ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı:1971/17
Karar Sayısı:1971/58
Karar günü:15/6/1971
Resmi Gazete tarih/sayı:10.2.1972/14095
İtiraz
yoluna başvuran : Yargıtay Ceza Genel Kurulu.
İtirazın
konusu : 4/4/1929 günlü, 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun
21/6/1937 günlü, 3207 sayılı Kanunla değiştirilmiş bulunan 124. maddesinin ikinci
fıkrası hükmünün Anayasa'nın 132. maddesine aykırı bulunduğu yolundaki itirazın
ciddiliği kanısına varılması nedeniyle iş incelenerek, bu konuda bir karar
verilmesi istenilmiştir.
I-
OLAY:
Sorgu
hâkimi olan sanığın iki kamu dâvasının ilk soruşturma evresinde sanıkların
tutuklanmasına ilişkin olarak verdiği iki kararı, Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanununun 124. maddesinin ikinci fıkrası gereğince merciine onaylattırmadan,
bunlara dayanarak çıkarttığı tutuklama müzekkerelerini yerine getirttiği,
hakkında usul ve kanuna uygun olarak yapılan kovuşturma sonunda yetkili ve
görevli mahkemece saptanan bu eylemleri suç niteliğinde görülerek Türk Ceza
Kanununun 181/1.. 59. ve 71. maddeleri uyarınca cezalandırılmasına ve cezasının
ertelenmesine ilişkin olarak verilen kararın Yargıtay Dördüncü Ceza Dairesince
onandığı, bu karara karşı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığının, onama karan
kaldırılarak hükmün bozulması yolundaki itirazı üzerine işin Yargıtay Ceza
Genel Kuruluna geldiği ve bu münasebetle yapılan inceleme sırasında, sanığın
koğuşturmanın her evresinde ileri süregeldiği Anayasa'ya aykırılık iddiasının
ciddiliği kanısına varılarak Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 124. maddesinin
itiraz konusu yapılmış bulunan ikinci fıkrası hükmünün Anayasa'ya aykırılığı
hakkında bir karar verilmesi için gerekli belgelerin örnekleri ile kararların
Anayasa Mahkemesine gönderilmesine karar verildiği anlaşılmıştır.
II-
İLK İNCELEME:
Anayasa
Mahkemesi, Hakkı Ketenoğlu, Avni Givda, Celâlettin Kuralmen, Fazıl Uluocak,
Sait Koçak, Nuri Ülgenalp, Şahap Arıç, İhsan Ecemiş, Recai Seçkin, Ahmet Akar,
Kani Vrana, Muhittin Gürün, Lûtfi Ömerbaş, Şevken Müftügil ve Ahmet H.
Boyacıoğlu'nun katılmaları ile 25/3/1971 gününde yer alan toplantıda, Anayasa
Mahkemesi İçtüzüğünün 15. maddesi uyarınca gerekli ilk incelemeyi yaparak, önce
Yargıtay Ceza Genel Kurulunun Anayasa Mahkemesine başvurmaya yetkili olup
olmadığı konusunu görüşmüştür.
Anayasanın
151. ve Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama usulleri hakkındaki
22/4/1962 günlü 44 sayılı Kanunun 27. maddeleri hükümlerine göre, mahkemeler,
ancak bakmakta oldukları bir dâva dolayısiyle Anayasa Mahkemesine itiraz yolu
ile başvurabilirler. Bir dâvanın hukuken var sayılabilmesi için ise, onun
kanunlara uygun olarak açılmış ve ayrıca mahkemenin yetkisi için girmekte
bulunmuş olması gerekir. Bundan başka, ayni hükümler uyarınca, mahkemelerin bu
başvurmaları, o dâva nedeniyle uygulanacak kanun hükümleri ile dahi sınırlı
bulunmaktadır. O halde, bu iki koşulun gerçekleşmediği hallerde mahkemelerin
söz konusu itiraz yoluna gidebilme yetkileri yoktur.
Diğer
yönden, Anayasa'nın 151. ve buna uygun olarak 44 sayılı Kanunun 27.
maddelerinde "Bir dâvaya bakmakta olan mahkeme" deyiminin yer almış
olması da, itiraz yoluna sadece dâva mahkemelerince, yani dâvaya bakmakta olan
mahkemelerce gidilebileceğini göstermektedir.
Ancak,
gerek Anayasa'da ve gerekse 44 sayılı Kanunda mahkeme kavramı tanımlanmamış,
sadece Anayasa'nın 151. maddesiyle 44 sayılı Kanunun 27. maddesinde "Bir
davaya bakmakta olan mahkeme" sözleriyle yetinilerek başka bir açıklamaya
yer verilmemiştir. 44 sayılı Kanunun hazırlık çalışmalarının (Millet Meclisi
Tutanak Dergisi: Cilt 4, Dönem l, sıra sayısı 54) incelenmesinden anlaşılacağı
üzere, bu kanunun 27. maddesi Anayasa'nın 151. maddesi doğrultusunda düzenlenmiştir.
Anayasa'da "Bir davaya bakmakta olan mahkeme" deyimi kullanıldığından
tasanda da bu deyime olduğu gibi yer vermiştir. "Mahkeme" ve daha
doğrusu "Dâvaya bakmakta olan mahkeme" deyimi, adlî, idarî ve askerî
yargıya dahil mahkemeleri gösterdiği kadar derece mahkemelerini de iade ettiği
düşüncesiyle bu yönlerin ayrıca metne eklenmesine yer görülmemiştir. Esasen
mahkememiz de bir kararında, itiraz yoluna başvurmaya yetkili bulunan
mahkemeyi, adlî, Askeri ve idarî dâvalara bakan ve bu dâvalarda nihaî hüküm
vermek yolu ile anlaşmazlıkları çözen her derecedeki mahkeme olarak tanımlamış
bulunmaktadır. (12/1/1965 günlü, 1964/51 1965/3 sayılı karar; 16/10/1965 günlü,
12128 sayılı Resmî Gazete Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, Sayı: 3 Sayfa :
16/18,)
Yukarıdaki
açıklamalara göre, Yargıtay'ın bir dâva mahkemesi olarak görevini yaparken
gördüğü dâvalarda uygulama durumunda olduğu kanun hükümlerinin Anayasa'ya
aykırı bulundukları kanısına varması halinde itiraza yetkili bulunduğunda, yani
Anayasa'ya aykırılık sorununu gerek kendiliğinden ve gerek tarafların ileri
sürmelerine dayanarak Anayasa Mahkemesine getirebilme yetkisine sahip olduğunda
hiçbir kuşku yoktur.
İtiraz
yoluna başvuran yer olması bakımından üzerinde durulması gereken asıl sorun
ise, Yargıtay'ın temyiz inceleme yeri olarak görevini yaparken incelendiği
kararlara ilişkin dâvalarda da itiraz yoluna başvurma yetkisini taşıyıp
taşımadığıdır. Öğretide henüz kesin bir görüş birliğine varılamamış olmakla
birlikte, genel doğrultunun ve çoğunluğun kanısının, Yargıtay'ın bu konuda
yetkili bulunduğu yönüne daha çok eğik olduğu görülmektedir.
Bir
yargılama yerinin verdiği kararda kanuna veya geçerli bir hukuk kuralına
aykırılık olduğu ileri sürülmesi ile ortaya çıkan uyuşmazlığın çözülmek üzere
diğer bir yargılama yeri önüne getirilmesi, "kanun yolu" dâvasının
açılması niteliğindedir. Ancak kanun yolu dâvalarındaki uyuşmazlıklar çoğu kez
açık ve belirli olmadığından, "kanun yolu" hukukî müessesesi, gerek
öğretide gerekse uygulamalarda, genellikle dâva diye tanımlanmamaktadır.
Bununla birlikte, gerek hukuk gerekse ceza usul kanunlarında bazan kanun
yolları için dâva deyiminin kullanıldığına da rastlanmaktadır.
Temyiz
dahi, kural olarak, bir yargılama yerinin verdiği kararda bir yanılma veya
aykırılık olduğunun ileri sürülmesi üzerine taraflar arasında karar veya hükmün
usul ve kanuna uygun bulunup bulunmadığı biçiminde ortaya çıkan yeni bir
uyuşmazlığın yine bir yargı yeri önüne getirilmesidir. Bu kanun yolu ile, söz
konusu uyuşmazlığın çözülmesi amacı güdüldüğünden, burada toplu bir yargılama
çalışması yapılacak demektir. Bu toplu yargılama çalışmaları, temyiz yolu
çalışmalarından veya kısaca temyiz muhakemesinden ibarettir. Bu nedenle burada
çözülecek bir temyiz yolu dâvasından veya kısaca temyiz dâvasından söz edilebilir.
O halde temyiz muhakemesini yapacak, yani temyiz dâvasını görecek yargı yerinin
yasalarla belli edilmesi gerekmektedir. İşte bu yargı yeri yurdumuzda adlî
yargılama kuruluşunda "Yargıtay" dır.
Bir
ceza karar veya hükmünün incelenmesi sırasında Yargıtay'ın esas görevi geçerli
bir hukuk kuralının uygulanmaması veya yanlış uygulanması sonucu ortaya çıkan
kanuna aykırılığın çözülmesi olduğuna göre, sözü geçen karar veya hükmün
ilişkin bulunduğu temel uyuşmazlığı kapsayan ceza dâvası, Yargıtay incelemesi
sırasında da, hukukça süregelmektedir. Çünkü kanun yoluna başvurulmakla kurulan
yeni ilişki, asıl uyuşmazlığı kapsayan dâvada kurulmuş ilişki ile konu yönünden
beraberlik göstermektedir, bu nedenle inceleme sonunda yargıtayca verilecek
karar, sadece yeni uyuşmazlığı çözmekle kalmayacak, bu yada dâvanın kapsadığı
asıl uyuşmazlığın esasını dahi etkileyecektir. Bundan ötürü, Yargıtay, temyiz
yoluna başvurulan bir ceza dâvasına belli bir evresinde yani temyiz incelemesi
sırasında bakmakta olan bir mahkeme durumuna girmektedir. O halde bu evrede
Yargıtay, uygulanan kanun hükmünün veya geçerli bir hukuk kuralının Anayasa'ya
aykırı olduğu kanısına varırsa işi kendiliğinden veya tarafların ciddî göreceği
itirazları üzerine Anayasa Mahkemesine itiraz yolu ile getirebilir demektir.
Yargıtay,
esas mahkemelerce verilen nihaî hüküm ve kararları hukuk bakımından inceleyerek
kanun hükümleri ile geçerli hukuk kurallarının Mahkemelerce uygulanmasını
denetleyen ve böylece yurttaki bütün uygulamalarda görüş birliği sağlayan bir
üst mertebe mahkemesi olması nedeniyle, ilke olarak bir tane bulunması
gerekmektedir. Ancak, göreceği işlerin niteliğine ve çokluğuna göre Yargıtay'da
birden fazla daire olması olanağı vardır ve bu zorunludur. Yatgıtay'da hukuk
bölümündeki dairelerden Hukuk Genel Kurulu ve ceza bölümündeki dairelerden de
Ceza Genel Kurulu oluşmaktadır. Esas görevi ilk mertebe mahkemeleriyle Yargıtay
Ceza Daireleri arasında doğacak uyuşmazlıkları çözmek olan Yargıtay Ceza Genel
kurulu, aynı zamanda Yargıtay Ceza Dairelerinden bir derece mahkemesi sıfatiyle
verilen kararların temyiz yolu ile inceleme ve Yargıtay Ceza Dairelerinden
verilen kararlara karsı bir itiraz yeride bulunduğundan Anayasa'ya aykırılık
ileri sürerek itiraz yoluna başvurma yetkisi bakımından, Yargıtay, Ceza
Dairelerinden bir ayırımı da yoktur.
Bu
nedenlerle Yargıtay Ceza Genel Kurulunun Anayasa'nın 151. maddesi uyarınca
Anayasa Mahkemesine başvurabileceği Avni Givda, Celâlattin Kuralmen ve Şahap
Arıç'ın karşı oylariyle ve oyçokluğu ile kararlaştırılmıştır.
Yukarıda
işaret edildiği üzere, mahkemelerin bu başvurmaları o dâva nedeniyle uygulanan
kanun hükümleriyle de sınırlı bulunmaktadır. Olayda, Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanununun 124. maddesinin iptali istenen ikinci fıkrasının sadece tutuklama
kararının onanmasına ilişkin bölümünün uygulama yeri bulunduğundan, işin
esasının bununla sınırlı olarak incelenmesine oybirliği ile karar verilmiştir.
IV-
İTİRAZ KONUSU KANUN HÜKMÜ :
4
Nisan 1929 günlü, 1412 sayılı Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 3207 sayılı
Kanunla değiştirilmiş 124. maddesinin ikinci fıkrası şöyledir :
"Cumhuriyet
müddeiumumisinin tevkif talebine karşı maznunun mevkuf olmayarak tahkikatının
icrasına ve tevkif ve tevkifin istirdadına ve kefaletle salıvermeğe ve
mahkemenin men'ine dair sorgu hâkimi tarafından verilecek kararlar mensup
olduğu asliye mahkemesi reisi veya hâkiminin tasdiki ile tekemmül eder."
V-
MAHKEMENİN DAYANDIĞI ANAYASA HÜKMÜ :
Anayasa'nın
132. maddesinin konu ile ilgili birinci ve ikinci fıkraları:
"Hâkimler,
görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasa'ya, kanuna, hukuka ve vicdani kanaatlerine
göre hüküm verirler.
Hiçbir,
organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve
hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde
bulunamaz."
VI-
ESASIN İNCELENMESİ:
İtirazın
esasına ilişkin rapor, Yargıtay Ceza Genel Kurulunun 25/1/1971 günlü,
1970/4-335 sayılı karan ile ekleri, Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülen kanun
hükmü, dayanılan Anayasa ilkeleri, gerekçeleri ve bunlara ilişkin Meclis
görüşme tutanakları okunduktan sonra, gereği görüşülüp düşünüldü :
Ceza
muhakemesi koruma tedbirleri arasında en başta yer alıp kişi dokunulmazlığını
özünden etkilemesi ve onun hürriyetini çok ağır bir şekilde kısıtlaması
bakımından büyük bir önem taşıyan "tutuklama" Anayasanın "Kişi
güvenliği" kenar başlığını taşıyan 30. maddesinde suçluluğu hakkında
kuvvetli belirti bulunan kişiler için, ancak kaçmalarını veya delillerin yok
edilmesini veya değiştirilmesini önlemek amaciyle veya bunlar gibi tutuklamayı
zorunlu kılan ve kanunla gösterilen hallerde hâkim kararına bağlı tutularak
öngörülmüş bulunmaktadır.
Yukarıdaki
kısa açıklama gösteriyor ki, kişi dokunulmazlığını etkileyen ve onun
hürriyetini çok ağır bir biçimde kısıtlayan tutuklamanın bir hâkim kararına
dayanması ilkesi Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nda kesin olarak benimsenmiş
bulunmaktadır. İşte, daha önce yürürlüğe girmiş olan Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanununun 124. maddesinde de Anayasa 'daki ilke doğrultusunda yer alan hükümle,
sorgu hâkimleri tarafından verilecek tutuklama kararlarının yerine getirilmesi
ancak bağlı oldukları asliye mahkemesi başkam veya hâkiminin onamadı koşuluna
bağlı tutulmuştur.
O
halde burada ilk sorun olarak tutuklamanın hâkim kararma basılı tutulmasının
gerçek nedenlerinin araştırılması gerekir. Tutuklama, kişi dokunulmazlığını
özünden etkileyen ve onun hürriyetini ağır biçimde kısıtlayan bir yargılama
tedbiri olması nedeniyle, tutuklama kararlarının hâkim tarafından verilmesi
ilkesinin, anayasalarda, ceza usulü hukukunda ve ceza yargılamaları yasalarında
kişi için başlıca bir güvence olarak öngörülmüş bulunduğunda bir kuşku ileri
sürülemez.
Nitekim,
Anayasa'nın 30. maddesi hakkında Anayasa Komisyonu raporunda "Şahıs
hürriyetinin ve şahıs güvenliğinin sağlanması amaciyle, tutuklama ve yaklama
sebeplerinin, yakalanan veya tutuklanan şahıslara derhal bildirilmesi esası,
bir Anayasa kaidesi olarak kabul edilmiştir. Bundan başka, yakalanan veya
tutulanın en kısa müddet zarfında hâkim huzuruna çıkarılması ve tutukluluğu
hakkında hâkimin bir karar vermesi gerekmektedir. Yakalanan veya tutuklanan
şahsın hakkını savunmak isteyen yakınlarının veya diğer kimselerin kanun
yollarına başvurabilmesi için, durumdan ilgililerin haberdar edilmesi yolundaki
hükümlere de maddede yer verilmiştir. Batı aleminde yüzlerce yıl önce kabul
edilmeye başlanan bu esaslar, bugün bütün medenî dünyanın müşterek malı haline
gelmiştir. Hâkim huzuruna çıkarma için maddede tespit edilen süreye gelince :
Bu hususta Anayasalarda çeşitli hükümlere rastlanmaktadır. Memleketimizdeki
ulaştırma zorlukları gözönünde bulundurularak sürenin tayininde yol için
gerekli zaman ayrıca hesaba katılmıştır." şeklinde yer alan gerekçe,
yukarıdaki düşünceyi tüm doğrulamaktadır.
Anayasa'nın
30. maddesinde tutuklama ve yakalama konularında kişi dokunulmazlığının ve
haklarının korunması amaciyle konulmuş bulunan ve hâkim kararının dışında kalan
öteki güvencelerden başka, bir de, Anayasa'nın mahkemelerin kuruluşuna ilişkin
bulunan 136. maddesinin "Mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri,
işleyişi ve yargılama usulleri kanunla düzenlenir" biçimindeki hükmüne
uygun olarak ceza yargılamaları usulü kanunlarında yer alan güvenceler vardır.
Çünkü tutuklama yukarıda da değinildiği gibi bir ceza muhakemesi aracı
niteliğinde olduğundan genellikle ceza usulü yasalarında düzenlenmektedir.
Tutuklama konusunda ceza usulü yasalarında öngörülen başlıca güvencelerden
birisi de tutuklama kararlarına karşı kanun yollarına başvurma olanağıdır. Bu
kanun yollarının başında geleni, itirazdır. Olayımızda olduğu gibi, tutuklama
kararının sorgu hâkimince verilmesi halinde kanun koyucu ikili bir kanun yolu
öngörmüştür. Bunlardan birisi, sorgu hâkimince verilen tutuklama kararlarının,
ancak mahkeme başkanı ve hâkimince onanmasından sonra yerine getirilebilmesi ve
ötekisi de sorgu hâkiminin bağlı bulunduğu ağır ceza işlerini gören mahkeme
başkanı veya onayı yapan bu başkan ise en yakın ağır ceza işlerini gören
mahkeme başkanı nezdinde itiraz yoluna gidilebilmesidir.
İtiraz
yoluna başvuran mahkemece Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülen kural Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanununun 124. maddesinin, sorgu hâkimince verilen tutuklama
kararlarının mahkeme başkanı veya hâkiminin onaması yolu ile yerine
getirilebilme olanağını kazanacağını öngören hükmüdür. İşte İnceleme konusu
ikinci soruna bu kuralı kanun koyucunun hangi amaçla benimsediğidir.
Sorgu
hâkimlerinin bazı kararlarının kanunda onamaya bağlı tutulmasını, öğretide
kararın bir öğesi ve dolayısiyle oluşması koşulu sayan görüşler bulunduğu gibi,
aslında var sayılması gereken kararların sadece yerine getirilmesine bir çeşit
müsaade anlamında kabul edenler de vardır. Bu iki görüşten hangisi uygun
görülürse görülsün kanunı bir gerçektir ki, bu onamaya bağlı tutma, sorgu
hâkimlerinin bazı kararlarında doğması olasılığı görülen yanlışlıkların veya
isabetsizliklerin giderilmesi için kendiliğinden işler bir kanun yoluna
gidilmesinden ibarettir. O halde, onamaya bağlı tutma kuralı, kişiler için
olduğundan başka kamu düzeni yönünden de toplum yararına bir güvence olarak konulmuş
demektir. Çünkü, bir tutuklama kararı sadece tutuklanan kişinin
dokunulmazlığını ve hürriyeti etkilemekle kalmaz, toplum içinde de büyük
yansımalar yapabilir. Çoğu kez adaletsiz ve isabetsiz bir tutuklama kararı
toplumu tedirgin dahi edebilir.
Ceza
yargılamaları usulüne ilişkin bulunan hükümler başta kamu düzenini kurmak, bu
düzeni kollamak ve korumak ereğiyle konulmuşlardır. Bu nitelikleri nedeniyle
anılan hükümlerin aynı zamanda toplum yararını sağlamak ereğini taşıdıkları ve
güttükleri kuşkusuzdur. Tutuklamaya ilişkin hükümler, yukarıda belirtildiği
gibi, ceza usulü kurallarındandır. Ceza yargılamasında bir araç olarak çeşitli
amaçlarla öngörülmüş ve en başta bir muhafaza tedbirinden ibaret bulunan
tutuklama, uygulanmasiyle birlikte bir kimsenin Anayasa'ca tanınan ve güvence
altına alınıp korunan kişisel dokunulmazlığına, kişi hürriyetine doğrudan
doğruya etkili olmaktadır. Bu nedenle, bir yönden kamu düzeni ve bu yolla kamu
ve toplum yaran adına konulması zorunlu bulunan bir tedbir ve diğer yönden bu
tedbirin ilişkin bulunduğu kişinin dokunulmazlığı, yani kişi hürriyeti
güvencesi, aynı yerde karşılaşmaktadırlar.
Bu
tedbirin, kamu düzeni ve dolayısiyle kamu yararı bakımından belli ve kaçınılmaz
hallerde uygulanmak üzere yasalara konulması olanağı Anayasa'ya göre varsa da,
uygulama sırasında kişi dokunulmazlığını geçici de olsa kaldırması ve onun
hürriyetine özünden etkili bulunması nedeniyle, gerek Anayasa'da yer alan ve
gerekse Anayasa hükmüne dayanılarak usul hükümleriyle konulan belli koşul ve kayıtlara
bağlanması gerekli görülmüştür. İşte bu koşul ve kayıtların başında,
tutuklamaya hâkimin karar vermesi geldiği gibi, bunun kadar önemli bulunan
hâkimce verilen tutuklama kararlarının dahi yargısal bir denetime bağlı
tutulması güvencesi yer almaktadır. Bu denetimin sağlanması bakımından en başta
gelen, tutuklama kararlarına karşı kanun yollarına başvurma olanağının
tanınmasıdır. Kanun yolları arasında ise genel olarak tutuklama kararlarına
karşı da itiraz yoluna gidilebilmesi ve özel olarak ise sorgu hâkimince verilen
tutuklama kararlarının onamaya bağlı tutulması yer almaktadır. Bunlardan
birincisi, ilgililerin isteklerine bağlı olarak kullanabilen ve diğeri ise bir
istek olmaksızın kendiliğinden işleyen birer kanuna aykırılık iddiasıdır.
Öğretide,
onama zorunluğunun, sorgu hâkimliğinin kuruluşundaki evreler ve bunların
doğrultusunda olmak üzere Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun itiraz konusu hükmü
kapsayan 124. maddesindeki değişiklikler gözönünde tutularak, önceleri bu
yolun, çoğunluğunu hukuk öğrenimi yapmamış meslekten yetişme kimselerin veya
kanuni vekil olarak mahkeme başkâtiplerinin oluşturduğu sorgu hâkimlerinin
yetersizliklerinden doğabilecek sakıncaları önlemek amaciyle konulduğu kabul
edilmekte ise de, şimdiki halde sorgu Hâkimlerinin hemen tümünün hukuk öğrenimi
yapmış olanlardan bulunmasına ve mahkeme başkâtiplerinin sorgu hâkimlerine
vekâlet etmelerine kanunen olanak kalmamasına rağmen, sözü geçen maddede hala
bu zorunluğun olduğu gibi bırakılması, sadece bir çeşit vesayet biçiminde
yargısal denetimi kurmak ereğinin değil, aynı zamanda kişi dokunulmazlığını ve
dolayısiyle kişisel hürriyeti gözetmek ve kollamak ereğinin de güdüldüğünü
göstermektedir. Yani söz konusu onama zorunluğu önemli bir güvence niteliğini
de taşımaktadır.
Aslında
isabetsiz ve adaletsiz bir tutuklama kararı kişileri olduğu kadar toplumu da
yakından ilgilendirir ve genel adalet duygusunu etkileyerek bazı hallerde
toplumu tedirgin eder ve hatta onun tepkisini de doğurabilir. Bu bakımdan
kararları hangi nitelikteki sorgu hâkimi verirse versin, bu kararların hem
yargısal bir denetim aracı ve hem de kişi dokunulmazlığını sağlayıcı bir
güvence olan iki evrelî bir kanun yoluna bağlı tutulması ile gerek kişiler
gerekse toplum için büyük yararlar elde edileceği ve özellikle bu kanun
yollarındaki incelemenin ve denetimin daha tecrübeli bulunan mahkeme başkan ve
hâkimi ve üst görevli mahkemeler başkanlarınca yapılmasının ayrı bir güvence
sağlayacağı da kuşkusuzdur. Bu bakımdan bazan olduğu gibi, sorgu hâkimi görevi
yapan hâkimin o yerde başka hâkimlik görevi de görmekte olması, bu onama
zorunluğunun artık bir gereksinmeye karşılık vermemekte olduğu göstermeye
elverişli sayılamaz. O halde itiraz konusu hükmün, gerek konulduğu zamanda
gerekse şimdi kamu düzen ve yararını sağlayıcı niteliğini taşıdığı ve
sürdürdüğü bir gerçektir.
Uygar
ülkelerde geçmişte ve şimdi tutuklama müessesesi düzenlenirken, kendi devlet ve
toplum yaşantısına ve mevzuatına uygun düşer ve bu alanlardaki aşamalarını
izler biçimde ve nitelikte değişik kurallar, güvenceler, denetim ve kanun
yolları konulmuş olabilir. Ancak, olağan sayılması gereken bu değişik
düzenlemelerin ortak nitelik ve ereklerinin, kişi dokunulmazlığının ve
dolayısiyle kişisel hürriyetin olabildiği ölçüde ve çeşitli güvenceler altına
alınarak önemle korunup kollanması doğrultusunda olduğu görülmektedir.
Yurdumuzda
sorgu hakimlerince verilen tutuklama kararlan için itiraz yolundan başka, bir
de kendiliğinden işleyen bir kanun yolu olarak onama zorunluğunun konulmasında
bir sakınca olmamasına karşılık, kişi dokunulmazlığını koruyucu ek bir güvence
teşkil etmesi nedeniyle, çeşitli yönlerden yarar dahi vardır. Bu bakımdan
hukukun üstün kurallarına aykırı bir durum yaratıldığından da söz edilemez.
Bir
yasa hükmünün, konulmasını gerektirmiş bulunan nedenlerin ve dolayısiyle
süregelen gereksinmelerin sonradan kısmen veya tüm olarak kalkmış olup
olmadığını ve böylece artık yürürlükte kalmasının gereksiz hale gelip
gelmediğini takdir ile gerektiğinde başka bir yasa hükmüyle değiştirilmesini
veya büsbütün yürürlükten kaldırılmasını sağlamak yetkisi bu hüküm Anayasa'nın
buyurucu veya yasaklayıcı veyahut sınırlayıcı hükümleri ile çatışmadığı veya
Anayasa'nın koyduğu güvencelere aykırı düşmediği ve bu bakımdan Anayasa'ya
uygunluğu bir denelim konusu da yapılmadığı sürece, Anayasa'nın 64. maddesiyle
yalnız yasa koyucuya tanınmış bulunmaktadır.
Buraya
kadar yapılan açıklamalar göstermiştir ki. Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun
124. maddesinin sorgu hakimlerince verilen tutuklama kararlarının mahkeme
başkan veya hâkimince onamaya bağlı tutulmasını öngören hükmünün yürürlükte
bırakılmış olması, önce soyut olarak Anayasa'ya aykırı bulunmamaktadır.
Kaldı
ki, belirtildiği üzere, bu kuralın bir kanun yolu olarak yasalara konulmasının
da Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülemez. Çünkü, Anayasa'nın 136. maddesi
uyarınca, mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, işleyiş ve yargılama
usulleri kanunla düzenlenmektedir. Tutuklama usule ilişkin bir müessese
olduğundan genellikle usul kanunlarında yer almaktadır. Söz konusu onama
zorunluğunun ise, hem tutuklamaya ilişkin hem de kendiliğinden işler bir kanun
yolu niteliğinde bulunması itibariyle, Anayasa'nın buyurucu, yasaklayıcı ve
sınırlayıcı hükümlerine ve öngördüğü güvencelere aykırı düşmemek koşuliyle,
usul kanunlarında yer alması olanağı sürekli olarak var demektir.
Nitekim,
Anayasa Mahkemesinin, 9/7/1971 günlü, 13890 sayılı Resmi Gazete'de yayımlanmış
bulunan 18/2/1971 günlü, 1970/31 -1971/21 sayılı kararında da açıkça
belirtildiği üzere, kanun yollarına başvurulması olanağı, usul yasalarında yer
alabilir ve gerek kişi gerekse toplum yaşantısına güvence sağlaması bakımından
Anayasa'ya tüm olarak uygun düşer.
Öte
yandan, Anayasa'nın 132. maddesi, kanun yollarının yasalara konulmasını ve
bunlara başvurulmasını önleyici veya engelleyici bir hüküm de koymuş değildir.
Çünkü, yargı yerlerinde görev yapan hâkimler de her insan gibi yanılabilirler;
usul ve kanuna aykırı düşen kararlar vermiş olabilirler veya verdikleri
kararlar taraflar veya ilgililer için doyurucu sayılmayabilir. Diğer yönden
hâkimlerin, belli olaylarda uyguladıkları kanun hükümlerini veya ilgili öteki
hukuk kurallarını kendi kanılarına göre başka başka biçimlerde yorumlamaları
olanak ve olasılığı da vardır. İşte yargı yerlerinin verdikleri çeşitli
kararlarda, gerek yanılma ve gerekse başka biçimde yorumlama sonucu olarak
doğan ve olağan sayılması gereken kanuna ve hukuka aykırılıkların zamanında
giderilmesini sağlamak amaciyle bazı uygun hükümlerin konulması zorunluğu
vardır. Genel olarak "kanun yolu" diye tanımlanan bu hükümlere
başvurulması olanağı ile, gerek toplum gerekse taraflarla ilgililer için
güvence sağlanması görevi de yerine getirilmiş olmaktadır. Böylece, bir temel
hukuki uyuşmazlığın yargı yerlerince çözülmesi şansında gerek soruşturma
evrelerinde alınan ara kararlarının gerekse soruşturma sonunda esastan
verilecek kararların, gerek bireylerin gerekse toplumun adalet duygularını daha
büyük bir ölçüde doyurması da gerçekleşecektir.
Esasen
Anayasa'nın 132. maddesinde öngörülen mahkemelerin bağımsızlığı ilkelerinin
ereği, herhangi bir işi veya uyuşmazlığı tek bîr hâkime veya mahkemeye
gördürüp, sadece o hâkim veya mahkemenin kanısına göre karara bağlatmak ve
bununla yetinmek olmayıp, yargı yerlerini dışarıdan gelebilecek etkilerden
korumak ve olayları yalnız hukuksal ölçülere göre değerlendirerek herhangi bir
etki altında kalmaksızın sadece kendi kanılarınca hükme bağlamalarını
sağlamaktır. Şu hale göre, bir hâkimin veya mahkemenin işlem veya kararlarının
başka bir hâkim veya mahkemece incelenerek denetlemesi, 137. maddenin kapsamı
dışında kalmaktadır. Bu bakımdan, sorgu hâkimlerinin verdikleri tutuklama
kararlarının başka bir hâkim veya mahkeme başkanının onamasına bağlı tutulması
zorunluğunu koyan ve yukarıda belirtildiği gibi, kendiliğinden isleyen bir
kanun yolu niteliğinde bulunan, hükmün, bu çeşit tutuklama kararlarının
Anayasa'ya, kanuna ve hukuka uygunluğunu güvenlik altına alınması ereğini güden
bir yargısal denetim aracı bulunması itibariyle, Anayasa'nın 132. maddesindeki
"mahkemelerin bağımsızlığı" ilkelerine aykırı sayılması olanağı yoktur.
Çünkü aslında Anayasa'nın bu ilkeleri, kendi kapsamı içinde, hâkimleri veya
mahkemeleri, Anayasa'ya kanuna ve hukuka uygun karar veya hüküm vermekle
görevli kılan bir çeşit tedbir olarak dahi nitelendirilebilir.
O
halde Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 124. maddesinin ikinci fıkrasının sorgu
hâkimlerinin tutuklama kararlarının onanmasına ilişkin hükmü, Anayasa'nın,
gerek itirazda sözü geçen 132. ve dolayısiyle söz konusu olabilen 64. ve 136.
maddelerine gerekse öteki ilkelerine aykırı değildir. Bu nedenle itirazın reddi
gerekir. Recai Seçkin bu görüşe katılmamıştır.
SONUÇ
:
Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanununun 3207 sayılı Kanunla değişik 124. maddesinin itiraz
konusu ikinci fıkrasının sınırlama kararı uyarınca incelenen "tutuklama
kararının onanmasına" ilişkin hükmünün Anayasa'ya aykırı olmadığına ve
itirazın reddine Recai Seçkin'in karşı oyu ile ve oyçokluğu ile 15/6/1971
gününde karar verildi.
|
|
|
|
Başkanvekili
Avni
Givda
|
Üye
Fazıl
Uluocak
|
Üye
Sait
Koçak
|
Üye
Nuri
Ülgenalp
|
|
|
|
|
Üye
Muhittin
Taylan
|
Üye
Şahap
Arıç
|
Üye
İhsan
Ecemiş
|
Üye
Recai
Seçkin
|
|
|
|
|
Üye
Ahmet
Akar
|
Üye
Halit
Zarbun
|
Üye
Kani
Vrana
|
Üye
Muhittin
Gürün
|
|
|
|
Üye
Lütfi
Ömerbaş
|
Üye
Şevket
Müftügil
|
Üye
Ahmet
H. Boyacıoğlu
|
KARŞIOY
YAZISI
Adliye
Mahkemelerince verilen karar ve hükümlerin son inceleme mercii sıfatiyle
Yargıtay'ın Anayasanın 151. maddesinde geçen "bir dâvaya bakmakta olan
mahkeme" deyiminin kapsamı içine girmesi düşünülemez. Tersine bir görüş
151. maddenin ikinci fıkrası hükmü ile çatışır. Bu fıkrada aynen "Mahkeme,
Anayasaya aykırılık iddiasını ciddi görmezse, bu iddia, temyiz merciince esas
hükümle birlikte karara bağlanır." diye yazılıdır. Böylece birinci
fıkranın başındaki "Mahkeme" deyimine ikinci fıkra açıklık getirmekte
ve temyiz merciinin 151. maddede kullanılan "mahkeme" terimi dışında
bırakıldığı kesinlikle belli edilmiş olmaktadır.
Demek
ki Yargıtay, temyiz mercii sıfatiyle, ancak ilk derece mahkemesinin verdiği
hükmü incelerken bu mahkemede ileri sürülmüş ve ciddî görülmemiş Anayasaya
aykırılık iddiası üzerinde bozma nedeni olup olmaması bakımından duracak ve
iddiayı o yönü ile karara bağlayacaktır. Yoksa Yargıtayın, öteki mahkemeler
gibi, bir kanun hükmünü Anayasaya aykırı görerek veya aykırılık iddiasının
ciddi olduğu kanısına vararak doğrudan doğruya Anayasa Mahkemesine
başvurabilmesini Anayasa koyucu öngörmüş değildir. Aksine bir sonuca yorum
yoliyle dahi varılmasına yine 151. maddenin ilk iki fıkrasının yazılış biçimi
engeldir.
Şu
duruma göre 4. Ceza Dairesinin bir ceza mahkûmiyetini onama kararına yönelmiş
Cumhuriyet Başsavcılığı itirazını incelemekte olan Yargıtay Ceza Genel
Kurulunun Anayasanın 151. maddesine dayanarak ve Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanununun değişik 124. maddesinin ikinci fıkrasının Anayasaya aykırı olduğu
yolundaki iddianın ciddî görüldüğünü ileri sürerek Anayasa Mahkemesine
başvurmasına olanak yoktur. Başvurmanın başvuranın yetkisizliği yönünden reddi
gerekir.
1971/17
esas sayılı işte 25/3/1971 günlü ilk inceleme toplantısında Yargıtay Ceza Genel
Kurulunun Anayasanın 151. maddesi uyarınca Anayasa Mahkemesine başvurabileceği
yolunda verilen karara yukarıda açıklanan nedenlerle karşıyım.
KARŞIOY
YAZISI
Yargıtay
Ceza Genel Kurulunun, bir kanunun Anayasaya aykırılığını ileri sürerek, Anayasa
Mahkemesine başvurmaya yetkili olup olmadığı sorunu :
Olay
şudur : Yargıtay Ceza Genel Kurulunca, Ceza Mahkemesi tarafından verilen bir
karar hakkında Yargıtay Dördüncü Ceza Dairesinin verdiği onama kararına karşı
Cumhuriyet Başsavcılığınca hükmün bozulması isteğiyle ileri sürülen itiraz
üzerine, yapılan inceleme sırasında; sanığın kovuşturmanın her evresinde
yaptığı Anayasaya aykırılık iddiasının ciddî olduğu kanısına varılmış ve itiraz
konusu Ceza Muhakemeleri Usulü Kanununun 124. maddesinin ikinci fıkrası
hükmünün Anayasaya aykırılığı hakkında bir karar verilmesi için Anayasa
Mahkemesine başvurulmuştur.
Anayasa
Mahkemesinde yapılan ilk inceleme sırasında; itiraz yoluna başvuran Yargıtay
Ceza Genel Kurulunun Anayasa Mahkemesine başvurmağa yetkili olup olmadığı
hususu görüşülmüş ve çoğunlukla yetkili olduğu sonucuna varılmıştır.
Çoğunluğun
görüşü : (- Temiz yolu ile, bir uyuşmazlığın çözülmesi amacı güdülmekte
olduğundan burada yapılacak toplu bir yargılama çalışması, temiz muhakemesinden
ibarettir. Bu nedenle burada bir temiz dâvasından söz edilebilir.
-
Bir ceza karar veya hükmünün incelenmesi sırasında Yargıtayın esas görevi bir
geçerli hukuk kuralının uygulanmaması veya yanlış uygulanması sonucu ortaya
çıkan kanuna aykırılığın çözülmesi olduğuna göre sözü geçen kararda hükmün
ilişkin bulunduğu temel uyuşmazlığı kapsayan ceza dâvası Yargıtay incelemesi
sırasında da hukuk yönünden süregelmektedir.
-
İnceleme konusunda Yargıtayca verilecek karar, dâvanın kapadığı asıl
uyuşmazlığın esasını da etkileyecektir.
Bunlardan
ötürü Yargıtay, temiz yoluna başvurulan bir ceza dâvasına belli bir evresinde
yani temiz incelemesi sırasında bakmakta olan bir mahkeme durumuna girmektedir.
Bu nedenlerle Yargıtay temiz incelemesi sırasında Anayasaya aykırılık itirazı
ile Anayasa Mahkemesine başvurulabilir), şeklinde özetlenebilir.
Yargıtay
Ceza Genel Kurulunun Anayasa Mahkemesine başvurmaya yetkili olup olmadığı
hususunun tespiti için konunun Anayasa hükümlerinin ışığı altında incelenmesi
gerekmektedir. İlk önce halledilecek cihet, Yargıtayın, Anayasanın 151/1,
maddesinde kasdedilen, itiraz yoluna. başvurmaya yetkili mahkeme mefhumuna
girip girmediği hususudur.
Anayasa'nın
151 inci maddesinin birinci fıkrası: Bir dâvaya bakmakta olan mahkeme,
uygulanacak bir kanunun hükümlerini Anayasa ya aykırı görürse veya taraflardan
birinin ileri sürdüğü aykırılık iddiasının ciddi olduğu kanısına varırsa.
Anayasa Mahkemesinin bu koruda vereceği karara kadar dâvayı geri bırakır,
şeklindedir.
Yargıtay'ın,
yukarıdaki maddede yer alan "Bir dâvaya bakmakta olan mahkeme"
sayılıp sayılamayacağını tayin için Anayasa'nın 139 uncu maddesinin birinci
fıkrasında açıklanan durumunun tetkiki yerinde olur. Anayasanın 139/1 inci
maddesinde : Yargıtay adliye mahkemelerine verilen karar ve hükümlerin son inceleme
merciidir. Kanunla gösterilen belli dâvalara da, ilk ve son derece mahkemesi
olarak bakar, denilmektedir.
Demek
oluyorki 139/1 inci madde ile, Yargıtay'ın iki fonksiyonu ve hüviyetinin mevcut
olduğu kabul edilmiştir; Birisi, "Adliye mahkemelerince verilen kararların
ve hükümlerin son inceleme mercii" olması, diğeri de "Belli dâvalara
bakarken ilk ve son derece mahkemesi" olmasıdır.
Yargıtay'ın
ilk derece mahkemesi olması hüviyeti ile baktığı davalarda Anayasa'ya aykırılık
sebebiyle Anayasa Mahkemesine başvurmaya yetkili olduğunda bir kuşku yoktur.
Ancak Yargıtay'ın adliye mahkemelerince verilen karar ve hükümlerin son
inceleme mercii olması durumunda sonuç aynı değildir. Anayasanın 151.
maddesinde "dâvaya bakmakta olan mahkeme" terimiyle kasdedilen
mahkeme, vakıaları tahkike yetkili olan ve dâvanın esası hakkında hüküm ve
karar verecek mahkemedir. Nitekim aynı maddenin ikinci fıkrasında, mahkemenin
anayasaya aykırılık iddiasını ciddi görmemesi halinde, bu hususun temiz
merciince esas hükümle birlikte karara bağlanacağının açıklanması, bu
mahkemenin Yargıtayın adliye mahkemelerince verilen karar ve hükümlerin son
inceleme mercii olması hüviyetinden tamamen ayrı bir mahkeme olduğunu açıkça
göstermektedir. Yargıtay son inceleme mercii olarak fonksiyonunu ifa ederken
vakıaları yeniden tahkike girişen ilk derece mahkemesi değil denetim görevi
yapan bir prensip mahkemesidir. Yani karar ve içtihatlariyle yurdun her
tarafında kanunların aynı şekilde uygulanmasını temin eder. işte Yargıtayın
asıl fonksiyonu budur. Belli dâvalara bakarken vakıaları tahkike yetkili bir
derece mahkemesi olması istinai bir haldir.
Bu
nedenlerle, Yargıtayın temiz incelemesinin, bir uyuşmazlığın bir yargı önüne
getirilmesi olduğundan bu incelemenin bir yargılama çalışması niteliğinde
bulunduğu ve ortada bir temiz dâvası söz konusu edilebileceği, ceza dâvasının
Yargıtay incelemesi sırasında süregelmekte olduğu, Yargıtayın kararının dâvanın
kapsadığı asıl uyuşmazlığın esasını da etkileyeceği şeklindeki gerekçeler,
Yargıtayın teiniz yoluna başvurulan bir ceza dâvasına temiz incelemesi
sırasında bakmakta olan, vakıaları tahkike yetkili bir mahkeme durumunda
olduğunu kabule yeter görünmemektedir. Zira Anayasa'nın 139. maddesinin birinci
fıkrasında, Yargıtayın son inceleme mercii olduğu kabul edilmiş ve vakıaları
tahkike yetkili bir mahkeme telakki edilmediği için, aynı fıkrada hangi
hallerde vakıaları tahkike yetkili ilk derece mahkemesi sıfatını haiz olduğu
ayrıca belirtilmiş bulunmaktadır. Bu ayrımı açıkça yapan Anayasa hükümleri
karşısında Yargıtayın temiz incelemesi sırasında vakıaları tahkike yetkili bir
derece mahkemesi hüviyetinde-olduğunu ve Anayasa'ya aykırılık sebebiyle Anayasa
Mahkemesine başvurmaya yetkili bulunduğunu kabul eden görüşe karşıyım.
KARŞIOY
YAZISI
l-
Anayasa Mahkemesinin iki kararında belirtildiği üzere bir işlemin yasa
olabilmesi için en geniş anlamı ile kamu yararı düşüncesine dayanılarak
yapılmış olması, onun geçerlik koşullarındandır. Gerçekten mahkemenin
11/10/1963 günlü, 63/12 esas, 63/243 karar sayılı kararının gerekçeleri
arasında "Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, sayı l, sahife 349" şu
sözler bulunmaktadır : "6195 sayılı Kanun hükümleri incelendiği zaman bu
kanunun, kamu yararına olarak, geleceği düzenleyici, mücerret, şahsi olmayan
genel hukuk kuralları koymadığı, aksine olarak yayınlanmasından önce kazanılmış
hakları ortadan kaldıran özel bir müsadere hükmü koyduğu ... açıkça
görülmektedir. Bu tutum hukukun ana prensipleri ve Anayasa hükümleriyle
bağdaştırılması mümkün olmayan keyfi bir tasarruftur."
Yine
Anayasa Mahkemesinin 27/6/1967 günlü, 63/145, 67/20 sayılı kararının 3 sayılı
gerekçesinde (Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, sayı 5, sahife 125) şöyle
denilmektedir; Anayasa'nın - Cumhuriyetin nitelikleri başlıklı 2. maddesinde,
Türkiye Cumhuriyeti ... bir hukuk devletidir. - denilmektedir. Hukuk devletinin
tanımına giren bir çok unsurlardan birisi de, kamu yararı düşüncesi olmaksızın,
başka deyimle yalnızca özel çıkarlar için veya yalnızca belli partilerin veya
kişilerin yararına olarak herhangi bir yasanın kabul edilmiyeceğidir. Buna göre
çıkarılması için kamu yararı bulunmıyan bir kanun, Anayasa'nın 2. maddesi
hükmüne aykırı nitelikte olur ve dâva açıldığında iptali gerekir. Demek ki bu
kanunun kuruluşu, kamu yararı düşüncesine değil, bunun dışında kalan
düşüncelere dayanmaktadır. O halde bu hüküm, Anayasa'nın 2. maddesindeki hukuk
devleti ilkesine aykırı olması dolayısiyle de iptal edilmelidir."
Eski
hukukumuzda yürürlükte bulunan bir kural "Raiyye üzerinde tasarruf,
maslahata menuttur. Devletin uyruğu olanlar üzerindeki işlem ve eylemleri,
ancak iş görme, yararlılık düşüncesine bağlı olabilir." biçimindedir.
Demek ki yararlılık düşüncesine dayanmıyan bir hukuk kuralının konulması, eski
hukukumuzda dahi hukuk düzenine uygun bir işlem sayılmakta idi.
Yasa
kurallarının en geniş anlamı ile kamu yaran düşüncesine dayanılarak
konulabileceği ilkesi, konulduğu zaman kamu yararı düşüncesine dayanan bir
kuralın sonradan kamu yararı düşüncesine dayanmayan bir kural durumuna girmesi
ile onun artık Anayasaya aykırı bir duruma girdiğinin kabul edilmesi ve
Anayasa'nın 2. maddesine aykırılığı nedeni ile iptal edilmesi zorunluğunu
ortaya çıkarır.
2-
İtiraz konusu olan ve sorgu hâkiminin tutuklama kararlarının asliye hâkiminin
onayı ile hukuki varlık kazanacağı kuralını kapsayan Ceza Yargılama Usulü
Yasasının 124. maddesinin 2. fıkrası kuralı, Prof. Tahir Taner ile, Nurullah
Kunter'in açıklamalarından anlaşıldığı üzere (Prof. Tahir Taner - Ceza
Muhakemeleri Usulü 2 nci bası, 1950, S. 137 - 139; Prof Nurullah Kunter - Ceza
Muhakemeleri Hukuku 1961, S. 510-511) kişi özgürlüklerinin güvence altına
alınması düşüncesine dayanılarak değil, sorgu hâkimlerinin yetişme durumları
dolayısiyle onların verdikleri önemli bir takım kararların hukuki denetimini
kendiliğinden sağlamak düşüncesine dayanmaktadır. Nitekim tartışma konusu
kuralın bulunduğu fıkra tüm olarak incelenince sorgu hâkiminin salıverme
kararlarının dahi asliye hâkiminin onayına bağlı tutulduğu görülür; oysa, bu
tür kararlar kişi özgürlüğü doğrultusunda verilmiş kararlardır. Ceza
Yargılamalar Usulü Yasasının konulduğu dönemdede Türkiye'deki sorgu
hâkimlerinin çoğu hukuk öğretimi veren hukuk okullarından veya fakültelerinden
yetişmiş kimseler olmadıkları için yasa koyucu o zamanlar böyle bir tedbiri haksızlıkları
önlemek gibi kamu yararı düşüncesine dayanarak benimsemiş bulunmakta idi. Ancak
bugün için durum değişmiş, sorgu hâkimliklerinde hukuk okulu veya fakültesini
bitirmemiş hâkimler kalmamıştır. Bugünkü sorgu hâkimleri özellikle adlî
kadroları geniş olan yerlerde yetki ile ceza hâkimi, hukuk hâkimi, olarak dahi
çalıştırılmaktadırlar. Birçok yerlerde, sorgu hâkimi olarak verdiği tutuklama
kararlarının başka hâkimin onayına bağlı tutulduğu bir hâkimin, ceza dâvasına
bakan asliye hâkimi olarak verdiği tutuklama kararlarının doğrudan doğruya
hukukî sonuç doğuran, kararlar olması gibi tuhaf durumlar dahi
gerçekleşmektedir. Bütün bu olaylar, kuralın konulduğu zamandaki kamu yararı
düşüncesinin artık sona ermiş bulunduğunu ve kuralın Anayasa'nın 2. maddesindeki
hukuk devleti ilkesi ile çelişir duruma düştüğünü ve iptali gerektiğini
göstermektedir.
3-
Ülkemizde sorgu hâkimliği ve karar hâkimliği düzeninin 1929 tarihli Ceza
Yargılama Yöntemi (Usulü) Yasasının ilk biçimi ile kurulması yoluna gidilmiş
ise de bunun hâkim kadrolarının darlığı dolayı-siyle uygulanamıyacağı
anlaşıldığından, bu düzenden vazgeçilmiş ve sorgu hâkimliği ile karar hâkimliği
görevleri sorgu hâkimi adı altında çalışan tek bir hâkimin üzerinde
birleştirilmiştir. Buna göre sorgu hâkiminin yaptığı soruşturmanın etkisi
altında kalarak yansız karar veremiyeceğinden dolayı bir takım kararları verme
yetkisinin ondan alınması gibi bir düşünceye dahi artık yer verilemez. Eğer
yasa koyucu böyle bir düşünceye olabildiğince yer vermek ereğini gütmüş olsa idi
sorgu hâkiminin verdiği kararların en önemlilerinden bulunan son soruşturmanın
açılması kararını dahi asliye ceza hâkiminin onayına bağlı tutardı. Sorgu
hâkiminin tutuklama kararlarına karşı itiraz yolu da açık olduğu için kişi
özgürlüğü bu yolla korunmuş olur ve böylece kişi özgürlüğünü korumak amacı ile
sorgu hâkiminin tutuklamaya ilişkin kararlarının asliye hâkiminin onayından
geçirilmesi kuralında kamu yararı düşüncesinin bugün için dahi bulunduğu, artık
ileri sürülemez. Kaldı ki az yukarıda belirtildiği üzere bu kuralın başlangıçta
konulmasında güdülen kamu yararı, kişi özgürlüğünü yersiz tutuklamalara karşı
güvence altına almak değildi.
4-
Yukarıdaki bentlerde açıklandığı üzere itiraz konusu kuralın konulduğu tarihte
gerekçesi bulunan kamu yararı düşüncesi, bugün görevde bulunan sorgu
hâkimlerinin hepsinin öbür hâkimler gibi hukuk öğrenimi yapmış ve onlar gibi
yetiştirilmiş kimseler olması dolayısiyle ortadan kalkmıştır ve kişisel
özgürlüğü güvence altına almak düşüncesi bu fıkranın tümünün ve bu arada
inceleme konusu bölümünün yürürlükte kalması için geçerli bir düşünce olarak
ileri sürülemez. İmdi, kuralın Anayasa'nın 2. maddesindeki hukuk devleti
ilkesine aykırılığı yüzünden iptaline karar verilmemiş olması Anayasa'ya
aykırıdır.
5-
Çoğunluk gerekçesinde itiraz konusu 124. madde kuralının kişi dokunulmazlığının
bir güvencesi olduğu ilkesine dayanılmaktadır ve bulun tartışmalarda sorgu
hâkiminin salıverme kararlarının dahi başka hellimce onaylanmasının zorunlu
kılınmasının kuralın konuluş ereğinin bu olmadığını gösterdiği düşüncesine
değinilmekten kaçınılmaktadır ki hu durum dahi çoğunluk görüşünün dayanıksız
bulunduğunu belirtmektedir.
SONUÇ:
İnceleme konusu kuralın konulduğu tarihte gerekçesi bulunan kamu yaran
düşüncesinin koşulların değişmesi sonunda ortadan kalkmış ve kuralın
savunulması için bugünkü koşullar altında kamu yararı olarak
nitelendirilebilecek başka bir erek dahi kabule değer gerekçelerle ileri
sürülmemiş bulunması karşısında kuralın iptali isteminin reddedilmiş olmasına
karşıyım.