tesise ait yönetici
görevlendirmeleri kamu hastaneleri birliği mevzuatı çerçevesinde yapılır.
Birlikte kullanımdaki sağlık tesislerinde fiilen görev yapan
personele, üniversite personeli için 4/11/1981 tarihli ve 2547 sayılı
Yükseköğretim Kanununun 58 inci maddesinde öngörülen ek ödeme matrahı ve tavan
ek ödeme oranları, Bakanlık ve bağlı kuruluşları personeli için ise 4/1/1961
tarihli ve 209 sayılı Sağlık Bakanlığına Bağlı Sağlık Kurumları ile
Esenlendirme (Rehabilitasyon) Tesislerine Verilecek Döner Sermaye Hakkında
Kanunun 5 inci maddesinde öngörülen ek ödeme matrahı ve tavan ek ödeme oranları
esas alınarak Bakanlığın tâbi olduğu ek ödeme mevzuatı doğrultusunda ek ödeme
yapılır.
Birlikte kullanılan sağlık tesisinde görev yapan personelin
disiplin ve tüm özlük işlemleri kadrosunun bulunduğu kurumun ilgili mevzuatına
göre yürütülür.
Üniversite tarafından, birlikte kullanılan kurum ve kuruluşlarda
görevli personelin profesör ve doçent kadrolarına atanabilmesi için Bakanlığa
ve bağlı kuruluşlarına ait eğitim görevlisi kadroları da kullanılabilir.
Bakanlık ve üniversiteler, birlikte kullanım dışında döner
sermayesi ve kurumları ayrı ve bağımsız olmak suretiyle eğitim, sağlık hizmeti
üretimi, araştırma ve kamu sağlığını geliştirme gibi alanlarda işbirliği
yapabilirler. İşbirliği yapılacak hususlarda Bakanlık ve Yükseköğretim Kurulu
Başkanlığının uygun görüşü alınarak, il valisi ve üniversite rektörü arasında
protokol akdedilir.
Birlikte kullanım ve işbirliğine ilişkin usul ve esaslar ile
ilgili mevzuat hükümleri çerçevesinde döner sermaye gelirlerinden personele
yapılacak ek ödemelere ilişkin diğer hususlar Maliye Bakanlığının uygun görüşü
alınarak Sağlık Bakanlığı ve Yükseköğretim Kurulu tarafından müştereken
çıkarılacak yönetmelikle belirlenir."
MADDE 12- 24/11/2004 tarihli ve 5258
sayılı Aile Hekimliği Kanununun 3 üncü maddesinin beşinci fıkrasının sonuna
aşağıdaki cümle ve aynı maddenin sonuna aşağıdaki fıkralar eklenmiştir.
"Entegre sağlık hizmeti sunulan merkezlerde artırımlı
ücretten yararlananlar hariç olmak üzere, aile hekimlerine ve aile sağlığı
elemanlarına ihtiyaç ve zaruret hâsıl olduğunda haftalık çalışma süresi ve
mesai saatleri dışında 657 sayılı Kanunun ek 33 üncü maddesinde belirtilen
yerlerde nöbet görevi verilebilir ve bunlara aynı maddede belirtilen usul ve
esaslar çerçevesinde nöbet ücreti ödenir."
"Aile hekimliği uzmanlık eğitimi veren kurumların; her
bir araştırma görevlisi/asistan başına azamî kayıtlı kişi sayısı 4000 kişiyi
aşmamak ve her kayıtlı kişi başına (görev yapacak araştırma görevlisi/asistan
sayısı da esas alınmak suretiyle) aylık beş Türk Lirasından fazla olmamak üzere
belirlenecek tutar, çalışılan aya ait sonuçların ilgili sağlık idaresine
bildiriminden itibaren onbeş gün içinde ilgili döner sermaye mevzuatı
hükümlerine tabi tutulmaksızın döner sermaye işletmelerinde bu amaçla açılacak
olan hesaba yatırılır. Bu tutarı üç katına kadar artırmaya Sağlık Bakanlığının
talebi ve Maliye Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulu yetkilidir.
Kayıtlı kişi başına belirlenen tutar, 657 sayılı Kanunun 4 üncü maddesinin (B)
bendine göre belirlenen en yüksek brüt sözleşme ücretinin artışı oranında
artırılabilir. Sağlık Bakanlığı tarafından belirlenen standartlara göre,
koruyucu hekimlik hizmetlerinin eksik uygulanması hâlinde ödeme tutarının %
20'sine kadar indirim yapılır.
Bu şekilde kurumlarca oluşturulacak aile sağlığı merkezlerinin bu
Kanun kapsamında oluşacak tüm giderleri sekizinci fıkrada belirtilen
hesaplardan ödenir. Kurumlarınca aile hekimliği hizmetlerinde çalıştırılan
öğretim üyesi, eğitim görevlisi, araştırma görevlisi ve asistanlara; kayıtlı
kişi sayısı ve bunların risk grupları, gezici sağlık hizmetleri, belirlenen
standartlar çerçevesinde sağlığın geliştirilmesi, hastalıkların önlenmesi,
takibi ve kontrolündeki başarı oranı gibi kriterlere göre yapılacak ödemelere ilişkin
usul ve esaslar Maliye Bakanlığının uygun görüşü üzerine Sağlık Bakanlığınca
çıkarılacak yönetmelikle belirlenir. İlgililere yapılacak toplam ödeme,
kadrolarına bağlı olarak yapılan ödemeler de dâhil olmak üzere beşinci fıkrada
yer alan sınırları aşamaz. Sekizinci fıkra kapsamında oluşturulan aile sağlığı
merkezlerinde görev yapan aile sağlığı elemanlarına 209 sayılı Kanunun 5 inci
maddesi ve 4/11/1981 tarihli ve 2547 sayılı Yükseköğretim Kanununun 58 inci
maddesi hükümleri çerçevesinde belirlenen azamî ek ödeme tutarını geçmemek
üzere yukarıda belirtilen kriterler çerçevesinde yapılacak ödeme, anılan fıkra
uyarınca açılmış bulunan hesaplardan ödenir. Bu fıkra kapsamında yapılacak
ödemenin net tutarı, 27/6/1989 tarihli ve 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin
ek 9 uncu maddesi uyarınca kadro ve görev unvanı veya pozisyon unvanı
itibarıyla belirlenmiş olan ek ödemenin net tutarından az olamaz. Bu ödemeden
yararlanan personele, ayrıca 375 sayılı Kanun Hükmünde Kararnamenin ek 9 uncu
maddesi, 209 sayılı Kanunun 5 inci ve ek 3 üncü maddeleri ile 2547 sayılı
Kanunun 58 inci maddesi ((e) fıkrasının ikinci paragrafı hariç) uyarınca
herhangi bir şekilde ek ödeme yapılmaz."
MADDE 13- 5258 sayılı Kanunun 5
inci maddesinin ikinci fıkrasının birinci cümlesine "kaydı ile"
ibaresinden sonra gelmek üzere "Bakanlıkça belirlenen kıstaslar
çerçevesinde" ibaresi eklenmiştir.
MADDE 16- 663 sayılı Kanun
Hükmünde Kararnamenin 33 üncü maddesinin beşinci fıkrası aşağıdaki şekilde
değiştirilmiş ve maddeye aşağıdaki fıkralar eklenmiştir.
"(5) Tabip, diş tabibi ve eczacılardan sözleşmeli personel
olarak görev yapanlar, ihtiyaç hâlinde Bakanlığın ve bağlı kuruluşlarının
merkez teşkilatında daire başkanı ve daha üst yönetici kadrolarında süreli
olarak görevlendirilebilir ve bu husus sözleşmelerde belirtilir."
"(7) Sözleşmeli personelin disiplin amirlerinin tayini ile
çalışma usul ve esasları Bakanlık tarafından belirlenir. Bunlardan idarî
görevlerde bulunanlara memurların disiplin amirliği yetkisi verilebilir.
(8) Devlet hizmeti yükümlülüğünü yapmakta olan personel, atanmış
olduğu sağlık kurumunda bu madde kapsamında sözleşmeli personel olarak
çalıştırılabilir. Ancak il merkezindeki sağlık kurumlarına atanmış olan Devlet
hizmeti yükümlüleri Birlik merkezinde de sözleşmeli personel olarak
çalıştırılabilir. Bu personelin sözleşmeli olarak geçen süreleri Devlet hizmeti
yükümlülüğünden sayılır."
MADDE 23- 25/2/1954 tarihli ve
6283 sayılı Hemşirelik Kanununa aşağıdaki geçici madde eklenmiştir.
"GEÇİCİ MADDE 3- Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih
itibarıyla, ebelik diplomasına sahip olduğu halde en az üç yıldan beri yataklı
tedavi kurumları ile ağız ve diş sağlığı merkezlerinde fiilen hemşirelik görevi
yaptığını resmi belge ile belgelendiren ve bu maddenin yürürlüğe girdiği
tarihten itibaren üç ay içerisinde talepte bulunanlar, hemşirelik yetkisiyle
görevlerine devam eder.
Üniversitelerin hemşirelik programlarında ülke ihtiyacını
karşılayacak yeterli kontenjanlar oluşturulmak üzere bu maddenin yürürlüğe
girdiği tarihten itibaren 5 yıl süre ile sağlık meslek liselerinin hemşirelik
programlarına öğrenci alınmasına devam olunur ve bu programlardan mezun
olanlara hemşire unvanı verilir.""
B- Dayanılan Anayasa Kuralları
Dava ve ek dava dilekçesinde, Anayasa'nın 2., 5., 6., 7., 10.,
11., 13., 17., 48., 50., 56., 124., 128., 130. ve 131. maddelerine
dayanılmıştır.
III- İLK İNCELEME
A- Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü hükümleri uyarınca Serruh KALELİ,
Alparslan ALTAN, Fulya KANTARCIOĞLU, Mehmet ERTEN, Serdar ÖZGÜLDÜR, Osman
Alifeyyaz PAKSÜT, Zehra Ayla PERKTAŞ, Recep KÖMÜRCÜ, Burhan ÜSTÜN, Engin
YILDIRIM, Nuri NECİPOĞLU, Hicabi DURSUN, Celal Mümtaz AKINCI, Erdal TERCAN,
Muammer TOPAL ve Zühtü ARSLAN'ın katılımlarıyla 27.9.2012 gününde yapılan ilk
inceleme toplantısında öncelikle dava dilekçesinin, 6216 sayılı Anayasa
Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun'un 38. maddesinde
belirtilen esaslara uygun olup olmadığı sorunu görüşülmüştür.
6216 sayılı Kanun'un 38. maddesinin (6) numaralı fıkrasında "İptal
davalarında, Anayasaya aykırılıkları ileri sürülen hükümlerin Anayasanın hangi
maddelerine aykırı olduğunun ve gerekçelerinin belirtilmiş olması zorunludur."
kuralı yer almış, Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü'nün 45. maddesinde de "İptali
istenen kurallar ve bunların her birinin Anayasanın hangi maddelerine aykırılık
oluşturduğu", "Anayasaya aykırılıkları ileri sürülen
hükümlerin her birinin Anayasanın hangi maddelerine, hangi nedenlerle aykırı
olduğunun ayrı ayrı ve gerekçeleriyle birlikte açıkça gösterilmesi"
dava dilekçesinde yer alması gereken hususlar arasında sayılmıştır.
6216 sayılı Kanun'un 39. maddesinin (1) numaralı fıkrasında, dava
dilekçesinin, 38. maddede gösterilen şartları taşıyıp taşımadığının kayıt
tarihinden itibaren on gün içinde inceleneceği, başvuru dilekçesindeki
eksikliklerin varsa kararla saptanarak onbeş günden az olmamak üzere verilecek
süre içinde tamamlatılması için ilgililere tebliğ olunacağı, aynı maddenin (3)
numaralı fıkrasında ise birinci fıkrada belirtilen süre içinde eksikliklerin
tamamlanmaması hâlinde Genel Kurulca iptal davasının açılmamış sayılmasına
karar verileceği belirtilmiştir.
Dava dilekçesinde, 6354 sayılı Kanun'un;
1- a)- 1. maddesiyle 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu'nun 153.
maddesine eklenen ikinci fıkranın, Anayasa'nın 10. maddesine,
b)- 8. maddesiyle değiştirilen 3359 sayılı Kanun'un ek 9.
maddesinin, Anayasa'nın 7. ve 124.,
c)- 23. maddesiyle 6283 sayılı Hemşirelik Kanunu'na eklenen Geçici
Madde 3'ün ikinci fıkrasının, Anayasa'nın 2., 48. ve 56. maddelerine de aykırı
oldukları belirtilerek iptallerinin istemesine karşın, bu hükümlerin her
birinin aykırı olduğu ileri sürülen her bir Anayasa maddesine ilişkin
gerekçelerinin gösterilmediği,
2- 4- 23. maddesiyle 6283 sayılı Kanun'a eklenen Geçici Madde 3'ün
ikinci fıkrasının, Anayasa'nın 5., 10. ve 17. maddeleri ile ilgili iptal
gerekçesinin yetersiz olduğu,
saptanmıştır.
6216 sayılı Kanun'un 39. maddesinin (1) numaralı fıkrası ile
İçtüzük'ün 49. maddesi uyarınca Ankara Milletvekili Emine Ülker TARHAN ile
Mersin Milletvekili Aytuğ ATICI'ya bildirimde bulunulmasına ve yukarıda
belirtilen eksikliklerinin giderilmesi için kararın tebliğinden başlayarak 15
(onbeş) gün süre verilmesine, OYBİRLİĞİYLE karar verilmiştir.
B- Anayasa Mahkemesinin 27.9.2012 günlü ilk inceleme kararında
belirtilen eksikliklerin tamamlanması için belirlenen süre içinde 19.10.2012
gününde verilen ek dava dilekçesi üzerine,Anayasa Mahkemesi İçtüzüğü hükümleri
uyarınca Haşim KILIÇ, Serruh KALELİ, Alparslan ALTAN, Fulya KANTARCIOĞLU,
Mehmet ERTEN, Serdar ÖZGÜLDÜR, Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Zehra Ayla PERKTAŞ,
Recep KÖMÜRCÜ, Burhan ÜSTÜN, Engin YILDIRIM, Nuri NECİPOĞLU, Hicabi DURSUN,
Celal Mümtaz AKINCI, Erdal TERCAN ve Muammer TOPAL'ın katılımlarıyla 8.11.2012
gününde yapılan ilk inceleme toplantısında, dosyada eksiklik bulunmadığından
işin esasının incelenmesine, yürürlüğü durdurma isteminin esas inceleme
aşamasında karara bağlanmasına OYBİRLİĞİYLE karar verilmiştir.
IV- ESASIN İNCELENMESİ
Dava dilekçesi ile ek dilekçe ve ekleri, Raportör Ümit DENİZ
tarafından hazırlanan işin esasına ilişkin rapor, iptal davasına konu yasa
kuralları, dayanılan Anayasa kuralları ve bunların gerekçeleri ile diğer yasama
belgeleri okunup incelendikten sonra gereği görüşülüp düşünüldü:
A- Kanun'un 1.
Maddesiyle 1593 Sayılı Kanun'un 153. Maddesine Eklenen "Gebe veya rahmindeki
bebek için tıbbi zorunluluk bulunması hâlinde doğum, sezaryen ameliyatı ile
yaptırılabilir." Biçimindeki İkinci Fıkranın İncelenmesi
Dava dilekçesinde, pek çok ülkede sezaryen oranlarındaki artışa
rağmen anne adaylarının seçim yapma haklarını ortadan kaldıran ya da hekimlere
yönelik yaptırım tehdidini içeren bir düzenleme bulunmadığı, dava konusu
düzenlemeyle anne istemli sezaryenin tıbbi bir endikasyon olmadığı düşüncesinin
benimsendiği, hamile kadının istemediği ve muvafakat vermediği bir tıbbi müdahaleye
maruz bırakıldığı, insan onurunun kişilerin kendi vücut bütünlükleri, maddi ve
manevi varlıklarıyla ilgili karar verme hakkını ve bu hakkın hamile kadınların
çocuklarını nasıl dünyaya getireceklerine ilişkin yöntemi seçme hakkını da
içerdiği, kişinin maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkıyla
kişinin hayatını beden ve ruh sağlığı içinde sürdürme hakkının birbiriyle
kopmaz bir bağ içinde olduğu, bu hakların Anayasa'nın 17. ve 56. maddeleriyle
birlikte bütüncül bir şekilde koruma altına alındığı, kişinin maddi ve manevi
varlığının korunması ve geliştirilmesi hakkının saygı duyulması gereken bir hak
olduğu, Devletin pozitif edimleriyle yaşama geçirilmesi gereken bir yükümlülük
olarak belirlenmesine rağmen bu hakkın ölçüsüz bir şekilde sınırlandırıldığı,
hakkın kullanımını zayıflatarak hakkın özüne dokunulduğu, demokratik toplum
düzeni gereklerinin yerine getirilmediği ve Anayasa'nın ruhu ve sözüne aykırı
olmama ölçütünün de karşılanmadığı, bunların yanında kadın hastalıkları ve
doğum uzmanı tabiplerin çalışma özgürlüğünü sınırlandırdığı, bu
sınırlandırmanın ölçülülük ilkesine ve bu ilkenin alt ilkeleri olan "elverişlilik",
"gereklilik" ve "orantılılık" ilkelerine
aykırı gerçekleştirildiği, maddi durum iyi olanların yurtdışına çıkarak sezaryen
ameliyatı olabilecekken diğer kişilerin bu hakka sahip olmadıkları, bu durumun
da eşitlik ilkesini ihlal ettiği belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 2., 5., 10.,
13., 17., 48. ve 56. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Dava konusu kural ile gerek gebe gerekse anne rahmindeki bebek
için tıbbi zorunluluk bulunması durumunda sezaryen ameliyatı ile doğum
yaptırılabileceği öngörülmüştür. Buna göre sezaryen ameliyatının yapılması için
yalnızca anne adayının isteği yeterli olmayacak, tıbbi zorunluluk bulunması
gerekecek, gerekliliğin olup olmadığına ise hekim karar verecektir.
Anayasa'nın 56. maddesinin üçüncü fıkrasında, Devlete, herkesin
hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlama ödevi verilmiştir.
Sağlık hakkı, insanların sağlıklarının korunması, hastalandıklarında
iyileşmeleri, tıbbi bakım görebilmeleri ve tedavi edilebilmeleri için Devletin
sağladığı her türlü imkândan yararlanma hakkıdır. Sağlık hakkı, insanların
doğuştan kazandıkları vazgeçilemez ve devredilemez haklarının başında gelmektedir.
Yine Devlet, Anayasa'nın 17. maddesine göre, kişilere tanınmış olan yaşam
hakkını güvence altına almakla yükümlüdür. Aynı maddede "Herkes,
yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir."
denilmektedir. Kişinin yaşam hakkı ile maddi ve manevi varlığını koruma hakkı,
birbirleriyle sıkı bağlantıları olan, devredilmez ve vazgeçilmez haklardan olup
Anayasa'nın diğer maddelerinde öngörülen nedenlerle sınırlanamaz.
Sağlık hakkının tamamlayıcı unsurları arasında hasta hakları önemli
bir yer kaplar. Hasta hakları, sağlık hizmetlerinden faydalanma ihtiyacı
bulunan fertlerin, sırf insan olmaları sebebiyle sahip bulundukları haklar
olarak tanımlanabilir. İnsan haklarının bir uzantısı olan hasta hakları, insan
haklarının sağlık hizmetlerine uygulanması olarak değerlendirilebilir.
Anayasa'nın 5. maddesi de insanın maddi ve manevi varlığının
gelişmesi için gerekli şartları hazırlamayı Devletin temel amaç ve görevleri
arasında saymıştır. Kanun koyucu, Devlete verilen bu görevlerin gereği olarak,
kişilerin sağlıklı bir şekilde yaşam sürdürmelerini sağlamak amacıyla gerekli
gördüğü yasal önlemleri almakla yükümlüdür. Sağlığa aykırı gördüğü uygulamaları
kısıtlamak suretiyle kişilerin yaşamlarını sağlıklı bir şekilde sürdürmelerini
sağlamayı amaçlaması belirtilen pozitif yükümlülüğün bir sonucudur. Dava konusu
kuralın da, belirtilen yükümlülüğün gereği olarak kişilerin sağlıklı yaşam
sürmeleri açısından tıbbi zorunlulukların esas alınmasını amaçladığı
görülmektedir.
Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen sosyal hukuk devleti, insan
hak ve hürriyetlerine saygı gösteren, kişilerin huzur, refah ve mutluluk içinde
yaşamalarını güvence altına alan, kişi ile toplum arasında denge kuran,
güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak sosyal adaleti gerçekleştiren, bu
bağlamda sağlık hizmetlerinden bireylerin yeteri kadar yararlanmasını sağlayan
devlettir. Devlet, herkesin sağlık hizmetlerinden yararlanması için gerekli
tedbirleri almalı, kişilerin sağlık hizmetlerinden yararlanmasını sağlamalıdır.
Devlet,ekonomik ve sosyal alandaki görevlerini yerine getirirken uygulayacağı
sınırlamalar, Anayasa'nın 13. maddesinin öngördüğü üzere, Anayasa'nın
sözüne ve ruhuna, demokratik toplum düzeninin ve lâik Cumhuriyetin gereklerine
ve ölçülülük ilkesine aykırı olmamalıdır. Sosyal devlet olma
niteliği gereği kişilerin yaşam haklarının korunmasını, gerekli ve en uygun
sağlık hizmeti almalarını sağlamakla yükümlü olan Devletin bu yükümlülüğünü
yerine getirmemesinin anayasal ilkelerle çelişeceği açıktır.
Anayasa'nın 17. maddesinin ikinci fıkrası "Tıbbî
zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin vücut bütünlüğüne
dokunulamaz; rızası olmadan bilimsel ve tıbbî deneylere tâbi tutulamaz."
diyerek kişilerin kendi bedenleri üzerinde karar verme yetkisi olduğunu istisna
tanıyarak vurgulamıştır. Devlet, pozitif bir yükümlülük olarak, yetki alanında bulunan tüm
bireylerin yaşam hakkını gerek kamusal makamların, gerek diğer bireylerin,
gerekse kişinin kendisinin eylemlerinden kaynaklanabilecek risklere karşı
koruma yükümlülüğü altındadır. Dolayısıyla kişinin sağlığı ve beden bütünlüğü
üzerindeki tasarruf hakkı, gerek kendisi gerekse üçüncü kişilerin müdahalesi
yönünden mutlak ve sınırsız değildir. Birey bedeni üzerinde tasarrufta
bulunabilirse de bu tasarruf sınırlıdır ve bunun için başkasını da zorlayamaz.
Üçüncü kişilerin kanunun cevaz vermediği tasarrufları, muhatabın rızasına
dayansa da hukuka uygun değildir. Bunun sağlık alanına yansıması hastanın,
hekimi tıbben uygun görmediği tedaviye veya ameliyata zorlayamamasıdır. Aksi durumda
hekimin hukuki hakları ve tıbbi etik kurallarının yanında hastanın tedavi hakkı
da ihlal edilmiş olur.
Hekimin öncelikli görevi, hastalıkları önlemeye ve bilimsel
gerekleri yerine getirerek hastaları iyileştirmeye çalışarak insanın yaşamını
ve sağlığını korumaktır. Bunların yanında hastasının zarar görmemesi ve
tedavinin olumlu sonuçlanması için, bilimsel tüm kuralları yerine getirmek,
hastanın durumunu ivedi bir şekilde saptamak, mevcut durumun gerektirdiği
önlemleri eksiksiz biçimde almak ve uygun tedaviyi ivedi bir şekilde belirleyip
uygulamak zorundadır. Bu nedenle tedavi yönteminin belirlenmesi temel olarak
hekimin görevidir. Bu seçimi yaparken bilimsel kanaatine göre belirleyeceği en
güvenilir yolu seçmesi gerekir. Hekimin sahip olduğu bu haklar, aynı zamanda
hastanın özgürce bilimsel ve etik kararlar verebilen bir hekim tarafından
tedavi edilme hakkının da yansımasıdır. Dolayısıyla tedavi yöntemini
belirleyecek olan hekim, hasta tarafından bilimsel görüşüne aykırı teşhis ve
tedaviye zorlanamaz.
Dava konusu kural ile doğumun gerçekleşmesinin iki yönteminden
birinin tıbbi zorunluluk kavramına göre hekim tarafından tercih edilmesi
öngörülmektedir. Kuralın sınırladığı husus, anne adayının kendi isteği ile
doğum yöntemini belirlemesi ve hekime bunu dayatabilmesi ile hekimin de tıbbi
zorunluluk olmaksızın bu ameliyatı yapmasıdır. Kural ile hekime, tedaviye
ilişkin bilimsel görüşünü ileri sürme ve uygulama konusunda yasal bir dayanak
sağlanmıştır. Sezaryen ameliyatını sağlık hizmetlerinden yararlanmaya engel
olmayacak biçimde, tıp bilimine göre belirlenecek nedenlerle sınırlayan,
bilimin gerekleri dışında herhangi bir yöntem dayatmayan dava konusu kuralın,
kadının maddi ve manevi varlığını geliştirmeye engel olduğu söylenemez.
Dava dilekçesinde hekime tercih hakkı verilmediği, normal doğum
yaptırmaya zorlandığı, çalışma hürriyetine engel olunduğu belirtilmiştir.
Anayasa'nın 48. maddesinin birinci fıkrasında, "Herkes dilediği alanda
çalışma ve sözleşme hürriyetlerine sahiptir." denilmekte ve aynı
maddenin gerekçesinde de "Hürriyet temeline dayalı bir toplumda irade
serbestliği çerçevesinde ferdi sözleşme yapma, meslek seçme ve çalışma
hürriyetlerinin garanti olunması tabîîdir." denilerek irade
özgürlüğünün önemi vurgulanmaktadır. Anayasa'nın 48. maddesinde yer alan
çalışma ve sözleşme özgürlüğünün, Anayasa'nın 13. maddesine aykırı olarak
sınırlandırılamayacağı da açıktır. Hekimlerin çalışması bakımından da aynı
hususlar geçerlidir. Doğumun gerçekleşmesinde sadece iki yöntemin olduğu
dikkate alındığında, anne adayına hekimin bilimsel tercihini etkisiz kılacak
üstün bir tercih hakkı verilmesinin, uygun görmediği tedaviyi uygulamaya
zorlanacak hekimin çalışma hürriyetini daraltacağı açıktır. Dolayısıyla bu
durum, hekimin tedavi yöntemini belirleme hakkına müdahale olacaktır. Dava
konusu kural, hekimin çalışma hürriyetini sınırlamamıştır. Bu nedenle de
Anayasa'nın 48. maddesine aykırılıktan söz edilemez.
Yine dava dilekçesinde maddi durumu iyi olanların yurtdışında
sezaryen ameliyatı olabileceği hâlde zayıf olanların bunu
gerçekleştiremeyeceği, bu durumun eşitsizlik yarattığı ileri sürülmüştür.
Anayasal hakların kullanılması bakımından gelir dağılımı bir ölçüt
değildir. Anayasa'da yer alan tüm hak ve hürriyetlerin kullanılması bakımından
herkes eşittir. Anayasa'nın 10. maddesinin birinci fıkrasında herkesin, dil,
ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu belirtilerek her
türlü ayrımcılık kesin bir dille reddedilmiş, aynı maddenin dördüncü fıkrasında
ise "Hiçbir kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz."
denilerek vatandaşlar arasında üstünlük olamayacağı bir kez daha
vurgulanmıştır. Eşitlik ilkesinin amacı, aynı durumda bulunan kişilerin
kanunlar karşısında aynı işleme bağlı tutulmalarını sağlamak, ayrım yapılmasını
ve ayrıcalık tanınmasını önlemektir. Anayasa kanun önünde eşitliği
öngörmektedir. Kuralın uygulanmasında yaşanacak fiili durumlar yasama
faaliyetinin dışındadır. Öte yandan diğer ülkelerin kuralları ile dava konusu
kural eşitlik yönünden kıyaslanamaz. Kural, gelir durumuna bakılmaksızın
herkese uygulanacak objektif, soyut ve genel bir düzenleme niteliğinde
olduğundan eşitlik ilkesine aykırı değildir.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 2., 5., 10.,
13., 17., 48. ve 56. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi
gerekir.
Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Zehra Ayla PERKTAŞ, Engin YILDIRIM ile
Zühtü ARSLAN bu görüşe katılmamışlardır.
B- Kanun'un 7. Maddesiyle 3359 Sayılı Kanun'un Ek 1.
Maddesine Eklenen Fıkranın İncelenmesi
Dava dilekçesinde, sözleşmeli olarak görevlendirilecek öğretim
üyelerinin nasıl bir yöntemle, hangi kriterlere göre seçilip
görevlendirileceğine, görevlendirmenin hangi hâllerde nasıl sonlandırılacağına
ilişkin düzenlemelere yer verilmediği, hukuk devleti ilkesinin ön koşullarından
birinin hukuk güvenliği olduğu, Anayasa'nın 130. maddesiyle öngörülen
güvencelerin sağlanabilmesi ve hukuki güvenliğin oluşturulabilmesi için öğretim
üyelerinin görevlendirilmesinde ve görevlerinin sona ermesinde uygulanacak usul
ve esasların kanunla düzenlenmesi gerektiği, kuralın Sağlık Bakanlığına tanınan
yetkinin hangi ölçütler çerçevesinde kullanılacağına ilişkin hiçbir hüküm
içermemesi nedeniyle hukuk devleti ilkesiyle de bağdaşmadığı, kuralları
belirleme yetkisinin bakanlıklara devredilmesi nedeniyle yasama yetkisinin
devredilmezliği ilkesiyle çelişildiği belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 2., 6.
ve 130. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
6216 sayılı Kanun'un 43. maddesi uyarınca, dava konusu kural
ilgisi nedeniyle Anayasa'nın 7. ve 128. maddeleri yönünden de incelenmiştir.
Dava konusu kuralla kamu kurumu ve kuruluşları ile vakıflara ait
olanlar da dâhil olmak üzere herhangi bir öğretim kurumunda görev yapmayan
profesör ve doçentlerin (emekli, bağımsız çalışan vb.) ihtiyaç duyulan
alanlarda teorik ve uygulamalı eğitim ve öğretim ile araştırma faaliyetlerinde
bulunmak ve bu faaliyetlerin gerektirdiği işleri yapmak, bir yıla kadar süreyle
ve aylık çalışma süresi 80 saati geçmemek üzere Sağlık Bakanlığının kararıyla
eğitim ve araştırma hastanelerinde Maliye Bakanlığının
vizesine bağlı olarak sözleşmeli eğitim görevlisi olarak çalıştırılabilmeleri
düzenlenmektedir. Kural uyarınca görev yapacak olanlara; yapacakları faaliyetin
niteliğine göre yükseköğretim kurumlarında aynı unvandaki kadrolu öğretim
üyeleri için 2914 sayılı Kanun'un 11. maddesinin dördüncü fıkrası ile unvanlar
itibarıyla belirlenen ek ders ücretinin on katına kadar saatlik sözleşme ücreti
ödenebilecek, özellik arz eden faaliyetler için saatlik sözleşme ücreti, Maliye
Bakanlığının uygun görüşü üzerine Sağlık Bakanlığının kararıyla bir katına
kadar artırılabilecek ancak ödenecek sözleşme ücretinin yıllık toplam tutarı,
ilgili eğitim ve araştırma hastanesinin bir önceki yıl gerçekleşen personel
giderleri toplamının yüzde birini hiçbir şekilde geçemeyecek, ilgili eğitim ve
araştırma hastanesinin teklifi ve Sağlık Bakanlığının uygun görüşü üzerine
Maliye Bakanlığınca bu oran bir katına kadar artırılabilecek, artırılan ücret
döner sermaye bütçesinden ödenecek, bu kapsamda çalıştırılan görevlilere başka
ödeme yapılmayacak ve idari görev verilemeyecektir. Ayrıca kural, bu madde
uyarınca sözleşmeli eğitim görevlisi çalıştırılmasına ilişkin usul ve esaslar
ile bu görevlilere ödenecek saatlik sözleşme ücreti tutarı ile diğer hususların
Maliye ve Sağlık Bakanlıklarınca müştereken belirlenmesini öngörmektedir.
Anayasa'nın 7. maddesinde, yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet
Meclisine ait olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği öngörülmüştür. Anayasa'da
kanun ile düzenlenmesi öngörülen konularda yürütme organına genel ve sınırları
belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi olanaklı değildir. Kanunla
düzenleme ilkesi, düzenlenen alanda temel ilkelerin kanunla konulmasını ve
çerçevenin kanunla çizilmesini ifade etmektedir. Kanun koyucunun temel
kuralları saptadıktan sonra, uzmanlık ve idare tekniğine ilişkin ayrıntıları
yürütmeye bırakması, kanunla düzenleme ilkesine aykırılık oluşturmaz ve yasama
yetkisinin devri olarak yorumlanamaz.
Anayasa'nın 128. maddesinin birinci fıkrasında, "Devletin,
kamu iktisadi teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare
esaslarına göre yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği
asli ve sürekli görevler, memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle görülür.";ikinci
fıkrasında da " Memurların ve diğer kamu görevlilerinin
nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve yükümlülükleri, aylık
ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla düzenlenir."
denilmektedir.
Anayasa'nın 130. belirtilen öğretim görevlileri kamu görevlisidir.
Oysa kural kapsamındaki öğretim görevlisi ile Sağlık Bakanlığı arasında kamu
hukuku ilişkisi bulunmamaktadır. Karşılıklı irade ile gerçekleştirilen
sözleşmeye bağlı özel hukuk ilişkisi söz konusudur. İdare ile aralarında
önceden düzenlemiş kurallara bağlı bir statü ilişkisi yoktur ve herhangi bir
kadroya bağlı olarak da çalışmayacaklardır. Öğretim görevlisi belirli
sürede ihtiyaç duyulan uzmanlık bilgisini sunacak, sürekli olarak kamu görevi
yapmayacaktır. Çalışma saat ve süreleri, çalışma alanları kadrolu öğretim
görevlileri için belirlenen çalışma saat ve sürelerinden farklıdır. Sağlık
Bakanlığı ile sözleşme yapacak öğretim görevlilerinin Anayasa'nın 128.
maddesinde sayılan "memurlar" ve "diğer kamu
görevlileri" kapsamında olmadığı açıktır. Herhangi bir pozisyonları
olmadığından dolayı işçi de sayılamayacaklardır. Bu kişiler, Sağlık
Bakanlığının belirli bir alanda ihtiyaç duyması hâlinde ve kuralda belirtilen
sınırlamalara uygun olmak kaydıyla, istisnai türde sözleşme yaparak
çalıştırılan personeldir. Ücretlendirilmeleri de farklı usullere bağlanmıştır.
Kısmen benzemekle beraber 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu'nun 4. maddesinde
düzenlenen sözleşmeli ve geçici personelden farklıdırlar. Kurala göre görev
yapacak öğretim görevlilerinin çalışma usulleri daha çok hizmet alımına
benzemektedir. Dolayısıyla, Anayasa'nın 128. maddesi anlamında "memurlar"
veya "diğer kamu görevlileri" kapsamında olmayan görevlilerin
nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri ve diğer özlük işlerinin kanunla
düzenlenmesi gerekmemektedir.
Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti, insan
haklarına dayanan, bu hak ve özgürlükleri koruyup güçlendiren, eylem ve
işlemleri hukuka uygun olan, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu
geliştirerek sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, hukuku
tüm devlet organlarına egemen kılan, Anayasa ve kanunlarla kendini bağlı sayan,
yargı denetimine açık olan devlettir. Hukuk devletinin temel ilkelerinden biri
de "belirlilik"tir. Bu ilkeye göre, yasal düzenlemelerin hem
kişiler hem de idare yönünden herhangi bir duraksamaya ve kuşkuya yer
vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve uygulanabilir olması, ayrıca kamu
otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içermesi gereklidir.
Belirlilik ilkesi, bireylerin hukuksal güvenliğinin sağlanması bakımından da
önem arz etmektedir
Gelişen koşul ve durumlara göre sık sık değişik önlemler alma,
bunları kaldırma ve süratli biçimde hareket etme zorunluluğunun bulunduğu
alanlarda, yasama organının temel kuralları saptadıktan sonra, uzmanlık ve
idare tekniğine ilişkin hususları yürütmeye bırakması, yasama yetkisinin devri
olarak yorumlanamayacağı gibi yürütme organının yasama organı tarafından
çerçevesi çizilmiş alanda ve değişen koşullara uyum sağlayabilecek esnekliğe
sahip kriterlere uygun olarak, genel nitelikte hukuksal tasarruflarda
bulunması, hukuk devletinin belirlilik ilkesine de aykırı olarak
değerlendirilemez. Dolayısıyla anayasal ilkelere uygun olmak koşuluyla, ihtiyaç
duyulan alanlarda geçici olarak öğretim görevlisi çalıştırmaya ilişkin konuları
düzenleyen kanunların sırf bu sebeple Anayasa'ya aykırı olduğu söylenemez.
Dava konusu kuralla ihtiyaç alanının ve sözleşme yapılacak öğretim
görevlisinin belirlenmesi Sağlık Bakanlığına bırakılmaktadır. Kuralda geçen
"ihtiyaç duyulan alan" ibaresinin düzenlenme amacı olası
ihtiyacı karşılamaktır. Hangi eğitim ve araştırma hastanesinde hangi alanlarda
hangi unvanda öğretim üyesine ihtiyaç olacağının, bu ihtiyacın ne zaman
doğacağının önceden kanunla belirlenmesinin imkânı olmadığı düşünüldüğünde
eğitim verecek görevlinin belirlenmesinde de idarenin takdir hakkına sahip
olduğu açıktır. Ayrıca takdir yetkisinin sınırları kuralda belirlenmiştir.
Bunların yanında; kamu kurum ve kuruluşlarının ve vakıflara ait olanlar da
dâhil olmak üzere yükseköğretim kurumlarının kadro ve pozisyonlarında
bulunmayan profesör ve doçentlerin, idari görev yapmamak üzere, ihtiyaç duyulan
alanlarda teorik ve uygulamalı eğitim ve öğretim ile araştırma faaliyetlerinde
bulunmak ve bu faaliyetlerin gerektirdiği sınırlı görevleri yapmaları söz
konusudur. Bunun yanında azami çalışma saatleri ve ücretlendirmenin sınırı
belirlidir. Ücretin çerçevesi belirlenmiş olduğundan çalıştırılabileceklerin
sayısı da sınırlanmış olmaktadır. Bu şekilde temel ölçütler Kanun ile
düzenlenerek idareye kanunla tespiti mümkün olmayan teknik ve sınırlı bir alan
bırakıldığından kuralda belirsizlik bulunduğu ve dolayısıyla yasama yetkisinin
devredildiği söylenemez.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 2., 7. ve 128.
maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın Anayasa'nın 6. ve 130. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
C- Kanun'un 8. Maddesiyle Değiştirilen 3359 Sayılı Kanun'un Ek 9.
Maddesinin İncelenmesi
Dava ve ek dava dilekçesinde, kuralın dünyada uygulanan sisteme
göre düzenlenmediği, yargı kararlarında belirtilen Anayasa'ya aykırılık
nedenlerini ortadan kaldırmadığı, tıp fakültelerihastanelerinin Sağlık
Bakanlığına devrine olanak tanıdığı, üniversitelerin kamu tüzelkişiliğine ve
bilimsel özerkliğe sahip olmaları gerektiği, üniversitelerin tıp fakültelerine
ait hastanelerin de bir uygulama ve araştırma merkezi olarak mesleki hizmet
üretme ve eğitim ve araştırma gibi iki temel akademik işlevinin olduğu, kuralla
araştırma faaliyeti ile sunulan sağlık hizmetinin bütünleştiği ve iç içe
geçtiği bir alanın ortaya çıktığı, bu durumun ise üniversitelerin bilimsel
özerkliği ve dolayısıyla hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmadığı, Sağlık Bakanlığı
ile üniversitenin kullanım koşullarını ortak belirleyeceğinin söylenmesine
rağmen yönteme ilişkin çerçeveyi çizmediği, düzenleme yapma yetkisi verilmediği
hâlde yasama yetkisinin idareye bırakılmasının yasama yetkisinin
devredilmezliği ilkesini ihlal ettiği, ayrıca üniversitelerin yönetmelik
çıkarma hakkı olmasına rağmen yönetmeliğin Maliye Bakanlığının görüşü alınarak
Yükseköğretim Kurumu ve Sağlık Bakanlığı tarafından birlikte çıkarılmasının
Anayasa'ya uygun olmadığı, belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 2., 7., 124., 130.
ve 131. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
6216 sayılı Kanun'un 43. maddesi uyarınca, dava konusu kural
ilgisi nedeniyle Anayasa'nın 56. maddesi yönünden de incelenmiştir.
Dava konusu kuralın birinci fıkrası uyarınca Sağlık Bakanlığı ve
bağlı kuruluşlarına ait kurum ve kuruluşları ile üniversitelerin ilgili
birimleri işbirliği içerisinde birlikte kullanılacak, kuralın yürürlüğe girdiği
tarihten sonra geçerli olmak üzere nüfusu 750.000'den az olan yerlerde eğitim
ve araştırma hizmetleri, Sağlık Bakanlığı eğitim ve araştırma hastanesi veya
üniversite sağlık uygulama ve araştırma merkezlerinden yalnızca biri tarafından
verilebilecektir. Nüfusu 750.000'den fazla olan yerlerde işbirliği isteğe bağlı
olacaktır. Birlikte kullanılacak sağlık birimlerinde sağlık hizmetinin yanı
sıra hem lisans hem de uzmanlık eğitimi verilecektir.
Kuralın ikinci fıkrası, ortak kullanımın, Sağlık Bakanlığı ve
Yükseköğretim Kurumunun görüşü alındıktan sonra il valisi ve üniversite rektörü
arasında yapılacak protokole göre gerçekleştirileceğini öngörmektedir.
Kuralın üçüncü fıkrası uyarınca birlikte kullanımdaki sağlık
tesislerinde, Sağlık Bakanlığı uzmanlık öğrencileri de dâhil olmak üzere tıpta
uzmanlık ve lisans eğitimleri, tıp fakültesi dekanının yetki ve sorumluluğunda
gerçekleştirilecektir. Aynı fıkra gereğince belirtilen sağlık tesisleri, Sağlık
Bakanlığının tabi olduğu mevzuata göre yönetilecek, başhekim üniversitenin
görüşü alınarak Bakanlık tarafından atanacak, bu tesis kamu hastaneleri birliği
kapsamında ise yönetici atamaları da bu birliğe göre yapılacaktır.
Kuralın dördüncü fıkrası, birlikte kullanımdaki sağlık
tesislerinde çalışacak üniversite ve Sağlık Bakanlığı ve bağlı kuruluş
personeline ödenecek ödemeleri ve bunların tabi olacağı mevzuatı öngörmektedir.
Buna göre, ortak sağlık tesisinde fiilen görev yapmayan personele ödeme
yapılmayacaktır. Ortak kullanılsa da üniversite personeli kendi kurallarına,
Sağlık Bakanlığı personeli ise kendi kurallarına göre ek ödeme alacaklardır.
Beşinci fıkra, sağlık tesislerinde görev yapacakların disiplin ve
özlük işlerinin kadrolarının bulunduğu kurum mevzuatına göre yapılacağını
hükmetmektedir. Böylece ortak çalışma yapılması disiplin ve özlük haklarını
etkilemeyecektir.
Kuralın altıncı fıkrası, birlikte kullanılan kurum ya da
kuruluşlarda görevli personelin profesör veya doçent kadrolarına atanabilmesi
için Sağlık Bakanlığı ve bağlı kuruluşlarına ait eğitim görevlisi kadrolarının
kullanılabileceğini öngörmektedir.
Yedinci fıkra, Sağlık Bakanlığı ile üniversitelerin birlikte
kullanım dışında döner sermayesi ve kurumları ayrı ve bağımsız olmak suretiyle
eğitim, sağlık hizmeti üretimi, araştırma ve kamu sağlığını geliştirme gibi
alanlarda işbirliği yapabilmesini, bu hususlarda Sağlık Bakanlığı ve
Yükseköğretim Kurulu Başkanlığının uygun görüşü alınarak il valisi ve
üniversite rektörü arasında protokol yapılmasını düzenlemektedir.
Kuralın sekizinci fıkrası ile birlikte kullanım ve işbirliğine ait
esaslar ile döner sermaye gelirlerinden personele yapılacak ek ödemelere
ilişkin diğer hususların Maliye Bakanlığının görüşü alınarak Sağlık Bakanlığı
ve Yükseköğretim Kurulu tarafından müştereken çıkarılacak yönetmelikle
belirleneceği hükme bağlanmıştır.
Anayasa'nın 7. maddesinde, yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet
Meclisine ait olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği
öngörülmüştür. Anayasa'da kanun ile düzenlenmesi öngörülen konularda
yürütme organına genel ve sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi
olanaklı değildir. Kanunla düzenleme ilkesi, düzenlenen alanda temel ilkelerin
kanunla konulmasını ve çerçevenin kanunla çizilmesini ifade etmektedir. Kanun
koyucunun temel kuralları saptadıktan sonra, uzmanlık ve idare tekniğine
ilişkin ayrıntıları yürütmeye bırakması, kanunla düzenleme ilkesine aykırılık
oluşturmaz ve yasama yetkisinin devri olarak yorumlanamaz.
Anayasa'nın 56. maddesinin birinci fıkrasında, "Herkes,
sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir."; üçüncü
fıkrasında ise "Devlet, herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı içinde
sürdürmesini sağlamak; insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi artırarak,
işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden planlayıp
hizmet vermesini düzenler." denilmektedir. Belirtilen madde Devlete,
kişilerin hayatını beden ve ruh sağlığı içinde sürdürmelerini sağlamak için
sağlık kuruluşlarının hizmetlerini, düzenleme, denetleme ve organize etme gibi
görevler yüklemiştir. 56. madde ile Devlete verilen görevler zorunlu nitelik
taşıyan pozitif yükümlülüklerdir.
Anayasa'nın 56. maddesine paralel olarak 3359 sayılı Kanun'un 3.
maddesi de Sağlık Bakanlığına çeşitli yükümlülükler getirmiştir. Buna göre,
sağlık kurum ve kuruluşları yurt sathında eşit, kaliteli ve verimli hizmet
sunacak şekilde planlanmalı, koordine edilmeli, mali yönden desteklenmeli ve
geliştirilmelidir. Ayrıca koruyucu sağlık hizmetlerine öncelik verilmek
suretiyle kamu ve özel bütün sağlık kurum ve kuruluşlarının kurulması ve
işletilmesinde kaynak israfı ve atıl kapasiteye yol açılmamalı, gerektiğinde
hizmet satın alınarak kaliteli hizmet arzı ve verimliliği esas alınmalıdır.
Bütün sağlık kurum ve kuruluşları ile sağlık personelinin ülke sathında dengeli
dağılımı ve yaygınlaştırılması esas alınmalıdır. Belirtilen madde uyarınca
sağlık kurum ve kuruluşlarının kurulması ve işletilmesi bu esas içerisinde
Sağlık Bakanlığınca düzenlenecektir. Sağlık Bakanlığı, sağlık ve yardımcı
sağlık personelinin yurt düzeyinde dengeli dağılımını sağlamak üzere istihdam
planlaması yapmak zorundadır. Bakanlık görevini yerine getirirken
üniversitelerin, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları ile kamu kurum ve
kuruluşlarının imkânlarından da yararlanacaktır. Sağlık hizmetlerinin yurt
çapında istenilen seviyeye ulaştırılması amacıyla; bakanlıklar seviyesinden en
uçtaki hizmet birimine kadar kamu ve özel sağlık kuruluşları ile kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluşları arasında koordinasyon ve işbirliği
yapılabilir. Sağlık kurum ve kuruluşları, coğrafik ve fonksiyonel hizmet
alanları, verecekleri hizmetler, yönetim, hizmet ilişki ve bağlantıları gibi
konularda tespit edilen esaslara uymak ve verilen görevleri yapmakla
yükümlüdürler.
Yine, Sağlık Bakanlığının görev ve teşkilat yapısını düzenleyen
663 sayılı KHK'nin 2. maddesi ile de Sağlık Bakanlığı, sağlık eğitimi ve
araştırma faaliyetlerinin geliştirilmesi, insan gücünde ve maddî kaynaklarda
tasarruf sağlamak ve verimi artırmak, sağlık sektöründeki insan gücünün ülke
sathında dengeli dağılımını sağlamak ve bütün paydaşlar arasında işbirliğini
gerçekleştirmek suretiyle yurt sathında eşit, kaliteli ve verimli hizmet
sunumunun sağlanması, kamu ve özel hukuk tüzel kişileri ile gerçek kişiler
tarafından açılacak sağlık kuruluşlarının ülke sathında planlanması ve
yaygınlaştırılması ile görevlendirilmiştir.
Bilime dayalı olması gereken tanı ve tedavi metotlarının insan
yararına sürekli yenilik ve gelişme göstermesi, hizmet kalite ve beklentilerini
çağın koşullarına yaklaştırmayı gerektirmektedir. Bu çerçevede artan sağlık
hizmeti talebini en doğru şekilde karşılamak, sürekli yenilenen teknolojileri
kullanmak, sağlık hizmetlerini yurt sathında eşit ve kaliteli olarak sunmak,
maliyetleri asgari düzeye getirmek, mesleki olarak yeterli, sayıca kısıtlı
yetişmiş insan gücünü dengeli bir şekilde dağıtmak, değişen şartlara göre
planlama yapmak, hizmet kalitesini yükseltirken maliyeti düşürmek ve buna
rağmen etkin, verimli, süratli, kesintisiz bir sağlık hizmeti sunmak, gereksiz
bina ve cihaz alımı yapmamak, kurumlar arası işbirliği ve halkın sosyal
memnuniyetini arttırmak sağlık hizmetleri yönünden Devlet için bir kamusal
zorunluluk ve sosyal devlet olmanın gereğidir. Bu nedenle dava konusu kural ile
Anayasa'nın 56. maddesi ve belirtilen kanunlar ile Devlete verilen görevler ve
sosyal devlet olmanın gereği yerine getirilmiş olduğundan hukuk devleti
ilkesine aykırılıktan da söz edilemez.
Dava konusu sekizinci fıkraya göre, birlikte kullanım ve
işbirliğine ilişkin usul ve esaslar ile döner sermaye gelirlerinden personele
yapılacak ek ödemeler müşterek çıkarılacak yönetmelik ile belirlenecektir. Dava
konusu kuralda ortak kullanılacak tesisin yönetiminin ve yönetim mevzuatının ne
olacağı belirlenmiştir. Görev yapacak personele yapılacak ek ödemeler, usulü ve
dayandığı mevzuat gösterilmiştir. Kuralda ayrıntılı düzenlemelere yer verilmiş,
uygulamaya yönelik usul ve esasların ana ilkeleri yer almıştır. Kural, yönetmeliğe
bırakılacak alanı sınırlamış ve yürütmeye bırakılan yetkinin çerçevesini
daraltacak ilkeleri ortaya koymuştur.Kanun koyucunun belirlediği bu ilkelere
göre yürütme, ayrıntılı ve teknik konuları yönetmelik ile düzenleyebilecektir.
Bu şekildeki bir düzenleme, ortak kullanım ve işbirliğinin anlam ve amacına da
uygundur. Üstelik yönetmelik çıkarma yetkisinin, hangi kuruluşların
katkısıyla kullanılacağı kanun koyucunun takdir yetkisi içindedir. Kanun koyucu
da kaynağı ve çerçevesi Kanun'da bulunan hususların ayrıntısını belirleme
yetkisini takdir hakkı kapsamında müştereken kullanacak Sağlık Bakanlığı ve
Yükseköğretim Kurumuna vermiştir. Bu nedenle yönetmelikle belirleneceği
belirtilen birlikte kullanım, işbirliğine ilişkin usul ve esaslar ile döner sermaye
gelirlerinden yapılacak ödemelere yönelik işleyişinin belirlenmesinin
yönetmeliğe bırakılması asli düzenleme yetkisinin devri olarak
nitelendirilemez.
Dava dilekçesinde, yönetmelik çıkarma yetkisinin üniversitelere
bırakılması gerektiği de ileri sürülmüştür. Kuralda Sağlık Bakanlığı ve
Yükseköğretim Kurumunun ortak yönetmelik çıkarılmasına hükmedilmiştir. 2547
sayılı Yükseköğretim Kanunu'nun 6. maddesi uyarınca Yükseköğretim Kurulu, tüm
yüksek öğretimi düzenleyen ve yükseköğretim kurumlarının faaliyetlerine yön
veren, 2547 sayılı Kanunla kendisine verilen görev ve yetkiler çerçevesinde
özerkliğe ve kamu tüzel kişiliğine sahip bir kuruluştur. Aynı Kanun'un 7.
maddesine göre yükseköğretim kurumları arasında 2547 sayılı Kanun ile
belirlenen amaç, ilke ve hedefler doğrultusunda birleştirici, bütünleştirici,
sürekli, ahenkli ve geliştirici işbirliği ve koordinasyonu sağlama görevi
Yükseköğretim Kuruluna verilmiştir. Anayasa'nın 130. maddesi uyarınca kamu
tüzel kişiliği bulunan üniversitelerin yönetmelik çıkarma yetkisi mevcut ise de
belirtilen yönetmeliğin her üniversite için ayrı ayrı çıkarılması durumunda
ortak kullanımda farklı kuralların uygulanması zorunluluğu doğacaktır.
Üniversite sayısı kadar protokol ve bir o kadar da yönetmelik yapılması
gerekecektir. Oysa Yükseköğretim Kurulu ile Sağlık Bakanlığı tarafından
müşterek yönetmeliğin çıkarılması durumunda ortak bir yönetmeliğin yapılması
yeterli olacak ve böylece uygulama birliği de sağlanmış olacaktır.
Üniversitenin çalışmalarını, eğitim ve öğretimin her türlü dış
etkiden uzak, bilimin gerektirdiği yansız ve baskısız bir ortamda yapmasının
belirtilen yöntemle çıkarılacak olan yönetmelikle ilgisi bulunmamaktadır.
Dolayısıyla Yükseköğretim Kurulunun görevleri ve üniversiteler üzerindeki
yetkileri düşünüldüğünde yönetmelik çıkarmakla görevlendirilmesinin
üniversitelerin bilim özgürlüğünü etkilemeyeceği açıktır. Bu nedenle kural ile
belirtilen genel çerçeve ve esaslar doğrultusunda, ayrıntı ve uzmanlık
gerektiren konuların yönetmelikle düzenlenmesi konusunda yürütmeye yetki ve bu
yönetmeliğin çıkarılması görevinin müştereken Sağlık Bakanlığı ve Yükseköğretim
Kuruluna verilmesi Anayasa'ya aykırılık oluşturmaz.
Dava dilekçesinde, dava konusu kuralın üçüncü fıkrası uyarınca
birlikte kullanılan tesislerde tıpta uzmanlık ve lisans eğitimleri, Sağlık
Bakanlığı uzmanlık öğrencilerinin eğitimi de dâhil olmak üzere tüm eğitim ve
öğretim faaliyetlerinin tıp fakültesi dekanının yetki ve sorumluluğunda
yürütülmesinin bilimsel özerkliğe aykırı olduğu iddia edilmiştir. Oysa kural
ile Sağlık Bakanlığına eğitim ve öğretim konusunda yetki verilmemiştir.
Birlikte kullanımdaki sağlık tesislerinde, Sağlık Bakanlığı uzmanlık
öğrencileri de dâhil olmak üzere tıpta uzmanlık ve lisans eğitimleri, tıp
fakültesi dekanının yetki ve sorumluluğunda gerçekleştirilecektir. Yapılacak
işbirliği ve ortak kullanımda görev yapacak olan personel, kadrolarının
bulunduğu kurumun özlük ve disipline ilişkin hükümlerine tabidir. Bu kapsamda
Sağlık Bakanlığının, ortak tesislerde görev yapan akademisyenlerin bilimsel
özgürlüğüne müdahale edebileceği söylenemez.
Öte yandan dava konusu kuralın altıncı fıkrasıyla üniversite
tarafından, birlikte kullanılan kurum ve kuruluşlarda görevli personelin
profesör ve doçent kadrolarına atanabilmesi için Sağlık Bakanlığı veya bağlı
kuruluşlarına ait kadroların kullanılabileceği düzenlenmiştir. Bu düzenleme
üniversitelerin kadro alımı konusunda sorun yaşamaları ihtimaline dayanılarak
konulmuş olup bu şekilde kadro tahsisinde yaşanabilecek güçlüklere karşı tedbir
alınmış olmaktadır. Kanun koyucunun amacının kamu yararını sağlamaya dönük
olduğu anlaşılmaktadır. Somut düzenlemenin belirtilen amacı etkin bir
şekilde gerçekleştirmeye elverişli olup olmadığı yönündeki bir değerlendirme
anayasallık denetiminin kapsamı dışındadır.
Birlikte kullanılan sağlık tesisinde görevlendirilen üniversite
mensubu profesör ve doçentlerin üniversite tarafından Sağlık Bakanlığı veya
bağlı kuruluşlarına ait kadroları geçici bir süre ile kullanmaları, bu akademik
personelin Sağlık Bakanlığının emrine girdiği şeklindeyorumlanamaz. Sağlık
Bakanlığı kadrolarını kullanan üniversite mensubu profesör ve doçentlerin
bilimsel faaliyetler ve özlük hakları bakımından üniversite mevzuatına bağlı
olacağında kuşku yoktur. Dolayısıyla kuralla üniversite özerkliğininveya
akademik özgürlüğün sınırlandırıldığı söylenemez.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 2., 7., 56.,
124., 130. ve 131. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Zehra Ayla PERKTAŞ ile M. Emin KUZ,
kuralın altıncı fıkrası yönünden bu görüşe katılmamışlardır.
D- Kanun'un 12. Maddesiyle 5258 Sayılı Kanun'un 3. Maddesinin
Beşinci Fıkrasının Sonuna Eklenen Cümlenin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, aile hekimleri ve aile sağlığı elemanlarının
nöbet uygulaması getirilmiş ise de asıl görevlerine ek olarak fazla çalışma
şeklinde tutturulacak nöbete üst sınır getirilmediği, yapılacak fazla
çalışmanın karşılığında izin verilmesi yerine nöbet ücreti ödenmesinin
kararlaştırıldığı, aile hekimleri ve aile sağlığı elemanlarının günlük
mesailerine ek olarak süresi idare tarafından belirlenecek sayıda nöbet
tutturulacağı ancak ertesi gün günlük mesailerine ara vermeden dinlenmeden
çalışmaya devam edecekleri, çalışma sürelerinin üst sınırı olmaksızın
çalıştırılmanın olanaklı hâle getirildiği, dinlenme haklarının ihlal edildiği,
bu durumun Anayasa'nın yanında Türkiye'nin de onayladığı Avrupa Sosyal Şartını
da ihlal ettiği, "dinlenme hakkının" ölçüsüz
sınırlandırıldığı, uzun süreli çalışmaya zorlama ile hem sağlık personeli hem
de onlardan sağlık hizmeti alanların yaşam hakları ile maddi ve manevi
varlığını koruma ve geliştirme haklarının ihlal edildiği, aile hekimliği
hizmetinin sunanların Anayasa'nın 128. maddesi anlamında kamu görevlisi
olmaları nedeniyle kanunla düzenleme zorunluluğu bulunduğu hâlde normal mesai
süreleri, mesai başlangıç ve bitim süreleri ile fazla çalıştırmaya ilişkin
uygulamayı belirleme yetkisinin idareye bırakıldığı, belirtilerek kuralın,
Anayasa'nın 2., 7., 17., 50., 56. ve 128. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
Dava konusu kuralla entegre sağlık hizmeti sunulan merkezlerde
artırımlı ücretten yararlananlar hariç olmak üzere, aile hekimlerine ve aile
sağlığı elemanlarına ihtiyaç ve zaruret hâlinde, haftalık çalışma süresi ve
mesai saatleri dışında 657 sayılı Kanun'un ek 33.maddesinde belirtilen yataklı
tedavi kurumları, seyyar hastaneler, ağız ve diş sağlığı merkezleri ve 112 acil
sağlık hizmetlerinde aynı madde uyarınca ödenecek ücret karşılığında nöbet
görevi verilebilecektir.
5258 sayılı Kanun'un 2. maddesinde, aile hekimi, kişiye yönelik
koruyucu sağlık hizmetleri ile birinci basamak teşhis, tedavi ve rehabilite
edici sağlık hizmetlerini yaş, cinsiyet ve hastalık ayrımı yapmaksızın her
kişiye kapsamlı ve devamlı olarak belli bir mekânda vermekle yükümlü, gerektiği
ölçüde gezici sağlık hizmeti veren ve tam gün esasına göre çalışan aile
hekimliği uzmanı veya Sağlık Bakanlığının öngördüğü eğitimleri alan uzman tabip
veya tabip; aile sağlığı elemanı ise aile hekimi ile birlikte hizmet veren,
sözleşmeli olarak çalıştırılan veya Türkiye Halk Sağlığı Kurumu veya eğitim
kurumunca görevlendirilen hemşire, ebe, sağlık memuru (toplum sağlığı) ve acil
tıp teknisyeni olarak tanımlanmaktadır.
Aile hekimlerinin belli başlı görevleri; koruyucu hekimlik uygulamaları,
birinci basamak tedavi ve laboratuar hizmetleri, rehabilitasyon hizmetleri,
tıbbi danışmanlık, ana-çocuk sağlığı ve aile planlaması hizmetleri, periyodik
sağlık muayeneleri ve izlemler, taramalar, evde bakım hizmetleri, mobil sağlık
hizmetleri, raporlar, bölgesel sağlık sorunlarının çözümü ve planlaması için
toplum sağlığı merkezi ile işbirliği yapmak, idari sorumluluk, adli tıbbi
görevler, kayıt yapmak olarak sayılabilir. Aile sağlığı elemanlarının görevleri
ise aile hekimi ile birlikte ekip anlayışı içinde kişiye yönelik koruyucu,
tedavi ve rehabilite edici sağlık hizmetlerini sunmak ve görevinin gerektirdiği
hizmetler ile ilgili sağlık kayıt ve istatistiklerini tutmaktır.
5258 sayılı Kanun'un 3. maddesinin birinci fıkrası uyarınca Sağlık
Bakanlığı; Bakanlık ya da diğer kamu kurum veya kuruluşları personeli olan
uzman tabip, tabip ve aile sağlığı elemanı olarak çalıştırılacak sağlık
personelini, kendilerinin talebi ve kurumlarının veya Bakanlığın muvafakatı
üzerine, 657 sayılı Kanun ile diğer kanunların sözleşmeli personel
çalıştırılması hakkındaki hükümlerine bağlı olmaksızın, sözleşmeli olarak
çalıştırmaya veya bu nitelikteki Bakanlık personelini aile hekimliği
uygulamaları için görevlendirmeye ya da aile hekimliği uzmanlık eğitimi veren
kurumlarla sözleşme yapmaya yetkilidir. Personel temin edilememesi dışında aile
sağlığı elemanı olmak isteğe bağlıdır. Çalışmak isteyenlerle sözleşme
yapılmaktadır.
Aile hekimleri ve aile sağlığı elemanları tam gün esasına göre,
acil hâller hariç, haftada kırk saatten az olmamak kaydıyla çalışmaktadırlar.
Mesai saatleri ve günleri, çalışma yerinin şartları da dikkate alınmak
suretiyle çalıştığı bölgedeki kişilerin ihtiyaçlarına uygun olarak
belirlenebilmektedir. Aile hekimleri ve aile sağlığı elemanlarınca sunulacak
olan aile hekimliği hizmetleri, Devletin genel idare esaslarına göre yürütmekle
yükümlü olduğu kamu hizmetinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerdendir. Bu
şekilde çalışanlar Anayasa'nın 128. maddesinde yer alan "diğer kamu
görevlisi" kapsamındadır.
Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen hukuk devleti eylem ve
işlemleri hukuka uygun, insan haklarına saygılı, bu hak ve özgürlükleri koruyup
güçlendiren, her alanda adaletli bir hukuk düzeni kurup bunu geliştirerek
sürdüren, Anayasa'ya aykırı durum ve tutumlardan kaçınan, Anayasa ve hukukun
üstün kurallarıyla kendini bağlı sayan, yargı denetimine açık olan devlettir.
Hukuki güvenlik ile belirlilik ilkeleri, hukuk devletinin önkoşullarındandır.
Kişilerin hukuki güvenliğini sağlamayı amaçlayan hukuki güvenlik ilkesi, hukuk
normlarının öngörülebilir olmasını, bireylerin tüm eylem ve işlemlerinde
devlete güven duyabilmesini, devletin de yasal düzenlemelerinde bu güven
duygusunu zedeleyici yöntemlerden kaçınmasını gerekli kılar. Belirlilik ilkesi
ise yasal düzenlemelerin hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir
duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır ve
uygulanabilir olmasını, ayrıca kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı
koruyucu önlem içermesini ifade etmektedir.
Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen sosyal hukuk devleti ise
insan hak ve hürriyetlerine saygı gösteren, kişilerin huzur, refah ve mutluluk
içinde yaşamalarını güvence altına alan, kişi ile toplum arasında denge kuran,
güçsüzleri güçlüler karşısında koruyarak sosyal adaleti gerçekleştiren, bu
bağlamda sağlık hizmetlerinden bireylerin yeteri kadar yararlanmasını sağlayan
devlettir. Sosyal hukuk devleti ilkesini sağlık hizmetleri alanında
somutlaştıran ve Anayasa'nın "Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler"
bölümünde yer alan 56. maddesinde, herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede
yaşama hakkına sahip olduğu, Devletin herkesin hayatını, beden ve ruh sağlığı
içinde sürdürmesini sağlayacağı, insan ve madde gücünde tasarruf ve verimi
artırarak, işbirliğini gerçekleştirmek amacıyla sağlık kuruluşlarını tek elden
planlayıp hizmet vermesini düzenleyeceği ve Devletin bu görevini kamu ve özel
kesimlerdeki sağlık ve sosyal kurumlarından yararlanarak, onları denetleyerek
yerine getireceği belirtilmiştir. Kişilerin hayatlarını mutlu, huzurlu, beden
ve ruh sağlığına sahip olarak sürdürebilmeleri, ihtiyaç duydukları anda sağlık
hizmetlerine ulaşıp ihtiyaç duydukları oranda bu hizmetlerden
yararlanabilmeleri ile sağlanılabilecektir.
Devlet, Anayasa'nın 17. maddesinde kişilere tanınmış olan yaşam
hakkını güvence altına almakla yükümlüdür. Aynı maddede "Herkes,
yaşama, maddî ve manevî varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir."
denilmektedir. Kişinin yaşam hakkı ile maddi ve manevi varlığını koruma hakkı,
birbirleriyle sıkı bağlantıları olan, devredilmez ve vazgeçilmez
haklarındandır. Tüm bu haklara karşı olan her türlü engelin ortadan
kaldırılması da Devlete ödev olarak verilmiştir. Belirtilen kurallar bir bütün
olarak değerlendirildiğinde insanın sağlıklı yaşam hakkının olmasının, sağlık
hizmetlerinden yeterince yararlanmasına bağlı olduğu görülmektedir.
Anayasa, sosyal hukuk devleti olmanın gereği olarak Devlete sağlık
hizmetlerinin sunumunda pozitif yükümlülük vermiş, Devleti bu haklardan
yararlanmayı artıracak önlemleri almakla mükellef kılmıştır. Bu nedenle
Anayasa'nın 56. maddesinde öngörülen sağlık hakkından yararlanma konusunda en
geniş ölçekli uygulamaların gerçekleştirilmesi gerekir. Sağlık hizmeti
sunumunun diğer hizmetlerden farklı olduğu açıktır. İnsanın en temel hakkı olan
sağlıklı yaşam hakkı ile bu yaşamın sürdürülmesindeki yeri tartışmasız olan
hekimin ve ona yardımcı olan sağlık personelinin statüsünün de bu çerçevede
değerlendirilerek diğer kamu görevlileri ile belirtilen yönden farklılıklarının
gözetilmesi gerekir. Bu farklılıkların bir sonucu da hizmetin sunumu
yöntemlerindedir. Nitekim sağlık hizmetleri doğrudan yaşam hakkı ile ilgili
olması nedeniyle diğer kamu hizmetlerinden farklıdır. Sağlık hizmetinin temel
hedefi olan insan sağlığı ve yaşamı, mahiyeti itibarıyla ertelenemez ve ikame
edilemez bir özelliğe sahiptir. Bu durum Devletin sağlık alanında farklı
uygulamalar yapma zorunluluğunu doğurmaktadır.
Devletin gerçekleştirebileceği tedbirlerin başında sağlık
sektöründe kullanılan kaynakların ekonomik ve dengeli dağılımı gelmektedir. Ne
yazık ki ülkemizde doktor ve yetişmiş sağlık elemanı sayısı sınırlıdır. Sınırlı
sayıda personel sağlık hizmetinin sunumunda o kadar dengeli dağıtılmalıdır ki
her bireyin faydalanabileceği azami düzeyde hizmetlerden yararlanabilmelidir.
Aksi durumda dağılım adaletsiz olacak, personelin bir bölümü çok çalışırken
diğer daha az çalışacak aynı zamanda vatandaşların bir bölümü hizmetlerden
yeterli oranda faydalanamayacaktır. Hekim ve yetişmiş personel sayısının azlığı
kanun koyucuyu nöbet uygulaması gibi çeşitli tedbirler almaya zorlamaktadır.
Sağlık hizmetlerinin dengeli bir şekilde dağıtımı için nöbet uygulaması
getirilmiştir. Kuralın gerekçesinde de sağlık hizmetinin aksamadan
yürütülebilmesi ve yetersiz olan hekim kaynağının en verimli bir şekilde
kullanılabilmesi için nöbet uygulamasının getirildiği açıkça belirtilmektedir.
Dava konusu kuralın belirtilen açığı kapatmak üzere düzenlenmesi
nedeniyle kamu yararını amaçladığından kuşku yoktur. Bu amaçla çeşitli
ölçütlerle sınırlanan nöbet uygulaması getirilmiştir. Devletin pozitif
yükümlülüğü gereği almak zorunda olduğu tedbirlerden biridir. Aksi durumda
özellikle acil tıp hizmetleri sunulamayacak dolayısıyla yükümlülükler yerine
getirilememiş olacaktır. Sağlık sektörünün ivedi ve telafisi olanaksız
hizmetleri karşıladığından aksaması ile yaşam hakkı, maddi ve manevi varlığı
geliştirme hakkı ihlal edilmiş olacaktır. Kişilerin maddi ve manevi
varlıklarını geliştirebilmelerinin, sağlıklı ve huzurlu yaşam sürebilmelerinin
başlıca şartı, ihtiyaç duydukları anda sağlık hizmetlerine ulaşıp bu
hizmetlerden yeterli ölçüde yararlanabilmeleridir. Devlet için bir görev,
kişiler için bir hak olan bu amacın gerçekleştirilmesi için gerekli tedbirlerin
alınmasının ya da bu haktan yararlanmayı kolaylaştırıcı düzenlemeler
yapılmasının Anayasa'nın 2., 17. ve 56. maddelerini ihlal etmeyeceği açıktır.
Öte yandan Anayasa'nın "Çalışma şartları ve dinlenme hakkı"
başlıklı 50. maddesinin birinci ve üçüncü fıkralarında, kimsenin, yaşına,
cinsiyetine ve gücüne uymayan işlerde çalıştırılamayacağı ve dinlenmenin
çalışanların hakkı olduğu belirtilmiştir. Devletin, bazı zorunlu hâllerde
sağlık hizmetlerinin aksamadan yürütülmesi için kamu çalışanlarının başka bir
kurumda geçici olarak görevlendirilmesi, nöbet tutturulması bunun için ayrıca
ücret ödediği düşünüldüğünde zorla çalıştırma olarak değerlendirilemez. Kural,
çalışma ve dinlenme hakkına engel olmadığından Anayasa'nın 50. maddesini de
ihlal etmemektedir.
Anayasa'nın 7. maddesinde, yasama yetkisinin Türkiye Büyük Millet
Meclisine ait olduğu ve bu yetkinin devredilemeyeceği
öngörülmüştür. Anayasa'da kanun ile düzenlenmesi öngörülen konularda
yürütme organına genel ve sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisinin verilmesi
olanaklı değildir. Belirlilik ilkesi, yalnızca yasal belirliliği değil,
daha geniş anlamda hukuki belirliliği de ifade etmektedir. Yasal düzenlemeye
dayanarak erişilebilir, bilinebilir ve öngörülebilir gibi niteliksel
gereklilikleri karşılaması koşuluyla, mahkeme içtihatları ve yürütmenin
düzenleyici işlemleri ile de hukuki belirlilik sağlanabilir. Aslolan muhtemel
muhataplarının mevcut şartlar altında belirli bir işlemin ne tür sonuçlar
doğurabileceğini öngörmelerini mümkün kılacak bir normun
varlığıdır. Anayasa'nın 128. maddesinde ise Devletin, kamu iktisadi
teşebbüsleri ve diğer kamu tüzelkişilerinin genel idare esaslarına göre
yürütmekle yükümlü oldukları kamu hizmetlerinin gerektirdiği asli ve sürekli
görevlerinin memurlar ve diğer kamu görevlileri eliyle yürütüleceği, bu kapsama
giren personelin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve
yükümlülüklerinin de kanunla düzenleneceği öngörülmüştür. Kanunla düzenleme
ilkesi, düzenlenen alanda temel ilkelerin kanunla konulmasını ve çerçevenin
kanunla çizilmesini ifade etmektedir. Kanun koyucunun temel kuralları
saptadıktan sonra, uzmanlık ve idare tekniğine ilişkin ayrıntıları yürütmeye
bırakması, kanunla düzenleme ilkesine aykırılık oluşturmaz ve yasama yetkisinin
devri olarak yorumlanamaz.
Aile hekimleri ve aile sağlığı elemanları iradeleri ile kabul
ettikleri sözleşmeyle çalışmakta, sözleşmeli olarak çalışmanın sağlayacağı
olanakları tercih etmektedirler. Sözleşmelerinin sona ermesi durumunda
yenilemek de kendilerine bağlıdır. Yapılan sözleşmelerde nöbet tutturulacağı da
açıkça belirtilmektedir. Üstelik tutulacak nöbet karşılıksız olmayacak nöbet
karşılığı olarak ücret alacaklardır. Bunun yanında getirilen bu uygulamaya
çeşitli ölçütler konulmuş, sınırları belirlenmiştir. Kural ile nöbet
uygulamasına üç ayrı ölçüt getirilmiştir. İlk ölçüt, kimin nöbet tutamayacağına
ilişkindir. Entegre sağlık hizmeti sunulan merkezlerde artırımlı ücretten
yararlananlar nöbet tutmayacaklardır. İkinci ölçüt, nöbetin ancak ihtiyaç ve
zaruret hâlinde tutulmasıdır. Kuralla getirilen üçüncü ölçüt ise nöbet görevinin
gerçekleştirileceği yerlere yöneliktir. Buna göre 657 sayılı Kanun'un 33. ek
maddesinde sayılan yerlerin dışında nöbet tutulamayacaktır. Bu ölçütler ile
nöbet uygulamasının genel çerçevesi belirlenmiştir. Aile hekimi ve aile sağlığı
elemanlarına nöbet tutturulması için yukarıda belirtilen şartların hepsinin bir
arada bulunması gerekir. Bunun yanında 657 sayılı Kanun'un ek 33. maddesi nöbet
uygulamasında ödenecek ücreti sınırlayarak dolaylı yoldan nöbet sürelerine
ilişkin sınırlama getirmiştir. Anılan Kanun'da belirtilen saatlerden fazla
nöbet tutulduğunda ise fazla tutulan her sekiz saate bir gün izin
verilmektedir. Bu anlamda kural, hem kişiler hem de idare yönünden herhangi bir
duraksamaya ve kuşkuya yer vermeyecek şekilde açık, net, anlaşılır,
uygulanabilir ve kamu otoritelerinin keyfi uygulamalarına karşı koruyucu önlem içerir
niteliktedir. Dolayısıyla kanun koyucu, temel esasları, ilkeleri belirledikten
ve sınırları çizdikten sonra bazı teknik konuların düzenlenmesini dava konusu
kuralla yönetmeliğe bırakmıştır. Bu nedenle de kuralda "belirlilik"
ve "yasama yetkisinin devredilmezliği" ilkelerine ve
Anayasa'nın 128. maddesine aykırı bir yön bulunmamaktadır.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 2., 7., 17.,
50., 56. ve 128. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
E- Kanun'un 12. Maddesiyle 5258 Sayılı Kanun'un 3. Maddesinin
Sonuna Eklenen Fıkraların İncelenmesi
Dava dilekçesinde, üniversitelerin bünyesinde yer alan araştırma
ve uygulama merkezlerinin de yükseköğretim kurumları olarak sayıldığı,
üniversitelerin tıp fakültelerine ait hastanelerin bir uygulama ve araştırma
merkezi olarak sağlık hizmeti üreten kurumlar olduğu, Sağlık Bakanlığına bağlı
aile sağlığı merkezlerinin, sağlık hizmeti sunma işlevi ile tıp fakültelerinin
hizmet işlevinin birbirinden farklı niteliğe sahip bulunduğu, tıp fakültesinin
sadece hizmet sunumuna odaklı olamayacağı,eğitim ve araştırma öncelikli bir
işleve sahip olması gerektiği hâlde kuralın Sağlık Bakanlığı tarafından
planlanıp sürdürülen aile hekimliği hizmetlerinin aile hekimliği uzmanlık
eğitimi gören asistanlara gördürülmesine yönelik olduğu, bir eğitim kurumunun
uygulamalı eğitim adı altında birinci basamak sağlık hizmetleri vermeyi
üstlenmiş sağlık sunucusuna dönüştürülmesinin yükseköğretimin amacı,
yükseköğretim kurumlarının işlevi ve üniversitelerin bilimsel özerkliğiyle ve
hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmadığı, uzmanlık alanları arasında eğitim
yönünden farklı düzenleme yapılmasının eşitlik ilkesini ihlal ettiği
belirtilerek kuralların, Anayasa'nın 2., 10. ve 130. maddelerine aykırı olduğu
ileri sürülmüştür.
Dava konusu kurallar ile tıpta uzmanlık eğitimi veren kurumlara
aile sağlığı merkezi açma ve aile sağlığı hizmetlerini sunma yetkisi
verilmektedir. Kurallar ile Türkiye Halk Sağlığı Kurumuna bağlı olan aile
sağlığı merkezleri ile aynı nitelikte hizmet verecek, aile hekimliği uygulaması
ile aynı sayıda nüfusa hizmet verilmek ve kişi başına Sağlık Bakanlığı
tarafından ücret ödenmek üzere aile sağlığı merkezi kurulması öngörülmüştür.
Sağlık Bakanlığı tarafından araştırma görevlisi/asistan başına 4000 kişiyi aşmamak
üzere kayıtlı her kişi için aylık 5 TL'den fazla olmamak üzere belirlenecek
tutar döner sermaye hesabına aktarılacaktır. Bu tutar Sağlık Bakanlığının
talebi, Maliye Bakanlığının teklifi üzerine Bakanlar Kurulu tarafından üç
katına kadar artırılabilecektir. Ayrıca bu tutar, 657 sayılı Kanun'un 4.
maddesinin (B) bendine göre belirlenen en yüksek sözleşme ücretinin artışı
oranında artırılabilecektir. Yatırılacak tutardan Sağlık Bakanlığı
standartlarına göre koruyucu hekimlik hizmetlerinin eksik uygulanması hâlinde
ödeme tutarının % 20'sine kadar indirim yapılabilecektir.
Oluşturulacak kurumların tüm giderlerinin Sağlık Bakanlığı
tarafından sekizinci fıkra uyarınca ödeneceği öngörülmektedir. Ödemelere
ilişkin yönetmelik Maliye Bakanlığının uygun görüşü alındıktan sonra Sağlık
Bakanlığı tarafından çıkarılacaktır. İlgililere yapılacak toplam ödeme her
halükarda beşinci fıkradaki sınırlamayı geçemeyecektir. Bu sınırlama 657 sayılı
Kanun'un 4. maddesinin (B) bendine göre belirlenen en yüksek brüt sözleşme ücretinin
aile hekimi için (6) kat, aile sağlığı elemanı için (1,5) katını
geçemeyecektir. Belirtilen merkezlerde çalışan aile sağlığı elemanlarına 209
sayılı Kanun'un 5. ve 2547 sayılı Kanun'un 58. maddesi çerçevesinde
belirlenecek azami ek ödeme tutarını geçmemek üzere yukarıda belirtilen
kriterlere göre ücret ödenecektir. Ödenecek net tutar 375 sayılı KHK'nin ek 9.
maddesi uyarınca kadro ve görev unvanı veya pozisyon unvanı itibarıyla
belirlenmiş ek ödemenin net tutarından az olamayacaktır. Bu ödemeden yararlanan
personele ayrıca 375 sayılı KHK'nin ek 9., 209 sayılı Kanun'un 5. ve ek 3.
maddeleri ile 2547 sayılı Kanun'un 58. maddesinin (e) fıkrasının ikinci
paragrafı hariç olmak üzere 58. madde uyarınca hiçbir şekilde ek ödeme
yapılamayacaktır.
Anayasanın 130. maddesinde, çağdaş eğitim-öğretim esaslarına
dayanan bir düzen içinde milletin ve ülkenin ihtiyaçlarına uygun insan gücü
yetiştirmek amacı ile kurulan ve anayasal kuruluş olarak kabul edilen
üniversitelerin kamu tüzel kişiliğine ve bilimsel özerkliğe sahip olduğu,
öğretim üyeleri ve yardımcılarının serbestçe her türlü bilimsel araştırma ve
yayında bulunabilecekleri belirtilmiş, öğretim üyelerinin her türlü dış etkiden
uzak, bilimin gerektirdiği yansız ve baskısız bir ortamda çalışabilmelerinin
gerektiği biçiminde düzenlenmiştir. Madde gerekçesinde de, kanuna bırakılan
konuların "bilimsel özerklik" ilkesi göz önünde bulundurularak
düzenlenmesi gerektiği vurgulanmıştır.
Öğretim elemanlarının öncelikli ve asli görevi, yükseköğretim
kurumlarında, kanunlarda belirtilen amaç ve ilkelere uygun biçimde önlisans,
lisans ve lisansüstü düzeylerde eğitim-öğretim ve uygulamalı çalışmalar yapmak,
proje hazırlıklarını ve seminerleri yönetmek, bilimsel araştırmalar ve yayımlar
yapmak, öğrenci yetiştirmek, öğrencilere rehberlik etmektir. Öğretim
elemanlarının kamu görevlisi olmaları nedeniyle yukarıda belirtilen bu
görevlerini aksatmadan yerine getirmeleri esastır. Tıp alanında öğretim
görevlilerinin eğitim ve öğretim hizmetlerinin yanında uygulamalı sağlık
hizmeti sunmak görevleri de bulunmaktadır.
Üniversiteler, bilimsel çalışmaların yapıldığı ve bilimin
öğretildiği kurum olarak nitelendirildiğinden bilimsel ve idari özerkliğe sahip
olmalıdırlar. Bilimsel ve idari özerklik, idari olarak bazı düzenlemelerin
yapılmasına, uzman ve asistanlara farklı eğitimler yaptırılmasına engel
değildir. Önemli olan bu eğitimlerin bilimsel ve bağımsız nitelikte olmasıdır.
Kanun koyucu, yükseköğretimin Anayasa'da belirtilen ilkeler doğrultusunda
geliştirilmesi, yeni eğitim ortamlarının yaratılması, pratik uygulama
merkezlerinin açılması, dolayısıyla sağlık sorunlarının daha hızlı tespiti ve
çözümü için yeni eğitim ve çalışma alanları belirleyebilir.
Dava konusu kurallar, aile hekimliği araştırma görevlisi ve
asistanlarının oluşturulacak aile sağlığı merkezlerinde çalışmalarını, bu
şekilde pratik ihtiyaçlarını gidermeyi, mezun olduktan sonra karşılaşacakları
sorunlar hakkında tecrübe edinmeleri, eğitim ve uygulamayı bir arada sunmayı
sağlamak üzere düzenlenmiştir. Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen "Hukuk
devleti" ilkesi gereğince, yasama işlemlerinin kişisel yararları değil
kamu yararını gerçekleştirmek amacıyla yapılması zorunludur. Dava konusu
kuralların kamu yararı amacıyla çıkarıldığı anlaşılmaktadır. Düzenleme sonucu
kamu yararının ne kadar gerçekleşip gerçekleşmeyeceği ise anayasal denetimin
dışındadır.
Kurulacak olan aile sağlığı merkezlerinin yönetimi, eğitimlerinin
içeriği, sağlık hizmetinin sunumu ve şekli tıp fakülteleri tarafından
belirlenecektir. Sağlık Bakanlığı sadece uygulamanın giderlerini ve çalışanlara
ödenecek ücretleri karşılayacaktır. Dolayısıyla, dava konusu kurallar,
üniversitenin veya öğretim üyelerinin bilimsel ve idari bağımsızlığına etki
edebilecek düzenleme niteliğinde değildir.
Diğer taraftan Anayasa'nın 10. maddesinde, herkesin, dil, ırk,
renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri
sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşit olduğu belirtilmiştir.
Uzmanlık eğitimi alanların hukuki statüleri kuşkusuz aynıdır ancak bu, gerek
teorik eğitimlerinin ve gerekse uygulama eğitimlerinin aynı olması anlamına
gelmez. Dava konusu kurallarla aile hekimliği uzmanlığı eğitim alanların
uygulamalı eğitimi daha fazla almaları, sağlık hizmeti sunumunu bizzat
gerçekleştirmeleri diğer dallarda uzmanlık eğitimi yapanlar ile aralarında
eşitsizlik yaratmayacaktır. Çünkü diğer dallarda eğitim alanların hukuki
statüleri aynı ise de durumları, aldıkları eğitimlerinin içerikleri farklıdır.
Uzmanlık eğitiminin dalına göre farklı eğitimlere ve uygulamalara tabi olmak
eğitimin doğası gereğidir. Her uzmanlık dalının aynı şekilde eğitilmeleri
beklenemez. Aynı eğitimin verilmesi durumunda uzmanlaşma mümkün olmayacaktır.
Buna göre, dava konusu kuralların uzmanlık dalları arasında eşitsizliğe neden
olduğu söylenemez.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kurallar Anayasa'nın 2., 10. ve
130. maddelerine aykırı değildir. İptal istemlerinin reddi gerekir.
F- Kanun'un 13. Maddesiyle 5258 Sayılı Kanun'un 5. Maddesinin
İkinci Fıkrasının Birinci Cümlesine "kaydı ile" İbaresinden
Sonra Gelmek Üzere Eklenen "Bakanlıkça belirlenen kıstaslar
çerçevesinde" İbaresinin İncelenmesi
Dava dilekçesinde, aile hekimleri ve aile sağlığı elemanlarının
çalışma saatlerinin değiştirilmek suretiyle uzun süre çalıştırılmalarının
yolunun açıldığı, dinlenme haklarının ihlal edilerek sınırlandırıldığı, bu
durumun Anayasa'nın yanında Türkiye'nin de onayladığı Avrupa Sosyal Şartını da
aykırı olduğu, uzun süreli çalışmaya zorlama ile hem sağlık personeli hem de
onlardan sağlık hizmeti alanların yaşam hakları ile maddi ve manevi varlığını
koruma ve geliştirme haklarının ihlal edildiği, aile hekimliği hizmeti
sunanların Anayasa'nın 128. maddesi anlamında kamu görevlisi oldukları hâlde
kanunla düzenlenmesi gereken, normal mesai süreleri, mesai başlangıç ve bitim süreleri
ile fazla çalıştırmaya ilişkin uygulamaları belirleme yetkisinin idareye
bırakıldığı, bu durumun kanunla düzenleme zorunluluğuna ve yasama yetkisinin
devredilmezliğine ilişkin Anayasa normlarını da ihlal ettiği belirtilerek
kuralın, Anayasa'nın 2., 7., 17., 50., 56. ve 128. maddelerine aykırı olduğu
ileri sürülmüştür.
5258 sayılı Kanun'un dava konusu ibareyi de içeren 5. maddesi,
aile hekimliği hizmetinin esaslarını, niteliklerini, uygulanması usulünü,
çalışma saat ve koşullarını, alınacak katkı payını, aile hekimlerinin
görevlerini, şahsi kayıtlarını ve düzenleyecekleri evrakların hukuki niteliğini
düzenlemektedir. Dava konusu ibarenin de yer aldığı ikinci fıkra, aile
hekimliği hizmetlerinin ücretini, yerine getirileceği çalışma saatlerini,
çalışma saatlerinin nasıl belirleneceğini, hasta sevklerini ve buna bağlı
olarak alınacak katkı payını düzenlemektedir. Dava konusu ibare uyarınca aile
hekimliği hizmetleri yerine getirilme saatlerine ilişkin kıstaslar Sağlık
Bakanlığı tarafından belirlenecek, belirlenecek kıstasa göre aile hekiminin
talebi ile oluşturulan çalışma saatleri ilgili sağlık idaresince onaylandıktan
sonra uygulanacaktır.
Aile hekimleri ve aile sağlığı elemanları tam gün esasına göre,
Aile Hekimliği Uygulama Yönetmeliği'nin 10. maddesinin üçüncü fıkrasında
sayılan acil hâller hariç, haftada kırk saatten az olmamak kaydıyla
çalışmaktadırlar. Mesai saatleri ve günleri, çalışma yerinin şartları da
dikkate alınmak suretiyle bölgede hizmetten yararlanan kişilerin ihtiyaçlarına
uygun olarak belirlenmektedir. Bu anlamda yapılan işin niteliği gereği aile
hekimliği hizmetlerinin yerine getirilme saatleri, diğer kamu hizmetlerinin
yerine getirilmesi gibi değildir. Çalışma saatleri esnek olup olağan mesai
kurallarına göre yürütülmemektedir.
Aile sağlığı hekimleri ve aile sağlığı elemanları, Anayasa'nın
128. maddesi anlamında diğer kamu görevlisi olup sunacakları aile hekimliği
hizmetleri, Devletin genel idare esaslarına göre yürütmekle yükümlü olduğu kamu
hizmetinin gerektirdiği asli ve sürekli görevlerdendir. İdare ile aralarında
statü ilişkisi bulunmakta olup çalışma süreleri, koşulları vb. konularda Devlet
memurları gibi kamu hukuku kurallarına tabidirler. Kamu hukuku alanında da
Anayasa, kanun, tüzük, yönetmelik gibi düzenleyici tasarruflarla konulmuş
kurallar, kamu hizmetinin gerekleri ya da gereksinmeleri gibi nedenlerle ve
konuldukları yöntemlere uyulmak, Anayasa'ya ve kanunlara uygun düşmek kaydıyla
her zaman değiştirilebilirler veya kaldırılabilirler. Tersine bir kural
getirilmekçe bu değişimden doğan yeni duruma uymak, o statü içindeki her kamu
görevlisi için zorunludur. Bu anlamda Devlet memurlarının çalışma saatleri 657
sayılı Kanun ya da özel kanunlarla veya bu kanunlara dayanan tüzük ya da
yönetmeliklerle belirlenebilmektedir. Dolayısıyla çalışma saatlerini belirleme
konusunda idarenin bir takdir hakkının bulunduğu açıktır.
Aile hekimleri ile idare arasında isteğe bağlı sözleşme yapılsa da
bu idari nitelikte bir sözleşmedir. Bu durum kamu gücü ayrıcalığını kullanma
hakkı sağlamaktadır. İdare ile aralarında idari hizmet sözleşmesi bulunması ve
yaptıkları iş ve görevlerinin nitelikleri, onların Devlet memurları ile aynı
kabul edilmelerini zorunlu kılmaktadır. Bu nedenle idare, tek taraflı
düzenleyici işlemlerle değişiklik yapabilir. Aile hekimliği uygulamasında
çalışanlar "diğer kamu görevlisi" sayıldıklarından tıpkı
memurlar gibi idare çalışma saatlerini kendisi doğrudan düzenleyici işlemlerle
belirleyebilir. Kanun koyucu, Sağlık Bakanlığına çalışma saatini belirleme
yerine, sadece kıstas belirleme yetkisi vermektedir. Bu kıstasın dışında
çalışma saatlerinin belirlenmesinde yine aile hekimin talebi dikkate
alınacaktır. İdare kendisi doğrudan belirleyebilecekken bu yetkisini aile
hekimi ile paylaşmaktadır. Dolayısıyla çalışma saati ve süresinin genel
çerçevesini belirlemeye ilişkin idarenin tek başına ya da kamu görevlisi ile
birlikte yapacağı düzenlemeler hukuk devleti ilkesine de aykırılık oluşturmaz.
Çalışma saatleri ile ilgili düzenleme de Anayasa'nın 56.
maddesinde Devlete verilen görevlerin yerine getirilmesi ve sağlık
hizmetlerinin yürütülmesi bakımından önemlidir. Bu bakımdan idarenin, sağlık
hakkından en geniş ölçekte yararlanma imkânı tanımak üzere sağlık hizmetlerinin
yerine getirilme saatlerine ilişkin kıstasları belirlemesinin Anayasa'nın 56.
maddesine aykırı olduğu da söylenemez.
Öte yandan dava konusu ibare de personelin çalışma koşulları ve
süresinin ağırlaştırıldığına, dinlenme hakkını ihlal edildiğine ya da
sınırlandırıldığına ilişkin her hangi bir hüküm yer almamaktadır. Dolayısıyla
dava konusu kuralda Anayasa'nın 50. maddesinde belirtilen ilkelere aykırılıktan
bahsedilemez.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 2., 7., 50. ve
56. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın Anayasa'nın 17. ve 128. maddeleriyle ilgisi görülmemiştir.
G- Kanun'un 16. Maddesiyle, 663 KHK'nin 33. Maddesinin
Değiştirilen (5) Numaralı Fıkrası ve Eklenen (7) ve (8) Numaralı Fıkralarının
İncelenmesi
Dava dilekçesinde, sözleşmeli personelin atama veya
görevlendirmesine ilişkin kuralların kanun ile düzenlenmesi gerektiği,
memurlarda olduğu gibi diğer kamu görevlilerine de yasal güvence
oluşturulmasının anayasal zorunluluk taşıdığı, görevlendirme işleminin atamadan
farklı olup güvence sağlamayan bir idari işlem niteliğinde bulunduğu, (5)
numaralı fıkranın "yürütmenin kanuniliği" ilkesini ihlal
ettiği, (7) numaralı fıkra ile sözleşmeli olarak istihdam edilen ve süreli
olarak yönetsel makamlarda görevlendirilen kamu görevlisine ayrımsız bütün
personelin disiplin amirliği yetkisi verilmesinin de aynı gerekçelerle
Anayasa'ya aykırı olduğu, (8) numaralı fıkra uyarınca Devlet hizmeti
yükümlülüğünü yapmakta olan personelin, muvafakatı aranmaksızın atanmış olduğu
sağlık kurumunda sözleşmeli personel olarak çalıştırılabilmesi, il merkezindeki
sağlık kurumlarına atanmış olan Devlet hizmeti yükümlülerinin ise birlik
merkezinde de sözleşmeli personel olarak çalıştırılabileceğine ilişkin
düzenlemenin de aynı nedenlerle aykırılık oluşturduğu, yürütme organına genel
ve sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisinin verildiği, kuralların aynı
zamanda hukuk devleti ilkesiyle bağdaşmadığı, düzenlemelerin Anayasa'nın
üstünlüğü ve bağlayıcılığı ilkelerine uymadığı belirtilerek kuralların,
Anayasa'nın 2., 6., 7., 11. ve 128. maddelerine aykırı olduğu ileri
sürülmüştür.
Dava konusu (5) numaralı fıkra, tabip, diş tabibi ve eczacılardan
sözleşmeli personel olarak görev yapanların ihtiyaç hâlinde ve süreli olarak
Bakanlığın ve bağlı kuruluşlarının merkez teşkilatında
görevlendirilebilmelerini hususunu düzenlemektedir. Böylece, dava konusu kural
ile yapılan değişiklik sonucu Bakanlık kadrolarında sadece sözleşmeli tabip,
diş tabibi ve eczacılar görevlendirilebileceklerdir.
Dava konusu (7) numaralı fıkra, sözleşmeli olarak çalışan
personelin disiplin amirlerinin tayini ile çalışma usul ve esaslarının Bakanlık
tarafından belirlenmesini ve sözleşmeli olarak çalışan ancak idari görev
yapanlara, memurların disiplin amirliği yetkisinin verilebilmesini kurala
bağlamaktadır. Kamu Hastaneleri Kurumunda sözleşmeli olarak çalışan personele
tayin edilecek disiplin amirleri Bakanlık tarafından belirlenecektir. Bakanlık
sözleşmeli personelin disiplin amiri olarak bir üst amirini atayabileceği gibi
daha üst makamda bulunan birini de atama imkânına sahiptir.
Dava konusu (8) numaralı fıkranın birinci cümlesi, Devlet hizmeti
yükümlülüğü gereği görev yapan personelin bu nedenle atandığı sağlık kurumunda
sözleşmeli olarak çalıştırılabilmesini öngörmektedir. Anılan (8) numaralı
fıkranın ikinci cümlesi ise Devlet hizmeti yükümlülüğü gereği il merkezine
atanmış personelin birlik merkezinde sözleşmeli olarak çalıştırılabilmesine
olanak sağlamaktadır. Üçüncü cümle ise bu personelin sözleşmeli olarak
çalıştığı sürenin Devlet hizmeti yükümlülüğünden sayılmasını düzenlemektedir.
Kuralda geçen birlik merkezi ibaresi kamu hastaneleri birliklerini ifade
etmektedir.
Anayasa'nın 7. maddesindeki "Yasama yetkisi Türk Milleti
adına Türkiye Büyük Millet Meclisi'nindir. Bu yetki devredilemez."
kuralına göre, kanun koyucunun temel ilkeleri koymadan, çerçeveyi çizmeden
yürütmeye yetki vermemesi, sınırsız, belirsiz bir alanı, yönetimin
düzenlemesine bırakmaması gerekir. Anayasa'nın 128. maddesinin ikinci fıkrasına
göre, memurlar ve diğer kamu görevlileri hakkında kanunla düzenlenmesi gereken
hususlar belirtilmiştir. Genel düzenlemenin kanun ile yapılmasından sonra
konunun teknik ve uzmanlık gerektiren ayrıntılarının yönetmeliğe bırakılması
yasama yetkisinin devri anlamına gelmez.
663 sayılı KHK uyarınca Kamu Hastaneleri Kurumunda sözleşmeli
olarak çalışanlar sağlık hizmeti sunumunda görev yapmaktadırlar. Sözleşmeli
olarak çalışan kamu personeli, Kamu Hastaneleri Kurumunda üst ve orta düzeyde
yönetici olarak görev yapmakta, ildeki hastane ve sağlık hizmeti yönetimini
gerçekleştirmektedirler. İdare ile aralarında kendine has özellikleri olan
ancak statüye dayalı bir sözleşme bulunmaktadır. Sağlık hizmetleri niteliği
itibariyle düzenlilik içinde sunulması gereken, kişilerin ve toplumun varlığı
ve huzuru yönünden vazgeçilemez, ertelenemez ve ikame edilemez hizmetlerdendir.Sözleşmeli
personel tarafından sunulacak sağlık hizmetlerinin Devletin genel idare
esaslarına göre yürütmekle yükümlü olduğu kamu hizmetinin gerektirdiği asli ve
sürekli görevler olduğu ve bu görevleri yerine getiren sözleşmeli personelin
Anayasa'nın 128. maddesinde yer alan "diğer kamu görevlisi"
kapsamında kaldıkları açıktır.
Dava konusu (5) numaralı fıkra uyarınca sözleşmeli personelin,
tabip, diş tabibi veya eczacı olmaları koşuluyla, Bakanlığın veya bağlı
kuruluşlarının merkez teşkilatında daire başkanı veya daha üst yönetici
kadrolarında ihtiyaç olması durumunda süreli olarak görevlendirilebileceği
ifade edilmekle bu görevlendirmenin nedeni, koşulları, süresi ve hangi
kadrolara yapılacağı, bir başka deyişle görevlendirmenin usul ve esasları belirtilmiştir.
Kanun ile geçici süre ile yapılacak görevlendirmenin temel esasları belirlenmiş
ve çerçevesi çizilmiş, teknik konuların düzenlenmesi idareye bırakılmıştır.
Bununla birlikte personel olacak kişi sözleşme yapıp yapmamakta özgür olduğu
gibi ve yapacağı bu sözleşmede görevlendirme konusu da yer almaktadır. Ayrıca
görevlendirme Bakanlığın ve bağlı kuruluşlarının merkez teşkilatında daire
başkanı ve daha üst yönetici kadrolarına dolayısıyla daha üst makamlara
yapılmaktadır. Bu nedenlerle, sözleşmeli personel yönünden hukuki güvence
olmadığından ya da belirsiz bir düzenleme olduğundan söz edilemez.
657 sayılı Kanun'un 134. maddesinin ikinci fıkrasında disiplin
amirlerinin tayin ve tespitinde uygulanacak esaslar ile bunların yetki ve
sorumlulukları gibi hususların Bakanlar Kurulunca çıkarılacak yönetmelikle
düzenleneceği öngörülmektedir. Bu hususlar kurumların kuruluş ve görev
özelliklerine göre hazırlayarak yürürlüğe koyacakları özel yönetmelikler ile de
tespit edilebilmektedir. Bakanlık teşkilatının en üst disiplin amiri olan
bakan, disiplin amirliği yetkisini bakanlığın her kademesindeki memur için
bizzat kullanabileceği gibi ilgili memurun üstü olan bir amirine de
bırakabilir. Devlet memurlarında disiplin amirliği idari tasarruflarla
değiştirilebilmektedir. Disiplin amirliğine ilişkin hususlar yönetmelik ile
düzenlenebilmekte hatta kurumlar kendi iç özel yönetmeliklerini de
çıkarabilmektedir.
Sözleşmeli personelin idari bir görev yaparken alt kademesinde
çalışan personeline disiplin amirliği yapamaması kamu hizmetinin düzen
içerisinde yürütülmesine engel olabileceği açıktır. İdari görevde bulunan
personelin görevin sorumluluklarının yanında yetkilerini de kullanabilmesi
gerekir. Dava konusu (7) numaralı fıkra ile de idari görev yapan sözleşmeli
personele, alt kademede çalışan personelinin disiplin amirliği yetkisi
verilmektedir. Dolayısıyla, bu fıkra ile Bakanlığa sınırsız ve keyfi olarak
kullanılabilecek bir alan bırakılmamaktadır. Zira, 657 sayılı Kanun ile sınırlı
bir uygulama yapılabilecektir. Ayrıca, 663 sayılı KHK'de sözleşmeli personelin
hak ve yükümlülükleri ile yetki ve sorumlulukları belirtilmiştir. Belirtilen bu
alan içerisinde görev yapılacağından dolayı uygulanacak disiplin işlemi de söz
konusu kurallarla sınırlı olacaktır. Bununla birlikte disiplin amirliği
yetkisinin kanunlara uygun kullanılmaması durumunda, daha üst disiplin amirine
başvurulabilecek ya da yargı yolu da kullanılabilecektir.
Diğer taraftan, dava konusu (7) numaralı fıkra uyarınca sözleşmeli
personelin çalışma usul ve esasları da Bakanlık tarafından belirlenecektir. 663
sayılı KHK'nin 29. ve devamı maddelerinde Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu ve bu
Kurumun taşra teşkilatını oluşturan kamu hastaneleri birliklerinin kuruluş ve
görevleri, bu kurum ve birliklerde çalışacakların nitelikleri, görevleri, yetki
ve sorumlulukları, statüleri, mali hak ve yükümlülükleri ayrıntılı olarak
düzenlenmiştir. Belirten KHK ile genel çerçeve belirlendikten sonra sözleşmeli
personelin çalışma usul ve esaslarını belirlemek Bakanlığın takdirine bırakılmaktadır.
Ancak anılan KHK'nin ayrıntılı hükümler içermesi, bu kişilerle isteklerine
bağlı olarak sözleşme yapılması ve çalışmaya ilişkin usul ve esasların da
sözleşme içeriğinde belirlenebilir olması Bakanlığa sınırlı bir takdir alanının
bırakıldığını göstermektedir.
Öte yandan Anayasa'nın 56. maddesi uyarınca Devlet, herkesin
sağlık hizmetlerinden yararlanması için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür.
Bu amaçla 663 sayılı KHK'nin 2. maddesi ile Bakanlığa insan gücünde ve maddi
kaynaklarda tasarruf sağlama, sağlık insan gücünün ülke sathında dengeli
dağılımını sağlama görevleri verilmiştir. Mevcut hekimlerin dengeli dağıtılması
sağlık hizmetinin sunumu ve bu hizmetten yararlananlar açısından büyük önem
göstermektedir. Kanun koyucu, sağlık hizmetinin aksamadan yürütülebilmesi ve
hekim kaynağının en verimli bir şekilde kullanılabilmesi için gerekli
düzenlemeleri yapmak zorundadır. Devlet hizmeti yükümlülüğü, ülke ihtiyaçlarını
karşılamak, kaynakları dengeli kullanmak amacıyla uygulanan tedbirlerden biridir.
Dava konusu (8) numaralı fıkra uyarınca Devlet hizmeti yükümlüsü, atandığı
kurumda sözleşmeli personel olarak çalışma imkânı getirilmesi de başka bir
tedbirdir. Bu şekilde zorunlu hizmet gereği görev yapan ancak ihtiyaç duyulan
sözleşmeli kadroları doldurmayan personelle sözleşme yapılarak aynı yerden
ayrılmaksızın boş kadroların doldurulması sağlanmaktadır. Bununla birlikte
Devlet hizmeti yükümlüsünün sözleşmeli çalışacağı süre zorunlu hizmet
süresinden sayıldığından herhangi bir kaybı da olmayacaktır.
Anayasa'nın 56. maddesi ile Devlete verilen pozitif
yükümlülüklerin yerine getirilmesi aynı zamanda Anayasa'nın 2. maddesinde
öngörülen sosyal hukuk devleti ilkesinin de bir gereğidir. Ayrıca, dava konusu
kural ile getirilen düzenlemenin idareye sınırsız bir yetki ve çerçevesi
belirsiz bir alan bıraktığı şeklinde yorumlanamayacağından yasama yetkisinin
devredilmezliği ilkesine ve Anayasa'nın 128. maddesine aykırılıktan da söz
edilemez.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kurallar Anayasa'nın 2., 7. ve
128. maddelerine aykırı değildir. İptal istemlerinin reddi gerekir.
Kuralların Anayasa'nın 6. ve 11. maddeleriyle ilgisi
görülmemiştir.
Zehra Ayla PERKTAŞ dava konusu fıkraların tamamı yönünden, Osman
Alifeyyaz PAKSÜT ise (5) ve (7) numaralı fıkralar yönünden bu görüşe
katılmamıştır.
H- Kanun'un 23. Maddesiyle 6283 Sayılı Kanun'a Eklenen Geçici 3.
Maddenin İkinci Fıkrasının İncelenmesi
Dava dilekçesi ve ek dava dilekçesinde, 6283 sayılı Kanun'a
eklenen geçici 2. madde ile benzer bir düzenleme yapıldığı ve söz konusu
kuralın iptali için açılan davanın Anayasa Mahkemesince reddedildiği, bu
kurallarla getirilen uygulama sonucu öğrencilerin Milli Eğitim Bakanlığına
bağlı dört yıl süreli meslek okullarının hemşirelik programlarında okuyup 17-18
yaş civarında "Hemşire" olabildiği, eğitim programının
öğrencilerin dinlenmelerine ve kişisel gelişimlerine engel olacak biçimde yüklü
olduğu, geçiş sürecinin dava konusu kural uyarınca tekrar uzatılmasının hukuki
istikrarı ortadan kaldırarak belirsiz bir durum yarattığı ve çalışma
hürriyetine engel teşkil ettiği ayrıca kişilerin yaşam hakkı ile maddi ve
manevi varlıklarını koruma haklarının ihlal edilmesine neden olduğu, eğitim
farkı olmasına rağmen lise mezunları ile lisans mezunlarının arasında aynı
mesleği yapmaları sonucunu doğurarak eşitsizlik yarattığı, öte yandan kuralın
Anayasa ile özde uyum içinde olan Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından
İnsan Hakları ve İnsan Onurunun (Haysiyetinin)Korunması Sözleşmesi'ni ihlal
ettiği belirtilerek kuralın, Anayasa'nın 2., 5., 10., 17., 48. ve
56.maddelerine aykırı olduğu ileri sürülmüştür.
Geçici 3. maddenin birinci fıkrası, ebelik diplomasına sahip
olduğu hâlde fiilen hemşirelik görevi yapanların hemşirelik yetkisiyle
görevlerine devam etmesini düzenlemektedir. Dava konusu ikinci fıkra ile
maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren 5 yıl süre ile sağlık meslek
liselerinin hemşirelik programlarına öğrenci alınmasına devam olunması ve bu
programlardan mezun olanlara hemşire unvanı verilmesi öngörülmüştür. 6283
sayılı Kanun'un 1. maddesi uyarınca hemşire olabilmek için üniversitelerin
hemşirelik ile ilgili lisans eğitimi veren fakülte veya yüksekokullarından
mezun olma şartı bulunmaktadır. Kural ile bu şart üniversitelerin
programlarında ülke ihtiyacını karşılayacak yeterli kontenjanlar
oluşturuluncaya kadar sağlık meslek liselerinin hemşirelik programında
okuyanlar yönünden geçici bir dönem için kaldırılmıştır.
Anayasa'nın 56. maddesinde, Devlete, herkesin hayatını, beden ve
ruh sağlığı içinde sürdürmesini sağlamak ve bu konuda hizmet vermek ödevi
getirilmiştir. 56. maddenin yanında Anayasa'nın 17. maddesi uyarınca da
Devletin kişilere tanınmış olan yaşam hakkını güvence altına alma yükümlülüğü
bulunmaktadır. Anayasa'nın 5. maddesi de insanın maddi ve manevi varlığının
gelişmesi için gerekli şartları hazırlamayı Devletin temel araç ve görevleri
arasında saymıştır. Devlete verilen tüm bu görevler hem pozitif hem de negatif
yükümlülük olarak kabul edilebilecek niteliktedir. Anayasa ile herkese tanınan
yaşama, maddi ve manevi varlığı geliştirme hakkı birbirleriyle sıkı sıkıya
bağlantılı, devredilmez ve vazgeçilmez haklardandır. Belirtilen kurallar bir
bütün olarak değerlendirildiğinde insanın sağlıklı yaşam hakkına sahip olduğu,
bu hakkın sağlanması için de sağlık hizmetlerinden yararlanma hakkının
bulunduğu görülmektedir. Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen sosyal hukuk
devleti, sağlık hizmetlerinden bireylerin yeteri kadar yararlanmasını sağlayan
devlettir. Devlet herkesin sağlık hizmetlerinden yararlanması için gerekli
tedbirleri almalı, kişilerin sağlık hizmetlerinden yararlanmasını sağlamalı
ancak ekonomik ve sosyal alandaki görevlerini yerine getirirken uygulayacağı
sınırlamalarda anılan hakları ortadan kaldıracak düzenlemeler yapmamalıdır.
Anayasa'nın 5., 17. ve 56. maddelerindeki hakların korunması hukuk devleti
ilkesinin de bir gereğidir.
6283 sayılı Kanun'un 4. maddesi ile tabip tarafından acil hâller
dışında yazılı olarak verilen tedavileri uygulamak, her ortamda bireyin,
ailenin ve toplumun hemşirelik girişimleri ile karşılanabilecek sağlıkla ilgili
ihtiyaçlarını belirlemek ve hemşirelik tanılama süreci kapsamında belirlenen
ihtiyaçlar çerçevesinde hemşirelik bakımını planlamak, uygulamak, denetlemek ve
değerlendirmekle görevli ve yetkili sağlık personel olarak tanımlanan hemşirelik,
sağlık hizmetinin sunumunda hekimlikten sonra en önemli işleve sahip unsurdur.
Hekimin en büyük yardımcısı olan hemşireler, hekim tarafından verilen tedaviyi
uygulamak, hasta bakımını planlamak ve uygulamak, tedaviyi denetlemek ve
izlemek gibi nitelikli görevleri yerine getirmektedir.
Devletin, sağlık hizmetinin önemi ve ivediliği nedeniyle çeşitli
tedbirler alması doğal ve zorunludur. Sağlık hizmetinin sunumunu engelleyecek
ya da zorlaştıracak düzeydeki hemşire sayısının eksikliğini gidermek üzere
tedbir alınması Anayasa'nın Devlete verdiği yükümlülükleri yerine getirilmesi
zorunluluğunun bir gereğidir. Bu amaçla sağlık ve yaşam hakkının korunmasını
sağlamak üzere yasalaştırılan kuralın belirtilen anayasal ilkelere aykırı
olduğu söylenemez.
Nitekim, 6283 sayılı Kanun'un geçici 2. maddesinin son fıkrasının
iptali istemiyle açılan davada, Anayasa Mahkemesi 30.12.2010 günlü, E.2007/78,
K.2010/120 sayılı kararında "İptali istenilen kuralda hemşirelik
eğitiminde lisans eğitimine geçiş sürecinde mevcut ve gelişmelere göre artan
hemşire ihtiyacı gözetilerek geçici olarak beş yıl süreyle sağlık meslek
liselerinin hemşirelik ve hemşireliğe eşdeğer sağlık programlarına öğrenci
alınmasına devam olunması, sağlık ve yaşam hakkının korunması ve bu korumada
sürekliliğin sağlanmasında Devlete verilen pozitif yükümlülüğün bir gereğidir."
biçimindeki gerekçesiyle iptal istemini reddetmiştir.
Anayasa Mahkemesinin yukarıda belirtilen iptal isteminin reddine
yönelik kararında ortaya koyduğu gerekçeler somut kural yönünden de geçerliliğini
sürdürmektedir. Anılan Anayasa maddeleri gereğince kanun koyucu, geçiş süresini
aynı gerekçelerle yeniden uzatmaktadır.
Diğer taraftan lisans eğitimi mezunu hemşireler ile meslek lisesi
mezunu hemşirelerin aynı statüde olduklarında kuşku yoktur. Ancak mezun
oldukları eğitimin türüne göre aralarında önemli farklılıklar da bulunmaktadır.
Mesleğe başlangıçları ve yükselmeleri ile maaşları farklıdır. İstisnai durumlar
dışında başhemşire olmak için en az lisans eğitimi alınması zorunludur. Bunun
yanında 6283 sayılı Kanun'un 9. maddesinde hemşirelikle ilgili yönetim
görevlerinde lisans ve lisansüstü eğitime sahip hemşirelerin rüçhan haklarının
olduğu belirtilmektedir. Hukuki statüleri aynı olsa da mesleki durumları
farklıdır. Dolayısıyla, sağlık meslek lisesi mezunlarının hemşire olarak görev
yapabilmelerine olanak sağlayan kuralın, lisans eğitimi mezunu hemşireler
yönünden eşitsizlik yarattığından söz edilemez.
Açıklanan nedenlerle, dava konusu kural Anayasa'nın 2., 5., 10.,
17. ve 56. maddelerine aykırı değildir. İptal isteminin reddi gerekir.
Kuralın Anayasa'nın 48. maddesiyle ilgisi görülmemiştir.
V- YÜRÜRLÜĞÜN DURDURULMASI İSTEMİ
4.7.2012 günlü, 6354 sayılı Sağlık Bakanlığı ve Bağlı
Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un:
A- 1. maddesiyle 24.4.1930 günlü,
1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu'nun 153. maddesine
eklenen "Gebe veya rahmindeki bebek için tıbbi zorunluluk
bulunması hâlinde doğum, sezaryen ameliyatı ile yaptırılabilir." biçimindeki
ikinci fıkraya,
B- 7. maddesiyle 7.5.1987 günlü, 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri
Temel Kanunu'nun ek 1. maddesine eklenen fıkraya,
C-8. maddesiyle değiştirilen 3359 sayılı Kanun'un ek 9. maddesine,
D- 12. maddesiyle 24.11.2004 günlü, 5258 sayılı Aile Hekimliği
Kanunu'nun 3. maddesinin;
1- Beşinci fıkrasının sonuna eklenen cümleye,
2-Sonuna eklenen fıkralara,
E- 13. maddesiyle 5258 sayılı Kanun'un 5. maddesinin ikinci
fıkrasının birinci cümlesine "kaydı ile" ibaresinden
sonra gelmek üzere eklenen "Bakanlıkça belirlenen kıstaslar
çerçevesinde" ibaresine,
F- 16. maddesiyle 11.10.2011 günlü, 663 sayılı Sağlık
Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde
Kararname'nin 33. maddesinin;
1- Değiştirilen (5) numaralı fıkrasına,
2- Eklenen (7) ve (8) numaralı fıkralarına,
G- 23. maddesiyle 25.2.1954 günlü, 6283 sayılı Hemşirelik
Kanunu'na eklenen geçici 3. maddenin ikinci fıkrasına,
yönelik iptal istemleri, 3.10.2013 günlü, E.2012/103, K.2013/105
sayılı kararla reddedildiğinden, bu maddeye, fıkralara, cümleye ve ibareye
ilişkin yürürlüğün durdurulması istemlerinin REDDİNE, 3.10.2013 gününde
OYBİRLİĞİYLE karar verilmiştir.
VI- SONUÇ
4.7.2012 günlü, 6354 sayılı Sağlık Bakanlığı ve Bağlı
Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un:
A- 1. maddesiyle 24.4.1930 günlü, 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha
Kanunu'nun 153. maddesine eklenen "Gebe veya rahmindeki bebek için
tıbbi zorunluluk bulunması hâlinde doğum, sezaryen ameliyatı ile
yaptırılabilir." biçimindeki ikinci fıkranın Anayasa'ya aykırı
olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Zehra Ayla
PERKTAŞ, Engin YILDIRIM ile Zühtü ARSLAN'ın karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
B- 7. maddesiyle 7.5.1987 günlü, 3359 sayılı Sağlık Hizmetleri
Temel Kanunu'nun ek 1. maddesine eklenen fıkranın Anayasa'ya aykırı olmadığına
ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
C-8. maddesiyle değiştirilen 3359 sayılı Kanun'un ek 9.
maddesinin;
1-Altıncı fıkrasının Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal
isteminin REDDİNE, Osman Alifeyyaz PAKSÜT, Zehra Ayla PERKTAŞ ile M. Emin
KUZ'un karşıoyları ve OYÇOKLUĞUYLA,
2- Kalan bölümünün Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal
isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
D- 12. maddesiyle 24.11.2004 günlü, 5258 sayılı Aile Hekimliği
Kanunu'nun 3. maddesinin;
1- Beşinci fıkrasının sonuna eklenen cümlenin,
2-Sonuna eklenen fıkraların,
Anayasa'ya aykırı olmadıklarına ve iptal istemlerinin REDDİNE,
OYBİRLİĞİYLE,
E- 13. maddesiyle 5258 sayılı Kanun'un 5. maddesinin ikinci
fıkrasının birinci cümlesine "kaydı ile" ibaresinden
sonra gelmek üzere eklenen "Bakanlıkça belirlenen kıstaslar
çerçevesinde" ibaresinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve iptal
isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
F- 16. maddesiyle 11.10.2011 günlü, 663 sayılı Sağlık
Bakanlığı ve Bağlı Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde
Kararname'nin 33. maddesinin;
1-a- Değiştirilen (5) numaralı fıkrasının,
b- Eklenen (7) numaralı fıkrasının,
Anayasa'ya aykırı olmadıklarına ve iptal istemlerinin REDDİNE,
Osman Alifeyyaz PAKSÜT ile Zehra Ayla PERKTAŞ'ın karşıoyları ve
OYÇOKLUĞUYLA,
2-Eklenen (8) numaralı fıkrasının Anayasa'ya aykırı olmadığına ve
iptal isteminin REDDİNE, Zehra Ayla PERKTAŞ'ın karşıoyu ve OYÇOKLUĞUYLA,
G- 23. maddesiyle 25.2.1954 günlü, 6283 sayılı Hemşirelik
Kanunu'na eklenen geçici 3. maddenin ikinci fıkrasının Anayasa'ya aykırı
olmadığına ve iptal isteminin REDDİNE, OYBİRLİĞİYLE,
3.10.2013 gününde karar verildi.
Başkan
Haşim
KILIÇ
|
Başkanvekili
Serruh
KALELİ
|
Başkanvekili
Alparslan
ALTAN
|
Üye
Osman
Alifeyyaz PAKSÜT
|
Üye
Zehra
Ayla PERKTAŞ
|
Üye
Recep
KÖMÜRCÜ
|
Üye
Burhan
ÜSTÜN
|
Üye
Engin
YILDIRIM
|
Üye
Nuri
NECİPOĞLU
|
Üye
Hicabi
DURSUN
|
Üye
Celal
Mümtaz AKINCI
|
Üye
Erdal
TERCAN
|
Üye
Muammer
TOPAL
|
Üye
Zühtü
ARSLAN
|
Üye
M.
Emin KUZ
|
KARŞIOY GEREKÇESİ
I- Sezaryen Yasağı:
4.7.2012 günlü, 6354 sayılı Sağlık Bakanlığı ve Bağlı
Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'un 1.
maddesiyle, 24.4.1930 günlü, 1593 sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu'nun 153.
maddesine "Gebe veya rahmindeki bebek için tıbbi zorunluluk
bulunması halinde doğum, sezaryen ameliyatı ile yaptırılabilir" şeklindeki
fıkra eklenmiştir. Buna göre, doğumda sezaryen yöntemine başvurulması ancak
tıbbi zorunluluk halinde mümkündür.
İptal istemi, Anayasa'nın 2., 5., 10., 13., 17., 48. ve 56.
maddelerine dayanmıştır. İstem, tüm maddeler yönünden oyçokluğuyla
reddedilmiştir. Karara, aşağıdaki nedenlerle katılmıyorum.
Anayasa'nın 17. maddesinde "Herkes, yaşama, maddi ve
manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir.
Tıbbi zorunluluklar ve kanunda yazılı haller dışında, kişinin
vücut bütünlüğüne dokunulamaz; rızası olmadan bilimsel ve tıbbi deneylere tabi
tutulamaz.
Kimseye işkence ve eziyet yapılamaz; kimse insan haysiyetiyle
bağdaşmayan bir cezaya veya muameleye tabi tutulamaz.";
5. maddesinde de "Devletin temel amaç ve görevleri.
kişinin temel hak ve hürriyetlerini, sosyal hukuk devleti ve adalet ilkeleriyle
bağdaşmayacak surette sınırlayan siyasal, ekonomik ve sosyal engelleri
kaldırmaya, insanın maddi ve manevi varlığının gelişmesi için gerekli şartları
hazırlamaya çalışmaktır"
denilmektedir.
Kişinin bedeni üzerindeki hakkı, Anayasal sınırlar içinde,
mutlaktır. Devlet, kişinin bedeni üzerinde istediği gibi tasarruf etme hakkına
ancak kişinin yaşamının tehlikeye girmesi halinde müdahale edebilir. Diğer bir
ifadeyle, devlet,"kişinin yaşam hakkını, gerektiğinde kişinin kendisine
karşı da korur". Bu ilke doğrultusunda, kişinin bilinci yerinde bile olsa
ölüm orucu veya açlık grevlerine, insan onuruna uygun ve ölçülü biçimde müdahale
edilebileceği ve zorla beslenme yapılabileceği AİHM tarafından da kabul
edilmektedir. (19.6.2005 Nev-merhitzky-Ukrayna ; 19.6.2007 Ciorap vs.
Moldova)
Devletin kişi yaşamını koruma alanında pozitif yükümlülüğü vardır.
Kişinin yaşamına zarar vermeyen tasarruflarına ise müdahale hakkı yoktur.
Örneğin devlet, intihar etmek isteyen kişiyi kamu gücü kullanarak
engelleyebilir, kişinin rızası olmaksızın hayatını kurtarabilir, yine rızası
olmaksızın, yaşaması için tıbben zorunlu olduğu ölçüde vücut tamamiyetine
dokunabilir,kişiyi bir tedavi kurumunda alıkoyabilir. Buna karşılık devlet,
kişinin zorunlu olmayan ancak tercihine dayalı plastik cerrahi, ağız ve çene
cerrahisi, vücuduna dövme yaptırmak gibi tasarruflarına, bunlar tıbben bazı
sakıncalar taşısa bile, karışamaz. Çünkü bunlar devletin, kişinin yaşamını
koruma yönündeki pozitif yükümlülüğünün kapsamına girmeyen, kişi özgürlüğünü
zorunlu olmayan biçimde sınırlayan, ölçüsüz müdahalelerdir. Çağdaş demokratik
hukuk devletinde,zararları tıbben sabit olsa da belirli kurallar dahilinde içki
ve tütün kullanımı serbesttir. Bunlar, belirli kayıt ve kurallara uyulmak
koşuluyla, kişinin özgürlük alanı içindeki eylemleridir. Keza, yamaç paraşütü
veya motosiklet gibi sporlar, kaza ve ölüm oranlarının fazlalığı gerekçe
gösterilerek devletçe yasaklanamaz.
Devletin kişinin bedeni üzerindeki tasarruflarına müdahalesinin
zorunlu ve ölçülü olması, çağdaş insan haklarının gelişimi sonucudur. Eski
çağlarda hür bir insan kendi vücudu üzerinde her türlü işlemi yapabilir,
kendini öldürebilir veya sakatlayabilir, ancak devlet buna karışmazdı. Buna
karşılık bir kölenin kendini iş yapamaz hale getirmek için sakatlaması büyük
bir suç sayılır ve ağır şekilde cezalandırılırdı. Bugünkü müdahale sistemi,
insan yaşamını ve onurunu korumaya yöneliktir. Bu nedenle, Anayasa'nın 2.
maddesinde belirtilen demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye
Cumhuriyetinde de DEVLETİN YAŞAM HAKKINI KORUMA AMACIYLA KİŞİNİN BEDENİ
ÜZERİNDEKİ TASARRUFLARINA MÜDAHALESİ ÖLÇÜLÜ OLMAK VE ZORUNLU HALLERLE SINIRLANDIRILMAK
mecburiyetindedir.
Sezaryen yönünden duruma bakıldığında, öncelikle şu saptamalar
yapılabilir:
Bilimsel araştırmalar henüz sezaryenin sakıncalı veya tehlikeli
olduğu konusunda kesin sonuçlara ulaşmış değildir. Bazı araştırmalar doğumun
sezaryenle yapılması halinde ölüm riskinin daha fazla olduğunu göstermekte ise
de bu riski daha az bulan araştırmalar da vardır. Sezaryende ölüm oranı normal
doğuma oranla daha fazla ise de bilimsel olarak bu durum sezaryenin ölümcül
riskler taşıdığını göstermez. Çünkü bilimsel değerlendirmeler ancak aynı
şartların mevcudiyeti halinde aynı sonuçları verebilir. Bu nedenle,
istatistiklere geçen vakalarda sezaryen yaptıran kadınlardan bazılarının esasen
hayati risk yaratan bir takım hastalıklardan muzdarip olup olmadığı ve zaten
sezaryene bu nedenle mi başvurdukları gibi sorular bilimsel olarak
yanıtlanmadıkça, kesin bilimsel doğrulardan söz edilemez. Bu konuda yayınlanmış
kapsamlı ve kesin bir bilimsel araştırmaya rastlayamadık.
Sezaryende çocuğun ilerde astım hastası olması riskinin daha fazla
olduğu gibi sakıncalar da doğacak çocuğun yüksek menfaatleri yönünden öne
sürülmüştür. Bu konuda kalıtsal faktörleri inceleyen bir araştırma veya annenin
astım hastası olması oranları bilimsel araştırmalarla saptanmış değildir. En azından,
kuralın yasalaşma safhasında dayanılmış her hangi bir bilimsel araştırma
bulamadığı anlaşılmaktadır.
Dünya sağlık istatistiklerin ortaya koyduğu sonuçlara göre, kadın
haklarının en ileri olduğu ülkelerde sezaryenin makul oranlarda kalması, buna
karşılık genelde insan haklarının ve özellikle kadın haklarının geri olduğu
Çin, Brezilya, Türkiye gibi ülkelerde sezaryen oranlarının aşırı yükselmesi
olgusuyla karşılaşılmaktadır.Bu sonuçlara göre, sezaryenin aşırı kullanımına
karşı en iyi çarenin yasaklama yerine kadın ve ana bilincini geliştirecek
eğitim ve demokratik özgürlük ortamını geliştirmek olduğu söylenebilir.
Bu genel değerlendirmelerden sonra devletin, kadının doğum
yöntemini kendi iradesiyle belirleme hakkına müdahalesinin sınırlarının ne
olması gerektiği hususunda, Anayasa'nın 13. maddesindeki ölçütler gözetilerek
Anayasal denetim yapılabilir.
Anayasa'nın 17. maddesi, devletin, kişinin vücut bütünlüğüne
dokunabileceği halleri sınırlamış, ancak kişinin kendi vücut bütünlüğünü veya
sağlığını etkileyebilecek tasarrufları üzerinde bir sınırlama öngörmemiştir.
Sezaryende riskler vardır, ancak bunlar müstakbel annenin veya doğacak çocuğun
yaşam hakkını tehlikeye düşürecek ölçüde yüksek değildir. Öte yandan, kuralın
öngördüğü gibi "tıbbi zorunluluk" halinde dahi kadının veya çocuğun,
veya her ikisinin hayatını kaybetmesi veya vücut bütünlüğünün bir şekilde zarar
görmesi riski her zaman vardır. Bu yönüyle kural, yaşam hakkını korumak için
her hangi bir güvence getirmeye elverişli de değildir.
Anayasa kurallarının kişi özgürlüğü lehine yorumlanması şeklindeki
genel ilke benimsendiği takdirde, sezaryen yasağının Anayasa'nın 17.
maddesinden kaynaklanan KADININ TEK BAŞINA TASARRUF ALANINDA KALAN DOĞUM
YÖNTEMİNİ SEÇME ÖZGÜRLÜĞÜNE getirilmiş, demokratik bir toplumda zorunlu
olmayan, ölçüsüz bir müdahale olduğu sonucuna varmak gerekir.
Ret kararına Anayasa'nın 2. ve 17. maddeleri yönünden,
katılmıyorum.
II- İptali istenen diğer kurallar:
1. Kanun'un 8. maddesiyle değiştirilen 3359 sayılı Kanun'un Ek 9.
maddesinin altıncı fıkrası:
Kuralla, üniversite tarafından Sağlık Bakanlığı ile birlikte
kullanılan kurum ve kuruluşlarda görevli personelin profesör ve doçent
kadrolarına atanabilmesi için Sağlık Bakanlığı ve bağlı kuruluşlarına ait
kadroların kullanılabileceği öngörülmüştür.
Bu düzenleme her ne kadar üniversitelerin kadro alımı konusunda
sorun yaşamaları gerekçesiyle yapılmış ise de, Anayasa'nın 130. maddesinde
güvence altına alınan akademik özerklikle, 128. maddede farklı bir statüde
düzenlenen memuriyetin farklı özellikleri bulunduğu, Sağlık bakanlığı
kadrolarında fazlalık varsa bu kadroların üniversiteye devredilerek Anayasa'ya
uygun bir çözüm sağlanabileceği, buna karşılık iptali istenen kuralla öğretim
üyesinin Sağlık Bakanlığına kadro yönünden bağlanarak akademik özerkliğinin
zedelendiği gözetildiğinde, kuralın Anayasa'nın 130. ve 2. maddelerine
aykırılık taşıdığı anlaşılmaktadır. Bu nedenle iptali gerektiği kanısındayım.
2. 663 sayılı KHK'nin 33. maddesinin değiştirilen (5) numaralı
fıkrası:
Fıkrayla, tabip, diş tabibi ve eczacılardan sözleşmeli personel
olarak görev yapanların ihtiyaç halinde ve süreli olarak Bakanlık kadrolarında
görevlendirilebilmeleri düzenlenmiştir.
Kural, her hangi bir yöneticilik deneyimi olmayan sözleşmeli
personelin, Daire Başkanı veya daha üst yönetici kadrolarına getirilmesini
olanaklı kılmaktadır.
Anayasa'nın 128. maddesinde kamu görevlilerinin tabi olacakları
esaslar belirtilmiş, bu konuların kanunla düzenleneceği öngörülmüş, ayrıca üst
düzey yöneticiliğinin ayrı yetiştirilme esaslarına tabi tutulacağı ifade
edilmiştir.
Yeterli çerçeve çizilmeden, temel ilke ve esaslar belirtilmeden
yasa yoluyla düzenleme yapılması, Anayasa'nın 128. maddesinin emrettiği anlamda
kanunla düzenleme sayılamaz. Kural, bu Anayasal gereksinimi karşılamaktan
uzaktır. Kural, yasa ile düzenlenmesi gereken bir konuyu idareye bırakmakla,
aynı zamanda Anayasa'nın 7. maddesine de aykırı düşmektedir.
Kuralın, Anayasa'nın 7. ve 128. maddelerine aykırılık nedeniyle
iptal edilmesi gerekir.
3. 663 sayılı KHK'nin 33. maddesine eklenen (7) numaralı fıkra:
Fıkrayla, sözleşmeli olarak çalışan personelin disiplin
amirlerinin tayini ile çalışma usul ve esaslarının Bakanlık tarafından
belirlenmesi ve sözleşmeli olarak çalışan ancak idari görev yapanlara
memurların disiplin amirliği yetkisinin verilebilmesi öngörülmektedir.
Anayasa'nın 128. maddesi gereği, memurların disiplin işleri
kanunla düzenlenmesi gereken bir konudur. Anayasa, memurların görev ve
yetkileri ile özlük işlerinin bir bütünlük içinde ve statü hukuku esaslarına göre
düzenlenmesi öngörmüştür. Memuriyetin esaslı unsurlarından olan disiplin
işlerinin ve bunun pratikte işlerliğini sağlayacak olan disiplin amirlerinin
kıdem, liyakat ve kamu hizmetinin gerekleri gibi ölçütlere uygun olarak, yasada
yeterli açıklıkla düzenlenmesi gerekir. Bu konuda yeterli çerçeve çizilmeden,
temel ilke ve esaslar belirlenmeden salt Bakanlığa disiplin amirlerini
sözleşmeliler arasından da belirleme yetkisi veren kuralla, Anayasa'nın 128.
maddesinin öngördüğü anlamda kanunla düzenleme yapılmış sayılamayacağı açıktır.
Kuralın, Anayasa'nın 7. ve 128. maddelerine aykırı olması
nedeniyle iptali gerekir.
Üye
Osman
Alifeyyaz PAKSÜT
|
KARŞIOY GEREKÇESİ
4.7.2012 günlü, 6354 sayılı Sağlık Bakanlığı ve Bağlı
Kuruluşlarının Teşkilat ve Görevleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname ile Bazı
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılmasına Dair
Kanun'un;
1) 1. maddesi ile 24.4.1930 tarihli ve 1593 Sayılı Umumi
Hıfzısıhha Kanunu'nun 153. maddesine eklenen fıkranın incelenmesi,
Fıkrada"Gebe veya rahmindeki bebek için tıbbi zorluklar
bulunması halinde doğumsezaryenameliyatı ile
yaptırılabilir."denilmektedir.
Anayasa'nın 17. maddesinde; "Herkes yaşama, maddi ve manevi
varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir." hükmü yer almış olup,
Anayasa'nın 15. maddesinde de kullanılması sınırlandırılamayacak temel hak ve
hürriyetler arasında "kişinin yaşama hakkına, maddi ve manevi bütünlüğüne
dokunulamaz" denilmek suretiyle sayılmıştır.
Kişilerin maddi ve manevi varlığını geliştirme hakkı, kendi vücut
bütünlükleri hakkında karar verme hakkını da içerir. Dolayısıyla hamile kadının
çocuğunu ne şekilde dünyaya getireceğine ilişkin yöntemi seçme hakkı
"insan onuru, kişinin maddi ve manevi varlığını koruma hakkı" ile
yakından ilgilidir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi İçtihatları da bu yöndedir. Buna
göre "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 8. maddesi uyarınca özel hayat
kapsamı çok geniş bir kavramdır.Kişiselözerklik8. maddeningarantisi altındaolan
temelprensiptir. Özel hayat kişinin özerkliğini de içerecek şekilde bireyin
fiziksel ve sosyal kimliğini, kişisel gelişimini, diğer insanlar ve dış dünya
ile ilişki kurma ve geliştirme hakkını da içerir. Bu anlamda özel hayat kavramı
kişinin anne baba olma ya da olmamaya karar verme ve anne baba olmanın
koşullarınıseçme ve belirleme hakkını da içermektedir. Mahkeme Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi'nin 8. maddesinin amacı açısından doğum yapmanın koşullarının
da tartışılmaz bir şekilde kişinin özel hayatının parçası olduğunu kabul
etmektedir." denilmektedir. (Ternovzky/Macaristan, 14.12.2010;
67545/09,22)
İptali istenilen fıkrada ise anne istemli sezaryenin ancak tıbbi
bir zorunluluk bulunması halinde yaptırılabileceği belirtilmek suretiyle,
hamile kadının istemediği tıbbi bir müdahale ile doğum yapması kararlaştırılmış
olmaktadır.
Bu durumda sezaryen yöntemi ile doğumun gerçekleştirilmesi hakkına
getirilen bu sınırlama Anayasa'nın 17. maddesine aykırıdır.
2) 8. maddesi ile3359 sayılı Kanun'un ek 9. maddesinde yapılan
değişikliğin altıncı fıkrasının incelenmesi,
Fıkrada "Üniversite tarafından, birlikte kullanılan kurum ve
kuruluşlar da görevli personelin profösör ve doçent kadrolarına atanabilmesi
için Bakanlığa ve bağlı kuruluşlarına ait eğitim görevlisi kadroları da
kullanılabilir" denilmektedir.
Anayasa'nın 2. maddesinde Türkiye Cumhuriyetidemokratik bir hukuk
devletiolduğu belirtilmiştir. Buna göre Devletin tüm organları Anayasa ve
hukukun üstün kuralları ile bağlıdır. Hukuk devleti devlet etkinliklerinin
özenle sürdürülebilmesi için gerekli olan hukuksal alt yapıyı oluşturmak
suretiyle aynı zamanda istikrarı da sağlar.Bu istikrarın özü hukuki güvenlik ve
öngörülebilirliktir. Hukuki güvenlik ve öngörülebilirliğin sağlanabilmesi ise
kurallarıngenel, eşit ve nesnel olmalarına bağlıdır.
Dava konusu düzenlemede ise, Üniversite tarafından Sağlık
Bakanlığı ile birlikte kullanılan kurum ve kuruluşlarda görevli personelin
profösör ve doçent kadrolarına atanabilmesiiçin Bakanlığa ve bağlı
kuruluşlarına ait eğitim görevlisi kadrolarını da kullanılabileceği
belirtilmekte olup, bu haliyle düzenleme profösör ve doçent kadrolarına
atanacaklar yönünden mesleki öngörülebilirliğive hukuki güvenliğini
zedelediğinden Anayasa'nın 2. maddesine aykırıdır.
3) 16. maddesi ile 663 sayılı Kanun Hükmünde Kararname'nin 33.
maddesinin beşinci fıkrasında yapılan değişiklik ile maddeye eklenen yedinci ve
sekizinci fıkraların incelemesi;
Beşinci fıkrada tabip, diş tabibi ve
eczacılardan sözleşmeli personel olarak görev yapanların, ihtiyaç hâlinde
Bakanlığın ve bağlı kuruluşlarının merkez teşkilatında daire başkanı ve daha
üst yönetici kadrolarında süreli olarak görevlendirilebileceği,
Yedinci fıkrada Sözleşmeli personelin
disiplin amirlerinin tayini ile çalışma usul ve esasları Bakanlık tarafından
belirleneceği ve bunlardan idarî görevlerde bulunanlara memurların disiplin
amirliği yetkisi verilebileceği,
Sekizinci fıkrada ise devlet hizmeti
yükümlülüğünü yapmakta olan personelin muvafakatı aranmaksızın, atanmış olduğu
sağlık kurumunda bu madde kapsamında sözleşmeli personel olarak
çalıştırılabileceği, İl merkezindekisağlık kurumlarına atanmış olan devlet
hizmeti yükümlülerinin isebirlik merkezinde de sözleşmeli personel olarak
çalıştırılabileceği düzenlenmiştir.
Anayasa'nın 128. maddesinde "Memurların ve diğer kamu
görevlilerinin nitelikleri, atanmaları, görev ve yetkileri, hakları ve
yükümlülükleri, aylık ve ödenekleri ve diğer özlük işleri kanunla
düzenleneceği" hükme bağlanmıştır. Anayasa'nın 2. maddesinde belirtilen
hukuk devleti, işlem ve eylemleri hukuka uygun, kendini hukukla bağlı sayan ve
tüm yetkilerinin sınırının kurallarla belirlendiği devlettir.
Bu durumda Anayasada Kanunla düzenlenmesi belirtilen konularda
yürütme organına genel ve sınırları belirsiz bir düzenleme yetkisi verilmesi
mümkün değildir.
İptali istenilen fıkralarda ise sözleşmeli personelin, istihdam
edildiği hizmet biriminde "ihtiyaç bulunması" halinde daire başkanı
veya daha üst makamlarda görevlendirileceği, bu personele ayırımsız bütün
personele disiplin amirliği yetkisi verilmesi, atama yöntemleri ve çalışma
olanağı bulunan devlet hizmeti yükümlülüğü yapmakta olan personelin muvafakatı
olmaksızın atandığı sağlık kurumunda sözleşmeli olarak çalıştırılabileceğine
ilişkin hükümler yer almakta olup,Kanunla düzenlenmesi öngörülen konularda
yürütme organına genel ve sınırları belirsiz düzenleme yetkisi vermektedir. Bu
haliyle sözü geçen fıkralar Anayasa'nın 2. ve 128. maddelerine aykırıdır.
Açıklanan nedenlerle, 4.7.2012 tarih ve 6354 sayılı Yasa'nın
yukarıda her bölümde açıklanan gerekçelerle Anayasa'ya aykırı olduğu belirtilen
kurallarının iptali gerektiği düşüncesi ile çoğunluk görüşüne
katılmıyorum.
KARŞIOY GEREKÇESİ
6354 sayılı Kanunun 1. maddesiyle 24.4.1930 tarihli, 1593 sayılı
Umumi Hıfzıssıhha Kanununun 153. maddesine eklenen "Gebe veya
rahmindeki bebek için tıbbi zorunluluk bulunması halinde doğum, sezaryen
ameliyatı ile yaptırılabilir" şeklindeki ikinci fıkranın iptali
istenmiştir.
Buna göre, tıbbi zorunluluk olmadıkça doğum yapacak kişinin
talebiyle sezaryen yapılamayacaktır. Düzenleme, sezaryen ile doğum konusunda
anne adayının bireysel tercihini tamamen ortadan kaldırmakta, bu konudaki
kararı tıbbi zorunluluk bulunması durumunda sadece doktora bırakmaktadır.
Esasen kuralın yüklemi olan "yapılabilir" ibaresi de ayrıca
belirsizlik hatta kendi içinde çelişki barındırmaktadır. Bu haliyle kural
"tıbbi zorunluluk bulunsa bile doktor sezaryen yapmayabilir" şeklinde
anlaşılmaya müsaittir. Halbuki zorunluluğun olduğu yerde tercihe yer yoktur. Bu
kural olmasa bile anne adayı veya bebek açısından tıbbi zorunluluk halinde
sezaryen ameliyatı yapılmalıdır. Bu nedenle kuralın asıl amacı, tıbben bir
sakınca olmadığı durumlarda anne adayının kişisel tercihlerine bağlı olarak
sezaryen ile doğum yapmasını yasaklamaktır.
Anayasanın 17. maddesinde kişinin "maddi ve manevi varlığını
koruma ve geliştirme hakkı" korunmuştur. Bu hak, kişinin beden ve ruh
bütünlüğüne rızası dışında ve tıbbi zorunluluklar gerektirmediği takdirde
müdahaleyi engellemektedir. Anayasanın 20. maddesine göre de "Herkes,
özel hayatına ve aile hayatına saygı gösterilmesini isteme hakkına
sahiptir."
Uluslararası sözleşmeler de bu hakları korumaya yönelik
düzenlemeler içermektedir. Biyoloji ve Tıbbın Uygulanması Bakımından İnsan
Hakları ve İnsan Haysiyetinin Korunması Sözleşmesinin 1. maddesine göre taraf
devletler, "tüm insanların haysiyetini ve kimliğini koruyacak ve
biyoloji ve tıbbın uygulanmasında, ayırım yapmadan herkesin, bütünlüğüne ve
diğer hak ve özgürlüklerine saygı gösterilmesini güvence altına alacaklardır."
Hasta Haklarına İlişkin Avrupa Statüsü'nün 5. maddesine göre de, "Yeterli
bilgiye sahip her birey farklı tedavi prosedürleri (yöntemleri) ve tedaviyi
verecek kişiler arasında seçim yapma hakkına sahiptir. Hasta, hangi
teşhis ve tedavi yönteminin kullanılacağı ve doktor, uzman veya hastane seçimi
konularında karar verme hakkına sahiptir."
Uluslararası Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi'nin
12. maddesinin birinci fıkrası gereğince, "Taraf Devletler, herkesin,
ulaşılabilecek en yüksek fiziksel ve zihinsel sağlık standardına
sahip olma hakkını kabul ederler". Birleşmiş Milletler Ekonomik,
Sosyal ve Kültürel Haklar Komitesi, 14 No'lu Genel Yorumunda,12. maddede
korunan sağlık hakkını "bir kimsenin, cinsiyet ve üreme özgürlükleri,
rızası dışında tıbbi tedavi ve bilimsel deneye tabi tutulmama gibi müdahaleden
masun olma hakları dahil olmak üzere, kendi sağlığı ve vücudunun kontrolünü
elinde bulundurması hakkı." olarak yorumlamıştır (E/C.12/2000/4, 11
Ağustos 2000, par. 8).
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) de, Sözleşme'nin 8. maddesinde
yer alan "özel hayat"ın, bireyin fiziki bütünlüğünü, kişisel
özerkliğini ve anne baba olma ya da olmama hakkını da kapsayan geniş bir kavram
olduğunu vurgulamaktadır. Evde doğum yapmayı tercih eden bir anne adayının
yaptığı başvurunun değerlendirildiği Ternovszky/Macaristan kararında
AİHM şu tespiti yapmıştır: "Kişisel özerklik, 8. maddenin koruduğu
hakların/güvencelerin yorumunda dikkate alınması gereken temel bir ilkedir. Bu
nedenle, anne baba olma kararına ilişkin hak, doğumun nasıl yapılacağı konusundaki
tercih hakkını da içerir"(Ternovszky/Macaristan, B.No:
67545/09, 14/12/2010, § 22). AİHM, yakın tarihli bir kararında, başvurucunun
rızası olmadan tıp öğrencilerinin doğumu izlemesine izin verilmesini
Sözleşme'nin 8. maddesine aykırı bulmuştur. AİHM bu kararında 8. maddenin
kişinin fiziksel bütünlüğünü de kapsadığını, zira kişinin bedeninin özel
hayatın en mahrem boyutunu teşkil ettiğini ve önemsiz de olsa tıbbi
müdahalelerin bu hakka yönelik müdahale niteliğinde olduğunu bir kez daha
vurgulamıştır (Konovalova/Rusya, B. No: 37873/04, 9/10/2014, § 40).
Kişinin hangi yöntemle doğum yapacağını seçme hakkı, başka bir
ifadeyle bedeni üzerinde tasarrufta bulunma hakkı, maddi ve manevi varlığını
koruma ve geliştirme hakkının bir gereğidir. Özel hayata saygı yükümlülüğü de
bu hakkın korunmasını gerektirmektedir. Hiç kuşkusuz, kişinin doğum bağlamında
bedeni üzerinde tasarruf hakkı sınırsız değildir. Bu hakkın sınırlandırılması,
ancak uygulanan doğum yönteminin gebe veya bebeğin sağlığını tehlikeye atması
durumunda söz konusu olabilir.
Çoğunluğa göre dava konusu kuralın amacı, hekimin tıbben uygun
görmediği tedaviye veya ameliyata zorlanmasını engellemektir. Kural, çoğunluk
görüşündeki kelimelerle ifade edecek olursak, "anne adayının kendi
isteği ile doğum yöntemini belirlemesi ve hekime bunu dayatabilmesi"ni
ve sezaryen ameliyatını "tıp bilimine göre belirlenecek nedenlerle
sınırlayan, bilimin gerekleri dışında herhangi bir yöntem dayatmayan"
bir düzenleme niteliğindedir.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, bu yaklaşım anne adayının doğumdan
korkmasını, kişisel kaygı duymasını dikkate almamakta ve katı bir pozitivist
yaklaşımla bilimsel uzmanlığı kutsayarak, anne adayının tercihlerini bilimsel
temeli olmayan öznel duygular olarak değersizleştirmektedir. Duygusal bir
varlık olarak insanın bir takım kaygı ve endişeler taşıması hayatın inkar
edilemez bir gerçeği olup, doğum yapacak anne adaylarının bir kısmının böyle
duygular taşıması da son derece doğaldır. Hekimin uzmanlık bilgisine sahip
olması, anne adayının tercihlerinin dikkate alınmamasını gerektirmez.
Diğer yandan çoğunluk görüşü, dava konusu kuralın yokluğunda
doktorların sezaryen ameliyatı yapmaya zorlandığı varsayımına dayanmaktadır. Bu
varsayımın doğru olduğu söylenemez. Zira kural, sadece tıbbi zorunluluk bulunması
durumunda sezaryen ameliyatı yapılabileceğini, bunun dışında anne adayının
istemesi ve doktorun tıbben bir sakınca görmemesi durumunda dahi sezaryen
yapılamayacağını düzenlemektedir. Kuralın alternatifi, anne adayı veya bebeğin
sağlığı açısından risk teşkil etse bile anne adayının talebi doğrultusunda
hekimin sezaryen ameliyatına zorlanmasına yönelik bir düzenleme değildir.
Elbette anne adayının doğum yöntemini tercih hakkı sınırsız
değildir. Hiçbir kural, hekimi tıbben zararlı/sakıncalı gördüğü bir yöntemi
uygulamaya zorlama şeklinde bir dayatma içeremez. Bu nedenle, burada söz konusu
olan sezaryen yönteminin tıbben zararlı olsa bile mutlak surette serbest
bırakılması değildir. Mesele, anne adayının yeterince aydınlatıldıktan sonra,
tıbben zararlı olmadığı sonucuna varılan iki yöntemden birini tercih ederek
doğumunu gerçekleştirebilmesidir.
Getirilen kuralla ulaşılmak istenen amacın ülkemizde yüksek
düzeyde olan sezaryenle doğum oranının makul bir seviyeye indirilerek, normal
doğumun teşvik edilmesi olduğu söylenebilir. Hiç kuşkusuz kanun koyucu, anne
adaylarının doğum konusunda kişisel özerkliklerini ortadan kaldırmadan bu amaca
yönelik tedbirler alabilir. Bununla birlikte dava konusu kural, anne
adaylarının doğumlarını nasıl yapacaklarıyla ilgili tercih yapma haklarını
ellerinden alarak herhangi bir nedenle sezaryenle doğum yapmak isteyenleri
normal doğuma zorlamaktadır. Bu nedenle çoğunluk görüşünün aksine, dava konusu
kural bir dayatmayı engellememekte, tersine tıbben herhangi bir sakınca olmayan
durumlarda da anne adayına tek bir doğum yöntemini dayatmaktadır.
Bireyin hür iradesiyle bedeni üzerinde tasarrufta bulunma hakkı
sahip olduğu temel haklardan biridir. Kural olarak birey kendi bedeni üzerinde
egemenlik sahibidir ve bu açıdan sezaryenle doğum kişisel özerklik ve kişinin
kendi geleceğini belirleme hakkının bir parçası olarak değerlendirilmelidir.
Devlet, tıbbi zorunluluklar dışında, tamamen anne adayının tercihine
bırakılması gereken doğum yapma şekli konusunda bir yöntem dayatmamalıdır.
İptali istenen kuralla anne adayının tercihi dikkate alınmayarak,
doğum yöntemiyle ilgili karar tek başına uzman hekime bırakılarak doğum yapacak
kadın adeta nesneleştirilmektedir. Sezaryenle doğum yöntemi kadının kendi
bedeniyle ilgili vereceği bir karar olup, tıbbi zorunluluk durumları hariç, bu
konuda bir dayatmada bulunmak kişi özerkliğine ve vücut bütünlüğüne yönelik
ölçüsüz bir müdahale oluşturmaktadır.
Kısacası, devletin doğum yöntemine kişisel tercihi devre dışı
bırakacak şekilde müdahalesi kişinin özerkliğine, vücut bütünlüğüne ve özel
hayatına bir müdahaledir. Bu müdahalenin Anayasanın 13. maddesi kapsamında
demokratik toplum düzeni için acil bir toplumsal ihtiyaçtan kaynaklanmayan,
ölçüsüz bir sınırlama olduğu açıktır.
Açıklanan gerekçelerle, dava konusu kuralın Anayasanın 13., 17. ve
20. maddelerine aykırı olduğunu düşündüğümüzden çoğunluk kararına katılmıyoruz.
Üye
Engin
YILDIRIM
|
Üye
Zühtü
ARSLAN
|
KARŞIOY GEREKÇESİ
3359 sayılı Kanunun değişik ek 9. maddesinin altıncı fıkrasında,
birlikte kullanılan kurum ve kuruluşlarda görevli personelin üniversite
tarafından profesör ve doçent kadrolarına atanabilmesi için Bakanlığa ve bağlı
kuruluşlarına ait "eğitim görevlisi" kadrolarının da
kullanılabileceği hükme bağlanmaktadır.
Profesör ve doçent kadroları da, memurların ve diğer kamu
görevlilerinin kadroları gibi kanunla ihdas edilmekte ve bu statüde
bulunanların, başta 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu ve 2914 sayılı Yüksek
Öğretim Personel Kanunu olmak üzere kanunlarla belirlenen her türlü hakları ve yükümlülükleri
ile yetkilerinin ve sorumluluklarının, kısaca statülerinin esasını
oluşturmaktadır. Bu sebeple, profesör ve doçent olarak görev yapmak, bu
statülerin kapsadığı yetkileri kullanmak, malî ve sosyal haklar başta olmak
üzere bu statülerin her türlü haklarından yararlanmak için öncelikle
profesörlük ve doçentlik kadrolarına atanmak gerekmektedir.
Profesör ve doçentlerin atanmalarına ilişkin usûl ve esaslar ise
2547 sayılı Kanunda düzenlenmektedir. 2547 sayılı Kanunun 25. maddesinde
belirtilen şartları taşıyanlar doçentlik kadrolarına; 26. maddesindeki şartları
taşıyan doçentler de profesörlük kadrolarına üniversitelerce Kanunda belirtilen
usûle göre atanabilmektedir. Her iki maddede de açıkça "doçentlik
kadrosu"ndan ve "profesörlük kadrosu"ndan söz edilmektedir. 2547
sayılı Kanunun 3. maddesinde "Öğretim Üyeleri" tanımı altında yer
alan bu akademik unvanlar, 78 sayılı Yükseköğretim Kurumları Öğretim
Elemanlarının Kadroları Hakkında Kanun Hükmünde Kararnamenin eki cetvellerde
kadro unvanı olarak da sayılmaktadır.
"Eğitim Görevlisi" kadroları ise 663 sayılı KHK ile
ihdas edilerek 190 sayılı Genel Kadro ve Usulü Hakkında KHK'nin, Sağlık
Bakanlığının bağlı kuruluşu olan Türkiye Kamu Hastaneleri Kurumu ile ilgili
bölümüne eklenmiştir.Bu kadrolar "Eğitim Görevlisi" kadro unvanı ile
ihdas edilmiştir. "Eğitim Görevlisi" unvanı, 2547 sayılı Kanunda yer
verilen "Öğretim Üyeleri" tanımından farklı olarak
"Profesör" ve "Doçent" akademik unvanlarını kapsamamakta,
ihdas edilen kadro unvanlarında da bu iki akademik ve kadro unvanına ilişkin
bir açıklama bulunmamaktadır.
Bu itibarla, ek 9. maddenin altıncı fıkrası, birbiriyle
bağdaşmayan iki farklı statüyü öngörmektedir. Fıkrada, hem görevli personelin
"Üniversite tarafından . profesör ve doçent kadrolarına" atanabilmesinden,
hem de bu akademik unvanları taşımayan, ihdas edildiği KHK'de de "Eğitim
Görevlisi" kadro unvanı ile belirlenen kadroların bu atamalar için
kullanılmasından söz edilmektedir. "Profesör" veya "Doçent"
kadro unvanını taşımayan "Eğitim Görevlisi" kadrolarına atanan
personelin nasıl "Profesör" ve "Doçent" kadrosuna atanmış
sayılacağı belirsiz olduğu gibi kadro unvanına göre eğitim görevlisi, anılan
hükme göre profesör ve doçent olacak bu personelin haklarıve yükümlülüklerinin,
özellikle malî hakları başta olmak üzere özlük haklarının nasıl belirleneceği
de açık ve öngörülebilir değildir.
Diğer taraftan kararın gerekçesinde, bu imkânın, "birlikte
kullanılan sağlık tesisinde görevlendirilen üniversite mensubu profesör ve
doçentler" için ve "geçici bir süre ile" tanındığı belirtilmekte
ise de, incelenen kuralda bu yönde bir hüküm bulunmamaktadır. Fıkrada yapılan
düzenleme, anılan kadroların geçici bir süre ile kullanılmasını öngörmediği
gibi birlikte kullanılan sağlık tesisinde görev yapan ve Sağlık Bakanlığı
personeli olan hekimlerin de üniversite tarafından Bakanlığa ve bağlı
kuruluşlarına ait eğitim görevlisi kadrolarına profesör ve doçent olarak
atanabilmelerine imkân verecek genişliktedir. Kararın gerekçesindeki bu yorum
bile kuralın belirsiz olduğunu ortaya koymaktadır.
Bu sebeplerle anılan hüküm, 2547 ve 2914 sayılı Kanunlarla ve 78
sayılı KHK ile yapılan düzenlemelerle çelişen, muğlak ve uygulanmasında hukuken
imkânsızlık bulunan bir düzenleme getirmektedir. Belirsizlik bulunan ve buna
bağlı olarak icra kabiliyeti olmayan mezkûr fıkra hükmü, ilgililerin hukukî
durumlarının takdirinde çözülmesi zor sorunlara yol açacağı gibi bu
belirsizliğin düzenleyici işlemlerle aşılması da mümkün değildir.
Anayasanın 2. maddesinde öngörülen hukuk devleti ilkesi kanunların
belirli ve öngörülebilir olmasını gerektirmektedir. Bu nedenle hukuk devletinin
gereklerinden olan belirlilik ilkesi, kanunların hem kişiler, hem de idare
bakımından bir tereddüte yer vermeyecek şekilde açık, net, kesin, anlaşılabilir
ve uygulanabilir olmasını zorunlu kılmakta; muğlak ve çelişkili normlar
öngörülebilirliği ve hukukî güvenliği zedeleyeceğinden hukuk devleti ilkesine
aykırılık oluşturmaktadır.
Söz konusu belirsizlik, Anayasanın, öğretim elemanlarının
görevleri, unvanları, atama ve yükselmelerinin, disiplin ve ceza işlerinin,
özlük haklarının ve uyacakları şartların kanunla düzenlenmesini öngören 130.
maddesine de aykırılık oluşturmaktadır.
Bu sebeplerle, ek 9. maddenin altıncı fıkrasının Anayasanın 2. ve
130. maddelerine aykırılığından dolayı iptal edilmesi gerektiği düşüncesiyle
red yönündeki çoğunluk görüşüne katılmıyorum.