ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas Sayısı:1970/42
Karar Sayısı:1971/30
Karar Günü:9/3/1971
Resmi Gazete tarih/sayı:23.11.1971/14021
İtiraz
yoluna başvuran : Söğüt Asliye Ceza Mahkemesi.
İtiraz
konusu : 13/7/1965 günlü, 647 sayılı Cezaların infazı hakkındaki Kanunun 4.
maddesi hükümlerinin Anayasa'nın 12. ve 64. maddeleri hükümlerine aykırı bulundukları
kanısı ile, iptallerine karar verilmesi istenilmiştir.
I- O
l a y :
Ateşli
silâhla mermilerin taşımak ve saldırgan sarhoşluk eylemlerinden Ötürü sanığın
6136 sayılı Ateşli Silâhlar ve Bıçaklar hakkındaki Kanunun 13 maddesi ve Türk
Ceza Kanununun 572. maddesinin birinci fıkrası uyarınca cezalandırılması
istemini kapsayan 6/4/1970 günlü, 1970/63-36 sayılı iddianame ile açılmış
bulunan kamu dâvasının duruşması sırasında, sanığa yükletilen eylemlerin
değindiği kanun maddelerinde yer alan kişi hürriyetini bağlayıcı cezaların alt
sınırları bakımından, mahkûmiyete karar verilmesi halinde hükmedilecek
cezaların para cezasına veya tedbirlere dönüştürülmesi olanağı itibariyle, bu
dâvada uygulama yeri bulunan 647 sayılı Kanunun 4. maddesi hükümlerinin Anayasa'ya
aykırı olduğunun Cumhuriyet savcısınca ileri sürülmesi ve buna sanık vekilinin
de katılması üzerine, mahkemece bu ileri sürmenin ciddi olduğu kanısına
varılalar, itiraz konusu edilmiş bulunan kanun hükümlerinin iptali için Anayasa
Mahkemesine itiraz yoliyle başvurulmasına karar verilmiştir.
III-
itiraz konusu edilen kanun hükümleri : Mahkemece iptalleri istenen kanun
hükümleri şunlardır :
13/7/1965
günlü, 647 sayılı Cezaların infazı Hakkındaki Kanunun 4. maddesi :
"Madde
4- Kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar yerine, suçlunun ahvali mahsusasına
ve suçun işlenmesindeki suret ve şekil hususiyetlerine göre mahkemece;
1.
Kabahatlerde, beher gün karşılığı 5 ilâ 10 lira, cürümlerde 10 ilâ 30 lira
hesabı ile para cezası,
2.
Altı ayı geçmemek üzere Devlet, belediye hizmetlerinde, iktisadî Devlet
Teşekkülerinde çalıştırmaya,
3.
Aynen iade ve tazmine,
4.
Altı ayı geçmemek üzere bir eğitim veya ıslah müessesesine devam etmeye,
5.
Bir yılı geçmemek kaydiyle muayyen bir yere gitmekten, bazı faaliyetleri veya
meslek ve sanatı icradan men'e,
6.
Her nev'i ehliyet ve ruhsatnamenin bir aydan bir yıla kadar muvakkaten geri
alınmasına;
Hükmolunabilir.
Taksirli
suçlardan dolayı hümolunan hürriyeti bağlayıcı ceza uzun süreli de olsa
hakkında bu madde hükmü uygulanabilir."
IV-
Mahkemenin dayandığı Anayasa hükümleri :
Mahkemenin
itiraz gerekçesine dayanak yaptığı Anayasa maddeleri:
"Madde
12- Herkes, dil, ırk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din ve mezhep
ayırımı gözetilmeksizin, kanun önünde eşittir.
Hiçbir
kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz."
"Madde
64- Kanun koymak, değiştirmek, kaldırmak. Devletin bütçe ve kesin hesap kanun
tasarılarını görüşmek ve kabul etmek para basılmasına, genel ve özel af
ilânına, mahkemelerce verilip kesinleşen ölüm cezalarının yerine getirilmesine
karar vermek, Türkiye Büyük Millet Meclisinin yetkilerindendir."
V-
İlk inceleme :
Anayasa
Mahkemesi, Lütfi Ömerbaş, Celâlettin Kuralmen, Hakkı Ketenolğu, Fazıl Uluocak,
Sait Koçak, Avni Givda, Nuri Ülgenalp, îh-san Ecemiş, Recai Seçkin, Ahmet Akar,
Halit Zarbun, Kani Vrana, Muhittin Gürün, Şevket Müftügil ve Ahmet H.
Boyacıolğu'nun katılmalariyle 11/11/1970 gününde, Anayasa Mahkemesi İçtüzüğünün
15. maddesi hükmü uyarınca yaptığı ilk inceleme toplantısında işin esasının
incelenmesine oybirliğiyle karar vermiştir,
VI-
Esasın incelenmesi ;
İşin
esasına ilişkin rapor, Söğüt Asliye Ceza Mahkemesinin 16/İ/ 1970 ve 14/7/1970
günlü yazılarına bağlı karar ve ekleri, Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülen
hükümler, dayanılan Anayasa maddeleri; bunların gerekçeleri ve ilgili Yasama
Meclisleri görüşüne tutanakları ve konuya ilişkin öteki metinler okunduktan
sonra gereği görüşülüp düşünüldü :
Görüşmelerin
başında incelemenin sınırlanması gerekip gerekmediği konusu ele alınmıştır.
Anayasa'nın
151. ve Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri hakkındaki
22/4/1962 günlü, 44 sayılı Kanunun 27. maddeleri hükümlerine göre, mahkemeler,
ancak bakmakta oldukları dâvalar dolayısiyle Anayasa Mahkemesine itiraz yoluna
başvurabilirler. Bir dâvanın hukukça var sayılabilmesi için ise, onun kanunlara
uygun olarak açılmış ve ayrıca mahkemenin yetkisi içine girmekte bulunmuş
olması gerekir,
Bundan
başka, aynı hükümler uyarınca mahkemelerin bu başvurmaları, o dâva nedeniyle
uygulanacak kanun hükümleri ile dahi sınırlı bulunmaktadır. Dosya içinde
kâğıtların incelenmesi sonunda, itiraz yoluna başvuran mahkemenin kanuna göre
bakmakta olduğu bir dâvanın bulunması koşulunun gerçekleştiği görülmüş ise de,
bu dâva nedeniyle uygulanacak hükümler arasında, mahkemenin itiraz konusu yapıp
iptallerine karar verilmesini istediği kanun hükümlerinin tümünün yer alıp
almadığı yönünden ayrıca incelenip belli edilmesi gerekmiştir.
Yukarıda
"Olay" bölümünde de açıklandığı üzere, kamu dâvası sanığın 6136
sayılı Ateşli Silâhlar ve Bıçaklar Hakkındaki Kanunun 13. maddesi ve Türk Ceza
Kanununun 572. maddesinin birinci fıkrası uyarınca cezalandırılması istemiyle
açılmış bulunduğuna ve eylemlerinin saptanması sonunda sanığın bu maddeler
uyarınca cezalandırılması gerekeceğine göre, mahkeme bu işte sözü geçen kanun
hükümlerini ve bu hükümlerde yer alan kişi hürriyetini bağlayıcı cezaların alt
sınırlarını gözönünde bulundurarak bunların para cezasına veya tedbirlere
dönüştürülmesi bakımından da, 13/7/1965 günlü, 647 sayılı Cezaların İnfazı
Hakkındaki Kanunun 4. maddesinin l - 6 sayılı bentlerinde gösterilen para
cezasına veya tedbirlere ilişkin hükümleri uygulama durumunda bulunabilir.
Çünkü, sanığa yükletilen eylemler kasten işlenen cürüm veya sadece kabahat
cinsinden olup, taksirli suçlardan bulunmamaktadır. O halde, mahkeme bu işe
aynı maddenin, taksirli suçlardan dolayı hükmolunacak hürriyeti bağlayıcı
cezalara ilişkin bulunan "Taksirli suçlardan dolayı hükmolunan hürriyeti
bağlayıcı ceza uzun süreli de olsa hakkında bu madde hükmü uygulanır."
biçimindeki son fıkrası hükmünü uygulama durumunda olamaz.
Anayasa
Mahkemesi, yukarıdaki nedenle işin esasının, 647 sayılı Cezaların infazı
Hakkındaki Kanunun 4. maddesinin, itiraz yoluna başvuran mahkemenin bakmakta
olduğu dâvanın niteliğine göre, "Kısa süreli hürriyeti bağlayıcı
cezalar" a ilişkin 6 bentlik birinci fıkrası ile sınırlı olarak
incelenmesine oybirliği ile karar vermiş ve sonra esas konuyu ele almıştır.
Cezaların
yerine getirilmesine, toplumun öç alma duygularını doyurmayı ve ceza
yaptırımlarının etkili bir ibret olması esasını benimseyen eski Ceza Hukuku
anlayışı, toplumların uygarlık düzeyinin büyük ölçüde geliştiği ve insan
haysiyetinin daha çok gözetlediği zamanımızda hemen hemen tüm olarak
terkedilerek, yerine suç işleyenleri, kî siliklerine uygun eğitim, öğretim ve
çalıştırma yolları ile düzeltme ve kendilerini topluma tekrar yararlı bireyler
haline getirme gibi, hem insanca nem de toplumsal ilke ve amaçlara dayanan yeni
bir sistem, bütün batı ülkelerince öngörülmüş bulunmaktadır. Ceza evlerinden
çıktıktan sonra, pişman olmuş ve artık düzelmiş bulunan hükümlü 'kişilerin
toplum içinde, yeniden suç işlemelerine engel olunması yönünden izlenmeleri ve
hatta bir bakıma suçluluğa karşı korunmaları da bu yeni ve insan haysiyetine
daha uygun düşen çağdaş yerine getirme sisteminin kapsamı içine girmektedir.
Cezaların
yerine getirilmesi konusunda yapılmış bulunan bütün bilimsel araştırma ve
denemelerin ve bu arada sürekli bir şekilde gözlenen çeşitli uygulamaların
verdiği sonuçlara göre, hükümlünün sadece dışardan ve doğrudan doğruya
yapılacak etkilerle düzelmiş hale getirilmesi her vakit mümkün olmamaktadır.
Nitekim, bir yandan sıkı ve amansız bir disiplin ile sürekli bir ceza tehdidi
ve öte yönden yumuşak bir hatırlatma ile telkinlerin etkisi, hükümleri tekrar
iyi halli birer kişi yapmağa çoğu kez yetmemekte ve bu nedenle, onları tekrar
doğal durumlarına çevirmek için, kendi istek, bilinç ve gereksinmelerini üstün
tutacak bir yol izlenmesi zorunluğu doğmaktadır.
Çağdaş
ceza hukukunda ceza yaptırımlarının konulmasındaki esas amaca uygun olarak bu
yaptırımların yerine getirilmesinde de temel ilke, ceza hükümlülerinin iç
varlığına ve dünyasına girerek esasta onu düzeltme, yeniden suç işlemesinin ve
toplum için sürekli bir tehlike olmasının önüne bu yolla geçmek ve dolayısiyle
topluma tekrar yararlı birey haline getirildikten sonra toplum içine serbest
bırakmak olması gerektiğine göre, böyle bir düzeltme yoluna yönelmede,
hükümlünün kendi istek ve bilinci ile duyacağı gereksinmenin ortaklığını
sağlamak başarı için önde gelen koşulları oluşturmaktadır. Böyle bir başarılı
sonuç ise, çağımızın bütün uygar ülkelerinde gittikçe artan bir ölçüde
uygulanan (Yerine getirmenin yumuşatılması hükümlülerin ceza yaptırımlarının
yerine getirilmesi süresince çeşitli yönlerden topluma yaklaştırılması ve
tekrar kazandırılması) yolu ile elde edilebilir.
Yukarıda
belirtilen temel ilkelerden yararlanılarak, çağdaş ceza yerine getirme
sistemlerinde, cezaların şahsileştirilmesi ilkesi doğrultusunda olmak üzere,
yerine getirmenin dahi şahsileştirilmesi yani bireyleştirilmesi ilkesi
benimsenmiş bulunmaktadır.
Cezayı
yerine getirme hukukunun yukarıda işaret olunan yeni gelişme evresi gözönünde
tutularak hazırlanmış bulunan 13/7/1965 günlü, 647 sayılı Cezaların İnfazı
Hakkındaki Kanunun tasarısına ilişkin Bakanlar Kurulu gerekçesinde yukarıdan
beri açıklanan düşünceler temel alınmış ve bunlar kanunun itiraz konusu
yapılmış olan ve "Kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar yerine
uygulanabilecek cezalar" başlığını ta-siyan 4. maddesi hakkında aynen
"Cezaların şahsileştirilmesi prensibinin yeni bir uygulama şekli olmak
üzere, bu maddede sevkedilmiş olan hükümlerle cezaların aynen tatbiki sonucu
cezaevlerine hapsedilmek suretiyle hükümlülerin ıslahı yoluna gidilmesinden
ibaret bulunan eski sistem terkedilerek, onun yerine kısa süreli hürriyeti
bağlayıcı cezalarda suçluyu kendi denetim ve gözetimi altına koymak ve bu
hususta hâkimin takdir yetkisini de genişleterek gerekli gördüğü takdirde bu
kabil hürriyeti bağlayıcı cezalar yerine, sözü geçen maddede sayılan
tedbirlerden birinin uygulanması öngörülmüş, böylece modern ceza hukukunun
kabul eylediği ceza ve emniyet tedbirlerinin yekdiğerini tamamlayıcı, bîr
tarzda ve birbirine paralel olarak uygulanması île, ulaşılmak istenen gayenin
daha kolay ve çabuk gerçekleşeceği ve hû kümlülerin bir daha suç işlemekten
kaçınan ve ıslah edilmiş iyi bireı vatandaş olarak tekrar toplum hayatına
karışmalarının sağlanacağı mümkün görülmüştür.
Kısa
süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar yerine; mahkeme suçlunun kişiliğine suçun
işlenmesindeki suret ve şekil özelliklerine, duruşmadan tahassül eden kanaate
göre bu maddenin birinci bendinde yer alan para cezasının (Tayin edilen ölçüler
içerisinde) veya diğer bentlerde gösterilen tedbirlerden birinin uygulanmasına
karar verebilecektir.
Ancak,
mahkeme bu madde hükmüne göre, yapılan uygulamalarda tatbik maddesinde,
hürriyeti bağlayıcı ceza ile birlikte, para cezası veya diğer mütemmim bir ceza
dahi bulunduğu takdirde, bu halde hürriyeti bağlayıcı ceza yerine tayin
olunacak altıncı bentteki tedbirlerden birinden başka ayrıca maddede mevcut
olan para cezası 5. maddeye göre ve varsa mütemmim ceza da müstakillen
hükmolunacaktır.
Birinci
bende göre tayin olunacak ceza para cezalarının mahiyeti ve yerine getiriliş
şekilleri Türk Ceza Kanununun 19. ve 21. maddelerini tamamlayan bu kanunun 5.
maddesinde açıkça gösterilmiştir.
Suçu
tespit eden maddede, hürriyeti bağlayıcı cezanın nev'ine göre hüküm olunacak
para cezası da ağır veya hafif olarak tayin olunacaktır.
Yine
mahkeme, ikinci bent hükmüne göre, kısa süreli hürriyeti bağlayıcı ceza yerine,
suçlunun 6 ayı geçmemek üzere Devlet veya belediye hizmetlerinde yahut da
iktisadi Devlet Teşekküllerinde çalıştırılmasına karar verebilecektir.
Bu
takdirde suçlu anılan müesseselerde cari ücret üzerinde çalıştırılacaktır.
Üçüncü
bent, genel olarak mal aleyhinde işlenen veya vehameti olmayan suçlar için,
mahkemece gerekli görüldüğü takdirde uygulanacak ceza tedbirlerinden birini
ihtiva etmektedir. Burada hürriyeti bağlayıcı ceza yerine, suç konusu eşya ve
malın aynen mağdura iadesi veya tazmini öngörülmüştür.
Dördüncü
bentte ifade edildiği üzere suçlunun manevi kalkınması ve ıslahının sağlanması
için, mahkemece gerekli görüldüğü takdirde, kendisi halen mevcut bulunan ve ileride
kurulacak olan eğitim ve ıslah müesseselerine gönderilebilecektir.
Muayyen
bir yere gitmek veya bazı faaliyetler yahut da meslek ve sanatın icrası, suçun
işlenmesinde dolaylı bir neden bulunduğu takdirde; yahut da belirli bir yere
gitmemek veya bazı faaliyetler yapmamak yahut da bazı meslek ve sanatın
yapılmasından yasaklılık suçluyu ıslah edeceği kanısını verirse, mahkeme 5.
bent uyarınca suçlunun belirli bir süre bu kabil yerlere gitmesini yasak
edebileceği gibi, bazı faaliyet veya meslek ve sanatın icrasından da
menedebilecektir.
Suçlunun
ehliyet ve ruhsatname sahibi olup, bu ehliyet ve ruhsatının belirli süre veya
müebbeten geri alınması, kendisini ıslaha yönelten kâfi bir ceza takdir
edildiği veya ehliyeti yahut da ruhsatnamenin konusu olan aracın kullanılması,
suçun işlenmesinde dolaylı bir neden bulunduğu takdirde, kısa süreli hürriyeti
bağlayıcı ceza yerine 6. bent hükmü uygulanabilecektir." biçiminde
genişletilerek tekrarlanmış bulunmaktadır.
Uzun
süreli hürriyeti bağlayıcı cezalarla itiraz konusu kanun maddesinde yer 'alan
kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar, sözü geçen kanunun (Uzun ve kısa
süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar) başlığını taşıyan 3. maddesinde "Uzun
süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar, müebbed veya muvakkattir. - Müebbed ölünceye
kadar devam eder - Muvakkat uzun süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar, altı aydan
yukarı olanlardır. - Altı aya kadar (Altı ay dahil) hürriyeti bağalayıcı
cezalar kısa sürelidir." diye tanımlanarak belirtilmiştir.
İtiraz
konusu yapılan 4. maddenin Bakanlar Kurulu gerekçesinde, nitelikleri belirtilen
kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezaların yükletilmesi gereken hallerde,
suçlunun kendi kendisini düzeltmesine olanak verilmesi ve bu cezalar yerine
olabildiğince esnek bir para cezası veya bu doğrultudaki öteki tedbirlerin
uygulanması sorunlarının önemle ele-alındığına işaret edilmektedir.
Kanunun
Yasama Meclislerinde yapılan görüşmeleri sırasında Bakanlar Kurulunca dayanılan
gerekçelerin esas alındığı görülmüştür.
Ceza
Hukuku doğrultusunda olarak "çağdaş cezayı yerine getirme" hukukunun
dahi öteki uygar ülkelerdeki gelişim ve oluşumu hakkında yukarıda kısaca
değinilen düşüncelerle 13/7/1965 günlü, 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkındaki
Kanunun tümüne ve özellikle mahkemece itiraz konusu yapılmış bulunan 4.
maddesine ilişkin gerekçelerin ve kanunun Yasama Meclislerindeki görüşülmesini
kapsayan Meclis tutanaklarının birlikte incelenmesinden, sözü edilen 4.
maddenin hazırlanmasında, yukarıda belirtilen kısa süreli hürriyeti bağlayıcı
cezaların yükletilmesi gereken hallerde bunların yerine olabildiğince esnek bir
para cezasının veya bu doğrultuda olmak üzere maddede gösterilen öteki
tedbirlerin hükmedilmesi yolu ile suçlunun özellikle kendi kendisini
düzeltmesi, dolayısiyle suçtan zarar görenlerin bu zararlarının sağlanması,
hatta kısa 'süreli hürriyeti bağlayıcı cezaların ceza evlerinde yerine
getirilmesinin ilk kez hüküm giymiş bulunan hükümlülerde yaratacağı olumsuz
etkilerin sonucu olarak bunların toplum bakımından büsbütün kaybedilmelerinin
önlenmesi veya bir bakıma cezaların yerine getirilmesi giderlerinin de
azaltılması gibi sorunların da önemle gözönünde tutulduğu anlaşılmaktadır.
O
halde burada önce genel olarak ceza yerine hükmedilecek tedbirlerin nitelik ve
nicelikleriyle çeşitleri ve sonra da, bunların kısa süreli hapis cezaları
yerine hükmedilmesin! sağlayan bir kanun hükmünün Anayasa'ya aykırılığı
yönlerinin incelenmesi daha yararlı olacağı düşünülmüştür.
Ceza
hukuku alanında bir çeşit yaptırım olarak nitelendirilen emniyet tedbirleri,
gerek Anayasamızda ve gerek Ceza Kanunumuzda tanımlanmamıştır. Her ne kadar,
Anayasa'nın, Ceza Hukuku alanı ile ilgili bazı temel ilkeleri kapsayan 33.
maddesinin (Cezaların kanuniliği ve dolayısiyle şahsiliği ve eşitliği) ilkelerine
ilişkin bulunan ikinci fıkrasında (Cezalar ve ceza tedbirleri ancak kanunla
konulur) denmek yoliyle, ceza yaptırımlarından başka (Ceza tedbirleri) diye bir
çeşit tedbirlerden dahi söz edilmiş ise de, ne Ceza Kanunumuzda ve ne de ceza
hukukunda emniyet tedbirleri dışında diğer bir tedbir çeşidine yer verilmemiş
bulunduğundan, bu terimle emniyet tedbirlerinin kastedildiği anlaşılmakta ve
öğretide de böyle kabul edilmektedir. Emniyet tedbirlerinin Ceza Kanununda da
bir tanımı yoktur. O halde, Ceza Hukuku alanındaki genel tanım göz önünde
tutulmalıdır. Aslında emniyet tedbirleri, çağdaş ceza hukukunda bir çeşit
yaptırım olmak üzere, bağımsız bir müessese halini kazanmıştır denilebilir.
Çünkü, bugün ceza hukuku alanında bu tedbirlere yer vermeyen okul veya ceza
kanunlarına bunlar hakkında hüküm koymayan ülke yok gibidir.
Emniyet
tedbirleri, "suç karşılığı olarak ve suçludaki tehlike haliyle orantılı
bir biçimde hükmedilen ve esas itibariyle suça ve suçluya karşı toplum
savunması amacına yönelmiş bulunan yaptırımlardır" diye tanımlanabilir.
Suçları önlemek ve suç işleyenlerin yeniden suç işlemelerine engel olmak için
çok kez ceza yaptırımları yetmemekte, kimi suçlular çeşitli kanuni nedenlerle
sorumsuz olduklarından cezalandırılamamakta veya yerine getirilen ceza
yaptırımları suçluların düzelmesini tek basma sağlayamamaktadır. Toplumun
tehlikeden korunması ise, suçluları, olabildiğince eğitmek, ıslah ve hatta
toplumsal ve psikolojik yönlerden tedavi etmek ve dolayısıyla onları topluma
yeniden zarar vermiyecek ve bir tehlike de teşkil etmiyecek hale sokmakla
kabildir. Bu sonuçların gerçekleşmesini sağlamak için de bazı suçlular
hakkında, ceza yaptırımlarından ayrı veya onlarla birlikte olmak üzere, suç ve
dolayısıyle suçluya karşı bazı toplum savunması tedbirlerinin alınması
gerekebilir. İşte bunlara ceza hukuku alanında emniyet tedbirleri denmektedir.
Bu bakım dan, emniyet tedbirleri, cezaların yanında veya onların yerini tutmak
üzere kabul edilmiş olan ve sosyal korunma ile birlikte başka yarar v^
nedenlere de dayanan ve dolayısiyle ceza hukuku alanında ayrı ve özel bir yer
alan yaptırımlardır.
Emniyet
tedbirleri, suçlunun düzeltilmesi ve uslandırılması yolu ile toplum yararını
sağlamak üzere uygulanır. Böylece, bir tehlike haline karşı uygun tedbirlerle
önleyici bir tepki göstermek amacı güdülür. Anayasa'nın 33. maddesinde
"Cezalar ve ceza tedbirleri - yani emniyet tedbirleri - ancak kanunla
düzenlenir" denildiğine göre, ülkemizde cezalarla emniyet tedbirleri
konusunda, kanunilik, eşitlik, şahsilik ve bireyleştirme yönlerinden dahi bir
ayırma yapma olanağı yoktur. O halde, emniyet tedbirleri de cezalar gibi,
kanunca saptanır. Kanunilik eşitlik ve şahsilik ilkelerinin izlediği süreç,
ulaştığı evre ve düzey, emniyet tedbirleri bakımından öncelikle gözönünde
bulundurulur ve geçerlidir. Ancak cezalar, eylemin ağırlığı ve suçlunun sorum
derecesi ile orantılı olarak tertip edilir ve uygulanır; yani kişiseldir. Buna
karşılık emniyet tedbirlerinin esasını, çeşit ve derecesini, suçludaki
tehlikelilik hali belli eder. Çünkü tedbirler, ilke olarak, bu tehlikelilik
halinin ortadan kaldırılması amacı ile uygulanırlar. O halde cezalarla emniyet
tedbirleri arasındaki ortak erek, özel bir önlemeden ibarettir.
Aslında,
ceza yaptırımlarının kendilerinde korkutuculuk niteliği de vardır. Böylece bu
yaptırımlar, toplumun suç ve suçluya karşı olan onaylamamasını duyurmuş
olurlar. Oysa, emniyet tedbirlerinin uygulanmasında toplumun daha çok acıma ve
şefkat duygulan önde tutulmuştur. Bunların yerine getirilmesi, cezaların yerine
getirilmesi gibi adlî - idari bir çalışma teşkil eder. Hatta, yerine getirme
sırasında bireyleştirmeye yönelmiş takdir öğesi, cezalardakinden çok fazladır.
Demek ki, emniyet tedbirleri de bireyleştirilmektedir.
Diğer
yönden emniyet tedbirleri dahi, hükmedilişleri bakımından yargısal bir nitelik
gösterirler. Çünkü, bunlar, ancak faillerin bir suçu işledikleri yargısal
yollarla saptandıktan sonra hüküm altına alınabilir. Demek ki, emniyet
tedbirlerinin hükmedilip uygulanması, suç teşkil eden bir eylemin işlendiğinin
saptanmasına bağlıdır. Bu nedenle, henüz suç işlememiş ve fakat geçirdikleri
hayat tarzı itibariyle toplum için tehlike halinde bulunan kişiler hakkında
dahi emniyet tedbirlerinin uygulanma sini öngören düşüncelere çağdaş ceza
hukukunda itibar edilmemiştir. Ancak bu çeşit emniyet tedbirleri, birer kolluk
tedbiri olarak inceleme ve uygulama konusu yapılmaktadır.
Ceza
yaptırımları arasında hayata ilişkin olanı bulunabildiği halde, emniyet
tedbirleri sadece hürriyete, haklara ve mameleke ilişkin bulunmaktadırlar. Bu
bakımdan, emniyet tedbirleri pek çeşitli olmakla ve gerek ceza kanunlarında ve
gerekse öğretide başka başka açılardan değişik sınıflandırılmalara bağlı
tutulmaktadırlar. Hemen hemen ortak sayılabilecek bir sınıflandırmaya göre,
emniyet tedbirleri ilgili oldukları konular, yani hukukî değerler yönünden,
hürriyeti kaldırıcı veya sınırlayıcı, sonradan yoksunluk gerektirici ve (Hükmün
ilâmı önleyici kefalet gibi) öteki tedbirler diye üç ana bölümde toplanabilir.
Emniyet
tedbirlerinin uygulanması yöntemleri de değişiklik göstermektedir. Emniyet
tedbirleri bazı yerlerde cezaların yanında ve onlara ek veya ceza yaptırımları
ile seçilerek ve bazı yerlerde de ceza yaptırımları yerine bağımsız bir şekilde
uygulanmaktadır. Çağdaş uygar ülkelerin çoğu, ceza yaptırımları ile emniyet
tedbirlerini, biri ötekisini kovalamak üzere, ayrı ayrı uygulamaktadırlar. Bir
bölüm ülkelerin mevzuatı ise hâkime yetki tanıyarak, gerektiğinde cezaların
emniyet tedbirlerine dönüştürülmesini kabul etmektedir. Diğer bir bölüm ülkeler
mevzuatı da, ceza ile emniyet tedbirleri arasındaki ikiliği kaldırarak, tek
yaptırım şeklinde öngörmektedir. Öğretide tutulmuş düşünce, ceza ve emniyet
tedbirlerinin ayrı ayrı konularak, uygulamada hâkime takdir yetkisi
tanınmasıdır. Böylece, emniyet tedbirlerinin, amaçlarına uygun sonuçları daha
büyük ölçüde sağlayacağı kabul edilmektedir. Yukarıdaki açıklamalarda işaret
edildiği üzere, gerek Anayasamız ve gerekse Türk Ceza Kanunu emniyet tedbirleri
için bir tanım vermemiştir. Yalnız Türk Ceza Kanamı bir ceza yaptırımının başka
bir ceza yaptırımına veya tedbire dönüştürülmesi esasını kabul etmiştir.
Bunlardan birincisi, 22. maddesinde öngörüldüğü üzere hafif hapis cezasının
çalışmaya çevrilmesi ve ötekisi de adlî tevbih hukukî müessesesidir. Esasen
Türk Ceza Kanunu teknik anlamda emniyet tedbirlerini kapsamamaktadır. Türk Ceza
Kanunundaki tedbirler genel olarak ceza yönünden kanunca sorumlu tutulamayan
veya mahkûm edilemeyen bazı kişiler hakkında, ceza yaptırımlarının uygulanması
olanağı bulunmaması nedeniyle, kanun koyucunun kabulünü zorunlu saydığı bir
çeşit toplumsal korunma tedbirlerinden ibarettir. Bunlar, sorumlu olmayan
küçüklere, akıl hastaları, sağır-dilsizler ve alkollü içkileri veya uyuşturucu
maddeleri kullanmayı iptilâ derecesine çıkaranlar gibi suçlular hakkındaki
sosyal korunma tedbirleridir. Bunlardan başka Türk Ceza Kanununun 28.
maddesindeki (bir çeviri yanlışlığı sonucu fer'i ceza olarak nitelendirilen)
emniyeti umumiye nezareti altında bulundurma dahi esasında bir emniyet
tedbirinden ibare kalmaktadır. Kimi hukukçulara göre müsadere dahî bir emniyet
tedbiri niteliğindedir. Ancak genel zoralım yasağı Anayasa'nın 33. maddesinde
yer aldığına ve bu arada müsadere için ceza deyimi kullanıldığına göre,
müsadereyi, tedbirden ziyade mameleke yönelmiş bir ceza niteliğinde saymak
gerekir.
Yeni
ceza kanunlarında, mahkûmların yeni bir suç işlemelerini önleyici olarak
emniyet tedbirlerinin alınması için mahkemelere geniş bir takdir hakkı
tanınmıştır. Mahkemeler böylece, kararlarında suç ile suçlunun özel durumunu
birlikte ele almak; kimi suçlara sadece Ceza Kanununda yazılı cezayı vermek;
kimisine de bu cezalara ek olarak bir emniyet tedbiri uygulamak yolu ile
toplumu ve dolayısiyle bireyleri, bu mahkûmlar tarafından yeniden suç işlenmesi
tehlikesinden kurtarmak yetkilerine sahip kılınmış bulunmaktadır. Emniyet
tedbirleri, bir suçun ötekisini kovalamasını önlemek yolu ile toplumu ve
dolayısiyle bireyleri tehlikeden korumak amacını güttüğüne göre, yukarıda
değinildiği gibi, emniyet tedbirlerinin uygulanması için, ortada önce bir suç
ve suçlu bulunması, suçun yargısal bir çalışma sonucu saptanması ve bu sırada,
cezalarda olduğu gibi, kanunilik, eşitlik ve şahsîlik ilkelerinin ve uygulamada
bireyleştirmenin gözönünde tutulması zorunluğu vardır. Demek ki, nasıl bir eylem,
ancak kanunda suç sayıldığı ve suçlusu da yargısal bir çalışma sonunda belli
edildiği takdirde, ona ceza yaptırımı uygulanabilecekse, emniyet tedbirleri de
aynı koşullara bağlı kalınarak uygulanabilecektir. Böylece, emniyet
tedbirlerinin uygulanabilmesi için yine ortada kanunun suç saydığı bir eylem
bulunacak; bu eylemi işleyen yargısal bir çalışma sonunda saptanacak, suçlu ruh
hastası, sorumlu küçük, işlediği eylemin iyiliğini kötülüğünü ayırt edemeyen
küçük veya sağır - dilsiz, uyuşturucu madde kullanmada veya sarhoşlukta
alışkanlığı olan bir kimse ise, yani, ceza sorumu yoksa, kendisine ceza
verilemiyecek ve ancak kendisi, yeniden suç işlemesine engel olunması amaciyle
bir emniyet tedbiri olarak ya hastahaneye yatırılacak veya ıslah evine alınacak
veyahut velisine teslim edilecektir. Öte yandan, suçluya ceza verilmesi olanağı
bulunması hallerinde ise, yükletilen cezanın yeni bir suç işlemesini önleyecek
derecede olup olmadığı ve kendisinin cezasını çektikten sonra yine toplum için
tehlike teşkil edip etmiyeceği yetkili mahkemece takdir olunacak, böyle bir
tehlikenin varlığı anlaşılıyorsa, cezadan başka ve varsa buna ek olarak emniyet
tedbirleri dahi uygulanacaktır. O halde suçların kanuniliği, cezaların
eşitliği, şahsiliği ve yerine getirmede birleştirilmesi ilkelerinin emniyet
tedbirlerinin alınmasında dahi gözönünde bulundurulması gerektiğinden şüphe
edilemez.
İtiraz
yoluna başvuran mahkemenin 647 sayılı Kanunun itiraz konusu yaptığı 4.
maddesinin sınırlama karan uyarınca incelemeye bağlı tutulan birinci fıkrasının
1-6 sayılı bentlerinden birincisinde kısa süreli hürriyeti bağlayıcı bir ceza
yerine esnek bir para cezasına ve öteki beş bendinde ise çeşitli tedbirlere
çevirme esası konulmuş bulunduğundan, ceza ve ceza infaz hukuku alanlarında
konu ile ilgili durumun da gözden geçirilmesi gerekmiştir.
Anayasa
suç ve ceza konularında, bir eylemin ancak kanunla suç sayılabileceği;
cezalarla ceza tedbirlerinin, yani emniyet tedbirlerinin ancak kanunla
konulabileceği; kimsenin işlendiği zaman yürürlükte bulunan kanunun suç
saymadığı bir eyleminden ötürü cezalandırılamayacağı; kimseye, suçun işlendiği
zaman kanunda o suç için konulmuş olan cezadan ağır bir ceza verilemiyeceği;
kimsenin kendisini veya kanunun gösterdiği yakınlarını cezalandırma sonucunu
doğuran beyanda bulunmaya veya bu yolda delil göstermeye zorlanamıyacağı, ceza
sorumluluğunun şahsîliği (madde : 33) ve insan haysiyetiyle bağdaşmayan ceza
konulamıyacağı (madde : 14) gibi başlıca bir kaç ceza ilkesini belirtmekle
yetinerek, bunların dışında kalan ceza konularım ve özellikle belli bir zamanda
ne gibi eylemlerin suç sayılacağını, o suçlara ne miktar ve ne çeşit ceza
verileceğini ve hangi ceza tedbirlerinin yani emniyet tedbirlerinin ne yolda
uygulanacağını saptama yetkisini Yasa Koyucuya bırakmış bulunmaktadır. Yasa
Koyucu bu konuda başta Anayasa'nın buyurucu ve yasaklayıcı kuralları ile
koyduğu güvençler olmak üzere ceza hukukunun ilkeleri ve toplum yaşantısının
zorunluluk ve yararlarının gerekleri ile bağlı kalarak takdirini
kullanabilecektir.
Ceza
ve emniyet tedbirleri sisteminin açıklanmasında cezalarla emniyet tedbirlerinin
ne yolda hesaplanması konusunu da ele almak zorunluğu vardır. Ceza hukukunda,
aykırı eylemleri yasaklamanın en önde gelen aracı ceza tehdididir. Bu tehdidin
toplumun suç işlemesini önlemeyi başaramadığı kişiyi, en az tekrar suç
işlemekten alıkoyacak ölçüde bulunması gerekir, işte bu ölçünün belli edilip
saptanması genel olarak cezanın hesaplanmasını ifade eder.
Cezanın
hesaplanması, biri Kanun Koyucuya ve ötekisi onu uygulayacak mahkemelere
ilişkin olmak üzere iki ayrı evreyi kapsar. Genel ve soyut olarak birinci
evrede, Kanun koyucu önce, suçlulara uygulanacak olan ceza ve emniyet
tedbirlerinin çeşit ve sıralarını, sonra çeşit ve miktarlarım genel ve soyut
olarak kanunda belli eder. Bundan sonra yine Kanun Koyucu Ceza Kanun veya ceza
hükümlerinde tanımlanıp öğeleri belirtilen her suç karşılığında, hangi çeşitten
ve ne ölçülerde ceza veya emniyet tedbiri verilebileceğini saptar; yani, ceza
çeşit ve ölçülerini, kanun maddesinde tanımını yapıp öğelerini gösterdiği her
eylem için soyut ve özel bir şekilde gösterir. Böylece her suç için saptanan
ceza ve emniyet tedbirleri kanunda gösterilen çeşitten olmak zorunlu bulunduğu
gibi, yine kanunda ve maddede belli edilen sınırlar içinde kalınması gerekir.
Cezaların genel ve soyut veya özel ve soyut olarak belli edilip saptanmasında
gözönünde tutulan ölçü ,genel olarak bilimsel, deneysel ve yararcı bir nitelik
gösterir. Ancak, cezada en başta suçun ağırlığının ve emniyet tedbirlerinde ise
en önde suçun toplum için gösterdiği tehlikenin gözönünde bulundurulması
gerekir. Böylece, her suçun cezası ile varsa emniyet tedbirinin önceden belli
olması ve bunların işlenen suçların ağırlığı ve suçun teşkil edeceği tehlikenin
büyüklüğü ile orantılı bulunması esaslarına uygunluk sağlanmış olur. Yukarıda
gösterilen evrede suçlunun kişiliği söz konusu değildir. Cezalarla emniyet
tedbirlerinin mahkemelerce uygulanmasını teşkil eden ikinci evrede ise hâkim,
yalnız suçun ağırlığını ve hafifliğini değil, suçlunun kişiliğini de gözönünde
tutarak, kanunun o eylem için belli edip saptandığı ceza ve emniyet tedbirlerim
buna uydurmak durumundadır. İşte bu, cezanın somut olarak uygulanması evresini
teşkil eder.
Hâkim
bu uygulamayı yaparken, ceza hukukunun belli esaslarını ve bu ararla özellikle
kendi takdir yetkisinin nitelik ve sınırı, ceza ve emniyet tedbirlerinin
çeşitlerinin seçilmesi ve ölçüsünün hesaplanması, ölçü birimleri, yaptırımların
genel ve özel alt ve üst sınırlan, bunların kanunî veya takdirî nedenlere dayanarak
arttırılması veya indirilmesi ve bu konuda izlenecek sıra gibi, başlıca
hususları gözönünde tutmak zorunluğundadır.
Cezalarla
emniyet tedbirlerinin mahkemelerce somut olarak uygulanması evresinde ilk önce,
uygulanacak ceza ve emniyet tedbirinin çeşidinin seçilmesi gelmektedir. Bu
işlemi yaparken hâkim, yasa koyucunun kanun maddesinde belli ettiği çeşidi
uygulamak zorunluğundadır; burada hâkimin takdiri söz konusu değildir. Örneğin
bir kanun maddesinde tanımlanan bir suç için yalnız hapis cezası belli edilmiş
ise, hâkim, bu maddeye değgin olan bir eyleme ağır hapis cezası veya para
cezası hükmedemez; maddeye hapis ve ağır para cezalan birlikte konulmuş ise
hâkim, bunların ikisini birlikte hükmetmekle zorunludur. Ancak, kimi hallerde
olduğu gibi, yasa maddelerinde yer alan birden çok ceza yaptırımlarından birini
seçerek uygulamak konusunda kanun hâkime takdir hakkını tanımış ise, böyle
hallerde hâkim, maddede yer alan cezalardan birisini seçerek uygular. Bu durum,
cezanın şahsîleştirilmesine ve bireyleştirilmesine yardımcı olur.
Hâkime,
yasada belirtilen yerlerde ceza yaptırımları arasında seçim yapma konusunda
tanınan yetki, ceza kanunlarında kimi durumlarda ağır bir ceza yaptırımının
daha hafif bir ceza yaptırımına çevrilmesi biçiminde de olabilir. Yahut böyle
bir yetki infaz sırasında hâkime verilebilir. Bu halde, cezanın yerine
getirilmesi sırasında da şahsîleştirilmesi yani bireyleştirilmesinden söz
edilir.
İşte,
13/7/1965 günlü, 647 sayılı Cezaların infazı hakkındaki Kanunun itiraz konusu
yapılan 4. maddesinin birinci fıkrasının l sayılı bendinde "Kabahatlerde,
beher gün karşılığı 5 ilâ 10 lira cürümlerde 10 ilâ 30 lira hesabiyle para
cezası hükmolunabilir." şeklinde yer alan hüküm yukarıda gösterilen
cezanın hüküm ve yerine getirme sırasında şahsîleştirilmesi yani
bireyleştirilmesi ilkesinin bir çeşit uygulanmasından ibaret bulunmaktadır.
Cezalar hakkındaki bu ilke, cezaların yerine getirilmesi sırasında emniyet
tedbirlerine çevrilebilmesi konusunda da geçerlidir. O halde sözü geçen 4.
maddenin birinci fıkrasının 2-6 sayılı bentlerinde yer alan hükümler dahi, aynı
ilkenin çeşitli biçimlerdeki uygulamalarını göstermektedir.
Nitekim,
bu kararın yukarıdaki bölümlerinde dolayısiyle değinildiği üzere, Türk Ceza
Kanunu, iki halde ceza yaptırımının başka bir ceza yaptırımına veya tedbire
çevrilmesi olanağını öngörmüştür. Bunlardan birincisi, 22 maddesindeki, hafif
hapis cezasının çalışmaya ve ötekisi de 26., 27. ve 29. maddelerindeki, belli
cezaların adlî tevbihe çevrilmesi şekilleridir,
İtiraz
yoluna başvuran mahkemece itirazın gerekçeleri arasında yer verilmiş olması
nedeniyle, ceza hukuku alanında tecil ve tekerrür hukuksal müesseselerine
burada kısaca değinmenin, itiraz sonuca bağlanırken dayanılacak temel
gerekçelerin saptanmasında yararlı olacağı düşünülmüştür.
Bunlardan
tecil, bilimsel deyimle cezanın infazının tecili müessesesi "hükmedilen
cezanın yerine getirtilmesinin belirli bir süre ile geri bırakılması ve bu süre
içinde suçlu yeniden bir suç işlemediği takdirde suçun ya işlenmemiş veya
mahkûmiyetin gerçekleşmemiş veyahut cezanın çekilmiş sayılmasıdır" diye
tanımlanabilir. Oldukça yeni olan tecil çağdaş ceza hukuku alanında cezanın
yerini alan bir tedbir diye de gösterilmektedir. Öğretideki çeşitli görüş ve
düşüncelere girmeden kısaca denilebilir ki, ilk kez suç işleyenler hakkında
daha merhametli davranmak onları cezaevlerine sokmaktansa serbest hayatlarında
bir kez daha denemek ve belli bir süre içinde yeniden suç işlemezlerse eski
mahkûmiyetlerini bağışlamak gibi düşünceler, bu müessesenin başlıca esaslarını
oluşturmaktadır. Uygulanması yargısal bir koşula da bağlı tutulan tecil, Ceza
Kanununun yararcı karakterine dayanan, niteliği karma ve çeşidi kendisine özgü
olan bir müessesedir. Çünkü tecil kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezaların
yerine getirilmesi sonunda doğabilecek sakıncaları ortadan kaldırmağa ve
tekerrürü önlemeye yararlı bir suç ve ceza siyaseti aracı da sayılabilir.
Nitekim şartlı bir af niteliğini taşıdığında kuşku yoktur. Ceza hukukunun
sosyal yararcı karakterine tekabül ettiği gibi, ayrıca bir uslanma ve düzelme
karinesine dayanmakta ve dolayısiyle suçun önlenmesi ve cezaların
bireyleştirilmesi aracı olmaktadır. Böylece varlığı, bireyle Devlet arasındaki
ceza çatışmalarının kapsamına ilişkin ve ancak uygulanması hâkimin takdirine bırakılmış
bir kanunî bağışlamadan ibaret bulunmaktadır.
Tekerrür
müessesesi ise, bir ceza mahkûmiyetine kesin olarak uğrayan bir kimsenin,
yeniden suç işlemesi halinde Ceza Kanunu karşısındaki kişisel durumunu
tanımlar. Ceza Kanunları bu biçimde yeniden suç işleyenlere yani mükerrirlere,
belli koşulların gerçekleşmesi halinde, yeniden işledikleri suç için belli
ölçülerde daha çok ceza verilmesini buyururlar. Tekerrürün Türk Ceza
Kanunundaki sonucu da budur. Mükerrirlere, ikinci ve daha sonraki suçları için
cezalarının gittikçe artırılarak verilmesinin hukukî nedeni, önce suç işlemiş
olmalarıdır. Ceza hukuku alanında en karışık müesseselerden bulunması
bakımından öğretide varlığı, niteliği ve gereği konularındaki düşünce ve
görüşler çok çeşitlilik gösteren tekerrür, hayli tartışmalı olan bu değişik
düşünce ve görüşlere girmeden ve aralarında bir seçim de yapmaksızın denebilir
ki, uygulanması genel olarak, kesin bir mahkûmiyetin mevcut veya bunun yerine
getirilmiş olması, belli bir sürenin geçmesi ve yeniden suç işlendiğinin
yargısal olarak saptanması koşullarına bağlı tutulan, suçlunun yeniden suç
işlemesini önleme ve uslanması ereğini güden ve esasında suçluya daha çok ceza
verilmesini gerektiren, onun yasa karşısındaki kişisel durumuna ilişkin bir
hukukî müessesedir.
Yukarıda,
gerek tecil ve gerekse tekerrür müesseseleri hakkında öğretideki çeşitli görüş
ve düşünceler arasında bir seçmeye gitmeden yapıtları kısa açıklamaların da
gösterdiği gibi, her iki müessese, suçlunun kişiliğine bağlı olup yasa
karşısında kişisel ve dolayısiyle bireysel sonuçlan gerektirmektedirler. O
halde, hükmedilen cezaların daha hafif bir cezaya veya emniyet tedbirine
çevrilmesi konusundaki yasa hükmü ile, tecil ve tekerrür müesseseleri arasında
bir ilişki kurulması olanağı yoktur. Çünkü sözü geçen hükümle bu müesseseler
arasında nitelik ve alan ayırımı olduğu gibi, varlık ve gerekleri büsbütün
başka nedenlere ve düşüncelere dayanmaktadırlar.
13/7/1965
günlü, 647 sayılı Cezaların İnfazı Hakkındaki Kanunun itiraz yoluna başvuran
mahkemece itiraz konusu yapılmış bulunan 4. maddesinin ikinci fıkrası,
sınırlama karan ile inceleme konusu dışında tutulduğundan, bu fıkrada yer alan
hüküm üzerinde bir düşünce ve görüş bildirilmesine yer kalmamıştır.
İtirazın
inceleme konusu yapılmış bulunan bölümünün Anayasa hükümleri karşısındaki
durumuna gelince :
İtiraz
yoluna başvuran mahkemece, önce kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezaların
kendilerinden daha hafif olan para cezasına veya tedbirlere yahut ceza
niteliğinde bulunmayan başka yaptırımlara çevrilmesi konusunda hâkime takdir
yetkisi tanıyan itiraz konusu hükümlerin, aynı nitelikteki suçları işlemiş
bulunan suçlular arasında ve özellikle haklarında 4. madde hükümleri
uygulananlar lehine olmak üzere, gerek doğrudan doğruya ve gerekse tecil ile
tekerrür hükümlerinin uygulanmasını gerektiren durumlarda olumlu veya olumsuz
sonuçlan bakımından. Anayasanın 12. maddesinde yer alan (eşitlik) ilkesine
aykırı bulundukları ileri sürülmüştür.
Bu
kararın yukarıdaki bölümlerinde geniş bir şekilde işaret edildiği gibi, çağdaş
ceza ve ceza infaz hukuku alanında gittikçe daha büyük bir ölçüde Öngörülen ve
mahkemelere, cezaların şahsileştirilmesi ve dolayısiyle bireyleştirilmesi
ilkesinin yeni bir uygulama biçimi olarak, suçlunun kişisel ve özel hallerine,
suçun işlenmesinde seçilen yollara ve suçun istenmesindeki şekil özelliklerine
göre, düzelmesini ve toplumun da korunmasını sağlamak için suçluyu daha çok
kendi denet;m ve gözetimi altına koymak amacı ile, hükmettikleri
kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezaları, daha hafif olan para cezalarına veya
tedbirlere veyahut başka yaptırımlara çevirme yetkisinin tanınmasına ilişkin
olarak ceza veya ceza infaz kanunlarında veya öteki yasaların cezaya veya
cezanın infazına ilişkin maddelerinde yer alan hükümler, Anayasanın kişi hürriyetleri
ile toplum yarar ve düzeni yönlerinden koyduğu güvencelere aykırı
bulunmadığından başka, cezalarla emniyet tedbirlerinin gerek hükümde ve gerekse
yerine getirmede şahsileştirilmesini ve dolayısiyle bireyleştirilmesini
sağlamaya yardımları bakımından. Anayasanın 33. maddesine konulmuş cezaya
ilişkin ilkelere uygun olup. Anayasanın buyurucu veya yasaklayıcı başka her
hangi bir hükmü ile de çatışmadığından, Anayasaya aykırılıkları ileri
sürülemez. Esasen itiraz konusu madde, cezalarla emniyet tedbirlerinin
mahkemelerce özel ve somut olarak hesap edilip uygulanması konusunda hâkimlere
ceza alanında bütün çağdaş ceza ve yerine getirme sistemlerinde gerçekçi bir
görüşle öteden beri tanınmış bulunan takdir yetkisinin, yerine getirme alanında
biraz daha genişletilmesinden ibaret bulunmaktadır.
Hatta,
647 sayılı Kanunun 4. maddesinin birinci fıkrasının 1-6 sayılı bentlerindeki
hükümlerin getirdiği sistemin, genel olarak yerine getirmenin amaçlarını
sağlamak yönünden yeteneksiz bulunan ceza evlerinde sadece süreyi doldurmak
yolu ile ceza çekmenin çeşitli sakıncaları karşısında, kısa süreli hürriyeti
bağlayıcı cezalar yerine yasada gösterildiği biçimde daha hafif olan para
cezalarına veya tedbirlere veyahut öteki yaptırımlara hükmedilmesi olanağı,
onları uslandırıp bir daha suç işlememelerini, yeniden topluma
kazandırılmalarını ve toplumun ve dolayisiyle bireylerin onların tehlikesinden
korunmasını sağlaması bakımlarından, hem suçlular hem de toplum yaşantısı ve
dolayısiyle bireyler yönünden haklı nedenlere dayanmaktadır denilebilir.
Anayasanın
(Eşitlik başlığını taşıyan 12. maddesinin ikinci fıkrasında "Hiçbir
kişiye, aileye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanınamaz" denilmektedir. Aynı
maddenin birinci fıkrasında ise, "Herkes dil, ırk, cinsiyet, siyasî
düşünce, felsefî inanç, din ve mezhep ayırımı gözetilmeksizin kanun önünde
eşittir." hükmü yer almıştır. Bu maddenin birinci fıkrasında anlatılan
(kanun karşısında eşitlik) ilkesi, ikinci fıkrasında hükme bağlanan hiçbir
kişiye, zümreye veya sınıfa imtiyaz tanımayacağı hükmü ile, bu gün için bütünü
oluşturmaktadır. Gerçekten, ikinci fıkra, bir tek kişiye, aileye, zümreye veya
sınıfa, aynı durumda bulunanlardan daha çok veya daha geniş hak ve yetkiler
tanımak yolu ile kanun karşısında eşitlik ilkesinin çiğnenmesini yasak etmekle,
birinci fıkra hükmünü diğer bir yönden açıklamaktadır. Şunu da belirtmek
gerekirse, kanun karşısında eşitlik demek, herkesin her yönden aynı kurallara
bağlı tutulmaları demek değildir. Bir bölüm kimselerin başka kurallara bağlı
tutulmaları haklı bir nedene dayanmakta ise, böyle bir durumda kanun karşısında
eşitlik ilkesinin çiğnendiğinden söz edilemez. insanlar arasında, insan
oldukları için, yaradılış veya çalışma gücü, sağlık durumları ve bunlara benzer
çeşitli nitelikler yönünden pek çok ayırım bulunduğu bir gerçektir. Örneğin,
bir kadınla bir erkeğin, sakat bir kimse ile sağlam bir kimsenin askerlik
yükümlülüğü yönünden; bir zenginle bir orta hallinin belli bir vergi yükümü
bakımından ve çok başarılı bir öğrenci ile orta başarılı bir öğrencinin bir
yardım alma konusunda başka başka hükümlere bağlı tutulmaları, haklı nedenlere
dayandığından, eşitlik ilkesine aykırı sayılamaz. O halde itiraz konusu
hükümlerin bu ilkeye aykırılığını ileri sürmek olanaksızdır. Çünkü, az önce
açıklandığı üzere, bu hükümler, ceza ve emniyet tedbiri yaptırımlarının,
Anayasaya ve ceza ve infaz hukuku alanındaki ilkelere uygun olarak, daha çok
şahsileştirilmesini ve dolayısiyle bireyleştirilmesini öngörmektedirler. 647
sayılı Kanunun 4. maddesinin itiraz ve inceleme konusu yapılan hükümlerinin
uygulandığı hallerde cezanın sonuçlan olarak tekerrür ve tecil yönlerinden,
aynı suçu işlemiş olanlar arasında olumlu veya olumsuz biçimlerde ayrılık
doğduğu yolundaki itiraza gelince; varlık, nitelik, neden, anlam ve amaçlarına
yukarıdaki bölümlerde kısaca değinilen tecil ve tekerrür müesseseleri, suçlunun
tamamen yasa karşısındaki kişisel durumuna ilişkin ve yasada gösterilen öteki
koşullar yanında, tecilin uygulanması sonunda hâimin takdirine ve tekerrür
hükümlerinin uygulanması da en başta yeniden suç işlenmesi koşulunun
gerçekleşmesine bağlı bulunduğundan, ayrımlı sonuçların doğması olanak ve
olasılığı, getirilen sistemin hukuksal ve yasal neden ve amacının doğal ve
kaçınılmaz bir sonucudur.
Ceza
ve emniyet tedbirlerinin mahkemelerce her olay için kanunda gösterildiği
biçimde uygulanması sırasında, suçlunun kişisel durumu, suçun işleniş şekli ve
suçun işlenmesindeki özellikler esas tutularak suçlunun gerek suçtan önceki
gerekse suçun işlenmesi anındaki ve kimi durumlarda sonraki tutum ve
davranışları dahi değerlendirileceğine göre, tecil veya tekerrür hükümlerinin
uygulanması, bir bakıma suçluların kendilerinin olan ve yarattıkları kişisel ve
özel durum ve koşullarının bir sonucudur, denilebilir. O halde, böyle kişiye
özgü ayırımlı yasal sonuçların, Anayasanın 12. maddesinde yer alan "Kanun
önünde eşitlik" ilkesiyle ilişikli bir yönü bulunduğu ileri sürülemez.
Esasen, söz konusu sonuçlar, yukarıda tekrarlandığı gibi, cezaya ilişkin olarak
gerek Anayasada ve gerekse ceza ve infaz hukukunda öngörülen ilkelere uygun
uygulamaların doğal ürünleridir. Burada şu yönün dahi belirtilmesinde yarar
vardır : Tecil ve tekerrür müesseseleriyle ceza yaptırımlarının daha hafif bir
cezaya veya emniyet tedbirlerine çevrilmesi olanağı arasında, belki ceza
siyaseti yönünden yani suçluların düzelmesi, yeniden suç işlemelerinin
önlenmesi, toplumun da suçluluk tehlikesinden korunması ve böylece kamu
düzeninin sürekliliğinin sağlanması gibi son ve ortak erekleri bakımından
birbirine yakınlıkları varsa da, varlıklariyle nitelik, nedenlik, anlam ve
ereklerine varış yolları bakımlarından hepsi ayrı birer konu olduğundan,
birbirleri arasında yakından ve uzaktan bir ilişki kurulamaz.
İtiraz
yoluna başvuran mahkemece, itiraz konusu hükümlerin Anayasanın 33. maddesine
aykırı olarak ceza niteliğinde bulunmayan iade ve tazmin gibi bir takım hukuki
tedbir ve yaptırımların uygulanmasını, hâkimin daha da genişletilen takdir
yetkisine bırakmak yolu ile, Anayasanın 64. maddesinde "Kanun koymak,
değiştirmek ve kaldırmak Türkiye Büyük Millet Meclisinin yetkilerindendir"
biçiminde yer alan ana kuralla bağdaşmayacak olan, hâkimin Kanun Koyucuya
ilişkin bir yetkiyi kullanması olanağını yarattığı ileri sürülmektedir.
Kararın
önceki bölümlerinde, hâkime kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar yerine daha
hafif olan para cezalarına veya emniyet tedbirlerine veyahut öteki yaptırımlara
hükmetme yetkisinin tanınmasının, ceza ve infaz hukuku alanlarında gittikçe
daha büyük bir ölçüde benimsendiği açıklanmıştı.
Aynı
hükümlerin bu bakımdan da Anayasa hükümleri karşısındaki durumuna gelince :
Anayasanın,
ceza hukuku alanında, 14. ve 33. maddelerinde olduğu gibi, belli temel esasları
koymakla yetinerek, yasaklayıcı veya buyurucu hükümleri ile gerek toplum
yaşantısı gerekse kişi hak ve hürriyetleri yönlerinden getirdiği güvencelere
aykırı olmamak kaydiyle, gerekli düzenlemeleri yapmak yetkisini Yasa Koyucuya
tanıdığına değinilmişti. O halde, hâkime, yukarıda tanımlanan takdir yetkisini
tanıyan itiraz ve inceleme konusu hükümlerin sözü geçen kayıtlar dışında Anayasaya
aykırılığından söz edilemez. Çünkü bu hükümler, Anayasanın 33. maddesinde yer
alan "Cezalar ve emniyet tedbirleri ancak kanunla konulabilir."
biçimindeki ana kurala uygun olarak kanunla konulmuştur; ve Anayasanın ceza
alanında koyduğu temel veya yasaklayıcı yahut buyurucu hükümleri veyahut kişi
hak ve hürriyetleri ve toplum yaşantısının yaran için getirilen güvencelerle
çelişen bir yönleri yoktur. Aksine, ceza ve emniyet tedbirlerinin hükümde veya
yerine getirmede şahsileştirilmesi ve dolayısiyle bireyleştirilmesi ereklerini
gütmeleri bakımından, Anayasanın ceza ve dolayısiyle yerine getirme
alanlarındaki hükümlerine uygun düşmektedirler. O halde, hâkime, bu alanlarda
kanunla geri işletilmek yoliyle takdir yetkisinin tanınması, kaynağını Anayasa
ile, ceza ve ceza infaz hukukundan alan üstün hukuk kurallarının uygulanması
sonucudur. Burada hâkim, Yasa Koyucu tarafından, Anayasaya uygun olarak kanunla
konulmuş bulunan ve daha hafif bir yaptırım olan para cezasiyle emniyet
tedbirlerini veya öteki tedbirleri, hükmettiği kısa süreli hürriyeti bağlayıcı
cezalar yerine geçirmek yoliyle suçlunun kişiliğine uydurarak hükümde veya
yerine getirmede kişileştirmekten ve dolayısiyle bireyleştirmekten ibaret ve
her yönü ile yargısal olan bir görev yapmaktadır.
Yine,
hâkimin aynı takdir yetkisini kullanarak, itiraz konusu hükümlerde yer alıp
ceza yaptırımı niteliğinde bulunmayan öteki yaptırımlara hükmetmesinin, eylemi
suç olmaktan çıkardığı ve bu yolla kendisini Yasa Koyucu yerine koyduğu da
ileri sürülemez. Çünkü, hâkim yaptığı yargısal çalışma sonunda, önce suçlunun
suç teşkil eden eylemini saptayacak ve ondan sonra, bu eylemin değindiği kanun
maddesinde yer alan ceza' yaptırımının çeşit ve ölçüsünü belli edecek ve daha
sonra bunu suçlunun kişiliğini, suçun işleniş biçimini ve bu sucun
işlenmesindeki özellikleri dayanak alarak ve takdir yetkisini de kullanarak,
söz konusu ceza niteliğinde olmayan yaptırımlara da çevrilebilecektir, bu
işlemler sonunda, suçlunun başlangıçta saptanan eylemi, çevirme sonucunda belli
edilen yaptırımın ceza niteliğinde olmaması nedeniyle suçlu bakımından artık
suç niteliğini koruyamıyacak ise de, yargı organlarına ilişkin ve yargısal bir
çalışmanın bir sonucu bulunması dolayısiyle, burada ne yasama organına ilişkin
bir yetkinin kullanıldığından ve ne de eylemin kendisinden suçluluğun
kaldırıldığından söz edilemez. Aslında yargısal olan bu çalışma sonunda, gerek
Anayasanın gerek ceza ve infaz kanunlarının, ceza ve emniyet tedbirlerinin
uygulanması ve yerine getirilmesi ile varmak istedikleri, bir yönden suçlunun
düzelmesi yoliyle yeniden suç işlenmesinin ve suçluluğun önlenmesi ve diğer
yönden gerek toplumun ve gerek bireylerin suçluluk tehlikesiyle onun
zararlarından korunması sonucu, toplumun düzen ve yararının sağlanması erekleri
gerçekleşmiş olmaktadır. Zaten söz konusu hükümler, itirazın aksine, suç teşkil
eden bir eylemin suç olmaktan çıkarılması biçiminde tanımlanamaz. Saptanan bir
eylem ve onun gerçekleşen suç niteliği vardır. Ancak, güdülen ereklerin
gerçekleşmesini sağlamak üzere hâkimin takdirine göre, hükmedilen cezanın
yerine tedbirler geçmektedir. Çağımızda cezalandırmakla güdülen erek, suçlunun
mutlaka ceza evinde belirli süre kalmak voliyle cezasını çekmesi demek
değildir. Bu ereğe, kararda geniş bir biçimde açıklandığı üzere, bir yönden
suçlu ve diğer yönden toplum için gösterdiği yararları ve kamu düzeninin
süregelmesini sağlayan gerek cezasal ve gerekse hukuksal nitelikteki
tedbirlerin uygulanması veya yerine getirilmesiyle de daha kolaylıkla ve hatta
ucuz olarak varılmakta olduğu deneysel bir gerçektir.
O
halde, yukarıda gösterilen nedenlerle, itiraz ve inceleme konusu hükümler,
Anayasanın ne 12. ve 64. maddelerine ne de başka bir hükmüne aykırı
bulunmadıklarından, itirazın reddine karar verilmelidir. Avni Givda ve Lûtfi
Ömerbaş kararın yazılış biçimine muhalif kalmışlardır.
Sonuç
: 13/7/1965 günlü, 647 sayılı Cezaların infazı Hakkındaki Kanunun "kısa
süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar" konusu ile sınırlı olarak incelenen 4.
maddesinin Anayasa'ya aykırı olmadığına ve itirazın reddine 9/3/1971 gününde
oybirliği ile karar verildi.
|
|
|
|
Başkan
Hakkı
Ketenoğlu
|
Başkanvekili
Avni
Givda
|
Üye
Celâlettin
Kuralmen
|
Üye
Fazıl
Uluocak
|
|
|
|
|
Üye
Sait
Koçak
|
Üye
Nuri
Ülgenalp
|
Üye
Muhittin
Gürün
|
Üye
Şahap
Arıç
|
|
|
|
|
Üye
Recai
Seçkin
|
Üye
Ahmet
Akar
|
Üye
Halit
Zarbun
|
Üye
Kâni
Vrana
|
|
|
|
Üye
Muhittin
Gürün
|
Üye
Lütfi
Ömerbaş
|
Üye
Ahmet
H. Boyacıoğlu
|
KARŞIOY
YAZISI
I-
İtiraz yoluna başvuran mahkemenin benimsediği Cumhuriyet Savcılığının
Anayasa'yı aykırılık iddiasında Cezaların İnfazı Hakkındaki 13/7/1965 günlü,
647 sayılı Kanunun 4. maddesinin aynı suçu işleyen kişilere ceza ve ceza
sonuçlan (özellikle tecil ve tekerrür uygulamalarında) yönlerinden farklı işlem
yapılmasına yol açtığı için Anayasa'nın 12. ve hâkime eylemleri suç olmaktan
çıkarma, ceza sayılmayacak yaptırımlar uygulama ve dolayısiyle de kanun
değiştirme yetkisini tanıdığı için yine Anayasanın 64. maddesine aykırı düştüğü
ileri sürülmüştür.
647
sayılı Kanunun 4. maddesinin sınırlama kararı uyarınca ele alman birinci
fıkrası; mahkemelere kısa süreli hürriyeti bağlayıcı cezalar yerine
"suçlunun ahvali mahsusasına ve suçun işlenmesindeki suret ve şekil hususiyetlerine
göre" kabahatlerde beher gün karşılığı 5 ilâ 10 lira, cürümlerde 10 ilâ 30
lira hesabı ile para cezası; altı ayı geçmemek üzere Devlet, belediye
hizmetlerinde, iktisadi devlet teşekküllerinde çalıştırmaya; aynen iade ve
tazmine; altı ayı geçmemek üzere bir eğitim veya ıslah müessesesine devam
etmeye; bir yılı geçmemek kaydiyle muayyen bir yere gitmekten, bazı
faaliyetleri veya meslek ve sanatı icradan mene; her nevi ehliyet ve
ruhsatnamenin bir aydan bir yıla kadar muvakkaten geri alınmasına hükmedilebilme
yetkisini tanımaktadır.
Bilindiği
gibi çağdaş ceza ve infaz hukuku alanında eski katı cezalandırma düzeninden
uzaklaşma ve bir yandan adalet duygusunu doyurucu, suçluyu gerçekten ıslah
edici ve tekrar suç işlemekten alıkoyucu, bir yandan da toplumu suça ve
suçlulara karşı gereği gibi koruyucu sonuçlara varabilmek üzere suçlunun
kişiliğinde ve suçun işleniş biçimindeki ince ayrımları değerlendirmeye
elverişli daha esnek ve yumuşak bir düzene yönelme eğilimi ve girişimi bir
zorunluluk olarak, hele son yıllarda, önem ve yoğunluk kazanmıştır. İtiraz ve
İnceleme ko nüsü hüküm işte bu eğilim ve zorunluluğun Türk infaz hukuku
alanında da kendini duyurmuş olmasının bir anlatımıdır.
Cezalara
karşı kişilerin tepkileri türlü türlüdür ve özellikle iç yapılarına ve
toplumdaki yerlerine ve durumlarına göre önemli ayrımlar gösterir. Öte yandan
aynı nitelikteki suçun çeşitli kimselerce işlenişinde çoğu kez birtakım
birbirini tutmaz özelliklerin bulunduğu da bir gerçektir. Gerek kişisel yapılan
ve durumları, gerekse suçu işleyiş yol ve biçimleri arasında benzerlik ve
eşitlik bulunmayan kimselerin aynı suçu işlemeleri halinde, özelliklerine göre,
kimisinin hapis veya para cezasına kimisinin Yasada yazılı başka tedbir ve
yaptırımlara çarptırılabilmelerinin ve bu uygulamanın tecil ve tekerrür
yönlerinden de değişik sonuçlara yol açmasının "kanun önünde eşitlik"
ilkesi ile çatıştığı ve geliştiği düşünülemez. Kişilikleri ve suçu işleyiş biçimleri
birbirine benzemeyen kişilerin, aynı nitelikteki eylem dolayısiyle, birbirine
benzemeyen yaptırımlarla karşılaşmaları doğaldır ve hukukidir. Onun içindir ki
cezaların daha ince ve hassas ölçülerde kişiselleştirilmesi ereğini güden
inceleme konusu hükmün Anayasanın 12. maddesine aykırı yönü yoktur.
647
sayılı Kanunun 4. maddesinin birinci fıkrası, hâkimin var olan ve varlığı
gerekli bulunan takdir hakkını, yine Yasanın koyduğu sınırlamalar içinde kalmak
üzere ve yukarıda belirtildiği gibi haklı bir nedene dayanarak, biraz daha
genişletmektedir. Hâkimin bu hükmü uygularken yaptığı iş bir yasama işi değil
yargılama işidir ve mahkûmiyet kararı verebilmek için mahkemenin önce suçun
varlığını saptaması gerekeceğinden değişik yaptırımlar dolayısiyle hâkimin bir
takim eylemleri suç olmaktan çıkardığını düşünmenin de yeri yoktur. Mahkemenin
takdir hakkına dayanarak cezalandırma da uygulayacağı yaptırımlar ve koşulları
inceleme konusu fıkrada bir bîr sayılmış olduğuna göre hükmün uygulanmasının
kanunları değiştirme niteliğini taşıdığı yolundaki bir iddia da dayanaksız
kalır. Şu duruma göre 647 sayılı Kanunun 4. maddesinin birinci fıkrası
Anayasanın 64. maddesine de aykırı değildir.
İnceleme
konusu hükmün Anayasanın başka hükümleriyle de çelişir ve çatışır bir yönü
bulunmadığından itirazın reddi gerekir.
II-
İşin niteliğine göre 9/3/1971 günlü 1970/42-1971/30 sayılı kararın yazılmasında
bu kadarlıkla yetinilmesinin yerinde olacağı ayrıntılara inilmesi ve uzun
açıklamalara gidilmesinin gerekmediği görüşündeyiz.