ANAYASA MAHKEMESİ KARARI
Esas No:1967/10
Karar No:1967/49
Karar tarihi:28.12.1967
Resmi Gazete tarih/sayı:30.1.1969/13114
İtirazda
bulunan mahkeme: Danıştay 12. Dairesi Konu :
10
Mart 1296 tarihli ihtara Beratı Kanununun 3. maddesinin "terkibatı
saydelâniyeye ve her nev'i edviye ve mualecâta" berat verilmesini önliyen
hükmünün, bu hükmün yorumlanmasına yer olmadığını açıklıyan Kurucu Meclisin
8.5.1961 günlü ve 51 sayılı kararının verdiği anlam içersinde, Anayasa'nın 36.,
11/2. ve 132/1-2. maddelerinin hükümlerine aykırılığından ötürü iptali
istenmiştir.
Olay:
İsviçre'de
Basel Land Kantonunda Birafelden Şehrinde, Baumgertenweg. 8 No. da İsviçre
Konfederasyonu tabiliyetinde Dr. A. TH Hohl vekilleri tarafından; Sanayi
Bakanlığı aleyhine, İhtara Beratı isteğinin, Kurucu Meclisin 51 sayılı kararına
dayanılarak reddi yolunda tesis edilmiş olan işlemin iptali istemiyle, Danıştay
12. Dairesinde açılan dâvaya ilişkin olarak davacı vekillerinin verdikleri
cevap lâyihasında: Benzodiyazepine müstakatının imali hakkındaki usul için
talep edilen ihtira beratının. Kurucu Meclisin 51 sayılı karariyle sözü geçen
kanunun 3. maddesinin (ihtira Beratı Kanununun 3. maddesi mucibince, mualecât
tabirinde, madde ile birlikte usul de mündemiç bulunduğu) yolundaki
manalandırılmasına dayanılarak verilmemiş olduğundan ve bu tasarrufun
Anayasa'nın 36. maddesindeki mülkiyet hakkının iptali niteliğinde bulunduğundan
bahsile İhtira Beratı Kanununun 3. maddesinin, 51 sayılı kararının vergi anlam
içerisinde, Anayasa'nın 36. ve 11/2. maddelerine aykırı olduğu ileri sürülerek
dosyanın Anayasa Mahkemesine gönderilmesi istenilmiş ve iddianın ciddî oluğu
kanısına varan Danıştay 12. Dairesinin 28.9.1966 günlü ve 966/748 sayılı
karariyle dosya Mahkememize gönderilmiştir.
İlk
inceleme:
Anayasa
Mahkemesi İçtüzüğünün 15. maddesi gereğince 28.11.1966 gününde yapılan ilk
inceleme sonunda verilen 1966/28-1966/42 sayılı kararla, eksiğinin tamamlanması
için Danıştay 12. Dairesine gönderilen dosya, aynı Dairenin yeni açıklamayı
kapsayan karariyle tekrar Mahkememize gelmiş ve bu kez düzenlenen dosyada
tamamlattırılması gerekli bir eksiklik bulunmadığı anlaşılmış olduğundan esasın
incelenmesine 2.3.1967 gününde oybirliğiyle karar verilmiştir.
Esasın
incelenmesi:
İtirazın
esasına ilişkin rapor, Danıştay 12. Dairesinin gönderme kararı ve eki dosya,
Anayasa'ya aykırılığı ileri sürülen hükümler, dayanılan Anayasa hükümleri,
bunlarla ilgili gerekçe ve meclis görüşme tutanakları okunduktan sonra gereği
görüşülüp düşünüldü :
Davacının
Anayasa'ya aykırılık konusundaki gerekeçleri Danıştay 12. Dairesine verdiği
dilekçeden alınan şu cümlelerde toplanmaktadır:
(1-
Anayasa'nın 36. maddesinin ilk fıkrasında "herkes mülkiyet ve miras
haklarına sahiptir." denilmek suretiyle diğer temel hak ve hürriyetler
gibi Anayasa himayesi altına vazedilen mülkiyet hakkının kapsamının ne olduğu,
diğer bir tabirle, bu maddedeki mülkiyet garantisinin hangi haklara sari ve
şamil bulunduğu hususunda ne bu maddenin esbabı-mucibesinde ve ne de Kurucu
Meclis müzakerelerinde açıklayıcı bir beyana rastlamak mümkün olmamıştır.
Anayasa tatbikatımızın henüz pek yeni olması dolayısiyle bu hususta herhangi
bir kazaî içtihada da rastlanmamaktadır. Bundan dolayı 36. maddedeki mülkiyetin
şümul ve muhtevasını tayin için yabancı ilmî ve kazaî içtihatlara müracaat
zaruridir.
Malûm
olduğu üzere yeni Anayasamız'ın tedvininde kendisine en fazla müracaat edilen
Alman Bonn Anayasa'sı olmuştur. Anayasamız'ın 36. maddesinin İlk fıkrası, Alman
Anayasası'nın 14. maddesinin ilk fıkrasının temamen ve lafzen aynıdır. Bu hal
bizi araştırmalarımızda Alman kazaî ve ilmî içtihatlarını tetkike sevketmiştir.
Bonn
Anayasasın'daki temel hakların incelenmesini yapan (Die grundrecht) Temel
haklar) adlı eserin(Cilt: 2. Sahife 352) (Anayasa'nın mülkiyet garantisi)
başlıklı II. bölümünde 14. maddedeki mülkiyet garantisinin hangi haklara sarî
ve şâmil olduğu incelenirken.
"Anayasa'nın
mülkiyet garantisi evvel emirde ve şüphesiz medenî hukuk anlamındaki eşya
hukukuna yani menkul ve gayrimenkul mülkiyeti ile diğer haklara taallûk eder.
Bununla beraber Alman temyiz mahkemesi içtihadı weimer Anayasa'sı tatbikatında
Anayasa'nın mülkiyet mefhumunun alacak hakları da dahil olmak üzere, sübjektif
mahiyetteki bütün mamelek haklarına sarî ve şâmil olduğunu kabul etmiştir. Yeni
içtihat ve hasseten Federal Mahkeme Hukuk Genel Kurulunun 10.6.1952 tarihli ve
kararlar mecmuasının 6. cildinin 270 sayfasında münderiç kararı, bu görüşe
sadık kalmıştır. Federal Mahkemenin gerekçesi şöyledir. "Mademki çağdaş
idare devletinin hususiyeti icabı vatandaşın bütün mameleki kabili istimlâktir,
o halde mamelekin tamamı Anayasa himayesine mazhar olmak lâzımdır"
mülkiyet garantisi, hürriyet garantisinin tamamlayıcısı ve karşılığıdır. Bu
garantinin manası, her devirde mülkiyette asgarî bir istiklâl ile yaşamayı ve
şahsi mesuliyete dayanan bir hayat şeklini sağlıyacak katî bir temel ve nâzım
bir unsur görülmesidir. İş bölümüne dayanan bugünkü sınaî cemiyette eşya
mülkiyeti, bu fonksiyonu ancak kısmen ifa edebilir. Bir çok kimselerin iktisadî
varlıklarının temeli ve iktisadî vetire, Borçlar Hukukuna, Aynî Haklara İş
Hukukuna ve idare Hukukuna giren ve eşya mülkiyeti ile ilgisi pek gevşek olan
münasebetlere ve hukukî vaziyetlere dayanmaktadır. Ancak bütün bu insanların
iktisadî varlıklarının dayandığı temel, sanayileşmeden önceki cemiyette
köylünün, toprak sahibinin, zanaatkarın ve tüccarın eşya üzerindeki
mülkiyetinin himaye edildiği nisbette korunması takdirindedirki asgarî bir
hürriyet için lüzumlu şartlar bunlar için de mevcut olur. O halde mülkiyet
garantisi bugünkü durumda da bütün vatandaşlar için asgarî hürriyet içinde bir
hayat tarzı sağlayacak ise, eşya mülkiyetinin yanında, ferdin iktisadî
varlığını kendi güç ve vasıtalariyle idame ettirebilmesine elverişli değer
mamelek hak ve münasebetlerini de kavramalıdır. Her halükârda bu mefhuma
patrimuvana dahil haklar girer (Temyiz Mahkemesi Hukuk Dairesi 199/121). Fakat
aile, hayat, şahsî masuniyet, çalışma gücü, şeref ve haysiyet üzerindeki haklar
giremez. Çünkü bunların himayesi başka hükümlere dayanmaktadır. Eşya üzerindeki
mülkiyet, diğer aynî hakları, zilyetliği, fikri hakları, alacakları, iratarlı,
aksiyonları, diğer şerikleri haklarını, kurulmuş ve İşletilen işletmeyi
(Federal Mahkeme Hukuk Kısmı 148/129/186/138/) meslekî durumu ve her halde
serbest meslekleri, Anayasa'nın mülkiyet mefhumuna dahil saymak lâzımdır."
denilmektedir.
Medenî
Kanunu iktibas ettiğimiz İsviçre'de dahi Anayasa'nın mülkiyet mefhumunu aynı
şekilde anlaşılmaktadır. Zürih Üniversitesi Hukuk Fakültesi Profesörlerinden
Dr. Giacemetti (Allgemeine Lehren deş Rechsstaatlichen Verwaltungsrechts)
adındaki Zürihte 1960 yılında basılmış eserinin 509 sahifesinde Anayasa'daki
mülkiyet mefhumunun medenî hukukunkinden daha geniş olduğunu ve bu mefhuma
mamelek bakımından bir kıymet ifade eden sübjektif hakların dahil bulunduğunu
anlattıktan sonra İsviçre Federal Mahkemesinin bu görüşü teyit eden bir
kararını (15) No. lu dip notta bu babdaki kazaî içtihada bir misal olarak
zikretmektedir.
Görülüyorki
kanunlarını İktibas veya numune ittihaz ettiğimiz yabancı memleketlerin ilmî ve
kazaî içtihatları, Anayasa'nın mülkiyet mefhumunun, medenî kanunun mülkiyet
mefhumu gibi ayni bir karakter ve mahiyet taşımayıp, şümul ve muhteva
bakımından ondan geniş olduğu ve bugünkü iş bölümüne müstenit ve sanayileşmiş
cemiyette ferdin iktisadî varlığının dayanağını teşkil ve mamelek bakımından
kıymet ifade eden bilcümle sübjektif haklara da sarı olması lâzım geldiği ve
aksi takdirde ferde tanınan hürriyetlerin lafzı murat ve garantisiz kalacağı
noktasında birleşmektedirler.
İkinci
Dünya Savaşından sonra İnsan hak ve hürriyetlerini teminat altına almak
gayesiyle bir takım vesaik tanzim edilmiştir. Bunların en mühimleri Roma'da
akdedilen 4.11.1950 tarihli (insan hak ve hürriyetlerini koruma sözleşmesi) ile
Hükümetimizce 20.3.1952 günü Paris'te imzalanan (İnsan hak ve hürriyetlerini
koruma sözleşmesine ek Protokol) dur. Anayasamızı tefsir ve tatbik ederken bu
sözleşmeler ahkâmını da daima gözönünde bulundurmak mecburiyetindeyiz.
Ek
Protokolün 1. maddesinde : (Her hakikî veya hükmî şahıs mallarının masuniyetine
riayet edilmesi hakkına sahiptir...) denilmektedir. Bu madde İle ferde
bahşedilen hak, Anayasamız'ın 36. maddesindeki hakkın aynıdır. Fakat burada
(mülkiyet) yerine (mal) tabirinin kullanılmasına dikkat edilmektedir. Bunu
kabul eden âkit devletlerin ve sözleşmeyi bir kanunla tasdik eden bizim kanun
vazıının maksadı nedir'
Türk
Hukuk Lügatinin (mal) maddesinde, (Keşif ve ihtira beratı üzerindeki haklarla
telif ve tercüme hakları) da "mal" teriminin kapsamında gösterilmekte
ve "mal" ın, "maddî mal" ve "gayri maddî mal"
grubu olarak yapılan tasnifte de bu gibi hakların "gayri maddi
mallar" içerisinde bulunduğu açıklanmaktadır.
Bu
izahattan açıkça anlaşılıyor ki, çağdaş hukuk dünyasında (mal), medenî Kanun
anlamıyla eşya üzerindeki ve diğer ayni haklarla beraber zihnî faaliyet ve
yaratıcılığın mahsulü olan eser ve bulgular üzerindeki inhisarın ifadesi olan
haklan, yani fikrî hakları da kapsayan bir mefhumdur.
Demek
oluyorki sözleşme (mülkiyet) yerine (mal tabirinin kullanılması, bu madde ile
bahşedilen garantinin eşya üzerindeki mülkiyet ile beraber mamelek haklarına da
sarî olduğunu ve fikrî hakların da himaye edildiğini açıkça ve hiç bir şüpheye
mahal kalmaksızın göstermek ve ifade etmek içindir.
O halde
Anayasa'nın 36. maddesinde istimal olunan (Mülkiyet hakkı) tabirine, eşya
üzerindeki mülkiyet hakkı ile birlikte mameleke dahil diğer hakların da girdiği
görüşü yalnız yabancı ilmî ve kazaî içtihatların değil, Türk Kanun koyucusunun
tasdik ettiği Anayasa vesikası mahiyetindeki beynelmilel bir sözleşmede tezahür
eden irade ve maksadın icabıdır.
II-
51 sayılı tesfir kararının izafe ettiği mana ile ihtira Beratı Kanununun 3.
maddesi, usul ihtiramın muhterile bahşettiği inhisar hakkının, yani bir fikrî
hakkın, Anayasa'nın 36. maddesindeki mülkiyet garantisinden müstefit olmasına
rağmen bu hakkı ilâçta tanımamak gibi bir sonuç doğurduğundan Anayasaya
aykırıdır.
Anayasa'nın
36. maddesinin ikinci fıkrası, mülkiyet hakkının, kamu yararı amacı ile
sınırlanabileceğini kabul etmekle beraber, Anayasa'nın 11. maddesi de temel
haklarda yapılacak sınırlamaların, hakkın özüne dokunamıyacağı ilkesini koymuş
bulunmaktadır. Acaba, Anayasa'nın 36. maddesinin tanıdığı mülkiyet hakkının özü
nerede başlamaktadır'
Mülkiyet
hakları mülkiyetleri icabı olarak eşya ile kişiler arasındaki münasebettir;
maddî değeri haiz muayyen objelere sahip olabilmedir. Bir şeyin muayyen bir
şahsa tabiiyet ve ihtisası, hukukî manasını bu sahip olabilmede bulur. Gene bu
sahip olabilme yetkisindendir ki şey üzerinde hakimiyet ve onun istimali
hakları doğar.
Bu
sahip olabilme, hukukî münasebet olarak, mülkiyetin özünü teşkil eder. Bundan
dolayıdır ki mülkiyetin müessese olarak bertaraf edilip, onun yerine bir
malsızlık rejiminin yahut Devlet Mülkiyetinin veyahut kollektif mülkiyetin
ikamesi, mülkiyetin özüne dokunmak olduğu kadar, muayyen şeylerde mülkiyetin
tazminatsız ref'i ve nez'i özüne dokunmak olur ve 36. maddeye aykırı ve
münafidir.
Anayasa
Mahkemesi'nin 6570 sayılı Kanunun 2. ve 3. maddelerinin iptaline dair 26 Mart
1963 tarihli ve 3/67 sayılı kararı da mülkiyet hakkının özünden ne anlaşılmak
lâzım geleceğini ve herhangi bir sınırlamanın ne zaman bu hakkın özüne bir
tecavüz teşkil edeceğini kâfi bir açıklıkla meydana koymaktadır. Kararın mucip sebebinden
anlaşılacağı veçhile değil bizim hadisemizde olduğu gibi şey ile sahip
arasındaki ihtisası büsbütün ortadan kaldırmak, sahibinin şeyden Adalet
ölçülerinde istifadesini engellemek dahi Anayasa Mahkememizce hakkın özünü
zedeliyen bir tutum olarak kabul ve ilân edilmiştir.
Müvekkilimiz
yıllarca emek ve sermaye sarfı ile yaptığı araştırmalar sonunda Benzodiyazepine
müştekkatının imali için bir usul bulmuştur. Bu usul bir fikrî mahsulüdür ve
müvekkilimin bu mahsul üzerindeki ihtisas ve inhisarı yukarıda arzedildiği
veçhile hem Anayasamız'ın 36. ve hem de bir Anayasa vesikası olan 20.3.1952
günü Paris'te İmzalanmış ve 6366 sayılı Kanunla da tasdik edilerek yürürlüğe
konulmuş (İnsan hak ve hürriyetlerini koruma sözleşmesine ek protokolün)
birinci maddesi ile garanti altına alınmıştır. Hal böyleyken 51 sayılı tefsir
kararının verdiği mana ile İhtira Beratı Kanununun 3. maddesi bu ihtisası kat
ve fikrî mahsulümüz olan usul üzerindeki inhisarımızı ret ederek bundan
başkalarının da istifadesine yol açmıştır. Bu mana ve tatbik içinde adı geçen
maddenin Anayasa'nın 36. maddesiyle zatı ve 11. maddesinin 2. fıkrasiyle özü
himaye edilen hakkı ortadan kaldırdığı ve özü zedelediği her türlü izahtan
müstağnidir. Bir temel hakkın her ne mucip sebep olursa olsun özüne dokunan bir
kanun hükmünün Anayasa'ya aykırılığı ise aşikârdır.)
İptali
istenen hüküm ilgili Anayasa hükümleri ve konuya ilişkin öteki hükümler:
İptali
istenilen hüküm :
İhtira
Beratı Kanununun 3. maddesi:
Madde
3- Evvelâ terkibatı saydelâniyeye ve her nevi edviye ve mualecâta ve saniyen
umuru mâliyeye ve muamelâtı sarrafiyeye dâir lâyihalar için berat itası caiz
olmaz.
İptal
isteminde dayanılan Anayasa hükümleri:
Madde
11- Temel hak ve hürriyetler, Anayasa'nın sözüne ve ruhuna uygun olarak ancak
kanunla sınırlanabilir.
Kanun,
kamu yararı, genel ahlâk, kamu düzeni, sosyal adalet ve milli güvenlik gibi
sebeplerle de olsa bir hakkın ve hürriyetin özüne dokunamaz.
Madde
36- Herkes, mülkiyet ve miras haklarına sahiptir. Bu haklar, ancak kamu yararı
amaciyle kanunla sınırlanabilir. Mülkiyet hakkının kullanılması toplum yararına
aykırı olamaz.
Madde
132- Birinci ve ikinci fıkralar:
(Hâkimler,
görevlerinde bağımsızdırlar; Anayasa'ya kanuna, hukuka ve vicdanî kanaatlarına
göre hüküm verirler.
Hiçbir
organ, makam, merci veya kişi, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve
hâkimlere emir ve talimat veremez; genelge gönderemez; tavsiye ve telkinde
bulunamaz.)
İhtira
Beratı Kanununun konuya ilişkin öteki hükümleri:
Madde
1 - Hiref ve sanayie dair her nevi ihtiraat ve keşfiyat ve Islâhattan istifade
hakkı mucit ve kâşif ve muslinlere aittir ve bu hakkı istifade mevadd, âtıyede
tayın olunan müddetler ile meşrut olmak üzere taraf, devletten berat itasiyle
tasdik olunur.
Madde
2 - Sanayice yeniden bir netice ve eser vücuda getirmek ve bunların husulü için
vesâiti cedide ihdas veyahut malûm olan vesaiti bir sureti cedidede istismal
eylenmek muhteriattan addolunur.
3-
Evvelâ keşif ve ihtira olunan şey nevîcat olmadığı, saniyen 3. madde hükmünce
berat itasına salih bulunmadığı, sâlisen sırf nazariyat ve ameliyattan ibaret
olup sanayie sureti sarfı gösterilmiyen usul ve kavaid ve keşfiyat ve tashihatı
mücerrede üzerine berat verilmiş olduğu, rabian emniyeti umumiyeyi ve nizamı
memleketi muhil ve adap ve ahlâka ve kavanini mevzuaya muhalif bulunduğu,
hamisen asıl ihtira olunduğu beyan olunan şeyin gayri hakkında sahte bir nam
ile hilekârâne berat istihsal kılındığı, sadisen berata merbut tarif name
ihtiraın icrası için kâfi olmadığı veyahut sureti istimalini mükemmelen ve
hakikaten mutazammın bulunmadığı, sabian 23. madde ahkâmına muhalif berat
istihsal edildiği halde bu misillû beratlar münfesih ve keenlemyekün addolunur
ve işbu 36. maddenin dördüncü fıkrasiyle üçüncü fıkrasında beyan olunan
şeylerin imal veya füruhtundan terettüp edecek mücâzat başkaca icra kılınır ve
re'sen karar verilmiş olan berata ait olmıyan tadilat ve ıslâhat ve ilâvat
tastiknameleri dahi hükümsüz kalır.
Madde
37- Berat istidanamesinin itası tarihinden evvel Türkiye'de ve diyarı
ecnebiyede fiile getirilebilecek surette mevkii intişara konulmuş şeyler
ihtiratı cedîdeden addolunmaz.
Madde
43- Her kim aharın ihtiraı olan beratlı bir şeyi imal veya beratın mebnei
aleyhi olan vesaiti istimal ile berat sahibinin hukukunun ihlâl eyler İse
taklit cünhasile müttehem olur ve bu cunha ile mahkûm olanlardan beş liradan
yüz liraya kadar cezaî nakdî alınır.
İhtira
Beratı Kanununun 2. ve 3 üncü maddelerinin tefsirine mahal olmadığına dair
Kurucu Meclis Kararı :
Karar
No : 51
23
Mart 1879 tarihli İhtira Beratı Kanununun 2. ve 3. maddelerinin tefsirine mahal
olmadığına dair geçici komisyonca hazırlanan aşağıdaki rapor Kurucu Meclis
Birleşik Toplantısının 8.5.1961 tarihli 12. birleşiminde kabul edilmiştir.
YÜKSEK
BAŞKANLIĞA
(Komisyonumuza
havale buyurulan İhtira Beratı Kanununun 2. ve 3. maddelerinin tefsiri hakkında
Milli Birlik Komitesi Üyesi Sami Küçük ve arkadaşları tarafından verilen önerge
ve ekleri Komisyonumuzca tetkik ve müzakere olundu:
23
Mart 1879 tarihli İhtira Beratı Kanununun 2 nci maddesinde "Sanayice
yeniden bir netice ve eser vücuda getirmek ve bunların husulü için vesaiti
cedide ihdas veyahut malûm olan vesaiti bir sureti cedidede istimal eylemek
muhteriattan addolunur." denilerek ihtiranın tarifi yapılmış bulunmaktadır.
Bu
kanuna göre;
a)
Sanayice yeniden bir netice ve eser vücuda getirmek;
b)
Bunların elde edilebilmesi için yeni vasıtalar bulmak veyahut bilinen
vasıtaları yeni bir şekilde kullanmak;
üzere
îki nevi ihtira beratı ortaya çıkmakta olup (a) fıkrasında madde, (b)
fıkrasında ise usul ihtiraları kabul edilmekte ve usul bakımından verilen berat
dolayısiyle o usulle elde edilen madde de himaye görmektedir,
Kanunun
3 üncü maddesinde ise, evvelâ terkibatı seydelâniyeye ve her nevi edviye ve
mualecata ve saniyen umuru maliyeye ve muamelâtı sarrafiyeye dair lâyihalar
için berat itası caiz olmadığı hükmü mevcuttur. Binaenaleyh 2. maddede
belirtilen madde ve usul ihtiralarının müstahzarlara ve 767 sayılı Türk Kodeksi
hakkındaki Kanunun 4 üncü maddesinde zikir ve tarif edilen ilâçlara taalûku
halinde berat verilmesinin caiz olmıyacağı ve berat verilmiş olsa dahi İhtira
Beratı Kanunun 36 ncı maddesi mucibince bu beratın hükümsüz sayılması
gerekmektedir.
Tatbikatta
ihtiraın tescili için Sanayi Bakanlığına yapılan müracaatta, bu Bakanlık
talebin mevzuat hükümleri dairesinde yapılıp yapılmadığını; mevzuun, kanunun 3
üncü maddesi şümulüne girip girmediğini tetkik ederek müracaatın mevzuat
hükümlerine göre yapıldığını ve 2 nci madde hükmüne girdiğini tesbit ettiği
taktirde müracaat sahibine berat vermektedir. 3 üncü madde muvacehesinde
terkibatı seydalâniyeye berat verilmemekle beraber bir ilâcın kimyevî madde
ismi ihtiraa mücmel unvan verilmek suretiyle, ilâçlar için berat istenildiği ve
verildiği görülmektedir.
Bu
hal, yukarıda işaret edilen hükümlere aykırı olarak memlekette bir ilâç
inhisarı yaratmaktadır.
Yukarıda
belirtilen müstahzar ve ilâçlara kanunun 3. maddesi mucibince, mualecât
tâbirinde madde ile birlikte usul de mündemiç bulunduğundan, berat verilmesi
caiz değilken, berat verilmiş olursa, bu hale ıttıla kesbeden tescil makamı,
kanunun 36. maddesine dayanarak, bu gibi beratları re'sen iptal etmeye yetkili
bulunduğu halde bugüne kadar ilâçlara verilen beratların iptali cihetine
gidilmiyerek tatbikatın bu yolda yürütüldüğü anlaşılmıştır.
İlâçlara,
kimyevî adlarının gösterilmesi suretiyle usul beratı alınması neticesi olarak
ihtira beratı sahiplerinin elde ettikleri inhisar yüzünden memleketin büyük
döviz kayıpları olmakta; halk da bazı hayatî ehemmiyeti haiz ilâçları bir kaç
misli yüksek fiyatla almak durumunda bırakılmaktadır.
Bir
misalle bu ciheti belirtmek, hadisenin aydınlanması bakımından faydalı mülâhaza
edilmektedir.
Chloramphenicol
kimyevî maddesi, Milletlerarası Kodekste bir ilâç olarak bu isimle kayıtlı bulunduğu
halde, memleketimizde "Terapötik olarak kıymetli esterler ve bunları elde
etmeye mahsus usul." unvanı ile beratı alınmış bulunmaktadır. Burada
kıymetli esterler diye ilâcın kimyevî ismi zikredilerek esas ilâç ismi
saklanmıştır. Bu suretle elde edilen fiilî inhisar hakkının kullanılmasından
fiyat tekeli yaratılmış ve dünya piyasalarında bir kilosunun 50-55 dolar
civarında iken mezkûr beratı almış bulunan firma ve lisansiyeleri tarafından
110-150 dolar üzerinden memleketimize ithali suretiyle yılda 800.000 dolar yani
7.200.000 Türk lirası döviz ziyanına sebebiyet verildiği gibi, müstehlik de bu
ilâca 6-7 lira yerine 14-15 lira ödemek zorunda bırakılmaktadır.
Buna
ilâve edilecek bir çok misaller daha vermek mümkündür. Bu meyanda
Oxytetracycline ve buna benzer antibiotiklerden uğranılan döviz ziyamın yekûnu
yılda 38.200.000 Türk lirasıdır. Bunun halka inikası ise, 15 liralık ilâca
50-55 lira ödemek suretiyle tecelli etmektedir.
İhtira
Beratı Kanunu Muvakati, bu gibi suistimalleri önlemek için, ilâçlara ihtira
beratı verilmesini önleyici mahiyette olduğu gibi, Milletlerarası anlaşmalarda
yer alan hükümler de, millî kanunumuzun bu suretle tatbikine mâni teşkil
etmemektedir. Çünkü iltihak eylediğimiz sınaî mülkiyetle ilgili Milletlerarası
anlaşmalarda, bilhassa 6894 sayılı Kanunla tasdik ettiğimiz sınaî mülkiyetin
himayesine mahsus 20 Mart 1883 tarihli muaddel Paris ittihadı Mukavelenamesinin
2 nci maddesi, bu anlaşmaları imza eden Devletlerin vatandaşlarına, kendi
vatandaşlarımıza tatbik edilen hususlardan gayrı bir hususun tatbikini âmir
değildir.
Yukarıda
belirtilen sebeplerle, ihtira Beratı Kanununun 3. maddesine göre, 767 sayılı
Türk Kodeksi Hakkındaki Kanunun 4 üncü maddesinde kayıtlı tababeti beşeriye ve
hayvaniyede ilâç gibi müstamel bütün tıbbî nebatat ile basit veya mürekke puzvî
ve gayriuzvî kimyevi maddeler yani ilâçlar için berat verilmemesi; her hangi
bir kimyevî maddenin istihsal usulü için berat verilmiş olsa bile, bu kimyevî
maddenin ilâç olduğu tespit edildiğinde İhtira Beratı Kanununun 36. maddesi
mucibince beratı veren makam tarafından iptal edilmesi gerekir.
Hülâsa
olarak:
İhtira
Beratı Kanununun 3. maddesi hükmü, bahis mevzuu terkibatı saydelâniyeye, her
nevi edviye ve mualecata her ne nam, sebep ve usulle olursa olsun berat
verilmesine müsait değildir.
Bu
itibarla talep edilen bu gibi ihtiralara, kanunun 2. maddesindeki "madde-
ve "usul" beratı hükmüne uygun bulunsa bile 3. madde hükmü
muvacehesinde berat verilmemesi ve verilmiş olan bu kabil beratların hükümsüz
addedilmeleri gerektiğinden yanlış tatbik gören sözü edilen 3. maddenin, bu
yanlış tatbikat sebebiyle, ayrıca tefsirine mahal bulunmadığına oybirliği ile
karar verildi.)
GEREKÇE:
İtirazın
konusu, 10 Mart 1296 tarihli İhtira Beratı Kanununun 3. maddesinde yer alan ve
"terkibatı saydelâniyeye ve her nevi edviye ve mualecata" berat
verilmesini yasaklayan hükmün, bu maddenin tefsirine mahal olmadığı yolundaki 8
Mayıs 1961 günlü ve 51 sayılı Kurucu Meclis kararında açıklanan anlam içinde,
Anayasa'nın mülkiyet hakkına ilişkin 36., temel hakların korunmasına ilişkin
11/2. maddelerine ve 132. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarındaki ilkelere
aykırılığı nedeniyle iptali isteminden İbarettir.
1-
Davacı ve Danıştay 12. Dairesi, berat verilmesini yasaklıyan söz konusu hükmün,
Anayasa'ya aykırılığını ileri sürerlerken Anayasa'nın 36. maddesindeki mülkiyet
hakkı kavramının, kişinin mamelekine giren sübjektif hakların hepsini
kapsadığı, belli nitelikteki düşünce ürünleri üzerindeki hakların da bunlardan
olduğu, iptali istenilen hükmün ise bir kısım ihtiralar için yaratıcısına berat
verilmesini önlemekle ihtira ile doğan mülkiyet hakkının özüne dokunduğu
gerekçesine dayanmaktadırlar.
Bu
duruma göre, dâvanın çözümü için. ilk olarak, ihtira beratı verilmemesinde
mülkiyet hakkına dokunan bir yönün var olup olmadığı incelenmelidir. Başka bir
deyimle, önce ihtira beratının sağladığı hakkın, Anayasa'nın 36. maddesinde yer
alan mülkiyet hakkı kavramına girip girmediği ortaya konulmalıdır. Çünkü dâva
konusu hüküm muhterii ancak ihtira beratından mahrum ettiğine göre, ihtira
beratının sahibine sağladığı hak, bir mülkiyet hakkı değilse, dâva konusu
hükmün de mülkiyet hakkına dokunma yönünden Anayasa'ya aykırılığı söz konusu
olamaz.
Bu
yönün anlaşılması için, yapılacak incelemede, ihtira beratının, sahibine sağladığı
hak ile Anayasa'daki mülkiyet hakkının konusu ve kapsamı üzerinde durulmalıdır.
Anayasa'da,
mülkiyet hakkının, bir temel hak olduğu, kamu yararına aykırı olarak
kullanılamıyacağı, ancak kamu yararı düşüncesiyle sınırlanabileceği belirtilmiş
ise de, konusu ve kapsamı gösterilmemiş ve ihtira hakkından da söz
edilmemiştir. O halde bu yönlerde ilgili kanunlara ve hukuk ilkelerine bakarak
bir sonuç çıkarmak gerekir.
Davacı,
dilekçesinde, Anayasa'daki (mülkiyet hakkı) teriminin, kişinin mamelekinin
hepsini kapsadığı ve Anayasa'daki mülkiyet hakkı kavramının kapsamı ile Medenî
Kanundaki mülkiyet hakkı kavramının kapsamının farklı olduğu görüşünü öne
sürmekte, Danıştay 12. Dairesi de bu görüşü benimsemiş bulunmaktadır.
Oysa
Anayasa'nın 36. maddesinin ilk fıkrasında (Herkes, mülkiyet ve miras haklarına
sahiptir) denilmekle yetinilmiş, hakkın niteliği ve kapsamı konusunda bir
açıklama yapılmamıştır. Anayasa'nın 36. maddesinde mameleke giren hakların
hepsinin mülkiyet hakkı kavramı içinde olduğunu gösteren bir hüküm veya bu
derecede geniş yorumlamaya elverişli bir anlatım yoktur. Anayasa çalışmalarında
ve maddelerinin tertiplenmesinde, yürürlükteki hukuk düzeninin gözönünde
tutulmuş olması ise, tabiidir. Nitekim Anayasa, yürürlükteki hukuk düzeninde
değişiklik yapmayı istediği hallerde, bu ereğini sağlayan veya belli eden
açıklıkta, hükümler getirmiştir. Mülkiyet hakkı bakımından koyduğu ilkeler ise,
bu hakkın ancak kamu yararı amacı ile ve kanunla sınırlanabileceğinden ve
kullanılmasının toplum yararına aykırı olamayacağından ibarettir. Maddenin
gerekçesinde ve Temsilciler Meclisindeki görüşmelerde de, davacı tarafından
ileri sürülen görüşü destekler bir söz geçmemiş, tersine kimi üyelerin :
"halbuki fikrî haklar gibi haklar vardır ki mülkiyet hakkı ile ilgili değildir.",
"Komisyonun tadil teklifi Medenî Kanunumuzun getirdiği, bu gün Türk
Milletinin alışık olduğu şekilde bir mülkiyet hakkı ve tasarruf imkânı
getirmektedir ve gerçekten komisyonun getirdiği teklif, Medenî Kanunumuzun 618.
maddesinde kabul ettiği mülkiyet hakkına tamamen uymaktadır" şeklindeki
açıklanan görüşleri itiraza uğramamış ve madde hakkındaki bütün tartışmalar
Medenî Kanunumuz çerçevesindeki bir mülkiyet hakkinin öngörüldüğünü benimseyen
görüşler çerçevesinde yapılmıştır. (Temsilciler Meclisi Tutanak Dergisi Cilt:
3. Sahife : 252 - 254 ve devamı, Cilt: 4, Sahife: 493-495)
Bu
sebeple Anayasa'nın metni ve bu metni kabul eden Meclisin açık olan ereği
karşısında, Anayasa'daki mülkiyet hakkı teriminin, niteliği ve kapsamı
bakımından, Medenî Kanunumuzdakinden daha geniş düşünüldüğü ve kişinin bütün
malî haklarını içine aldığı sonucuna varılması mümkün değildir. Anayasa'daki
(Mülkiyet hakkı) kavramının mamelek kavramı ile eşit anlamda olduğunu kabul
etmek ve çeşitli hakları ihtiva eden bir kül olarak görmek müsbet hukuk
kurallarımıza uygun bir görüş olmaz. Medenî Kanunumuza göre, mülkiyet hakkının
konusunu maddî şeyler teşkil etmekte, mamelek içindeki diğer haklar mülkiyet
hakkı sayılmamakta ve kanunlarda bunlardan, haklar ve alacaklar diye
bahsedilmektedir. Hattâ maddî eşya üzerinde kurulan ve bu itibarla mülkiyet
hakkını etkileyen ve böylece Anayasa'nın 36. maddesinin kapsamı içinde bulunan
bir kısım haklar bile doğrudan doğruya "mülkiyet" hakkı sayılmayarak,
"mülkiyetin gayri aynî haklar" adı ile nitelendirilmektedir.
Nazarî
hukuk alanında da mülkiyet hakkı, konusu maddî şey ve mal olan bir eşya hakkı
olup, medenî hakların ayırımında, mameleke giren aynî haklardan birisini teşkil
etmekle, ihtira hakkı ise, mameleke girmekle birlikte aynî hakların ve böylece
mülkiyet hakkının dışında kalmaktadır. Özet olarak, Anayasa'nın 36. maddesinin
açık metni, maddede yer alan "mülkiyet hakkı" teriminin bütün mamelek
haklarını kapsadığı yolunda yorumlanmasına ve ihtira hakkının da bir mülkiyet
hakkı olduğunun kabulüne elverişli değildir.
Öte
yandan Almanya'daki Anayasa hukuku nazariyatında ve mahkemelerin
uygulamalarında, ileri sürüldüğü üzere, Bonn Anayasası'nın 14. maddesindeki
"mülkiyet hakkı" kavramına fikrî hakların da dahi! sayılmakta olması,
Anayasa'mızın 36. maddesi hükmünün de aynı doğrultuda yorumlanması için yeter
bir neden değildir.
Zira
bir kez Anayasa'mızın 36. maddesi hükmü ile Alman Anayasa'sının 14. maddesi
hükümleri, ileri sürüldüğünün tersine, niteliği etkileyecek derecede, farklı
olarak düzenlenmişlerdir.
Öte
yandan yukarıda da değinildiği üzere; Anayasa koyucunun, 36. madde hükmünü ne
erekle düzenlediği ortada iken, bir yabancı devlet anayasası üzerindeki
tartışmalar ve o anayasanın uygulanış biçimi, bu ereğe aykırı bir yorumu haklı
ve makbul kılamaz.
Davacı,
(İnsan Haklarını ve Ana Hürriyetleri Korumaya Dair Sözleşmeye Ek Protokol) un
1. maddesinde (mal) teriminin kullanılmış olmasını da, iddiasının bir delili
olarak öne sürmektedir.
Oysa
(mal) terimi ile (mülkiyet) teriminin ayrı hukukî kavramlar olduğunun
bilindiğine ve Anayasa'nın 36. maddesinde (mülkiyet hakkı) nda söz edildiğine
göre, bahse konu protokolün 1. maddesi ile Anayasa'nın 36. maddesi arasında,
davacının dilekçesinde öne sürülen biçimde, bir bağlantı kurmak mümkün
değildir. Kaldı ki Protokolün 1. maddesinde (her hangi bir kimse, âmme menfaati
icabı olarak ve kanunun derpiş eylediği şartlar ve devletler hukukunun umumî
prensipleri dahilinde mülkünden mahrum edilebilir) denilmek suretiyle,
Anayasa'nın 36. maddesindeki ilkelerden çok değişik, ve kanun koyucunun nispî
takdirine bağlanmış bir esasın kabul edildiği görülmektedir.
Buna
karşı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, mülkiyet hakkına 17. ve fikri
haklara da 27. maddelerinde yer vermek suretiyle bu iki hakkın niteliklerindeki
ayrılığa uygun bir düzenleme yapmış bulunmaktadır. Gerçekten söz konusu
beyannamenin bu maddelerin de şu hükümlerin yer aldığı görülür:
"Madde
17: 1- Her şahıs tek başına veya başkalariyle birlikte mal ve mülk sahibi olmak
hakkını haizdir.
2-
Hiç kimse keyfî olarak mal ve mülkünden mahrum edilemez.
"Madde
27: 1- Herkes, topluluğun kültürel faaliyetine serbestçe katılmak, güzel
sanatları tatmak İlim sahasındaki ilerleyişe iştirak etmek ve bundan
faydalanmak hakkını haizdir.
2-
Herkesin, sahibi bulunduğu her türlü ilim, edebiyat veya sanat eserlerinden
mütevellit manevî ve maddî menfaatlerin korunmasına hakki vardır."
Görüldüğü
gibi İnsan Haklan Evrensel Beyannamesi, mülkiyet hakkının, "mal ve mülk
sahibi olma" deyimi ile, maddî şeylere özgü niteliğini belirtmiş, fikrî
haklan ise, "türlü ilim, edebiyat veya sanat eserlerinden mütevellit
manevî ve maddî menfaatlerin korunması hakkı" olarak ifade etmiştir.
Anayasamız
da 36. ve 21. maddeleriyle söz konusu beyannameye muvazi bir düzenleme yapmış;
36. maddesiyle, Medenî Kanundaki esaslara uygun biçimde mülkiyet hakkı ilkesini
koyarken, 21. maddesiyle de bilim ve sanat hürriyetini, bir temel hak olarak
düzenlemiştir.
Buraya
kadar yapılan açıklamalar, fikri hakların, Anayasa'nın 36. maddesinde yer alan
"mülkiyet hakkı" teriminin kapsamı içerisinde olduğu ve bu bakımdan
mülkiyet hakkına tanınmış bulunan Anayasa teminatından bu hakların da
faydalandırılmaları gerektiği görüşüne katılmanın mümkün olmadığını
göstermektedir.
Öte
yandan Anayasa'nın 21. maddesinin ilk fıkrasından "Herkes, bilim ve sanatı
serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama, yayma ve bu alanlarda her türlü
araştırma hakkına sahiptir" denilmek suretiyle sadece (İnsan Hakları
Evrensel Beyannamesinin) 27. maddesinin 1 sayılı bendindeki ilkenin benzeri
olan esasların alındığı, buna karşılık 2 sayılı bendinde yer alan ve bu
faaliyetler sonucu elde edilecek fikir ürünleri üzerindeki haktan söz
edilmediği ve böylece söz konusu hakların kişinin temel hakları arasında
sayılmadığı görülmektedir. Ancak bu durum, söz konusu fikrî hakların hiç bir
ölçüde Anayasa teminatı altında bulunmadığı anlamına alınmamalıdır. Zira 21.
maddesiyle, bilim ve sanat alanında serbestçe açıklama, yayma ve her türlü
araştırmayı bir temel hak olarak belirten Anayasa'nın bu faaliyetler sonucu
meydana gelen fikir ürünleri üzerinde hiç bir hak tanımamış olduğunu söylemek
mümkün değildir. Aksine, söz konusu 21. madde hükmünün bu maddede belirtilen
hakların kullanılması sonucunda meydana gelen fikir ürünleri üzerinde,
sahiplerinin ilişkilerini ve haklarını, bir "temel hak" niteliğinde
olmamakla birlikte, dolaylı olarak teminat altında bulundurduğundan kabul
olunması, madde hükmünün tabiî bir sonucudur. Zira bu madde ile, "Temel
hak" olarak kişiye tanınmış olan hürriyetler düzeninin gereği gibi
işliyebilmesinin, bu hakların kullanılması sonucunda elde edilen fikir
ürünlerinden, sahiplerinin, yararlanmalarının sağlanmasına bağlı olduğu
şüphesizdir bu bakımdan Anayasa'nın, "temel hak" olarak tanıdığı bir
faaliyet sonucu meydana gelen fikir ürünleri üzerinde sahiplerine hiç bir hak
tanımamış olduğu düşüncesi, tutarlı bîr görüş sayılamaz.
Öte
yandan, fikir ürünleri üzerinde Anayasa'nın hiç bir korumasının bulunmadığı
düşüncesiyle bunların tanınıp tanınmamasının kanun koyucunun mutlak takdirine
bağlı sayılmasının da, bilim ve sanat araştırmaları sonucunda meydana gelen
fikir ürünleri üzerine, çeşitli görüş ve maksatlarla ölçüsüz sınırlamalar
konulabilmesi suretiyle bu gibi çalışmaların muhtaç olduğu özgürlük ortamının
gereği gibi sağlanamamasına ve bu yüzden de araştırma alanına yönelecek
çabaların engellenmesine ve yurdun bilim ve sanat alanındaki ileri hamlelerinin
yavaşlamasına, dolay isiyle de kamunun zarara uğramasına yol açacağı ortadadır.
Görülüyor
ki böyle bir tutum, 21. maddedeki "temel hak" ları etkileyecek ve
onları dolaylı bir baskı altına alarak sahip bulundukları Anayasa teminatını
işleyemez duruma girmesi yollarını açabilecek bir sonucun önceden kabul
edilmesi demek olur ki bunun da Anayasa'nın ruh ve maksadiyle bağdaştırılması
mümkün değildir.
Esasen,
Türkiye Cumhuriyetinin, insan haklarına dayanan demokratik bir hukuk devleti
olduğunu belirten Anayasa'nın 2. maddesi, başka türlü bir anlayışa yer
vermeyecek derecede açıktır.
Şu
duruma göre, herkesin, Anayasa'da sayılan temel haklardan ayrı olarak
Anayasa'nın 21. maddesinin koruduğu bilim ve sanat çalışmalarından doğma maddî
ve manevî menfaatlarının korunmasını isteme hakkına da sahip bulunduğu ve kanun
koyucunun bu ilkelerin ışığı altında böyle bir hakkı düzenleme yetkisini haiz
olduğu sonucu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Bir başka deyimle kanun
koyucunun, bilim ve sanat özgürlüğü, kamu yararı, insan hakları ve demokratik
hukuk devleti ilkelerinin sınırları içerisinde kalmak şartiyle bu hakkın
niteliğini, doğuş koşullarını, sahibine sağladığı yetkileri düzenlemesi
gereklidir ve bu konudaki düzenlemelerin, Anayasa ilkelerine aykırı bir yönü
bulunup bulunmadığının, denetlenmesi de Anayasa Mahkemesinin görevleri
arasındadır.
İhtira
Beratı Kanununun 3. maddesinin iptali istenen hükmünün, Kurucu Meclisin 51
sayılı kararı ile beliren anlamı içinde ve yukarıdaki açıklamaların ışığı
altında incelenmesi halinde aşağıdaki sonuçlara varılır:
Sözü
edilen ihtira Beratı Kanunu, 1. maddesi ile hirfet ve sanayie dair olan her
nevi ihtiraat ve keşfiyat ve ıslahattan faydalanma hakkının mucit, kâşif ve
muslihlerine ait olduğunu tespit etmiş ve faydalanma hakkının Devlet tarafından
verilecek "berat" ile tasdik edileceği esasını koymuştur.
Kanunun
öteki maddelerinde, faydalanma hakkının süresi, beratın ne suretle isteneceği,
nasıl verileceği, ferağ ve intikal şekilleri, iptal ve iskat şartları... gibi
hükümler bulunmakta iptali istenilen 3. maddesinde ise "terkibatı
saydelâniye" ile ilâçlara ihtira beratı verilemiyeceği esası yer
almaktadır. Söz konusu 3. maddenin iptali istenilen hükmünün, kanunun tümü
içindeki yeri ve niteliği gözönüne alınarak incelenmesi halinde, sanayi ve
hirfet alanına giren fikir ürünlerinden sadece "terkibatı
saydelâniye" ve "ilâç" konularındaki buluş sahiplerine ihtira
hakkı tanımamak suretiyle bunlardan faydalanma hakkının bir tek kişinin mutlak
tekeli altına germesinin önlendiği görülür.
51
sayılı Kurucu Meclis kararı ise, bu konulardaki usul buluşlarının da himaye
edilemiyeceğinin, yani bunlar için de ihtira beratı verilemiyeceğinin, madde
hükmünün tabiî bir gereği olduğunu belirtmektedir. Terkibinde birden çok madde
bulunan her ilâç bir usul uygulaması sonucunda meydana getirilebileceğine göre,
ilâç için ihtira beratı verilmeyeceği esasını kabul eden kanun koyucunun, madde
hükmünden, usulü hariç tuttuğu düşünülemiyeceği cihetle maddenin 51 sayılı
karar doğrultusunda uygulanması da yerinde ve zorunludur.
İlâç
konusunun insan sağlığı ile olan yakın ilişkisi gözönüne getirilse kanun
koyucunun tutumuna hak vermemek mümkün değildir. Kamu yararının açık bir gereği
olan ve "Fikir ürünlerinden sahiplerinin faydalanmalarının korunmasını
isteme hakkı, üzerine konular bu kayıtlamanın, fikir ve bilim özgürlüğünün
özünü zedeler bir önem ve kapsamda olduğu ileri sürülemez. Bu konuda sözü
edilen kamu yararının önemi de böyle bir kayıtlamayı haklı kılar.
Toplum
sağlığının korunmasının gereği olan niteliği yukarıda belirtilen kayıtlamanın,
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 25., 29. ve 30. maddeleri karşısında,
insan haklarına ve demokratik bir toplum olma ilkelerine aykırılığı da ileri
sürülemez. Siyasî rejimleri, insan haklarına ve demokratik hukuk devleti
esaslarına dayanan bir kısım batı ülkelerinde de söz konusu hakkın bu yolda
düzenlendiği görülmektedir.
Özetlemek
gerekirse, iptali istenen hükmün, mülkiyet hakkı ile ve bu sebeple de
Anayasa'nın 36. maddesiyle bir ilişkisi olmadığı gibi Anayasa'nın 21. ve 2.
maddelerindeki ilkelere aykırılığından da söz edilemez.
Üyelerden
İhsan Keçecioğlu, Feyzullah Uslu, Fazlı Öztan, İ. Hakkı Ketenoğlu, İhsan
Ecemiş, Recai Seçkin; iptali istenen hükmün Anayasa'ya aykırı olmadığı oyunda
bulunmuşlarsa da yukarıdaki gerekçeye katılmamışlardır.
2-
Danıştay 12. Dairesinin, 1961 Anayasasının yasama organına kanun hükümlerini
yorumlama yetkisini tanımadığı halde, 51 sayılı kararın, Anayasa'nın 132.
maddesinin birinci ve ikinci fıkralarında yer alan ilkelere aykırı olarak,
yargı organlarına kanunu kendi anlayışlarına göre yorumlayıp uygulamak imkânını
vermediği, bu organları, yasama organının etkisi altında karar verme zorunda
bıraktığı yolundaki gerekçesine gelince :
Söz
konusu 51 sayılı kararın, Kurucu Meclis tarafından kabul edildiği 8/5/1961
gününde, 1924 Anayasasının yasama organına kanunları yorumlama yetkisi tanıyan
26. maddesi yürürlükte idi.
Şu
duruma göre 51 sayılı Kurucu Meclis kararı; kabul edildiği tarihte yürürlükte
bulunan Anayasa hükmüne uygun olarak yapılmış, halâ hukukî değeri olan ve
uygulanması zorunlu bulunan bir yasama tasarrufudur.
Aksi
düşünce, 1924 Anayasasının yürürlükte bulunduğu devrede, sözü geçen Anayasa
hükmüne dayanılarak çıkartılmış bulunan yorum kararlarının, 1961 Anayasasının
yürürlüğe girmesiyle hukukî değerlerini yitirmiş bulunmaları sonucuna yol açar
ki böyle bir görüşün savunulması ve kabulü mümkün değildir.
Anayasa'nın
132. maddesi ise, hâkimlerin Anayasa'ya, kanuna, hukuka ve vicdanî kanaatlerine
göre hüküm verecekleri ilkesini koyduğuna ve 51 sayılı karar da ilişkin olduğu
kanuna bağlı ve onunla birlikte uygulanması zorunlu bir müsbet hukuk metni
bulunduğuna göre, mahkemelerce İhtıra Beratı Kanunun 3. maddesinin iptali
istenen hükmünün, 51 sayılı karar ile beliren anlamı içinde uygulanmasının,
Anayasa'nın 132. maddesinin birinci ve ikinci fıkralarına aykırı nitelikte
olmadığı, aksine olarak bu fıkraların hükümlerinin bir gereği bulunduğu
ortadadır.
Bu
nedenlerle itiraz, tartışılan ikinci gerekçe yönünden de yerinde değildir.
SONUÇ:
İhtira
Beratı Kanununun 3. maddesinde yer alan ve Kurucu Meclisçe yorumlanmasına yer
olmadığına 8 Mayıs 1961 gününde 51 sayı ile karar verilen "... terkibâtı
saydelânîyeye ve her nevi edviye ve muâlecâta..." ihtira beratı
verilmesinin caiz olmadığı" yolundaki hükmün Anayasa'ya aykırı
bulunmadığına ve itirazın reddine 26/12/1967 gününde oybirliği ile karar
verildi.
|
|
|
|
Başkan
İbrahim
Senil
|
Başkanvekili
Lütfi
Ömerbaş
|
Üye
İhsan
Keçecioğlu
|
Üye
Salim
Başol
|
|
|
|
|
Üye
Feyzullah
Uslu
|
Üye
A.
Şeref Hocaoğlu
|
Üye
Fazlı
Öztan
|
Üye
Celâlettin
Kuralmen
|
|
|
|
|
Üye
Hakkı
Ketenoğlu
|
Üye
Fazıl
Uluocak
|
Üye
Avni
Givda
|
Üye
İhsan
Ecemiş
|
|
|
|
Üye
Recai
seçkin
|
Üye
Ahmet
Akar
|
Üye
Muhittin
Gürün
|
İTİRAZ
KONUSU HÜKMÜN ANAYASA'YA UYGUNLUĞU GEREKÇESİNE İLİŞKİN KARŞİ OY YAZISI
Çoğunluk
gerekçesinde, Alman Anayasa'sının mülkiyete ilişkin hükmü ile Türk
Anayasa'sının hükmü arasında başkalık bulunduğundan, dolayı Alman
mahkemelerinin ve bilim adamlarının yorumundan bizim yararlanamayacağımız,
bizim Anayasa'mızın 36. maddesine ilişkin raporda ve Meclis görüşmelerinde
söylenilenlerden Anayasa koyucusunun ancak Medenî Yasa'nın düzenlediği anlamda
maddî mallar üzerindeki mülkiyet hakkını korumayı düşündüğünün anlaşılması
karşısında 36. madde hükmünün mülkiyet hakkından daha başka hakları kapsamına
almadığı İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin ise 17. maddesinde mülkiyet
hakkına ve 27. maddesinde fikrî haklara yer vererek fikri hakların mülkiyet
teminatının kapsamı dışında kaldığını belirttiği ve fikrî hakları 27.
maddesindeki hükümde "manevî ve maddî menfaatleri koruma hakkı"
olarak anlattığı, Anayasa'mızın 21. maddesindeki "Herkes, bilim ve sanatı
serbestçe öğrenme ve öğretme, açıklama yayma ve bu alanlarda her türlü
araştırma hakkına sahiptir" hükmü ile, bu maddede anılan çalışmalar sonucunda
ortaya çıkan düşünce ürünleri üzerinde de sahiplerine temel hak niteliğinde
olmasa bile bir takım haklar tanımış bulunduğu, Türkiye Cumhuriyetinin insan
haklarına dayanan demokratik bir hukuk devleti olduğunu bildiren ikinci madde
hükmü ile az önce anılan 21. madde hükmüne göre Anayasa'da sayılan temel
haklardan ayrı olarak kişinin düşünce ürünlerinden doğan maddî ve manevî
yararlarının korunmasını isteme hakkına sahip bulunduğu ve yasa koyucunun bilim
ve sanat hürriyeti insan hakları ve demokratik hukuk devleti ilkeleri
içerisinde kalarak bu hakkın niteliğini, doğumu koşullarını ve sahibine
sağlıyacağı yetkileri düzenleyebileceği görüşleri benimsenmiştir.
1-
Anayasa'mızın 2 nci maddesinde Devletin belli alanlarda bir takım yararları
korumakla ödevli bulunduğu ve bu ödevi yerine getirmek üzere bir takım yasa
hükümleri koymak yükümü altında olduğu anlatılmak İstenmiş değildir. Belki
Devletin yasalarla veya başka biçimde koyacağı hukuk kurallarında gözeteceği
sınırlar, gözönünde tutacağı yönler ve amaçlar belirtilmiştir. Anayasa'nın
"Genel esaslar, başlıklı birinci kısmında yer alan bu 2. madde,
"Devletin nitelikleri" başlığını taşımakta ve yazılışı bakımından da
bu nitelikleri göstermektedir. Buna karşılık, "Temel haklar ve ödevler"
başlıklı 2. kısımın özellikle 3. bölümünde yer alan hükümler ile devlete belli
alanlarda yasalar koymak ödevi açıkça yüklenmiştir; demek ki devletin belli
alanlarda hukuk kuralları koyarak kişilerin yararlarını korumak ödevine ilişkin
hükümlerin yeri Anayasa'nın 2. maddesi değildir.
Buna
göre demokratik hukuk devleti ilkesinin, devlete, yeni buluş sahiplerinin
haklarını korumak ödevini yükleyen bir dayanak olarak gösterilmesi; ilk önce
Anayasa hükümlerinin yazılışına dayanarak çıkarılan anlama uygun olamaz. Bu 2.
maddenin Kurucu Meclisteki hazırlık çalışmalarının incelenmesi dahi bu görüşü
doğrulamaktadır. Gerçekten Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonu raporunda bu
madde ile "Devletin vasıfları" nın gösterildiği yazılıdır ve bu
niteliklerin anlamlan özetlenmiştir (Avukat Kâzım Öztürk - İzahlı, Gerekçeli,
Anabelgeli ve Maddelere Göre Tasnifli Bütün Tutanakları ile Türkiye Cumhuriyeti
Anayasa'sı - Ajans Türk Matbaası. Ankara - 1966. Sayfa 953-954). Maddenin
Temsilciler Meclisi ve Millî Birlik Komitesinde görüşülmesi sırasında "Hukuk
devleti" sözünün ve "Millî Devlet" veya "Milliyetçi
Devlet" sözlerinin maddeye konulması özerinde tartışmalar olmuştur.
Temsilciler Meclisi üyelerinden Esat Çağa; maddenin bir mihenk taşı olduğunu,
yapılacak yasaların, idarenin işlemlerinin buna aykırı olamayacağını, yargı
organlarının bunun ışığı altında yorum yapacaklarını, hukuk devletinin, devleti
amacı bakımından tanımlayan bir deyim olduğunu ve kapsamı bakımından adalete
uygun bir hukuk düzenini kurma ve sürme amacını güttüğünü, bu ikinci maddenin
Devletin işleyişi bakımından niteliklerini belli ederek yasa koyucuya,
idareciye ve hâkimlere bir davranış yönü gösterdiğini daha önce belirttiğini
(Anılan kitap S: 956-957 ve 1112), Temsilciler Meclisi Üyelerinden Coşkun Kırca
bu ikinci maddede ne belli bir hak, ne bir hürriyet, ne de belli bir ödev
anılmış olduğunu burada yanlızca Devlete bütün çalışma ve İş alanlarında esin
verecek olan bir zihniyetin, bir felsefenin bildirilmiş bulunduğunu ve Devletin
bütün çalışma ve iş alanlarında bu ilkelerin tespit ettiği zihniyete sahip
olmasının istendiğini ve Anayasa Mahkemesi ile başka mahkemelere "Yasaları
bu yolda yorumla" diye bir yönerge bir talimat verilmek amacı güdüldüğünü
(Anılan kitap S; 954-955). Temsilciler Meclisi üyelerinden Hamza Eroğlu; ikinci
maddenin Devletin niteliklerini bîr Anayasa konusu olarak öngördüğünü (Anılan
kitap S : 1027), Temsilciler Meclisi üyelerinden Ferit Melen ise; bu ikinci
maddenin Devletin yanlızca niteliklerini belirtmekle kalmayıp ayrıca onun
ereğini, izleyeceği doğrultuyu dahi gösterdiğini, örneğin sosyal devlet derken
nitelik i!e birlikte doğrultuyu dahi bildirdiğini (Anılan kitap S : 1056),
söylemişlerdir. Bütün bu açıklamalardan çıkan sonuç, yalnızca Anayasa'nın
ikinci maddesine dayanılarak Devletin şu veya bu alanda kişinin çıkarını
korumak üzere yasalar koymak ödevinin bulunduğu yolunda bir görüşün
savunulamayacağıdır.
2-
Çoğunluk gerekçesinde dayanılan Anayasa'nın 20. maddesinde dahi, bulucunun
sanayi alanında uygulanması olan yeni buluşunu korumaya elverişli bir hüküm
yoktur; çünkü, bu maddede anılan sanat, kuşkusuz edebiyat ve güzel sanatlardır;
zira Temsilciler Meclisi Anayasa Komisyonu raporunda da belirtildiği gibi,
bilim ve sanat hürriyetine bir çok yabancı ülkelerde bu hürriyetlere karşı
yapılan baskılardan ders alınarak o ülkelerin anayasalarında yer verilmiş ve
bundan dolayı da bizim Anayasamıza geçmiştir. Bir gerçektir ki uygulamada
yapılan baskı edebiyatı ve güzel sanatlara yönelmiştir yoksa hiç bir devlette
yalnızca sanayi alanında değerlendirilerek devletin iktisadî gücünü artıracak
sonuçlar doğurabilecek olan sanat çalışmalarını engellemek, kimsenin aklına
gelmiş değildir. Güzel san'atler ve edebiyat alanında yapılan birçok çalışmalar
ile baskıya karşı tepki göstermek yolu hemen her yerde tutulmuş ve bundan ötürü
de baskıya dayanan yönetimlerce edebiyat ve güzel san'at alanında çalışanlara
göz açtırmamak ilkesi benimsenmiştir. Bundan başka, Anayasa'nın 20.
maddesindeki bilim ve sanat özgürlüğüne ilişkin hükmün yazılışından anlaşıldığı
gibi, bu hüküm, yalnız, san'at alanında kişilerin çalışmalarını engellememek
yolunda olumsuz biçimde bir ödevi Devlete yüklemektedir. Nitekim bu maddeler
öğretim hürriyetine İlişkin hüküm ile 50. madde hükmünün birleştirmek için
Temsilciler Meclisinde ileri sürülen bir önergeye karşı komisyon sözcüsü Muammr
Aksoy, bu maddedeki; hükümlerle özgürlüklerin Devlet bakımından olumsuz yönden
düzenlendiğini ve bu madde hükmü ile Devlete herhangi bir şey yapmak ödevinin
yükletilmediğini, Devlete yükletilen yapma ödevlerinin ancak 49. maddenin (ki
Anayasa metninde 50. madde olmuştur) içinde bulunduğu 3 bölümde yer aldığını,
bundan Ötürü önergenin kabulünün Anayasa yapısına aykırı olacağını ileri
sürerek (Anılan kitap s : 1484 ve 2090), maddelerden anlaşılan bu yönü ayrıca
belirtmiştir. İmdi sanat özgürlüğü için konulan hükme dayanarak Devletin
endüstri alanındaki yeniliklerin bulucularını korumak ödevi olduğu kabul
edilemez.
3-
Yukarıdaki birinci ve ikinci bentlerdeki açıklamalarda anlaşıldığı üzere,
Anayasanın bu iki hükmünden hiç birisi, yasa koyucuya bir şey yapma ödevini
yüklemekte değildir. İmdî bunların ikisine birden dayanılarak dahi böyle bir
ödevin bulunduğu ileri sürülemez.
4-
Çoğunluk gerekçesinde dayanılan İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 27.
maddesinin ikinci fıkrası dahî, ancak güzel sanatlar alanındaki ürünlere
ilişkin bir hükümdür. Beyanname metninin Türkçe resmî çevirisinde birinci
fıkrada "güzel sanatları tatmak" sözü kullanılmış iken İkinci fıkrada
yalnızca "sanat eserleri" denmiştir. Türkçe'de dahi (sanat eserleri)
deyimi, hiç bir zaman sanayide kullanılacak eserleri anlatmak üzere kullanılan
bir söz değildir. Belki edebiyat ve güzel sanatlar alanındaki yapıtları
gösteren bir sözdür. Evrensel Beyannamenin Fransızca metninde ikinci fıkrasında
"Production scientifique, litteraire ou artistique" sözleri
kullanılmıştır ki "bilim, edebiyat ve güzel sanat ürünleri" demektir.
Nitekim Fransızca'da bugün "production artistique" sözü ancak güzel
sanat alanındaki ürünleri anlatır, yoksa endüstri yani sanayi alanını
ilgilendiren ürünleri değil. Bu yön "artistique" sözüne ilişkin
olarak "Grand Larousse Encyclopedique", in birinci cildinin 618.
sahifesinde ve bu sözün kökü olan "art" sözüne ilişkin olarak aynı
yapıtın aynı cildinin 604-606 sahifelerindeki açıklamalardan ve özellikle bu
söze bugün verilen anlamın yani güzel sanatlar anlamının 19. Yüzyılda yerleşmiş
olduğuna ilişkin açıklamalarda anlaşıldığı gibi, Fransa'da 11 Mart 1957 günü
Edebiyat ve Güzel Sanatlar Mülkiyeti Yasasına "La loi sur la propri ete
litteraire et artistique" denilmesinden dahi anlaşılmaktadır. Ayrıca şunu
da belirtelim ki Anayasa'nın Prof. E. Hirsch'e Millî Birlik İdaresince
yaptırılan Almanca çevirisinde de, 20. maddedeki (sanat) sözü,
"kunst" sözü ile Almanca'ya çevrilmiştir. Bu söz ise bugünkü
Almanca'da (güzel sanatlar) anlamına gelmektedir. Bundan başka Bön
Anayasa'sının bilim ve sanat özgürlüğünden söz etmesi bakımından bizim 21.
maddenin karşılığı değerinde olan 5. maddesinin 3. fıkrasında yine
"kunst" sözü kullanılmıştır. (Mangoldt Klein) ın (Das Bonner
Grundgesetz) adlı Bön Anayasa'sı şehrinde (Band 1, 1957-Franz wahlen G.M.B.H. -
Berlin und Frankfurt A.M.) 257. sahifesindeki açıklamalarda buradaki
"kunst" sözünün hukukî anlamda edebiyat ve güze! sanatlar anlattığı,
her sanatın bir biçimde "sanat yapıtında" gerçekleştiği, bu biçimin
ise betli bir maddeye (Örneğin; taşa, oduna, toprak çanağa, söze, şarkıcının
sesine veya dans edenin vücuduna) bağlı olduğu, burada maddenin hiçbir önemi
bulunmayıp sanat yapıtının tümünün temel alınması gerektiği, maddenin kendi
başına bir değeri olmayıp ancak gördüğü iş açısından değer kazandığı yazılıdır.
Almanca'da (kunst) sözünün güzel sanatları anlattığı, fotoraflarla, biçim
sanatları eserlerinin sahiplerine telif hakkı tanıyan 9.1.1907 günlü Alman
Yasa'sına (Kunstchutz-gesetz) (Sanatı Koruma Yasası) denilmesinden de
anlaşılmaktadır (Der Grosse Brock-haus 1955 Band, 6, S: 7/7).
Bu
açıklamalara göre İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinin 27. maddesinin ikinci
fıkrasına dayanılarak bu beyannamede sınaî hakların mülkiyet hakkından ayrı
olarak hükme bağlanmış olduğunun öne sürülmesi dahi, doğru değildir. İnsan
Hakları Evrensel Beyannamesinde, endüstri alanında yeni buluş sahibine hak
tanınması için mülkiyet hakkına ilişkin maddedekinden ayrı bir hüküm konulmuş
bulunduğu, bir an için, var sayılsa bile, bu durum bizim Anayasa'mızın 36.
maddesinin yorumu bakımından bir dayanak olamaz; zira bizim Anayasa'mızda ve
İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde hükümler konulurken tutulan yollar ve
özellikle mülkiyet güvencesine ilişkin hükümlerin her iki belgedeki yazılışları
başka başkadır.
5-
Anayasa'mızın 36. maddesinin kabulüne ilişkin hazırlık çalışmalarında, mülkiyet
kavramının hemen hemen hiç tartışılmadığı ve böylece Anayasa'yı yapanların
yalnızca Medenî Yasa'daki taşınmaz mallar ve taşınabilir mallar üzerindeki
mülkiyet hakkını gözönünde tutarak hükümler koyduğu görüşü benimsenebilir;
ancak bu durum, hiçbir zaman buradaki mülkiyet hakkına ilişkin güvencenin
kapsamına bu haklar Anayasa'da başkaca bir hükme bağlanmış değilse, mamelekteki
öbür hakların dahi girmesi gerektiği yollu bir yoruma gitmekten bizi
alıkoyamaz. Gerçekten, Anayasa koyucu veya yasa koyucu, yalnızca belli bir durumu
gözönünde tutarak bir hüküm koymuş ve bu hükmün konulusu ile güdülen sosyal
amaç bakımından daha başka durumların dahi bu hükmün kapsamına girmesinde
hukukî ve sosyal bir zorunluk ortaya çıkmış ise, bu hükmün genişletici bir
yoruma bağlanması dahi hukukça bir zorunluk olur; çünkü, hukuk ve özellikle
Anayasa hukuku, esnek bir anlayışla hukukî ve sosyal gerekleri ve isterleri
karşılamak ereğini güder. Bunun tersinin düşünülmesi toplumun ihtiyaçları
karşılamak üzere kurulmuş bulunan hukuk düzeninin bu ihtiyaçlara elvermemesi ve
belli bir alanda toplumu ya baskı altında tutması veya başıboş bırakması gibi
ağır ve hukuk düzeninin konuluş amacıyla çelişen bozukluklara yol açar; böyle
bir sonuç ise hiçbir nedenle benimsenemez.
a)
İlk önce şunu belirtelim ki mülkiyet güvencesi, tarihî bir gelişme sonunda
bugünkü duruma gelmiştir. Nitekim, mülkiyet dahi, tarih boyunca uzun bir
gelişme geçirmiş ve uzun gelişme sonunda bugünkü hukukî biçime girmiştir.
Mülkiyet teminatı, ilk kabul edildiğinde, taşınmaz mallarla taşınabilir mallar
üzerindeki mülkiyet hakkını, Devletin, Malikten almasını önlemeyi erek
edinmiştir.
b)
Mülkiyet güvencesinin ilk tanındığı çağlarda mülkiyet hakkı, bir kişinin toplum
içinde olabildiğince bağımsız bir varlık sürdürmesini ve kendi sorumu altında
kendi yaşayışına biçim vermesini sağlayan ve insan yaşayışını düzenleyici bir
etken niteliğinde idi. Demek ki yabancı anayasalardan eski Anayasamıza ve
oradan da bugünkü Anayasamıza geçen mülkiyet güvencesi ile Anayasalarımız,
kişinin toplum içinde olabildiğince bağımsız bir varlık sürdürmesini ve kendi
sorumu altında kendi yaşayışına biçim vermesini sağlayan ve onun yaşayışının
düzenlenmesinde temel bir etken, temel bir neden niteliğinde bulunan bir durumu
korumayı istemiş ve bunun için bu türlü bir hüküm öngörülmüş bulunmaktadır.
Demek ki Anayasa'ya bu hükmün konulmasiyle güdülen erek, kişi varlığı için bu
ölçüde önemli ve bu denli vazgeçilmez durumları Anayasa korumasından
yararlandırmaktır. Anayasa koyucunun böyle bir ereğe verilmesini istediği ve mülkiyet
hakkını Anayasa metninde tanımlamak yolunda giderek mülkiyet güvencesini
taşınmaz mallarla taşınabilir mallar üzerindeki mülkiyet hakkı ile açıkça
sınırlandırma ilkesini benimsememiş bulunduğu gözönünde tutulunca, Anayasa'nın
36. maddesi hükmü ile, kişinin mamelekine giren öbür hakları dahi,
özelliklerine göre tanımayı yasa koyucuya buyurduğu kabul edilmek gerekir.
Gerçekten, iş bölümü ilkesine dayanan bugünkü sanayi toplumlarında mal
üzerindeki mülkiyet, kişinin bağımsız bir varlığı sürdürmesi ve kendi sorumu
altında kendi yaşantısını düzenlemesi konularında artık tek bir temel etken
olmaktan çıkmıştır. Bugünkü iktisadî yürüyüş ve insanların çoğunun bugünkü
iktisadî varlığı, borçlar hukukuna, mülkiyet dışında aynî haklara, iş hukukuna
ve idare hukukuna giren ilişkiler ve hukukî durumlar temeline dayanmaktadır ki
bu hukukî ilişki ve durumların dahi mal üzerindeki mülkiyetle ilgileri hayli
gevşemiştir, başka deyimle bu hukukî ilişki ve durumlar mal mülkiyetinden hayli
uzaklaşmış bulunmaktadır. Anayasamızda mameleke ilişkin haklar, borçlar
hukukunun iradeye dayanan borçlar alanı için akit özgürlüğü ilkesi, çalışma
hukukuna ilişkin alan için de çalışma özgürlüğü ilkesi ile sendika kurmak ve
grev yapmak ilkeleri gibi ilkeler benimsemişse de mameleke giren hakların bir
takımı Anayasa'nın açık bir hükmü ile güvence altına alınmış değildir. Örneğin
iradeye dayanan borçlar dışında kalan borçlar, fikir ve sanat eserleri
üzerindeki haklar ve sanayi alanındaki yeni buluşların bulucularının haklan,
Anayasa'nın açık bir hükmü ile korunmayan haklardandır. Bütün bu haklar, çağdaş
toplumda, başka deyimle şimdiki sanayi toplumunda, önceki zamanlarda
köylülerin, toprak sahiplerinin esnaf ve tacirlerin mal üzerindeki mülkiyet
hakkının tanınıp korunduğu biçimde tanınıp korunmadıkça, bugünkü toplumda pek
önemli sayıda bulunan birçok insanların özgürlüklerinden yararlanmaları
sağlanamaz. Zira, unutulmamalıdır ki mülkiyet güvencesi, özünde, özgürlüklerden
yararlanma güvencesinin bir tamamlayıcısı, .bir aracıdır. Nitekim, iktisat
alanında belli ölçüde bağımsızlığı sağlanmış bulunmayan bir kimsenin kişisel
özgürlüklerden yararlanması, ne dün için, ne de bugün için, olağan bir durum
değildir. Eğer mülkiyet güvencesi, Anayasa ile ayrıca korunmuş bulunmayan
mameleke ilişkin öbür haklan kapsamına almazsa bütün yurttaşlara yaşayışlarını
özgürlük içinde düzenlemeye elverişli en az bir olanağı dahi Anayasa sağlamamış
olur. İktisadî ve sosyal hayatın adalete, tam çalışma ilkesine ve herkes için
insanlık haysiyetine yaraşır bir yaşayış düzeyinin sağlanması amacına göre
düzenlenmesi, Anayasa koyucu tarafından Anayasa'nın 41. maddesi uyarınca, yasa
koyucuya yüklenmiş bir ödev bulunması karşısında Anayasa'nın mameleke giren
haklardan ayrıca hükme bağlamadığı, bir takımını güvence dışı bırakmak istediği
ileri sürülemez. Bu güvencenin dayanağı ise, ancak ve ancak, mülkiyet hakkına
ilişkin 36. madde hükmü olabilir; çünkü bu hüküm, mamelek haklarından en
genişini, en sertini, en koyusunu ve belki en eskisini başka deyimle mülkiyeti
güvence altına almıştır ve böylece az yukarıda belirtildiği üzere, kişinin hem
iktisadî varlığını, hem de buna bağlı olan kişisel özgürlüklerinden gerçek
anlamda yararlanması olanağını korumak istemiştir.
c)
Mülkiyet, mameleke ilişkin hakların örneği ve sanki bir türlü özüdür. Medenî
hukuk açısından mülkiyetin parçalanmasından ortaya çıkan irtifak hakları ve
özellikle intifa hakkı, sükna hakkı ve hattâ rehin hakkı gibi hakların akde
değil, yasaya dayanan biçimlerinin korunması, mülkiyet hakkının korunmasının
bir sonucudur. Hele bir haksız eylem sonunda mülkiyet hakkının tazminata
çevrilmesi durumunda, tazminat hakkının tanınması ve korunması, mülkiyetin
korunmasının biçim değiştirmesinden başka birşey değildir. Bütün bunlar
göstermektedir ki Anayasa'nın 36. maddesinin kapsamı, yalnızca, Medenî Yasa'nın
düzenlediği mülkiyetle sınırlanamaz; aynî hakların öbür alanları ile Borçlar
Yasa'sının haksız eylemden doğan tazminata ilişkin hükümlerinden bir bölüğü
dahi, istesek de, istemesek de, buraya girmektedir; yoksa mal mülkiyeti
güvencesi bile eksik kalır.
Bundan
başka, mülkiyet gibi geniş bir mamelek hakkının bu hükümde korunmasını öngören
Anayasa koyucu; kapsamca ondan daha dar plan ve Anayasa ile ayrıca hükme bağlanmış
bulunmayan öbür mamelek haklarının dahi bu hükümle korunmasını, öncelikle,
istemiş sayılmalıdır; zira hem genel mantık, hem hukukî mantık bakımından az,
çoğun içindedir, imdi, çoğun korunmasını öngören bir hüküm azın korunmasını da
öngörmekte demektir.
Medenî
yasada düzenlenen mülkiyet bile, taşınmaz mallara veya taşınabilir mallara
ilişkin olduğuna göre, hukukça tanınmada veya korunmada başkalıklar gösterir;
örneğin bir taşınmaz malın mülkiyeti (Medeni Yasa'nın 638. ve 639. maddelerine
göre) on veya yirmi yıllık mülk edinme zamanaşımı ile yitirilirken, bir
taşınabilir malın mülkiyeti, (Medeni Yasanın 701. maddesi gereğince) beş yıllık
kazandırıcı zaman aşımı ile yitirilebilir. Bunun gibi bir irtifak hakkının
korunması ile bir mülkiyet hakkının korunmasında da başkalıklar vardır. Bu,
Medenî Yasa alanında böyle olduğu gibi anayasal koruma atanında da böyle
olacaktır. Bunun sonucu olarak, mameleke ilişkin bulunan ve Anayasa'nın özel
bir hükmü ile korunmadıkları için 36. maddesindeki mülkiyet güvencesinin
kapsamına giren hakların, örneğin sanayi alanında yenilik bulanların veya fikir
ve sanat eserleri sahiplerinin haklarının anayasa! korunmasında dahi bunların
özellikleri gözönünde tutulacaktır; yoksa mamelek haklarının hepsi, mal
üzerindeki mülkiyet hakkının korunduğu veya tanındığı ölçüde korunacak veya
tanınacak değillerdir. Sözün kısası mamelek haklarının, Anayasa'nın 36. maddesi
uyarınca, tanınması veya korunmasında, bunların niteliklerinden doğan
özellikleri, her zaman, gözönünde bulundurulacaktır.
Burada,
mülkiyet sözünün belli bir hukuk anisini olması karşısında, sözü edilen 36.
maddenin yorumunun, maddenin yazılışına aykırı bulunduğu dahi ileri sürülemez,
zira, hukukun birçok alanlarında bir sözün veya bir deyimin, başka başka
anlamlara geldiği vardır. Buradaki (mülkiyet hakkı) sözü için dahi durum budur;
bu sözün burada anayasal anlamı tartışma konusu olmaktadır; örneğin (memur)
deyimi, idare hukukunda ve ceza hukukunda başka başka anlamlarda
kullanılmaktadır. Anayasa'da kullanılan hukuk terimlerinin Anayasa yapıldığı
sırada yürürlükte bulunan yasalardaki anlamda kullanmış olmaları ilke
sayılabilir; ancak bütün yasalardan üstün bir değeri olan Anayasa'da belli bir
kavramın öbür yasalardakinden başka bir anlamda kullanılmasına ve (amaca uygun
yorum kuralınca) öbür yasalardakinden başka bir anlamda kullanılmış sayılmasına
hiçbir engel yoktur: yoksa yukarıda değinildiği gibi, söz uğruna öz ve erek
feda edilmiş olur.
ç)
Çoğunluk gerekçesinde, Alman Anayasa'nın metninin Türk Anayasa metninden başka
olması dolayısiyle Almanya'daki bilim ve içtihat alanlarında benimsenen
görüşten Türk Anayasa hukukunda yararlanamayacağı öne sürülmüştür.
aa)
Almanya'daki bilim alanında ileri sürülen görüşün dayanağı, bugünkü Alman
Anayasa'sının metni değil, orada konulmuş olan hükmün ereğidir. Bu yön, Neumann
Nipperdey Scheurer'in (Temel Haklar adlı kitaplarının ikinci cildinde
yazılanlardan anlaşılmaktadır. Nitekim yukarıki a, b, c bentlerindeki
gerekçeler ana çizgileri bakımından bu kitapta ileri sürülen gerekçelerdir (Die
Grundrechte-Handbuch der Theorie und Parscîs der G.-Band II,
Duncker-Humbbot/Berlin 1954, S: 340-346 ve özellikle 352 ve 353) ve bunlarda
metne dayanan bir yan yoktur.
bb)
Bundan başka Avusturya'nın Anayasa'sı olan 21.12.1867 günlü (Devlet Temel
Haklar ve Özgürlükler Yasası) nın mülkiyete ilişkin 5. maddesinde yalnızca
(Mülkiyete dokunulamaz. Malikin rızasına aykırı olarak kamulaştırma, ancak
yasanın belli ettiği durumlarda ve yolda olabilir.) hükmü bulunmaktadır.
Werner-Klecatslky'nin (Avusturya Federal Anayasa Hukuku) adlı kitabındaki
yazılara göre, Avusturya Anayasa Mahkemesi ise, bu 5. maddedeki korumanın
konusunun yalnızca maddî mallar olmayıp özel hukuk alanındaki bütün haklar ve
ayrıca konut üzerindeki hak olduğuna, anılan 5. maddedeki hukukî koruma yalnızca
özel hukuk alanına giren haklar bakımından öngörülmüş bulunduğu için,
memurların kamu hukukundan doğan emekli olma ve emekli aylığı alacakları yahut
kamu hukukuna dayanan işsizlik parası alacaklarının bu maddeye göre
korunamayacaklarına karar vermiştir [Werner - Klecatsky - Das Österreichische
Bundesveriassung-recht-Wien 1961 - Manzsche Verlags-und Universitaetsbuchhand.
S: 360 ve orada gösterilen Anayasa Mahkemesi kararları dergileri). Demek ki
Avusturya hukukundaki metin, bizim 36. maddedekinden çok daha dar bir yazılışta
olduğu halde, Avusturya Anayasa Mahkemesi, bunu Almanya'daki bilim ve yargı
alanındaki görüşlere uygun olarak yorumlamaktan kaçınmış değildir.
cc)
Erwin Ruck'un (İsviçre Kamu Hukuku) adlı kitabında da, İsviçre kamu hukukunda
mülkiyet özgürlüğü konusunda aynı yoruma gidildiği şu sözlerden
anlaşılmaktadır: (Özel mülkiyet ve onun Devletin güvencesi altında bulunması,
eskidenberi, İsviçre'nin hukuk ve iktisat düzeninin temelidir. İsviçre'de gerek
kamu yaşantısının, gerekse özel yaşantının gelişmesi ve bugünkü biçimi, bu
temele dayanmaktadır. Kantonların Anayasalarında mülkiyete ilişkin hükümler
bulunması bundandır. Bu hükümlerle mülkiyet açıkça korunmaktadır. Maddelerin
yazılışları görünüşte başka başka ise de öz bakımından hepsinin anlamı birdir.
Bu hükümlerde "mülkiyet", "her türlü mülkiyet", "bütün
mülkiyet", "mülkiyet ve Özel haklar", özel haklar",
"mülkiyet ve hak tohumları", "kazanılmış özel haklar",
"kazanılmış haklar", söz konusu edilmekte ve bunların çiğnenemiyeceği
bildirilmektedir.)
(Kanton
Anayasalarındaki mülkiyet güvencesi, metinlerde yazılanı aşkın bir güvencedir.
Gerek kanton mahkemelerinin, gerekse İsviçre Federal Mahkemesinin
uygulamalarında buradaki mülkiyet sözü, yalnızca dar hukuk anlamındaki
mülkiyeti, İsviçre Medenî Yasa'sının 641 ve sonraki maddelerinde düzenlenen
mülkiyeti değil, daha geniş ve iktisadî açıdan belli olan bir kavramı
anlatmaktadır; bu kavram, mamelek haklan kavramıdır ve kendiliğinden mameleke
ilişkin değeri bulunan bütün haklar, mülkiyet güvencesinin kapsamına
girmektedir.)
(Kantonların
bu konuda görüş birliğine varmış bulunmaları dolayısiyle ve gerek gerçek durum,
gerekse tarihî durum karşısında, Federal Anayasa'ya boşu boşuna bir mülkiyet
maddesi konulması, yersiz görülmüştür. Bununla birlikte, Federal Anayasa'nın
dahi aynı güvenceyi öngördüğünden söz edilmesi, mülkiyet güvencesinin
bulunduğunu açıkça bildirmektedir.)
(Kamulaştırmadan
anlaşıldığı üzere mülkiyet özgürlüğü dahi sınırsız değil ve ancak nispîdir.
Medenî Yasa'da, hukuk düzeninin çizdiği sınırlar için de tasarruftan söz
edilmesi dahi, bundan dolayıdır.)
(Malikin
haklarını, borçlarını ve yükümlerini düzenleyen Federal ve kantonal hukuk
düzeni, sürekli olarak gelişme göstermektedir. Bundan, mülkiyet kapsamının
hukuk düzeni ile değiştiği ve mülkiyet güvencesinin ise hakkın doğumu
zamanındaki belli durumu değil, ancak hukukî gelişmesinin sağladığı durumu konu
edindiği sonucuna varılmaktadır. Yalnız mülkiyet hakkının güvencesinin söz
konusu olduğu zamandaki hukuk düzenine göredir ki malikin tasarruf yetkisinin
ne genişlikte olduğu, mülkiyetin kapsamına nelerin girdiği ve mülkiyet hakkını
kullanma sınırlarının neler olduğu anlaşılabilir.
(Devletin
ne ölçüde mülkiyete e! atabileceği, zamanın hukuk ve iktisat siyasasına
ilişkili bir sorundur. Devletin bu yoldaki yetkisi belli bir zamanda bireylerle
toplum, yurttaşla Devlet arasındaki dengeye göre, daha çok veya daha az
olabilir. Hukuk gelişmesinin bireylere veya topluma daha çok önem vermesine
göre, mülkiyet, daha çok bireysel veya daha çok toplumsal nitelik kazanır.
Gerçekten, Alman ortak hukuku ile Roma hukukundaki bireysel mülkiyetle Cermen
hukukundaki ve çağımızdaki sosyal mülkiyet arasındaki karşılığın, zıtlığın
nedeni de budur. Bugünkü İsviçre hukukunda sağlam bir karışım ortaya çıkmıştır.
Malikin güvenlik altına alınmış İş görme serbestliği ile beraber mülkiyet, 19.
yüzyılın tutukluğundan sıyrılmış çağımızın sosyal kamu hukukuna dayanan temel
çağın ile güzelce bağlantı kurarak bir yandan malikin yararı, öte yandan
toplumun iyiliği arasında bir denge gerçekleştirilmiştir.) (Dr. Erwin
Ruck-Schweizerisches Staats-recht-3. Auflage mit Nachtrag 1957-1964
Polygraphischer Verlag AG. Zürich, S: 115-118).
Görülüyor
ki İsviçre hukukunda da Anayasa'nın güvence altına aldığı mülkiyet, Federal
Anayasa'da mülkiyet güvencesine ilişkin bir metin bile yokken Medenî Yasa'nın
öngördüğü mülkiyetin sınırlarını çok aşan ve mameleke giren bütün hakları
kapsayan bir kavramdır ve bu kavram, siyasal ve iktisadî gelişmeye ayak
uydurarak boyuna değişebilmektedir başka deyimle sert ve değişmez bir kavram
değildir, sosyal ve iktisadî ihtiyaçları, her zaman karşılamağa elverişli ve
esnek bir kavramdır. Yazılanlardan su da anlaşılmaktadır ki İsviçre
hukukçuları, metinleri değil, hukukî ve iktisadî ihtiyaçları karşılamak amacını
gözönünde tutmaktadırlar.
5-
İhtira beratının sağladığı hak, Anayasa'nın 36. maddesinin güvenceye bağladığı
mülkiyet kavramının kapsamına girdiğine göre, dâva konusu hükmün Anayasa
açısından, mülkiyet hakkına değinen bir hüküm olduğu ve bu hükmün İhtira Beratı
Yasa'sının 2. maddesinin yeni buluş saydığı şeylerden bir takımına İhtira
beratı verilmesini yasaklamakla hakkın konusunda alan bakımından bir daraltma
öngördüğü ortadadır. Ancak, bu sınırlamanın hakkın özüne dokunma sayılacak bir
ölçüde olduğu kabul edilemez; çünkü, her şeyden önce, Anayasa'da İhtira
hakkının konusunu kesinlikle belirten veya bu yönden yasa koyucuyu bağlayan bir
hüküm yoktur. O halde hakkın konusunu belirtmek, bu alandaki düzenleme
yetkisinin içindedir ve yasa koyucu, kamu yararı, kamu düzeni ve genel ahlâk
düşünceleri bazı ihtiralar için berat verilmesini uygun görmiyebilir. Kaldi ki,
mülkiyet hakkı, sosyal nitelikte bir haktır ve onun toplum yararına aykırı bir
varlığı bugün için olamaz. Böyle sosyal nitelikte bir hak açısından, toplum yararının
korunması amacını, bireye hak tanıma düşüncesine üstün tutulmak gerekir.
Öte
yandan, yasada hakkın konusu geniş bir alanı içine alacak bir biçimde
tanımlanmıştır. Bu geniş alan içinde dâva konusu hükümde yazılı sınırlı bir
alana ilişkin yeni buluşlar için berat verilmesinin caiz görülmemesi ile,
kişinin yeni buluşlarının korunması hakkından tüm olarak yoksun bırakıldığı
veyahut hakkın konusunun, ondan yararlanma bakımından, artık bir anlam ve
değeri kalmamış sayılacak ölçüde daraltılmış bulunduğu, başka bir deyimle,
hakkın özüne dokunulmuş ve böylece Anayasa'nın 11. maddesinin ikinci fıkrasına
aykırı davranılmış bulunduğu ileri sürülemez. Dâva konusu hükmün getirdiği
sınırlama, bu haktan yararlanma olanağının ortadan kaldırılması anlamına gelmez
ve böyle bir sonuç doğurmaz. Bundan başka Prof. Hirsch'in de haklı olarak
belirttiği üzere (Ord. Prof. E. Hirsch - Fikrî ve Sınaî Haklar-Ankara Ar
Basımevi 1948 S. 97.) İhtira beratının sağladığı hak yalnızca ihtira ile değil,
ancak Yasa'nın birinci maddesi hükmünce ihtira beratı alınmakla kazanılan bir
hak olduğu için, dahi, berat verilemiyeceği Yasa'da yazılı, başka deyimle
Yasa'nın korumaya lâyık bulmadığı bir şeyden dolayı kazanılmış bir hak ve
kazanılmış bir hakka dokunulması da söz konusu edilemez. Maddî mülkiyet
hakkında bile, mülkiyete konu olabilen belli nesne üzerindeki kazanılmış
mülkiyet hakkının kaldırılması ile belli bir nesnenin mülkiyete konu olmasının
caiz görülmemesi başka bir deyimle aslî iktisap yolunun kapalı olması, başka
başka durumlardır. Kamulaştırma ancak ve ancak birinci durumda söz konusu
edilebilir.
İptali
istenilen hükmün ihtira hakkı konusunda öngördüğü sınırlamanın kamu yararına
dayandığı yönü ise açıktır; çünkü sözü geçen 3. maddenin itiraz konusu hükmünde
gösterilen yeni buluşlar, halkın sağlığı ile doğrudan doğruya ilgilidir. Bir
yeni buluş için berat verilmesi, onun uygulanacağı alanda belli bir süre İçin
tek bir kişi yararına özel bîr ticarî tekel yaratılması demektir. Bu da o
nesnenin tüketiciler tarafından uygun bir para karşılığında, kolayca ve
yeterince elde edilmesi olanağını azaltır ve sonuç olarak halk sağlığı
bakımından sakınca ve tehlike doğurur. O halde tartışma konusu sınırlama, kamu
yararının gereğidir, Anayasa'nın 36. maddesinin ikinci fıkrasında ise (Bu
haklar, ancak kamu yararı amacı ile, kanunla sınırlanabilir) denilmekle
birlikte, 11. maddesine göre dahî kamu yararının gerektirdiği hallerde hakların
sınırlandırılması yetkisi yasa koyucu İçin tanınmıştır. Bundan başka,
Anayasa'nın 49. maddesinin [Devlet, herkesin beden ve ruh sağlığı içinde
yaşayabilmesini ve tıbbî bakım görmesini sağlamakla ödevlidir) hükmü ile halk
sağlığı konusunda Devlete yüklemiş olduğu ödevin yerine getirilmesi de, böyle
bir sınırlandırma için haklı bir nedendir ve bundan ötürü bu sınırlandırmayı
kapsayan hüküm, Anayasa'ya aykırı değildir.
Bilim
alanındaki görüşler ve genellikle uygar ülkelerin yasalarında benimsenen
ilkeler dahi, insanların sağlıklarına yarayan nesne ve terkipler için ihtira
beratı verilmemesi doğrultusundadır.
Avrupa
İnsan Haklarını ve Hürriyetlerini Koruma Sözleşmesine Ek Protokolün birinci
maddesinde ise, her kişinin mallarının dokunulmazlığına saygı gösterilmesi
hakkına sahip olduğu kabul edilmiş ve ancak kamu yararı gereği olarak Yasa'nın
öngördüğü koşullar ve Devletler Hukukunun genel ilkeleri çevresinde kişilerin
bu haktan yoksun bırakılabilecekleri belirtilmiştir. Demek ki buradaki
sınırlandırma, sözü edilen uluslararası sözleşme hükmüne dahi uygun
bulunmaktadır.
6-
Anayasa'nın 36. maddesiyle 11. maddesindi hakkın sınırlandırılmasından söz
edildiği, olayımızda ise ilâç konusunda berat verilmemekle, hakkın
sınırlandırılmasının değil, ortadan kaldırılmasının söz konusu olduğu ileri
sürülebilir.
Sınırlandırma,
bir hakkın tanınması veya korunması için bir takım koşullar, kayıtlamalar
koymak biçiminde olabileceği gibi belli durumlarda hakkın tanınmaması biçiminde
de olabilir; yeter ki bu tanınmama biçimindeki sınırlandırma, hakkın özüne
dokunmasın ve bu bakımdan Anayasa'nın 11. maddesi gereğince Anayasa'ya
aykırılık ortaya çıkmasın. Nitekim Anayasa'mızın 18 maddesinde ulusal güvenliği
sağlama veya salgın hastalıkları önleme amaçlarıyla seyahat ve yerleşme
özgürlüklerinin sınırlandırılabileceği yazılıdır ki bu sınırlandırma, söz
konusu hürriyetlerin belli koşutlar altında kaldırılması demektir. Yine
Anayasa'nın 22. maddesinin ikinci fıkrası uyarınca basın ve yayın özgürlüğü,
29. maddesinin 2. cümlesi gereğince dernek kurma özgürlüğü, 40. maddesinin
ikinci fıkrası uyarınca çalışma ve sözleşme özgürlüğü sınırlandırılabilir ve bu
sınırlandırmalar, kimi kez, belli alanlarda bu özgürlüklerin kaldırılması, bu
özgürlüklerin tanınmaması biçiminde olacaktır; örneğin yurdumuzda tek yapılı
devlet yerine federal devlet kurulması düşüncesini yayarak Anayasa'nın devletin
bütünlüğüne ilişkin hükmünün olağan yoldan değiştirilmesini sağlamak üzere
propaganda yapmak için yahut kocakarı ilaçlarıyla tedaviyi ve halkın
hastalandığına doktorlara gitmeyip kendi kendisini iyi etme çaresine başvurması
gerektiği düşüncesini yaymak için dernek kurulamıyacağı yollu bir yasa hükmü
Anayasa'ya uygun birer sınırlandırmadır. Ancak belli alanda demek kurma
özgürlüğünü kaldıran birer sınırlandırmadır; yine millî güvenlik düşüncesiyle
veya bir salgın hastalığın başlamasını önlemek için belli yerlere seyahatin
yasak edilmesi veya iktisadî ve tarımsal zorunluklar dolayısiyle belli
yerlerden çıkma yükümünün konulması, seyahat ve yerleşme özgürlüklerini belli
alanlarda kaldıran birer sınırlamadır.
Anayasamız'da
burada sayılan hükümler bulunmasa bile, sınırlandırma yetkisi, yine kimi
alanlarda bir hakkın tanınmaması yetkisini kapsayacaktır; zira, sınırlandırma
hakkın doğumu için bir takım koşullar, şartlar öngörme yetkisini de yasa
koyucuya veriyor demektir. Bu koşullar içinde olumlu koşullar, (müsbet şartlar)
olabileceği gibi olumsuz koşullar (menfî şartlar) dahi olabilir. Olumsuz
koşullar, hakkın doğumu için gerçekleşmemesi gereken, başka deyimle
gerçekleşmesi hakkın doğumuna engel olan olay veya durumlardır. Konumuzda
ihtira beratı verilmesinin ortada yeni bir buluş olması, bu buluşun sanayi
alanında uygulanma yerinin bulunması, yeni şey bulanın berat istemini Devlete
karşı ileri sürmüş olması gibi olumlu koşulların yanında, yeni buluşun bir
ilâca veya eczacılıkta kullanılan bir nesneye ilişkin olmaması yollu olumsuz koşul
dahi vardır ve bu da bir sınırlandırmadan başka bir şey değildir. Demek ki
inceleme konusu olayda hakkın sınırlandırılması değil, ortadan kaldırılması
durumunun gerçekleşmiş olduğu yollu görüş doğru değildir.
7-
Yukarıki bentlerde açıklanan nedenlerle, Anayasa'nın 36. maddesinde öngörülen
mülkiyet güvencesi kapsamına sınaî haklar ve bu arada yenilik bulan bir kişinin
ihtira beratı ile kendi buluşundan belli bir süre için yalnız kendisinin
yararlanması hakkı dahi girmekte ve ancak ilâç ve eczacılıkta kullanılan
nesnelere berat verilmemesi, mülkiyetin kamu yararına dayanan bir
sınırlandırması niteliğinde bulunmaktadır ve bu yüzden Anayasa'ya aykırı değil
ve çoğunluk kararı ancak bu nedenlerden ötürü ve sonuç olarak doğrudur,
SONUÇ
: Çoğunluğun itiraz konusu hükmün Anayasa'ya aykırı olmadığı yollu görüşüne
sonuç olarak ve ancak yukarıda açıklanan gerçeklere dayanarak katılmaktayız.
|
|
|
|
Üye
İhsan
Keçecioğlu
|
Üye
Hakkı
Ketenoğlu
|
Üye
İhsan
Ecemiş
|
Üye
Recai
Seçkin
|
|
|
Üye
Feyzullah
Uslu
|
Üye
Fazlı
Öztan
|